Fahir Armaoğlu ANKARA, 30 Ağustos 2007 Perşembe
1919 Ocak ayında toplantılarına başlayan Paris Barış Konferansı'nda Birleşik Amerika'nın Osmanlı Devleti'yle ilgili faaliyetlerini, Sevres Öncesi ve Sevres Sonrası diye ikiye ayırmak gerekmektedir.
Dünya Savaşı'nı sona erdiren barış antlaşmalarını hazırlamak üzere 1919 Ocak ayında toplantılarına başlayan Paris Barış Konferansı'nda Birleşik Amerika'nın Osmanlı Devleti'yle ilgili faaliyetlerini, Sevres Öncesi ve Sevres Sonrası diye ikiye ayırmak gerekmektedir. Başka bir deyişle, birincisi 1919 yılını kapsamakta, ikincisi de 1920 yılına ait bulunmaktadır.
Bu iki dönemde Amerika'nın Türkiye[1] ile ilgili faaliyetlerinin ortak noktası, Ermenistan faktörü'nün her iki dönemde de ağırlıklı bir unsur teşkil etmesidir. Yalnız bu ortak faktörün niteliği, 1919 ve 1920 yıllarında, yine birbirinden bir farklılık göstermektedir. 1919 yılında söz konusu olan, özellikle ve "soyut" olarak bir politik amaç veya bir politika faaliyeti olduğu halde, 1920'de, Amerika için söz konusu olan ise, bir antlaşmaya dayalı "somut bir faaliyet", veya bir icra'dır. Bu icra ise, Sevres Antlaşması'nın 89'uncu maddesi uyarınca, "Ermenistan"a Türkiye'den koparılıp verilen toprakların, yani "Türkiye-Ermenistan" sınırının çizilmesi yetkisinin veya görevinin, Amerika Cumhurbaşkanı'na, yani Woodrow Wilson'a verilmiş olmasıdır.
Bu incelememizde, Sevres öncesi dönem, yani 1919 yılı üzerinde fazla durmayacağız. Bilindiği gibi, bu dönemin Türkiye-Amerika münasebetleri, daha doğrusu Amerika ile Millî Mücadele arasındaki münasebetler bakımından en Önemli olayı, "Ermenistan sorunu" hakkında rapor hazırlamakla görevlendirilen General Harbord Misyonu'nun, 20 Eylül 1920 Sivas'ta Atatürk ile yaptığı ve 3-4 saat süren görüşmelerdir.
Harbord Misyonu konusu yeteri kadar incelendiği için, biz bu konu üzerinde fazla durmayacağız[2].
Yalnız şu kadarını belirtelim ki, Amerika'nın "Ermenistan" konusu üzerine eğilmesi, Başkan Wilson'ın "Milliyetler" ilkesi dolayısıyla ve Amerikan kamuoyunun ağır baskısı altında ortaya çıktığı gibi, yine çeşidi yardım kuruluştan ve Ermeni davasını destekleyen kuruluş ve politikacıların tahriki ile, konunun, 1919 Haziranı'ndan itibaren Paris Barış Konferansı'nın gündemine girmesiyle bir dinamizm kazanmıştır.
Ermeni davasını destekleyen bazı kuruluşların ve aynı zamanda Amerika'nın resmî yardım kuruluşlarının, Rusya Ermenistanı ile Türkiye sınırlarında 700-800 bin Ermeni mültecinin biriktiğini iddia etmesi, bunların açlıkla karşı karşıya kaldıklarını ve bunlara yardım yapılması gerektiğini bildirmeleri ve ayrıca, İngiltere'nin de, şüphesiz "Ermenistan yükünü", "Amerika hamalı"nın sırtına yüklemek amacı ile, Ermenistan'daki kuvvetlerini 1919 Ağustosu'ndan itibaren çekeceğini bildirmesi, bir yandan Ermeni mültecilerine yardım sorununu, diğer yandan da kurulacak "Bağımsız Ermenistanın kendisini dışarıya (yani Türklere karşı) karşı koruması sorununu ön plâna çıkarmış ve özellikle bu ikinci nokta da, baştan beri Ermenilere kanat germeye hevesli ve kararlı olan Başkan Wilson'ı Ermenistan üzerinde bir Amerikan "manda"sı sorunu ile karşı karşıya getirmiştir.
Bu sırada Amerikan Senatosu'nda, Başkan Wilson'ın Avrupa politikasına fazla "bulaştığı" yolunda eleştirilerin artması ve "inziva" (Isolation) politikasına dönülmesi eğilimlerinin kuvvetlenmesi dolayısıyla, Başkan Wilson, General Harbord başkanlığında kalabalık bir heyeti, Anadolu dahil, bölgeye göndererek, "Ermenistan Mandası"nı ve muhtemel sorunlarını yerinde inceletmiştir. Harbord Misyonu'nun askerî niteliği, Ermenistan'ın özellikle dışarıya karşı korunmasının, Wilson'ın başlıca endişesini teşkil ettiğini göstermekteydi[3].
General Harbord, gezisinin sonunda uzun bir rapor hazırlayarak bir nüshasını Paris'teki Barış Konferansı'na, bir nüshasını da Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na vermiştir[4].
General Harbord, raporunda[5], bir hayli tarafsız davranarak, sade Türklerin Ermenilere saldırmadığını, bir çok yerlerde Ermenilerin de Türklere saldırmakta olduklarını örnekleriyle belirtmiş ve, yukarda da değindiğimiz gibi, Ermenilere yardım kuruluşları ile Ermeni davasını destekleyen Amerikan politikacıları, Rusya Ermenistanı'na sığınan Ermeni mültecilerin sayısını 700-800 bin olarak iddia ettikleri halde, General Harbord bu miktarın 300 bin civarında olduğunu söylemiş tir.
Manda konusunda ise, "Ermeni sorunu Ermenistan'da çözülemez" diyen Harbord, Fransa ve İngiltere tarafından işgal edilmiş olmaları sebebiyle, Suriye ve Mezopotamya hariç, İstanbul ve Rumeli (Trakya) dahil, bütün Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde bir manda rejiminin kurulması gerektiğini ileri sürmüştür.
Fakat bu ifade, Harbord'ın, Amerikan mandası konusundaki iyimserliğinin bir işareti değildi. Generalin belirttiğine göre, manda yönetimini üzerine almakla Amerika, en az bir kuşak boyu bu işe bulaşmış olacaktı ve askerî bakımdan da, değişen şartlara göre, 25.000 ile 200.000 arasındaki bir askerî kuvvede bu rejimi desteklemek zorunda kalacak, ve nihayet, manda yönetiminin ilk beş yılında Amerika'nın 756 milyon dolarlık bir malî yükü de sırtlaması gerekecekti.
Harbord'ın raporundan yaklaşık bir ay sonra, Amerikan Senatosu'nun, bir yandan 28 Haziran 1919 tarihli Versay Anlaşması'nı ve bir yandan da, ona bağlı olan Milleler Cemiyeti Paktı'nı onaylamayı 19 Kasım 1919'da reddetmesi ile, Amerika'nın "Ermeni Mandası" hikâyesi de sona eriyordu.
Çünkü, Amerika Milletler Cemiyeti'ne üye olamıyordu. Halbuki "manda" rejimleri Milletler Cemiyeti'ne bağlı bir sistemdi.
Senato'nun bu kararı üzerine, Amerika, Aralık 1919'da Paris Barış Konferansı'ndan çekildi.
Başkan Wilson, özellikle Milletler Cemiyeti Paktı'nı Senato'ya onaylatmak için bir kaç teşebbüste daha bulunduysa da, bütün teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlandı.
Fakat, başta İngiltere olmak üzere, Amerika'nın Avrupalı müttefikleri, Amerika'nın ve özellikle Başkan Wilson'ın yakasını bırakmadılar.
Paris Konferansı, "Türkiye Sorunu"nu, yani Osmanlı Devleti'yle yapılacak barışı 1920 Ocak ayından itibaren ele aldı. Almasıyla birlikte, "Ermenistan" konusu ve dolayısıyla Amerika, tekrar gündeme geldi[6].
İngiltere, Fransa ve İtalya, yani Barış Konferansı'nın "Yüksek Konseyi" ("Supreme Council"), Şubat ve Mart aylarında Londra'da ve Nisan ayında da San Remo'da (İtalyan Rivierasında) toplanarak, Türkiye ile barışın esaslarını tespit etmişlerdir. Amerika, San Remo toplantıları ile temaslarını, Roma Büyükelçisi vasıtasıyla sürdürmüştür.
Yüksek Konsey'in Londra toplantılarından sonra, Fransa'nın Waşington Büyükelçisi, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na verdiği 9 Mart 1920 tarihli bir notada, Türkiye ile barış konusundaki çalışmaların bir hayli ilerlediğini, bu durumda, Fransa'nın (Yüksek Konsey Başkanı), Amerika'nın "Doğu Sorunları" ile ilgilenip ilgilenmediğini veya bu sorunlarla ilgisini devam ettirip Konferansa katılıp katılmayacağını öğrenmek istediğini bildirdi. Amerika ise, bu notaya cevabında, Müttefiklerin Türkiye ile barış konusundaki düşüncelerini bilmediğini söyleyince[7], Fransa'nın Waşington Büyükelçisi, 12 Mart 1920 tarihli bir nota ile[8], tespit edilen bazı esasları Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na bildirmiştir. Nota'ya göre, Türkiye barışı konusunda Londra'da tespit edilen esaslar şöyleydi:
1) Türkiye'nin Avrupa sınırları, Midye-Enez çizgisi, fakat muhtemelen Çatalca Hattı olacaktır.
2) Türkiye'nin Asya tarafındaki sınırlan, kuzeyde ve batıda Karadeniz, Marmara ve Akdeniz, doğuda Ermenistan sınırı (yani bağımsız Ermenistan), güneyde ise, Ceyhan Nehri'nden başlayıp, Antep, Birecik, Urfa, Mardin ve Cezire-i İbni Ömer'in kuzeyinden geçen çizgidir.
3) Padişah İstanbul'da kalabilecek, fakat burada Padişah'ın muhafız kuvvetlerinden başka kuvvet bulunmayacaktır. Müttefikler, Avrupa Türkiyesi (Trakya) ile Marmara ve Boğazlann güneyindeki bölgeleri işgal etme hakkını mahfuz tutarlar.
4) Boğazlardan geçiş, savaşta ve barışta serbest olacak, bir Boğazlar Komisyonu kurulacak ve Padişah'ın Boğazlar üzerindeki egemenlik hakkını, Padişah adına bu Komisyon kullanacaktır. Bu Komisyon'da, bazı şartlarda Amerika ve Rusya da temsil edilecektir. Komsiyon'un başkanı ancak büyük devletlerden biri olacaktır.
5) Trakya'nın Türklere bırakılan kısımlarının dışında kalan kısımlar Yunanistan'a verilecek, Edirne'deki Türkler ("Osmanlılar" deniyordu) için özel garantiler sağlanacak ve Bulgaristan'a da Trakya'da bir serbest liman verilecekti.
6) Bağımsız bir Ermenistan kurulacak ve bu devletin denize çıkışını sağlamak için de, Lâzistan'da (yani Trabzon) kendisine bazı özel haklar tanınacaktır.
7) Türkiye; Mezopotamya, Arabistan, Filistin, Suriye ve bütün adalar üzerindeki haklarından feragat edecektir.
8) Aydın bölgesi hariç, İzmir bölgesi, Padişah'a bağlı olarak Yunanistan'ın yönetimine verilecek ve İzmir Liman'ında Türkiye'ye de ayrı bir kısım ayrılacaktır.
Bundan sonra da Osmanlı borçlarına ait bazı malî hükümler söz konusu olmaktaydı.
Barış Konferansı'ndan çekilmiş olmasına ve ancak "uzaktan gözlemci" statüsünde bulunmasına rağmen, Amerikan hükümeti bu barış esaslan hakkında şu görüşleri bildirdi[9].
1) İstanbul bölgesi dışındaki Trakya topraklarının Yunanistan'a verilmesini Amerika kabul etmekle beraber, bu bölgenin kuzey kısmı halkı Bulgar olduğundan (!), Edirne ve Kırklareli (Kırkkilise) ve havalisi Bulgaristan sınırları içine katılmalıdır. Çünkü Bulgaristan'ın, tamamen Bulgarlarla meskûn olan batı topraklan Sırbistan'a verildiğinden, Bulgaristan'a yapılan bu haksızlık Trakya'da telâfi edilmelidir.
2) Amerika, Ermenistan konusu ile çok yakında ilgilidir. Ermenistan'ın sınırları, Ermeni halkının meşru (!) isteklerini karşılayacak ve kolay ve engelsiz bir şekilde denize çıkışını sağlayacak şekilde çizilmelidir. Denize çıkışı sağlamak için Lazistan'da Ermenistan'a özel haklar tanımak yeterli değildir. Venizelos, bu bölge Rumları adına, Trabzon'un Türklere verilmektense Ermenistan'a verilmesini tercih ettiğini bildirdiğine göre, Trabzon, doğrudan doğruya Ermenistan'a verilmelidir.
3) Amerikan hükümeti, elinde çok sınırlı bilgi olduğundan İzmir konusunda görüş bildirebilecek durumda değildir.
4) Eski Osmanlı imparatorluğu topraklarında ne şekilde bir düzenleme yapılırsa yapılsın (kime ne toprak verilirse verilsin), Amerikan vatandaşları ve şirketleri, diğer devletlerinkinden daha az müsait durumda kalmamalıdır. Yani Amerika, ekonomik ve ticarî bakımdan, "Açık Kapı" veya "fırsat eşitliği" ilkesinin uygulanmasını istiyordu.
Toplantılarına San Remo'da devam etmekte olan Konsey, Amerika'nın bu görüşlerine verdiği cevapta[10], Türkiye ile âdil ve kalıcı (!) esasları kapsayan bu barış antlaşmasını, Amerika'nın da imzalayacağı ümidini izhar ettikten sonra, tespit ettikleri ve 12 Mart'ta Amerika'ya bildirdikleri barış esaslarını savunuyorlardı. Bundan başka, Bulgaristan'a Edirne ve Kırklareli (Kırkkilise) nin verilmesi hususundaki Amerikan isteğine karşı da, kendilerindeki istatistik bilgilere göre, bu iki şehir ve havalisinin çoğunluğunun Türk olduğunu belirtiyorlardı.
İlginç bir nokta da, Amerika'nın Avrupalı müttefiklerinin, Amerikan Senatosu'nun Versay Antlaşması'nı onaylamayı reddetmesinin anlamını hâlâ anlamamış olmaları veya anlamamazlıktan gelmeleriydi.
Bağımsız Ermenistan konusunda Müttefiklerin de Amerika ile aynı görüşü paylaştıklarını ve halihazır ihtiyaçları ve gelecekteki gelişmesi (expansion) bakımından "haklı olarak (!) iddia ettiği" toprakları Ermenistan'a vermeyi ciddi bir şekilde arzu ettiklerini bildirmekteydiler.
Sorun bir al gülüm - ver gülüm hikâyesine dönüşmüştü. Avrupalılar, müstakbel Sevres Antlaşması'na Amerika'yı da bağlamak ve bu antlaşma ile Yakın Doğu'da yapacakları karmaşık ve tehlikeli düzenlemede Amerika'ya da sorumluluk yüklemek için, Amerika'ya şirin görünmenin her türlü çabasını harcamaktaydılar.
Yalnız, Müttefiklerin bu 27 Nisan 1920 günlü cevaplarında, İzmir ile ilgili yeni açıklamalar dikkati çekmekteydi. İzmir ile bazı komşu ilçelerin (kazaların) nüfus çoğunluğunun Rumlarda olması ve Türkiye'nin bu Rumlara fena muamelede bulunması sebebiyle, İzmir'in Yunan yönetimine verildiği belirtildikten sonra, İzmir'in bütün Anadolu'nun ekonomisinde önemli bir yeri olması ve İzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinin millî tepkilere sebep olmasının, Türkiye ile barışın uygulanmasını imkânsız kılmasa bile, güçleştirmesi ihtimali dolayısıyla, İzmir'in Padişaha bağlı hale getirildiği ve aynı zamanda Türklere de İzmir Limanı'nda imkânlar sağlandığı belirtilmekteydi. Burada "millî tepkiler" den duyulan endişe dikkati çekmektedir.
Amerika'yı Türkiye ile barış sorununa "bulaştırmak" ve konunun içine çekmek için, Nisan 1920 sonunda, İngiltere'nin egemen olduğu Milletler Cemiyeti'nin de kullanılmak istendiği de görülüyor. Çünkü, San Remo'dan 27 Nisan'da Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na gönderilen uzun bir mesajda[11]., Ermenistan konusunda, Amerika bir karar verme zorunluluğu ve dolayısıyla, Türkiye barışı ile karşı karşıya bırakılıyordu.
DİPNOTLAR
1 - Gerek Amerikan belgelerinde, gerek Paris Barış Konferansı ile ilgili belgelerde, Osmanlı
Devleti, daima "Türkiye" adı ile zikredildiğinden ve hatta 1920 yılında, sonradan Sevres
Antlaşması adını alacak antlaşmanın adı daima "Türkiye ile barış" (Peace with Turkey, Peace
Setdement with Turkey) diye zikredildiğinden, biz bu incelememizde, Osmanlı Devleti yerine,
Türkiye deyimim kullandık.
2 - Bu konuda bak.: Dr. Fethi Tevetoğlu, Millî Mücadelede Mustafa Kemal Paşa-Ceneral
Haıbord Görüşmesi, TÜRK KÜLTÜRÜ, Yıl VII, Sayı 76, Şubat 1969, s. 257-267; Yıl VII, Sayı 77,
Mart 1969, s. 321-334; Yıl VII, Sayı 80, Haziran 1969, s. 525-545; Yıl VII, Sayı 81, Temmuz 1969, s. 589-603. Bizim incelediğimiz Amerikan belgelerinde, General Harbord'un raporunun metni verilmekte, fakat, başka hiç bir bilgi verilmemektedir.
3 - Bütün bu gelişmelere ait Amerikan belgeleri için bak.: Papers Relating to the Foreign Relations of the United States, 1919, Washington, D.C., Government Printing Office, 1934, Vol. II, p. 817-841.
4 - General Harbord Misyonu, Başkan Wilson'ın onayı ile gönderilmekle beraber, esasında Paris Barış Konferansı adına görev yapmıştır. Bu sebeple, 16 Ekim 1919 tarihli olan raporunun imzalı nüshasını Paris Barış Konferansı'na sunmuş, imzasız bir nüshasını da Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na vermiştir. Bu konuda bak.: aynı kaynak, Vol. II, p. 841, 24 no.lu dipnotu.
5 - Raporun metni: aynı kaynak, p. 841-889. Ayrıca bak.: Maj. Gen. James G. Harbord, Conditions in the Neaı- East: Repon of the American Military Mission to Armenia, U.S. Senate, 66th Congress, 2d Session, Document No. 266; Washington, Government Printing Office, 1920; Brig. Gen. George Van Horn Moseley, Mandatory över Armenia: Report made to Maj. Gen. James. G. Haıobrd, Senate, 66th Congress, 2d Session, document No. 281, Washington Government Printing Office, 1920.
6 - Bundan sonraki açıklamalarımızı, şu kaynakta yer alan belgelere dayandıracağız: Papers Relating to the Foreign Relations ofthe United States, 1920, Washington, D.C., Government
Printing Office, 1936, Vol. III, p. 748-809. Bu kaynağı bundan sonra kısaca "Papers... 1920/IU"
Şeklinde zikredeceğiz.
7 - Laurence Evans, United States Policyand the Paıtition ofTurkey, 1914-1924, Baltimore,
The John Hopkins Press, 1965, p. 278.
8 - Notanın metni: Papers... 1920/111, p. 748-750.
9 - Amerikan Dışişleri Bakanlığı'ndan Fransız Büyükelçiliği'ne 24 Mart 1920 tarihli nota, Papers... 1920/III, p. 750–753.
10 - Roma'daki Büyükelçi Johnson'dan Washington'a 27 Nisan 1920 günlü telgraf, Papel?1920/III, p. 753–756.
11 - Roma Büyükelçiliği'nden Waşington'a 27 Nisan 1920 günlü telgraf, Papers...l920/M, p.
779-783.
Bu milletin tek sahibi var: Kendisi!
Yüksek Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur. Türk gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir. Biz de bunu görmekle bahtiyar olacağız. -Mustafa Kemal Atatürk
Tarihte Türklere Karşı Soykırım İddialarının Mimarı, Portreler "Alman Rahip Lepsius"
Dr. M. Galip BAYSAN ANKARA, 01 Kasım 2007 Perşembe
Ermeni meselesi de tıpkı rahip Pierre L'Ermite gibi bölge ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgili kişiler tarafından inanılmaz seviyede istismar edilmiş ve bu konuda batı dünyasında bir numaralı isimler olarak kabul edilmiş ve destek görmüşlerdir.
XI'nci yüzyılda Müslüman Türklerin, Hıristiyan Bizans'ı ağır bir yenilgiye uğratıp Anadolu'yu kontrol altına alması, Kudüs ve kutsal toprakların Müslüman Arapların elinde bulunması üzerine Papa II Urban'ın çağrısı ve Pierre L'Ermite adında bir rahibin bütün Avrupa'yı dolaşarak, yoksul halkın arasından parlak vaatlerle bir milyon kişiyi ayaklandırmayı başardı. I. Haçlı Seferi (1096-1099) bu ayaklandırılan insanlarla başlatıldı.
Ermeni meselesi de tıpkı rahip Pierre L'Ermite gibi bölge ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgili kişiler tarafından inanılmaz seviyede istismar edilmiş ve bu konuda batı dünyasında bir numaralı isimler olarak kabul edilmiş ve destek görmüşlerdir. Bu kişiler 1915-1917 savaş yıllarının yeni Piyer Lermit'leri veya Gladstone'ları kabul edilebilir. Türkler aleyhinde her söyledikleri kabul edilmiş, destek görmüş ve "Türk düşmanlığı bayrağı" bu kişiler vasıtasıyla Avrupa ve Amerika'da günümüze kadar elden ele taşınarak gelebilmiştir. Bu kişilerin en ünlüleri bir müttefik ülke rahibi Lepsius, bir İngiliz yazar ve Politikacı Brice ve yardımcısı bir savaş propaganda elemanı tarihçi A. Toynbee ve bir Amerika'lı büyük elçi Morgenethau'dur. Bu isimleri, faaliyetlerini, arkalarında onları yönlendiren güçler ve bu güçlerle ilişkilerini izlemek, öğrenmek kanaatimizce AB ve ABD'de "soykırım iddiaları" ile ilgili talihsiz gelişmeler dikkate alındığında , günümüz Türk aydınları için milli bir görev olmalıdır.Biz bu yazımızda Ermeni meselesinde adeta tek kişilik bir ordu gibi faaliyet gösteren, bütün ömrünü Ermenileri savunmaya adamış ve inanılmaz seviyede başarılı olmuş bir dost ülke rahibi olan Lepsiusu tanıtmaya çalışacağız.
Almanya'nın ünlü bir bilim adamlarından Karl Richard Lepsius (1810-1884) un(1) oğludur. Baba Lepsius eski Mısır uygarlığı uzmanı ve modern bilimsel arkeolojinin kurucularındandı. 1843-45 yılları arasında Mısır ve Sudan'a düzenlenen arkeolojik keşif gezilerine başkanlık etti. Lepsius'un yönetiminde Berlin müzesindeki Mısır koleksiyonu dünyanın en iyi koleksiyonlarından biri oldu(2). Oğul Dr. Johannes Lepsius daha 1890'larda Ermeni meselesinin hararetli bir savunucusu olmuştu. 1896 yılında Lozan'da "L'Armenie et L'europe" adlı bir kitap hazırlamış ve kitabı ertesi yıl "Armenie And Europe / Ermeniler ve Avrupa" adı altında yayınlamıştır. Aynı yıllarda Ermeni Hınçak,Taşnak" gibi örgütlerin Avrupa'da tanınmaya çalıştığını sonucunda Gladstane'un himayesiyle Londra'da üstlendiğini hatırlıyoruz. Buna paralel olarak tabii ki o şehirler çevresindeki kilise örgütlerinin büyük desteği ile; Paris, Londra, Brüksel, Berlin, Leipzig, Cenevre, Zurih, Roma, Milano'da Ermeni davası için elverişli ortam hazırlandı. Jaures (Jean, Fransız devlet adamı, 1893'te Fransız meclisinde Bağımsız sosyalistler grubuna dahildi)(3), Elise Reclus (Fransız Coğrafyacı (1830-1905) düşünceleri nedeniyle anarşist kabul ediliyordu, 1851'de Fransa'yı terk etmek zorunda kalmıştı. Komünist Enternasyonala Bakunin'in kanadında katıldı. 1875-1894 arasında yazdığı "Dünya Coğrafyası" adlı eseri ile ünlendi.)(4), gibi birçok temsilciler bulundu. Fransa, İngiltere, İtalya, Belçika, Hollanda Parlamentolarında Ermeniler hakkında açıklamalar yapıldı. Bunlardan başka Jaures, Victor Berard ve Pierre Geillard gibi Fransız ileri gelenlerin demeçleri, konferans ve eserleri, İngiltere'de Lord Bryce (üzerinde duracağımız ikinci isim), Rusya'da Gamarofski, Belçika'da Roland-Jaqumann, Almanya'da da Papaz Lepsius'un faaliyetleri dikkati çekiyordu. A. Çobanyan'ın, Portakalyan'ın, Minas Çeraz'ın yazıları, eserleri, propagandaları ile öne çıkan ve bu isimlerin hazırladıkları bilgilerle Ermeniler lehine eserler yazan Avrupalılar da bulunuyordu. Ancak bu kişiler kendi hükümetlerinin siyasi menfaatlerine uygun düştüğü sürece Ermenileri desteklemişler ve bir yarar görmedikleri zaman da Ermenileri terk etmişlerdir. (5)
Ermenilerin 1900'lü yılların başlarında Avrupa'nın değişik şehirlerinde yapılan destek toplantılarında seçkin isimler eksik olmuyordu. 15 Şubat 1903'te Paris'te Chateau D'eau Tiyatrosu'nda yapılan toplantıya Millet vekillerinden F. Pressense" J. Jaure's, Destournel de onstant, Denis Cochin, Profesör ve yazar Leroiy-Beaulieu gibi isimler katılmıştı. Bu toplantıda da "Türkiye'de bütün insanlığa karşı yapılan haksızlık ve zulümleri" önlemekten bol bol bahsedildi. Bir yıl önce de (31 Mart 1902'de Cenevre'de ve 17 Temmuz 1902'de Brüksel'de "Ermeni dostu Avrupalılar" adına toplanan kongrelerde). Avrupa'nın ünlü yazarlarına "Ermenistan ve Ermeni Sorunu" adlı büyük bir eser hazırlatılması kararı alındı ve pek çok ünlü yazarın bu konuda yardım vaat ettiği belirtildi. Basın ve konferanslar tertip ederek Ermeniler lehinde açıklamalarda bulunmak için bütün ülkelere hitap edecek bir bildiri hazırlanması ve "haksızlığa uğramış Ermeni milletinin katliamlarla yok edilmemesi" için ne yapılması gerektiği görüşüldü. (6)
1913 yılında Mandelstam planının tartışıldığı ve Doğu Anadolu'daki altı il'de bir "Ermeni Devleti" nin kurulması aşamasına gelindiği bir dönemde, Avrupa başkentlerindeki Ermeni taraftarları, artık her fırsatta "Ermenistan" olarak anılan bu toprakları Türklerin hakimiyetinden çıkarıp Çarlığın kontrolüne almak için bütün Avrupa'nın mutabakatını sağlamaya çalışıyorlardı. "British Armenian Committee/Britanya Ermeni Komitesi" nden başka Dr. Lepsius'un "Deutsche Orient Mission"u da bu konuda Bogos Nubar Paşa'yı destekliyordu. 30 Aralık 1913'te Fransız Asyası Komitesinin Paris'te General Lacroix'nun başkanlığında düzenlediği "Uluslar arası Ermeni Toplantısı"nda Alman Dışişleri Bakanlığından ilham alan iki Alman, Lepsius ve Rohrbach, harekete taraftar olduklarını ifade etmişlerdir. Toplantı sırasında Rahip Lepsius bir adım daha ileri giderek bölgeyi Rusya'nın işgal etmesinin lehinde konuşmuştur. Osmanlı Devleti'nin 1/3'ünün koparılıp alınması anlamına gelen böyle önemli bir konuda söz sahibi olabilmek için Almanlar da Ermenilere yakın bir görünümde olmak istiyorlardı.
