CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR
YüksekTurkiye idealine hizmet edenler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YüksekTurkiye idealine hizmet edenler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Deniz'in Babasına Mektubu

Turhan Feyizoğlu 6 Mayıs 2007

Deniz Gezmiş'in 1971 yılında babasına yazdığı mektuptan:

"Baba, sana her zaman müteşekkirim. Çünkü Kemalist düşünceyle yetiştirdin beni.

Küçüklüğümden beri evde devamlı Kurtuluş Savaşı anılarıyla büyüdüm. Ve o zamandan beri yabancılardan nefret ettim.

Baba, biz Türkiye'nin 2. kurtuluş savaşçılarıyız.

Elbette ki hapislere atılacağız, kurşunlanacağız da. Tıpkı 1. Kurtuluş Savaşı'nda olduğu gibi.

Ama bu toprakları yabancılara bırakmıyacağız. Ve bir gün mutlaka yeneceğiz onları.

Düşün baba, bugün hükümet, işini gücünü bırakmış bizimle uğraşıyor.

Çünkü bizden başka gerçek muhalefet kalmamış durumda.

Ve hepsi Kemalist çizgiden sapmışlar. Ve tarih önünde hüküm giymiş durumdadırlar.

Biz çoktan onları tarihin çöplüğüne atmış durumdayız.

Baba, mektubuma son verirken seni, annemi, Bora'yı, Hamdi'yi devrimciliğimin olanca ateşiyle kucaklarım.

Ya vatan ya ölüm."

*

Deniz'in dedeleri İkizdere'nin Cimil köyünden.

Konya'dan Cimil'e gelen ailenin en büyüğü Mustafa Ağa'dır.

Gezmiş ailesi, Oğuz Türklerinden.
*

Gezmiş ailesi, zaman içerisinde Cimil köyünden Türkiye'nin değişik bölgelerine ekonomik nedenlerle göç ettikleri zaman Deniz Gezmiş'in dedesi de Erzurum'a gitmiş.

Deniz Gezmiş'in dedeleri, ilk önce Erzurum'un Ovacık nahiyesi Çıkrıklı köyüne yerleşmiş.

*

Gezmiş ailesi, Çıkrıklı köyünde uzun bir süre yaşadıktan sonra Birinci Dünya Savaşı ile Türk Kurtuluş Savaşında yaşanan olaylar nedeniyle Ilıca'ya bağlı Beypınar (Eski adı Öznü) köyüne yerleşmişti.

Birinci Dünya Savaşı ve Türk Kurtuluş Savaşı döneminde Ermeni çetecilerin yaptığı katliamlara bölgedeki Türkler direnmişlerdi.

Gezmiş ailesi de, diğer yurttaşlarında katılımıyla-desteğ iyle birlikte direnerek Ermeni çetecileri Ovacık bucağına sokmamışlardı.

Türk direnişçiler, Ermeni çetecilerin Erzurum Aşkale'den İspir'e giden yol bağlantısını kesmişler İspir bölgesinde büyük katliamlara yol açmalarını bir ölçüde engellemişlerdi.

*

Fakat Ermeni çeteleri, Erzurum bölgesinde Türk katliamları yaptı.

Erzurum ovasında Alaca köyü ve çevresinde katliamlar yapan Ermeni çeteler Efraim Gezmiş'i bu direniş sırasında katletmişlerdi.

*

Cemil Gezmiş, yaptığı bir açıklamada, Kurtuluş Savaşı döneminde Gezmiş ailesinin katkılarını şöyle anlatmıştı:

"Anne tarafından dedem, Balkan Savaşı'na askeri lise öğrencisi olarak katılmış, Kurtuluş Savaşı'nda yaralanmış ve İstiklal Madalyası almış şerefli bir subaydır.

Baba tarafından dedem, Sarıkamış Muhaberebesi'nde Moskof ordularına karşı savaşırken esir düşmüş ve üç yıl Sibirya ormanlarında işkence çekmiştir.

Gezmişoğulları Birinci Dünya Savaşı'nda onaltı şehit bir vermiş bir ailedir.

Babamın üç dayısı Erzurum'un geri alınmasında Ermeniler tarafından şehit edilmişti."

*

Erzurum Kongresi'nde Mustafa Kemal'e yardımcı olanlardan birisi de Deniz'in babası Cemil Gezmiş'in amcası Tabip Tevfik Bey'di.

Erzurum'un ilk baş tabibi olan Tevfik Bey, Erzurum Kongresindeki katkılarının yanı sıra Mustafa Kemal'in çok önem verdiği uçak sanayisinin oluşturulması amacıyla kurdurduğu Tayyare Cemiyeti'nin Erzurum Şube Başkanlığ'ını yapmıştı.

*

Deniz de, Türk Kurtuluş Savaşı'nın hedefiyle yetişmişti.

Deniz'in dedeleri birinci kurtuluş savaşçısıydı Deniz de ikinci kurtuluş savaşçısıydı.

Türkiye'nin bağımsızlığı için yaşamı pahasına mücadele veren herkesi sevgiyle anıyorum.

*

Turhan Feyizoğlu


.

Mehmet Akif 100 yıl önce, bize de seslenmiş

Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle.
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle:
Ey dipdiri meyyit, 'İki el bir baş içindir.'
Davransana... Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?
Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın?
Esbâbı elinden atarak ye'se yapıştın!
Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan
Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan.
Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk!
Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!
Herkes gibi dünyâda henüz hakk-i hayâtın
Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın?
Ye's öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.
Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me'yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar
Lânetleme bir ukde-i hâtır ki: çözülmez...
En korkulu câni gibi ye'sin yüzü gülmez!
Mâdâm ki alçaklığı bir, ye's ile sirkin;
Mâdâm ki ondan daha mel'un daha çirkin
Bir seyyie yoktur sana; ey unsur- îman,
Nevmid olarak rahmet-i mev'ûd-u Hudâ'dan,
Hüsrâna rıza verme... Çalış... Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!

Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş...
Sesler de: 'Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş! '
Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından,
Tek kol da demiyor bir tarafından!
Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.
Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar...
Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var.
Feryâd ile kurtulması me'mûl ise haykır!
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!
'İş bitti... Sebâtın sonu yoktur! ' deme, yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye'se kapılma.


Mehmet Akif; 14 Mart 1913

29 Ekim KANADA'DA TÜRKİYE CUMHURİYETİ GÜNÜ İLAN EDİLDİ

Türkiye'de 29 Ekim 2011 Cumhuriyet Bayramı kutlama törenlerinin iptal edildiği yıl Ottawa (Kanada'nin baskenti oluyor) belediye baskani29 Ekim'i, Turkiye Cumhuriyeti gunu ilan etti.
Kutlama ile ilgili Belediye Başkanı imzalı yazının fotokopisi orada yaşayan bir arkadaş tarafından gönderilmiştir.


Arkadaşlar inkılâplarımız henüz yenidir. Dedikleri gibi kökleşip benimsendiği hakkındaki kanaatlerimiz ileride karşılaşacağımız hadiselerle tahakkuk edecektir. Fakat şimdi şuna emin olmalısınız ki bugün başına şapka giyen, sakalını bıyığını tıraş eden, smokin ve frakla cemiyet hayatında yer alanlarımızın çoğunun kafalarının içindeki zihniyet hâlâ sarıklı ve sakallıdır.
Mustafa Kemal Atatürk -1930 Türk Ocağı


--
--
Cenap Erenben
Toronto, Canada

RUSYA’NIN KKTC’Sİ GÜNEY OSETYA’DA SAVAŞ VE SONUÇLARI _Rus-Amerikan ilişkilerinin tekrardan Soğuk Savaş yıllarına döndüğünün bir işareti

Cuma, Eylul 5, 2008 10:21

Teori dergisinin Eylül 2008 tarihli sayısında çıkan 'Rusya'nın KKTC'si Güney Osetya'da Savaş ve Sonuçları' başlıklı yazımı dikkatinize sunuyorum.

Saygılarımla,
MP


RUSYA’NIN KKTC’Sİ GÜNEY OSETYA’DA SAVAŞ VE SONUÇLARI

SORUNUN GEÇMİŞİ

Geçtiğimiz hafta dünya gündemine oturan Güney Osetya sorunu, SSCB’nin dağıldığı yıllara dayanıyor. SSCB döneminde Kuzey Osetya, Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti içinde, Güney Osetya ise Gürcistan SSC içinde özerk bölgeydi. Dağılmanın ardından SSCB içinde bir arada yaşayan Osetler, ikiye bölünmüş oldu. Kuzey Osetler, Rusya; Güneyliler ise Gürcistan vatandaşı oldular. 1992 yılında yapılan referandum sonucunda Güney Osetya tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etti, Gürcistan ise bunun üzerine Osetya’ya müdahalede bulundu. Güney Osetya’nın başkenti Tshinval’de sokak savaşları meydana gelirken Güney Oset kuvvetlerinin direnişi sonucunda Gürcü orduları geri çekilmek zorunda kaldı. Osetlerin, başarı kazanmasında aynı dönemde Abhazya cephesinin de açılmasından dolayı Gürcülerin ikiye bölünmüş olması da rol oynadı. Ardından da Rusya’nın desteğiyle hiçbir ülkenin resmen tanımadığı Güney Osetya devleti bugüne kadar fiilen varlığını sürdürdü.

GÜNEY OSETYA HAKKINDA GENEL BİLGİLER

Savaştan yaklaşık 1 ay önce Güney Osetya Devlet Başkanı Eduard Kokoyta’nın davetlisi olarak Güney Osetya’daydım. Rusya’nın desteğiyle ayakta duran Güney Osetya, herhangi bir yeraltı ve yerüstü kaynağına sahip değil. Sanayi yok. Tarım, iç tüketime yönelik. 70 bin gibi bir nüfusla da ciddi bir insan gücü de taşımıyor. Güney Oset ordusunda 12 bin er ve subay bulunuyor. Kadın ve çocukları çıkardığınızda iki erkekten biri orduda görev yapıyor. Ordu, Rus silahlarıyla donatılmış durumda. Ülkede Rus rublesi kullanılıyor.

Başkent Tshinval, ülkenin tek şehri ve güneyde tam Gürcistan sınırından bulunuyor. Başkente inen tepelerden şehrin tamamını ve Gürcü üslerini görmek mümkün. Şehirde havaalanı dahi yok. Tshinval’in başkanlık sarayının ve ana meydanının bulunduğu cadde, Stalin Caddesi. Ülkede Stalin’e büyük sevgi duyuluyor, hatta bir heykeli de var. Osetler, Stalin’in Gürcü değil, Oset kökenli olduğunu iddia ediyorlar.

Güney Osetya’nın diğer bölgeleri ise köy ve kasabalardan oluşuyor. Yapılardan ve yollardan da ülkenin fakir durumu hemen göze çarpıyor. Özellikle Kuzey Osetya’yla karşılaştırıldığında aradaki fark net olarak görülüyor. Ekonomi esas olarak Rus yardımlarına dayanıyor. Rusların son dönemde önemli bir yatırım olarak çektiği gaz boru hatları Rusya’nın Güney Osetya’yı Gürcistan’a bırakmayacağının önemli bir işareti olarak gösteriliyordu.

Oset dili, Hint-Avrupa dil grubundan ve Farsçayla benzerlikler taşıyor. Nüfusun önemli bir kesimi Rus pasaportu taşıyor. Yollarda Rusya’daki başkanlık seçimlerinin propaganda afişlerine sık sık rastlanıyor. Güney Osetya, bayrağının olduğu hemen hemen her yerde Rus bayrağı da asılı. Ayrıca düzenlenen çeşitli etkinliklerde resmi olarak tanınma konusunda aynı kaderi paylaştıkları Abhazya, Transdinyester bayrakları da taşınıyor. Güney Osetya’da Gürcü köyleri de bulunuyor. Son başkanlık seçimlerindeki adaylardan biri de Gürcüydü.

Tshinval Üniversitesi’nde yoğun olarak Türkçe de öğretiliyor. Ayrıca Türkiye’de Oset kökenli geniş bir nüfusun yaşadığını da belirtelim.

GÜNEY OSETYA’NIN STRATEJİK ÖNEMİ

Nüfusu, sanayisi ve kaynakları açısından bir zenginliğe sahip olmayan geçtiğimiz savaşın merkesi Güney Osetya’nın üstünden geçen enerji yolları ülkenin stratejik konumunu oldukça önemli kılıyor. Ayrıca Gürcistan’ın ABD’nin bölgedeki taşeron rolünü üstlemesi ve NATO’ya girme süreci, Rusya’nın güney sınırındaki Güney Osetya’nın dünya siyasetindeki yerini daha da artırıyor. Sahip olduğu yüksek tepeler ve dağlar, Rusya’nın savunma politikaları açısından ciddi anlam taşıyor.

DEVLET BAŞKANI EDUARD KOKOYTA

Güney Osetya’da bulunduğum sürede birkaç kez görüştüğüm Devlet Başkanı Eduard Kokoyta, bağımsızlığın ilanının hemen ardından çıkan Gürcü-Oset savaşında milis kuvvetlerin komutanlığını yapıyor. Asıl mesleği pedagog. Kokoyta, bölgedeki ABD planlarını çok net görüyor ve bunun karşısında Avrasyacılığı benimsiyor. ABD emperyalizmine ve küreselleşmeye karşı net tavır alan Kokoyta, amaçlarını şu sloganla özetliyor: “Rusya Federasyonu içinde Birleşik Osetya”.

KKTC VE GÜNEY OSETYA

Bir ay önce Güney Osetya sorununu yakından inceleme fırsatı bulduğum zaman Kıbrıs sorunuyla önemli benzerlikleri olduğunu gördüm. Bu benzerlikleri şu şeklide özetlemek mümkün:

- 1990’ların başında Gürcüler, Osetlere yönelik baskı ve kırım politikası izlerken, 1970’lerde ise Rumların Kıbrıs Türklerine yönelik benzer eylemleri oluyor.

- Osetler ve Kıbrıs Türkleri (Türk Mukavemet Teşkilatı), ciddi yerel direnişler örgütlüyor.

- Bu direnişlerin ardından kurtarıcı olarak görülen Türk ve Rus müdahalesi gerçekleşiyor ve iki ülke orduları uluslararası anlaşmalardan kaynaklı olarak barış gücü sıfatıyla bölgede bulunuyor.

- Ancak her iki ordu da Batı ve Gürcüler/Rumlar tarafından işgalci kabul ediliyor.

- KKTC ve Güney Osetya hiçbir ülke tarafından resmen tanınmıyor. (KKTC, Türkiye hariç)

- Güney Osetya ve KKTC, bir zenginliğe sahip değilken, biri Kafkasya’nın diğeri Akdeniz ve Ortadoğu’nun kontrolü açısından önemli stratejik konuma sahip.

- Her iki ülke de Atlantik tarafından şer ekseninde görülüyor. ABD’nin dünya hakimiyeti açısından Atlantizm tarafından yutulması gerekiyor.

- Rauf Denktaş da Eduard Kokoyta da Avrasyacı bakış açılarına sahip ve her ikisi de ABD’nin hedefi haline gelmiş durumda.

- Kıbrıs’ı vermek Türkiye’yi vermek olarak görülürken, Ruslar açısından da Güney Osetya’nın Atlantik’e dahil olması Kuzey Kafkasya’nın kaybedilmesi anlamına geliyor.

- Yaşanan çatışmalardan ve savaşlardan sonra Osetlerle Gürcülerin, Kıbrıs Türkleriyle de Rumların birlikte yaşama imkanın da ortadan kalktığı net olarak görülüyor.

- Her iki ülkede de NGO’lar ve Soros vakıfları yoğun çalışmalar yürütüyor. Ancak Güney Osetya’daki faaliyetler, Kıbrıs’a oranla daha geç dönemde başladı.

- Güney Osetler, Rus; Kıbrıs Türklerinin önemli bir kısmı ise Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşıyor. Kurtarıcı olarak görülen Rus ve Türk bayrakları her iki ülkede resmi bayrak gibi her tarafa asılıyor. Ruble ve Lira’nın kullanılması ayrı bir benzerlik oluyor.

KUZEY IRAK VE GÜNEY OSETYA

Sorun diğer bir yanıyla da Kuzey Irak eksenli ABD projesini de hatırlatıyor. Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu’su kukla devlete eklemlenmeye çalışılırken Gürcistan içinde yer alacak bir Güney Osetya da Rusya Federasyonu içindeki Kuzey Osetya’nın koparılmasında rol oynayabilecek.

Bu benzerlikler, Türkiye’nin Kıbrıs ve Kuzey Irak sorunlarını Rusya’ya tam olarak kavratması açısından önemli veriler sunuyor. Tshinval Üniversitesi’nde yaptığım konuşmadaki “Türkiye’nin Osetya’sı, KKTC; Rusya’nın KKTC’si Osetya’dır” vurgumun üst düzey yetkililer tarafından net olarak anlaşıldığına tanık oldum. Ayrıca iki mesele arasındaki bu benzerlikler, son savaşla birlikte Rus siyaset bilimcileri ve stratejistleri tarafından kurulmaya başlandığını da görüyoruz.

SAVAŞ VE TARAFLARI

Ağustos ayının 8’inde patlak veren savaşı değerlendirdiğimiz de ise 3 hafta öncesinde Condoleezza Rice’ın Tiflis’e yaptığı ziyaret dikkat çekiyor. Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırı kararının bu ziyaret sırasında alındığı net bir şekilde anlaşılıyor. Zaten bütün dünya bu savaşı Gürcülerle Osetler arasında değil, Ruslarla Amerikalılar arasında görüyor. Savaştaki kamplaşma da bunu açık bir şekilde ortaya koyuyor. Amerikan güdümündeki Ukrayna, Kosova, Polonya, Baltık cumhuriyetleri gibi ülkeler Gürcülere destek verirken, Latin Amerika’nın da dahil olduğu bağımsız dışpolitika yürüten Avrasya ülkeleri ABD güdümlü Gürcü saldırganlığına net tavır alıyor. Daha önce Abhazlara destek veren Batı güdümlü ayrılıkçı Çeçenlerin Saakaşvili iktidarıyla birlikte Gürcülere destek olması özellikle dikkat çekiyor.

Diğer taraftan savaş sırasında ve sonrasında ABD/NATO-Rusya yetkilileri arasındaki “gerekirse nükleer silah kullanırım”a kadar varan sert açıklamalar savaşın boyutlarını açık olarak gösteriyor.

ABD

Savaştaki güçleri ele aldığımızda sorunun kavranması kolaylaşıyor. ABD’nin stratejik hedefinin Orta Asya’daki enerji kaynaklarını ele geçirmek olduğu herkes tarafından malum. Bunun iki önemli adımı ise BOP çerçevesinde Ortadoğu’nun zaptı ve Kafkasların kontrol altına alınması. Bunun önündeki en önemli engellerden biri ise Çin ve Türkiye’yle birlikte Rusya. Condoleezza Rice, turuncu devrimlerin hemen ardından Rusya’nın arka bahçesine girdiklerini, sıranın evin içine girmek olduğunu açıklamıştı. İşte Güney Osetya’ya düzenlenen operasyon, ABD’nin evin içine girme harekatı oluyor. ABD, diğer taraftan Rusya’yı da planladığı diğer büyük adımlar için yoklamış oluyor.

Ayrıca bu saldırıyı İran’a yönelik bir harekatın hazırlığı olarak da değerlendirebiliriz. Tabi Kafkaslar’da çıkartılan bu gürültüye bütün dünya dikkat kesilmişken, ABD’nin İran karşıtı faaliyetlerine hissettirmeden hız vermesi de mümkün.

Diğer taraftan Gürcistan’ın ve Kırım’la ilgili sıcak bir çatışma çıkmadan Ukranya’nın NATO’ya alınması da Washington’un Saakaşvili yönetimini Rusya üzerine sürmesinden elde etmek istediği sonuçlardan biriydi. 02-04 Nisan 2008 tarihlerinde Bükreş’te toplanan NATO zirvesinde Rusya’yla ABD arasında pat durumu ortaya çıkmıştı. ABD, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde kurmak istediği füze kalkanı projesinde başarı sağlarken, Rusya da Gürcistan ve Ukrayna’nın şimdilik NATO’ya girmesini engellemişti. Amerika, bu saldırıyla tekrar atağa geçmiş olacaktı.

ABD, diğer taraftan bir türlü Karadeniz’e sokamadığı filoları için de gerekçe yaratacak ve Karadeniz’in kontrolü açısından önemli bir mevzi sağlayabilecekti.

GÜRCİSTAN

Gürcistan ise omuzları üzerinde kendi kafasını taşımıyor. NATO’ya girmek için rüştünü ispatlaması istenen Gürcistan, ABD’nin askeri ve diplomatik müdahale ve yardımlarına güvenerek bu işe kalkıştı. Putin’in Çin’de, Medvedev’in de izinde olmasını fırsat bilerek Güney Osetya’nın başkenti Tshinval’i işgal edecek kadar zaman kazanan Saakaşvili, ateşkes ilan edip bir oldu bittiyle pazarlık masasına oturmak amacındaydı. Böylece elinde Tshinval’le pazarlığa başlayacak olan Gürcistan, öncesinden daha avantajlı bir konum elde edecekti.

Saakaşvili’nin tabi tek hesabı Amerikan yardımları değildi, ayrıca Rusya’nın şimdiye kadar milli çıkarlarını savunmakta gösterdiği kararsızlıktan da faydalanmaktı. Rusya, gerek turuncu devrimlerle, gerek ayrılıkçı terör eylemleriyle ve bir çok ABD operasyonuyla saldırıya uğramış olsa da şimdiye kadar sesini yeteri kadar çıkarmamıştı, ciddi somut cevaplar vermekten çekinmişti. Hatta Güney Osetya’yı bile tanıma cesaretini gösterememişti. Gürcüler, bundan medet umarak Rus barış gücünü bile bombalayacak cüreti kendinde buldu. ABD’nin desteği Saakaşvili’nin başını döndürdü.

Diğer taraftan Gürcistan’da işler istendiği gibi yolunda gitmiyordu. Saakaşvili’nin toplumsal desteği gitgide azalıyordu. Muhalefet ise önemli gelişme kaydetmekteydi. Saakaşvili’nin tekrardan popülerliğini artıracak ve ekonomik sıkıntıları unutturacak bir “başarıya” ihtiyacı vardı. Böyle bir savaş, Saakaşvili’nin içine girdiği sıkıntılı durumdan çıkmak için de rol oynayacaktı.

Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı, Rusya, Gürcülerin hiç beklemediği bir şekilde bu saldırıya yanıt verdi.

RUSYA

Rusya, Gorbaçov-Yeltsin döneminde tam teslimiyet politikası izliyordu. SSCB’nin barışçı yollarla parçalanmasına izin verilmişti. Rusya Federasyonu da tekrardan bölünme noktasına gelmişti. Rusya, bir dünya devleti olmaktan çıkmış, ABD’nin karşısında her alanda (ekonomik, siyasal, askeri, kültürel vb.) diz çökmüştü. Ülkenin yönetimi, esas olarak Amerikancıların elindeydi.

Rusya, Putin’in iktidara gelmesiyle silkinerek milli çıkarları konusunda önemli adımlar attı, dizlerinin üstünden ayağa kalktı. Artık Rusya, tekrardan kendine yönelik tehdidi görmeye başlamıştı. Devlet kademelerine Avrasyacılar egemen olmaya başladı. Ancak yine de bu dönem, bir güç toplama ve Batı’yla uzlaşma dönemiydi. Pratikte net tavırlar alınmaktan kaçınılıyor, ülkenin güvenliği açısından bazı adımların atılmasına cesaret edilemiyordu.

Gerçekten de Rusların Tshinval’in işgalinden ancak 12 saat sonra harekete geçmesi bu dönemin bir alışkanlığı olarak göze çarpıyor. Ne kadar Medvedev ve Putin Moskova’da olmasa da Gürcülerin Güney Osetya’ya saldıracağı öncesinden açıklık kazanmıştı. Eğer bu gecikme biraz daha sürseydi Gürcü orduları, Rusya’nın Tshinval’e tek yolu olan Roskiy Geçidi’ni kapatacak ve Rus harekatını etkisiz hale getirebilecekti.

Ancak Rusya, kendi kaderini kendi ellerine alarak uzlaşma döneminin bittiğini ilan etti. Ülke içinde de bu konuda tam bir birlik hakimdi. Komünist Partisi’nden diğer muhalefet partilerine kadar bütün siyasi güçler harekatı desteklediklerini ilan ettiler.

TÜRKİYE

Türkiye ise Gürcistan’ın Tiflis-Bakü-Ceyhan boru hattının Ruslar tarafından bombalandığı yalanıyla bu savaşın içine çekilmek istendi. Rusya Genelkurmay Başkan Yardımcısı Anatoliy Novogitsın resmi olarak bu haberi yalanladı. ABD, daha önce Trabzon ve Rize liman ve hava sahasını talep etmiş ve Karadeniz’e filosunu sokma girişimlerinde bulunmuştu. Bu savaşta da Türkiye’ye Rusya’yı kuşatma projesinde rol verilmek amaçlandı. Böylece ABD’nin tehtidlerine karşı bir güç yaratacak Avrasya ittifakının iki önemli ülkesi olan Rusya ve Türkiye karşı karşıya gelecekti.

ABD, Gürcistan’a yardım bahanesiyle geçirmek istediği gemilerle bu konuda tekrar bir hamle yaptı. Montrö Antlaşması’na aykırılık gerekçesiyle gemilerin geçişine izin verilmedi, ancak gemilerin tonajı düşürülerek Montrö’ye sözde uyum sağlandı. Türkiye, ABD macerasının içine çekilmiş oldu.

Tayip Erdoğanlar’a bu görev Kafkasya Birliği adı altında da verildi. Türkiye, ABD’nin sözcülüğünü yaparak Kafkas Birliği maskesiyle Rusya’nın kontrol altında tutulmasında rol alacaktır.

Tarih boyunca Batı’nın Kafkasya planları, Türk-Rus çatışmasına dayandı. İki ülke, Kafkasya’da savaştığı zaman bundan galip çıkan hep Batı emperyalizmi oldu. Dostluk politikasında ise iki ülke, milli çıkarlarını sağlamada başarı sağladı. Bu sebeple Batı, kimi zaman Kafkas Seddi projeleriyle Türkiye ve Rusya arasına emperyalist güdümlü hükümetler yerleştirirken kimi zaman da sözde Türkiye’nin himayesinde Rus düşmanlığı üzeriden Kafkas birliğini kurmaya çalıştı. Özellikle Kurtuluş Savaşı yıllarındaki bu tuzaklar, Mustafa Kemal tarafından kesin bir şekilde tespit edilerek ortadan kaldırılmıştı.

Türkiye’nin ABD ile Gürcistan’da karşı karşıya geldiği diğer bir nokta ise Gürcistan Harp Okulu’yla ilgili yaşanan gelişmelerdir. Gürcistan’da Türk Ordusu’nun kurduğu ve Gürcü subaylarını yetiştirdiği Harp Okulu’ndan ABD’nin talimatıyla Türkler uzaklaştırılmış, yerine Amerikalı eğitmenler getirilmiştir. Hatta 4 sene boyunca Türklerden eğitim alan Gürcü öğrenciler de okuldan atılmışlardır.

Sonuç olarak Türkiye’nin Kafkaslar’da Rusya’nın kuşatılmasına destek vermesi, esas olarak kendi eliyle kendisinin kuşatılmasına yol açacaktır. ABD’nin bölgede sağlayacağı kontrol, Türkiye’nin Kuzey Irak ve Kıbrıs politikaları açısından güç kaybetmesi anlamına gelecektir.

SAVAŞIN SONUÇLARI

Savaşın bugüne kadarki sonuçlarını ise şu şeklide sıralamak mümkün:

- ABD, ihtiraslarıyla gücü arasındaki orantısızlıktan girdiği macerada aceleden hesap hatası yaptı, planı çöktü. ABD, sadece Rusya’yı yokladığıyla kaldı.

- Rusya’da güç toplama ve uzlaşma döneminden güç kullanma dönemine geçildi. Rusya’nın önümüzdeki dönemde kendi çıkarları açısından sadece sözde değil, pratikte de daha etkin bir politika izleyeceği net olarak görülüyor. Başkanlık seçimleri öncesi Putin, Batı yanlısı ve liberal olarak tanıtılan Medvedev’i aday göstererek aslında Batı’yı oyaladığı ve kandırdığı da görülmüş oldu.

Rusya’nın Gürcü muhalefetine geniş bir destek sağlayarak Saakaşvili iktidarının devrilmesi planlarını da uygulamaya başladığı anlaşılıyor.

Özellikle yakın gelecekte Rus-Ukrayna ilişkilerinin çok daha fazla gerileceği ve özellikle Kırım ve Rusya’nın Karadeniz filosu eksenli önemli gelişmelerin olması bekleniyor.

Tabi bütün bu gelişmeler, Rus-Amerikan ilişkilerinin tekrardan Soğuk Savaş yıllarına döndüğünün bir işareti. Ayrıca gerilimin derinleşmesi de kaçınılmaz görülüyor.

- Saakaşvili iktidarı intihar etti. Sadece Güney Osetya’da değil, Abhazya meselesinde de bulunduğundan çok daha geri bir konuma düştü. Gürcü halkı ise bu savaşta emperyalizmin kullan ve at politikasının kurbanı oldu.

- Güney Osetya’nın statüsü yapılan ateşkes gereği uluslararası gündeme taşındı. Rusya, Güney Osetya’yı ve Abhazya’yı tanıyacağının işaretlerini verdi. Bu da Türkiye açısından KKTC’nin statüsüyle açısından adımlar atabilmesinin imkanını doğurdu.

Teori, Eylül 2008
MEHMET PERİNÇEK

------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1- SSCB dağılmadan önce 120 bin nüfusa sahipken özellikle Rusya’ya göçlerle büyük düşüş kaydediyor.
2-Tarihte Batı’nın Kafkas Seddi ve Kafkas provokasyonlarıyla ilgili bkz. Mehmet Perinçek, “Kurtuluş Savaşı’nda Türk-Sovyet Orduları Arasındaki İşbirliği (Doğu-Deniz-Batı Cepheleri), Eski Çağ’dan Modern Çağ’a Ordular, Kitabevi, İstanbul Mayıs 2008, s.482 vd.; Mehmet Perinçek, Atatürk’ün Sovyetler’le Görüşmeleri, 2. Basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, Mart 2007, s.22 vd., s.80 vd.

Türk halkının en büyük zaafı, dinini, uyanma ve sorgulama aracı olarak değil de uyuma ve susma aracı olarak kullanmasıdır.

DİNDAR dinin ahlakını yaşayandır.

DİNCİ dini ideolojiye dönüştürüp, dindarlık taslayıp, halkı aldatarak makam ve servet sahibi olandır.


Kur’an, “Allah ile aldatılmayın!” ihtarında bulunuyor. Neden? Çünkü Allah ile aldatılanların en büyük sorunu, aldatıldıklarının farkında olma imkanından büyük ölçüde yoksun bulunmalarıdır. Çünkü derinden inandıkları ve içtenlikle teslim oldukları bir değer kendilerinin aleyhinde kullanılıyor. Bunu fark etmeleri kolay değildir. Allah ile aldatılmanın yıkımına dikkat çeken Kur’an, bu tuzağa düşülmemesi ve bu belanın aşılması için gerekli olan iki hayati donanıma daha dikkat çekmiştir:

1. Aklın işletilmesi,

2. Takvanın yâni dindarlığın insanlar arasında üstünlük ölçüsü olmaktan çıkarılması.

Allah ile aldatma zulmünün aşılması için sâdece temel çare değil, tek çare aklı işletmektir. Çünkü aklın devrede olması ve işletilmesi için laiklik temel şarttır. Aksi halde, duygu egemen kılınmak, suretiyle din, aklın önünü kesme aracı olarak kullanılır, yâni kitle Allah ile aldatılır.

Türk halkı, Allah ile aldatma tezgahlarının ustalıkla işlettikleri bu ‘sevap’ oyunuyla avunurken yaşadığı dinin Kur’an’la ilgisi büyük ölçüde yok edilmiş, dinde Kur’an’ın yerini, Arap-Emevî saltanat ideolojisinin kutsallaştırılmış sloganlarıyla İslam dışı örflerin uydurmaları almıştır. Bu durumda Kur’an’ın söyledikleri Türk halkının hayatına din olarak nasıl girsin?!

Türk halkı, tıpkı birçok Müslüman halk gibi, Ortadoğu despotizmlerinin hesabına uygun olarak kutsallaştırılmış buyrukları din biliyor, onları yaşıyor.

Türk halkının en büyük zaafı, dinini, uyanma ve sorgulama aracı olarak değil de uyuma ve susma aracı olarak kullanmasıdır.

Bu kitap, Müslüman Türk halkına Allah ile nasıl aldatıldığını, Kur’an verilerine dayanarak anlatmak isteyen Kur’an mümini bir Türk aydınının mütevazı bir hizmeti olarak kabul edilmelidir.

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk-İstanbul, 2008

GİRİŞ

NASIL BİR ZULÜM KARŞISINDAYIZ!?

Kur’an, dindarlık belge ve ifadelerinin insanlar arasında bir değer ölçüsü olmasını yasaklamakta, dindarlığın (takvanın) sâdece Tanrı ile insan arasında bir değer ölçüsü olması gerektiğini bildirmektedir. Takvanın kimde olduğunu da sâdece ve sâdece Allah bilir. O halde, en masum niyetlerle de olsa, dindarlığın bir ‘insanlar arası değer belirleyici’ olarak öne çıkarılması, Kur’an’a göre bir insanlık suçudur; dine-imana hakarettir. “In God we trust!” yâni “Allah’a güvenip dayanırız biz!”
ABD, parasının üstündeki bu ifadeyle demek istemektedir ki, ben insanları, dünyayı, sömürdüklerimi iki şeyle aldatırım: Para, Tanrı.

Türkiye’de Allah ile aldatma zulmü o kerteye gelmiştir ki, Emin Çölaşan gibilere yıllarca hakaret yağdırmış bir ‘İslamcı’ yazar (Mehmet Şevket Eygi) bile artık isyan etmiş ve Emin Çölaşan’ın söylediklerinden daha ağırlarını söylemek zorunda kalmıştır. Diyor ki M. Şevket Eygi:

“Sevgili din ve iman kardeşlerim! Biz, 1950’lerden bu yana 40 bin cami binası, bu iş için trilyonlarca dolar harcama yaptık. Bunların mihraplarına geçecek kaliteli imamlar, minberlerine çıkıp hutbe okuyacak kaliteli hatipler, Müslümanları uyaracak kaliteli vaizler yetiştirmeyi düşünmedik. 70 bin camiye hela, imam ve müezzin lojmanı yaptırdık.

On binlerce camiye kalorifer yaptırdık, pahalı klima cihazları taktık. Camileri hoparlörlerle, ışıldaklarla, vantilatörlerle doldurduk. Evet, son elli yıl içinde bunlara trilyonlar harcadık.”

“Ramazanlarda birtakım din cemaatleri beş yıldızlı lüks otellerde bin kişilik ihtişamlı, israflı, gösterişli, günahlı iftarlar veriyordu. O fücur yuvalarında verilen iftarlar dinimize uygun muydu?”

“Zengin olan Müslümanların çoğu ipin ucunu kaçırdı, şaşırdı, dağıttı. Milyon dolarlık lüks meskenler, yüz binlerce dolarlık yazlıklar, lüks limuzinler, israf, sefahat, rezalet gırtlağa kadar çıktı.”

“Biz; bir sürü hizip, fırka, grup, cemaat ve tarikata ayrıldık ve birbirimizle çekişip tepişmeye başladık. Yığın ve sürü haline gelen on milyonlarca Müslüman şu anda vahim bir kırsal kesim ve varoş zihniyeti, marjinallik, parçalanmışlık içindedir.”

“Bizi mahvedenler, militan din düşmanları değil, içimizdeki din sömürücüsü, din rantı yiyen işbirlikçi, hain alçaklardır...”

Şuraya aktardığım satırlarının altına imza atmakta asla tereddüt göstermeyeceğim Mehmet Şevket Eygi, biz bu gerçekleri yıllar boyu dile getirirken, sırf nefsanî dürtülerle bize karşı çıkanlardan biridir. Keşke bunları on yıl, yirmi yıl önce yazmış olsaydı.

Tarihin en büyük savaşları ‘Tanrı için’ tabelası altında yapılan savaşlardır. Bunun anlamlarının ilki şudur: Kanı en rahat ve en bol akıtmanın yolu onun Tanrı için aktığını iddia etmek ve bu kanı akıtacakları bu iddiaya inandırmaktır.

Allah ile aldatılan toplumlarda, mutlu bir dünya için yeryüzünde Allah’ın iyileri kullanması engellenir, mutsuz bir dünya için kötülerin Allah’ı kullanması yürürlük kazanır.

Bu gerçeği iyi bilenlerden biri ve Engizisyon kahrı çekmiş bir coğrafyanın çocuğu olan İtalyan düşünür Giordano Bruno (ölm.1600) ne güzel söylemiş: “Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Allah’ı kullanırlar.”
Bu, şu demek: Din eksenli bir toplumda kitle, ana başlık olarak üç tip insandan oluşuyor:

1. Allah ve din adına hegemonya peşinde koşmadıkları halde sürekli iyilik ve güzellik üretenler,
2. Tüm iddiaları Allah adına olduğu halde sürekli kötülük ve haksızlık üretenler,
3. Hiçbir şey üretmeden yiyip içerek gün geçiren ot takımı.

Bruno bunları elbette biliyordu. Kiliseyi ve din adamlarını eleştirdiği gerekçesiyle Roma’da diri diri yakıldı. Onu yakan zihniyetin çocukları ileriki zamanlarda küllerini törenle gömerek adına anıt mezar yaptılar. Neye yarar! Allah ile aldatılmayı önlemenin tek çaresi Allah ile aldatmaya giden yolları tıkamaktır. Bu ana çareyi biraz ayrıntılarsak karşımıza şu üç alt başlık çıkar:

1. Dinin gerçeğini öğrenmek, sahte dinî dinsizliklerin en kötüsü bilmek, bildirmek.
2. Dinin saltanat ve siyaset aracı yapılmasını durdurmak, yâni laikliği esas almak,
3. Allah-insan arası bir değer ölçüsü olması gereken dindarlığı insanlar arası bir değer ölçüsü olmaktan çıkarmak.

KUR’AN’A GÖRE ALDATMA VE ALDANMA

Kur’an’da, aldatışlar ve aldanışlar arasında dikkat çekilenler küçükten büyüğe doğru şöyle sıralanabilir:

1. Yaldızlı-süslü laflarla aldatma-aldanma. (En’am, 112)
2. Beldelerde egemenlik kurmak, gezip dolaşmakla aldatma-aldanma. (Âli İmran, 196; Ğâfir, 4)
3. Dine sokulan uydurma ve iftiralarla aldatma-aldanma. (Âli İmran, 24. Enfal, 49)
4. Hurafeler, uydurmalar, anlamını bilmeden okuyuşlarla aldatma-aldanma. (Hadîd,14)
5. Sefil-rezil yaşayışla aldatma-aldanma. (Âli İmran, 185; En’am, 70, 130; A’raf, 51; Lukman, 33; Fâtır, 5; Hadîd, 20)
6. Allah ile aldatma-aldanma. (Lukman, 33; Fâtır, 5; Hadîd, 14)

En tehlikeli aldatış şu ikisidir:

- Dünya nimetlerinin araç yapıldığı aldatış,
- Allah’ın araç yapıldığı aldatış.

Araç kullanılarak sergilenen aldatış ve aldanışın en yıkıcı ‘Allah ile aldatma’dır. Kur’an şöyle uyarıyor:“Sakın, aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın!” (Lukman, 33; Fâtır, 5; Hadîd, 14)

ALLAH İLE ALDATMANIN TEMEL ARACI: ŞEYTAN EVLİYASI

Şeytanın kullandığı insanlar Kur’an’da ‘şeytanın evliyası’ veya ‘şeytanın orduları’ diye anılmaktadır.

1.Şeytan evliyası

Şeytan evliyası daha çok korku salarak tökezletir. Bu korkuya karşılık Allah’a sığınma ve Allah sevgisi öne çıkarılmıştır.

2.Şeytanın orduları

Ordular deyimi mutlak bırakıldığına göre, şeytancılığın her türden ordusu olduğunu düşünmek zorundayız. Bunlar; kan, zulüm ve fesat orduları olabileceği gibi bilim, teknoloji, strateji casusluğu yapan gizli ordular da olabilir. Sömürgeci-emperyalist ülkelerin istihbarat örgütlerinin bir kısmı, işte bu türden ordulardır. Ve bu ordular, düzenli askeri ordulardan daha güçlü ve işlevseldir.
3.Hizbuşşeytan yâni şeytanın özel ekibi

Hizbuşşeytan, şeytanın, din içinde iş gören ekibi olup Kur’an’dan uzaklaştırma, Kur’an’ı unutturma görevini yüklediği özel timdir.

MÜRŞİT LAKAPLI MÜŞRİKLER

(İdris Suretinde İblisler)

Din dilinde şirk, Allah’a, yâni tek olan Yaratıcı Kudret’e zatında (sayı olarak) veya tasarrufunda (yapıp-etmelerinde) ortak tanımaktır. Başka bir deyimle, şirk, Tanrı’nın ve Tanrılığın özelliklerinden birini bir başkasına tanımaktır. Bu, açık ve şuurlu olursa açık şirk, örtülü ve şuursuzca olursa gizli şirk adını almaktadır. Ragıb el-Isfahanî (ölm. 502/1108) bu noktada Büyük Şirk-Küçük Şirk ayrımı yapar.

“Büyük şirk Allah’ın ortağı olduğunu iddia etmektir ki, inkarın ve küfrün en büyüğüdür. Küçük şirk ise bâzı iş ve fiilleri icra ederken Allah dışında kişilerin rızasını da hesaba katmaktır. Riyakarlık, ikiyüzlülük bu cümledendir.”

Peygamber, ümmeti adına şirkin en çok bu sinsi türünden korktuğunu söylemiş ve bu şirk türünü tanıtırken şöyle buyurmuştur:

“Ümmetim adına en çok korktuğum şey Allah’a şirk koşmaktır. Ancak benim söylediğim, onların Güneş’e, Ay’a, puta tapmaları değildir. Benim korktuğum bu şirk, Allah dışındaki şeylerin hoşnutluğunu gözeterek ameller yapmak ve bir de gizli şehvettir.” (İbn Mâce, zühd, 21)

Şunu asla unutmamalıyız: Din adı altında dinsizliğin en zehirlisini sahneleyenler, dine karşı olanlar değil, dinin savunucusu olduğunu iddia eden Allah ile aldatma sahtekarlarıdır. Birçok insanı dine-Allah’a düşman hale getirenler de bunlardır.

Birlik ve kucaklaşmaya giden yol, bilgi ve bilinçten geçer. Bu yüzden, mürşit kılıklı müşriklerin belirgin özelliklerinden biri de bilgi, bilinç ve düşünce düşmanlığıdır.

Mürşit patentli müşrikler yüzünden tam bir mahşer paniği yaşıyoruz. Mürşit kisveli müşriklerin şaşmaz, değişmez bir tek birlikteliği vardır: Siyaset ve saltanat çıkarları uğruna, adına Siyasal İslam denen dinciliğin öncülüğünde ve şemsiyesi altında toplanıp nimet ve imkanları paylaşmak. Onlar paylaşırken ülke ve kitle çürüyüş ve tükeniş sürecine girer.

ALLAH İLE ALDATMANIN TEMEL DAYANAĞI: DİNE YALAN SÖYLETMEK

İslam dünyası, o arada Türkiye, İslam’a yalan söyletmenin ağır ve kahırlı faturasını ödemektedir. Bulunduğumuz noktadaki zihin ve ruh halimize bakılırsa bu fatura ödeme süreci daha uzun süre devam edeceğe benziyor. İslam dünyasının durumu gerçekten çok kötüdür. Ve bu ‘çok kötü’nün en kötü yanı da durumun kötü olduğunun henüz bilincinde olmamamızdır.

Dinde olmayan birçok haram, sevap, dokunulmaz alan, kural, ibadet icat edilmiştir. ‘Dindarlık’ yapay kutsallara saygıyla eşitlenmiştir. Bu durumda, Allah ile aldatanların anladığı anlamda ‘dindar’ olduğunuzda gerçek dinin dışına çıkarsınız. Onların anladığı gibi ‘dindar’ olmadığınızda ise ‘dinsiz’ diye damgalanırsınız. Tezgah işte böyle kurulmuştur.

Bugünkü İslam dünyasında ibadetler imanın belirişi olmaktan çıkmış, inadın tatminine dönüşmüştür. Bunun içindir ki cami sayısı arttıkça dinden beklenen rahmet ve bereketin paydası düşmektedir. Allah, İslam dünyasına, özellikle Türkiye’ye, âdeta cami sayısıyla orantılı olarak tokat atmaktadır.

Allah’tan başkasına teslim olmama anlamına gelen İslam, Allah dışında her şeye ve herkese teslimiyete dönüştü. Müslüman kitleler, özgürlük pankartları taşıyan kölelere dönüştürülmüştür.