İngiliz Milletvekili Q'Connor, Whyte ve Williams, Ermeni halkının koruyuculuğu için Rus temsilcisi Miliukof ile adeta rekabet halindeydiler. Ermenistan'a bir gezi yapmış olan Buxton kardeşlerde farkına varmadan Çarlık politikasına hizmet ediyorlardı. Nitekim Harold Buxton yaptığı bir konuşmasında "Rus Orduları sınırı geçtiği anda Doğu Anadolu'da dost ve kurtarıcı olarak selâmlanacaklardır." Demekten kendini alamamıştır. (7)
Amacımız okuyucularımıza, üzerinde durma zorunluğu hissettiğimiz Rahip Lepsius ve Bryce gibi isimlerin yirmi yılı aşkın bir süredir "Ermeni meselesinin Militan bir taraftarı" olduklarını ve her fırsattan istifade ederek bütün Avrupa ve hatta dünyayı Türkiye'de "masum bir Hıristiyan topluma, zalim bir ırk, Türkler tarafından sık sık soykırım uygulandığının kabul edilmesi ve gelecek yıllar içinde de Ermeni milletinin "soykırımlarla yok edileceği" beklentisi içine sokulmasıdır. 1915 Olayları haklı da olsa, haksız da olsa bu gelişmeler sonucunda ismi zaten hazırdır. "Soykırım". Türkiye'de arzu ettikleri propaganda malzemesi hazırdır, yapılacak iş gayet basittir. Gidip o malzemeyi İstanbul'dan (patrikhane ve çevresinden) almak ve Avrupa başkentlerinde satmaktır. İşte Rahip Lepsius bu işi başarabilecek çapta, tecrübeli bir isimdir.
Bir Alman Protestan papazı olan Lepsius; bazı protestant Evangelik Cemiyetler üyesi olarak Ermenistan'a gitmesine müsaade edilmiş bir yazar ve yakın doğu uzmanıydı. Hem kendisi ve hem de onu referans alan yazarlar (mesela Ulrich Trumpener (8) ve ondan yararlanan Frank G. Weber (9) gibi yazarlar, bu nedenle onun Avrupa'da yaptığı konuşmalar ve 1918 yılında yazdığı, Paris'te yayınlanan "Le rapport secret du Dr. Johannes Lepsius sur les massacres d'Armenie" (Ermeni Soykırımı konusunda Dr. Lepsius'an Gizli Raporları)(10) ve 1919 yılında yayınlanan "Deutschland und Armenien" (Almanya ve Ermenistan), 1914- 1918 (11) kitabındaki hikayeleri bizzat gözlemelerine dayanarak yazdığını kabul etmekte ve birinci derecede kaynak değeri vermek gibi büyük bir hata içine düşmektedirler.
Bu kitapların tamamlandığı yıllarda (1918, 1919) Rahip Lepsius, 1915 yılının ilk ayları için bakın ne gibi bilgiler veriyor. Enver Alman Elçisi'nin takip ettiği politikayı iyi biliyordu bu nedenle Almanya Bulgaristan'la bir askeri anlaşma yapmadan Ermeni ırkının "tamamen tasfiye edilmesi için" sabırsızlanıyordu. Bulgaristan'ın savaşa girmesi halinde ikmal ihtiyaçlarının karşılanması sağlanacak ancak aynı zamanda Türkiye'ye gelecek Alman birlikleri Türklerin bu caniyane plânını önleyebilecekti. (12) (Lepsius'un bu görüşü neye dayanıyordu anlamak zor. Çünkü Bulgaristan'ın savaşa girip girmeyeceği tamamen Çanakkale muharebelerinin gidişatına bağlıydı. Antante devletlerin Boğazı geçemeyeceği, Ağustos saldırılarından sonra anlaşılınca Bulgaristan 3 Eylül 1915'te imzaladığı bir anlaşma ile Meriç batısındaki Dimetoka'yı Osmanlı Devleti'nden aldı, 12 Ekim 1915'te Sırbistan'a karşı savaşa başladı. (13) Bu nedenle böyle bir düşünce tarzının gerçeklerle ne derece bağdaşabileceğini okurlarımıza bırakıyoruz.)
İstanbul'da zorunlu göç kararı alınması üzerine Alman- Ermeni Cemiyeti Başkanı ve Alman Doğu misyonunun başı durumunda bulunan Lepsius, Wilhelmstrasse (Bab-ı Âli gibi Alman hükümeti'nin bulunduğu mevki)'de iyi ilişkiler içinde bulunduğu dostlarına müracaat ederek olayları yakından izlemek için İstanbul'a gitme izni istedi. Onun planının Türk ve Ermeniler arasında aracı rolü üstlenmek olduğu iddia ediliyordu. Bab-ı Âli olaylara kimsenin karışmasına müsaade etmiyordu. Lepsius vazgeçmedi, aralarında ünlü Paul Rohrbach'ın da bulunduğu Alman- Ermeni Cemiyeti ve Doğu Misyonu müdürlerinin de desteği ile isteğini tekrarladı. 13 Haziranda Zimmerman (Dışişleri Bakanı, Wangenheim'in (İstanbul'daki Alman Elçisi) Lepsius'un ziyaretinin belki de yararlı olabileceği nedeni ile Elçiliğin Bab-ı Âli'nin iznini almak için gayret göstermesini istedi. Sonunda Bab-ı Âli'den gerekli izin alındı ve Lepsius İsviçre, Bükreş ve Sofya'ya uğrayarak ve konu ile ilgili kurumlarla görüşerek 24 Temmuz'da İstanbul'a geldi.
İstanbul'da Amerikan Elçisi dahil, Patrikhane ve Ermeni örgütlerinden Ermeni göçü ile ilgili bilgileri topladı ve 10 Ağustos ta Enver Paşa ile de görüştü.(14) Lepsius bu görüşmeyi ve kendisine gösterilen iltifatı ileride her yerde istismar edecek. Ermeni propagandası için abartılı ifadelerle aleyhte kullanılacaktır. Hatta bu sahne Ermeni dünyasının ünlü propaganda yayını olan Franz Werfel'in Musa Dağında kırk gün adlı romanında şu sözlerle anlatılır; Bu sözlerle aynı zamanda bu kişinin savaşta ülkesinin müttefiki bir ulus için neler düşündüğünün izlerini de bulmak mümkün olacaktır.
Eğer Kuzey İran, Kafkasya, Kaşgar ve Türkistan'a gidilirse, buralarda çadırlarda yaşayan "Türk Irkına" mensup bütün halklar ve Avrupa'nın yarısı kadar bir alanı kaplayan bozkırda, oradan oraya yaşayan göçerlerle birlikte 20 milyonu bulmaz bir sayı.... Böyle düşleri "milliyetçilik" adlı uyuşturucu üretiyor diye düşünüyor Lepsius. Aynı zamanda karşısındaki bu narin yapılı savaş tanrısına, bu çocuksu "Hıristiyanlık Düşmanına" acıma duygusu sarıyor benliğini, Johannes Lepsius ses tonu şimdi yavaşlıyor, bir şeyleri biliyor olmanın ağırlığını taşıyor sanki.
Yeni bir İmparatorluk kurmak istiyorsunuz ekselans. Fakat bu İmparatorluğun temelinde Ermeni halkının cesedi olacak. Bu hayır getirir mi? Hiç olmazsa şimdiden sonra barışçıl bir yol bulmak olanaksız mı?
..........
-İnsanlarla Veba mikrobu arasında barış olmaz.
-Demek ki siz, harbi Ermeni milletini tamamen yok etmek için kullanmak istediğinizi kabul ediyorsunuz.
-Benim kişisel görüşlerim ve amaçlarım, hükümetimizin bu konuya ilişkin yayınladığı resmi bildiride yer almıştır. Uzun süre göz yumup bekledikten sonra, savaş ve öz savunma koşulları altında hareket ediyoruz. Devletin yıkılması için faaliyet gösteren yurttaşlar, her yerde yasaların sertliğine maruz kalırlar. Buna göre hükümetimiz yasalara uygun hareket etmektedir."(15)
Yazarın bu sahneyi Lepsius'un hatıralarından biraz süsleyerek almış olması muhtemeldir. Türklerle ilgili olumsuz görüşler sadece Lepsius veya onun ağzından yazan Franz Werfel ile sınırlı kalmıyor. Türkiye'deki müttefik ülkelerin elçileri de maalesef aynı hamurla yoğrulmuş gibiler.
"Türkler aptallık yapıyorlar, Enver toplama kampları tesis etmeğe çok hevesli biri. Wangenheim bu safhada olayların Türk'ün esasen barbar olduğunu ispat ettiğini müşahede etti. Onların hırsı ve sadizmi Alman prestijine ve sulh için uzlaşma çabalarına büyük zarar verebilecekti."(16)
Vangenheim sonradan Bethman Hollweg'e gönderdiği bir raporda olaylara hala farklı bir gözle baktığının işaretini veriyor. Vangenheim Bab-ı Âli'nin gerçekten Türk İmparatorluğu'nda yaşayan Ermeni ırkını imha etmeye çalıştığına şüphesi kalmadığını beyan ile, Almanya için Türklerin yaptığını tasvip etmediğini gösteren belgelere sahip olması gerektiğini söylüyor.(17) Elçi Wangenheim olayın bir "Hıristiyan soykırımı yapılıyor" görüntüsü vermemesi dileğinde bulunuyor ve Van'daki olaylardan habersiz görünüyor. Ancak bölgedeki olaylar hakkında bilgiyi Erzurum Konsolosu Max Erwin Von Scheupner-Richter'den alıyor ve onu bölgede olacak "Soykırım" ve benzeri olaylara müdahale etmesi için uyarıyor.(18) Bu kişi de olayları daima tek yanlı ve abartılı bir üslupla aktarmayı tercih edecektir.(19) Ermeni konusunda Alman Elçisi Wangenheim, Amerikan Elçisi Morgenthau ile çok yakın bir iş birliği içinde ve Avusturya Elçisi Pallavicini ile de yakın ilişki içinde bulunuyordu. Her ikisi de Papanın temsilcisi ile temas halinde bulunuyorlardı.(20).
Avusturya Elçisi 1 Mayıs 1915 günü Viyana'ya gönderdiği bir yazısında "Ben Türkleri Türkiye'deki Hıristiyan'lara karşı alınacak bir sert tedbirin genel durumu etkileyebileceğini ve düşmanlarımızın bütün güçleri ile Türkiye karşısında olacağı konusunda dostça uyardım."(21) diyordu. Bu sözlerin anlamı açıkça "aman Hıristiyanlar ne yaparsa yapsın onlara dokunma yoksa!... biz bile yanınızda olamayız" dan başka bir şey değildi. Nitekim bütün tehdit ve uyarılara rağmen İttihatçı liderler zorunlu göç tedbirlerini başlatınca Pallavicini Osmanlı liderlerini 8 Temmuz 1915'te Avusturya-Macaristan Dışişleri Bakanı Stefan Count Burion'a şikayet edecektir.(22)
Dikkat edilirse olay bir Türk-Ermeni meselesi olmaktan çıkmış ve kasıtlı olarak bir Hıristiyan-Türk çatışması haline dönüştürülmüştür. Hal böyle olunca dost da olsa, düşmanda olsa ve farklı mezhepten de olsa Hıristiyan bir ülkenin görevlileri otomatik olarak Ermenilerin yanında yerini almaktadır. Mesela Alman Elçisi Wangenheim bir ara hastalanır, ülkesine döner ve yerine Prince zu Hohenlohen-Langenburg görevlendirilir. 20 Temmuz'da İstanbul'a varan bu zat, hiç vakit kaybetmeden hemen "Ermeni sorunu"na el atar.(23)
İşte Lepsius;görüştüğü Ermeni çevrelerinden elde ettiği bilgileri bu görüşteki Elçilik mensuplarına aktarır ve onları topyekün bir soykırım yapıldığı şeklinde uyarmaya çalışır. Lepsius artık tam bir Ermeni sözcüsü olmuştur. Çanakkale'de Türk ve Alman askerlerinin itilaf askerleriyle boğaz-boğaza yaptığı mücadele, Doğu Anadolu'daki Rus, Irak'taki İngiliz saldırıları bu kişiyi zerrece ilgilendirmeyecektir. Bundan sonra ki bütün konuşmalarında ve yazılarında Türklerle ilgili olumlu bir tek cümle bile bulmak mümkün değildir. O artık bir Alman değil, fanatik bir Hıristiyan'dır. Söyledikleri, yazdıkları Ermenileri, Protestanlar başta olmak üzere Avrupalıları mutlu edecektir ancak aklı başında hiç kimsenin inanacağı gerçekler değildir. Tam bir propaganda cihazı ve modern çağın yeni "Pier Lermit" idir.
Lepsiusun Ermeni kilise çevrelerinden ve misyonerlerden sonra en önemli kaynağı Amerikan Elçiliği ve bizzat Morgenthau olmuştur. Onunla bir çok defa buluştu. Amerikan Elçisi'nin 31 Temmuz 1915 tarihli mektubunda ilk görüşmeleri şöyle anlatılıyor: "Öğleden sonra 3 sıralarında Potsdam'dan Dr. Johannes Lepsius telefon etti. Bize Ermeni meselesi konusunda pek çok şey söyledi ve bu konuda bilgimizin neler olduğunu sordu. Lepsius gerçekten bir şeyler yapmaya hevesli görünüyordu. O buradan Cenevre'ye gidip, Uluslararası Kızıl Haça, tarafsız ülkeler başkanlarına ve Papaya hep birlikte evrensel bir protestoda bulunulması amacıyla müracaat etmeyi teklif etti... Lepsius'un Yunanlılara nasıl davranıldığını öğrenmek istemesi üzerine ona Yunan İşleri Sorumlusu Tsamados'tan bir randevu aldım"(24)
Lepsius'un Anadolu'ya gitme isteği İçişleri Bakanı Talat Paşa tarafından reddedildi.(25) İstanbul'da bir ay kadar kaldıktan sonra topladığı bütün bilgilerle Almanya'ya döndü. Kendisi Anadolu'yu görmedi, Anadolu'daki Alman misyoner teşkilatı da oldukça küçüktü buna rağmen elindeki belgelerin çoğu Anadolu'daki Protestan Misyonerlerin mektuplarıydı, çünkü Lepsius en büyük yardımı Amerikan Elçisi'nden almıştı. Morgantheu'nun 9 Ağustos 1915 tarihli mektubuna göre Amerikan Dışişlerine müracaat ederek Lepsiusa bilgi verip veremeyeceğini sormuş ve Lepsius'un desteklenmesi istenince 6 Ağustosta kendisine "kalın bir dosya" vermiştir.(26) Okuyucumuzun unutmamasını istediğimiz en önemli gerçeklerden biri budur. Yani Lepsius bundan sonraki çalışmalarında dayanak olacak kaynak ve bilgiler, İstanbul'da Amerikan Elçisi Morgenthau ve kilise örgütleri tarafından temin edilmiştir.
Lepsius Almanya'ya dönüşünde "Türklerin çirkin davranışları" konusunda kilise çevrelerinde yoğun bir kampanya başlattı. Tabii müttefik bir ülke aleyhine yapılan bu davranışlar Berlin Dışişleri çevrelerini zor bir pozisyona soktu. Ama Lepsius'u susturmak mümkün olamıyordu. 22 Eylül günü Basel'deki Alman konsolosluğundan gelen bir rapor; geçenlerde İsviçre'yi ziyareti sırasında Ermeni soykırımının tasarlanmış olduğunu, Alman Hükümeti'nin de gerçekleri bildiğini ancak müttefiki olan bir ülkeye etkili olmadığını yazdığını belirtiyordu. (27)
Lepsius asıl karışıklığı Almanya'da çıkarmağa başlıyordu. Pek çok kaynaktan Alman hükümetine "Ermeni sorununda hükümetin ne yaptığı" sorusu sorulmaya başlanırken; Alman Zeitungsverlag müdürü Dr. Faber, gazetesinde olayı nasıl işleyebileceğini soruyor, Ermenistan'dan haber almak için bazı görevliler hazırlandığını belirtiyordu.(28) Bu sırada Van'da Türklerin 150.000 -180.000 insanının Ermeniler tarafından katledildiği ortaya çıkınca Lepsius Türk iddilarına karşı yapabileceği en iyi direnci gösterdi, reddetti. Ekim 1915'te Berlin'de gazete temsilcilerini topladı ve onlara Türkleri ve bu konuda bir şey yapamayan Alman hükümetini şikayet etti. Halkı tahrik etti ve "Alman hükümetinin Bab-ı Âli'de hizmetçi muamelesi gördüğü" gibi çarpıcı ifadelerde bulundu. Basın'ın baskı yapması üzerine Alman hükümeti, Dışişleri Bakanı Zimmerman; Zeitungsverlag müdürü Dr. Fabere nazik bir mektup gönderdi. Kısaca Ermenilerin sorunları ile gönüllü olarak ilgilendiklerine temas ettikten sonra,"Ermeniler bize kendi çocuklarımızdan ve kardeşlerimizden daha az yakındırlar. Onlar Fransa ve Rusya ile yapılan kanlı mücadelede dolaylı olarak Türklerin askeri desteğinden yardım görüyorlar." (29) diye bazı gerçekleri hatırlatmak gereğini duydu. Ekim sonunda Wangenheim'in vefatı üzerine Wolff-Metternich elçi olarak atandı ve İstanbul'a gelir gelmez kendine verilen talimat gereğince "Ermeni sorunu ile" ilgilenmeğe başladı. Lepsius sanki bütün Almanya'ya "bir soykırım yapıldığı" iddiasını kabul ettirmiş gibiydi. Özellikle kilise çevrelerinin baskısı hükümeti çok zorluyordu. Ancak Osmanlı Hükümeti doğru bildiği istikametten şaşmadı, her şeyden evvel "Türk halkını iç ve dış tehditlere karşı korumak ilk ve en öncelikli görevleriydi." Ermenilerse dev bir iç tehdit oluşturuyordu. Hıristiyan ülke temsilcilerinin müracaatları anlayışla karşılanıyordu, ancak bu bir iç güvenlik sorunuydu ve taviz vermek mümkün değildi, Amerika, İsviçre, Avusturya ve Almanya kilise çevreleri, basın ve siyasiler, 1916-1917 yıllarında bile "Ermeniler konusunda" baskı altına alındılar, teşebbüslere giriştiler, göçmenlere yardım için izin koparmaya çalıştılar. Nisan 1916'da teklif Osmanlı Hükümeti tarafından reddedildi. Çünkü böyle bir yardım, Ermeni toplumunu yeniden dış dünyaya güvenerek yeni isyanlar başlatmasına sebebiyet verebilirdi.(30)
Lepsius, 1916 yazında "Bericht über die Lage des Armenischen Volkes in der Turkei/ Turkiye'deki Ermeni Halkının Durumu Hakkında Rapor) adlı çalışmasını tamamladı, binlerce Alman'a ulaştırdı. Postdam'daki protestan mezhebi temsilciliğine 20.000 kopya teslim edildi. Türk Elçisi Hakkı Bey'in Lepsius'un davranışını, düşmanca bir davranış olarak değerlendirmesi ve şikayeti üzerine hükümet duruma müdahale etti ve Bericht (Mein Besuch in Konstantinopel) adlı yeni risalesinin basımını önledi. Lepsius'un yapıtları baştan aşağı dinsel motifler taşıyordu. Yazar Ulrich Tumpener, Bericht adlı yapıtın sadece önsöz kısmının bile bütün Osmanlı -Alman dostluğunu paramparça edecek bir dinamit olduğunu iddia etmektedir.
"Hıristiyan aleminin en eski milleti, Türk idaresinde yaşadığı sürece yok edilme tehdidi altındadır. Ermeni halkının yedide altısının mal ve mülkleri soyuldu, evlerinden ve yuvalarından kovuldular ve İslâmiyet'i kabul edenler hariç diğerleri öldürüldüler ve çöle sürüldüler. Halkın sadece yedide biri zorunlu göçten kurtulabildi... Bundan başka, Suriyeli Nestoryanlar ve kısmen Yunan Hıristiyanları da zulümlerle taciz edilmişlerdir."( Okuyucularımız AB Parlamentosundaki Soykırım iddialarının nereden kaynaklandığını artık iyice anlamışlardır.)
Bütün Hıristiyan ulusları arasından sadece Almanya talihsiz Ermenilere yardım hizmetleri verebilir. Biz Ermeni milletinin yarısının boğazlanmasını önlemeye muktedir değiliz. Bizim vicdani isteklerimiz geri kalan yarısını kurtarmaktır. Bu ihtiyaçlar için şimdiye kadar hiçbir şey yapılamadı.
Biz açlık çeken kadın ve çocuklar için ekmek, hasta ve ölenler için de yardım yapılmasını istiyoruz. Dul ve yetimlerden ibaret bir halk, kendilerine yardım etme imkanına sahip yegane millet Alman haklına ellerini uzatmışlar. Onlara yardım etme arzusunda olan diğer milletler için yollar kapatılmıştır.
Biz geçici bir yardımın değil devamlı yardımın imkanlarını arıyoruz..." Lepsius sonunda bireylerin insanlığa ve Hıristiyan vicdanlarına hitap ederek yardım talep edince. Vicdan sahibi Hıristiyanlar harekete geçtiler. Bunlardan biri "Grand Dushes Luise of Baden" derhal Dışişleri Bakanı Benthman Hollweg'e bir mektup yazarak "neden Alman hükümetinin bir şey yapmadığını sordu ve açıklama istedi." Lepsius'un çıkardığı kargaşa Alman hükümetini iyice rahatsız etmeye başlayınca onun yurt dışına çıkış izni kaldırıldı. Ama bu karar geç kalmıştı. Lepsius iki hafta evvel Hollanda hududunu geçti ve oraya yerleşti. (31)
Ancak o güne kadar ki çalışmaları ile Papaz Lepsius ilk başta söylediğimiz şekilde, "tek başına bir ordu" gibi çalışmış, Ermeni meselesinde ismi efsane haline gelmiştir. Ermeniler konusunda anlattığımız gerçeklere rağmen daima ve bütün yabancı yazarlar tarafından birinci kaynak olarak kabul edilmiş ve saygı görmüştür. Bu gün, Almanya, Fransa, İsviçre gibi ülkelerdeki 1915 yılında bir soykırım yapıldığı iddialarına karşı olan kesin ve inançlı tutumlarının sebebi tamamen bu Rahibe karşı duyulan sevgi ve güvendir.Bize göre o çok iyi bir din adamı, bir vaizdir, öyle kalmalı ve öyle kabul edilmelidir.Ama tarihsel gerçeklere sırt çevirerek, sırf "Din kardeşlerini koruma ve onlara destek verme" amacıyla, ülkesinin büyük bir savaştaki en samimi dostu ve müttefiki olan bir ulusa, haksız yere vurduğu darbeler bağışlanamaz, unutulmamalı ve bağışlanmamalıdır.
DİPNOTLAR:
(1) Büyük Larousse, Cilt 14, s.7439.
(2) Ana Britannica Cilt-20, s.354.
(3) Büyük Ansiklopedi, Cilt 7, s.2681.
(4) Büyük Larousse, Cilt 19, s.9733.
(5) Esat .Uras: Tarihte Ermeniler ve Ermeni meselesi,, s.451( 2.Baskı,Belge Yayınları,İstanbul-1987)
(6) Aynı Eser, s.543-544.
(7) Edgar Granville, Çarlık Rusyası'nın Anadolu'daki oyunları, s.68-69( Ankara-1967)
(8) Ulrich Trumpener, Germany And The Otoman Empire, (1914-1918) ( Princetown University Press-1968)
(9) Frank G. Weber, Eagles on The Crescent, s.151 (Cornel University Pres, London- USA- 1970).
(10) Dr. Johannes Lepsius, Le Rapport Secret du Dr. Johannes Lepsius sur les massacres of "Armenia (Paris -1918).
(11) Johannes Lepsius, Deutschland and Armenian, 1914-1918 (Potsdam 1919).
(12) Aynı Eser, s.XXVII.
(13) Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, 1914 - 1918, s.118 -119 ( İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul ¬"1985)
(14) U.Trupener a.g.e., s.217, Dip Not: 43.
(15) Franz Werfel, Musa Dağında Kırt Gün, s.136-137.(Belge Yayınları İstanbul-1997)
(16) Eagles on The Crescent, s.113.
(17) Wangenheim "den Bethmann Hollweg'e 7 Temmuz 1915, No-433. 26. Haziran 1915'te Wangenheim Kilikya'daki Katolik Ermeni Patriği ile görüşürken Bab-ı Âli'ye bir başvuruda bulunacağı vadinde bulundu. (U.Trupener, a.g.e., s.213).
(18) U.Trumpener, a.g.e., s.207.
(19) Aynı Eser, s.209.
(20) Eagles on THe Crescent, s.152.
(21) U. Trumpener, a.g.e, s.208.
(22) Aynı Eser, s.215.
(23) Aynı Eser, s.216.
(24) Salahi Sonyel, The Great War and The Tragedy of Anatolia, p.155 (Türk Tarih Kurumu Ankara -2000).
(25) Aynı Eser, s.155.
(26) Aynı Eser, s.155.
(27) Fo, Türkei 183, Bd. 38, Consul General, Basel, to Bethman Hollweg, 22, Sept 1915.
(28) W.Trumpener a.g.e, s. 221.
(29) Aynı Eser, s.221-226
(30) Aynı Eser, s.238
(31) Aynı Eser S.240-242
Dr.M.Galip BAYSAN
Ermeni meselesi de tıpkı rahip Pierre L'Ermite gibi bölge ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgili kişiler tarafından inanılmaz seviyede istismar edilmiş ve bu konuda batı dünyasında bir numaralı isimler olarak kabul edilmiş ve destek görmüşlerdir.
XI'nci yüzyılda Müslüman Türklerin, Hıristiyan Bizans'ı ağır bir yenilgiye uğratıp Anadolu'yu kontrol altına alması, Kudüs ve kutsal toprakların Müslüman Arapların elinde bulunması üzerine Papa II Urban'ın çağrısı ve Pierre L'Ermite adında bir rahibin bütün Avrupa'yı dolaşarak, yoksul halkın arasından parlak vaatlerle bir milyon kişiyi ayaklandırmayı başardı. I. Haçlı Seferi (1096-1099) bu ayaklandırılan insanlarla başlatıldı.
Ermeni meselesi de tıpkı rahip Pierre L'Ermite gibi bölge ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgili kişiler tarafından inanılmaz seviyede istismar edilmiş ve bu konuda batı dünyasında bir numaralı isimler olarak kabul edilmiş ve destek görmüşlerdir. Bu kişiler 1915-1917 savaş yıllarının yeni Piyer Lermit'leri veya Gladstone'ları kabul edilebilir. Türkler aleyhinde her söyledikleri kabul edilmiş, destek görmüş ve "Türk düşmanlığı bayrağı" bu kişiler vasıtasıyla Avrupa ve Amerika'da günümüze kadar elden ele taşınarak gelebilmiştir. Bu kişilerin en ünlüleri bir müttefik ülke rahibi Lepsius, bir İngiliz yazar ve Politikacı Brice ve yardımcısı bir savaş propaganda elemanı tarihçi A. Toynbee ve bir Amerika'lı büyük elçi Morgenethau'dur. Bu isimleri, faaliyetlerini, arkalarında onları yönlendiren güçler ve bu güçlerle ilişkilerini izlemek, öğrenmek kanaatimizce AB ve ABD'de "soykırım iddiaları" ile ilgili talihsiz gelişmeler dikkate alındığında , günümüz Türk aydınları için milli bir görev olmalıdır.Biz bu yazımızda Ermeni meselesinde adeta tek kişilik bir ordu gibi faaliyet gösteren, bütün ömrünü Ermenileri savunmaya adamış ve inanılmaz seviyede başarılı olmuş bir dost ülke rahibi olan Lepsiusu tanıtmaya çalışacağız.