Sahte dinin sömürüsü pahasına ‘dindar’ olmaktansa, dinsiz kalmayı tercih edin! Çünkü bu takdirde hiç değilse gerçek dinî bulma ümidiniz canlı kalır. Kimseye zor veya garip gelmesin, Kur’an’ın yolu ve buyruğu budur.

Dinî sömürenlerin Kur’an’dan duydukları rahatsızlık, dinsizliği bömürenlerin duydukları rahatsızlıktan birkaç kat daha fazladır.

ALLAH İLE ALDATMANIN SİVİL DESTEK KURULUŞLARI

“Beni bir kez aldatırsan sana yazıklar olsun; beni iki kez aldatırsan bana yazıklar olsun.”(Çinli bilge Sun Tzu)

Türk insanına yönelik Allah ile aldatma faaliyetine alt yapı oluşturan ve bunun için de sürekli dinci söylemler kullanan bâzı dinci gruplar ve etki imkanları şöyledir:

Millî Görüş örgütü: 37 yayın, 330 dernek, 33 vakıf, 8 dershane, 48 şirket...

Fethullahçılar: 16 yayın, 23 dernek, 220 vakıf, 24 pansiyon, 570 dershane ve okul, 96 şirket…

Süleymancılar: 6 yayın, 2100 dernek, 14 vakıf, 1750 pansiyon ve kurs, 28 şirket...

Şiddetçi-radikal örgütler: 89 yayın, 95 dernek, 19 vakıf...

Muhtelif dinci gruplar: 100 küsur yayın, 100 küsur dernek, 50 küsur vakıf, muhtelif pansiyonlar ve kurslar…

Toplam rakamlar: 170 yayın, 2570 dernek, 316 vakıf, 1780 pansiyon ve kurs, 580 dershane ve okul ile yaklaşık yüz seksen şirket...

Ekleyelim ki, bu tablo, 2003 yılı itibariyledir. Allah ile aldatmayı en ileri boyutta kullanan AKP’nin iktidar dönemi olan son birkaç yılı da dikkate alarak yeni bir değerlendirme yaptığımızda burada verilen rakamların iki üç katına çıktığını söylemek gerekir.

Bu sayılanlara siyasal, dinsel, ekonomik hesaplarla destek veren liberal patentli şirket, holding, basın kurumu gibi odakları da eklemeliyiz.

Türkiye Diyanet Teşkilatı’nın, 700 yüz civarındaki imam hatip okulunun ve otuz civarındaki ilahiyat fakültesinin de büyük ölçüde bu dinci anlayışın güdümünde olduğunu unutmamak zorundayız. Dahası, yüz bin civarındaki cami de Allah ile aldatma harekatında şöyle veya böyle, az veya çok kullanılmaktadır.

Özetleyelim: Türkiye’de bugün, Allah ile aldatma dinciliğinin ulaştığı ekonomik güç, devletin gücünün çok üstünde kabul edilmek gerekir. Bu gücün aşamayacağı tek ‘karşı güç’ Türk ordusudur. Sebep, ordunun silahlı bir kuvvet oluşudur. Eğer silahı kenara koyarak veya dikkate almayarak düşünürseniz, Allah ile aldatan güç yâni dinci siyaset ve saltanat, Türkiye Cumhuriyeti’nin tartışmasız en büyük gücü olarak kabul edilebilir.

Türkiye’de rejim, kendisine açıkça kafa tutan bir karşı rejim oluşumuyla yüz yüzedir. Resmî rejimin tek şansı ve avantajı TSK’dır. ABD, AB ve içteki dinci gücün sürekli ve sistemli bir biçimde TSK’ya vuruşunun hikmeti ve sebebi üzerinde şimdi bir kez daha düşününüz.

Allah ile aldatmanın ulaştığı bu korkunç güç, liberal, özgürlükçü, AB’ci, ABD’ci adlarıyla anılan, esasında ise çıkarlarını vicdan ve insanlık değerlerinin her zaman üstünde tutmuş olan ‘sözde Türk basını’ tarafından da desteklenmektedir.

ALLAH İLE ALDATMANIN HÜKÜM ODAKLARI

Dinde teşriî yetki kullanma suçu, İslam dünyasında tarikatlar ve mezhepler tarafından bilerek veya bilmeyerek asırlardır işleniyor. Son zamanlarda buna, din üzerinden siyaset yapanların ‘dinî siyasal parti ile eşitleme’ zulümleri eklendi. Bu zulüm, dinî kendisi ve partisiyle eşitleme ve kendisini Allah’ın vekili, sözcüsü gibi ortaya sürme zulmüdür. Dinci terörün başlangıç noktası da budur.

Önce, dindarlık, birilerinin alâmeti fârikası ilan edildi. Ardından din baronlukları, din dükalıkları, dokunulmaz-eleştirilmez ‘efendiler, üstadlar, mücahitler’ (!) ve daha neler neler yaratıldı. Bunlara, sâdece ve sâdece peygamberlerin kullanabileceği bir yetki, dinde sözcülük hakkı verildi. Bunun ardından, bunların, halkı ‘iyi dindar, zayıf dindar, günahkar, dinsiz, din düşmanı, mürted’ gibi sınıflara ayırma hakkı kullanmalarına seyirci kalındı.

Bu zihniyetin Allah ile aldatan tezgahı şöyle işletiliyordu:

“İslam demek dinden bizim anladığımız demektir. O halde bizim ak dediğimize kara, iyi dediğimize kötü diyenler otomatik olarak İslam dışıdır. Müslümanlık belgesi, bizim defterimize kayıtlı olmanın ta kendisidir. Öteki yollar, İslam’a ve cennete değil, patatese çıkar.”

Bu talihsiz mantık, bir şer formülü olarak şöyle der:

“Müslüman vardır ve o biziz; kâfir vardır ve o da bize karşı olanlardır. Ve biz, bize karşı olanlara her şeyi yapma hakkına sahibiz.”

Türkiye’de, siyasal İslamcılığın devreye girdiği günden beri namaz artık bir meydan malzemesine döndürülmüş, bütün ruhaniyeti, erdiriciliği, saffet ve güzelliği yok edilmiştir.

Namaz, bugün hâlâ insanları aldatmanın temel araçlarından biri olarak insafsız ve acımasız bir biçimde işletilmektedir.

Bu Kur’an dışı tahrip oyunu, 2000’li yılların Türkiyesinde hem de TBMM çatısı altında şu Kur’an ve akıl dışı talebin gündem yapılmasına yol açmıştır:

“Millet, dindar cumhurbaşkanı istiyor.”

Millet böyle bir şey istemişse bu vahimdir, eğer istememiş de birileri onun adına avukatlıkla söz söylüyorsa bu daha vahimdir. Din adına dinsizlik yapılıyor.

Kur’an’ın insanlık tarihinde yaptığı en büyük devrimlerden biri, belki de birincisi, takvanın, insanlar arasında bir değer ve üstünlük ölçüsü olmaktan çıkarılmasıdır.

Tüm dinci zümreler, az veya çok tekfir (başkalarını kafir ilan etme) tezgahını mutlaka işletirler. Bu tezgah, dine karşı olanların kâfir ilan edilmesi değildir; bu tezgah, dinci (dindar değil) kesimin hesaplarına uymayanların din dışı ilan edilip etkilerinin kırılması tezgâhıdır.

ALLAH İLE ALDATMANIN ÖNCÜLERİ: DİN SINIFI

Din temsilcilerinin tarihsel kötülüklerinin eleştirilmesinin bir insanlık görevi olduğu bugün artık herkesçe, hâttâ din temsilcilerinin en önde gelenlerince kabul edilmektedir. Bunun en tipik örneği Katolik aleminin başı Papa’nın dünya önünde insanlıktan özür dileyen bildirgesidir. Benzerlerini diğer din temsilcilerinden de beklediğimizi ifâde ederek, bir basın organında ‘Papalığın Tarihsel Özrü’ başlığıyla yayınlanan deklarasyonu buraya alıyoruz:

“Papa 2. Paul ve Vatikan’ın 7 kardinali kilisenin bir günahını dile getirip insanlıktan özür diliyor.”

Bu günahları şöyle sıralıyorlar:

1. Dinler arası savaşlarla başka kök ve soydan gelen kitlelerin hakları yaralanmış, onların kültür ve inançlarına saygısızlık edilmiştir. Bu savaşların en büyüğü, kuşkusuz, Müslümanlara karşı sürdürülen Haçlı Seferleri’dir. Kudüs’e doğru yürürken her yâni yağmalamış, yakıp yıkmışlardır.
2. Engizisyon mahkemelerinde işkence ve katliamlar yapılmıştır.
3. Engizisyonun, kilisenin bölünmesinde ve Protestanlığın ortaya çıkmasında tarihsel bir günahı vardır.
4. Yahudilere karşı sürekli düşmanca tavır sergilenerek de günah işlenmiştir.
5. Amerika’nın keşfinden sonra yerli halk arasında zorla misyonerlik yürütülmüştür.
6. Kadınlara ve öteki ırklara karşı eşit davranılmamıştır.
7. İnsan hakları çiğnenmiştir.

“Papa, ayrıca, Katolik kilisesinin ateistlere karşı tavrından dolayı da özür dilemiştir. Papa, ateizmin de insanlar için bir dinsel inanç gibi hak olduğunu kabul etmiştir.”

Bu günahlar ve itiraf listesine, sanıyoruz, son papa 16. Benediktus’un, Hz. Muhammed’le ilgili yaptığı ve o Yüce Peygamberi ‘Ken, Şiddet ve şerrin yayıcısı’ olarak gösteren talihsiz sözleri için de ayrı bir özür ve günah çıkarma deklarasyonunun eklenmesi gerekir. İtiraf edelim ki, İslam dünyasının da bu anlamda dileyeceği epey özür vardır.

DİNCİYİ DİNDAR YERİNE KOYMA ALDATMACASI

Toplumumuzun temel sıkıntılarından biri de dindar-dinci ayrımında kilitlenmiş bulunuyor.

Dincilik (veya siyaset dinciliği); dinî, çıkar, koltuk, baskı, egemenlik aracı yapan bir sanayi koludur. İşin esası bakımından ne dinî vardır ne de imanı. Onun dinî-imanı, Tanrısı, ibadeti hep çıkarı ve hesabıdır.

Dincilik, tarihin en verimli ama en zalim iş kollarından biridir. Dinci ise bu sanayi kolunu meslek edinmiş olanların adı-unvanıdır.

Nedir dindar ve nedir dinci? Ana hatlarıyla görelim:

Dindar, her şeyden önce, dinî Allah’a varmanın, O’nun hoşnutluğunu kazanmanın, daha iyi ve daha yetkin insan olmanın yolu ve kurumu bilen ve bu anlayışla yaşamaya çalışan insandır. Bunun içindir ki, dindarın temel meselesi daha iyiye ve daha güzele ulaşmaktır.

Dinci için en büyük sıkıntı, dindarın varlığıdır. Çünkü dindar, başkalarının mutlu olmasını, cennete gitmesini sevinçle karşılamanın da dinin gereği olduğunu söylemektedir. Bu söylem, dinciyi çok öfkelendirir.

Dindar için din, daha çok sorumlu olmanın, daha çok paylaşmanın, daha çok fedakarlığın yoludur. Dinci için ise din, başkalarından daha çok almanın, başkalarını daha rahat itham etmenin dokunulmaz ve eleştirilmez kurumudur. Bu yüzdendir ki, dincinin elinde din bir ıstırap ve kahır kurumuna dönüşür ve insan haklarını çiğnemenin kutsal aracı yapılır.

Gıybet etmek, Allah’ın kurallarına suç ve ayıp bulmak, en küçük bir kızgınlık anında onları cehenneme göndermek dincinin âdeta alameti farikasıdır.

Dindar, ‘yaratılanları Yaratan’dan ötürü’ sever; dinci ise yaratılanları Yaratan’dan nefret ettirmek üzere rahatsız eder. İslam’ın vicdan adamlarından biri olan Muhammed İkbal (ölm. 1938), dinciden söz ederken onun sâdece dünyayı değil, cehennemi bile berbat edebilecek bir yaratık olduğuna dikkat çeker.

Dinci, çıkarına ters düşen hiçbir şeye ve hiçbir kişiye vefa göstermez.

Dincinin yoksun olduğu şeylerin başında ahde vefa gelmektedir. Bu tespitin bir uzantısı olarak, dindar, kıymet bilir, şükran bilir insandır. Dinci ise nankördür.

Emin olmayanın imanı olamaz. Bu bizzat, Hz. Muhammed’in bir beyanıdır.

Yüzlerce günahınız olabilir, yine de Müslüman olursunuz ama emin insan değilseniz, tüm zamanınız namazla-niyazla geçse de Müslüman olamazsınız. Çünkü emin olmamak, riyakar olmanın diğer adıdır. Riya ise, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in açık beyanlarıyla şirktir.

Günahtan korkma, şirkten kork. Çünkü Allah, günahını itiraf edip boyun bükenleri affedecektir. Ama şirke bulaşanları asla affetmeyeceğini açıkça bildirmiştir. Evet, günahtan değil, şirkten kork, yâni olduğun gibi görenmemek veya göründüğün gibi olmamaktan kork!

ALLAH İLE ALDATILMAMIZ NE ZAMAN VE NASIL BAŞLADI?

Müslüman kitlelerin Allah ile aldatılması, Emevi kralı Muaviye b.Ebî Süfyan’ın, Hz. Ali’nin ordusunu aldatmak için Kur’an sayfalarını mızrak uçlarına takıp “Aramızda bu kitap hakem olsun!” diyerek sergilediği şeytanetle başladı. Allah ile aldatma, Anadolu insanı özelinde İslam’ın Araplaştırılmasıyla başladı, İslam’ın Türkmen yorumunda Allah ile aldatma asla yoktur. Anadolu hümanizmine vücut veren İbn Arabî’de, Hacı Bektaş’ta, Mevlana’da, Yunus’ta ve onların izinde giden alıp-erenlerde Allah ile aldatma yoktur.

ALLAH İLE ALDATANLARIN ‘TAHAKKÜM TEOLOJİSİ’

Allah ile aldatanlar dokunulmaz, eleştirilmez bir ‘tahakküm teolojisi’ oluşturmuşlardır.

21. yüzyıla egemen olacak din eksenli kutuplaşmayı başlatmadan önce İslam’ı, dünya önünde hiçbir itibara sâhip olmayan bir kabile dinine döndürmeyi planladılar ve bunda büyük ölçüde başarılı oldular. Onun ardından, ‘Medeniyetler Çatışması’ adı altında bir Haçlı-İslam savaşı başlattılar. Bu savaşta yenik düşecek olan baştan belliydi: İslam dünyası.

Bu işin başını birinci derecede İngilizler çekti. ‘Medeniyetler Çatışması’ tezinin babası sanılan Huntington, esasında bu fikrin öğrencisidir. Fikrin babasının, İngiliz düşünür ve istihbaratçısı Toynbee (ölm.1975) olduğunu unutmayalım. Huntington, Toynbee’nin resmen ve fiilen öğrencisidir.

İngilizler, İslam’ı İslam’la vurma siyasetinde en çok hilafeti kullandılar. Çünkü çöküşün oradan geleceğini ve tek elden kontrol için en emin aracın hilafet aldatmacası olduğunu biliyorlardı.

Amerikalı yazar Dr. Gibbons diyor ki: “İngilizler, dünyada toplu halde ne kadar Müslüman varsa kendi hükümleri altında görmek isterler.”

Kendi başına kaldıklarında demokrasi sözünü bile dinsizlikle eşanlamlı sayan dinci taife, Haçlı emperyalistlerin fesadıyla o hale geliyorlar ki, yıkmak istedikleri rejim ve yönetimlere saldırırken, Haçlı öncülerinin öğrettikleri sloganı Kur’an ayeti gibi tekrarlıyorlar: “Daha fazla demokrasi isterük.”

“Demokrasi istiyordunuz da yıllardır elinizin altında bulunan Suutlara, Katar’a, Umman’a, Bahreyn’e neden demokrasi getirmediniz de Irak’ı yerle bir etme pahasına demokrasi istiyorsunuz?”

Haçlılar, önce Müslüman’ı çağdışı hale getiriyor, ardından da “Böyle olmaz; ben bunu düzelteceğim” diye muhtarlık yapmaya başlıyorlar. Kural ve kader hep aynı: Muhtarlık Haçlı’dan, finans ve hizmet Müslüman’dan.

ABD’nin Marshall Yardımı, Müslümanı kendi yurdunda vurdu. Marshall Yardımı’nın Köy Enstitüleri’ni kapatma şartına bağlanması bile bizi yönetenleri uyandırmaya yetmedi.

Müslümanların kendi dinleriyle vurulmalarının ve kendi dinlerini yanlış anlamalarının yarattığı ıstıraplar, İslam düşmanlarının vücut verdiği kahırlardan çok daha büyük olmaktadır. Ve bu, asırlardır böyle olmaktadır. Kur’an’ın son vahyedilen ayeti (Mâide, 3), dinin adının Allah tarafından İslam konduğunu, mükemmel hale getirildiğini, tamamlandığını ve bunun ismi üzerinde de oynanmaması gerektiğini söylüyor.

Şeriati bir devlet şekli gibi sunuyorlar. Oysaki, Kur’an, ima yoluyla bile bir devlet şekline temas etmiyor. Onu insan aklına bırakmış. İslâm devleti tabiri, siyasal İslamcı istismarın bir uydurmasıdır. Kur’an’da böyle bir tabir yok. İslâm evrensel ve ölümsüz ilkeler bütününün adıdır. O halde İslam’ın devleti olmaz, Müslümanların devletleri olur. Gerçek bu olunca da onlarca, yüzlerce devlet şekli bulunacaktır.

Ağzını açan herkesi, Allah ile susturmaya kalkanlar, din elbisesini bütün topluma tersine giydire giydire Müslümanları felaketlerin kucağına ittiler. Elbise mükemmel elbise ama giyen tersine giydiği için sahibini vezir etme yerine rezil ediyor. Ve bu rezilliği gören gayrimüslim kitleler İslam’dan da Müslüman’dan da nefret ediyor. İnsanımızın Allah ile aldatılıp saptırılmasında bir numaralı araç sahte dindir. Bu aracın kullanımına son vermez isek dirilişimiz mahşere kalır.

ALLAH İLE ALDATMA ARACI OLARAK KORKU

Allah ile aldatma odaklarının olmazsa olmaz dayanaklarından biri de dine egemen kıldıkları korkudur. Korkuyu egemen kılmanın en kalıcı ve güvenli yolu ise Allah’ı korku objesi haline getirmek ve bunu dinde ülkeleştirmektir. Ve bu yapılmıştır. Hem de çok erken devirlerde.

Dil açısından “Takva, bir şeyi kendisine sıkıntı ve zarar verecek şeyden korumaktır.”

‘Korkulacak şeyden sakınmak’ başkadır, ‘korkmak’ başkadır. Birinci anlamdan yola çıktığınızda dine, Allah’a ve insana bakışınız başka olur, ikinci anlamdan hareket ettiğinizde başka olur. Birinci anlama göre Allah bir korku ve dehşet objesidir, ikinci anlama göre ise bir sakındıran, koruyan, acıyan ve uyaran kudrettir.

Dinî ve Allah’ı korku aracı haline getiren geleneksel korkucu din anlayışı, takva konusunda bilimsel açıdan da yanlışlar içindedir.

ALLAH İLE ALDATMANIN AFOROZ MEKANİZMASI

Allah ile aldatanlar, eleştiri kabul etmez. Kabul ettiği anda kendini inkar etmiş olur. İddiaları akıl ve din dışı da olsa o, ısrarla dinin temsilcisi ve göstergesi olarak kendini öne çıkarır. Dinin savunucusu da odur.

Allah ile aldatanları eleştirdiğiniz anda din dışı ilan edilirsiniz. Din dilinde buna ‘aforoz’ denir. İslâm’da din sınıfı olmadığı için aforoz da yoktur. Ancak bu, işin nazari yanıdır. Gerçekte İslam ülkelerinde aforozun en kahırlısı işletilmektedir.

Aforozculuğun kurumsallaşmasına çağımızda entegrizm denir. Ünlü Fransız düşünür, siyaset ve bilim adamı Roger Garaudy, İslam dünyasında entegrizmi en iyi niceleyen düşünce adamı oldu.

AFOROZUN KANSERLEŞMESİ: ENTEGRİZM

Entegrizm, Garaudy’nin eserlerinden birinin adı.

Entegrizm, Allah ile aldatanların tutuldukları temel hastalıklardan da biri. Taassubun kanserleşmesi diye tanıtabileceğimiz entegrizmin ne olduğunu ve Garaudy’nin bu kanserin İslam dünyasında vücut verdiği belaları nasıl fark edip nasıl ifadeye koyduğunu kısaca görelim.

Yobazlık, inat, dışa kapalılık ve dar kafalılığın kanserleşmesi olarak tanıtabileceğimiz entegrizm, Garaudy’ye göre bir kültürel intihardır.

Şöyle diyor Garaudy:

“Suut idarecilerinin ana meşgalesi, Batı’ya olan tam bağlılıklarını gizlemektir. 1928’de krallığını kuracak olan Abdülaziz, daha 1913’lerde iken Büyük Britanya siyasetinin izinden gidecek, bunun karşılığı olarak da Büyük Britanya onu gerektiğinde koruyacaktı. Biri için koruyucu olmaya, diğeri için ise uslu olmaya dayalı bu ilişkiler 1927’de Cidde Antlaşması ile yenilenir. İngiltere, taahhüdünde durur; 1948 Katif silahlı ayaklanmasını ezer.” “Bundan altmış sene sonra, İran devrimi ertesinde, Reagan, ‘Suudi Arabistan’ın yeni bir İran haline gelmesine asla müsaade etmeyeceğiz’ beyanında bulunur. 1990Ağustosunda Suudi yöneticileri, sömürgeciliğin hizmetinde olduklarını tamamen açığa vururlar.”

“Halktan kaynaklanmayan ve siyasal bir temeli olmayan bu rejim, tam dört çeyrek asırdır, önceleri İngiliz ve bugün ise Amerikan himayesi ile ayakta durabilmektedir.”

Hırsızın elini keserek ‘şeriatı uyguluyor’ olduğunu sanmak, Suudi Arabistan’a has bir durumdur. Ürkütücü cezaların Suudi buyurucuları sâdece ve sâdece küçük suçluları yakaladıkları için sistemin ikiyüzlülüğü apaçık ortaya çıkmaktadır. Zira, silâh siparişleri veya büyük işlerin kotarılması için Batı’nın büyük firmalarından ‘masa altından’ 500 milyon dolar alan ve gayri meşru yoldan elde edilen bu servetleri ABD’de yapılan milyonlarca dolarlık plasmanlarla gizleyen, Divone kumarhanelerinde veya Marbella içki alemlerinde dağıtan prenslerin ellerinin kesildiği bugüne kadar hiç görülmemiştir.