Almanya'nın ünlü bir bilim adamlarından Karl Richard Lepsius (1810-1884) un(1) oğludur. Baba Lepsius eski Mısır uygarlığı uzmanı ve modern bilimsel arkeolojinin kurucularındandı. 1843-45 yılları arasında Mısır ve Sudan'a düzenlenen arkeolojik keşif gezilerine başkanlık etti. Lepsius'un yönetiminde Berlin müzesindeki Mısır koleksiyonu dünyanın en iyi koleksiyonlarından biri oldu(2). Oğul Dr. Johannes Lepsius daha 1890'larda Ermeni meselesinin hararetli bir savunucusu olmuştu. 1896 yılında Lozan'da "L'Armenie et L'europe" adlı bir kitap hazırlamış ve kitabı ertesi yıl "Armenie And Europe / Ermeniler ve Avrupa" adı altında yayınlamıştır. Aynı yıllarda Ermeni Hınçak,Taşnak" gibi örgütlerin Avrupa'da tanınmaya çalıştığını sonucunda Gladstane'un himayesiyle Londra'da üstlendiğini hatırlıyoruz. Buna paralel olarak tabii ki o şehirler çevresindeki kilise örgütlerinin büyük desteği ile; Paris, Londra, Brüksel, Berlin, Leipzig, Cenevre, Zurih, Roma, Milano'da Ermeni davası için elverişli ortam hazırlandı. Jaures (Jean, Fransız devlet adamı, 1893'te Fransız meclisinde Bağımsız sosyalistler grubuna dahildi)(3), Elise Reclus (Fransız Coğrafyacı (1830-1905) düşünceleri nedeniyle anarşist kabul ediliyordu, 1851'de Fransa'yı terk etmek zorunda kalmıştı. Komünist Enternasyonala Bakunin'in kanadında katıldı. 1875-1894 arasında yazdığı "Dünya Coğrafyası" adlı eseri ile ünlendi.)(4), gibi birçok temsilciler bulundu. Fransa, İngiltere, İtalya, Belçika, Hollanda Parlamentolarında Ermeniler hakkında açıklamalar yapıldı. Bunlardan başka Jaures, Victor Berard ve Pierre Geillard gibi Fransız ileri gelenlerin demeçleri, konferans ve eserleri, İngiltere'de Lord Bryce (üzerinde duracağımız ikinci isim), Rusya'da Gamarofski, Belçika'da Roland-Jaqumann, Almanya'da da Papaz Lepsius'un faaliyetleri dikkati çekiyordu. A. Çobanyan'ın, Portakalyan'ın, Minas Çeraz'ın yazıları, eserleri, propagandaları ile öne çıkan ve bu isimlerin hazırladıkları bilgilerle Ermeniler lehine eserler yazan Avrupalılar da bulunuyordu. Ancak bu kişiler kendi hükümetlerinin siyasi menfaatlerine uygun düştüğü sürece Ermenileri desteklemişler ve bir yarar görmedikleri zaman da Ermenileri terk etmişlerdir. (5)
Ermenilerin 1900'lü yılların başlarında Avrupa'nın değişik şehirlerinde yapılan destek toplantılarında seçkin isimler eksik olmuyordu. 15 Şubat 1903'te Paris'te Chateau D'eau Tiyatrosu'nda yapılan toplantıya Millet vekillerinden F. Pressense" J. Jaure's, Destournel de onstant, Denis Cochin, Profesör ve yazar Leroiy-Beaulieu gibi isimler katılmıştı. Bu toplantıda da "Türkiye'de bütün insanlığa karşı yapılan haksızlık ve zulümleri" önlemekten bol bol bahsedildi. Bir yıl önce de (31 Mart 1902'de Cenevre'de ve 17 Temmuz 1902'de Brüksel'de "Ermeni dostu Avrupalılar" adına toplanan kongrelerde). Avrupa'nın ünlü yazarlarına "Ermenistan ve Ermeni Sorunu" adlı büyük bir eser hazırlatılması kararı alındı ve pek çok ünlü yazarın bu konuda yardım vaat ettiği belirtildi. Basın ve konferanslar tertip ederek Ermeniler lehinde açıklamalarda bulunmak için bütün ülkelere hitap edecek bir bildiri hazırlanması ve "haksızlığa uğramış Ermeni milletinin katliamlarla yok edilmemesi" için ne yapılması gerektiği görüşüldü. (6)
1913 yılında Mandelstam planının tartışıldığı ve Doğu Anadolu'daki altı il'de bir "Ermeni Devleti" nin kurulması aşamasına gelindiği bir dönemde, Avrupa başkentlerindeki Ermeni taraftarları, artık her fırsatta "Ermenistan" olarak anılan bu toprakları Türklerin hakimiyetinden çıkarıp Çarlığın kontrolüne almak için bütün Avrupa'nın mutabakatını sağlamaya çalışıyorlardı. "British Armenian Committee/Britanya Ermeni Komitesi" nden başka Dr. Lepsius'un "Deutsche Orient Mission"u da bu konuda Bogos Nubar Paşa'yı destekliyordu. 30 Aralık 1913'te Fransız Asyası Komitesinin Paris'te General Lacroix'nun başkanlığında düzenlediği "Uluslar arası Ermeni Toplantısı"nda Alman Dışişleri Bakanlığından ilham alan iki Alman, Lepsius ve Rohrbach, harekete taraftar olduklarını ifade etmişlerdir. Toplantı sırasında Rahip Lepsius bir adım daha ileri giderek bölgeyi Rusya'nın işgal etmesinin lehinde konuşmuştur. Osmanlı Devleti'nin 1/3'ünün koparılıp alınması anlamına gelen böyle önemli bir konuda söz sahibi olabilmek için Almanlar da Ermenilere yakın bir görünümde olmak istiyorlardı.
İngiliz Milletvekili Q'Connor, Whyte ve Williams, Ermeni halkının koruyuculuğu için Rus temsilcisi Miliukof ile adeta rekabet halindeydiler. Ermenistan'a bir gezi yapmış olan Buxton kardeşlerde farkına varmadan Çarlık politikasına hizmet ediyorlardı. Nitekim Harold Buxton yaptığı bir konuşmasında "Rus Orduları sınırı geçtiği anda Doğu Anadolu'da dost ve kurtarıcı olarak selâmlanacaklardır." Demekten kendini alamamıştır. (7)
Amacımız okuyucularımıza, üzerinde durma zorunluğu hissettiğimiz Rahip Lepsius ve Bryce gibi isimlerin yirmi yılı aşkın bir süredir "Ermeni meselesinin Militan bir taraftarı" olduklarını ve her fırsattan istifade ederek bütün Avrupa ve hatta dünyayı Türkiye'de "masum bir Hıristiyan topluma, zalim bir ırk, Türkler tarafından sık sık soykırım uygulandığının kabul edilmesi ve gelecek yıllar içinde de Ermeni milletinin "soykırımlarla yok edileceği" beklentisi içine sokulmasıdır. 1915 Olayları haklı da olsa, haksız da olsa bu gelişmeler sonucunda ismi zaten hazırdır. "Soykırım". Türkiye'de arzu ettikleri propaganda malzemesi hazırdır, yapılacak iş gayet basittir. Gidip o malzemeyi İstanbul'dan (patrikhane ve çevresinden) almak ve Avrupa başkentlerinde satmaktır. İşte Rahip Lepsius bu işi başarabilecek çapta, tecrübeli bir isimdir.
Bir Alman Protestan papazı olan Lepsius; bazı protestant Evangelik Cemiyetler üyesi olarak Ermenistan'a gitmesine müsaade edilmiş bir yazar ve yakın doğu uzmanıydı. Hem kendisi ve hem de onu referans alan yazarlar (mesela Ulrich Trumpener (8) ve ondan yararlanan Frank G. Weber (9) gibi yazarlar, bu nedenle onun Avrupa'da yaptığı konuşmalar ve 1918 yılında yazdığı, Paris'te yayınlanan "Le rapport secret du Dr. Johannes Lepsius sur les massacres d'Armenie" (Ermeni Soykırımı konusunda Dr. Lepsius'an Gizli Raporları)(10) ve 1919 yılında yayınlanan "Deutschland und Armenien" (Almanya ve Ermenistan), 1914- 1918 (11) kitabındaki hikayeleri bizzat gözlemelerine dayanarak yazdığını kabul etmekte ve birinci derecede kaynak değeri vermek gibi büyük bir hata içine düşmektedirler.
Bu kitapların tamamlandığı yıllarda (1918, 1919) Rahip Lepsius, 1915 yılının ilk ayları için bakın ne gibi bilgiler veriyor. Enver Alman Elçisi'nin takip ettiği politikayı iyi biliyordu bu nedenle Almanya Bulgaristan'la bir askeri anlaşma yapmadan Ermeni ırkının "tamamen tasfiye edilmesi için" sabırsızlanıyordu. Bulgaristan'ın savaşa girmesi halinde ikmal ihtiyaçlarının karşılanması sağlanacak ancak aynı zamanda Türkiye'ye gelecek Alman birlikleri Türklerin bu caniyane plânını önleyebilecekti. (12) (Lepsius'un bu görüşü neye dayanıyordu anlamak zor. Çünkü Bulgaristan'ın savaşa girip girmeyeceği tamamen Çanakkale muharebelerinin gidişatına bağlıydı. Antante devletlerin Boğazı geçemeyeceği, Ağustos saldırılarından sonra anlaşılınca Bulgaristan 3 Eylül 1915'te imzaladığı bir anlaşma ile Meriç batısındaki Dimetoka'yı Osmanlı Devleti'nden aldı, 12 Ekim 1915'te Sırbistan'a karşı savaşa başladı. (13) Bu nedenle böyle bir düşünce tarzının gerçeklerle ne derece bağdaşabileceğini okurlarımıza bırakıyoruz.)
İstanbul'da zorunlu göç kararı alınması üzerine Alman- Ermeni Cemiyeti Başkanı ve Alman Doğu misyonunun başı durumunda bulunan Lepsius, Wilhelmstrasse (Bab-ı Âli gibi Alman hükümeti'nin bulunduğu mevki)'de iyi ilişkiler içinde bulunduğu dostlarına müracaat ederek olayları yakından izlemek için İstanbul'a gitme izni istedi. Onun planının Türk ve Ermeniler arasında aracı rolü üstlenmek olduğu iddia ediliyordu. Bab-ı Âli olaylara kimsenin karışmasına müsaade etmiyordu. Lepsius vazgeçmedi, aralarında ünlü Paul Rohrbach'ın da bulunduğu Alman- Ermeni Cemiyeti ve Doğu Misyonu müdürlerinin de desteği ile isteğini tekrarladı. 13 Haziranda Zimmerman (Dışişleri Bakanı, Wangenheim'in (İstanbul'daki Alman Elçisi) Lepsius'un ziyaretinin belki de yararlı olabileceği nedeni ile Elçiliğin Bab-ı Âli'nin iznini almak için gayret göstermesini istedi. Sonunda Bab-ı Âli'den gerekli izin alındı ve Lepsius İsviçre, Bükreş ve Sofya'ya uğrayarak ve konu ile ilgili kurumlarla görüşerek 24 Temmuz'da İstanbul'a geldi.
İstanbul'da Amerikan Elçisi dahil, Patrikhane ve Ermeni örgütlerinden Ermeni göçü ile ilgili bilgileri topladı ve 10 Ağustos ta Enver Paşa ile de görüştü.(14) Lepsius bu görüşmeyi ve kendisine gösterilen iltifatı ileride her yerde istismar edecek. Ermeni propagandası için abartılı ifadelerle aleyhte kullanılacaktır. Hatta bu sahne Ermeni dünyasının ünlü propaganda yayını olan Franz Werfel'in Musa Dağında kırk gün adlı romanında şu sözlerle anlatılır; Bu sözlerle aynı zamanda bu kişinin savaşta ülkesinin müttefiki bir ulus için neler düşündüğünün izlerini de bulmak mümkün olacaktır.
Eğer Kuzey İran, Kafkasya, Kaşgar ve Türkistan'a gidilirse, buralarda çadırlarda yaşayan "Türk Irkına" mensup bütün halklar ve Avrupa'nın yarısı kadar bir alanı kaplayan bozkırda, oradan oraya yaşayan göçerlerle birlikte 20 milyonu bulmaz bir sayı.... Böyle düşleri "milliyetçilik" adlı uyuşturucu üretiyor diye düşünüyor Lepsius. Aynı zamanda karşısındaki bu narin yapılı savaş tanrısına, bu çocuksu "Hıristiyanlık Düşmanına" acıma duygusu sarıyor benliğini, Johannes Lepsius ses tonu şimdi yavaşlıyor, bir şeyleri biliyor olmanın ağırlığını taşıyor sanki.
Yeni bir İmparatorluk kurmak istiyorsunuz ekselans. Fakat bu İmparatorluğun temelinde Ermeni halkının cesedi olacak. Bu hayır getirir mi? Hiç olmazsa şimdiden sonra barışçıl bir yol bulmak olanaksız mı?
..........
-İnsanlarla Veba mikrobu arasında barış olmaz.
-Demek ki siz, harbi Ermeni milletini tamamen yok etmek için kullanmak istediğinizi kabul ediyorsunuz.
-Benim kişisel görüşlerim ve amaçlarım, hükümetimizin bu konuya ilişkin yayınladığı resmi bildiride yer almıştır. Uzun süre göz yumup bekledikten sonra, savaş ve öz savunma koşulları altında hareket ediyoruz. Devletin yıkılması için faaliyet gösteren yurttaşlar, her yerde yasaların sertliğine maruz kalırlar. Buna göre hükümetimiz yasalara uygun hareket etmektedir."(15)
Yazarın bu sahneyi Lepsius'un hatıralarından biraz süsleyerek almış olması muhtemeldir. Türklerle ilgili olumsuz görüşler sadece Lepsius veya onun ağzından yazan Franz Werfel ile sınırlı kalmıyor. Türkiye'deki müttefik ülkelerin elçileri de maalesef aynı hamurla yoğrulmuş gibiler.
"Türkler aptallık yapıyorlar, Enver toplama kampları tesis etmeğe çok hevesli biri. Wangenheim bu safhada olayların Türk'ün esasen barbar olduğunu ispat ettiğini müşahede etti. Onların hırsı ve sadizmi Alman prestijine ve sulh için uzlaşma çabalarına büyük zarar verebilecekti."(16)
Vangenheim sonradan Bethman Hollweg'e gönderdiği bir raporda olaylara hala farklı bir gözle baktığının işaretini veriyor. Vangenheim Bab-ı Âli'nin gerçekten Türk İmparatorluğu'nda yaşayan Ermeni ırkını imha etmeye çalıştığına şüphesi kalmadığını beyan ile, Almanya için Türklerin yaptığını tasvip etmediğini gösteren belgelere sahip olması gerektiğini söylüyor.(17) Elçi Wangenheim olayın bir "Hıristiyan soykırımı yapılıyor" görüntüsü vermemesi dileğinde bulunuyor ve Van'daki olaylardan habersiz görünüyor. Ancak bölgedeki olaylar hakkında bilgiyi Erzurum Konsolosu Max Erwin Von Scheupner-Richter'den alıyor ve onu bölgede olacak "Soykırım" ve benzeri olaylara müdahale etmesi için uyarıyor.(18) Bu kişi de olayları daima tek yanlı ve abartılı bir üslupla aktarmayı tercih edecektir.(19) Ermeni konusunda Alman Elçisi Wangenheim, Amerikan Elçisi Morgenthau ile çok yakın bir iş birliği içinde ve Avusturya Elçisi Pallavicini ile de yakın ilişki içinde bulunuyordu. Her ikisi de Papanın temsilcisi ile temas halinde bulunuyorlardı.(20).
Avusturya Elçisi 1 Mayıs 1915 günü Viyana'ya gönderdiği bir yazısında "Ben Türkleri Türkiye'deki Hıristiyan'lara karşı alınacak bir sert tedbirin genel durumu etkileyebileceğini ve düşmanlarımızın bütün güçleri ile Türkiye karşısında olacağı konusunda dostça uyardım."(21) diyordu. Bu sözlerin anlamı açıkça "aman Hıristiyanlar ne yaparsa yapsın onlara dokunma yoksa!... biz bile yanınızda olamayız" dan başka bir şey değildi. Nitekim bütün tehdit ve uyarılara rağmen İttihatçı liderler zorunlu göç tedbirlerini başlatınca Pallavicini Osmanlı liderlerini 8 Temmuz 1915'te Avusturya-Macaristan Dışişleri Bakanı Stefan Count Burion'a şikayet edecektir.(22)
Dikkat edilirse olay bir Türk-Ermeni meselesi olmaktan çıkmış ve kasıtlı olarak bir Hıristiyan-Türk çatışması haline dönüştürülmüştür. Hal böyle olunca dost da olsa, düşmanda olsa ve farklı mezhepten de olsa Hıristiyan bir ülkenin görevlileri otomatik olarak Ermenilerin yanında yerini almaktadır. Mesela Alman Elçisi Wangenheim bir ara hastalanır, ülkesine döner ve yerine Prince zu Hohenlohen-Langenburg görevlendirilir. 20 Temmuz'da İstanbul'a varan bu zat, hiç vakit kaybetmeden hemen "Ermeni sorunu"na el atar.(23)
İşte Lepsius;görüştüğü Ermeni çevrelerinden elde ettiği bilgileri bu görüşteki Elçilik mensuplarına aktarır ve onları topyekün bir soykırım yapıldığı şeklinde uyarmaya çalışır. Lepsius artık tam bir Ermeni sözcüsü olmuştur. Çanakkale'de Türk ve Alman askerlerinin itilaf askerleriyle boğaz-boğaza yaptığı mücadele, Doğu Anadolu'daki Rus, Irak'taki İngiliz saldırıları bu kişiyi zerrece ilgilendirmeyecektir. Bundan sonra ki bütün konuşmalarında ve yazılarında Türklerle ilgili olumlu bir tek cümle bile bulmak mümkün değildir. O artık bir Alman değil, fanatik bir Hıristiyan'dır. Söyledikleri, yazdıkları Ermenileri, Protestanlar başta olmak üzere Avrupalıları mutlu edecektir ancak aklı başında hiç kimsenin inanacağı gerçekler değildir. Tam bir propaganda cihazı ve modern çağın yeni "Pier Lermit" idir.
Lepsiusun Ermeni kilise çevrelerinden ve misyonerlerden sonra en önemli kaynağı Amerikan Elçiliği ve bizzat Morgenthau olmuştur. Onunla bir çok defa buluştu. Amerikan Elçisi'nin 31 Temmuz 1915 tarihli mektubunda ilk görüşmeleri şöyle anlatılıyor: "Öğleden sonra 3 sıralarında Potsdam'dan Dr. Johannes Lepsius telefon etti. Bize Ermeni meselesi konusunda pek çok şey söyledi ve bu konuda bilgimizin neler olduğunu sordu. Lepsius gerçekten bir şeyler yapmaya hevesli görünüyordu. O buradan Cenevre'ye gidip, Uluslararası Kızıl Haça, tarafsız ülkeler başkanlarına ve Papaya hep birlikte evrensel bir protestoda bulunulması amacıyla müracaat etmeyi teklif etti... Lepsius'un Yunanlılara nasıl davranıldığını öğrenmek istemesi üzerine ona Yunan İşleri Sorumlusu Tsamados'tan bir randevu aldım"(24)
Lepsius'un Anadolu'ya gitme isteği İçişleri Bakanı Talat Paşa tarafından reddedildi.(25) İstanbul'da bir ay kadar kaldıktan sonra topladığı bütün bilgilerle Almanya'ya döndü. Kendisi Anadolu'yu görmedi, Anadolu'daki Alman misyoner teşkilatı da oldukça küçüktü buna rağmen elindeki belgelerin çoğu Anadolu'daki Protestan Misyonerlerin mektuplarıydı, çünkü Lepsius en büyük yardımı Amerikan Elçisi'nden almıştı. Morgantheu'nun 9 Ağustos 1915 tarihli mektubuna göre Amerikan Dışişlerine müracaat ederek Lepsiusa bilgi verip veremeyeceğini sormuş ve Lepsius'un desteklenmesi istenince 6 Ağustosta kendisine "kalın bir dosya" vermiştir.(26) Okuyucumuzun unutmamasını istediğimiz en önemli gerçeklerden biri budur. Yani Lepsius bundan sonraki çalışmalarında dayanak olacak kaynak ve bilgiler, İstanbul'da Amerikan Elçisi Morgenthau ve kilise örgütleri tarafından temin edilmiştir.
Lepsius Almanya'ya dönüşünde "Türklerin çirkin davranışları" konusunda kilise çevrelerinde yoğun bir kampanya başlattı. Tabii müttefik bir ülke aleyhine yapılan bu davranışlar Berlin Dışişleri çevrelerini zor bir pozisyona soktu. Ama Lepsius'u susturmak mümkün olamıyordu. 22 Eylül günü Basel'deki Alman konsolosluğundan gelen bir rapor; geçenlerde İsviçre'yi ziyareti sırasında Ermeni soykırımının tasarlanmış olduğunu, Alman Hükümeti'nin de gerçekleri bildiğini ancak müttefiki olan bir ülkeye etkili olmadığını yazdığını belirtiyordu. (27)
Lepsius asıl karışıklığı Almanya'da çıkarmağa başlıyordu. Pek çok kaynaktan Alman hükümetine "Ermeni sorununda hükümetin ne yaptığı" sorusu sorulmaya başlanırken; Alman Zeitungsverlag müdürü Dr. Faber, gazetesinde olayı nasıl işleyebileceğini soruyor, Ermenistan'dan haber almak için bazı görevliler hazırlandığını belirtiyordu.(28) Bu sırada Van'da Türklerin 150.000 -180.000 insanının Ermeniler tarafından katledildiği ortaya çıkınca Lepsius Türk iddilarına karşı yapabileceği en iyi direnci gösterdi, reddetti. Ekim 1915'te Berlin'de gazete temsilcilerini topladı ve onlara Türkleri ve bu konuda bir şey yapamayan Alman hükümetini şikayet etti. Halkı tahrik etti ve "Alman hükümetinin Bab-ı Âli'de hizmetçi muamelesi gördüğü" gibi çarpıcı ifadelerde bulundu. Basın'ın baskı yapması üzerine Alman hükümeti, Dışişleri Bakanı Zimmerman; Zeitungsverlag müdürü Dr. Fabere nazik bir mektup gönderdi. Kısaca Ermenilerin sorunları ile gönüllü olarak ilgilendiklerine temas ettikten sonra,"Ermeniler bize kendi çocuklarımızdan ve kardeşlerimizden daha az yakındırlar. Onlar Fransa ve Rusya ile yapılan kanlı mücadelede dolaylı olarak Türklerin askeri desteğinden yardım görüyorlar." (29) diye bazı gerçekleri hatırlatmak gereğini duydu. Ekim sonunda Wangenheim'in vefatı üzerine Wolff-Metternich elçi olarak atandı ve İstanbul'a gelir gelmez kendine verilen talimat gereğince "Ermeni sorunu ile" ilgilenmeğe başladı. Lepsius sanki bütün Almanya'ya "bir soykırım yapıldığı" iddiasını kabul ettirmiş gibiydi. Özellikle kilise çevrelerinin baskısı hükümeti çok zorluyordu. Ancak Osmanlı Hükümeti doğru bildiği istikametten şaşmadı, her şeyden evvel "Türk halkını iç ve dış tehditlere karşı korumak ilk ve en öncelikli görevleriydi." Ermenilerse dev bir iç tehdit oluşturuyordu. Hıristiyan ülke temsilcilerinin müracaatları anlayışla karşılanıyordu, ancak bu bir iç güvenlik sorunuydu ve taviz vermek mümkün değildi, Amerika, İsviçre, Avusturya ve Almanya kilise çevreleri, basın ve siyasiler, 1916-1917 yıllarında bile "Ermeniler konusunda" baskı altına alındılar, teşebbüslere giriştiler, göçmenlere yardım için izin koparmaya çalıştılar. Nisan 1916'da teklif Osmanlı Hükümeti tarafından reddedildi. Çünkü böyle bir yardım, Ermeni toplumunu yeniden dış dünyaya güvenerek yeni isyanlar başlatmasına sebebiyet verebilirdi.(30)
Lepsius, 1916 yazında "Bericht über die Lage des Armenischen Volkes in der Turkei/ Turkiye'deki Ermeni Halkının Durumu Hakkında Rapor) adlı çalışmasını tamamladı, binlerce Alman'a ulaştırdı. Postdam'daki protestan mezhebi temsilciliğine 20.000 kopya teslim edildi. Türk Elçisi Hakkı Bey'in Lepsius'un davranışını, düşmanca bir davranış olarak değerlendirmesi ve şikayeti üzerine hükümet duruma müdahale etti ve Bericht (Mein Besuch in Konstantinopel) adlı yeni risalesinin basımını önledi. Lepsius'un yapıtları baştan aşağı dinsel motifler taşıyordu. Yazar Ulrich Tumpener, Bericht adlı yapıtın sadece önsöz kısmının bile bütün Osmanlı -Alman dostluğunu paramparça edecek bir dinamit olduğunu iddia etmektedir.
"Hıristiyan aleminin en eski milleti, Türk idaresinde yaşadığı sürece yok edilme tehdidi altındadır. Ermeni halkının yedide altısının mal ve mülkleri soyuldu, evlerinden ve yuvalarından kovuldular ve İslâmiyet'i kabul edenler hariç diğerleri öldürüldüler ve çöle sürüldüler. Halkın sadece yedide biri zorunlu göçten kurtulabildi... Bundan başka, Suriyeli Nestoryanlar ve kısmen Yunan Hıristiyanları da zulümlerle taciz edilmişlerdir."( Okuyucularımız AB Parlamentosundaki Soykırım iddialarının nereden kaynaklandığını artık iyice anlamışlardır.)
Bütün Hıristiyan ulusları arasından sadece Almanya talihsiz Ermenilere yardım hizmetleri verebilir. Biz Ermeni milletinin yarısının boğazlanmasını önlemeye muktedir değiliz. Bizim vicdani isteklerimiz geri kalan yarısını kurtarmaktır. Bu ihtiyaçlar için şimdiye kadar hiçbir şey yapılamadı.
Biz açlık çeken kadın ve çocuklar için ekmek, hasta ve ölenler için de yardım yapılmasını istiyoruz. Dul ve yetimlerden ibaret bir halk, kendilerine yardım etme imkanına sahip yegane millet Alman haklına ellerini uzatmışlar. Onlara yardım etme arzusunda olan diğer milletler için yollar kapatılmıştır.
Biz geçici bir yardımın değil devamlı yardımın imkanlarını arıyoruz..." Lepsius sonunda bireylerin insanlığa ve Hıristiyan vicdanlarına hitap ederek yardım talep edince. Vicdan sahibi Hıristiyanlar harekete geçtiler. Bunlardan biri "Grand Dushes Luise of Baden" derhal Dışişleri Bakanı Benthman Hollweg'e bir mektup yazarak "neden Alman hükümetinin bir şey yapmadığını sordu ve açıklama istedi." Lepsius'un çıkardığı kargaşa Alman hükümetini iyice rahatsız etmeye başlayınca onun yurt dışına çıkış izni kaldırıldı. Ama bu karar geç kalmıştı. Lepsius iki hafta evvel Hollanda hududunu geçti ve oraya yerleşti. (31)
Ancak o güne kadar ki çalışmaları ile Papaz Lepsius ilk başta söylediğimiz şekilde, "tek başına bir ordu" gibi çalışmış, Ermeni meselesinde ismi efsane haline gelmiştir. Ermeniler konusunda anlattığımız gerçeklere rağmen daima ve bütün yabancı yazarlar tarafından birinci kaynak olarak kabul edilmiş ve saygı görmüştür. Bu gün, Almanya, Fransa, İsviçre gibi ülkelerdeki 1915 yılında bir soykırım yapıldığı iddialarına karşı olan kesin ve inançlı tutumlarının sebebi tamamen bu Rahibe karşı duyulan sevgi ve güvendir.Bize göre o çok iyi bir din adamı, bir vaizdir, öyle kalmalı ve öyle kabul edilmelidir.Ama tarihsel gerçeklere sırt çevirerek, sırf "Din kardeşlerini koruma ve onlara destek verme" amacıyla, ülkesinin büyük bir savaştaki en samimi dostu ve müttefiki olan bir ulusa, haksız yere vurduğu darbeler bağışlanamaz, unutulmamalı ve bağışlanmamalıdır.
DİPNOTLAR:
(1) Büyük Larousse, Cilt 14, s.7439.
(2) Ana Britannica Cilt-20, s.354.
(3) Büyük Ansiklopedi, Cilt 7, s.2681.
(4) Büyük Larousse, Cilt 19, s.9733.
(5) Esat .Uras: Tarihte Ermeniler ve Ermeni meselesi,, s.451( 2.Baskı,Belge Yayınları,İstanbul-1987)
(6) Aynı Eser, s.543-544.
(7) Edgar Granville, Çarlık Rusyası'nın Anadolu'daki oyunları, s.68-69( Ankara-1967)
(8) Ulrich Trumpener, Germany And The Otoman Empire, (1914-1918) ( Princetown University Press-1968)
(9) Frank G. Weber, Eagles on The Crescent, s.151 (Cornel University Pres, London- USA- 1970).
(10) Dr. Johannes Lepsius, Le Rapport Secret du Dr. Johannes Lepsius sur les massacres of "Armenia (Paris -1918).
(11) Johannes Lepsius, Deutschland and Armenian, 1914-1918 (Potsdam 1919).
(12) Aynı Eser, s.XXVII.
(13) Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, 1914 - 1918, s.118 -119 ( İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul ¬"1985)
(14) U.Trupener a.g.e., s.217, Dip Not: 43.
(15) Franz Werfel, Musa Dağında Kırt Gün, s.136-137.(Belge Yayınları İstanbul-1997)
(16) Eagles on The Crescent, s.113.