Garaudy’nin yakındığı bu, ‘İslam’ı çürüten yozlaşma’, bugün artık tüm İslam dünyasını sarmış bulunuyor. Yakın tarihe değin, Türkiye bir istisna idi. BOP operasyonlarıyla ve BOP eşbaşkanı AKP’nin ABD ve AB güdümlü tahribatıyla o istisnanın da işini bitirmek istiyorlar.

İMANA KİM ONAY VERECEK?

İmana onay, din meselesinin en hassas konusudur. Bu onay hakkını Allah’ın dışında birilerine kullandırmaya kalktığınız anda din adına en zehirli dinsizliği yapmaya başlarsınız. Akıl almaz, sonu gelmez hatalar, zulümler birbirini izler.

Bir düşünün, yıllar ve yıllar, ‘Allahsız, komünist, münkir, din düşmanı’ damgası yemiş bir Nazım Hikmet, yıllar sonra bakıyorsunuz, Bükreş’te bir gece, mihmandarından kendisini camiye götürmesini istiyor. Ünlü müzisyen Cem Karaca’nın yıllar ve yıllar, Ermenilik, solculuk, dinsizlik ve imansızlıkla suçlandığını yakından izledim.

8 Şubat 2004 günü hayata gözlerini yumduğunda basın onun vasiyetini açıkladı. Şunu vasiyet ediyordu rahmetli Cem: “Namazımın Üsküdar’daki Seyit Ahmet Camii’nde kılınmasını istiyorum. Cenazemde alkış ve tören istemiyorum; sâdece dinî vecibelerin icrasını istiyorum...”

peki, ona yıllarca dinsiz-imansız damgası vuranlar yaptıklarının hesabını kime, nasıl ödeyecekler?

Kur’an’ın dinî; ruhbanlığı, din sınıfını, Allah ile kul arası aracılığı kabul etmediğine göre, imana, sâdece Allah onay verecektir.

Allah’a teslimiyet, Allah katında Müslüman olmanız için yeterlidir ama, Allah ile aldatan fesat dincileri için yeterli değildir.

ALLAH İLE ALDATANLARIN ŞİDDET TUTKUSU

Bugün dünyanın hemen her yerinde, ‘terör’ kelimesi anılır anılmaz İslam ve Müslümanlar akla geliyorsa bunun sebepsiz olduğu söylenemez. Allah ile aldatanlardaki ‘şiddet zaaf ve tutkusu’ kullanılarak Müslümanları şiddet ve kanın cellatları gibi takdim ettiler ve bu takdimde ne yazık ki başarılı oldular. Irak işgali bu gerekçeyle yapıldı, bundan sonraki benzeri işgaller de yine bu gerekçeyle yapılacaktır. Nitekim İran sıraya konmuş bulunuyor. Hiç kimse bir dine girmeye zorlanamayacağı gibi, girdiği dinin içinde de baskı ve zorlamaya maruz bırakılamaz. Baskı ve zorlama, ister içte olsun, ister dışta, bizatihi dinsizliktir. Dinsizlik araç yapılarak dine hizmet edilebilir mi?

Dinden çıkma (irtidat) halinde de aynı ilke geçerlidir. Mürtedin hesabı Allah tarafından ölüm sonrasında görülecektir. (Kur’an, 2/217)

Hemen hemen bütün siyasal İslamcı şiddet ve terör örgütlerini Batı oluşturup teşkilatlandırdı; besledi, büyüttü ve bir biçimde kullandı. Batı’nın beslediği şiddet ve terör örgütleri denince herkesin aklına hemen Bin Ladin, Taliban gibi isimler gelir.

İslâm hukukçusu Abdülkadir Udeh, “Nas (tek ve kesin anlamlı Kur’an ayeti) olmadan suç ve ceza olmaz ilkesi dinin temel ilkelerindendir, ama kamu yararı bu ilkenin esnetilmesini bazen gerekli kılar” diyor.

Bu yaklaşımı, ilke olarak biz de kabul ederiz ama tarihe binlerce masumun katlinin dayandırıldığı bir kavram olarak geçen geleneksel ta’zirin, hukukun normal sayacağı esnemelerle vücut bulduğunu söylemek inandırıcı olamaz. ‘İslami şiddet’in bir tür sembolü gibi algılanan Taliban’ meselesine de kısaca temas etmek isteriz.

11 Eylül Dehşeti’nin ardından Türkiye’de herkes bir biçimde Taliban karşıtı kesildi. Kimisi ayakları suya değdiği için, kimisi Amerika’ya yaranmak için, kimisi de havaya uyup ‘çağdaş’ görünmek için.

Biz şuna inanıyoruz: Sivas’taki diri diri insan yakma zulmü, özü bakımından New York kulelerine dalışın yarattığı dehşetten asla geri değildir. Sivas’ta sergilenen Neronizm’e çıt çıkarmayan ‘uygar Batı’nın, 11 Eylül olayı üzerine feryatlar koparması ise ibret vericidir!

Batı, İslam meselesinde, modern-lâik çizgideki akılcı-evrensel Müslümanları koruyup gözetmek yerine, kısa vadeli politik çıkarları seçti ve farkında olmadan, gözünü oyacak hurafeci-kinci ve kancı hizipleri destekledi. Bunun elbette bir faturası olacaktı. Görünen o ki, bu faturanın ödenme süreci, 11 Eylül günü başlamış bulunuyor. Irak’ın istilası, 11 Eylül’ü besleyen öfkeyi sindirmeyecek, tam aksine, besleyip büyütecektir. Avrupalı bizi, “Kurbanlık hayvanları usulüne uygun kesmiyorsunuz, hayvanlara eziyet ediyorsunuz!” diye yıllardır yerden yere çalıyor. İkiyüzlü Avrupa! Sivas’ta, 38 insan diri diri yakıldığında, ‘usulüne uygun kesilmeyen’ kurbanlık hayvanlar kadar ses çıkarmadın!

SEVGİYİ ÖLDÜRDÜLER

Sevgiyi, lâik Müslümanlar değil, Allah ile aldatan dinciler öldürdü. Çünkü, ideoloji adına lâik Müslümanlar değil, dinciler cinayet işlemekte, diri diri insan yakmaktadırlar.

Rahmet, başta sevgi olmak üzere merhamet ve şefkati de içeren çok şumullü bir kelimedir.

Kur’an’a göre, Allah esas niteliği itibariyle korkunun değil, sevginin kaynağıdır.

Kur’an’a göre, sevgide paylaşım vardır; sevginin esası paylaşımdır.

Merhamet, karşılıklı bir faaliyet değildir. Merhamette esas faal olan taraf, veren taraftır. Öteki taraf, sâdece alan, yararlanandır. Kur’an,sevgiyle paylaşım arasında irtibat kurmak suretiyle, sevginin merhametten farklı olarak yaratıcı bir güç olduğuna vurgu yapmıştır.

“Allah, güzel düşünüp güzel işler yapanları sever.” (Örnek olarak bk. Kur’an; 2/195) Paul Tillich’in ifadesiyle: “Sevgi, imanın bir belirişi, bir uygulanışıdır.”

Allah ile aldatanların din ve iman zeminlerinde sevgiden eser bulunamaz. Onların yüreğinde bunun yerini korku ve şiddet almıştır. Laiklikten nefretleri de bunun içindir. Çünkü laiklik, dinî kullanarak despotizm ve baskı uygulama imkanını onların ellerinden almaktadır. Laiklik, aklı, eşitliği, özgürlüğü öne çıkarmaktadır.

Bu konuda en isabetli tespitlerden birini de, Türk basınının erdem ve efendilik timsali kalemlerinden biri olan Yılmaz Özdil yapmıştır.

“Laiklerin tepkisi, sırf imam-hatip bitirdi diye, kendini İslam’ın sahibi zennedenlere. Laiklerin tepkisi, ağzından Allah’ı, Kur’an’ı düşürmeyip elalemin karısına sulananlara; çocuk yaştaki kızlara ‘nikah’ kıyanlara. Laiklerin tepkisi, cemaat evlerinde etek öpüp yaş gününde sosyete barlarında, hem de Kandil Gecesi, gizlice kadeh tokuşturanlara.laiklerin tepkisi ‘dindarım’ ayaklarıyla milleti dolandırıp, Kabe manzaralı ev alanlara. Laiklerin tepkisi bunlara. Düşün dinimizin yakasından kardeşim, çekin elinizi!” (Yılmaz Özdil, Hürriyet, 24 Nisan 2008)

ALLAH İLE ALDATMANIN YOLUNU KESEN LİDER: ATATÜRK

Atatürk, İslam’a değil, İslam’ın, Allah ile aldatanlarca araç olarak kullanımına karşıydı.

Atatürk şu iki zümre tarafından dine karşı gösterildi:

1. Dinin gerçeğine karşı olanlar,
2. Dinin tümüne karşı olanlar.

Bu iki zihniyet, Türkiye’nin ve Türk insanının tarih sahnesinde güçlü olmasını istemeyen dış unsurlar tarafından da sürekli bir biçimde beslendi.

Atatürk’ün dine karşı gösterilmesinin, içinde bulunduğumuz Ortadoğu coğrafyası açısından da çok tipik bir anlamı vardır. Gayet iyi bilmekteyiz ki, İslam’ın gerçeği bugün Ortadoğu’daki siyasal ve yönetimsel yapılanmalara izin vermez. Bunlara Kur’an’dan onay alamazsınız. Çünkü Kur’an, yönetimde bey’at (sosyal mukavele) ve şûra (yönetenlerle yönetilenlerin karşılıklı denetimi) sistemi getirmektedir. Bunun günümüz diliyle ifadesi lâik-demokratik sistemdir. Kur’an, krallık sistemlerini fesat ve zulüm sistemleri olarak nitelendiriyor. Bu demektir ki, Kur’an lâik bir yönetim sistemini öne çıkarıyor.

Atatürk, Kur’an dışı dinciliği ve hurafe tasallutunu yıktı. Dinî Kur’an’ın dışına çekip örflere boğduranların bu yapılandan rahatsız olması son derece doğaldır.

Atatürk; yıktığı hurafenin yerine, gerçek dinî koymanın en hayatî, en ciddî adımını attı. İkinci adımını da attı ve ondan sonra da bu dünyaya veda etti. Ne yaptı Atatürk? Burada, Elmalılı Tefsiri’ne dikkat çekmek istiyorum. Atatürk ve din meselesinde Elmalılı Tefsiri en hayatî, en güvenilir, en tartışmasız belgedir. Atatürk konusunun belki de en hayatî belgesi Elmalılı Tefsiri’dir. Elmalılı Tefsiri, akademik tarafı, ilmî tarafı bir yana bırakılırsa, Atatürk’ün eseridir. Atatürk olmasaydı o Tefsir olmayacaktı.

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (ölm. 1942), yüzyılımızın en büyük İslam bilginlerinden biridir. Bana göre, Türk dilinde en yetkin Kur’an mealini yapan bilgindir. Atatürk getiriyor onu, Meclis kararıyla, “Kur’an’ı Türk diline tercüme ve tefsir edeceksin” diyor.

Elmalılı’ya bu tefsiri Atatürk yaptırıyor. Dokuz ciltlik dev bir Türkçe tercüme ve tefsir Muhteşem ve muazzam bir eser. O günkü yoksul Türkiye’de, on bin âdet bastırılıp dağıtıyor. 1935-1936 arası. Şimdi, bir tezvirat daha dolaştırıp duruyorlar: Efendim, Atatürk bu işi Mehmet Akif’e yaptıracaktı ama Akif kötü niyetleri fark etti, onun için yaptığı tercümeyi yaktı veya birilerine yaktırdı.

Akif yapmadı,Elmalı yaptı.

Akif üzerinden Atatürk düşmanlığını bir kenara koyarsak burada görülmesi gereken gerçek şudur: Akif ilahiyatçı değildi. Din ilimlerini bilen bir bilgin değildi. O edipti, şairdi. Birkaç ayeti çok güzel yapabilirdi ama bütün Kur’an’ı tercüme ve tefsir Akif’in işi değildi. Tercüme ve tefsiri yapmak üzere Kur’an’ın içine girince bu işi yapamayacağını anladı. Yapsaydı ismini lekelerdi, büyük hata olurdu. Çünkü ilmi ve birikimi bu işe yetmezdi. Akif, haysiyetli bir mümin sıfatıyla bunu gördü ve yaptığı bir kısım tercümeleri de işte bunun için imha etti. Büyük Atatürk; devlet başkanı sıfatıyla, Elmalı Tefsiri’ni yaptırmakla kalmamış, tarihe bir güzellik daha bırakmıştır. Bu tefsirin telif ve basım harcamalarını bizzat kendi parasıyla karşılamıştır. O da Atatürk’ün, tarihin kulağına “Ben bu işe gönlümle de katılıyorum”anlamındaki bir fısıldayışıdır. Tefsir ortada. Ve biz soruyoruz: Atatürk dine-İslam’a nasıl bakıyordu? Cevap, tektir ve şudur: Elmalılı tefsiri nasıl bakıyorsa öyle bakıyordu.

Kur’an’ın kapakları arasındaki dinde-ki İslâm odur-çağı ve bizi rahatsız edecek hiçbir şey yoktur. Yobazlık, kendini geliştirip büyütmek yerine, dinî yozlaştırıp küçültmeyi yeğleyen hasta psikolojilerin dışa vurumudur.

Atatürk, öz gönlünü büyüten ve bu sayede İslam’ın büyüklüğünü kavrayabilen, bakışlarını ona göre ayarlayan yâni İslam’ı gerçeğine yakışır bir kıvamda kavrayabilen zihniyetin sembolüdür. Yobaz ise bunun tam tersi bir zihniyeti temsil ediyor.

ALLAH İLE ALDATMANIN EN ALDATICI MASKESİ: MUHAFAZAKARLIK

‘Siyasal İslam’ın Batı tarafından, özellikle Yahudi lobilerince konan yeni ‘tüp bebek adlar’ından biri de Muhafazakâr Demokrasi.

Türk anayasası, İslam ve din sözcüklerinin siyasette amblem olarak kullanılmasına izin vermediği için ‘muhafazakâr demokrasi’ diyorlar. Bilenler biliyor ki, onların bu sözden maksadı ‘muhafazakâr İslam’dır.

Muhafazakâr islâm, eğer Kur’an’a sorarsanız, Kur’an İslamı’na karşı oluşturulan İslam demektir. Siyasal islâm’ın Yeşil Kuşak türünü, görmüştük; şimdi de ılımlısı, muhafazakarı çıktı.

Muhafazakâr demokrasi tabiri, Ortadoğu ve İslam konusunda yazan ve “Recep Tayyip Erdoğan’ın İslamcılığı tam bizim istediğimiz şeydir” diyen İsrailli diplomat Aron Liel’in icat ettiği bir tabirdir. Muhafazakâr Demokrasi, siyasal İslam’ın ABD-AB İsrail üçlüsünü rahatsız etmeyen şekli demek.

‘Siyasal İslam’ nitelemesinde siyaset İslam’ın sıfatı yapılmaktadır. Oysaki İslam Allah’ın dinî olarak tüm beşeri nitelemelerden arınmıştır. Siyasal İslam, Arap İslamı, Türk İslamı, Asya veya Avrupa İslamı gibi tamlama ve nitelendirmeler, İslam’a tümden aykırıdır.İslam’ın elbette ki birçok yorumu olur; ama İslam’ın adı değiştirilemez. İslâm’ın Arap yorumu, Türk yorumu, Avrupa yorumu, Japon yorumu... olur ve olacaktır. Ama herhangi bir kelime İslam’a sıfat yapılamaz. Yapılırsa dinin adı değişir. Böyle bir yetkiyi insanoğlu kullanamayacağına göre, dinin adını değiştirme, dinin inkarıyla eş anlamlıdır. Ve bunun içindir ki, meselâ, ılımlı İslam bir dinsizlik veya irtidat dinidir.

Siyaset, insanın bir tavrıdır. Bu anlamda Kur’an mümini de siyaset yapar. Ama bunu yapma hakkı, o kişiye İslam’a sıfat ekleme yetkisi vermez. İslâm İslam’dır. Sâdece ve saf olarak İslam’dır.

ALLAH İLE ALDATMANIN ARAPÇILIK AYAĞI

Araplara ve onların oluşturduğu Kur’an dışı fıkha göre, Arapça okuma ve yazma bilmeyen herkes ‘ümmî’ sayılır. Yâni böyle birisi birkaç dili bilse, okuyup yazsa bile o ümmîdir. Yâni okuma yazma bilmeyen biridir.

Arapların ve Arapçanın üstünlüğü ve kutsallığı yolundaki bu Kur’an, akıl ve insanlık dışı iddia, ne yazık ki yüce Peygamber alet edilerek sahnelenmiştir. Bu iddia sahiplerine göre, mâdem ki Hz. Peygamber en son ve en büyük Peygamberdir, o halde onun mensup olduğu ırk da en yüce ırktır.

Kur’an, herhangi bir ırkın üstünlüğünü ileri sürmeye asla izin vermez. Söz konusu ırktan bir nebi gelmiş olması bu ölçüyü değiştirmenin gerekçesi yapılamaz. Üstünlük, niyet ve gayret iledir. Kur’an’ın beyanlarına göre, içinden nebi gelmemiş hiçbir ırk yoktur. Eğer bir ırktan nebi gelmesi bir üstünlük vesilesi ise bilinmelidir ki, tüm ırklardan bir veya birkaç nebi gelmiştir. Arap ırkı bu bakımdan tek değildir.

Dine saygı ve bunun oluşturduğu duygusal zemini, Arapların üstünlüğüne basamak yapan aldatma, Arapları sevmenin bir din emri olduğunu da iddia etmiştir.

Kur’an-ı Kerim’in açıkça bildirdiğine göre, her peygamber, hitap ettiği toplumun diliyle konuşmuş, vahiy almıştır. Bunun sebebi, peygamberin getirdiği mesajın, hitap ettiği toplum tarafından rahatça anlaşılmasını mümkün kılmaktır. (İbrahim, 4)

Bunun din bahsinde zorunlu sonucu şudur: Hiçbir dil dinsel anlamda, ötekine göre daha kutsal veya daha üstün değildir. Kutsal olan, Allah’ın gönderdiği buyruklar, vahyettiği gerçeklerdir.

Bizim peygamberimiz, kendisi esasen Arap ırkından olmamakla birlikte (dedesi Hz. İbrahim aslen Sümerli idi. Araplar böylelerine ‘Araplaşmış Arap: Arab müsta’rebe’ derler) aldığı tanrısal vahyi, çekirdek toplum ve ilk muhatap olarak Arapça konuşan insanlara iletti.

Tedebbür, yâni okunan metinlerin anlaşılması ve anlamları üzerinde derin derin düşünülmesi. Bu tedebbür kavramı Kur’an’ın altını ısrarla çizdiği bir kavramdır. Öyle ki, Kur’an’a göre, Kur’an okumak, esas anlamıyla tedebbür etmektir. Tedebbür yoksa Kur’an okumaktan söz etmek mümkün değildir. Tedebbür için, okunan metnin dilini bilmek ilk şart olduğuna göre, Arapça bilmeyen bir Müslüman’ın, tedebbür emrini yerine getirmesi için, Kur’an’ı anladığı dildeki çevirisinden okuması kaçınılmazdır. Kur’an, tedebbür ilkesinin, Müslümanların temel ibadetleri olan namazda da korunmasını istemektedir. Bunun içindir ki, ne dediğini anlamadan namaz kılmak yasaklanmış (Nisa, 43), ne dediğini anlamadan namaz kılanlar ağır biçimde kınanmıştır. (Mâûn, 4-5)

O halde, namazlarında Kur’an’dan bâzı bölümler veya ayetler okuyacak kişilerin, bunları anladıkları dilde okumaları Kur’an’ın açık emridir.

Osmanlı İmparatorluğu da, görünüşte Arapları yönetiminde tutmasına rağmen, bu kutsallaştırılmış Arabizmin kültür hegemonyası altında, farkında olmadan Arap esaretine girmiştir. Osmanlı, kendine âdeta bir self-emperyalizm uygulamıştır.

Kendilerine kutsal ırk diye hizmet ettiğimiz Araplar bizi emperyalist olarak suçlarken biz onların kültürlerinin, dillerinin köleleri olduk. Bu köleliğin yaşatılması için hep yozlaştırılan din kullanıldı. Böylece ne İslam’dan yararlanabildik ne de kendi varlığımız ve kültürümüzden. Bu durum, dinî ve kutsal duyguları sömürülerine araç yapmak isteyen zihniyetlerin de işine geldiği için, onlar da Kur’an’ın büyük halk kitlelerince okunmaması yolunda gayret sarf etmişlerdir. DİL Mİ KUTSAL, MESAJ MI?

Din meselesinin en ciddi sorularından biri de budur. Dil mi kutsal, mesaj mı?

Allah ile aldatanlar, hesapları öyle elverdiği için, sürekli olarak dili kutsal göstermiş, mesaja özgü kutsallık ve yüceliği sürekli dile vermişlerdir.

Eğer dil kutsal sayılırsa bu kutsallığa bağlı olarak o dilin toplumu, ırkı, coğrafyası, kültürü art arda kutsallaştırılır. Ve bunca kutsallığın altında dilin taşıdığı mesaj ezilir, unutulur veya ikincil duruma düşer. Dinî, Allah ile aldatmanın aracı yapan zihniyetler, tarih boyunca hep dili kutsal kıldılar. Mesaj hep ikinci plana itildi. Bunun en görkemli örneği engizisyon papazlığının İncili tercümeye izin vermemesidir.

İncil’in ne dediğini anlamaya gelince, onun için kiliseye, ruhban sınıfına başvurmak gerekiyordu. Ve işin püf noktası da buydu. İncil’in ne dediğini merak edenler onu anlama yetenek ve şansına sâhip bulunan ‘kutsal Tanrı adamları’na başvuracak. İncil adına onları dinleyeceklerdi. Böyle diyerek kitleleri yüzyıllarca dinlerinin kitabından habersiz koyup papaz hegemonyasının tasarruf ve tasallutuna mahkûm ettiler.

Çevirisi yapılmayan veya yapılamayan bir kitabın, büyük Atatürk’ün söylediği gibi, ‘anlamı yok demektir.’ Atatürk’ün bu tezi, İmamı Âzam’ın bu konudaki teziyle tıpa tıp aynıdır. İmamı Âzam’a göre de, Kur’an her dile çevrilir ve o çevirilerle namaz kılınır. ÇünküKur’an esasında bir mânâdır.