(17) Wangenheim "den Bethmann Hollweg'e 7 Temmuz 1915, No-433. 26. Haziran 1915'te Wangenheim Kilikya'daki Katolik Ermeni Patriği ile görüşürken Bab-ı Âli'ye bir başvuruda bulunacağı vadinde bulundu. (U.Trupener, a.g.e., s.213).
(18) U.Trumpener, a.g.e., s.207.
(19) Aynı Eser, s.209.
(20) Eagles on THe Crescent, s.152.
(21) U. Trumpener, a.g.e, s.208.
(22) Aynı Eser, s.215.
(23) Aynı Eser, s.216.
(24) Salahi Sonyel, The Great War and The Tragedy of Anatolia, p.155 (Türk Tarih Kurumu Ankara -2000).
(25) Aynı Eser, s.155.
(26) Aynı Eser, s.155.
(27) Fo, Türkei 183, Bd. 38, Consul General, Basel, to Bethman Hollweg, 22, Sept 1915.
(28) W.Trumpener a.g.e, s. 221.
(29) Aynı Eser, s.221-226
(30) Aynı Eser, s.238
(31) Aynı Eser S.240-242
Dr.M.Galip BAYSAN
Türklere Karşı Soykırım İddialarının Mimarı Portreler Amerikan Büyükelçisi Henry Morgenthau
Dr. M. Galip BAYSAN ANKARA, 01 Kasım 2007 Perşembe
İngiltere ve Almanya'da, Türkler aleyhinde ve Ermeniler lehindeki "soykırım propaganda" faaliyetlerinin temel taşlarından biri olduğunu açık bir şekilde gördüğümüz İstanbul'daki tarafsız ülke!
ABD'nin Büyük Elçisi Henry Morgenthau; New York'ta gayrimenkul komisyonculuğu yaparken, Woodrow Wilson'un 1912 Başkanlık seçimi sırasında, "Demokrat Partinin mali komite başkanlığını" yapmıştır. Wilson'un başkan seçilmesinden sonra Amerika'da Yahudilere açılan tek mevki olarak Osmanlı Büyükelçiliği ile mükafatlandırılmıştır. Morgenthau (1856- 1946) ailesi, Alman Yahudi'si olup Amerika'ya göçenlerdendir. (Belki de bu kişinin gerek Türk, gerekse Almanlara karşı davranışlarının ve ABD'yi İtilaf Devletleri'nin yanında savaşa sokmayı isteyen grupta yer almasının nedenlerinden biri, bu geçmişten gelen bir olumsuzluk olabilir.) Sadece Wilson'un şahsi müdahalesi ve New York şehri Hahamı Stephen Wise'in ısrarları sonunda Morgenthau'ya bu görev ayarlandı. 27 Kasım 1913'te İstanbul'a gelen Büyükelçi, Türkiye'de 26 ay kadar görev yaptıktan sonra Şubat 1916'da Amerika'ya döndü. Daha sonra "Büyükelçi Morgenthau'nun Hikayesi" adı ile yazdığı kitap o dönemde çok ilgi uyandırdı. 1920 li yıllarda siyasi kararları dahi etkiledi, halen günümüzde dahi okunabiliyor. Morgenthau'nun o dönemde İstanbul'da bulunması, olaylara birinci elden şahit olduğu izlenimi vermesi, Ermeniler için yine büyük bir şans ve Türkler için yine büyük şanssızlıklardan biri olacaktır. Çünkü Morgenthau'nun hatıraları 1915 yılında Jön Türklerin Ermenilere önceden tasarlanmış ve planlanmış bir soykırım uyguladığı konusunda bir numaralı kaynak kabul edilecektir. (1)
Kitabın hazırlanması ABD'nin savaşa girmesinden sonra 26 Kasım 1917'de Başkan Wilson'a gönderdiği bir mektupla gündeme geldi. Bu mektubunda Morgenthau; ABD'nin savaş gayretlerini desteklemek amacıyla Alman ve Türk aleyhtarı bir propaganda kitabı yazmak arzusunda olduğunu bildirdi. Wilson'un olumlu yanıtı üzerine hatıralar bir ekip halinde kaleme alındı. Antant savaş gayretlerine destek sağlayan bir savaş propaganda aracı olarak kabul edildi.
Morganthau'nu hatıraları "günlük" ve "mektupları" olarak bilinen iki koleksiyon, zamanın ünlü yazar, tarihçi ve gazetecilerinden Pulitzer armağanı sahibi Burtan J. Hendrick ve yanındaki büyük sayıdaki yardımcılarına teslim edildi. Kitap Burton J. Hendrick'in kaleminden çıktı. Yardımcıları arasında bizzat Morgenthau'da vardı. Ayrıca kendisinin İstanbul'dan beri yanında olan ve kitap bitene kadar onunla birlikte kalan Hagop S. Andonyan da ona yardım etti. Hakkında pek az şey bilinen Agop Efendi bize göre Büyükelçi Morgenthau olayının temel taşlarından biridir ve üzerinde dikkatle durmamız gereken bir isimdir, küçük yaşına rağmen Ermeniler hesabına muazzam işler başarmıştır.
Morganthau "günlük" veya "mektuplar"ın da kendisinden genellikle "benim sekreterim" sözleriyle bahsetmektedir. Aslında gerçek görevi "Dragomandır" (tercüman) tıpkı geçmişte Ermeniler ve diğer Hıristiyan toplumlara büyük destek sağlamış olan, İngiliz Elçiliği Dragomonı Fritz Maurice ve Rusya sefareti Drogomanı Mandelstam gibi bir tercümandı. Andonyan büyükelçinin sofrasının müdavimlerinden biri idi ve bazı geceler film seyrederken ona refakat ediyordu. Yirminci yüzyıla girilen günlerde İstanbul Amerikan Robert Koleji öğrencilerinden biriydi.
Morgantau'nun yanına katıldığı zaman otuz yaşlarında kadardı. Büyükelçi'nin İstanbul'dan ayrıldığı 8 Şubat 1916 günü onunla beraber Amerika'ya gitti. O günlerde gemide verilen bir maskeli balo'ya Marganthau bir Yunan erkeği, Andonyan da bir "Türk kadını" gibi giyinerek katıldılar. (2)
Morgenthau'nun mektuplarından 9 Ocak 1918 tarihli biri Dışişleri Bakanlığı üçüncü sekreterine yazılmıştır ve sekreteri Agop S. Andonyanın askerliğinin tecili için yardım talep etmektedir. Morgenthau mektubunda bu konudan şöyle söz etmektedir:
"Belki biliyorsunuz, ben başkan Wilson'un onayı ile bir kitap yazma görevi aldım. Doğuya ait samimi bilgisi ve olağanüstü tecrübesi nedeni ile bay Andonyan bu çalışmada bana yardımcı oluyor ve onun bu konuda bana yardımı zaruridir." (3)
Türk –Ermeni konusunda bilgi sahibi olanlar Agop Andonyanla "Naim Bey'in hatıraları" adlı düzmece mektubu 1920 yılında ortaya çıkaran Aram Andonyan arasında bir ilişki olup olmadığını merak edebilirler. Yazarımız Heat W. Lowry; bunun yaygın bir soyadı ilişkisi dışında, ikisi de İstanbullu bu iki Andonyan arasında bir ilişki bulunamadığını belirtiyor.(4) Biz de bu görüşe katılıyoruz.
Morgenthau olayında yer alan mektubun hazırlanmasında çok önemli katkısı, olan diğer bir kilit şahıs, yine bir Türk Ermenisi Arshag K. Schamavoniandır. Bu kişi 1918 yılında Washington Dışişleri Departmanında "özel müşavir" unvanı ile çalışıyordu. İstanbul'da büyük elçinin tercümanı idi ve Türk görevlileri ile yapılan resmi görüşmelerde daima onun yanında bulunuyordu. Schmavonian hem Morgenthau'nun İstanbul'da olduğu dönemde hem de daha sonra onun arkadaşı, en güvendiği kişi ve danışmanı olmuştu. Bunu büyükelçinin bütün yazılarında görmek mümkündür. Osmanlı başkentinde konuşulan ana diller olan Türkçe; Fransızca, Yunanca veya Ermenice dillerinin hiç birini bilmediği için, Morganthau tamamen Schmaveniana bağımlı idi ve bu şahıs onun gözü, kulağı olmuştu.
Morgenthau'nun günlüğünde Arshag K. Schmavonianın adının geçmediği bir sayfa bulmak zordur. Jön Türk hükümet üyeleriyle yaptığı bütün görüşmelere katıldı. Amerikalı iş adamları ile yapılan toplantılara katıldı. Amerikalı misyonerlerin yasal işleri dahil bütün konulardaki işlerini takip etti. Washington'a gönderilen ve devlet arşivlerinde muhafaza edilen telgrafları o gönderdi. Morganthau ona gönderdiği mesajlarda "Sevgili Mr.Schmovian!" diye hitap ederken o da büyükelçi'ye gönderdiği mesajlarda "Sevgili Şefim" ifadesini kullanıyordu.(5)
Bu kişinin Morgenthau üzerindeki etkisinin büyüklüğünü, bizzat kendisi Amerika'ya döndükten sonra Ermenistan ve Suriye yardım komitesine gönderdiği maddi yardımlar nedeniyle yaptığı bir konuşmada şu sözlerle itiraf etmektedir:
"Elçilikte bütün konularda kendisine güvenebileceğim ilk adam, Amerikan Elçiliği'ne sadakatle hizmet etmiş olan bir Ermeni idi. Schmovanian elçiliğimizle on altı seneden beri ilişkili bulunuyordu. Kendisini Türk otoritelerinden saygı gören olağanüstü bir insan olarak tanıdım. Benim özel sekreterim (Andonian)'da bir Ermeni idi.
Bu iki adam vasıtasıyla bazı Ermeni din adamları, vatanseverler ve profesörlerle tanıştım onlara sadece saygı duymayı, değil Ermenileri sevmeyi ve takdir etmeyi de öğrendim." (6)
Türklerin kaderi olsa gerek, İngilizler, Ruslar, Fransızlar, İtalyanlar, Balkan ülkeleri ve Müslüman isyanları yetmiyormuş gibi, dünyanın öbür ucundaki bir devletin (ABD) Cumhurbaşkanı'nın dostu, siyaset ilminin hiç bir inceliğine vakıf olmayan ve devlet tecrübesi de bulunmayan dil bilmez, yol bilmez bir "emlak komisyoncusu" bir "musevi" vatandaşını, bin bir entrikanın çevrildiği, İstanbul'a büyükelçi olarak gönderecek ve kendisinden hizmet bekleyecektir. Bu adam geldiği gün bir imdat simidi gibi Ermenilere sarılmış, o onları kullanırken, temsilcilerde onu Ermenileştirmişlerdir. Ermeniler zaten bin bir tane olan korolarına bir güçlü ses daha kazanmışlardır.
Bu ikilinin ilişkisi Morgenthau'nun Türkiye'den ayrılmasından sonra da devam etti. Morgenthau'nun Başkan Wilson tarafından Avrupa'ya gönderilmesi üzerine 1917 yılında tekrar birleştiler ve Schmavonian yeniden tercüman rolü ile ona katıldı. Aynı yıl Türkiye ile Amerika arasındaki ilişkilerin kesilmesinden sonra Amerika'ya transfer oldu ve 1917 yılı sonundan öldüğü 1922 yılına kadar orada "özel müşavir" görevi ile kaldı. Morganthau ölüm nedeni ile yazdığı anma yazısında onu göklere çıkarıyordu. (7)
1922 yılında French Strother ile birlikte yazdığı kendi otobiografisinde Morgenthau kitabın birçok yerinde Schmavonian'dan bahsetme ihtiyacını duymuştur. (8) Belli ki kendisine çok güçlü bağlarla bağlıdır. Ancak bu dostluğun Türk ulusuna verdiği zarar inanılmaz boyutlarda olmuştur. Türkler Dünyada hiç bir ulusun karşılaşması mümkün olmayan büyük bir oyunla karşı karşıyadır. Dev bir tarihi olgunun son sayfası yazılmak üzeredir. O güne kadar ayakta kalmayı başarmış yeryüzünün son büyük Müslüman halkı, bütün bir Hıristiyan alemine karşı tek başına bir var veya yok olma mücadelesi vermektedir. (9) İzlediğimiz şekilde Osmanlı devleti en büyük darbeyi yüzyıllarca koynunda beslediği kendi azınlıklarından yemektedir.
Görüldüğü gibi Avrupa'yı Türkler karşısında abartılı, uydurma soykırım hikayeleri ile iğrenç bir taktikle, 800-900 yıllık bir müsamahaya gözlerini ve kulaklarını kapayarak kin ve nefret duyguları eken, iki ana referans kabul edilen isimler Lepsius ve Lord Bryce'ın kitaplarına konu olan malzeme büyük ölçüde İstanbul'daki tarafsız olması gerektiği halde inanılmaz bir taraflılık sergileyen büyük elçi Henry Morgenthau tarafından temin edilmiştir. İstanbul'dan dışarı adımını dahi atmamış olan bu kişi (10) bu bilgi ve belgeleri tabii ki ilişkilerine üzerinde ısrarla durduğumuz yanında çalışan iki Ermeni yardımcısı vasıtasıyla, Ermeni kilisesi ve Hınçak, Taşnak gibi Ermeni örgütlerinden temin etmiştir. Ayrıca bunlara destek olarak Amerikan Kolejleri ve konsolosluklardan gönderilen yine Ermeni elemanları tarafından hazırlanmış yazı ve abartılı, abartısız raporlar destek dokümanları olarak kullanılmıştır. Morganthau, Lepsius, Lord Brice ile A. Toynbee'nin ün kazanmış, konuda çalışma yapan hemen hemen bütün yabancı kaynakların referans olarak baş vurduğu ve % 90'a yakın yazılanların etkisinde kalmış izlenimi veren vahşet hikayelerinin mimarlarının İstanbul'daki Amerikan Konsolosluğu'nda görevli "iki Ermeni olduğu" gerçeği inanılmaz bir olay gibi görünüyorsa da maalesef ki çok yakından izlediğimiz şekilde doğrudur. Osmanlı Devleti'nin içindeki ejderlerden biri olan "dragomanlığın" son temsilcileri, Ermeniler hesabına muhteşem bir görev başarmışlardır.
Genel bir açıdan bakılınca görülen esaslar şunlardır: Lepsius, Bryce ve Toynbee ve nihayet Morganthau ve arkadaşlarının kitaplarında belirli kurallar vardır. Öldürülmüş işkence edilmiş, tecavüze uğramış bir Türk göremezsiniz. Ölenler hep Ermeniler veya Anadolu'da yaşayan Hıristiyanlardır. Referans olarak verilen bilgilere bakılırsa bu sonuç gayet normaldi. (11)
Verilen bilgilerin kaynakları çoğunlukla bilinmiyor, bazen % 10-20 arası kaynak dahi belirtilmiyordu. Ancak usta taktiklerle okuyucu aldatılabiliyordu. Raporlarda belirtilen bütün isimlerin (uydurma da olsa, gerçek de olsa) tanınan kişiler olduğu ve kendilerine bir zarar getirilmemesi amacıyla, isimlerinin ifşa edilmediği gibi bir imaj yaratılarak okuyucu yanıltılmaya çalışılmıştır. (12)
Morgenthau'nun kitabının çıktığı 1918 Aralığına kadar Amerika'da en etkin propoganda kitabı Bryce'ın "The Treatment of Armenians in the Ottoman Empire / Osmanlı İmparatorluğu'nda Ermenilere Karşı yapılan Muamele" adlı hazırlanışını yakından izlediğimiz kitap oldu.
Kitaplar, raporlar propaganda yazıları maalesef gerçek gibi kabul edilecek ve yıllar sonra bu konuda bilimsel çalışmalar yapan bazı yazarları da etkileyecektir. Meselâ bunlardan biri olan Howard M. Sachar, The Emergence of The Middle East 1914-1924 (Orta Doğunun Doğuşu) adlı kitabında bakın ne diyor:
"Türk –Ermeni ilişkileri savaşın başlamasından birkaç ay sonra, Türklerin Ermenileri sistematik olarak katletmeleri sonucu bozuldu. 1915 yılında katliamlar Amerikan misyonerleri tarafından duyuruldu. Onların bildikleri hem Amerikan basını, hem de Bryce Raporu ile geniş ölçüde kamuya duyuruldu. Böylece ABD'nin en büyük şehirlerinde zincirleme bir yoğun sempati (Ermenilere) hareketi başladı. Başkan Wilson, kurbanların yararına müdahale etmesi için halktan ve dinsel kuruluşlardan on binlerce mektup aldı. Bu normal olmayan bir reaksiyondu. Çağdaş batı yaşamında böyle büyük çaplı bir şehitlik ve vahşilik örneği mevcut değildi. ABD'nin Hıristiyan halkına Ermeniler, tarihi (dinsel, yer altı sığınakları, mezarlıklar arenalar ve gladyatörlerin işkencesi altında acı çeken ilk Hıristiyanları) hatırlatıyordu. Sanki bu yirminci yüzyıl versiyonuydu." (13)
İnanması imkansız ama dünyada kendi dinsel inançlarının emirlerine göre başka dinlere Anadolu'ya hükmettikleri 900 yıla yakın bir süre içinde olağanüstü bir özgürlük, sosyal haklar ve tolerans tanıyan dünyanın tek ulusu Müslüman Türkler, birkaç kişinin yalanları, uydurmaları, iğrenç niyet ve iftiralarının kurbanı olmuş, Neronun Romalıları gibi Hıristiyanlara zulmeden bir duruma düşürülmüştü. Bunu da yapan Avrupa'nın zulmünden bıktığı için tam yüzyıl Avrupa – Amerika ilişkilerini belirli bir seviyede donduran 20. yy.'ın en modern devleti olmaya aday genç ABD ve onun siyaset ve basın yayın organları idi. Hiç bir araştırma, hiç bir soruşturmaya gerek dahi duymadan ve Türklerin durumuna karşı en ufak bir insani yaklaşım göstermeden kin ve nefret ordusuna koca bir ulus daha katılmıştı.
Ağustos 1915'te Morgenthau'nun teşviki ve Cumhurbaşkanı'nın hararetli konuşması sonrasında bir Yakın Doğu (daha ziyade Suriye ve Ermeniler için ) Yardım Fonu oluşturuldu. Türk zulmünün kurbanları için bağış toplanmaya başlandı. Tarihte halkın büyük bir cömertlikle gönülden katıldığı böyle bir genel yardımlaşma zor görülebilir. Ülkenin en büyük şehirlerinde New York'un Amsterdam Opera Binası, Philadelphia Stadyumu, Detroit'deki Billy Pazar Çadırı ve diğer meydanlarda toplantılar yapıldı. Başkan Wilson ve Theodore Roosevelt telgrafla, Morganthau ateşli bir konuşma ile katıldılar. Sonunda bu kampanyalardan milyonlarca dolar yardım toplandı.(14)
Toplanan paralar İstanbul'daki Amerikan Büyükelçisi Morgenthau'ya gönderiliyor ve Osmanlı devleti içinde dağıtımı o ayarlıyordu. (Tabii ki paraların nereye gittiğini ve gerçek dağıtımın örgütlere mi, kiliseye mi, yoksa bütün bu olaylar yüzünden yollara düşen, gerçek ihtiyaç sahibi insanlara mı gideceğini tahmin etmek cidden zordur.) Osmanlı yöneticileri (büyük bir insanlık örneği göstererek) paranın alınmasına ve dağıtılmasına itiraz etmediler. 1917 yılında bir ayda 100.000 dolar gelmeye başladı. (15) Morgenthau gelen yardım paralarının (önemli) bir kısmını Filistin'deki Musevi örgütlerine aktardı (16) Çünkü bölgede başka büyük oyunlar oynanıyordu. Batılı Güçlerin himayesinde Filistin'de Yahudi çoğunluğa dayanan yeni bir devletin kurulması ve Ortadoğu'da yeni keşfedilen "Petrol Bölgelerinin" ele geçirilmesi gibi oyunlar.
DİPNOTLAR:
(1) Ambassador Morgenthau's Story, Edited by Burton J. Hendrick (İssue of Detroit Michigan News –1918).
Heath W. Lowry, The Story Behind, Ambassader Worgenthau's Story, s. V, VI (The İsis Press, İstanbul – 1990).
(2) Aynı Eser, s. 11-12.
(3) Aynı Eser, s. 12-13.
(4) Aynı Eser, s. 14.
(5) Aynı Eser, s.16.
(6) Aynı Eser, s.16.
(7) Aynı Eser, s. 16-17.
(8) Henry Morgenthau (in colaboration with French strother) All in a Life Time, s.178, 187, 215, 216, 224, 227, 259 ve 266 (New York, Doubleday, Page Co-1922).
(9) William M. Sloane, Bir Tarih Laboratuvarı Balkanlar, s..175 (Sürey Yayıncılık, İstanbul – 1987).
(10) Orly Saldırısı, Davası 19 Şubat –2 Mart 1985, Şahit ve Avukat Beyanları, s. 15 (Mümtaz Soysal'ın ifadesi).
(11) Osmanlı'dan Günümüze Ermeni Sorunu, Justin Mc Carthy, Birinci Dünya Savaşı'nda İngiliz Propagandası ve Bryce Raporu, s.32 (Editör, Hasan Celal Güzel, 2. Baskı, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara- 2001).
(12) Osmanlıdan Günümüze Ermeni Sorunu,s.34, Justin Mc Carthy: Birinci Dünya Savaşında İngiliz Propagandası ve Bryce Raporu ( Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2001)
(13) Howard M. Sachar, The Emergence of The Middle East, 1914-1924, s.342 (The Penguin Press, Washington – 1969).
(14) Aynı Eser, s. 343.
(15) Aynı Eser, s.343.
(16) Aynı Eser, s.194.
İngiltere ve Almanya'da, Türkler aleyhinde ve Ermeniler lehindeki "soykırım propaganda" faaliyetlerinin temel taşlarından biri olduğunu açık bir şekilde gördüğümüz İstanbul'daki tarafsız ülke!
ABD'nin Büyük Elçisi Henry Morgenthau; New York'ta gayrimenkul komisyonculuğu yaparken, Woodrow Wilson'un 1912 Başkanlık seçimi sırasında, "Demokrat Partinin mali komite başkanlığını" yapmıştır. Wilson'un başkan seçilmesinden sonra Amerika'da Yahudilere açılan tek mevki olarak Osmanlı Büyükelçiliği ile mükafatlandırılmıştır. Morgenthau (1856- 1946) ailesi, Alman Yahudi'si olup Amerika'ya göçenlerdendir. (Belki de bu kişinin gerek Türk, gerekse Almanlara karşı davranışlarının ve ABD'yi İtilaf Devletleri'nin yanında savaşa sokmayı isteyen grupta yer almasının nedenlerinden biri, bu geçmişten gelen bir olumsuzluk olabilir.) Sadece Wilson'un şahsi müdahalesi ve New York şehri Hahamı Stephen Wise'in ısrarları sonunda Morgenthau'ya bu görev ayarlandı. 27 Kasım 1913'te İstanbul'a gelen Büyükelçi, Türkiye'de 26 ay kadar görev yaptıktan sonra Şubat 1916'da Amerika'ya döndü. Daha sonra "Büyükelçi Morgenthau'nun Hikayesi" adı ile yazdığı kitap o dönemde çok ilgi uyandırdı. 1920 li yıllarda siyasi kararları dahi etkiledi, halen günümüzde dahi okunabiliyor. Morgenthau'nun o dönemde İstanbul'da bulunması, olaylara birinci elden şahit olduğu izlenimi vermesi, Ermeniler için yine büyük bir şans ve Türkler için yine büyük şanssızlıklardan biri olacaktır. Çünkü Morgenthau'nun hatıraları 1915 yılında Jön Türklerin Ermenilere önceden tasarlanmış ve planlanmış bir soykırım uyguladığı konusunda bir numaralı kaynak kabul edilecektir. (1)
Kitabın hazırlanması ABD'nin savaşa girmesinden sonra 26 Kasım 1917'de Başkan Wilson'a gönderdiği bir mektupla gündeme geldi. Bu mektubunda Morgenthau; ABD'nin savaş gayretlerini desteklemek amacıyla Alman ve Türk aleyhtarı bir propaganda kitabı yazmak arzusunda olduğunu bildirdi. Wilson'un olumlu yanıtı üzerine hatıralar bir ekip halinde kaleme alındı. Antant savaş gayretlerine destek sağlayan bir savaş propaganda aracı olarak kabul edildi.
Morganthau'nu hatıraları "günlük" ve "mektupları" olarak bilinen iki koleksiyon, zamanın ünlü yazar, tarihçi ve gazetecilerinden Pulitzer armağanı sahibi Burtan J. Hendrick ve yanındaki büyük sayıdaki yardımcılarına teslim edildi. Kitap Burton J. Hendrick'in kaleminden çıktı. Yardımcıları arasında bizzat Morgenthau'da vardı. Ayrıca kendisinin İstanbul'dan beri yanında olan ve kitap bitene kadar onunla birlikte kalan Hagop S. Andonyan da ona yardım etti. Hakkında pek az şey bilinen Agop Efendi bize göre Büyükelçi Morgenthau olayının temel taşlarından biridir ve üzerinde dikkatle durmamız gereken bir isimdir, küçük yaşına rağmen Ermeniler hesabına muazzam işler başarmıştır.
Morganthau "günlük" veya "mektuplar"ın da kendisinden genellikle "benim sekreterim" sözleriyle bahsetmektedir. Aslında gerçek görevi "Dragomandır" (tercüman) tıpkı geçmişte Ermeniler ve diğer Hıristiyan toplumlara büyük destek sağlamış olan, İngiliz Elçiliği Dragomonı Fritz Maurice ve Rusya sefareti Drogomanı Mandelstam gibi bir tercümandı. Andonyan büyükelçinin sofrasının müdavimlerinden biri idi ve bazı geceler film seyrederken ona refakat ediyordu. Yirminci yüzyıla girilen günlerde İstanbul Amerikan Robert Koleji öğrencilerinden biriydi.
Morgantau'nun yanına katıldığı zaman otuz yaşlarında kadardı. Büyükelçi'nin İstanbul'dan ayrıldığı 8 Şubat 1916 günü onunla beraber Amerika'ya gitti. O günlerde gemide verilen bir maskeli balo'ya Marganthau bir Yunan erkeği, Andonyan da bir "Türk kadını" gibi giyinerek katıldılar. (2)
Morgenthau'nun mektuplarından 9 Ocak 1918 tarihli biri Dışişleri Bakanlığı üçüncü sekreterine yazılmıştır ve sekreteri Agop S. Andonyanın askerliğinin tecili için yardım talep etmektedir. Morgenthau mektubunda bu konudan şöyle söz etmektedir:
"Belki biliyorsunuz, ben başkan Wilson'un onayı ile bir kitap yazma görevi aldım. Doğuya ait samimi bilgisi ve olağanüstü tecrübesi nedeni ile bay Andonyan bu çalışmada bana yardımcı oluyor ve onun bu konuda bana yardımı zaruridir." (3)
Türk –Ermeni konusunda bilgi sahibi olanlar Agop Andonyanla "Naim Bey'in hatıraları" adlı düzmece mektubu 1920 yılında ortaya çıkaran Aram Andonyan arasında bir ilişki olup olmadığını merak edebilirler. Yazarımız Heat W. Lowry; bunun yaygın bir soyadı ilişkisi dışında, ikisi de İstanbullu bu iki Andonyan arasında bir ilişki bulunamadığını belirtiyor.(4) Biz de bu görüşe katılıyoruz.
Morgenthau olayında yer alan mektubun hazırlanmasında çok önemli katkısı, olan diğer bir kilit şahıs, yine bir Türk Ermenisi Arshag K. Schamavoniandır. Bu kişi 1918 yılında Washington Dışişleri Departmanında "özel müşavir" unvanı ile çalışıyordu. İstanbul'da büyük elçinin tercümanı idi ve Türk görevlileri ile yapılan resmi görüşmelerde daima onun yanında bulunuyordu. Schmavonian hem Morgenthau'nun İstanbul'da olduğu dönemde hem de daha sonra onun arkadaşı, en güvendiği kişi ve danışmanı olmuştu. Bunu büyükelçinin bütün yazılarında görmek mümkündür. Osmanlı başkentinde konuşulan ana diller olan Türkçe; Fransızca, Yunanca veya Ermenice dillerinin hiç birini bilmediği için, Morganthau tamamen Schmaveniana bağımlı idi ve bu şahıs onun gözü, kulağı olmuştu.
Morgenthau'nun günlüğünde Arshag K. Schmavonianın adının geçmediği bir sayfa bulmak zordur. Jön Türk hükümet üyeleriyle yaptığı bütün görüşmelere katıldı. Amerikalı iş adamları ile yapılan toplantılara katıldı. Amerikalı misyonerlerin yasal işleri dahil bütün konulardaki işlerini takip etti. Washington'a gönderilen ve devlet arşivlerinde muhafaza edilen telgrafları o gönderdi. Morganthau ona gönderdiği mesajlarda "Sevgili Mr.Schmovian!" diye hitap ederken o da büyükelçi'ye gönderdiği mesajlarda "Sevgili Şefim" ifadesini kullanıyordu.(5)
Bu kişinin Morgenthau üzerindeki etkisinin büyüklüğünü, bizzat kendisi Amerika'ya döndükten sonra Ermenistan ve Suriye yardım komitesine gönderdiği maddi yardımlar nedeniyle yaptığı bir konuşmada şu sözlerle itiraf etmektedir:
"Elçilikte bütün konularda kendisine güvenebileceğim ilk adam, Amerikan Elçiliği'ne sadakatle hizmet etmiş olan bir Ermeni idi. Schmovanian elçiliğimizle on altı seneden beri ilişkili bulunuyordu. Kendisini Türk otoritelerinden saygı gören olağanüstü bir insan olarak tanıdım. Benim özel sekreterim (Andonian)'da bir Ermeni idi.
Bu iki adam vasıtasıyla bazı Ermeni din adamları, vatanseverler ve profesörlerle tanıştım onlara sadece saygı duymayı, değil Ermenileri sevmeyi ve takdir etmeyi de öğrendim." (6)
Türklerin kaderi olsa gerek, İngilizler, Ruslar, Fransızlar, İtalyanlar, Balkan ülkeleri ve Müslüman isyanları yetmiyormuş gibi, dünyanın öbür ucundaki bir devletin (ABD) Cumhurbaşkanı'nın dostu, siyaset ilminin hiç bir inceliğine vakıf olmayan ve devlet tecrübesi de bulunmayan dil bilmez, yol bilmez bir "emlak komisyoncusu" bir "musevi" vatandaşını, bin bir entrikanın çevrildiği, İstanbul'a büyükelçi olarak gönderecek ve kendisinden hizmet bekleyecektir. Bu adam geldiği gün bir imdat simidi gibi Ermenilere sarılmış, o onları kullanırken, temsilcilerde onu Ermenileştirmişlerdir. Ermeniler zaten bin bir tane olan korolarına bir güçlü ses daha kazanmışlardır.
Bu ikilinin ilişkisi Morgenthau'nun Türkiye'den ayrılmasından sonra da devam etti. Morgenthau'nun Başkan Wilson tarafından Avrupa'ya gönderilmesi üzerine 1917 yılında tekrar birleştiler ve Schmavonian yeniden tercüman rolü ile ona katıldı. Aynı yıl Türkiye ile Amerika arasındaki ilişkilerin kesilmesinden sonra Amerika'ya transfer oldu ve 1917 yılı sonundan öldüğü 1922 yılına kadar orada "özel müşavir" görevi ile kaldı. Morganthau ölüm nedeni ile yazdığı anma yazısında onu göklere çıkarıyordu. (7)
1922 yılında French Strother ile birlikte yazdığı kendi otobiografisinde Morgenthau kitabın birçok yerinde Schmavonian'dan bahsetme ihtiyacını duymuştur. (8) Belli ki kendisine çok güçlü bağlarla bağlıdır. Ancak bu dostluğun Türk ulusuna verdiği zarar inanılmaz boyutlarda olmuştur. Türkler Dünyada hiç bir ulusun karşılaşması mümkün olmayan büyük bir oyunla karşı karşıyadır. Dev bir tarihi olgunun son sayfası yazılmak üzeredir. O güne kadar ayakta kalmayı başarmış yeryüzünün son büyük Müslüman halkı, bütün bir Hıristiyan alemine karşı tek başına bir var veya yok olma mücadelesi vermektedir. (9) İzlediğimiz şekilde Osmanlı devleti en büyük darbeyi yüzyıllarca koynunda beslediği kendi azınlıklarından yemektedir.
Görüldüğü gibi Avrupa'yı Türkler karşısında abartılı, uydurma soykırım hikayeleri ile iğrenç bir taktikle, 800-900 yıllık bir müsamahaya gözlerini ve kulaklarını kapayarak kin ve nefret duyguları eken, iki ana referans kabul edilen isimler Lepsius ve Lord Bryce'ın kitaplarına konu olan malzeme büyük ölçüde İstanbul'daki tarafsız olması gerektiği halde inanılmaz bir taraflılık sergileyen büyük elçi Henry Morgenthau tarafından temin edilmiştir. İstanbul'dan dışarı adımını dahi atmamış olan bu kişi (10) bu bilgi ve belgeleri tabii ki ilişkilerine üzerinde ısrarla durduğumuz yanında çalışan iki Ermeni yardımcısı vasıtasıyla, Ermeni kilisesi ve Hınçak, Taşnak gibi Ermeni örgütlerinden temin etmiştir. Ayrıca bunlara destek olarak Amerikan Kolejleri ve konsolosluklardan gönderilen yine Ermeni elemanları tarafından hazırlanmış yazı ve abartılı, abartısız raporlar destek dokümanları olarak kullanılmıştır. Morganthau, Lepsius, Lord Brice ile A. Toynbee'nin ün kazanmış, konuda çalışma yapan hemen hemen bütün yabancı kaynakların referans olarak baş vurduğu ve % 90'a yakın yazılanların etkisinde kalmış izlenimi veren vahşet hikayelerinin mimarlarının İstanbul'daki Amerikan Konsolosluğu'nda görevli "iki Ermeni olduğu" gerçeği inanılmaz bir olay gibi görünüyorsa da maalesef ki çok yakından izlediğimiz şekilde doğrudur. Osmanlı Devleti'nin içindeki ejderlerden biri olan "dragomanlığın" son temsilcileri, Ermeniler hesabına muhteşem bir görev başarmışlardır.
Genel bir açıdan bakılınca görülen esaslar şunlardır: Lepsius, Bryce ve Toynbee ve nihayet Morganthau ve arkadaşlarının kitaplarında belirli kurallar vardır. Öldürülmüş işkence edilmiş, tecavüze uğramış bir Türk göremezsiniz. Ölenler hep Ermeniler veya Anadolu'da yaşayan Hıristiyanlardır. Referans olarak verilen bilgilere bakılırsa bu sonuç gayet normaldi. (11)
Verilen bilgilerin kaynakları çoğunlukla bilinmiyor, bazen % 10-20 arası kaynak dahi belirtilmiyordu. Ancak usta taktiklerle okuyucu aldatılabiliyordu. Raporlarda belirtilen bütün isimlerin (uydurma da olsa, gerçek de olsa) tanınan kişiler olduğu ve kendilerine bir zarar getirilmemesi amacıyla, isimlerinin ifşa edilmediği gibi bir imaj yaratılarak okuyucu yanıltılmaya çalışılmıştır. (12)
Morgenthau'nun kitabının çıktığı 1918 Aralığına kadar Amerika'da en etkin propoganda kitabı Bryce'ın "The Treatment of Armenians in the Ottoman Empire / Osmanlı İmparatorluğu'nda Ermenilere Karşı yapılan Muamele" adlı hazırlanışını yakından izlediğimiz kitap oldu.
Kitaplar, raporlar propaganda yazıları maalesef gerçek gibi kabul edilecek ve yıllar sonra bu konuda bilimsel çalışmalar yapan bazı yazarları da etkileyecektir. Meselâ bunlardan biri olan Howard M. Sachar, The Emergence of The Middle East 1914-1924 (Orta Doğunun Doğuşu) adlı kitabında bakın ne diyor:
"Türk –Ermeni ilişkileri savaşın başlamasından birkaç ay sonra, Türklerin Ermenileri sistematik olarak katletmeleri sonucu bozuldu. 1915 yılında katliamlar Amerikan misyonerleri tarafından duyuruldu. Onların bildikleri hem Amerikan basını, hem de Bryce Raporu ile geniş ölçüde kamuya duyuruldu. Böylece ABD'nin en büyük şehirlerinde zincirleme bir yoğun sempati (Ermenilere) hareketi başladı. Başkan Wilson, kurbanların yararına müdahale etmesi için halktan ve dinsel kuruluşlardan on binlerce mektup aldı. Bu normal olmayan bir reaksiyondu. Çağdaş batı yaşamında böyle büyük çaplı bir şehitlik ve vahşilik örneği mevcut değildi. ABD'nin Hıristiyan halkına Ermeniler, tarihi (dinsel, yer altı sığınakları, mezarlıklar arenalar ve gladyatörlerin işkencesi altında acı çeken ilk Hıristiyanları) hatırlatıyordu. Sanki bu yirminci yüzyıl versiyonuydu." (13)
İnanması imkansız ama dünyada kendi dinsel inançlarının emirlerine göre başka dinlere Anadolu'ya hükmettikleri 900 yıla yakın bir süre içinde olağanüstü bir özgürlük, sosyal haklar ve tolerans tanıyan dünyanın tek ulusu Müslüman Türkler, birkaç kişinin yalanları, uydurmaları, iğrenç niyet ve iftiralarının kurbanı olmuş, Neronun Romalıları gibi Hıristiyanlara zulmeden bir duruma düşürülmüştü. Bunu da yapan Avrupa'nın zulmünden bıktığı için tam yüzyıl Avrupa – Amerika ilişkilerini belirli bir seviyede donduran 20. yy.'ın en modern devleti olmaya aday genç ABD ve onun siyaset ve basın yayın organları idi. Hiç bir araştırma, hiç bir soruşturmaya gerek dahi duymadan ve Türklerin durumuna karşı en ufak bir insani yaklaşım göstermeden kin ve nefret ordusuna koca bir ulus daha katılmıştı.
Ağustos 1915'te Morgenthau'nun teşviki ve Cumhurbaşkanı'nın hararetli konuşması sonrasında bir Yakın Doğu (daha ziyade Suriye ve Ermeniler için ) Yardım Fonu oluşturuldu. Türk zulmünün kurbanları için bağış toplanmaya başlandı. Tarihte halkın büyük bir cömertlikle gönülden katıldığı böyle bir genel yardımlaşma zor görülebilir. Ülkenin en büyük şehirlerinde New York'un Amsterdam Opera Binası, Philadelphia Stadyumu, Detroit'deki Billy Pazar Çadırı ve diğer meydanlarda toplantılar yapıldı. Başkan Wilson ve Theodore Roosevelt telgrafla, Morganthau ateşli bir konuşma ile katıldılar. Sonunda bu kampanyalardan milyonlarca dolar yardım toplandı.(14)
Toplanan paralar İstanbul'daki Amerikan Büyükelçisi Morgenthau'ya gönderiliyor ve Osmanlı devleti içinde dağıtımı o ayarlıyordu. (Tabii ki paraların nereye gittiğini ve gerçek dağıtımın örgütlere mi, kiliseye mi, yoksa bütün bu olaylar yüzünden yollara düşen, gerçek ihtiyaç sahibi insanlara mı gideceğini tahmin etmek cidden zordur.) Osmanlı yöneticileri (büyük bir insanlık örneği göstererek) paranın alınmasına ve dağıtılmasına itiraz etmediler. 1917 yılında bir ayda 100.000 dolar gelmeye başladı. (15) Morgenthau gelen yardım paralarının (önemli) bir kısmını Filistin'deki Musevi örgütlerine aktardı (16) Çünkü bölgede başka büyük oyunlar oynanıyordu. Batılı Güçlerin himayesinde Filistin'de Yahudi çoğunluğa dayanan yeni bir devletin kurulması ve Ortadoğu'da yeni keşfedilen "Petrol Bölgelerinin" ele geçirilmesi gibi oyunlar.
DİPNOTLAR:
(1) Ambassador Morgenthau's Story, Edited by Burton J. Hendrick (İssue of Detroit Michigan News –1918).
Heath W. Lowry, The Story Behind, Ambassader Worgenthau's Story, s. V, VI (The İsis Press, İstanbul – 1990).
(2) Aynı Eser, s. 11-12.
(3) Aynı Eser, s. 12-13.
(4) Aynı Eser, s. 14.
(5) Aynı Eser, s.16.
(6) Aynı Eser, s.16.
(7) Aynı Eser, s. 16-17.
(8) Henry Morgenthau (in colaboration with French strother) All in a Life Time, s.178, 187, 215, 216, 224, 227, 259 ve 266 (New York, Doubleday, Page Co-1922).
(9) William M. Sloane, Bir Tarih Laboratuvarı Balkanlar, s..175 (Sürey Yayıncılık, İstanbul – 1987).
(10) Orly Saldırısı, Davası 19 Şubat –2 Mart 1985, Şahit ve Avukat Beyanları, s. 15 (Mümtaz Soysal'ın ifadesi).
(11) Osmanlı'dan Günümüze Ermeni Sorunu, Justin Mc Carthy, Birinci Dünya Savaşı'nda İngiliz Propagandası ve Bryce Raporu, s.32 (Editör, Hasan Celal Güzel, 2. Baskı, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara- 2001).
(12) Osmanlıdan Günümüze Ermeni Sorunu,s.34, Justin Mc Carthy: Birinci Dünya Savaşında İngiliz Propagandası ve Bryce Raporu ( Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2001)
(13) Howard M. Sachar, The Emergence of The Middle East, 1914-1924, s.342 (The Penguin Press, Washington – 1969).
(14) Aynı Eser, s. 343.
(15) Aynı Eser, s.343.
(16) Aynı Eser, s.194.
Tarihte Türklere Karşı Soykırım İddialarının mimarlarından Portreler- Lord Salisbury
Dr. M. Galip BAYSAN ANKARA, 10 Aralık 2007 Pazartesi
1876'da İstanbul'daki Tersane Konferansı'na İngiliz Hükümeti'nin temsilcisi olarak Disraeli Kabinesinde Dışişlerinin Hindistan işleri sekreteri Salisbury Markisi gönderilmişti. Salisbury eşi ve büyük oğlu ile birlikte 5 Aralık günü İstanbul'a geldi ve altı hafta kaldı, İngiltere Başbakanı ile elçisi Türkleri seven insanlardı ama Salisbury, tıpkı Gladstone gibi, Kırım Savaşı'nın korkunç bir politik hata olduğuna inanıyordu. Bu ön yargılarını İstanbul'a gelmeden Paris, Berlin, Viyana ve St. Petersburg gibi Avrupa başkentlerinde görüştüğü kimselerle de paylaşıyordu. Onlar da Osmanlı İmparatorluğu'nun artık geri dönülmez biçimde çökmekte olduğu kanısındaydılar. (1)
Salisbury'nin İstanbul'da gördüğü hiçbir şey onun bu düşüncesini değiştirmedi. Sultana ve hükümet erkânına güven duygusu beslemiyordu. Abdülhamit'in iltifatları, eşine ve çocuğuna gösterilen ilgi onun kaba saba davranışlarını etkilemedi. Noel'de üçüncü oğluna yazdığı mektupta padişahtan "Bize istediğimiz şeyi vermeye cesaret edemeyeceğini, (Balkanlarda Hıristiyanlara cazip gelecek değişiklikler yapmak), çünkü kendi hayatının tehlikede olduğunu söyleyen sefil, zayıf bir yaratık." Şeklinde tanıtmaktadır. Bu sözleri Bab-ı Âli'ye gönderilen bir Dışişleri görevlisi yapsa, pek az bir ilgi yaratırdı. Ama 1876 yılında Salisbury, İngiltere'nin İmparatorluk politikasında geleceğin adamı durumundaydı. Daha 2-3 ay önce tahta çıkmış olan Sultan Hamide paralel bir şekilde, 32 yıllık saltanatının yarısına yakın bir süre İngiltere'nin Osmanlı Politikasını bu adam yönlendirecekti ve sonuna kadar Abdülhamit ve Türklere karşı sevgisizliğini muhafaza etti. ... Bir büyük düşman Gladstone göçmeden ondan da tehlikeli bir başka Türk düşmanı siyaset sahnesinde yerini alıyordu.
Robert Arthur Talbot Gascoyne – Cecil Salisbury (1830-1903) Büyük Britanya İmparatorluğunun genişleme döneminde üç kez Başbakanlık (1885-1886, 1886-1892, 1895) ve dört kez Dışişleri Bakanlığı (1878, 1885-1888, 1886-1892, 1895-1900-) yapmış muhafazakâr siyaset adamı'dır. 1853'te Stamford temsilcisi olarak Avam Kamarası'na seçildi. 1866'da Hindistan'dan sorumlu Devlet Bakanı oldu, 1867'de bu görevinden ayrıldı. İstanbul'daki Tersane Konferansı'ndan dönüşünden bir yıl sonra Dışişleri Bakanlığı'na getirildi, 1881'de Disraeli'nin ölümünden sonra onun yerine geçti. Lortlar Kamarası'ndaki Muhafazakâr muhalefetin liderliğini üstlendi. Tıpkı Gladstone gibi yaşlılık ve sağlığının bozulması nedeni ile 1900'de son olarak Dışişleri Bakanlığından ayrıldı. (2)
Ermeni İsyanı'nın en önemli etkenlerinden birinin Avrupa'nın Emperyalist güçlerinin Türkiye üzerindeki emelleri olduğunu biliyoruz. Siyasi durumun 1880'den sonra çok karmaşık bir hal aldığını, Osmanlı'nın ünlü "Denge Politikasının" (3) iflas ettiğini ve İngiltere'nin Gladstone öncülüğünde yön değiştirmesi üzerine Osmanlı Devleti'nin yeni arayışlara girdiğini ve bu nedenle "Doğuya doğru" yayılmak isteyen Almanya ile temas kurmaya başladığını da (4) hatırlıyoruz. Bütün bu değişikliklerin kökeninde 1877-1878 Türk-Rus Savaşı'nda alınan ağır yenilgi sonrasında imzalanan (3 Mart 1878) Yeşilköy (Ayastefanos) anlaşması ve büyük devletlerin araya girmesi ile imzalanan Berlin (13 Haziran-13 Temmuz 1878) antlaşmaları vardır. Rus Büyükelçisi General İgnatyev'in tavsiyeleri ile hazırlanan Yeşilköy Antlaşması'nın 16'ncı maddesi Ermenilerle ilgili idi ve bu antlaşmayla Rus Askeri'nin Doğu Anadolu'yu boşaltması ve Osmanlı Devleti'ne geri verilmesi, bölgede iki devlet arasındaki ilişkilerde karışıklığa yol açabileceği ileri sürülerek Osmanlı Devleti'nin Ermenilerle meskun mahallerde derhal ıslahat yapması ve Ermenilerin Kürt ve Çerkezlere karşı korumalarının sağlanması taahhüt ediliyordu.(5)
Bu antlaşma ile "Ermeni" adı, uluslararası bir antlaşmada ilk defa yerini alıyordu. Ermeni Devası'nın bu andan itibaren başladığı, Ermeni tarihinde dev bir adım atıldığı ve bir dönüm noktası olduğu kabul edilebilir. 16'ncı maddede geçen Ermenistan ifadesi ile böyle bir bölgenin varlığı Ruslar tarafından Türk'lere kabul ettirilmiş oluyordu.(6)
Bu antlaşmanın bölgede Rusya'ya çok fazla avantaj sağlaması, büyük devletlerin çıkarları ile çatışınca, Rusya'ya baskı yapılarak Berlin'de yeni bir barış için görüşmelere başlanması talep edildi. Berlin Antlaşması hazırlığı sürerken iki önemli gelişme oldu.
İngiltere ile Rusya arasında 30 Mayıs 1878'de Londra'da gizli bir antlaşma yapıldı. Bu antlaşmaya göre Rusya, Bulgaristan sınırlarının daraltılmasını kabul ederken, İngiltere Kars, Ardahan ve Batum'un Ruslarda kalmasını ve Doğu Bayazıd'ın Türklere iadesini kabul edecekti.(7) Aynı günlerde Avusturya ve İngiltere Berlin Kongresi'nde Osmanlı Devleti'ne yardım vaadiyle toprak talebinde bulundular. Avusturya Bosna-Hersek'i isterken, İngiltere Osmanlı topraklarını artık Doğu Anadolu'nun büyük bir kesimine yerleşmiş olan Rusya'ya karşı koruyabilmek amacıyla Kıbrıs'ın kendisine verilmesi için, İstanbul'daki Elçisi vasıtası ile hükümetle temasa geçti. Nihayet 4 Haziran 1878 tarihinde yapılan bir anlaşma ile Kıbrıs, Osmanlı Devleti'ne bağlı olması ve vergisini Osmanlı Devleti'ne ödemesi şartı ile İngiltere'ye "askeri ve stratejik mülahazalarla" terk edildi.(8) Rusların Doğu Anadolu'dan çekilmeyi kabul etmesi halinde İngiltere de Kıbrıs adasından çekilecekti.(9)
Okuyucularımız herhalde İngiltere'nin oynadığı çift taraflı oyunu fark etmiş olmalılar. Rusya'ya gizli bir anlaşma ile Kars, Ardahan, Batum'dan çıkma diyecek, sonra Türklere, Ruslar Doğu Anadolu'ya girdiler seni yalnız bırakmamı istemiyorsan Kıbrıs'ı geçici olarak benim kontrolüme bırak diyerek Doğu Akdeniz'in kontrolünü elinize alacak ve Uzak Doğu sömürgelerinin en önemli geçiş bölgesi Süveyş'i koruma ve Orta Doğuyu işgal için çok büyük bir avantaj elde edeceksiniz. Sonra da ben sizi korumak için buradayım, Ruslar Doğudan çekilirse ben de çekileceğim diyeceksiniz. Acaba bu şartlarda Rusların Kars, Ardahan, Batum'u ve İngiltere'nin de Kıbrıs'ı terk etme imkanı olabilir mi?
Bu şartlar altında imzalanan Berlin antlaşmasından sadece Fransa toprak kazanmadan ayrılınca, Almanya Başbakanı Bismark Fransız Baş delegesine "Fransa'nın Tunus'u pekala işgal edebileceğini" gizli olarak söyleyince(10) üç yıl geçmeden Fransa da Tunus'a el atacaktır. Bir yıl geçmeden de İngiltere Mısır'ı bütün olarak ele geçirme manevralarını başlatacaktır.(11)
İki kongre arasında dikkati çeken ikinci hareket; başta İstanbul'daki Ermeni Patriği Nerses Varjabedyan olmak üzere, Ermeni liderlerinin Rusya ve Avrupa ülkeleri nezdinde Anadolu'da bağımsız bir Ermenistan kurulmasına destek sağlamak amacıyla büyük bir faaliyet içine girmeleridir.
17 Mart 1878 günü Patrik Nerses, İstanbul'daki İngiliz Büyükelçisi Loyard'la görüşmüş ve bu görüşmesinde "Ermenistan'da bir Hıristiyan yönetimi istendiğini" söylemiştir. İngiliz Sefiri "Ermenistan" demekle hangi toprakları kastettiğini sorunca Patrik Nerses; Van, Sivas, Diyarbakır ve Kilikya'yı saydı. Sefir bu bölgelerde Ermenilerin çoğunlukta olmadıklarını söylediği zaman, Patrik bunu bildiklerini, ancak, Rusya'nın topraklarını genişletmesi nedeni ile bölgede Osmanlı-Rus dengesinin değiştiğini, Ermenilerin de kendi geleceklerini düşünme mecburiyetinde olduklarını beyan etmiştir. Patrik, bundan böyle, eğer büyük devletler Ermenilerin haklı taleplerine kulak asmazlarsa, bu bölgedeki Ermenilerin Türk yönetimine karşı toptan ayaklanıp, Rusya'ya bağlanacağını ifade etmiştir.(12)
Ermeniler bütün gayretlerine rağmen Berlin Kongresi'nde istedikleri sonucu alamadılar. Ermeni başvurusu 4 Temmuz 1878 tarihli oturumda İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Salisbury tarafından ortaya atılarak ele alınmış, görüşmeler sonunda Yeşilköy Anlaşması'nın 16'ncı maddesi, yeni 61'nci madde olarak şu şekilde kabul edilmiştir:
"Bab-ı Ali, Ermenilerin oturdukları vilayetlerin mahalli şartları dolayısıyla muhtaç oldukları ıslahat ve düzenlemeleri gecikmeden yapmayı taahhüt eder ve bu konuda alacağı tedbirleri sırası geldikçe bu devletlere tebliğ edeceğinden, adı geçen devletler de bu tedbirlerin uygulanmasına nezaret edeceklerdir." (13)
Böylece Rusya, Doğu Anadolu'da işgal ettiği yeni topraklarla Ortadoğu'ya egemen olmak için önemli bir köprübaşına sahip olurken(14) Avrupa'nın büyük devletlerinin İstanbul'daki temsilcileri istedikleri her fırsatta istismar edebilecekleri ve Osmanlı Hükümeti'ni zaman zaman çok zor durumlara düşürebilecekleri bir imkana sahip olabileceklerdir. Bunun yanında, Anadolu'da yaşayan Ermenilerle birlikte diğer Hıristiyan topluluklar da, en ücra köşelerde açılan yabancı okullar, bu okullarda görev alan misyonerler ve konsolosluklar vasıtası ile milyonlarca Müslüman'ın hayal dahi edemediği siyasi, kültürel, hukuksal, ekonomik ve dini büyük imkanlara sahip olacaklardır.
Bu gelişme Granville'nin kaleminden şu sözlerle yansıtılacaktır:
"Ermenilerle ilgili Islahat Maddesi'nde ıslahatlara nezaret, antlaşmaya taraftar bütün devletlere verilerek, inisiyatif Rusya'nın elinden alınıyordu. Bu antlaşmayı müteakip, Ermenilerle ilgili ıslahatın şampiyonu İngiltere olacak, İngiliz tahrikleriyle Ermeniler büsbütün şımaracak, faaliyetlerini arttıracaklardır. Meselenin sebepleri yine aynıdır: Dış tahrik, "Ermeni Meselesi" Avrupa'ya uygarlık dışı Müslüman taassubu ile Batıya yaklaşmak için çırpınan Ermeniler arasında yüz yıllık bir çatışma şeklinde tanıtılmıştır. Gerçekte bu düşmanlık yabancı entrikalarının ürünü bir sonuçtur. Geçmişteki Türk-Ermeni ilişkilerine bir göz atılacak olursa, bu iki ırkın yüzyıllar boyunca en ufak bir anlaşmazlığa düşmeden yaşadıkları görülür." (15)
"Berlin Anlaşması'ndan birkaç ay geçmeden Lord Salisbury'nin 1878'de Ermenilere ilgi duyması üzerine 8 İngiliz askeri konsolosu, Sultanın Doğu Anadolu'da reformlar yapmasını garantiye almak üzere göreve atandı. Onların faaliyetleri pek fazla olmadı, ancak Antlaşmanın imzalanmasından hemen sonra, zaman geçirmeden İngiliz Hükümeti temsilcilerinin bölgeye gelmesi "Ermeni Tahrikçiler"'i (heyecanlandırdı) ve İngilizlerin kendilerine duyduğu ilgiyi abartmalarına neden oldu. Ancak bu hareketin (ayaklanmaların) temposunu belirleyenler ne Çar'ın, ne de Sultanın tebaasına mensup kimselerdi, gerçek tahrikçiler sürgünde yaşayanlar olmuştur." (16)Bir Hıristiyan devlet olan İngiltere'nin, Balkanlarda yaşayan Hıristiyan toplulukların bağımsızlık isteklerine karşı çıkması mümkün değildi. Bu nedenle sadece ( daha önce incelediğimiz) Gladstone veya Salisbury değil, İngiliz hükümeti, geçen yıllar içinde Hıristiyanların yanında yerini alıyordu. 1890'larda sıra Anadolu'da yaşayan Hıristiyanlara, dolayısıyla Ermenilere gelmişti. (17)
İngiltere'nin girişimi ile Berlin Antlaşmasını imzalayan Avrupa büyük devletlerinin elçileri 11.6.1880 tarihinde Osmanlı Devleti'ne bir nota vererek; Berlin Antlaşması'nın 61. maddesi ile Ermeniler için yapılması kararlaştırılan ıslahatın henüz başlatılmadığını ve başlatılması için gereğinin yapılmasını aksi halde Osmanlı Devleti'ni sorumlu tutacaklarını bildirdiler, Osmanlı Devleti bu notaya 5.7.1880 tarihinde ılımlı bir yanıt verdi. Büyük devletler bu notaya iki ay kadar sonra (7.9.1880) oldukça sert bir dille yanıt verdiler. Bu belgeyi, büyük devletlerin bölge insanlarına nasıl yaklaştığını açıklayan bir ibret vesikası olarak sunuyoruz:
"Konsolos raporlarına göre mahkemelerin geleceği bir laftan ibarettir. Jandarma ve polis reformu hakkında hazırlandığını söylediğiniz projeleri halen bize bildirmediniz. Bab-ı Âli Berlin Antlaşması hükümlerini iyi kavramamış görünüyor. Ermenilerin oturdukları illerde yapılan cinayetlerden söz etme biçiminden anlaşılıyor ki, Bâb-ı Âli oradaki anarşinin derecesini onaylamaktan kaçınıyor. Halbuki bu halin devamı oradaki Hıristiyan halkın imhasını gerektirebilir. Bab-ı Âli Çerkez ve Kürt'lerin aşırı hareketlerinin önüne geçmek için olumlu hiçbir teklifte bulunmuyor. Nahiyeler Kanunu'nun uygulanması durdurulamaz, görülmedik önlemler gereklidir. Büyük devletler Türkiye'de genel ıslahat yapılmasını görmekle hoşnut olurlar, fakat söz konusu olan Berlin Antlaşması'nın 61. maddesinin Hıristiyanların kalabalık oldukları illerde yapılmasını emrettiği ıslahattır. Bab-ı Âli aynı nizamları hem Ermeni hem de Kürt'lere uygulamak istiyor, yerleşmiş halkla göçebeleri aynı surette, yönetmek olanaksızdır. Bir taraftan Ermeniler ve gerekirse Ermeni ve Türkler ve öbür taraftan Kürtler için ayrı ayrı düzenlemeler yapılmalıdır. Nahiye örgütü, yeterli değildir. Sadece nahiye müdürleri değil daha yüksek idare amirleri dahi o yöredeki çokluğun dininden olmalıdır. Bu örgütlenmede dahi fazla merkeziyetçilik vardır. Bizim düşündüğümüz il ve nahiye jandarmalarının oluşma biçimi, başka başkadır. Sizin plânınıza göre nahiye jandarması, nahiye içinde çokluk halkından alınmıyor, gereklidir ki, il jandarmasının er ve subayları nahiye jandarmasından, yani nahiyelerce seçilmiş olan köy bekçileri arasından alınsın. Köyleri Kürtlerin sataşmalarına karşı koruyacak olan bu köy bekçileri, il jandarmasına kalabalıkları oranında adam vermelidir.