TEMEL İBADETİ DIŞLAYARAK ALDATMA

Temel ibadet genel anlamıyla okumak, özel anlamıyla ise Kur’an okumaktır.

Temel ibadet, önce namaza hapsedildi, sonra Arapça ile eşitlendi, sonra da namaz Arapça okuma şartına bağlanarak iş bitirildi.

Kur’an’ın tümünü anlamını bilerek okumak her Müslüman için farzdır. Namazdan önce ve namazdan daha önemli bir farzdır. Allah’ın “Kur’an oku!” emri, “Namaz kıl!” emrinden hem daha öncedir hem de daha önemli. Bu bir yorum veya tevil değildir, Kur’an’ın açık beyanıdır.

Bir kere Kur’an’ın vahyedilen ilk kelimesi Kur’an’ın ilk emridir ve şudur: “Oku!” İkincisi, “Kur’an’ı düşüne düşüne dikkatle oku!”emri, iniş sırasıyla üçüncü sure olan Müzzemmil Suresi’nin 4. ayetinde verilmiştir. Aynı emir, aynı surenin 20. ayetinde bir kez daha tekrarlandıktan sonradır ki “Namazı kılın!” emri gelmiştir.

Namaz kılmak ne ise Kur’an okumak da odur, hâttâ Kur’an okumak namazdan, namaz kılmaktan daha değerli ve daha erdiricidir. Şöyle de diyebiliriz: Namaz kılmamak neyse Kur’an okumamak da odur, hâttâ Kur’an okumamak daha da yıkıcıdır.

Sâdece Kur’an okuyup namaz kılmayanın durumu, sâdece namaz kılıp Kur’an okumayanın durumundan iyidir. Kur’an okumayı camiiçine özgülemek, dışarıda Kur’an okumayı âdeta dışlamak da Allah ile aldatanların yarattıkları olumsuzluklar arasındadır.

Kur’an, okunacak şeyleri toplayan kitap anlamındadır. Adı bu anlamda olduğu içindir ki ilk emri de “Oku!” olmuştur. Ne yazık ki, geleneksel müdahaleler bu ‘okunacak kitap’ı sarılıp sarmalanarak duvara asılacak ve bazen de ‘üfürülecek kitap’ haline getirdi.

KUR’AN KURSLARI İLE ALDATMA

Kur’an’ı özgün metniyle okuyup anlayacak ve bunu bir bilimsel meslek olarak yürütecek insanların eğitileceği yer Kur’an kursu değil, İmam-Hatip okulu ve ilahiyat fakültesidir.

Ana dilde ibadete karşı çıkan bir zihniyetin ‘Kur’an kursu’ tabelası altında öğreteceği asla Kur’an olamaz. Onlar Kur’an’dan bir şey öğretmediler; Arap alfabesindeki harflerin nasıl telaffuz edileceğini öğrettiler. Kur’an mesajı nerede, harf telaffuzu nerede...

Arap harflerini telaffuz ettirme sektörü, Allah ile aldatmaya dayalı saltanatın en güçlü sektörlerinden biridir.

ALLAH İLE ALDATMANIN CAMİLERE TASALLUTU

Alman İçişleri Bakanı Schily şu beyanatı vermiştir: “Kin kusan vaizleri susturmak için gerekirse camileri kapatabiliriz.” (20 Kasım 2004 tarihli gazeteler)

Berlin polisinin basında yayınlanan bir raporuna göre camilerde kara para aklanıyor. Bu paraların büyük bir kısmı, camilere yardım, camilerin inşası ve imarı adıyla verilerek aklanıyor.

İslâm, bütün yeryüzünü mâbet, bütün meşru fiilleri ibadet ilan eden bir dindir. Yalnız ibadet yapılan yer anlamında bir mâbet fikrî Kur’an’a aykırıdır. Cami, içinde aynı zamanda ibadet de edilen bir mekandır. Ama asla ibadete tahsis edilmiş bir mekân değildir.

Bu binalara dokunulmazlık sağlayan tabir ‘Allah’ın evi’ tabiridir. Allah’ın evi sıfatını ancak yüce Tanrı verebilir. O, bu sıfatı bir tek mekana vermiştir; Kabe; Beytullah. Bunun dışında hiçbir mekân için Allah’ın evi tabiri kullanılamaz; kullanılırsa küfür olur. Bir defa, Allah’ın eviolmaz. Evi olan bir varlık Allah olmaz. Türkiye’de cami artışı ile ahlâk ve erdem düşüşü at başı gitmektedir. Camiler, Allah ile aldatanların tekrarladıkları gibi, ‘Allah’ın evi’ değil, birer toplantı yeridir.

Ünlü Müslüman düşünür Fransız Garaudy, Suut Entegrizmi’ni eleştirdiği satırlarında ‘cami üzerinden oynanan oyun’un maskesini de ustalıkla düşürmektedir. Şöyle diyor: “Dünyanın belli başlı camilerini idare etmek üzere imamların tayini ve yönetimi buradan yapılır. İmamlar farklı milletlerden olabilir, yeter ki, Suudi dogmatizm ve cehaletinin kalıbına uygun dökülmüş olsunlar.”

“Toplumlar içine âdeta paraşütle indirilen camiler, Müslümanları Suudi modeli ruhsuz bir ibadet yaşantısı içinde farklılıklarını işleyip durdukları, kendilerini tecrit ettikleri ve güvenliksiz duyguları besledikleri bir getto içine hapsetmektedir. Fransa, İtalya ve İspanya gibi ülkelerde Müslüman cemaatlerin kendi imkanlarıyla yapmak istedikleri mütevazı ibadet yerlerine izin vermemek için bin türlü engel çıkartılırken, Suudi’nin parasını ödediği dev camilere kolayca evet denmesi bir hayli dikkat çekicidir.”

“Dinde baskı ve zorlama yoktur.” (Bakara Suresi, 256) diyen bir kitabın dininde resmî mâbet olmaz. Herkes ibadetini istediği yerde ve kimsenin liderliğine muhtaç olmadan yapabilir.

Müslüman coğrafyaların kaderine egemen olma noktasına gelen siyaset ve saltanat dinciliği (Siyasal İslam), camiyi artık ‘dokunulmaz, eleştirilmez parti lokali’ olarak kullanmanın rantını ve keyfini fark etmiş bulunuyor.

Varoluşçu felsefenin teist (Allah’a inanan) kanadına babalık eden Kierkegaard (ölm.1855), kiliseye gidenlerin önüne çıkar, onlara: “İsa’yı seviyorsanız kiliseden, papazlardan uzak durun!” dermiş. Ülkemdeki mabetlerin düşürüldüğü durumu gördükçe, Kierkegaard’ı hemen her gün rahmetle anıyorum.

Dış ülkelerdeki Türk semtlerinde görülen duruma gelinci, hemen her tefrika ekibinin kendine has bir camii vardır ve bu camilerde toplananların hiçbiri öteki camidekilere Müslüman gözüyle bakmaz. Hepsi birbirinin gıybetini eder. Dahası, her biri yaptığının cihat olduğunu söyler, Allah’a giden tek yolun kendi yolları olduğunu iddia eder.

ALLAH İLE ALDATMANIN BAŞ MAĞDURU: KADIN

Allah ile aldatma zulmünün en ağırları kadın ve kadın hakları konusunda işlenmektedir. İslâm dünyası bu bakımdan bir ‘cehennem manzarası’ arz ediyor demek bir abartma olmaz.

İslâm dünyasında kadın haklarıyla ilgili bugünkü kabullerin tamamına yakını, vahiy kaynaklı tespitler değil, Hıristiyan konsillerinin kararlarını andıran ulema fetvalarıdır.

İslâm fıkhının kadınla ilgili sayfaları İslam tarihinin en kara, en utanç verici sayfalarıdır.

İbnü’l-Kayyım gibi bir büyük isim bile kadın konusunda saçmalamaktan kurtulamamıştır. Önemli eserlerinden biri olan Hadi’l-Ervah’ında, cennet sakinlerinin büyük kısmını kadınların oluşturduğunu söylüyor. Bu rivayete göre, cennette kadınların çoğunlukta olmasının sebebi, her erkeğe en az iki hanım verilmesindenmiş.

Ünlü üstadımıza göre, cennette ne kadar cinsel temasta bulunursanız bulunun, yıkanmak gerekmezmiş. Orada meni, mezi türü akıntılar yokmuş. Cehennem sakinlerinden çoğunluğunun kadın olması ise tartışmasız ve yoruma ihtiyaç bırakmayan bir gerçekmiş.

Kadın, fıkıh tarihinin hemen hemen ortak kabulüyle, köpek ve domuzdan daha aşağı görülmüştür. Hak mezhep diye anılan mezheplerin en büyüğü sayılan Hanefilik’in kabulüne göre, erkek ve kadınlara birlikte namaz kıldırmaya niyet etmiş bir imamın arkasında namaz kılan cemaatte, bir kadın, saflardan birinin ortasında namaz kılmaya kalksa sağ, sol ve arkadan birer kişinin namazı bozulur. Halbuki sözü edilen yerde bir köpek veya domuz dursa kimsenin namazı bozulmaz.

TÜRBANIN ALLAH İLE ALDATMA ARACI YAPILMASI

Geleneksel fıkha göre, kadınlar hür ve cariye olarak iki kısma ayrılmaktadır. Cariyelerin örtünmesi tıpkı erkeklerinki gibidir. Yâni onlar edep yerlerini örttüklerinde örtünme görevlerini yerine getirmiş olurlar. Dahası da var. Cariyeler, örtünmeme serbestisine sâhip olarak kalmazlar, örtünmemeleri şart koşulur. Hâttâ, namaz kılarken bile, örneğin başlarını örtmelerine izin verilmez.

Allah, kullarından her sosyal sınıf için ayrı bir din göndermemiştir. Örtünme, kadınların bir sınıfı için bir türlü, ötekisi için başka bir türlü oluyorsa bir din emri olmaktan çıkar, sosyolojik bir sınıf göstergesi olur. Allah kullarına iki tane din göndermemiştir ki, birine göre kadınlar başlarını açmak, ötekine göre ise örtmek zorunda olsunlar. Geleneksel fıkhın bu çelişkiyi çözecek hiçbir söylemi yoktur. “ulema böyle buyurdu” diyerek kenara çekilmektedir.

Şu bir gerçek ki Kur’an’da kadının örtünmesiyle ilgili açık emirler vardır. Ancak bu emirler, bugünkü İslam dünyasında, özellikle Arap-Acem coğrafyalarda siyasal bir simgeye dönüştürülen ve adına ‘tesettür’ denen uygulamanın iddialarına asla destek vermez. Bu konuda özellikle, Prof. Dr. Hüseyin Hatemi’nin, ‘İlahi Hikmette Kadın’ adlı eserine bakılmasını öneririz.

Kur’an’ın örtünme emri, abdest organlarını, o arada başı içermemektedir: Yüz ve baş, kadın ve erkekte eşitliğin gösterge bölgeleridir. Ve iki cinste de açık havaya maruz bölgelerdir. Bunun için de iki cinste de abdestin ortak organları arasındadır.

Başı açık olanlar köleler, işçiler ve cariyelerdi; başı bağlı olanlar ise hür ve seçkin tabaka idi. Fıkhın, kadınları hürler ve cariyeler diye ikiye ayırmasının dayandığı mantık da budur; Kur’an’ın herhangi bir ayeti değil. Günümüzde bâzı çevrelerin “Başörtüsü özgürlüğün simgesidir” söylemlerinin anlamı da bu olsa gerek. Nûr 31. ayette vücup ifâde eden bir emir vardır ve o da göğsün kapatılmasıdır. Başın-saçların kapatılmasına ilişkin bir emrin o ayetten çıkarılması zorlama ile bile mümkün olmaz. Sünnetten de buna kanıt yoktur. “Bu ayetten anlaşılır ki kadının göğsü ve boynu avrettir, yabancı erkeklerin görmesi caiz olmaz.” Nûr 31’den açıkça çıkan tek emir, göğüslerin kapatılmasıdır. Şunu da unutmamak zorundayız: Abdest, vücudun açık havaya maruz bölgelerine uygulanır. Eller-kollar, yüz, ayaklar ve baş bu organlardır ve abdest bu organlara uygulanan bir temizlik hareketidir. Asrısaadet’te, abdesti, kadın-erkek herkes toplu halde aynı yerde, hâttâ aynı kaptan alabilmekteydi. Bunun, örtünme emrinden önce olduğu, sonradan kaldırıldığı yolunda en küçük bir beyan yoktur. Olsaydı, özellikle kadını baskı altında tutmak isteyenler, bunu anında kayıtlara geçirirlerdi.

Halid Fuat Âlem’in, ‘La legge del Corano non impone il velo’ (Kur’an yasası türbanı dayatmaz) başlıklı yazısından birlikte okuyalım:

“Türban konusunda dinci-İslamcı cephe yalan söylemekten, gerçeği saptırmaktan başka bir şey yapmıyor. Her zaman olduğu gibi. Türkiye’nin huzurunu kaçıran, ülkemizi ve insanlarımızı büyük kaosa sürükleyen türban fesadını Allah’ın buyruğu olarak yutturmak, fitnecilik yapmaktır.”

“Pandora’nın kutusu artık açılmıştır, yalanlar birer birer ortaya çıkacak, putlar birer birer kırılacak ve kadınlarımız gerçekten özgürlüğe kavuşacaklardır. Anlamı yoruma izin vermeyecek kadar açık bir ayet konusunda iki Diyanet İşleri Başkanı anlaşamıyorsa, o zaman, AKP iktidarının uşağı Hacivat feylesofların iznine gerek kalmadan, bu konuda herkes söz söyleme hakkına sâhip olur.”

Özdemir İnce’nin bu yazısının daha açık anlamı şudur:

Halkımızın ‘sıkma baş’ diye tanıttığı bu ‘kapatma’, İslam ile değil, Talmut Mûseviliği ve Pavlus Hıristiyanlığı ile izah edilebilecek bir tavırdır. Bir rahibe kıyafetidir. İslâm adına bir Hıristiyanlaşma eğilimidir.

İsa yaşadığı sürece ona hep kötülük eden, ölümünden sonra ise İsa’nın dinine girerek bu dinî teslise oturtmayı başaran Yahudi asıllı Pavlus, kadının başkaları içinde konuşmasını bile yasaklıyordu. İslâm dünyasına bulaştırdıkları rahibe usulü baş kapatmayı da kadının ev dışına çıkmasını da dinleştiren Pavlus’tur. Şöyle diyor: “Kiliselerde kadınlar sükût etsinler; çünkü onlara söz söylemek için izin yoktur; ancak şeriatın da dediği gibi tabi olsunlar. Eğer bir şey öğrenmek isterlerse, evde kendi kocalarına sorsunlar.” (I. Korintoslular, 14/34-35) Müslüman dünyanın kadına bakışı, özellikle siyasal İslamcıların türban anlayışı Pavlus paralelinde bir anlayıştır. Kadının namaz sırasında örtünmesi meselesine de değinmek gerekir. O halde, namazda örtünme meselesini iki durumu birbirinden ayırarak değerlendirmek zorundayız:

1. Namaz sırasında yabancı erkeklerin (namahremlerin) kadını görmesinin söz konusu olduğu durum: Bu durumda kadın örtünme şartlarına uymuş olmalıdır.

2. Namaz sırasında yabancı erkeklerin görmesi söz konusu olmayacak durum: Bu durumda kadın namazını istediği giysi ile kılar. Allah’a karşı örtünme söz konusu edilemez. Kadın, evinde-odasında bir başına namaz kılacaksa neden örtülere bürünsün!

Başın ve saçların örtünmesi iddia ve talebi, Haçlı kurmay odakların Müslüman dünyayı kendi içinde bölmek için kullandıkları bir oyundur.

Örtünme adı altında Müslüman kadının başını, rahibe usulü sarıp sarmalamanın bir ayrımcılık unsuru olarak devreye sokulması, 1960’lı yıllara gider. Fitne kotarımının patronu ABD, destekçileri ise ABD’nin kullandığı ‘Allah ile aldatma basını’ ve onun öncü kalemleridir. Bu öncü kalemlerin başında hızlı ABD’ci Mehmet Şevket Eygi ile onun gazetesinde istihdam ettiği Şule Yüksel vardır.

ABD, ektiği bu fitne ve tefrika tohumlarının meyvelerini 1990’lı yılların sonlarında, “Türban Misyoneri’ olarak adlandırdığı Merve Kavakçı ile almayı denemiş, başarılı olamamıştır.

Başarılı olamamıştır ama Merve Kavakçı aracılığıyla, bu işe verdiği önemi ve bu yolla Türkiye’ye darbe vurma iradesini ortaya koymayı da ihmal etmemiştir. ABD’nin bu işler için kullanmak üzere CIA’ya kurdurduğu ‘ABD Uluslararası Din Özgürlüğü Komisyonu’ eliyle davet edilen Merve Kavakçı tam bir şov aracı olarak eyalet eyalet dolaştırılmış, Türkiye aleyhinde konuşturulup alkışlanmıştır.

Merve Kavakçı üzerinden oynanan oyun bu kadarla da kalmamıştır: Hazırlanan ve işletilen bir tezgahla, Birleşmiş Milletler’de, ABD Kongresi’nde ve daha onlarca kurumda konuşturulan Kavakçı, İngiltere tarafından da ele alınıp Lordlar Kamarası’nda, Türkiye’de din özgürlüğü olmadığı’ yönünde bir konuşma yapmak üzere davet edilmiş ve bu konuşmayı Lordlar Kamarası’nda 2 Kasım 2000 tarihinde yapmıştır.

2008 yılındaki RT Erdoğan kotarımlı AKP denemesi üçüncü denemeleri. ABD, Bakalım bunda başarılı olabilecek mi? Cumhuriyet değerleriyle baştan beri kavgalı olduğu kanaati var olan AKP iktidarı tarafından, Anayasa değişikliği ile çözülmeye girişilince, çözülmek şöyle dursun ‘kördüğüm’ haline gelerek Türk halkının gırtlağını sıkmaya başladı. RT Erdoğan’ın baş danışmanı olan Cüneyt Zapsu, türban konusunu Türk siyaset ve medya tarihinde görülmemiş bir üslupla değerlendirdi. Şunu söyledi: “Başörtüsünü çıkar demek donunu çıkar demekten farksızdır” (Hürriyet, 6 Mart 2008)

Bu söz, özellikle başı açık Müslüman-Türk hanımları camiasınca “Yâni biz donsuz mu sayılıyoruz?” kaygısına yol açtı.

Kısacası, AKP, ilk gününden itibaren türban meselesini bir tahrik ve kaygı unsuru olarak öne çıkarmış; konuya hep bu üslûp ve zihniyetle yaklaşmıştır.

Tarih önündeki görünen müsebbipler ise iktidar partisi olan AKP ile, TBMM’ye girdiği günden beri ona koltuk değneği (tabir halkındır) olan MHP’dir.

Türbanın bu şekilde dayatılmasının, sonra da demin değindiğimiz ‘nifak yöntemi’ ile çözülmeye çalışılmasının temelinde Allah rızâsı ve din değil, siyasal çıkar ile erkek hegemonyasını tehlikeye atmama kaygısı vardır. Özetleyelim: Siyasal İslam’ın savunduğu tesettür, İslami hassasiyetlere değil, Hıristiyanî hassasiyetlere uygundur ve bu şekliyle, bir Hıristiyanlaştırma temayülünün göstergesidir. Zâten bu gösterge, bunun yıllarca siyasal istismarını yapan AKP Genel Başkanı RT Erdoğan tarafından da dolaylı bir biçimde ifâde edilmiştir. Erdoğan, İspanya’da verdiği ünlü demecinde, bugünkü türbanın bir siyasal simge olarak alınmasının kimseyi ilgilendirmediğini ifâde ederek türban bayraktarlığı yapan siyasetlerin esas niyetini ve arka planını ortaya koymuştur.

ALLAH İLE ALDATANLARIN BAŞ PUTU: DÜNYALIK

İslam’ın Türkmen yorumunun yarattığı Anadolu Hümanizmi ve onun aşılamamış lirizm ustası Yunus’un hayat anlayışında insan, yalnız paylaştığı şeylerin sahibidir; yığdığı şeylerin değil. O halde, esas sâhip olan, paylaşandır, biriktiren değil...Paylaşabilen sevebilendir ve sevebilmenin mutluluğunu tatmak, paylaşabilmekle elde edilir. Bugünkü dünyaya bakarsanız, bu putun, tam materyalizm olan komünizmle, pratik materyalizm olan kapitalizmde aynı kudret ve saygınlık burcuna oturtulduğunu görürsünüz.

Kapitalist emperyalizmin kurnaz çocuklarından İngiliz devlet adamı Churchill bu gerçeği açıkça itiraf etmiştir. Şöyle diyor: “Komünizm, sefaletlerin eşit paylaşımı, kapitalizm ise nimetlerin adaletsiz paylaşımıdır.”

Hemen söyleyelim: Kur’an mal ve parayı hayatın biricik veya egemen değeri sayanların dinî olamayacağını açıkça söylemektedir. İslâm Peygamberi tehlikeye şöyle dikkat çekmiştir: “Her ümmetin bir bozgun sebebi vardır. Benim ümmetimin bozgun sebebi de maldır.”

Mal putu ile din istismarını birlikte kullanabilecek konuma gelmiş kadroların ve siyasetlerin egemen olduğu bir toplum, cehennemini daha bu dünyada kendi eliyle kurmuş demektir. Allah ile aldatanların âdeta cenneti haline gelmiş Türkiye, Allah ile aldatan dinci odakların sermaye ve serveti de ellerine geçirdikleri bir ülke olmuştur.

ALLAH İLE ALDATANLARIN KAMU HAKKI TALANI

24 Ağustos 2001 tarihli Star gazetesi köşe yazımdaki bir cümle Türk ilahiyat literatüründe ilk kez telaffuz edilen çok sarsıcı bir cümle idi.

“Hz. Peygamber, kamunun haklarına, mallarına musallat olanların, Kur’ansal deyimiyle, ‘gulûl suçu işleyenlerin’ cenaze namazlarını kılmazdı. Bu Muhammedi tavır: Türkiye’yi yönetenlere, siyasetçilerimize, kamu mevkilerinin su başlarında bulunanlara, ibadetleri şov aracı yapanlara ithaf olunur.”

Hz. Peygamber, kamu malı çalmış, kamu hakkına tasallutta bulunmuş olanların cenaze namazını kılmamıştır. (Zâdü’l-Mead, Beyrut 1981 baskısı, 1/515, 3/107-108)

“Bir harp sonrasında Hz. Peygamber’e: ‘Filanca, falanca şehit oldu’ diye tekmil verdiler. O, bunlardan birisi için şöyle dedi: ‘Hayır! İşte o dediğiniz kişi şehit olmamıştır. Ben onu cehennemin içinde görüyorum. Sebebi de, kamu mallarından çaldığı bir giysidir.’ Hz. Peygamber bunun ardında Hattab oğlu Ömer’i çağırarak şu talimatı verdi: ‘Git, ey Hattab oğlu, git de insanlara şunu duyur: Cennete yalnız ve yalnız müminler gidecektir.”

ALLAH İLE ALDATMANIN TİCARET BİLANÇOSU

Alkolsüz kolonya aldatmacası bu aldatmaların en iğrençlerinden biridir. Alkolsüz kolonya dendiğinde, bunun arkasından birilerinin yeni marka bir kolonya çıkacağını ve bunun reklamını sıfır harcamayla din üzerinden yaptıklarını herkes anladı ama kimse çıkıp sormadı veya söylemedi ki, İslam, alkolün içilmesini, sâdece bunu yasaklıyor. İlaç, temizleyici, deodorant, parfüm halinde kullanılan alkol ile İslam’ın bir alıp vereceği yok. Ne demek alkolsüz kolonya?!

Helal gıda kalpazanlığı bir diğer aldatma şeklidir. İslâm fıkhına yalan söyleterek “Hıristiyanların kestikleri etler yenmez” sloganıyla Müslümanları aldatıp hijyen kurallarına uymadan kesilmiş kaçak etleri “İslami kurallara göre kesilmiş” veya ‘helal gıda’ teranesiyle hem de daha yüksek rakamlarla satanlar Allah ile aldatmanın sokakları dolduran simsarlarından sâdece bazılarıdır.

Oysaki, değil bir mezhebin fetvası, bütün mezheplerin ittifakıyla, Ehlikitap diye anılan Yahudi ve Hıristiyanların kestikleri etler, hiçbir kayıt ve şart aranmaksızın helaldir; yenir. Yeter ki kesilen hayvan eti yenen yâni helal bir hayvan olsun.

Tarihin en büyük dinci soygunu sayılan bir olayı bir kez daha hatırlayalım: 26 Ocak 2004 tarihli Der Spiegel dergisi Almanya’da yaşayan Müslüman Türk işçilerden 5 milyar Euro tutarında bir şeriat vurgun yapıldığını bildiriyordu. Der Spiegel’in haberindeki ayrıntıya göre, Kombassan, Yimpaş ve Jet-Pa gibi, Allah ile aldatan dinci şirketler “Faiz haramdır, paraları bize verin, size kârdan pay verelim” diyerek Müslüman Türk işçilerden akıl almaz meblağlarda paralar toplamışlardır. Bırakın kârı, kendileri bile geri ödenmeyen bu paraların ne olduğu Alman hükümetince de araştırılıyor. Ve haberden bâzı satırlar:

“TBMM komisyonuna bilgi veren İslami holding mağdurları, inanç sömürüsüyle kandırıldıklarını söylediler. Mağdurlar şöyle konuştu: ‘bizle beraber camiye gelip namaz kıldılar. Aynı seccade üzerinde oturduk, konuştuk. Bizi camide soydular.”

Cumhuriyet gazetesi, 1 Haziran 2005 tarihli nüshasında manşete şunu çıkarıyordu:

“İşadamları da Soyuldu” “ATO Başkanı Sinan Aygün, ‘İslami Holding’ olarak adlandırılan kayıt dışı şirketlerde batırılan kaynakların yeni bir bankerler krizine dönüştüğünü söyledi.”

Ankara Ticaret Odası Başkanı kaynaklı bu haberden bâzı satırlar aktaralım:

“İslami holding tabirinin bizatihi kendisi bir aldatma ve cürümdür. Ne demek İslami holding? İslami terör denince tepemiz atıyor da İslami holding denince neden sesimiz çıkmıyor? Hâlâ anlayamadık mı ki, İslami holding tabirinden şikayeti olmayanların er geç varacakları yer İslami terördür.”

Şunu sorabilme noktasına bir türlü gelemedik: Ticareti ticaret gibi neden yapmıyorsunuz da satımı hızlandırma aracı olarak Allah’ı ve dinî kullanıyorsunuz!? Bu, dine ve insan haysiyetine saygısızlık değil mi?

Endüstri Holding adlı ‘götürücü’ şirketinin genel koordinatörlüğünü yapmış bir kişinin, Ramazan Arıkan’ın açıklamalarını Cumhuriyet gazetesi bir ibret tablosu halinde önümüze koydu. Arıkan şöyle diyor:

“Görev yaptığım endüstri Holding’de 11 bini aşkın ortaktan 550 milyon mark toplanmış. Şu anda kasada para yok.” (Cumhuriyet, 22-25 Ağustos 2003)

Allah ile aldatmanın ticaret bilançosu konusunda tarihsel bir ibret tablosu, dinci siyasetlerin tarihsel başbakanı Erdoğan’ın 28 Mayıs 2006 tarihli Berlin toplantısında yaşandı. Dinî kullananlar tarafından, “Faizsiz kazanç vereceğiz” vaadiyle soyulduklarını, 30 milyar Euro’nun üstünde bir paranın ortadan yok olduğunu, bu dinci soyguncu şirketlerin Recep Tayyip adını kullanarak güven yarattıklarını söyleyerek yakınan ve yardım isteyen vatandaşlara, “Parayı verirken bana mı sordunuz?” demesinin yarattığı infial büyük oldu.

Allah ile aldatanlar sayesinde dünya yeni bir tip tanıdı: Aldatılmış hain.

Bu paraları verenler, öyle sanıldığı ve iddia edildiği gibi, saf duygularına yenik düşerek aldanmadılar. Bunların büyük kısmı, bu paraları vuranların yürüttükleri ‘Atatürk Cumhuriyet’ine hıyanet’ tezgahında yer almayı da istediler. Paralar sâdece ‘faizsiz kazanç’ için verilmedi: ‘Kafir Mustafa Kemal’in küfür devletini yıkmaya yönelik cihatta yer almak için’ verildi.

Hiçbir kitle aldatılmak istemeden aldatılamaz. En azından uzun süre aldatılamaz. Kabala geleneğinde ölümsüz bir deyiş vardır: “Aldanmak istenen aldanır.”

Aldatılmak hiçbir toplumun kaderi değildir. Onu kendisinin kaderi yapan, aldatılan toplumun kendisidir.

FAİZSİZ KAZANÇ ALDATMACASI

Faiz diye tercüme edilen sözcük riba sözcüğüdür. Riba sözcüğünün sâdece faiz kelimesiyle sınırlanması doğru değildir. Riba kavramının bugünkü banka faiziyle eşitlenmesi ise açık bir saptırmadır. Kur’an-ı Kerim’de 7 yerde geçen riba, kelime anlamıyla, anamal ve anaparaya yapılan ilavedir. Din dilinde bu, karşılıksız artış diye ifâde edilir.En doğrusu, ribayı emek ve gayret karşılığı olmayan her türlü artış diye anlamaktır.

Hz. Peygamber, ödünç verilen şeylerin ayniyle iadeleri sırasında yapılacak ilavelerin riba olduğunu belirtmiştir. Örneğin, bir ölçek arpanın yerine bir buçuk ölçek, bir altının yerine 2 altın almak ribadır. Banknotlar ise, reel değerleri olmadığından, meselâ 100 lira karşılığında 110 lira almanın riba kavramı içine girip girmeyeceği tartışılacaktır. Çünkü banknot, sâdece üzerine konan nominal değerle bir anlam ifâde etmektedir.

O halde, bütünüyle nominal değerler üzerinden işleyen banka faizlerinin ve banka faizciliğinin, Kur’an’daki riba kavramı içine girdiğini söylemek isâbetli olmayacaktır.

Gerçek şu ki, Kur’an, riba yasağını, paranın ekonomide dolaşmasını sağlamak için getirmiştir. Şu bir gerçek ki, Kur’an’ın getirdiği riba yasağının temel amacı, ihtiyacını gidermek için borç almak zorunda kalan yoksulun büsbütün mahvolmasını önlemek ve onu, çaresizlerin kanını emen kodaman zümreye karşı korumaktır. Mısırlı bilgin Ebu Zeyd, işin püf noktasını şöyle ifâde ediyor:

“Riba yasağı, ihtiyaçlarını karşılamak için borçlanmak zorunda kalan fakir kesimin istismar edilmesine karşı bir yasamadır.”

“Bugünkü bankalar riba esasına göre işlememektedir; tam tersine, tasarruf sahiplerine kâr payı (ribh) vermekte, borçlulardansa getiri (faide) almaktadır. Dolayısıyla, modern bankacılık sistemleriyle Kur’an’ın haram kıldığı ve alanlar için şiddetli azap vaat ettiği riba arasında en küçük bir ilişki söz konusu değildir.”

Günümüzde den üzerinden reklâm yapıp kazanç sağlama yolunu tutan Allah ile aldatma odakları, Kur’an’daki riba ile ilgisi bulunmamasına rağmen, banka faizini ‘haram’ ilan etmekte, öte yandan “Biz kârdan pay veriyoruz” diyerek dindar halkın mevduatını toplayıp modern bankacılığın en acımasızını yapmaktadırlar. Banka faizi riba değildir demeleri halinde, Müslüman kitleyi kendilerine çekmede bir özellikleri kalmayacağını bildiklerinden din adına yalan söyleme yolunu tercih ederek dinlerini ve ahiretlerini satarak dünyalık devşirmektedirler.

ALLAH İLE ALDATMANIN SOSYAL DEMOKRASİYE KARŞI KULLANILMASI

Sosyal demokrasi Türkiye’de, üç karmaşanın (veya saplantının) gölgesi altında bulunuyor. Bu üç karmaşa şu başlıklar altında verilebilir:

1. Dinci karmaşa (Allah ile aldatma veya siyaset dinciliği),

2. İdeolojik karmaşa (solculuk),

3. Sömürgeci karmaşa (küresel sömürü).

Bir zamanlar, Türkiye’ye, Yeşil Kuşak islamı denen Amerikan marka bir İslam ile kullanan ABD, bugün aynı oyunu Ilımlı İslam ve BOP söylemiyle yürütüyor. Bu son oyunun önemli sloganlarından biri de “Sosyal demokrasi bir sol söylemidir” iddiası olmaktadır.

Bugün, okyanus ötesi politikaların hizmetinde yol alan dinci aldatılmışlar, Türkiye aleyhine sergiledikleri takkeli-sarıklı hıyaneti “Sosyal demokrasi solculuktur” sloganıyla da pazarlamaktadırlar. Arkalarındaki güç, Yeşil Kuşak’ın arkasındaki gücün ta kendisidir.

Yeşil Kuşak İslamı veya Ilımlı İslam şeytanlığına takılmadan baktığımızda gerçeğin şu olduğunu anlamakta gecikmeyiz: Kur’ansal ve Muhammedi çehresiyle, yâni özgün şekliyle İslam, tam anlamıyla bir ‘sosyal demokrat din’ olarak önümüzdedir. Önümüzdedir ama hayatımızda değildir. Hayatımızda olmasına Haçlı odaklarla onların Müslüman coğrafyalardaki hizmetkarları izin vermiyorlar.

Sosyal demokrasi bugün artık bir ideolojik kavram değildir. Bir zamanlar onu sol ideolojinin pankart yapmış olması, sosyal demokrasi ile ilgili bugünkü gerçeği değiştirmez. Bugünkü gerçek şudur:

Çağdaş, müreffeh Batı ülkelerinin en “sosyalist” sayılanları ne kadar sosyal demokrat iseler, en kapitalist sayılanları da aynı derecede sosyal demokrattır. Finlandiya, Norveç, İsveç nasıl sosyal demokratsa, Fransa, Almanya, İngiltere, İsviçre de aynı şekilde ve aynı oranda sosyal demokrattır. Bu ülkelerde kimsenin soldan, solculuktan falan söz ettiği yok. Çağdaş devletin, olması gerekenleri tespit edilmiş, durması gereken yeri belirlenmiştir. Vazgeçilmez gerçek, sosyal demokrasidir. Günümüz demokrasisi kendini artık ‘Marksist’ olarak tanımlamıyor. Kökeni öyle olsa da öyle tanımlamıyor. Çünkü o kabuktan kurtuldu, kabuğun içindeki özü aldı. Bırakın Avrupa’yı, ABD ve Japonya’da bile sosyal demokratların talepleri, projeleri, yöntemleri etkili oldu, hayata yön verdi.

Hukuk ve refah devletinin olmazsa olmazı sayılan sosyal demokrasi, iyi niyetli kapitalizm ile iyi niyetli sosyalizmin evliliğinden doğdu. Berlin Duvarı’nı yıkan da işte bu evliliktir.

Artık şunu görmek zorundayız: İnsanlık, bir ortak-evrensel refah modeline ulaştı. Bugün, bir tek ilerlemiş ülke gösterilemez ki sosyal demokrasiyi dışlamış olsun. Sosyal demokrat bir siyaset ve yönetim, ideolojik açıdan solcu olabileceği gibi sağcı da olabilir.

ALLAH İLE ALDATMANIN KÜRESEL-EMPERYALİST TEZGAHLARI

Müslümanı Allah ile aldatmayı esas almış emperyalist oyunun üç tarihsel tezgahına tanık olmaktayız:

1. Alman tezgahı (1. Dünya Harbi’ne sokma oyunu),

2. AB tezgahı (Avrupa Birliği’ne üyelik oyunu),

3. ABD tezgahı (Ilımlı İslam ve Yeni Osmanlıcılık modeli diyerek çökertme oyunu).

Müslümanı Allah ile aldatmanın Alman tezgahı, Almanya’nın, kendisini, çöküş sürecinin en ağır sancılarını yaşayan Osmanlı İmparatorluğu ve ona bağlı milyonlarca Müslüman kitlenin kurtarıcısı olarak propaganda etmesiyle başladı. Esasında Almanların bu siyasetlerle ulaşmak istedikleri iki ana hedef vardı:

1. İngilizlerin kumandası altındaki Müslüman sömürgeleri, ‘Müslümanların esas koruyucusu’ Almanya’nın yanına çekmek için İngiltere’ye karşı kışkırtıp İngiliz egemenliğini Almanlar lehine sarsmak,

2. Artmakta olan ve artması için sürekli teşvik edilen Alman nüfusu, bereketli Anadolu ve Mezopotamya topraklarında yeni yerler açmak.

Osmanlı ordusunun, Prusyalı subaylarca eğitilmesiyle işe başlanır. Bunu, silâh ticareti, demiryolu imtiyazları (Bağdat Demiryolu gibi) izler. Alman malları, Osmanlı pazarında diğer emperyalist ülke mallarını piyasadan sürer. Almanların Yakın Doğu’daki en büyük başarılarından biri de Osmanlı ordusunu, Alman emperyalizminin vurucu güçlerinden biri haline getirmeleridir.

1914 yılına gelindiğinde, bizzat Almanların bile, başlattıkları Birinci Dünya Harbi’ni kaybetmek üzere oldukları ortaya çıktığı bir sırada, yine Allah ile aldatma tezgahı çalıştırılarak Osmanlı Padişahı ve Halife olan, V. Mehmet Reşat’a, Almanlar lehine ‘Cihad-ı Mukaddes’ veya ‘Cihad-ı Ekber’ ilan ettirildi ve şeyhülislam tarafından askerlere okundu. Fetvayı dinleyen Osmanlı askerleri, ‘Hacı Wilhelm’in yaptırdığı Alman Çeşmesi’nden su içip ‘Hacı İmparator’a dua ettikten sonra, Alman emperyalizmi uğruna Ruslarla savaşıp ölmek üzere, Sarıkamış cephesine doğru yol aldılar. Ve 90 bini aşkını Allahu Ekber Dağları’nda hayatlarını feda ettiler.

Yüz bin civarında Türk askeri orada ne için öldü biliyor musunuz? Bir zafer kazanmak için değil. Böyle bir zaferin söz konusu olmayacağını asker olan herkes anlardı. Gerekçe, Polonya Cephesi’nde Almanları sıkıştıran Rusların kuvvetlerini bölüp Sakıramış’ın yaratacağı tedirginlikle Rus askerinin bir kısmını Kafkas Cephesi’ne sevk ettirerek Almanları rahatlatmaktı. Ölecek olan Türk askeriyse bu gerekçe bile yeterdi. Tarih boyunca, Yemen’den Kore’ye kadar hep böyle olmadı mı?

Bu bir yorum değildir. 2 Ağustos 1914 Osmanlı-Alman gizli ittifak antlaşmasına göre, Osmanlı Genelkurmay Başkanlığı Alman general Bronsart von Schellendorff’a verilmişti.

Bu Haçlı general, 1936’da yayınladığı Sarıkamış anılarında şöyle diyordu:

“Türkiye’nin savaşa ne zaman gireceğine Alman Genelkurmayı karar verdi. Kafkasya’ya saldırılması fikrî de bizimdir. Amaç, düşmanlarımızın ordu birliklerini buralara kaydırarak birinci derecede önemli olan esas cephelerdeki Alman ordularına karşı düşman baskısını azaltabilmekti. Süveyş Kanalı’na yapılan harekat da aynı nedenle yapılmıştır. Yoksa Türklerin Mısır’ı fethetmeleri için değil.”

Bugünün demokrasi ve özgürlük öncüsü ABD’nin ikinci dünya savaşındaki politikasının esası, bir yandan Hitler’i kullanarak Rusya’yı çökertmek, öte yandan Rusya’yı kullanarak Hitler’i yok etmek olmuştur. Parasının üstündeki ‘Allah’a güveniriz biz’ ifadesinin ABD’cesi işte budur. Yâni “Allah’ı kullanarak kitleleri aldatırız biz.”

ALLAH İLE ALDATMANIN VATİKAN TEZGAHI: DİNLERARASI DİYALOG

İdeolojilerin çökmek üzere olduğunu, dinlerin yeniden sahneye oturacağını, o gün geldiğinde en şanslı dinin İslam olacağını, Batı’nın büyük beyinlerinden Arnold J. Toynbee daha 1940’lı yıllarda Batı stratejistlerine, siyasetçilere söylemiş, tedbir almalarını istemişti.

Luther’e göre, Kur’an, Hıristiyanlığı yıkmak için şeytanın Muhammed’e öğrettiği bir şer ürünüdür. Hz. Muhammed ise peygamber değil, İsa-Mesih’in misyonunu baltalamak isteyen bir deccaldır.

Bugün, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve Dinlerarası Diyalog projesi olarak açıkça telaffuz edilen İslam ülkelerini sömürgeleştirme projelerinin stratejileri 1950’li yıllardan itibaren uygulamaya kondu.

Dinlerarası Diyalog, 1962-65 yılları arasında geliştirilmiş bir Vatikan projesidir. Bu projenin dinsel dayanağı olan ve 1965 yılında aktedilen H. Vatikan Konsili, faaliyetine esas olan Nostra Aetate unvanlı belgede Müslümanlara epey yer ayırmıştır. Diyalog adlı misyonerlik faaliyetinin esas hedefi Müslümanlardır. Nostra Aetate’nin Müslümanlara ayrılan kısmında Hz. Muhammed’in nübüvveti kabul edilmemiştir. En insaflı ve en ileri olanlarının ağızlarının yarısıyla söyleyebildikleri şudur:

“Hz. Muhammed, Tanrı’nın putperest Arapları İsa Mesih’e hazırlasın diye gönderdiği pedagog eğitimcidir. Görevi böyle bir hazırlamadır, peygamberlik değil. Ama bu görev de iyi bir hizmettir, makbul bir hizmettir.”

Proje Hıristiyanlarındır; Müslümandan istenen ise bu projeye destek vermek, yâni AB-Vatikan tarafından belirlenen hedeflere varmada hizmetçilik yapmak, dolgu maddesi olarak kullanılmaktadır. Bizim ‘diyalog avukatları’ istedikleri kadar ‘diyalog yoluyla tebliğ yapacağız desinler, Papa II. John Paul daha o günlerde şunu açıklamıştır:

“Dinlerarası diyalog, kilisenin Hıristiyanlaştırma yâni misyonerlik faaliyetlerinin bir parçasıdır.” Hem BOP’ta hem de dinlerarası diyalogda rol alabileceklerin yumuşak karınları bulunmuştur: Atatürk mirasından rahatsızlık.

Kur’an’ın tebliine yol açmak için diyalogcu olduk diyorlar. Peki, Kur’ansal tebliğ, Yahudi ve Hıristiyanlar dışında kimseye uzanmıyor mu? Neden Budistler veya Hindularla diyalogunuz yok?

Hâttâ, süper Hıristiyan güçler dışında bir Hıristiyan ülke veya kitleyle bile diyalogunuz yok! Varsa yoksa Vatikan ve ABD. Orada sizi cezbeden ‘Allah rızâsı mı’ yoksa para ve güç mü? Hangi Hıristiyan’la Diyalog Kuracağız?

Hz. İsa’nın vahyine inanarak mümin olan Hıristiyanla mı, yoksa İsa’dan yıllar sonra onun dinine girip bu dindeki tevhit unsurlarını bir bir bertaraf ederek İsevi vahyi şirke bulaştıran Pavlus Hıristiyanlığı ile mi?

Hz. İsa’nın tebliğ ettiği dinde Hz. İsa beşerdir ve peygamberdir. Pavlus’un oluşturduğu kilise Hıristiyanlığında ise Hz. İsa Tanrı’dır. Bugünkü Hıristiyanlıkta peygamber, Pavlus’tur. Pavlus, kendisini Rabbin elçisi diye tanıtıyor. Kilisedeki sıfatı budur. Halbuki Kur’an’a göre, ‘Rabbin elçisi’ sıfatı İsa’nın sıfatıdır.

Diyalogun temel hedefi Hıristiyanların Müslümanlaşmasını önlemektir. Fakat Müslümanlar zayıflayıp Hıristiyan dünyaya muhtaç hale gelince diyalogda maksat değiştirildi. Müslümanların Hıristiyanlaştırılması esas oldu. Batı, İslam dünyasına yüzlerce ölüm göstererek onun yüreğini korkuyla dolduruyor, ardından da onu iki büyük ve ölümcül sıtmaya râzı ediyor. Bu sıtmalardan biri AB-Vatikan patentli ‘Dinlerarası Diyalog’ sıtması, ikincisi ise ABD patentli ‘Ilımlı İslam’ sıtmasıdır.

ABD’nin ‘dine dayalı soğuk savaş siyasetleri’nin teorisyeni William Christian Bullitt’tır.