Cinayet mahkemeleri hakkında yeterince açıklama yapılmıyor. Onlarda Ermeni unsurunun çoğunluğu oranında temsil edilmelidir. Bu mahkemelerin üyeleri görevden almamak üzere mi yoksa muayyen bir zaman için mi atanacaklardır? Ne uygulayacaklardır? Şeriatı mı yoksa bir kanun mu? Yarı bağımsız ve tamamiyle vahşi Kürt aşiretlerine bunlar kararlarını nasıl uygulayacaklardır?
... Bundan ötürü Kürtleri, Ermenilere ait ıslahattan ayrı tutmalı ve onlara cengaver ve diğer geleneklerine uygun bir yönetim uygulanmalıdır. Ayrıca uluslararası yükümlülükler gereğince Ermenilerin bulundukları illerdeki ıslahat yerel gereksinmelere uygun olmalıdır ve büyük devletlerin denetimi altında yapılmalıdır." (18)
Acaba bu bir nota mıdır? Ültimatom mudur? Tehdit mi yoksa insancıl ve sulhça bir yaklaşım mıdır? Bölge insanlarının tümünün refah ve mutluluğumu, yoksa sadece Hıristiyan Ermenilerimi kayırmaktadır? Yorumu okuyucuya bırakıyoruz.
Osmanlı Devleti'nin verdiği cevap (3.10.1880) olumlu karşılanınca konunun üstüne gidilmemiştir. Bunun iki ana nedeni vardır. Bunlardan birincisi Fransa'nın Tunus'u, İngiltere'nin Mısır'ı işgal etme hazırlığında oluşları, diğer neden de henüz teşkilâtlanmaya geçmemiş Ermenilerin ülke içinde ciddi isyanlara başlayamamış olmalarıdır. (19) Bunun farkına varan Ermeniler yurt içi ve yurt dışında teşkilatlanmaya başladılar 1887'de İsviçre'de Hınçak (Çan sesi) ve 1890 yılında Tiflis'te federasyon anlamına gelen Taşnaksutyun, tam ifadesi ile (Ermeni İhtilal Cemiyetleri Birliği) kuruldu. (20) ve bütün ülkede okullar, misyonerler ve konsoloslukların da yardımı ile tahrik, tefhiş ve propaganda faaliyetleri hızlandırıldı. Tabiatıyla amaç dış ülke halklarının ve temsilcilerinin Ermeni davasına olan ilgilerini zorlamalarla canlı tutmak ve Türkiye'den koparılacak büyük bir bölge üzerinde bir devlet kurmaktır.
1895 yılı gibi Ermeniler için çok hareketli bir yıl oldu. Doğu illerindeki olayları inceliyor görünen İngiliz, Fransız ve Rus memurları, bilinen nedenlerle Bab-ı Âli'yi suçlayınca İngiliz, Fransız ve Rus Büyükelçileri 11 Mayıs – 1895'te Osmanlı Devleti'ne müşterek bir muhtıra vermişlerdir. (Hazırlanan memorandum ve proje padişaha verildi. Ertesi gün de üç devlet baş tercümanları, Bab-ı Âli'ye giderek bunları hükümete verdiler. Bütün ıslahat teşebbüslerinde sözü edilen ve (Mayıs Projesi) denilen proje budur. (21)
Genel olarak Bölgedeki Valilerin memuriyetinin beş yıl olması, bunların tayininde Büyükelçilerin onayının alınması, jandarmanın değişik dinlerden seçilmesi, Kürt göçebelerin kontrol altına alınması isteniyordu. Padişah teklifleri münasip bir cevapla ve padişahın hükümranlık haklarına aykırı olduğu gerekçesiyle 3 Haziran'da geri çevirdi.
İngiltere'de Muhafazakâr partinin iktidara gelmesi ve Salisbury'nin hükümetin başına geçmesi, Osmanlı devleti tarafından olumlu karşılandı. Ancak Lord Salisbury'nin gerçek düşüncesinden haberi olmayan Osmanlı Devleti eskisinden daha sıkışık durumlarla karşılaşacaktır. Tabii ki bunun nedeni Türklerle bir türlü yıldızının barışmadığını gördüğümüz bu Başbakandı.
Gördüğü baskı üzerine 17 Haziran 1895 tarihinde büyük devletlere verdiği bir notayla, Osmanlı Devleti bazı kanunları kabul ettiğini açıkladı ve 14.7.1895'de Ermeniler lehine geniş bir af ilan etti. Bu af Lord Salisbury'yi biraz yatıştıracaksa da, Onun Osmanlı Devleti aleyhinde plânlar yapmasını engellemeyecektir. (22) Baskılar devam edince Osmanlı Devleti 20 Ekim 1895 tarihli, Ermenilere büyük avantajlar sağlayan Islahat Projesini kabul ettiğini İngiltere, Fransa ve Rusya'ya bildirdi (23) Padişahı endişelendiren, büyük devletlerin onu tahtından indireceği korkusu olmuştu.
Islahat teklifleri görüşülürken İngiltere Başbakanı Lord Salisbury Türkiye'nin paylaşılmasından söz etmeye başlayacaktır. Temmuz ve Ağustos 1895'de Alman Büyükelçisi'ne Habeşistan'ın Zeyla limanını almak isteyen İtalya'yı Osmanlı Devleti arazisinde (Trablusgarp ve Arnavutluk)'un mutlu edeceğini söyledikten sonra, Osmanlı Devleti'ni "yaşamak için çok çürük" sözleriyle Osmanlı Devleti'ni büyük devletlerin aralarında paylaşmalarını teklif etmiştir. (24)
1896 yılı başında, Lord Salisbury, Osmanlı Hükümeti'nin genel işleri üzerinde İstanbul'daki büyükelçilerin denetimini kurmayı istemiştir. Bab-ı Âli büyük devletlerin onayı ile iş görecektir. Salisbury'e göre, bu tedbir de yeterli değildir. Osmanlı İmparatorluğu her an çökebilir, alınacak tedbirleri görüşmek üzere büyükelçiler hemen toplanmalıdır. Lord Salisbury paylaşma yanında Abdülhamit'i de tahttan indirmek istemektedir. (25)
Bütün bu baskılara en fazla muhatap olan Osmanlı devlet adamı, Sultan II. Abdülhamit'ten başka kimse değildir. Uyguladığı mutlak monarşik düzen nedeni ile, bütün saldırıların hedefi kendisi idi. O dönemde İngiltere ile arasında en büyük bağ olarak kabul ettiği Vambery'nin 10 Ekim 1896 tarihinde Sir Thomas'a gönderdiği mektupta Sultanın kendisine şunları söylediğini belirtiyor:
"Bizden Sırbistan, Yunanistan ve Romanya'yı almakla Avrupa ellerimizi ve bacaklarımızı kesmişti. Bütün bunlara karşı Osmanlı milleti sessiz kalmıştır. Fakat bir Ermeni sorunu yaratmak için bağrımızı deşmek istiyorsunuz. İşte buna dayanamayız. Kendimizi savunmak zorundayız, savunacağız." (26)
16.1.1894'de de Alman Büyükelçisi Prens de Radolen'e Doğu'daki Ermeni isyanlarının tertipçisinin İngiltere olduğunu söylüyor ve ıslahat konusunda fikrini şöyle belirtiyordu: "Yemin ederim ki, Ermenilerin yanlış baskısına boyun eğmeyeceğim ve bağımsızlığa götürecek ıslahatı kabulden ise ölmeyi tercih ederim." (27)
Çağdaş Türk aydınları, ülkesini 32 yıl mutlakıyetle yönetmiş bir sultan için iyi duygular beslemeyebilirler. Bununla birlikte onun ülkesinin haklarını savunma konusunda gösterdiği çabalar saygı ile karşılanmalıdır. Teşhisleri doğrudur. Doğu Anadolu'da yapılması istenen düzenlemeler için; "ıshalat maskesi altında İslâm-ı Mahv ve Ermenileri desteklemek suretiyle sonunda bağımsız olmalarına sebep olmak istiyorlar." (28) sözleriyle Avrupalıların gerçek niyetini çok iyi bildiğini belirtecektir.
Ağustos 1894'deki Sason ayaklanmasına Avrupa, "Ermeni soykırımı" adını koydu ve sorumluluğu Abdülhamit II'ye yükledi. Londra, Amsterdam ve Paris'te mitingler yapılarak büyük devletlerin enerjik bir şekilde duruma müdahale etmeleri istendi. İstanbul'daki İngiliz Elçisi, isyan hakkında bir soruşturma yapılmasını ve suçluların ağır bir şekilde cezalandırılmasını talep etti. Fransa ve İngiliz Elçiliği temsilcilerinin de katıldığı komisyon tabiatıyla olayların sorumluluğunu Bab-ı Ali'ye yükledi. Bu suretle hem Hıristiyan kamu oyu tatmin edilmiş ve hem de İngiliz ve Rus ajanlarının Ermenileri tahrik etme hususundaki faaliyetleri gizlenmiş oldu. Buna rağmen Rusya ve Fransa Bab-ı Âli'ye bağımsız bir Ermeni Devleti'ni desteklemeyeceklerini ima ettiler. Osmanlı Devleti direniş gösterince artık Başbakan olmuş olan Lord Salisbury Sadrazam Sait Paşa'ya 28 haziran 1895'de tehditlerle dolu bir tebliğde bulundu.
"Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu çok büyük tehlikeye dikkati çekerim. İktidara geldiğim günden beri İngiltere'de kamu oyunun Osmanlı Devleti aleyhine döndüğünü hayretle görüyorum. Bu devletin devam etmeyeceğine dair kanaat günden güne artmaktadır." (29)
Başvekil, İngiltere kamu oyunun tatmin edilmesi için Ermeniler lehinde talep edilen ıslahatın yapılması gereğine işaret ettikten sonra, "Ermeniler için muhtariyet bahis konusu değildir. Yalnız adalet isteniyor. Doğu vilayetlerinde Avrupa'nın itimat edeceği memurlar bulunmak ve kuvvetli bir idare olması gerekir. Yalnız bunlar padişah tarafından hür bırakılmalıdır." Başvekilin tebliği şöyle sonuçlanıyordu: "Ne Almanya, ne İtalya, Ne Avusturya, İngiltere'nin Şark Meselesindeki politikasına engel olamazlar. Fransa Rusya'ya sadıktır. (Üçlü İtilafın temeli bir yıl önce 1894 Fransa-Rusya antlaşmasıyla atılmıştı.) Osmanlı Devleti'nin devamını sağlayan şey yalnız İngiltere'nin Rusya ile müttefik olmamasıdır. Eğer ittifak vaki olursa tehlike son dereceye gelir. Osmanlı Devleti sona erer." (30) Salisbury 1 Ağustos 1895'de Lordlar kamarasında yaptığı konuşmada da aynı tehditleri tekrarlamaktan çekinmedi (31)
İngiltere Başbakanı Lord Salisbury'nin Osmanlı Devleti'ne düşmanca bir tutum içine girip tehditler savurması, yurt içinde Ermeni isyanlarını cesaretlendirdi ve daha önce kısmen temas ettiğimiz gibi Ermeni isyanları adeta patlama gösterdi. Ayrıca Girit ve Makedonya, Bulgaristan gibi diğer Hıristiyan toplumlarını da harekete geçirdi. Sadece 1895-1896 yıllarında resmi kayıtlarda belirtilen isyanlar pek çok sırrı açıklamak için yeterli olacaktır.
1895-1896 Ermeni İsyanları: (32)
Zeytun (Süleymanlı) İsyanı : 16 Eylül 1895
Divriği (Sivas) İsyanı : 29 Eylül 1895
Bab-ı Âli olayı : 30 eylül 1895
Trabzon İsyanı : 2 Ekim 1895
Eğin (Mamuretül (Aziz) İsyanı : 6 Ekim 1895
Develi (Kayseri) İsyanı : 7 Ekim 1895
Akhisar (İzmit) İsyanı : 9 Ekim 1895
Erzincan İsyanı : 21 Ekim 1895
Gümüşhane (Trabzon) İsyanı : 25 Ekim 1895
Bitlis İsyanı : 25 Ekim 1895
Bayburt (Erzurum) İsyanı : 26 Ekim 1895
Maraş (Halep) İsyanı : 27 Ekim 1895
Urfa (Halep) İsyanı : 29 Ekim 1895
Erzurum İsyanı : 30 Ekim 1895
Diyarbakır İsyanı : 2 Kasım 1895
Siverek (Diyarbakır) İsyanı : 2 Kasım 1895
Malatya (Mamaretü'l Aziz) İsyanı : 4 Kasım 1895
Harput (Mamuretü'l Aziz) İsyanı : 7 Kasım 1895
Arapkir (Mamuretü'l Aziz) İsyanı : 9 Kasım 1895
Sivas İsyanı : 15 Kasım 1895
Merzifon (Sivas) İsyanı : 15 Kasım 1895
Maraş (Halep) İsyanı : 18 Kasım 1895
Muş (Bitlis) İsyanı : 22 Kasım 1895
Kayseri (Ankara) İsyanı : 3 Aralık 1895
Yozgat (Ankara) İsyanı : 3 Aralık 1895
Zeytun İsyanı : 1895-1896
Birinci Van İsyanı : 2 Haziran 1896
Osmanlı Bankası baskını : 14 Ağustos 1896
Not: Parantez içindeki şehirler o zamanki idari bölünmeye göre ait olduğu illeri belirtiyor.
Dr. M.Galip BAYSAN
DİPNOTLAR:
1. Alan Palmer: Osmanlı İmparatorluğu, Son Üç Yüz Yıl, Bir Çöküşün Tarihi,s.163 (Sabah Yay.-1995)
2. Ana Britanica: Cilt.27,s.89 (Hürriyet Anal Yayıncılık-1994)
3. Fahir Armaoğlu: 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi,s.43-54 (İş.Bankası,Ankara-1985) ; Yuluğ Tekin Kurat: Osmanlı İmparatorluğunun Paylaşılması,s.10 (Ankara-1986)
4. Edward Mead Earle: Bağdat Demiryolu Savaşı, s.59-81 (Türkçe'si Kasım Yargıcı,Milliyet Yay. İstanbul-1972) ; Marian Kent: Osmanlı imparatorluğunun Sonu ve Büyük Güçler,s.129-153 (Tarih vakfı Yay. İstanbul-1999)
5. Ki Young Lee: Ermeni Sorununun Doğuşu,S.71 (T.C.Kültür Bakanlığı,Ankara-1998)
6. Aynı eser,s.71-72
7. Enver Ziya Karal: Osmanlı Tarihi,Cilt-8,S.70 (Türk Tarih Kurumu, Ankara-1962)
8. Aynı Eser,s.71-72 ; Standford J.Shaw & Ezel Kural Shaw: History of The Ottoman Empire And Modern Turkey,s.190-191 (Cambridge University Press-1985)
9. Mim kemal Öke: Vambery, Belgelerle Bir devletler Arası Casusun Yaşam Öyküsü,s.78-79 (İst.-1985)
10. E.Z.Karal,s.78
11. Aynı Eser s.93-101
12. Bilal Şimşir: British Documents on The Ottoman Armenians (1856-1880),c.1,s.154-155 (TTK, Ankara-1982)
13. Enver Ziya Ksaral: Osmanlı İmparatorluğunda Ermeni meselesi (Dışişleri Bakanlığı, Ankara-1971)
14. Ki Young Lee,s.71-72
15. Edgar Granville: Çarlık Rusyasının Anadoludaki Oyunları, s.17 (Ankara-1967)
16. Alan Palmer,s.196
17. The Middle East in World Affairs,s.22
18. Halil Metin: Türkiye'nin Siyasi Siyasi Tarihinde Ermeniler ve Ermeni Olayları, s.74-75 (M.E.B. İstanbul-1997) ; Cemal Kutay: Türkiye İstiklal ve Hürriyet Mücadelesi Tarihi Dergisi,c.15, sayı21,s.8451 (Hamle Matbaası, İstanbul-1961)
19. Halil Metin,s.76
20. Gültekin Ural: Tarihin Işığında Ermeni Dosyası,s.94-97 (İstanbul-1998)
21. Esat Uras: Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi,s.296-326
(2.Baskı,Belge yay.İstanbul-1987)
22. Cemal Kutay,s.8551
23. Esat Uras,s.345-351
24. Doğan Avcıoğlu: Milli Kurtuluş Tarihi, 1838den 1995e, 1.Kitap,s.40 (İstanbul-1987)
25. Aynı Eser,s.1
26. M.K.Öke,s.104
27. Yusuf hikmet Bayur: Türk İnkılap Tarihi C.1,Ks.1,s.77-78 (TTK Ankara-1974)
28. Süleyman Kocabaş: Hindistan Yolu ve Petrol Uğruna Yapılanlar, Türkiye ve İngiltere s.65 (İstanbul-1985)
29. Sait Paşanın Hatıratı: C.1,s.271 (Dersaadet-1328)
30. Altan Deliorman: Türklere Karşı Ermeni Komiteleri,s.56 (3.Baskı,İstanbul-1980)
31. Sait Paşanın hatıratı,s.270
32. Azmi Süslü: Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı,s.58-59 ( Van 100. Yıl Üniversitesi-1990)
http://www.heddam.com/index.asp?H=7531
1876'da İstanbul'daki Tersane Konferansı'na İngiliz Hükümeti'nin temsilcisi olarak Disraeli Kabinesinde Dışişlerinin Hindistan işleri sekreteri Salisbury Markisi gönderilmişti. Salisbury eşi ve büyük oğlu ile birlikte 5 Aralık günü İstanbul'a geldi ve altı hafta kaldı, İngiltere Başbakanı ile elçisi Türkleri seven insanlardı ama Salisbury, tıpkı Gladstone gibi, Kırım Savaşı'nın korkunç bir politik hata olduğuna inanıyordu. Bu ön yargılarını İstanbul'a gelmeden Paris, Berlin, Viyana ve St. Petersburg gibi Avrupa başkentlerinde görüştüğü kimselerle de paylaşıyordu. Onlar da Osmanlı İmparatorluğu'nun artık geri dönülmez biçimde çökmekte olduğu kanısındaydılar. (1)
Salisbury'nin İstanbul'da gördüğü hiçbir şey onun bu düşüncesini değiştirmedi. Sultana ve hükümet erkânına güven duygusu beslemiyordu. Abdülhamit'in iltifatları, eşine ve çocuğuna gösterilen ilgi onun kaba saba davranışlarını etkilemedi. Noel'de üçüncü oğluna yazdığı mektupta padişahtan "Bize istediğimiz şeyi vermeye cesaret edemeyeceğini, (Balkanlarda Hıristiyanlara cazip gelecek değişiklikler yapmak), çünkü kendi hayatının tehlikede olduğunu söyleyen sefil, zayıf bir yaratık." Şeklinde tanıtmaktadır. Bu sözleri Bab-ı Âli'ye gönderilen bir Dışişleri görevlisi yapsa, pek az bir ilgi yaratırdı. Ama 1876 yılında Salisbury, İngiltere'nin İmparatorluk politikasında geleceğin adamı durumundaydı. Daha 2-3 ay önce tahta çıkmış olan Sultan Hamide paralel bir şekilde, 32 yıllık saltanatının yarısına yakın bir süre İngiltere'nin Osmanlı Politikasını bu adam yönlendirecekti ve sonuna kadar Abdülhamit ve Türklere karşı sevgisizliğini muhafaza etti. ... Bir büyük düşman Gladstone göçmeden ondan da tehlikeli bir başka Türk düşmanı siyaset sahnesinde yerini alıyordu.
Robert Arthur Talbot Gascoyne – Cecil Salisbury (1830-1903) Büyük Britanya İmparatorluğunun genişleme döneminde üç kez Başbakanlık (1885-1886, 1886-1892, 1895) ve dört kez Dışişleri Bakanlığı (1878, 1885-1888, 1886-1892, 1895-1900-) yapmış muhafazakâr siyaset adamı'dır. 1853'te Stamford temsilcisi olarak Avam Kamarası'na seçildi. 1866'da Hindistan'dan sorumlu Devlet Bakanı oldu, 1867'de bu görevinden ayrıldı. İstanbul'daki Tersane Konferansı'ndan dönüşünden bir yıl sonra Dışişleri Bakanlığı'na getirildi, 1881'de Disraeli'nin ölümünden sonra onun yerine geçti. Lortlar Kamarası'ndaki Muhafazakâr muhalefetin liderliğini üstlendi. Tıpkı Gladstone gibi yaşlılık ve sağlığının bozulması nedeni ile 1900'de son olarak Dışişleri Bakanlığından ayrıldı. (2)
Ermeni İsyanı'nın en önemli etkenlerinden birinin Avrupa'nın Emperyalist güçlerinin Türkiye üzerindeki emelleri olduğunu biliyoruz. Siyasi durumun 1880'den sonra çok karmaşık bir hal aldığını, Osmanlı'nın ünlü "Denge Politikasının" (3) iflas ettiğini ve İngiltere'nin Gladstone öncülüğünde yön değiştirmesi üzerine Osmanlı Devleti'nin yeni arayışlara girdiğini ve bu nedenle "Doğuya doğru" yayılmak isteyen Almanya ile temas kurmaya başladığını da (4) hatırlıyoruz. Bütün bu değişikliklerin kökeninde 1877-1878 Türk-Rus Savaşı'nda alınan ağır yenilgi sonrasında imzalanan (3 Mart 1878) Yeşilköy (Ayastefanos) anlaşması ve büyük devletlerin araya girmesi ile imzalanan Berlin (13 Haziran-13 Temmuz 1878) antlaşmaları vardır. Rus Büyükelçisi General İgnatyev'in tavsiyeleri ile hazırlanan Yeşilköy Antlaşması'nın 16'ncı maddesi Ermenilerle ilgili idi ve bu antlaşmayla Rus Askeri'nin Doğu Anadolu'yu boşaltması ve Osmanlı Devleti'ne geri verilmesi, bölgede iki devlet arasındaki ilişkilerde karışıklığa yol açabileceği ileri sürülerek Osmanlı Devleti'nin Ermenilerle meskun mahallerde derhal ıslahat yapması ve Ermenilerin Kürt ve Çerkezlere karşı korumalarının sağlanması taahhüt ediliyordu.(5)
Bu antlaşma ile "Ermeni" adı, uluslararası bir antlaşmada ilk defa yerini alıyordu. Ermeni Devası'nın bu andan itibaren başladığı, Ermeni tarihinde dev bir adım atıldığı ve bir dönüm noktası olduğu kabul edilebilir. 16'ncı maddede geçen Ermenistan ifadesi ile böyle bir bölgenin varlığı Ruslar tarafından Türk'lere kabul ettirilmiş oluyordu.(6)
Bu antlaşmanın bölgede Rusya'ya çok fazla avantaj sağlaması, büyük devletlerin çıkarları ile çatışınca, Rusya'ya baskı yapılarak Berlin'de yeni bir barış için görüşmelere başlanması talep edildi. Berlin Antlaşması hazırlığı sürerken iki önemli gelişme oldu.
İngiltere ile Rusya arasında 30 Mayıs 1878'de Londra'da gizli bir antlaşma yapıldı. Bu antlaşmaya göre Rusya, Bulgaristan sınırlarının daraltılmasını kabul ederken, İngiltere Kars, Ardahan ve Batum'un Ruslarda kalmasını ve Doğu Bayazıd'ın Türklere iadesini kabul edecekti.(7) Aynı günlerde Avusturya ve İngiltere Berlin Kongresi'nde Osmanlı Devleti'ne yardım vaadiyle toprak talebinde bulundular. Avusturya Bosna-Hersek'i isterken, İngiltere Osmanlı topraklarını artık Doğu Anadolu'nun büyük bir kesimine yerleşmiş olan Rusya'ya karşı koruyabilmek amacıyla Kıbrıs'ın kendisine verilmesi için, İstanbul'daki Elçisi vasıtası ile hükümetle temasa geçti. Nihayet 4 Haziran 1878 tarihinde yapılan bir anlaşma ile Kıbrıs, Osmanlı Devleti'ne bağlı olması ve vergisini Osmanlı Devleti'ne ödemesi şartı ile İngiltere'ye "askeri ve stratejik mülahazalarla" terk edildi.(8) Rusların Doğu Anadolu'dan çekilmeyi kabul etmesi halinde İngiltere de Kıbrıs adasından çekilecekti.(9)
Okuyucularımız herhalde İngiltere'nin oynadığı çift taraflı oyunu fark etmiş olmalılar. Rusya'ya gizli bir anlaşma ile Kars, Ardahan, Batum'dan çıkma diyecek, sonra Türklere, Ruslar Doğu Anadolu'ya girdiler seni yalnız bırakmamı istemiyorsan Kıbrıs'ı geçici olarak benim kontrolüme bırak diyerek Doğu Akdeniz'in kontrolünü elinize alacak ve Uzak Doğu sömürgelerinin en önemli geçiş bölgesi Süveyş'i koruma ve Orta Doğuyu işgal için çok büyük bir avantaj elde edeceksiniz. Sonra da ben sizi korumak için buradayım, Ruslar Doğudan çekilirse ben de çekileceğim diyeceksiniz. Acaba bu şartlarda Rusların Kars, Ardahan, Batum'u ve İngiltere'nin de Kıbrıs'ı terk etme imkanı olabilir mi?
Bu şartlar altında imzalanan Berlin antlaşmasından sadece Fransa toprak kazanmadan ayrılınca, Almanya Başbakanı Bismark Fransız Baş delegesine "Fransa'nın Tunus'u pekala işgal edebileceğini" gizli olarak söyleyince(10) üç yıl geçmeden Fransa da Tunus'a el atacaktır. Bir yıl geçmeden de İngiltere Mısır'ı bütün olarak ele geçirme manevralarını başlatacaktır.(11)
İki kongre arasında dikkati çeken ikinci hareket; başta İstanbul'daki Ermeni Patriği Nerses Varjabedyan olmak üzere, Ermeni liderlerinin Rusya ve Avrupa ülkeleri nezdinde Anadolu'da bağımsız bir Ermenistan kurulmasına destek sağlamak amacıyla büyük bir faaliyet içine girmeleridir.
17 Mart 1878 günü Patrik Nerses, İstanbul'daki İngiliz Büyükelçisi Loyard'la görüşmüş ve bu görüşmesinde "Ermenistan'da bir Hıristiyan yönetimi istendiğini" söylemiştir. İngiliz Sefiri "Ermenistan" demekle hangi toprakları kastettiğini sorunca Patrik Nerses; Van, Sivas, Diyarbakır ve Kilikya'yı saydı. Sefir bu bölgelerde Ermenilerin çoğunlukta olmadıklarını söylediği zaman, Patrik bunu bildiklerini, ancak, Rusya'nın topraklarını genişletmesi nedeni ile bölgede Osmanlı-Rus dengesinin değiştiğini, Ermenilerin de kendi geleceklerini düşünme mecburiyetinde olduklarını beyan etmiştir. Patrik, bundan böyle, eğer büyük devletler Ermenilerin haklı taleplerine kulak asmazlarsa, bu bölgedeki Ermenilerin Türk yönetimine karşı toptan ayaklanıp, Rusya'ya bağlanacağını ifade etmiştir.(12)
Ermeniler bütün gayretlerine rağmen Berlin Kongresi'nde istedikleri sonucu alamadılar. Ermeni başvurusu 4 Temmuz 1878 tarihli oturumda İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Salisbury tarafından ortaya atılarak ele alınmış, görüşmeler sonunda Yeşilköy Anlaşması'nın 16'ncı maddesi, yeni 61'nci madde olarak şu şekilde kabul edilmiştir:
"Bab-ı Ali, Ermenilerin oturdukları vilayetlerin mahalli şartları dolayısıyla muhtaç oldukları ıslahat ve düzenlemeleri gecikmeden yapmayı taahhüt eder ve bu konuda alacağı tedbirleri sırası geldikçe bu devletlere tebliğ edeceğinden, adı geçen devletler de bu tedbirlerin uygulanmasına nezaret edeceklerdir." (13)
Böylece Rusya, Doğu Anadolu'da işgal ettiği yeni topraklarla Ortadoğu'ya egemen olmak için önemli bir köprübaşına sahip olurken(14) Avrupa'nın büyük devletlerinin İstanbul'daki temsilcileri istedikleri her fırsatta istismar edebilecekleri ve Osmanlı Hükümeti'ni zaman zaman çok zor durumlara düşürebilecekleri bir imkana sahip olabileceklerdir. Bunun yanında, Anadolu'da yaşayan Ermenilerle birlikte diğer Hıristiyan topluluklar da, en ücra köşelerde açılan yabancı okullar, bu okullarda görev alan misyonerler ve konsolosluklar vasıtası ile milyonlarca Müslüman'ın hayal dahi edemediği siyasi, kültürel, hukuksal, ekonomik ve dini büyük imkanlara sahip olacaklardır.
Bu gelişme Granville'nin kaleminden şu sözlerle yansıtılacaktır:
"Ermenilerle ilgili Islahat Maddesi'nde ıslahatlara nezaret, antlaşmaya taraftar bütün devletlere verilerek, inisiyatif Rusya'nın elinden alınıyordu. Bu antlaşmayı müteakip, Ermenilerle ilgili ıslahatın şampiyonu İngiltere olacak, İngiliz tahrikleriyle Ermeniler büsbütün şımaracak, faaliyetlerini arttıracaklardır. Meselenin sebepleri yine aynıdır: Dış tahrik, "Ermeni Meselesi" Avrupa'ya uygarlık dışı Müslüman taassubu ile Batıya yaklaşmak için çırpınan Ermeniler arasında yüz yıllık bir çatışma şeklinde tanıtılmıştır. Gerçekte bu düşmanlık yabancı entrikalarının ürünü bir sonuçtur. Geçmişteki Türk-Ermeni ilişkilerine bir göz atılacak olursa, bu iki ırkın yüzyıllar boyunca en ufak bir anlaşmazlığa düşmeden yaşadıkları görülür." (15)
"Berlin Anlaşması'ndan birkaç ay geçmeden Lord Salisbury'nin 1878'de Ermenilere ilgi duyması üzerine 8 İngiliz askeri konsolosu, Sultanın Doğu Anadolu'da reformlar yapmasını garantiye almak üzere göreve atandı. Onların faaliyetleri pek fazla olmadı, ancak Antlaşmanın imzalanmasından hemen sonra, zaman geçirmeden İngiliz Hükümeti temsilcilerinin bölgeye gelmesi "Ermeni Tahrikçiler"'i (heyecanlandırdı) ve İngilizlerin kendilerine duyduğu ilgiyi abartmalarına neden oldu. Ancak bu hareketin (ayaklanmaların) temposunu belirleyenler ne Çar'ın, ne de Sultanın tebaasına mensup kimselerdi, gerçek tahrikçiler sürgünde yaşayanlar olmuştur." (16)Bir Hıristiyan devlet olan İngiltere'nin, Balkanlarda yaşayan Hıristiyan toplulukların bağımsızlık isteklerine karşı çıkması mümkün değildi. Bu nedenle sadece ( daha önce incelediğimiz) Gladstone veya Salisbury değil, İngiliz hükümeti, geçen yıllar içinde Hıristiyanların yanında yerini alıyordu. 1890'larda sıra Anadolu'da yaşayan Hıristiyanlara, dolayısıyla Ermenilere gelmişti. (17)
İngiltere'nin girişimi ile Berlin Antlaşmasını imzalayan Avrupa büyük devletlerinin elçileri 11.6.1880 tarihinde Osmanlı Devleti'ne bir nota vererek; Berlin Antlaşması'nın 61. maddesi ile Ermeniler için yapılması kararlaştırılan ıslahatın henüz başlatılmadığını ve başlatılması için gereğinin yapılmasını aksi halde Osmanlı Devleti'ni sorumlu tutacaklarını bildirdiler, Osmanlı Devleti bu notaya 5.7.1880 tarihinde ılımlı bir yanıt verdi. Büyük devletler bu notaya iki ay kadar sonra (7.9.1880) oldukça sert bir dille yanıt verdiler. Bu belgeyi, büyük devletlerin bölge insanlarına nasıl yaklaştığını açıklayan bir ibret vesikası olarak sunuyoruz:
"Konsolos raporlarına göre mahkemelerin geleceği bir laftan ibarettir. Jandarma ve polis reformu hakkında hazırlandığını söylediğiniz projeleri halen bize bildirmediniz. Bab-ı Âli Berlin Antlaşması hükümlerini iyi kavramamış görünüyor. Ermenilerin oturdukları illerde yapılan cinayetlerden söz etme biçiminden anlaşılıyor ki, Bâb-ı Âli oradaki anarşinin derecesini onaylamaktan kaçınıyor. Halbuki bu halin devamı oradaki Hıristiyan halkın imhasını gerektirebilir. Bab-ı Âli Çerkez ve Kürt'lerin aşırı hareketlerinin önüne geçmek için olumlu hiçbir teklifte bulunmuyor. Nahiyeler Kanunu'nun uygulanması durdurulamaz, görülmedik önlemler gereklidir. Büyük devletler Türkiye'de genel ıslahat yapılmasını görmekle hoşnut olurlar, fakat söz konusu olan Berlin Antlaşması'nın 61. maddesinin Hıristiyanların kalabalık oldukları illerde yapılmasını emrettiği ıslahattır. Bab-ı Âli aynı nizamları hem Ermeni hem de Kürt'lere uygulamak istiyor, yerleşmiş halkla göçebeleri aynı surette, yönetmek olanaksızdır. Bir taraftan Ermeniler ve gerekirse Ermeni ve Türkler ve öbür taraftan Kürtler için ayrı ayrı düzenlemeler yapılmalıdır. Nahiye örgütü, yeterli değildir. Sadece nahiye müdürleri değil daha yüksek idare amirleri dahi o yöredeki çokluğun dininden olmalıdır. Bu örgütlenmede dahi fazla merkeziyetçilik vardır. Bizim düşündüğümüz il ve nahiye jandarmalarının oluşma biçimi, başka başkadır. Sizin plânınıza göre nahiye jandarması, nahiye içinde çokluk halkından alınmıyor, gereklidir ki, il jandarmasının er ve subayları nahiye jandarmasından, yani nahiyelerce seçilmiş olan köy bekçileri arasından alınsın. Köyleri Kürtlerin sataşmalarına karşı koruyacak olan bu köy bekçileri, il jandarmasına kalabalıkları oranında adam vermelidir.
Cinayet mahkemeleri hakkında yeterince açıklama yapılmıyor. Onlarda Ermeni unsurunun çoğunluğu oranında temsil edilmelidir. Bu mahkemelerin üyeleri görevden almamak üzere mi yoksa muayyen bir zaman için mi atanacaklardır? Ne uygulayacaklardır? Şeriatı mı yoksa bir kanun mu? Yarı bağımsız ve tamamiyle vahşi Kürt aşiretlerine bunlar kararlarını nasıl uygulayacaklardır?
... Bundan ötürü Kürtleri, Ermenilere ait ıslahattan ayrı tutmalı ve onlara cengaver ve diğer geleneklerine uygun bir yönetim uygulanmalıdır. Ayrıca uluslararası yükümlülükler gereğince Ermenilerin bulundukları illerdeki ıslahat yerel gereksinmelere uygun olmalıdır ve büyük devletlerin denetimi altında yapılmalıdır." (18)
Acaba bu bir nota mıdır? Ültimatom mudur? Tehdit mi yoksa insancıl ve sulhça bir yaklaşım mıdır? Bölge insanlarının tümünün refah ve mutluluğumu, yoksa sadece Hıristiyan Ermenilerimi kayırmaktadır? Yorumu okuyucuya bırakıyoruz.
Osmanlı Devleti'nin verdiği cevap (3.10.1880) olumlu karşılanınca konunun üstüne gidilmemiştir. Bunun iki ana nedeni vardır. Bunlardan birincisi Fransa'nın Tunus'u, İngiltere'nin Mısır'ı işgal etme hazırlığında oluşları, diğer neden de henüz teşkilâtlanmaya geçmemiş Ermenilerin ülke içinde ciddi isyanlara başlayamamış olmalarıdır. (19) Bunun farkına varan Ermeniler yurt içi ve yurt dışında teşkilatlanmaya başladılar 1887'de İsviçre'de Hınçak (Çan sesi) ve 1890 yılında Tiflis'te federasyon anlamına gelen Taşnaksutyun, tam ifadesi ile (Ermeni İhtilal Cemiyetleri Birliği) kuruldu. (20) ve bütün ülkede okullar, misyonerler ve konsoloslukların da yardımı ile tahrik, tefhiş ve propaganda faaliyetleri hızlandırıldı. Tabiatıyla amaç dış ülke halklarının ve temsilcilerinin Ermeni davasına olan ilgilerini zorlamalarla canlı tutmak ve Türkiye'den koparılacak büyük bir bölge üzerinde bir devlet kurmaktır.
1895 yılı gibi Ermeniler için çok hareketli bir yıl oldu. Doğu illerindeki olayları inceliyor görünen İngiliz, Fransız ve Rus memurları, bilinen nedenlerle Bab-ı Âli'yi suçlayınca İngiliz, Fransız ve Rus Büyükelçileri 11 Mayıs – 1895'te Osmanlı Devleti'ne müşterek bir muhtıra vermişlerdir. (Hazırlanan memorandum ve proje padişaha verildi. Ertesi gün de üç devlet baş tercümanları, Bab-ı Âli'ye giderek bunları hükümete verdiler. Bütün ıslahat teşebbüslerinde sözü edilen ve (Mayıs Projesi) denilen proje budur. (21)
Genel olarak Bölgedeki Valilerin memuriyetinin beş yıl olması, bunların tayininde Büyükelçilerin onayının alınması, jandarmanın değişik dinlerden seçilmesi, Kürt göçebelerin kontrol altına alınması isteniyordu. Padişah teklifleri münasip bir cevapla ve padişahın hükümranlık haklarına aykırı olduğu gerekçesiyle 3 Haziran'da geri çevirdi.
İngiltere'de Muhafazakâr partinin iktidara gelmesi ve Salisbury'nin hükümetin başına geçmesi, Osmanlı devleti tarafından olumlu karşılandı. Ancak Lord Salisbury'nin gerçek düşüncesinden haberi olmayan Osmanlı Devleti eskisinden daha sıkışık durumlarla karşılaşacaktır. Tabii ki bunun nedeni Türklerle bir türlü yıldızının barışmadığını gördüğümüz bu Başbakandı.
Gördüğü baskı üzerine 17 Haziran 1895 tarihinde büyük devletlere verdiği bir notayla, Osmanlı Devleti bazı kanunları kabul ettiğini açıkladı ve 14.7.1895'de Ermeniler lehine geniş bir af ilan etti. Bu af Lord Salisbury'yi biraz yatıştıracaksa da, Onun Osmanlı Devleti aleyhinde plânlar yapmasını engellemeyecektir. (22) Baskılar devam edince Osmanlı Devleti 20 Ekim 1895 tarihli, Ermenilere büyük avantajlar sağlayan Islahat Projesini kabul ettiğini İngiltere, Fransa ve Rusya'ya bildirdi (23) Padişahı endişelendiren, büyük devletlerin onu tahtından indireceği korkusu olmuştu.
Islahat teklifleri görüşülürken İngiltere Başbakanı Lord Salisbury Türkiye'nin paylaşılmasından söz etmeye başlayacaktır. Temmuz ve Ağustos 1895'de Alman Büyükelçisi'ne Habeşistan'ın Zeyla limanını almak isteyen İtalya'yı Osmanlı Devleti arazisinde (Trablusgarp ve Arnavutluk)'un mutlu edeceğini söyledikten sonra, Osmanlı Devleti'ni "yaşamak için çok çürük" sözleriyle Osmanlı Devleti'ni büyük devletlerin aralarında paylaşmalarını teklif etmiştir. (24)
1896 yılı başında, Lord Salisbury, Osmanlı Hükümeti'nin genel işleri üzerinde İstanbul'daki büyükelçilerin denetimini kurmayı istemiştir. Bab-ı Âli büyük devletlerin onayı ile iş görecektir. Salisbury'e göre, bu tedbir de yeterli değildir. Osmanlı İmparatorluğu her an çökebilir, alınacak tedbirleri görüşmek üzere büyükelçiler hemen toplanmalıdır. Lord Salisbury paylaşma yanında Abdülhamit'i de tahttan indirmek istemektedir. (25)
Bütün bu baskılara en fazla muhatap olan Osmanlı devlet adamı, Sultan II. Abdülhamit'ten başka kimse değildir. Uyguladığı mutlak monarşik düzen nedeni ile, bütün saldırıların hedefi kendisi idi. O dönemde İngiltere ile arasında en büyük bağ olarak kabul ettiği Vambery'nin 10 Ekim 1896 tarihinde Sir Thomas'a gönderdiği mektupta Sultanın kendisine şunları söylediğini belirtiyor:
"Bizden Sırbistan, Yunanistan ve Romanya'yı almakla Avrupa ellerimizi ve bacaklarımızı kesmişti. Bütün bunlara karşı Osmanlı milleti sessiz kalmıştır. Fakat bir Ermeni sorunu yaratmak için bağrımızı deşmek istiyorsunuz. İşte buna dayanamayız. Kendimizi savunmak zorundayız, savunacağız." (26)
16.1.1894'de de Alman Büyükelçisi Prens de Radolen'e Doğu'daki Ermeni isyanlarının tertipçisinin İngiltere olduğunu söylüyor ve ıslahat konusunda fikrini şöyle belirtiyordu: "Yemin ederim ki, Ermenilerin yanlış baskısına boyun eğmeyeceğim ve bağımsızlığa götürecek ıslahatı kabulden ise ölmeyi tercih ederim." (27)
Çağdaş Türk aydınları, ülkesini 32 yıl mutlakıyetle yönetmiş bir sultan için iyi duygular beslemeyebilirler. Bununla birlikte onun ülkesinin haklarını savunma konusunda gösterdiği çabalar saygı ile karşılanmalıdır. Teşhisleri doğrudur. Doğu Anadolu'da yapılması istenen düzenlemeler için; "ıshalat maskesi altında İslâm-ı Mahv ve Ermenileri desteklemek suretiyle sonunda bağımsız olmalarına sebep olmak istiyorlar." (28) sözleriyle Avrupalıların gerçek niyetini çok iyi bildiğini belirtecektir.
Ağustos 1894'deki Sason ayaklanmasına Avrupa, "Ermeni soykırımı" adını koydu ve sorumluluğu Abdülhamit II'ye yükledi. Londra, Amsterdam ve Paris'te mitingler yapılarak büyük devletlerin enerjik bir şekilde duruma müdahale etmeleri istendi. İstanbul'daki İngiliz Elçisi, isyan hakkında bir soruşturma yapılmasını ve suçluların ağır bir şekilde cezalandırılmasını talep etti. Fransa ve İngiliz Elçiliği temsilcilerinin de katıldığı komisyon tabiatıyla olayların sorumluluğunu Bab-ı Ali'ye yükledi. Bu suretle hem Hıristiyan kamu oyu tatmin edilmiş ve hem de İngiliz ve Rus ajanlarının Ermenileri tahrik etme hususundaki faaliyetleri gizlenmiş oldu. Buna rağmen Rusya ve Fransa Bab-ı Âli'ye bağımsız bir Ermeni Devleti'ni desteklemeyeceklerini ima ettiler. Osmanlı Devleti direniş gösterince artık Başbakan olmuş olan Lord Salisbury Sadrazam Sait Paşa'ya 28 haziran 1895'de tehditlerle dolu bir tebliğde bulundu.
"Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu çok büyük tehlikeye dikkati çekerim. İktidara geldiğim günden beri İngiltere'de kamu oyunun Osmanlı Devleti aleyhine döndüğünü hayretle görüyorum. Bu devletin devam etmeyeceğine dair kanaat günden güne artmaktadır." (29)
Başvekil, İngiltere kamu oyunun tatmin edilmesi için Ermeniler lehinde talep edilen ıslahatın yapılması gereğine işaret ettikten sonra, "Ermeniler için muhtariyet bahis konusu değildir. Yalnız adalet isteniyor. Doğu vilayetlerinde Avrupa'nın itimat edeceği memurlar bulunmak ve kuvvetli bir idare olması gerekir. Yalnız bunlar padişah tarafından hür bırakılmalıdır." Başvekilin tebliği şöyle sonuçlanıyordu: "Ne Almanya, ne İtalya, Ne Avusturya, İngiltere'nin Şark Meselesindeki politikasına engel olamazlar. Fransa Rusya'ya sadıktır. (Üçlü İtilafın temeli bir yıl önce 1894 Fransa-Rusya antlaşmasıyla atılmıştı.) Osmanlı Devleti'nin devamını sağlayan şey yalnız İngiltere'nin Rusya ile müttefik olmamasıdır. Eğer ittifak vaki olursa tehlike son dereceye gelir. Osmanlı Devleti sona erer." (30) Salisbury 1 Ağustos 1895'de Lordlar kamarasında yaptığı konuşmada da aynı tehditleri tekrarlamaktan çekinmedi (31)
İngiltere Başbakanı Lord Salisbury'nin Osmanlı Devleti'ne düşmanca bir tutum içine girip tehditler savurması, yurt içinde Ermeni isyanlarını cesaretlendirdi ve daha önce kısmen temas ettiğimiz gibi Ermeni isyanları adeta patlama gösterdi. Ayrıca Girit ve Makedonya, Bulgaristan gibi diğer Hıristiyan toplumlarını da harekete geçirdi. Sadece 1895-1896 yıllarında resmi kayıtlarda belirtilen isyanlar pek çok sırrı açıklamak için yeterli olacaktır.
1895-1896 Ermeni İsyanları: (32)
Zeytun (Süleymanlı) İsyanı : 16 Eylül 1895
Divriği (Sivas) İsyanı : 29 Eylül 1895
Bab-ı Âli olayı : 30 eylül 1895
Trabzon İsyanı : 2 Ekim 1895
Eğin (Mamuretül (Aziz) İsyanı : 6 Ekim 1895
Develi (Kayseri) İsyanı : 7 Ekim 1895
Akhisar (İzmit) İsyanı : 9 Ekim 1895
Erzincan İsyanı : 21 Ekim 1895
Gümüşhane (Trabzon) İsyanı : 25 Ekim 1895
Bitlis İsyanı : 25 Ekim 1895
Bayburt (Erzurum) İsyanı : 26 Ekim 1895
Maraş (Halep) İsyanı : 27 Ekim 1895
Urfa (Halep) İsyanı : 29 Ekim 1895
Erzurum İsyanı : 30 Ekim 1895
Diyarbakır İsyanı : 2 Kasım 1895
Siverek (Diyarbakır) İsyanı : 2 Kasım 1895
Malatya (Mamaretü'l Aziz) İsyanı : 4 Kasım 1895
Harput (Mamuretü'l Aziz) İsyanı : 7 Kasım 1895
Arapkir (Mamuretü'l Aziz) İsyanı : 9 Kasım 1895
Sivas İsyanı : 15 Kasım 1895
Merzifon (Sivas) İsyanı : 15 Kasım 1895
Maraş (Halep) İsyanı : 18 Kasım 1895
Muş (Bitlis) İsyanı : 22 Kasım 1895
Kayseri (Ankara) İsyanı : 3 Aralık 1895
Yozgat (Ankara) İsyanı : 3 Aralık 1895
Zeytun İsyanı : 1895-1896
Birinci Van İsyanı : 2 Haziran 1896
Osmanlı Bankası baskını : 14 Ağustos 1896
Not: Parantez içindeki şehirler o zamanki idari bölünmeye göre ait olduğu illeri belirtiyor.
Dr. M.Galip BAYSAN
DİPNOTLAR:
1. Alan Palmer: Osmanlı İmparatorluğu, Son Üç Yüz Yıl, Bir Çöküşün Tarihi,s.163 (Sabah Yay.-1995)
2. Ana Britanica: Cilt.27,s.89 (Hürriyet Anal Yayıncılık-1994)
3. Fahir Armaoğlu: 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi,s.43-54 (İş.Bankası,Ankara-1985) ; Yuluğ Tekin Kurat: Osmanlı İmparatorluğunun Paylaşılması,s.10 (Ankara-1986)
4. Edward Mead Earle: Bağdat Demiryolu Savaşı, s.59-81 (Türkçe'si Kasım Yargıcı,Milliyet Yay. İstanbul-1972) ; Marian Kent: Osmanlı imparatorluğunun Sonu ve Büyük Güçler,s.129-153 (Tarih vakfı Yay. İstanbul-1999)
5. Ki Young Lee: Ermeni Sorununun Doğuşu,S.71 (T.C.Kültür Bakanlığı,Ankara-1998)
6. Aynı eser,s.71-72
7. Enver Ziya Karal: Osmanlı Tarihi,Cilt-8,S.70 (Türk Tarih Kurumu, Ankara-1962)
8. Aynı Eser,s.71-72 ; Standford J.Shaw & Ezel Kural Shaw: History of The Ottoman Empire And Modern Turkey,s.190-191 (Cambridge University Press-1985)
9. Mim kemal Öke: Vambery, Belgelerle Bir devletler Arası Casusun Yaşam Öyküsü,s.78-79 (İst.-1985)
10. E.Z.Karal,s.78
11. Aynı Eser s.93-101
12. Bilal Şimşir: British Documents on The Ottoman Armenians (1856-1880),c.1,s.154-155 (TTK, Ankara-1982)
13. Enver Ziya Ksaral: Osmanlı İmparatorluğunda Ermeni meselesi (Dışişleri Bakanlığı, Ankara-1971)
14. Ki Young Lee,s.71-72
15. Edgar Granville: Çarlık Rusyasının Anadoludaki Oyunları, s.17 (Ankara-1967)
16. Alan Palmer,s.196
17. The Middle East in World Affairs,s.22
18. Halil Metin: Türkiye'nin Siyasi Siyasi Tarihinde Ermeniler ve Ermeni Olayları, s.74-75 (M.E.B. İstanbul-1997) ; Cemal Kutay: Türkiye İstiklal ve Hürriyet Mücadelesi Tarihi Dergisi,c.15, sayı21,s.8451 (Hamle Matbaası, İstanbul-1961)
19. Halil Metin,s.76
20. Gültekin Ural: Tarihin Işığında Ermeni Dosyası,s.94-97 (İstanbul-1998)
21. Esat Uras: Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi,s.296-326
(2.Baskı,Belge yay.İstanbul-1987)
22. Cemal Kutay,s.8551
23. Esat Uras,s.345-351
24. Doğan Avcıoğlu: Milli Kurtuluş Tarihi, 1838den 1995e, 1.Kitap,s.40 (İstanbul-1987)
25. Aynı Eser,s.1
26. M.K.Öke,s.104
27. Yusuf hikmet Bayur: Türk İnkılap Tarihi C.1,Ks.1,s.77-78 (TTK Ankara-1974)
28. Süleyman Kocabaş: Hindistan Yolu ve Petrol Uğruna Yapılanlar, Türkiye ve İngiltere s.65 (İstanbul-1985)
29. Sait Paşanın Hatıratı: C.1,s.271 (Dersaadet-1328)
30. Altan Deliorman: Türklere Karşı Ermeni Komiteleri,s.56 (3.Baskı,İstanbul-1980)
31. Sait Paşanın hatıratı,s.270
32. Azmi Süslü: Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı,s.58-59 ( Van 100. Yıl Üniversitesi-1990)
http://www.heddam.com/index.asp?H=7531
Tarihte Türklere Karşı Soykırım İddialarında Portreler General İgnat'yev
Dr. M. Galip BAYSAN ANKARA, 08 Aralık 2007 Cumartesi
1870 Fransa-Prusya Harbinden hemen sonra, Bismarkın da desteğini kazanan Rusya, 31 Ekim 1870 tarihinde,Paris Antlaşmasının Karadeniz'de Rus Donanması bulundurmasını yasaklayan maddesini yürürlükten kaldırdığını ilan etti.
Hiçbir devlet buna karşı çıkmayınca, Rusya yeniden "Karadeniz ve Boğazlar" konusunda en büyük söz sahibi yabancı ülke konumuna gelmiş oldu. Kendini daha güçlü hisseden Rusya'da yeniden "Çar Grad" İstanbul'u ele geçirme ve "Ayasofya'da" ayin yönetme arzusu ve siyaseti öne çıkmağa başladı. Bu akımın en büyük taraftarları " Pan Slavistler" oldu.
Rusya'nın tarihsel "sıcak denizlere inme" politikasının temelinde,güneyindeki Osmanlı Devletini parçalayarak topraklarını ele geçirme ve bir Dünya Gücü olma arzusu yatıyordu. Bunun için Kafkasya-Doğu Anadolu üzerinden Doğu Akdeniz ve Basra Körfezine inmek,Balkanlar üzerinden de Ege ve Adriyatik kıyılarına ulaşmak istiyordu. On dokuzuncu YY ikinci yarısında bu amacın önündeki en büyük engel, Osmanlı Ordu ve Donanmasından çok, Avrupa devletlerinin çıkar çatışması idi. Osmanlıdan istediğini alabilmesi için Avrupalı güçleri rahatsız etmeyecek bir strateji bulması ve uygulaması gerekiyordu. O zaman " Din Olgusunu" öne çıkararak Hıristiyanlık-Müslümanlık, ezilen halklar,masum din kardeşlerine karşı uygulanan Soykırım hikayeleri ve onları kurtarmak için büyük uğraş verme temaları bol bol işlenmeğe başlandı. İşte "Pan Slavizm" akımı bu düşüncelerden doğdu.
Pan Slavizm : "Türklerin zalim yönetimi altında inleyen, acı çeken Slav kardeşleri kurtarmak" bahanesi ile hem Slavlar, hem de Avrupalıların desteğini kazanmak, Türkleri Avrupa'dan kovmak, Balkanlar'da Rus hakimiyeti kurmak, İstanbul'u ele geçirerek "Ayasofya'ya Haç Dikmek" sloganı ile geniş çevrelerce gittikçe benimsenen bir akım oldu.İşte bu akımın en önemli temsilcilerinden biri olan General İgnat'yev 1864 yılında İstanbul'a Büyükelçi olarak atandı.
General Nikolay Pavloviç İgnat'yev
General Nikolay Pavloviç İgnat'yev: kariyeri itibariyle hem iyi bir asker hem de kendini geliştirmiş iyi bir diplomattır. 1856 yılında Londra'da ateşemiliterlik yapmış,bu görevi süresince Rusya'nın Osmanlı Politikası karşısındaki en büyük engel olarak kabul edilen İngiliz siyasileri ve halkını yakından tanıma imkanı bulmuştur. İki yıl sonra Buhara'ya gönderildiğinde ülkesini Türkistan'ı ele geçirmek için teşvik etmiş, 1859-1860'da da Çin'in başkenti Pekinde görev yapmış, dikkat, çeken başarılı çalışmaları sonunda generalliğe yükseltilmiş, Çarın yaverlerinden biri olmuştur.
İgnat'yev ilk defa 1861 yılında bir görevle İstanbul'a gönderilmiş ve bu sayede ileride uzun yıllar görev yapacağı Osmanlı Devleti ve toplumunun içinde bulunduğu ortamı tanıma imkanı bulmuştu. Rusya'ya dönüşünde de Dışişleri Bakanlığının en önemli bölümlerinden biri olan "Yakın Doğu Masasının" başına getirilmişti. Bu görevde kaldığı 1861-1864 yılları arasında hem Türkiye, hem de Balkan meseleleri ile yakından meşgul olduğu gibi, ülkesinin ve hatta Avrupa'nın büyük güçlerinin Balkan meselelerinde takip ettikleri siyasetin yaratıcısı ve uygulatıcısı olmuştur. Artık İgnat'yev Rusya'daki Pan-Slavist hareketin en büyük liderlerinden biri haline gelmişti. Bütün gayretlerini Eflak-Buğdan dışında,Sırplar,Karadağlılar ve Bulgarların bazen Osmanlı'ya bağlı ayrı bir Beylik, bazısının da bağımsız bir devlet haline gelmesi için uğraş vermeye yöneltecektir.