Vatikan’ın 1960’larda başlattığı ‘Dinlerarası Diyalog’ projesini, siyaset alanında ilk telaffuz eden de Bullitt olmuştur. Ona göre, “dinlerarası diyalog, Sovyetler birliğine karşı kullanılacak en önemli silahlardan biridir.” Diyalogun başını çeken CIA menşeli lider ise Evangelist papaz Frank Buchman idi. Buchman, Allah ile aldatma lügatinin önemli söylemlerinden birini kullanarak ünlü Şato’da topladığı her dinden işbirlikçiyle Evangelist ABD egemenliğinin programını yürütüyordu. Kullanılan başlık, ‘Moral Rearmament’ (Yeniden mânevî silahlanma) idi.

Evangelist Şato ayrıca, 1950’lerden başlayarak Türkiye’de bir dizi ‘Komünizmle Mücadele Derneği’ örgütleyecektir. Bu derneklerin Allah ile aldatma tezgahının en yaman kuruluşları arasında olduğunu en iyi bilenlerden biri de bu satırların yazarıdır.

Arkasından 1951 yılından başlayarak aynı merkezden güdülen ve aynı amaca hizmet eden ‘İlim Yayma Cemiyetleri’ kurulup yaygınlaştırılacaktır.

İstanbul’da ‘Ekümenik Patrikhane’ ad ve tabelasıyla bir Hıristiyan devletinin kurulması gününün geldiği ilan edilmiştir. Yaşadığımız günler, ‘Ekümenik Patrikhane’ye ‘ekümenya’ yâni toprak hazırlamanın hızlandırıldığı günlerdir. Vakıflar Yasası’nın, “Türkiye’nin bağımsızlığını tehdit edici niteliktedir” gerekçesiyle veto edilmesine rağmen hiçbir yeri değiştirilmeden yeniden çıkarılması rastlantı değildir.

ALLAH İLE ALDATMANIN ABD TEZGAHI:ILIMLI İSLAM

ABD’nin Türkiye’de İslam meselesine el atmasının tarihi 1940’lara gider. Atatürk ölür ölmez işe hemen el koydular ve 1940’ların sonlarına doğru İnönü’nün mukavemetini kırdılar.

Türkiye’de ABD lehine ve Türkiye aleyhine İslam-din tezgahı kurulmasına yâni ülkenin Allah ile aldatılma sürecinin faal hale gelmesine ilk geçit veren, İsmet İnönü’dür. Cengiz Özakıncı şöyle bir değerlendirme yapıyor: “Atatürk döneminin dinsiz, Tanrıtanımaz, kafir, komünist olduğu iddiası Siyasal İslamcıların, ABD’nin Türkiye’ye girdiği yıl başlattıkları ve bugüne kadar kesintisiz biçimde sürdürdükleri yüz kızartıcı bir yalandı. Atatürk döneminde din özgür fakat dinin siyasete alet edilmesi yasaktı. Türkiye ABD güdümüne girince, siyasal İslamcılık ve dinin siyasete, ticarete alet edilmesi serbest bırakıldı. ‘Çocuklara okullarda din dersi verilmiyordu, şimdi din dersleri koyacağız’ diyenler yalan söylüyorlardı. Yapmak istedikleri, Atatürk döneminde okutulan din dersi kitaplarını ortadan kaldırıp yerine Amerika’nın ve Amerikan işbirlikçisi Siyasal İslamcıların işine yarayacak biçimde yeniden yazdırılacak başka din dersi kitapları koymaktı.”

“1948 yılında İsmet İnönü’nün millî eğitim bakanı, ilkokullarda okutulmak üzere Müslüman Çocuğunun Din Kitabı adıyla bir ders kitabı yayınlayacak ve böylece ABD yardımlarını sürmesi sağlanacaktır. Gelgelelim, bu kitap Atatürk döneminde okutulan din dersi kitabının tersine, çocukları tarikatların ve hurafelerin tutsağına dönüştürücü nitelikte olduğu için şimşekleri üzerine çekti. Öyle ki dönemin en katı İslamcı yayın organı olan Sebilürreşad bile, CHP’nin yazdırdığı bu yeni kitabı tarikatçılıkla suçluyordu. Amerika dinsel aydınlanma istemiyordu, tersine, kendisine bağlı İslamcıların buyruklarına boyun eğerek ABD’nin istediği her yere savaş için koşacak ve niçin gidiyorum diye sormayacak kuşaklar yetiştirilmesini istiyordu.” (Özakıncı, İblisin Kıblesi, 179, 182-183) 1950’li yıllarda ABD, din istismarının şampiyonu olan Demokrat Parti ve Menderes kadrosunu kullanarak İslam meselesine fiilen el koymaya başladı.

ABD, Türkiye’deki Amerikan okullarının 1930’lu yıllarda Atatürk tarafından kapatılmasının intikamını, 1950’li yıllarda Atatürk’e söven imamlar yetiştirilmesini destekleyerek alıyordu. (Özakıncı, anılan eser, 33) ‘Din üzerinden Amerikancılık’, 1960’lı yıllarda İslam’a hizmetle Amerika’ya hizmeti eşitleyen’ ABD İslamcılarını köşebaşlarına oturtmaya başlamıştı. Gerekçe hazırdı: Komünizme karşı çıkmak, Allahsız Rusya tehdidini aşmak. Bugün, iki binli yıllardayız. Tarih ve Tanrı göstermiştir ki, Türkiye’nin sıkıntı ve felaketlerine sebep olan esas ‘Allahsızlık’ Rusya’dan değil, ABD’den gelmiştir ve gelmeye devam etmektedir.

Asırlardır, Hz. Muhammed’e ‘deccal’ diyen Haçlı güçlerle, yıllardır Atatürk’e deccal diyen dinci tahripçiler kol kola girmişlerdi. İkisi de ‘deccal’a vuruyordu. Ama birilerinin deccalı Muhammed Mustafa, ötekilerininki Mustafa Kemal’di. Ne yazık ki, Muhammed Mustafa’nın iman çocukları olduklarını iddia edenler, ona deccal diyenlerle işbirliğinin farkında olmayan hainlerdi. Tarih, ahmaklıkla hainliğin böylesine kesiştiği bir örneğe daha önce tanık olmamıştır.

ABD doğrudan bir şeriat devleti isteğinin işe yaramadığını görmüştü. Yeni bir taktik özlemeye başladı. Ilımlı İslam bu yeni taktiğin eseridir. Bu yeni dönemin Türkiye’deki toplum mühendisi, CIA’nın kurmaylarından eski genel sekreter Graham Fuller’dır. Ne var ki TSK, yine basiretini işletti ve Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Fuller’in Türkiye’de birtakım haltlar karıştırdığını fark ederek bu adamı takibe aldırdı. ‘Ilımlı İslam’ tabiri, CIA’nın Orta Doğu masası şefi Graham Fuller’e aittir.

‘Ilımlı’dan maksat, hoşgörü ve insana saygı ise o, gerçek İslam’ın ta kendisidir. Ona yeni bir ad bulma cüret ve kafirliğine ne gerek var? Gerçek İslam’ın insandan hoşgörü veya ‘itidal’ (ılımlılık) dilenmeye ihtiyacı olmaz. Oluyorsa ona ‘İslam’ denmez.

Neden Ilımlı İslâm-Fanatik İslam söyleminde inat ve ısrar ediliyor? İstendiği zaman okşanıp sömürülecek, istendiğinde tokatlanıp itilecek ‘kimliksiz, sünepe, laçka, pelte, olmazsa olmazları kesinleşmemiş’ bir sahte din yaratıp mensuplarını gerektiği biçim ve kıvamda kullanmak. Ve gerektiğinde birbirinin üstüne salıp birbirine kırdırmak.

Batılı-Haçlı kurmaylar, Türkiye’yi İslâm dünyasına ‘model’ göstermek üzere Ilımlı İslam ihanetini pazarlarken dertleri Müslümanlar için model üretmek değil, İslam dünyasında Atatürk sayesinde farklı hale gelen Türkiye’nin bu farklılığını ortadan kaldırmaktır. Model göstermek adı altında yapılmak istenen, bizi model olmaktan çıkarmaktır. Bizi model yapacak bir zihniyet, “Atatürk’ten vazgeçin ki sizi içimize alalım” der mi? Derse biz böyle bir zihniyetin namus ve iyi niyetine inanır mıyız?

ALLAH İLE ALDATANLARIN KORKULU RÜYASI: TÜRK ORDUSU

Devleti yönetme mevkiinde olan sivillerin büyük çoğunluğu ne yazık ki, hiçbir devlet adamlığı eğitimi almamış kişilerdir. Lise mezunlarının, hâttâ gece lisesinden terk kişilerin ve hâttâ ilkokul mezunlarının yer aldığı kabinelerimiz az değildir. Bu insanların, devlet bürokrasisinden gelen bazıları müstesna, devlet adamlığında, yönetsel yetkinlikte, dünyayı ve bölgeyi tanıyıp değerlendirmede affedilemez eksikleri, açıkları, yanlışları vardır. Günübirlik iş yaparlar ve genellikle, iyi yetişmiş rakiplerinin güdümüne girerler.

Bu zatların; siyaset, hukuk gibi kısmen devlet adamlığı yetkinliği veren disiplinlerden gelenleri de fazla değildir. Kurmaylık eğitimi alanları ise hiç yoktur. MGK, işte bu noktada bir boşluğu dolduruyor. MGK, devlet adamlığı, jeopolitik, jeostrateji eğitimi almış yüksek rütbeli kurmayların katkılarıyla, ülkenin meselelerini ülkenin çıkarlarına uygun olarak rapora bağlıyor ve bir tavsiye olarak ülke yönetiminin önüne koyuyor.

MGK’nın, Kopenhag Kriterleri bahane edilerek budanması AB yasaları açısından gerekli değildi. Çünkü benzeri güvenlik birimleri AB ülkelerinde de vardır. Üstelik AB ülkelerinde, Türkiye’nin boğuştuğu temel sıkıntıların hemen hiçbiri de yoktur. Bütün bunlar bilindiği halde, Türk Ordusu’ndan rahatsızlığı, ABD ve AB’den pek geri kalmayan içteki dinci ekipler, MGK’yı budayıp kuşa çevirmiş, arkasından da, “Gün bu gündür” zihniyetiyle TSK’yı yıpratmaya devam etmişlerdir.

Türkiye’nin AB serüveni, bir anlamda, Türk Ordusu’nun, AB’ye üyelik nakaratıyla yıpratılma serüveni olarak anılabilir.

TSK’yı yıpratmada kullanılan bir numaralı araç da yine dindir, Allah ile aldatmadır.

Son yıllarda, bir dinci ve ABD’ci cemaatin TSK’ya sızma yolunda ne oyunlar çevirdiğini ve bu cemaatin Batılı güçler tarafından nasıl desteklendiğini tam bu noktada bir kez daha anımsayalım.

Sözün özü şudur: Türk Ordusu, bin yılı aşkın bir zamandır Ehlisalip (Hıristiyan emperyalist) güçlerin temel hücum hedefi ve en korkulu rüyasıdır. Türk milletini Allah ile aldatan dış güçler, son yüzyıl boyunca bir yandan Türk Ordusu’nun gücünden yararlanmak için çırpınırken öte yandan bu büyük gücü çökertmek için her türlü oyunu sergilemişlerdir. Şöyle de denebilir:

Hıristiyan emperyalizmi için Türk Silahlı Kuvvetleri, kendilerine yaradığı, hizmet ettiği sürece ‘mucizevi bir güç’ olarak yüceltilen, kendilerine engel olucu tavırları sezildiğinde ise çökertilmesi için ne gerekiyorsa yapılan bir kurumdur. Hangi yönden bakarsanız bakın, Batı için Türk Ordusu ‘Türkiye’nin en değerli ihraç malı’ ve ‘temel kudreti’ olarak görülmüştür. Bu temel güç ya onlarla birlikte olur ya da çökertilir.

AB’ye üyelik ve BOP sürecinde Türk Ordusu’nun, ‘en büyük engel’ olduğu kanısına varıldığı için zayıflatılıp tasfiye edilmesi gerektiğine karar verildi. Bu kararın uygulamaya konması için Türkiye içinde Ordu’dan rahatsız olan ve onun etkisizleştirilmesini isteyen bir iktidar lazımdı. O da bulundu: AKP. AKP’nin bugün başbakan sıfatını taşıyan 2002 yılındaki yasaklı genel başkanı RT Erdoğan, ünlü mektubunda Paul Wolfowich’ten Türk Ordusu ile kendisinin arasını uyuşturmasını istemekteydi.

4 Temmuz 2003 günü, Kuzey Irak’ta Süleymaniye kentinde askerlerimizin başına çuval geçiren ABD güçlerinin savunmasını yapan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, çuval olayının mazeretini bizzat RT Erdoğan’a (başkasına değil) şöyle açıklamıştır: “Askerinizin başına çuval geçirme olayı hükümete karşı değil, hükümetin emrini dinlemeyen bâzı unsurlara karşı yapılmıştır.”

Rumsfeld gibi kurt bir politikacı, bu sözleriyle, Türk Ordusu’na düşmanlığını açıkladığı kişiyi de memnun ettiğini düşünmeseydi böyle bir açıklamayı yapar mıydı?

Soğuk savaştan sonra esas alınan ‘dünya haritasının tek süper güce ve onun gerçek stratejik müttefiki İsrail’e göre ayarlanması ve uyarlanması’ siyasetleri, dünyada otuz-kırk yeni devletin daha kurulmasını gerektiriyor. Bunlar, klâsik devlet teorilerinin anladığı manada devletler olmayacaktır. Bunlar, adına ‘devlet’ dedikleri birer kabile veya şeflik halinde kurulacak ve tek süper gücün veya onun destur verdiği diğer süper güçlerin güdümünde olacaklardır.

BOP’un temel hedefi, Ortadoğu’da İsrail’den daha büyük devlet bırakmamaktır.

1940’lardan beri hedef budur. Bu hedef, 90’lı yılların başından itibaren açıkça telaffuz edilmeye başlandı. 1991 yılı Haziran ayında Almanya’nın Baden Baden bölgesinin Kara Ormanları’nda, dünyaya yön vermesi düşünülen elitlerin toplandığı ‘Bilderberg’ toplantısında dünyanın yüzlerce değil, binlerce devlete bölünmesi gerektiği açıkça gündem yapılmıştır. David Rockefeller şöyle konuştu:

“Dünyada bin devlet oluşturduğumuzda dünya daha mükemmel ve daha istikrarlı olacaktır. Halkların kendilerini yönetme hakları, artık dünya bankerleri ve entellektüelleri olan elitlerin otoritesi altına girecektir. Yüzyılımızda izleyeceğimiz strateji budur.”

‘Osmanlıcılık ve Halifecilik’ vaadi ve söylemi işte bunun için öne çıkarılmıştır. Süper gücün planını hayata geçirecek olan iktidar ise yine Allah ile aldatan bir iktidar olmalıydı. O da bulunmuştur: AKP. Necmeddin Erbakan yoklanmış ama onun emperyalizme geçit vermek niyeti olmadığı görülmüştür. Erbakan, ‘öz evlatları’ eliyle arkadan vurulup alaşağı edilerek yerine Recep Tayyip AKP’si konmuştur.

Halifelik-Osmanlıcılık vaatlerinin ilk yararı, temel direnç kaynağı olan Mustafa Kemal mirasının çökertilmesidir.

ALLAH İLE ALDATMANIN İSTANBUL’U BİZANSLAŞTIRMA OPERASYONU

“Dünya tek bir devlet olsa, başkenti İstanbul olurdu” -Napolyon- Müslüman İstanbul’u ‘Yeni Roma’ya veya ‘Hıristiyan Konstantinopolis’e dönüştürme gayretlerinin sürüp giden kısa ama ibretlerle dolu serüvenine bir göz atalım:

Sevr günlerinde ABD Başkanı Wilson, Osmanlı padişahının İstanbul’dan çıkarılmasını ve sâdece İstanbul’un değil, bütün Trakya’nın Türklerden boşaltılmasını istemiştir. Bu öneri üzerine İstanbul’a yeni bir ad konmuştu: ‘Uluslararası İstanbul Devleti’

İngiliz Başbakanı Lloyd George, aynı konuyu gündeme getirirken Türkleri ‘bir veba ve bela’ olarak niteliyor, Avrupa topraklarından mutlaka çıkarılmaları gerektiğini söylüyordu. Bunu fırsatı ganimet bilen o günkü Patrik Vekili Dorotheos, 14 Şubat 1920 günlü mektubuyla Lloyd George’u destekliyor ve gerekenin yapılması için ricalarını iletiyordu. (bk. Somuncuoğlu, İstanbul’da Yeni Roma İmparatorluğu, 152)

Koca Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşmakta zorluk çekmeyenler söz İstanbul’a geldiğinde birbirine girmekteydi. Bunun için, İstanbul’u ‘ortak bir Hıristiyan kenti’ yapmayı yeğlediler. Bunun en kestirme ve kolay yolu ise Patrikhane’yi ekümenikleştirerek Suriçi İstanbul’da bir Hıristiyan din devleti kurmak olarak belirlendi.

ALLAH İLE ALDATMANIN İNKAR CEPHESİ

Allah ile aldatmanın iki cephesi var: İnkar ve istismar. Bu gerçek bizi iki olgunun altını çizmeye itiyor:

1. Türkiye’de dinden nefret edenlerin sataştıkları ve etkisiz kılmaya çalıştıkları kişiler, dinî istismar edip nefret unsuru haline getirenler değil, dinî her türlü istismar ve rezilliğin üstüne çıkarıp sevgi ve saygı unsuru haline getirenlerdir.

2. Türkiye’de din ve mukaddesat sömürüsü yapanların sataştıkları ve etkisiz kılmaya çalıştıkları kişiler, dinsizler-imansızlar, allah ve Muhammed düşmanları değil, dinin Kur’ansal yapısını ortaya koyan ve hurafeye karşı duran kişilerdir.

Damat Ferit, Türk Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkmış, bu savaşın öncülerini, gazilerini, şehitlerini Haçlı işgalciler lehine lanetlemiş, yok etmeye çalışmıştır. Damat Ferit bu hâliyle aynı zamanda bir sembol olmuştur. “Zaman değişti” söylemine, bazıları ise sâdece “Değiştim” nutkuna sığınmaktadır. Türk dilinde ‘değişmek’ sözü, bunlar yüzünden ‘dönekleşmek’ anlamına gelir oldu.

Damat Ferit edebiyatının (veya fesadının) temel nitelikleri şöyle sıralanabilir:

1. Mandacılık: Batı veya Doğu dünyasından bir ülkenin uydusu, uşağı, hâttâ tutsağı olmayı isterler. Bağımsızlık bunları ışığın yarasayı rahatsız ettiği gibi rahatsız eder.

2. Dışarıdan icazet ve destek: İçerideki kurumlarla asla barışık değillerdir. Halkla da barışık değillerdir. Halktan oy almak için Allah ile veya güncel bâzı kavramlarla aldatmalar yapıp oyu kaptıktan sonra halkı âdeta leş gibi görür, ayaklarıyla bir kenara iterler. Esas hizmetleri, dışarıdan kotarılan para ve güç odaklarıyla bunların bağlı olduğu dış ülkeleredir. Özellikle Hıristiyan Batı ülkelerine.

KALDIKLARI YERDEN DEVAM EDİYORLAR

İtalyan gazeteci-yazar Marcello Foa (İl Giormale gazetesinden naklen Nilgün Cerrahoğlu, Cumhuriyet gazetesi, 1 Eylül 2007) Türkiye’nin son günlerini değerlendirirken şunları yazıyor:

“AKP görülmemiş bir güç tekeline sâhip. Mutlak çoğunluk, Meclis Başkanlığı, Cumhurbaşkanlığı ellerinde. Lâik değerlerin üç direğinden biri (cumhurbaşkanlığı) yıkıldı. Aleni bir İslamcı, cumhurbaşkanı oldu. Gül’ün bu ayrıcalığı, ‘nihai hedef’e varmak için kullanmayacağını düşünmek safdilliktir.

Başlangıçta tepki alan büyük jestler, deklarasyonlar yapılmayacak. Geçiş yumuşak olacak. İzlenen çizginin başarısını gören Gül’ün acelesi yok. Yürünen yolda devam etmek yeterli. Bir sonraki hedef, kalan iki kaleye, anayasa Mahkemesi ile Silahlı Kuvvetler’e nüfuz etmek olacak. Final belli.”

Türk düşmanlarından biri olan amiral Calthorpe’un yardımcısı Amiral Webb, İngiliz dışişleri bakanlığına yazdığı 19 Ocak 1919 tarihli raporda şöyle diyordu:

“Halife elimizin altında bulunduğu sürece, İslam dünyasında bir denetleme aracına sahibiz demektir. Halife-pâdişah (Vahdettin) bizi buraya (İstanbul’a) yerleştirmek istiyor.”

İşte Haçlının halife isteminin arka planı. Hıyanetin baş yılanı ve Allah’ı İngiltere’yle eş değerde tutan Damat Ferit, aynı yılın 5 Mart’ında yüksek komiserlik danışmanı Hohler’e şunu yazma alçaklığını gösteriyordu: “Bütün umudumuz Allah’ta ve İngiltere’de. İstediğiniz herkesi tutuklamaya hazırım.”

1922 yılıHaziranında, Kurtuluş’un gerçekleşme noktasına geldiğinin görüldüğü günlerin İstanbul’unda Pera Palas’ta karargah kurmuş Haçlı komutan Yüzbaşı Amstrong’a, Şehzade Sami eliyle Pâdişah Vahdettin’in bir mesajı iletilir. ‘Türklerin Padişahı ve Müslümanların Halifesi’ unvanını taşıyan Vahdettin’in, Haçlı subaya tazarrunamesi şu utanç verici satırlardan oluşuyor:

“Mustafa Kemal ve arkadaşları ihtilalcidirler. Bunlar sizin ve benim düşmanlarımdır. Asidirler. Türkiye’yi yalnız siz kurtarabilirsiniz. Ben sizin dostunuzum. Ne isterseniz size vermeye hazırım. Halbuki siz Ankara’dan bir şey alamazsınız. İsterseniz saltanatı ve hilafeti kurtarabilirsiniz. Bana yardım için 4 milyon sterlin borç veriniz. Size mal vererek bu borcu öderim. Ankara’yı tanımayın, barışı benimle yapın. Propaganda yapmam için uçak, adamlarımı korumam için bir savaş gemisi verin. Bursa’ya gider herkesi etrafıma toplarım. Halk benim davetime koşar. Boğazları açık tutarım. Halife olarak sizin lehinizde çalışırım. Çünkü siz müminlerin savunucususunuz. Onlar da size bağlı uyruklar olarak kalacaklardır. Ankaradakiler katil adamlardır. Moskova’nın tesiri altındadırlar.”

LAİKLİĞE SALDIRIYI KİM KOTARIYOR?