İşte 1864 yılında İstanbul'a Elçi olarak gönderilen general böylesine tecrübeli ve sanki özel olarak Türkler aleyhine çalışmak için yetiştirilmiş bir kişi gibidir.İstanbul'a geldiği ilk günden itibaren tıpkı haleflerinden "Prens Mençikof" gibi şımarık ve saldırgan tavırları ile sorun üzerine sorun yaratacak, Türk ve Müslümanları rahatsız eden kişiliği, davranışları onu İstanbul'da yaşayan Gayrimüslimlerin sevgilisi haline getirecektir. Bu tutum ve davranışlar; ulusal kimliklerinin geleceği için azınlıklara "büyük ümitler" verecek, onların hareketlenmeleri için teşvik edici olacaktır.
İgnat'yev zamanla Türk devlet adamları ile de yakın ilişkiler içine girmiş ve onları etkilemeyi başarmış ve hatta Saray'a bile etkinliğini duyurma imkanı bulmuştur. Dönemin en önemli isimlerinden biri olan Sadrazam Mahmut Nedim Paşa, tamamen bu zatın etkisi altında bulunuyordu, hemen her hususta Elçinin reyi ile hareket eder bir durumda idi. Tabii ki bu tavsiyelerin büyük bir kısmının bölgede uygulanan Rus politikasına paralel bir yönde olması kaçınılmazdı. Halk İgnat'yev ile Sadrazam arasındaki yakın ilişkiyi; Mahmut Nedim Paşaya "Nedimov" hitabını yakıştırarak protesto ediyordu. Bu nedenle diyebiliriz ki, İgnat'yevin neden böylesine başarılı olduğunu anlayabilmek için, Mahmut Nedim paşayı biraz daha yakından tanımamız yararlı olabilir.
Dönemin en önemli Türk Devlet adamlarından biri olan Mahmut Nedim Paşa 1818'de İstanbul'da doğdu. Uzun yıllar Sayda, Şam, Trablusgarp gibi illerde valilik yaptıktan sonra 1867'de Bahriye Nazırı ( Denizcilik Bakanı) oldu. Bu dönemde Mahmut Nedim Paşa, Osmanlı toplumunda büyük reformlar yapma amacıyla kurulan "Genç Osmanlılar" Cemiyetinin en güvendikleri liderlerden biri durumundaydı. Çünkü bu cemiyet mensupları; aynı yıl yapmayı planladıkları bir darbenin başarılı olması halinde, onu Sadrazam yapmayı planlamışlardı. Teşebbüs Ali Paşa tarafından zamanında haber alınınca Genç Osmanlılar, özellikle Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi isimler çareyi yurt dışına kaçmakta buldular.
Mahmut Nedim Paşa 1871'de ilk defa Sadrazam oldu ve bir yıl sonra bu görevden azledildi, 1873'te Adana Valiliğine getirildi. Şansı 1875 yılında yeniden döndü ve ikinci defa sadarete getirildi. Burada ilginç bir bağlantıyı da sizlere sunmadan geçmek istemiyoruz. O da ,Mahmut Nedim Paşa ile yine zamanının en ünlü komutanlarından Hüseyin Avni Paşa arasındaki sürtüşmedir. Bu iki zatın yaşamı tıpkı bir tahtıravalli gibi idi. Biri yükselirken diğerini olabildiğince alçaltıyor, ezmek istiyordu. Mesela 1871 yılında Sadrazamlığa atanır atanmaz, Mahmut Nedim Paşa'nın ilk işi; Serasker (günümüzün Genel Kurmay Başkanı) olan Hüseyin Avni Paşayı hem görevinden azletmek ve hem de hasta hasta Isparta'ya sürgüne göndermek olmuştu. Bu olayın Seraskerin ruhunda derin izler bırakması kaçınılmazdı.Ama Hüseyin Avni Paşa iki yıl sonra yeniden Seraskerliğe ve 1874 yılında da Seraskerlik üzerinde kalmak şartı ile Sadrazamlığa getirildi. Mahmut Nedim Paşa 1875 yılında ikinci defa sadarete getirilince yine ilk işi Hüseyin Avni Paşayı İzmir Valiliğine göndermek oldu. Okuyucularımız neden bu iki paşa üzerinde durduğumuzu merak edebilirler. Biz sadece en üst kademede görev yapan kişiler arasındaki düşmanlığın bir ülkeyi ne gibi belalara karşı ve nasıl zayıf düşürdüğünü hatırlatmak istedik. Unutmamak gerekir ki söz konusu Hüseyin Avni Paşa; bir yıl sonra Mithat Paşa ile birlikte bir darbe yapıp Sultan Abdülaziz'i tahttan indirip yerine Şehzade Murat'ı, Beşinci Murat unvanı ile tahta çıkaran ve Sadrazam Mahmut Nedim Paşayı görevinden alan zattır. Ama bu kişi de, sabık Sultan Abdülaziz'in intiharından hemen sonra, bir hükümet toplantısı sırasında, Çerkez Hasan isimli bir fedainin intihar saldırısı ile hayatını kaybedecektir.
1875 yılına kadar dışarıdan alınan borçlarla Osmanlı Devleti tam bir borç batağına gömülmüş gibiydi. Devletin dış borçları ile demiryolu tahvilleri ve genel borç senetlerinin değeri 200 Milyon, halkın elinde bulunan borç senetleri de 106 milyon lira kadardı.(Devletin 1863-1864 bütçesi 340 milyon lira olduğuna göre,toplam borcun devletin yıllık bütçesine yaklaştığı açıkça görülebilir.) Bu büyük borç yükü için her yıl Avrupa'ya faiz ve amortisman bedeli olarak 14 milyon lira gönderiliyordu.
Dış borç faizleri %5 veya %6 görünmesine rağmen, teminindeki güçlük nedeni ile gerçek faizler %12'ye varmakta idi. Genel borçlanma,demiryolu faizleri de böyle idi. Karlı bir gelir kaynağı oldukları için, bu senetler hem Avrupa'da hem de Türkiye'de çok rağbet görüyordu. Avrupalı küçük yatırımcılar ve Osmanlı Halkının büyük bir kısmı bütçesini Osmanlı Devletinden aldığı bu faize göre düzenlemişti. Osmanlı borç ödemelerindeki her hangi bir değişiklik, bu kişisel bütçeleri alt üst edecek bir durum yaratabiliyordu.
Mahmut Nedim Paşa sadrazam olduktan hemen sonra, 1874 yılının gelir- gider durumunu açıklayınca, Osmanlı Hükümetinin mali durumu Avrupa basın yayın organlarında her gün tenkit edilen bir konu haline gelmişti. Sadrazam; büyük bir ihtimalle Rus Elçisi İgnat'yevin tavsiyesi ile, mali sorunları halletmek için bir plan hazırladı. Bu plana göre ,her yıl ödenmekte olan 14 milyon liranın 7'si tasarruf edilecek, bu tasarrufun 5 milyon lirası ile bütçe açığı karşılanacak, 2 milyon lira da askeri harcamalar için kullanılacaktı. Bu plan hükümetçe de kabul edilince 6 Ekim 1875'de bir kararname yayınlanarak; beş sene müddetle daimi borçların faizlerinin yarısının nakit, diğer yarısının da %15 faizli bir senetle ödeneceği ilan edildi.Bu kararname senet sahipleri üzerinde bir bomba etkisi yaptı. Avrupa kamu oyu tamamen Türklerin aleyhine döndü. Avrupa Halkları; "Türkler bizi dolandırdılar, paralarımızı sefahat alemlerinde yediler,bitirdiler, bunların bekası Avrupa için zararlıdır" sözlerini söylemeğe başladılar. Türkiye'de de halk gelişmelerden Sultan Abdülaziz'i sorumlu tutmaya başladı. Dolayısiyle Sultanın Taç ve tahtı sallanmaya başladı ve 6 ay bile geçmeden bir darbe ile tahttan indirildi. Bu kararnamenin İngiltere kamu oyunda ne derece olumsuz etki yarattığını, 1876 yılında Anadolu'yu gezen bir seyyah hatıralarında: "Osmanlı Devletinin faiz ve ana para ödemelerini durdurmasının İngiltere'de çok aleyhte bir hava yarattığını ve İngiliz vatandaşlarının cebinden bu nedenle bir milyon sterlini aşkın bir paranın buhar olup uçtu" sözleri ile anlatmaktadır. Geçen yazımızdan, son seçimde yenilgi almış Gladstone ve partisinin bu olumsuz ortamdan nasıl yararlandığını,Bulgaristan ajitasyonunu da kullanarak devletin politikasını nasıl Türk aleyhtarı ve Rus dostu bir politikaya dönüştürdüğünü hatırlıyoruz.
1876 yılı başlarında, her ne kadar Mahmut Nedim Paşanın, İgnat'yev destekli politikası iflas etmiş görünüyorsa da, İstanbul ve Balkanlarda Rus Büyükelçisi'nin Pan Slavizm politikası zirvededir. Artık general, ortamı hazır görmüştür ve tıpkı Türkistan bölgesinde olduğu gibi, Balkanlarda da Rusya'yı savaşa yönlendirmektedir. İgnatyev Rusya ile birlikte Balkanlarda yaşayan Gayrimüslim Osmanlı halklarının da çıkacak bir savaşta, Rus Orduları yanında mücadele etmeleri için gerekli ortamı hazırlamıştır. (Yine önceden söylediğimiz gibi) Bu şartlar altında, 23 Aralık 1876 tarihinde İstanbul'da Yapılan Tersane Konferansının başarısız olması kaçınılmazdı. Konferans başarısız olunca da yine Büyükelçinin teşviği ve tavsiyesi ile 1877-1878 Türk-Rus savaşı başladı.
Savaştan sonra galip devlet Rusya ile, yapayalnız ve yenik Osmanlı Devleti arasında adeta dikte edilircesine imzalanan ve Türkleri Midye- Enez hattının doğusuna kadar tamamen Avrupa dışına iten Yeşilköy ( Ayastefanos 3 Mart 1878) Antlaşmasının her satırı İgnatiyev'in, kin ve nefret kusan ve bu konuda durmak bilmeyen kaleminden çıkmış gibidir. Bu ünlü Pan Slavist lider sonunda görevini başarmış ve Türklere en büyük darbeyi indirmiştir. Bu arada Ermenileri de unutmamış ve Türk devletinin başına günümüze kadar gelecek şekilde bela olacak büyük bir sorunun temelini atmıştır. İgnatiev Ermeni patriğinin ricası ile " Ermenilerin yaşadığı illerde ıslahat yapılması ve onların bölgede yaşayan Kürt ve Çerkez Aşiretlerine karşı korunması" ile ilgili ünlü 16 ncı maddeyi Antlaşmaya ekleyecektir. Bu madde Berlin Antlaşmasında da (13 Haziran-13 Temmuz 1878) unutulmayacak ve 61 nci madde olarak antlaşma metnine dahil edilecektir. Ermenilerin örgütler kurup teşkilatlanmaları ve dış destekli isyanları başlatmalarına daha 15-20 yıl vardır,ama artık temeller İgnatyev tarafından atılmıştır.
KAYNAKLAR
* Enver Ziya Karal,Osmanlı Tarihi Cilt VII, TTK.Ankara-1988
* Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu,Ordu ve Politika,Tepedelen Alipaşazade
* Ebüzziya Tevfik,Yeni Osmanlılar Tarihi,Hürriyet Yay. İstanbul-1973
* M. Galip Baysan,Türkiye'de Demokrasinin Kuruluşunda Ordunun Rolü (1700 - 1918), İzmir-2003
* Akdes Nimet Kurat,Türkiye ve Rusya 1748-1919),Ankara Üniv.-1970
* B.H.Summer,Russian And The Balkans 1870-1880,Oxford-1937
* Şerif Mardin,Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu,İletişim Yayınları, İstanbul - 1996
* Gazi Ahmet Muhtar Paşanın Anıları,Sergüzeşt-i Hayatımın Cilt-i Evveli (Tarih Vakfı) İstanbul-1997
1870 Fransa-Prusya Harbinden hemen sonra, Bismarkın da desteğini kazanan Rusya, 31 Ekim 1870 tarihinde,Paris Antlaşmasının Karadeniz'de Rus Donanması bulundurmasını yasaklayan maddesini yürürlükten kaldırdığını ilan etti.
Hiçbir devlet buna karşı çıkmayınca, Rusya yeniden "Karadeniz ve Boğazlar" konusunda en büyük söz sahibi yabancı ülke konumuna gelmiş oldu. Kendini daha güçlü hisseden Rusya'da yeniden "Çar Grad" İstanbul'u ele geçirme ve "Ayasofya'da" ayin yönetme arzusu ve siyaseti öne çıkmağa başladı. Bu akımın en büyük taraftarları " Pan Slavistler" oldu.
Rusya'nın tarihsel "sıcak denizlere inme" politikasının temelinde,güneyindeki Osmanlı Devletini parçalayarak topraklarını ele geçirme ve bir Dünya Gücü olma arzusu yatıyordu. Bunun için Kafkasya-Doğu Anadolu üzerinden Doğu Akdeniz ve Basra Körfezine inmek,Balkanlar üzerinden de Ege ve Adriyatik kıyılarına ulaşmak istiyordu. On dokuzuncu YY ikinci yarısında bu amacın önündeki en büyük engel, Osmanlı Ordu ve Donanmasından çok, Avrupa devletlerinin çıkar çatışması idi. Osmanlıdan istediğini alabilmesi için Avrupalı güçleri rahatsız etmeyecek bir strateji bulması ve uygulaması gerekiyordu. O zaman " Din Olgusunu" öne çıkararak Hıristiyanlık-Müslümanlık, ezilen halklar,masum din kardeşlerine karşı uygulanan Soykırım hikayeleri ve onları kurtarmak için büyük uğraş verme temaları bol bol işlenmeğe başlandı. İşte "Pan Slavizm" akımı bu düşüncelerden doğdu.
Pan Slavizm : "Türklerin zalim yönetimi altında inleyen, acı çeken Slav kardeşleri kurtarmak" bahanesi ile hem Slavlar, hem de Avrupalıların desteğini kazanmak, Türkleri Avrupa'dan kovmak, Balkanlar'da Rus hakimiyeti kurmak, İstanbul'u ele geçirerek "Ayasofya'ya Haç Dikmek" sloganı ile geniş çevrelerce gittikçe benimsenen bir akım oldu.İşte bu akımın en önemli temsilcilerinden biri olan General İgnat'yev 1864 yılında İstanbul'a Büyükelçi olarak atandı.
General Nikolay Pavloviç İgnat'yev
General Nikolay Pavloviç İgnat'yev: kariyeri itibariyle hem iyi bir asker hem de kendini geliştirmiş iyi bir diplomattır. 1856 yılında Londra'da ateşemiliterlik yapmış,bu görevi süresince Rusya'nın Osmanlı Politikası karşısındaki en büyük engel olarak kabul edilen İngiliz siyasileri ve halkını yakından tanıma imkanı bulmuştur. İki yıl sonra Buhara'ya gönderildiğinde ülkesini Türkistan'ı ele geçirmek için teşvik etmiş, 1859-1860'da da Çin'in başkenti Pekinde görev yapmış, dikkat, çeken başarılı çalışmaları sonunda generalliğe yükseltilmiş, Çarın yaverlerinden biri olmuştur.
İgnat'yev ilk defa 1861 yılında bir görevle İstanbul'a gönderilmiş ve bu sayede ileride uzun yıllar görev yapacağı Osmanlı Devleti ve toplumunun içinde bulunduğu ortamı tanıma imkanı bulmuştu. Rusya'ya dönüşünde de Dışişleri Bakanlığının en önemli bölümlerinden biri olan "Yakın Doğu Masasının" başına getirilmişti. Bu görevde kaldığı 1861-1864 yılları arasında hem Türkiye, hem de Balkan meseleleri ile yakından meşgul olduğu gibi, ülkesinin ve hatta Avrupa'nın büyük güçlerinin Balkan meselelerinde takip ettikleri siyasetin yaratıcısı ve uygulatıcısı olmuştur. Artık İgnat'yev Rusya'daki Pan-Slavist hareketin en büyük liderlerinden biri haline gelmişti. Bütün gayretlerini Eflak-Buğdan dışında,Sırplar,Karadağlılar ve Bulgarların bazen Osmanlı'ya bağlı ayrı bir Beylik, bazısının da bağımsız bir devlet haline gelmesi için uğraş vermeye yöneltecektir.
İşte 1864 yılında İstanbul'a Elçi olarak gönderilen general böylesine tecrübeli ve sanki özel olarak Türkler aleyhine çalışmak için yetiştirilmiş bir kişi gibidir.İstanbul'a geldiği ilk günden itibaren tıpkı haleflerinden "Prens Mençikof" gibi şımarık ve saldırgan tavırları ile sorun üzerine sorun yaratacak, Türk ve Müslümanları rahatsız eden kişiliği, davranışları onu İstanbul'da yaşayan Gayrimüslimlerin sevgilisi haline getirecektir. Bu tutum ve davranışlar; ulusal kimliklerinin geleceği için azınlıklara "büyük ümitler" verecek, onların hareketlenmeleri için teşvik edici olacaktır.
İgnat'yev zamanla Türk devlet adamları ile de yakın ilişkiler içine girmiş ve onları etkilemeyi başarmış ve hatta Saray'a bile etkinliğini duyurma imkanı bulmuştur. Dönemin en önemli isimlerinden biri olan Sadrazam Mahmut Nedim Paşa, tamamen bu zatın etkisi altında bulunuyordu, hemen her hususta Elçinin reyi ile hareket eder bir durumda idi. Tabii ki bu tavsiyelerin büyük bir kısmının bölgede uygulanan Rus politikasına paralel bir yönde olması kaçınılmazdı. Halk İgnat'yev ile Sadrazam arasındaki yakın ilişkiyi; Mahmut Nedim Paşaya "Nedimov" hitabını yakıştırarak protesto ediyordu. Bu nedenle diyebiliriz ki, İgnat'yevin neden böylesine başarılı olduğunu anlayabilmek için, Mahmut Nedim paşayı biraz daha yakından tanımamız yararlı olabilir.
Dönemin en önemli Türk Devlet adamlarından biri olan Mahmut Nedim Paşa 1818'de İstanbul'da doğdu. Uzun yıllar Sayda, Şam, Trablusgarp gibi illerde valilik yaptıktan sonra 1867'de Bahriye Nazırı ( Denizcilik Bakanı) oldu. Bu dönemde Mahmut Nedim Paşa, Osmanlı toplumunda büyük reformlar yapma amacıyla kurulan "Genç Osmanlılar" Cemiyetinin en güvendikleri liderlerden biri durumundaydı. Çünkü bu cemiyet mensupları; aynı yıl yapmayı planladıkları bir darbenin başarılı olması halinde, onu Sadrazam yapmayı planlamışlardı. Teşebbüs Ali Paşa tarafından zamanında haber alınınca Genç Osmanlılar, özellikle Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi isimler çareyi yurt dışına kaçmakta buldular.
Mahmut Nedim Paşa 1871'de ilk defa Sadrazam oldu ve bir yıl sonra bu görevden azledildi, 1873'te Adana Valiliğine getirildi. Şansı 1875 yılında yeniden döndü ve ikinci defa sadarete getirildi. Burada ilginç bir bağlantıyı da sizlere sunmadan geçmek istemiyoruz. O da ,Mahmut Nedim Paşa ile yine zamanının en ünlü komutanlarından Hüseyin Avni Paşa arasındaki sürtüşmedir. Bu iki zatın yaşamı tıpkı bir tahtıravalli gibi idi. Biri yükselirken diğerini olabildiğince alçaltıyor, ezmek istiyordu. Mesela 1871 yılında Sadrazamlığa atanır atanmaz, Mahmut Nedim Paşa'nın ilk işi; Serasker (günümüzün Genel Kurmay Başkanı) olan Hüseyin Avni Paşayı hem görevinden azletmek ve hem de hasta hasta Isparta'ya sürgüne göndermek olmuştu. Bu olayın Seraskerin ruhunda derin izler bırakması kaçınılmazdı.Ama Hüseyin Avni Paşa iki yıl sonra yeniden Seraskerliğe ve 1874 yılında da Seraskerlik üzerinde kalmak şartı ile Sadrazamlığa getirildi. Mahmut Nedim Paşa 1875 yılında ikinci defa sadarete getirilince yine ilk işi Hüseyin Avni Paşayı İzmir Valiliğine göndermek oldu. Okuyucularımız neden bu iki paşa üzerinde durduğumuzu merak edebilirler. Biz sadece en üst kademede görev yapan kişiler arasındaki düşmanlığın bir ülkeyi ne gibi belalara karşı ve nasıl zayıf düşürdüğünü hatırlatmak istedik. Unutmamak gerekir ki söz konusu Hüseyin Avni Paşa; bir yıl sonra Mithat Paşa ile birlikte bir darbe yapıp Sultan Abdülaziz'i tahttan indirip yerine Şehzade Murat'ı, Beşinci Murat unvanı ile tahta çıkaran ve Sadrazam Mahmut Nedim Paşayı görevinden alan zattır. Ama bu kişi de, sabık Sultan Abdülaziz'in intiharından hemen sonra, bir hükümet toplantısı sırasında, Çerkez Hasan isimli bir fedainin intihar saldırısı ile hayatını kaybedecektir.
1875 yılına kadar dışarıdan alınan borçlarla Osmanlı Devleti tam bir borç batağına gömülmüş gibiydi. Devletin dış borçları ile demiryolu tahvilleri ve genel borç senetlerinin değeri 200 Milyon, halkın elinde bulunan borç senetleri de 106 milyon lira kadardı.(Devletin 1863-1864 bütçesi 340 milyon lira olduğuna göre,toplam borcun devletin yıllık bütçesine yaklaştığı açıkça görülebilir.) Bu büyük borç yükü için her yıl Avrupa'ya faiz ve amortisman bedeli olarak 14 milyon lira gönderiliyordu.
Dış borç faizleri %5 veya %6 görünmesine rağmen, teminindeki güçlük nedeni ile gerçek faizler %12'ye varmakta idi. Genel borçlanma,demiryolu faizleri de böyle idi. Karlı bir gelir kaynağı oldukları için, bu senetler hem Avrupa'da hem de Türkiye'de çok rağbet görüyordu. Avrupalı küçük yatırımcılar ve Osmanlı Halkının büyük bir kısmı bütçesini Osmanlı Devletinden aldığı bu faize göre düzenlemişti. Osmanlı borç ödemelerindeki her hangi bir değişiklik, bu kişisel bütçeleri alt üst edecek bir durum yaratabiliyordu.
Mahmut Nedim Paşa sadrazam olduktan hemen sonra, 1874 yılının gelir- gider durumunu açıklayınca, Osmanlı Hükümetinin mali durumu Avrupa basın yayın organlarında her gün tenkit edilen bir konu haline gelmişti. Sadrazam; büyük bir ihtimalle Rus Elçisi İgnat'yevin tavsiyesi ile, mali sorunları halletmek için bir plan hazırladı. Bu plana göre ,her yıl ödenmekte olan 14 milyon liranın 7'si tasarruf edilecek, bu tasarrufun 5 milyon lirası ile bütçe açığı karşılanacak, 2 milyon lira da askeri harcamalar için kullanılacaktı. Bu plan hükümetçe de kabul edilince 6 Ekim 1875'de bir kararname yayınlanarak; beş sene müddetle daimi borçların faizlerinin yarısının nakit, diğer yarısının da %15 faizli bir senetle ödeneceği ilan edildi.Bu kararname senet sahipleri üzerinde bir bomba etkisi yaptı. Avrupa kamu oyu tamamen Türklerin aleyhine döndü. Avrupa Halkları; "Türkler bizi dolandırdılar, paralarımızı sefahat alemlerinde yediler,bitirdiler, bunların bekası Avrupa için zararlıdır" sözlerini söylemeğe başladılar. Türkiye'de de halk gelişmelerden Sultan Abdülaziz'i sorumlu tutmaya başladı. Dolayısiyle Sultanın Taç ve tahtı sallanmaya başladı ve 6 ay bile geçmeden bir darbe ile tahttan indirildi. Bu kararnamenin İngiltere kamu oyunda ne derece olumsuz etki yarattığını, 1876 yılında Anadolu'yu gezen bir seyyah hatıralarında: "Osmanlı Devletinin faiz ve ana para ödemelerini durdurmasının İngiltere'de çok aleyhte bir hava yarattığını ve İngiliz vatandaşlarının cebinden bu nedenle bir milyon sterlini aşkın bir paranın buhar olup uçtu" sözleri ile anlatmaktadır. Geçen yazımızdan, son seçimde yenilgi almış Gladstone ve partisinin bu olumsuz ortamdan nasıl yararlandığını,Bulgaristan ajitasyonunu da kullanarak devletin politikasını nasıl Türk aleyhtarı ve Rus dostu bir politikaya dönüştürdüğünü hatırlıyoruz.
1876 yılı başlarında, her ne kadar Mahmut Nedim Paşanın, İgnat'yev destekli politikası iflas etmiş görünüyorsa da, İstanbul ve Balkanlarda Rus Büyükelçisi'nin Pan Slavizm politikası zirvededir. Artık general, ortamı hazır görmüştür ve tıpkı Türkistan bölgesinde olduğu gibi, Balkanlarda da Rusya'yı savaşa yönlendirmektedir. İgnatyev Rusya ile birlikte Balkanlarda yaşayan Gayrimüslim Osmanlı halklarının da çıkacak bir savaşta, Rus Orduları yanında mücadele etmeleri için gerekli ortamı hazırlamıştır. (Yine önceden söylediğimiz gibi) Bu şartlar altında, 23 Aralık 1876 tarihinde İstanbul'da Yapılan Tersane Konferansının başarısız olması kaçınılmazdı. Konferans başarısız olunca da yine Büyükelçinin teşviği ve tavsiyesi ile 1877-1878 Türk-Rus savaşı başladı.
Savaştan sonra galip devlet Rusya ile, yapayalnız ve yenik Osmanlı Devleti arasında adeta dikte edilircesine imzalanan ve Türkleri Midye- Enez hattının doğusuna kadar tamamen Avrupa dışına iten Yeşilköy ( Ayastefanos 3 Mart 1878) Antlaşmasının her satırı İgnatiyev'in, kin ve nefret kusan ve bu konuda durmak bilmeyen kaleminden çıkmış gibidir. Bu ünlü Pan Slavist lider sonunda görevini başarmış ve Türklere en büyük darbeyi indirmiştir. Bu arada Ermenileri de unutmamış ve Türk devletinin başına günümüze kadar gelecek şekilde bela olacak büyük bir sorunun temelini atmıştır. İgnatiev Ermeni patriğinin ricası ile " Ermenilerin yaşadığı illerde ıslahat yapılması ve onların bölgede yaşayan Kürt ve Çerkez Aşiretlerine karşı korunması" ile ilgili ünlü 16 ncı maddeyi Antlaşmaya ekleyecektir. Bu madde Berlin Antlaşmasında da (13 Haziran-13 Temmuz 1878) unutulmayacak ve 61 nci madde olarak antlaşma metnine dahil edilecektir. Ermenilerin örgütler kurup teşkilatlanmaları ve dış destekli isyanları başlatmalarına daha 15-20 yıl vardır,ama artık temeller İgnatyev tarafından atılmıştır.
KAYNAKLAR
* Enver Ziya Karal,Osmanlı Tarihi Cilt VII, TTK.Ankara-1988
* Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu,Ordu ve Politika,Tepedelen Alipaşazade
* Ebüzziya Tevfik,Yeni Osmanlılar Tarihi,Hürriyet Yay. İstanbul-1973
* M. Galip Baysan,Türkiye'de Demokrasinin Kuruluşunda Ordunun Rolü (1700 - 1918), İzmir-2003
* Akdes Nimet Kurat,Türkiye ve Rusya 1748-1919),Ankara Üniv.-1970
* B.H.Summer,Russian And The Balkans 1870-1880,Oxford-1937
* Şerif Mardin,Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu,İletişim Yayınları, İstanbul - 1996
* Gazi Ahmet Muhtar Paşanın Anıları,Sergüzeşt-i Hayatımın Cilt-i Evveli (Tarih Vakfı) İstanbul-1997
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:
Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,
Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.
Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!
Ne mutlu Türküm diyene!.
Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,
Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.
Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!
Ne mutlu Türküm diyene!.
Bunları Biliyor muydunuz?
Bunları Biliyor muydunuz?
* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”
* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,
* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,
* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,
*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,
* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,
* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...
* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”
* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,
* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,
* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,
*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,
* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,
* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...