Laikliği tahrip operasyonlarını bugün artık, bazılarının sandığı gibi içteki dinci odaklar kotarmıyor. Böyle zannedenler aldanış içindedirler.

Laikliğe saldırıyı emperyalizmin Haçlı kurmayları kotarıyor. Müslüman’a burada verilen rol, sâdece bu kotarımın piyonluğunu üstlenmek ve Allah ile aldatma ihtiyacını gidermede taşaronluk yapmaktır.

Batı’nın laiklik üzerinden oynadığı oyunun arka planında, ekümenikliğini sağlamaya çalıştıkları Patrikhane’ye destek var.

AB ve ABD kurmayları, “Türkiye’de uygulanan laiklik dinsel özgürlüklerin yeterince yaşanmasına engel oluşturuyor” demiyorlar mı? Peki, bu noktada en büyük şikayet konusu olan türban, mahkemeleriniz önüne geldiğinde neden ittifakla ‘yasak’ kararı verdiniz? Verdiniz, çünkü sizin derdiniz Müslümanlar değil. Sizin derdiniz, ‘dinsel özgürlük nağmeleri döktürerek Patrik-haneye ekümeniklik kazandırıp Suriçi İstanbulda, Fatih’in kemikleri üstünde bir Ortodoks din devleti kurmak ve bunun hizmetinde ajan yetiştirmek üzere de Heybeliada’daki papaz mektebini açtırmak.

Laiklik düşmanlığından bizimkilere zerre kadar yarar gelmez. Bunların bağırıp çağırmalarının tümü, Hıristiyan emperyalizminin değirmenine su taşımaya yarıyor.

Laiklik konusunda altı çizilmesi ve üzerinde ısrarla durulması gereken gelişmelerden biri de İran eski Devlet Başkanı Hatemi’nin, daha çok laiklik-İslam ilişkisi üzerinde yoğunlaşan tarihi röportajı oldu. NTV’nin, bir programla ekrana getirdiği Hatemi röportajı, bence son yılların en önemli gelişmelerinden biridir. İran gibi, laikliğin baş düşmanı olarak gösterilen bir ülkenin devlet başkanı Hatemi’nin, İslâm ile laikliğin bağdaştığını gösteren konuşması söz konusuydu.

Bize göre, Hatemi’nin, laiklikle ilgili tespitlerini açık yüreklilikle ortaya koymak suretiyle gelenekçi İslam coğrafyalarında yaptığı iş, Gorbaçov’un Rusya’da yaptığının bir benzeridir. Hâttâ, sergilenen cesaret dikkate alındığında Gorbaçov’un yaptığından daha da zor bir iştir.

Siyaset dinciliğinin pervasız borozanları, ufkunu asla kavrayamayacakları Hatemi’ye daha o konuşmanın yayınlandığı gün saldırmaya başladılar.

Hatemi’nin laiklikle ilgili saptamaları, laikliğin beşiği bir ülkenin, Fransa’nın devlet başkanı Chirac’ın, türban krizi münasebetiyle yaptığı tarihsel laiklik konuşmasıyla da ilginç paralellikler belirtiyor. Fransız Devlet Başkanı Jacques Chirac, kısa bir özetini vereceğimiz tarihsel konuşmasında laikliğin yerini, anlamını, önemini, biraz da tanımını şu satırlarla belirtiyor:

“Anayasamızın temel direği laikliktir. Laiklik ilkesi, saygı, diyalog ve hoşgörü içinde beraberce yaşama isteğimizi ifâde etmektedir. Laiklik bilinç özgürlüğünü garantiler. İnanma veya inanmama özgürlüğünü korur. Her birimize, inancını; huzurlu, özgür, diğer inançlar tarafından baskı yapılması tehlikesi olmaksızın ifâde etme ve uygulamayı sağlar.”

“Laiklik, farklı dinlerin uyumlu birlikteliğini sağlayan kamu alanı tarafsızlığıdır. Ortak kurallar tartışma konusu yapılamaz.

“Laiklik ilkesinin sulandırılmış bir algılanışının arkasına sığınan bâzı kimselerin, cumhuriyetimizin, cinslerin eşitliği ve kadınların saygınlığı gibi kazanımlarını ortadan kaldırmaya çalışmalarını kabul edemeyiz.” (Cumhuriyette Laiklik İlkesi başlıklı konuşma, Elysee Sarayı, 17 Aralık 2003)

İran Devlet Başkanı Muhammed Hatemi, İslam-laiklik uyuşumunu, hâttâ bir ölçüde İslam-laiklik kucaklaşmasının kaçınılmazlığını şu sözlerle tarihin ve insanlığın önüne koyuyor: “İslam ile laiklik ve demokrasi kesinlikle uyuşur. Demokrasi bir yoldur ve yönetimin halkın oylarına dayanmasıdır.”

“Egemenliğin halkın elinde olması gerekir. Halkın istediği gücü yönetime getirmesi, istemediği zaman da onu zorbalıkla karşılaşmadan yönetimden alması gerekir.”

“İslami değerlere inanılabilir, ancak iktidarlar halkın isteklerine göre hareket etmek zorundadır.”

“Laisizm, toplumun hiçbir hedef ve yönü olmadığı anlamına gelmiyor; dinin ve dinsel değerlerin kamu alanına girmemesi gerektiğini söylüyor.”

“Batı’da laiklik dine karşı olma anlamına gelmiyor. Toplum dinden yana olabilir, dinsel değerlere sâhip olabilir; aynı zamanda lâik de olabilir. Bu durumda laiklik, dine karşı olmasa bile bizim ülkelerimizde yanlış anlaşılıyor.” Hatemi’yi ve Chiac’ı saygıyla selamlıyorum!

Allah ile aldatanların ilk saldırı hedefleri ve din adına en çok sövüp saydıkları değer, laikliktir. Neden? Çünkü Müslüman dünya için uyanış, diriliş, demokrasi ve özgürlüğün ilk şartı laikliktir. Allah ile aldatanlarsa bunların hiçbirini istememektedir.

Allah ile aldatanların Atatürk karşıtlığının sebebi de Atatürk’ün asırlardır beklenen uyanışı getirmiş olmasıdır. İslâm, gerçek kaynağı Kur’andan bakıldığında, laiklikle en küçük bir çelişme ve çekişmeye vücut vermemekte, hâttâ laikliği teşvik eden bir yapıya sâhip bulunmaktadır.

Sözün burasında, laikliği yanlış okumanın zararlarına ilk dikkat çeken aydınlardan biri olan rahmetli Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın bir yazısından üç dört paragrafı, onun aziz hatırasına saygının bir ifadesi olarak buraya almak istiyorum. Cumhuriyet gazetesinde 1998’de yazdığı ‘Atatürk ve Din’ başlıklı yazısında şu satırlar da var: “Çok ilginç bir şekilde, sağın ve solun yobazları, ‘Atatürk ve din’ konusundaki yorumda buluşuyorlar: ‘Laiklik Hıristiyanlık ile bağdaşır, ama İslam ile bağdaşmaz...Atatürk dine karşı idi...Herkesin yapması gereken temel bir tercih’ var. Ya dinî seçeceksiniz ya da laikliği!”

“Sağ yobazlara göre, en büyük düşman laikler değil, ‘Ben Müslümanım ve aynı zamanda da laiklikten yanayım’ diyenler. Sol yobazlara göre de dinciler içtenlikli ve tutarlı. Ama hem dine saygılı hem de lâik olduklarını öne sürenler, ya içtenliksiz ya da tutarsız.”

ALLAH İLE ALDATMANIN EMPERYALİZMLE İŞBİRLİĞİ

AKP döneminde Türkiye’yi örtülü bir manda haline getiren onlarca icraat yapıldı; Türkiye’nin onlarca temel stratejik kurumu yabancılara satıldı. Bununla da yetinilmedi, Batılı güçlerin dayatmasıyla, bir Vakıflar Yasası çıkarılarak Türkiye’deki gayrimüslim azınlıkları birer dükalığa dönüştürmenin yolu açıldı. Allah ile aldatan ekiplerin bu kanun karşısındaki suskunluğu, gazeteci-yazar Sabahattin Önkibar’ın ‘Vakıflar Yasası’na Suskun Kalan İslamcı Mandacılar!’ başlıklı yazısında çok sarsıcı veibret verici cümlelerle irdelenmiş: “Köşkün onayına sunulan yeni Vakıflar Yasası egemenlik hakkının devridir. Sömürge yasasıdır. Lozan’ın delinmesidir. Yeni bir Sevr’e kapı aralamadır.”

“Bu kanun ABD istedi diye yapılmıştır. AB dayattı diye düzenlenmiştir. Yunanistan sevinsin diye dayatılmıştır. Bu yasa ile Hıristiyan vakıflar Türkiye’de bağımsız adacıklar kuracaktır. Bu yasa ile İstanbul Suriçi bölge, Ortodoksların Yeni Vatikan’ı olacaktır.”

“Olmaz, olamaz demeyin, çıkarılan yasa ile böyle bir imtiyaz altın tepside sunuluyor. Peki, AKP bunu bilmeden mi yapıyor! Elbette biliyor ama çaresiz. AKP teslim alınmış durumda! İktidarım sürsün diye Osmanlı’nın son dönemi misali dayatılan her şeyi kabul ediyor. Tarih âdeta tekerrür ediyor ve Osmanlı’nın batış günleri kare kare yeniden sahneye konuyor. Oyun ve senaryolar aynı.”

Hal bu iken ve AKP teslim alınmış iken kendine İslamcı diyen o sözde mukaddesatçılar ne mi yapıyor? Varsa yoksa iktidar olsunlar yeter. Onların mukaddesatı kendi çıkarları. Onların kutsalı devletin kurumlarını işgal ideolojileri.

Batı, başkaları için bir şeyi öne çıkarıyor, kendisi için başka bir şeyi. Söylediği ile yaptığı sürekli farklı. Batı neden sürekli ‘küresellik’ diyor, neoliberalizm diyor, serbest piyasa diyor, devletin küçülmesi diyor, merkezi otoritenin zayıflatılmasını istiyor? Neden tüm bunları çağdaşlığın, ilerlemenin, modernleşmenin alameti farikası sayıyor da kendisi hiçbirini uygulamıyor? Örneğin, “Ulus devlet dönemi bitti, ulus devlet bir geriliktir; ondan vazgeçin” diyor ama kendisi ulus devlet anlayışını dibine kadar uyguluyor.

Zulme hizmetçilik yapanların aydınlıktan, ışıktan söz etmeleri cüretle nasipsizliğin birleşiminden başka bir şey ifâde etmez, 2008 Mart ayında açılan AKP’yi kapatma davası ile ilgili tartışmalar sırasında Allah ile aldatanların bu cüret-nasipsizlik karmasını yaşadıklarına tanık olduk. ABD ve AB zulüm kodamanlarının bu konuda onlara verdikleri yoğun destek de ibretle kayda geçirilmesi gereken bir başka kanıttır.

SİYASAL İSLAM-EVANGELİZM BİRLİKTELİĞİ

Siyasal İslam-Hıristiyan-Evangelism birlikteliği de diyebiliriz. Ne ilginç kaderdir ki, yürüyüp giden Haçlı-Hilâl savaşında iki taraf da Haçlı çıkarı için çalışıyor. Peki, nasıl iştir bu? Şöyle bir iştir:

Günümüz dünyasında, siyasal İslam denen ‘İslam’ı kemirici illet’ ile Haçlı çıkarları akıl almaz bir beraberlik kurmuş durumdalar. Siyasal İslam, Haçlı hesapları için çalışır hale getirilmiştir veya gelmiştir. Gücü, parayı oyu, sloganı, halkı kandırmada kullanılacak tüm unsurları Müslümanlardan alan siyasal İslam, hizmeti Haçlılara veriyor. Hem de kaşınızın üstünde gözünüz var demeden; incinmesinler, gücenmesinler diye büyük özen göstererek. Son ABD seçimlerinin ortaya koyduğu sonucun şu olduğunda dünyanın ittifakı var:

Bush, İsa’nın misyonunu hedefine taşıyan ve İsa’dan işaret alarak hareket eden bir Evangelist kurmaydır. Bunun siyaset ve diplomasi diline çevirisi şöyle olur: Bush’un arkasındaki güç, Evangelist köktendinciliğidir. O halde, Bush’un kavgası, bu gücün kavga etmesi beklenen karşı güçtür. O karşı gücün adı İslam’dır. Evangelizmin en büyük düşmanı İslam’dır. “Irak yeni bir Vietnam mı?” diye soranlar var. Ne münasebet! Vietnam’da köktendincilik savaşı yoktu. Oysaki Irak’taki savaş, Haçlı köktendinciliğinin İslam’a karşı savaşıdır. Petrol, ikinci sırada bir beklenti. Fransız Devlet Başkanı Jaques Chirac, Müslüman Türkiye’yi de kastederek “Hepimiz Bizans’ın çocuklarıyız!” dedi. Ben şahsen Bizans’ın çocuğu değilim. Ama bu ülkede, kendini Bizans’ın çocuğu sayanlar ve bundan gurur duyanlar olduğunu biliyorum.

ALLAH İLE ALDATANLARIN MUSTAFA KEMAL’E NANKÖRLÜĞÜ

“Mısır’da on bir yıl kaldım. Fakat on bir saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. Sana halisane bir fikrimi söyleyeyim mi: İnsanlık da Türkiye’de, milliyetçilik de Türkiye’de, Müslümanlık da Türkiye’de, hürriyetçilik de Türkiye’de. Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemal’e versin!” -Mehmet Akif Ersoy- Mehmet Akif’in Atatürk konusunda geldiği son nokta budur. Ona yakışan bir idrakin getirdiği noktadır bu. Allah ile aldatanların, Akif’i, Atatürk’e karşı gibi gösterme gayretleri çok yoğun olmuştur. Bir yandan Akif aleyhine, Çanakkale’de çarpışan Türk askerlerini Peygamberimizin Bedir Harbi şehit ve gazilerine benzettiği için ‘İslamdışılık’ fetvası çıkaranlar, öte yandan onu Atatürk’e karşı kullanabilmenin yolunu aramış ve bu uğursuz çabalarına yine Akif’in dindarlığını alet etmişlerdir.

Akif, Kurtuluş Savaşı’nda gayretleriyle Atatürk’ün yanındaydı, İslam konusunda da düşünceleriyle onun yanındadır. Bu gerçek bugüne kadar layıkıyla ortaya konmamışsa bu, Allah ile aldatanların oyunlarından çok kendilerini ‘Atatürkçü’ olarak tanıtanların lakaytlıkları yüzünden olmuştur. Çünkü onlara göre de “Akif bir yobazdı.” “Komünizm geliyor” yaygarasıyla Türkiye’yi ürkütüp yarattığı Yeşil Kuşak İslamı ile bizi Demir Perde’ye karşı bedava şövalye olarak kullanan Haçlı Batı, şimdi aynı şeyi ‘Ilımlı İslam’ slogan ve projesiyle yapıyor. Tek fark, Türkiye’nin bu kez, gayrı Müslimlere karşı değil, doğrudan doğruya İslam alemine karşı kullanılmasıdır. Neden bu ülke sormuyor bu Ilımlı İslam denen uydurma dinin fesat kodamanlarına:

“Bizi İslam dünyasına model yapacaksanız bu modelin kaynağı olan mirasın yaratıcısına neden savaş açmış durumdasınız? Neden Atatürk’ten ve laiklikten vazgeçin diye avazınız çıktığı kadar bağırıyorsunuz?” İngiliz yazar Andrew Mango oyunun belini kıran şu sözleri söylüyor:

“İslam coğrafyasındaki ülkeler tabii ki lâik ve demokratik Türkiye’den ders alabilirler. Ama bugünkü Türkiye yerine 1930’ların Türkiyesine bakarlarsa ve o Türkiye’nin bu hale nasıl geldiğini incelerlerse. Bunu yaparlarsa kendilerini düzeltecek daha birçok şey öğrenebilirler.”

ALLAH İLE ALDATANLARIN KURTULUŞ SAVAŞI’NI KİRLETME OPERASYONU

Kurtuluş Savaşı, ABD açısından, Huntington tezini yalanladığı için, AB açısından da kendilerini tokatlayıp hayallerini yıktığı için, kirletilmesi gereken bir ‘düşman olay’dır. Bilindiği gibi, Huntington, daha doğrusu ABD, medeniyetleri çatıştırmak ve Doğu’nun Batı uygarlığından yararlanmasını engellemek peşindedir. Huntington’a göre, Batı’nın bugün temsil ettiği değerler sâdece Batı’nındır; dünyanın ortak malı değildir. Batı bu değerleri üretmede tek ve biricik olduğu gibi, bunlardan yararlanmada da tek hak sahibidir. Bu değerlerden yararlanan ötekiler, bunun faturasını ödemek zorundadırlar. Bu değerleri Batı’ya fatura ödemeden yararlanma alanına sokmak hiç kimsenin hakkı ve haddi değildir. İslâm dünyası, Haçlı Batı’ya tüm servet ve kaynaklarını verse de (ki büyük ölçüde vermiştir) bu olgu ve iddia değişmez. Atatürk bu savı, bu inadı, bu egoizmi kırmıştır. Şunu göstermiştir ki:

Evrensel bilim ve fikir değerlerinin esas sahipleri Doğululardı. Atatürk bu değerlere ‘maneviyat’ diyor ve ‘Doğu maneviyatı’ tabirini gündeme getiriyor. Atatürk’e göre, biz esasında Doğu maneviyatına bağlıyız. Atatürk’ün Pakistan’daki fikirdaşı, Müslüman düşünür Muhammed İkbal (Atatürk’le aynı yılda öldü), bu noktanın altını çizerken şu yolda konuşuyor:

Batı’nın bugün sâhip bulunduğu ve kendisini öne çıkaran değerleri biz ondan almaya kalktığımızda yaptığımız iş, o değerlerin esas sahipleri olan Müslüman ecdadımızın malını-mirasını geri almaktır. Bu yüzden biz, Batı’daki evrensel değerleri alırken aşağılık kompleksine düşmeye mecbur değiliz. O değerler, temelde bizim atalarımızın ürettiği ve Batı’ya kaptırdığı değerlerdir. Bu değerler Batı’dan geri alınmalı ve ardından da Batı’nın zulüm ve hegemonyasını yıkmak için kullanılmalıdır.

Atatürk bunun teorisini yapmakla kalmamış, uygulamasını da göstermiş ve tam başarıyla uygulamıştır. Bu gün bu işi, bir ölçüde Çin yapmaktadır. Atatürk’ün Çin’de yıllardan beri ders gibi okutulması boşuna değildir. Çin dehası, reçeteyi tam göbekten yakalamıştır. Yakalamış ve getirisini elde etmiştir. Çin, esas değerler sahibinin Doğu olduğunu ispatlama noktasına gelerek, Atlantik İmparatorluğu’nu bunalıma sokmuştur. Atatürk, işte bu oluşumların ilk ve unutulmaz öncüsüdür.

ALLAH İLE ALDATMANIN BÖLÜCÜLÜĞE DESTEK İÇİN KULLANILMASI

ABD, PKK başını Türkiye’ye teslim etmekle birkaç kuşu birden vurmuştur: 1. Marksist bir örgüt olan PKK’nın Marksist başını kopararak örgütü ABD’nin kapitalist-emperyalist vadisine çekmiştir, 2. Öcalan’ı Türkiye’ye teslim ederek Türkiye’nin ‘gönlünü almıştır’, 3 .Öcalan’ın idam

KURTULUŞ SAVAŞI’NIN ŞARTLARI İÇİNDEYİZ!

Türkiye bugün Kurtuluş Savaşı’nın şartları içindedir. Türkiye’nin yarınları ve tarihsel misyonu için kotarılacak bugünkü siyasetler, Kurtuluş Savaşı’nın bir devamı olmaları gerektiğini unutamazlar. Unuturlarsa ‘Türkiye için siyaset’ iddiaları bir yalandan ibaret kalır.

Bugünkü Türkiye’de bilhassa aydın ve sanayici denen zümre, Batı’ya sığınmak dışında bir çaremizin olmadığını, Batı’ya teslim olmaksızın bizim adam olamayacağımızı, kalkınamayacağımızı bağıra bağıra söylemiyorlar mı? Bu zevat, AB’ye IMF’ye en küçük bir eleştiri getirenleri çağdışı ilan etmiyorlar mı? Bugünün dinci iktidarı bile, yıllarca sövdüğü bu Batılı odaklara, bugün iktidar ve çıkar uğruna kurduğu işbirlikleri yüzünden bir tür kurtarıcı şefaat kaynağı gibi bakmıyor mu?

Bu soruların tümünün cevabı ‘Evet’tir. Bu demektir ki, bugünkü Türkiye, bundan 80 küsur yıl önce verdiğimiz İstiklal Harbi’nin şartları içindedir; hâttâ o şartlardan daha kötü şartlar içindedir.

Onurlu bir kurtuluş getirecek siyasetin ilk şartı millete yalan söylememek, olup bitenleri, ne durumda olduğumuzu halka mertçe bildirmek, kitleleri derin dip dalgalarının kabarmasıyla ayağa kaldırmak ve milleti sahte refah ve rahatlık vaatleriyle aldatıp oy almaya tenezzül etmemektir. Böyle bir tenezzül en büyük alçaklıktır. Bu tenezzülden uzak durarak siyaseten başarısız olmaksa, tarihin ve Tanrı’nın taçlandıracağı en büyük onur ve ödül olacaktır. Türkiye’de bugün belirgin biçimde dayatılan tek tez Allah ile aldatma veya Siyasal İslam tezidir. Atatürk mirası, bütün ihtişamına rağmen, bir tez olmaktan çıkarılmış bulunuyor. İç ve dış hıyanetler, Türkiye’ye oynanan bu oyunda ne yazık ki, başarılı olmuştur.

Kelimeleri özenle seçerek söylüyorum, Türk siyasetinin, sırasıyla; imansızlıkları, gafletleri, dalaletleri, nefsaniyetleri, ciddiyetsizlikleri, tutarsızlıkları, kirlilikleri işi bu noktaya getirdi. O halde, çözüm bu siyasetlerle olmaz.

Daha net söyleyelim: Aydınlık ve kurtuluşu yeniden tez haline getirebilmek için iki zihniyetin işe karıştırılmaması lazımdır:

1. İslam’ın gerçeğinden rahatsız olan zihniyet, 2. İslam’ın tümünden rahatsız olan zihniyet. Çare, Muhammed ile Mustafa’nın birlikteliğini, tıpkı Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, kurmaktır. 

KAYNAKÇA: ALLAH İLE ALDATMAK / Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk
17. Baskı
Yeni Boyut: 43
Birinci Baskı: Nisan 2008
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...