CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR
Birinci Görev etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Birinci Görev etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İŞGAL İSTANBUL’U VE MUSTAFA KEMAL

Türk ordusu, 6 Ekim 1923 günü törenle İstanbul’a girdi. İşgalciler, İstanbul’da elkoydukları silah ve donanımı, 1 Ekim 1923 günü Tümgeneral Selahattin Adil’e teslim etmiş; 2 Ekim’de, son birliklerini gemilere bindirdirerek ülkeyi terk etmişti. Birkaç yıl öncesinde düşlere bile giremeyen ve Anadolu’daki halk savaşıyla sağlanan bu başarı, Türk ulusu için kuşkusuz büyük bir olaydı. Ancak, bu olayın İstanbul için, kurtuluşun ötesinde tarihsel ve kültürel bir boyutu vardı. İstanbul, çürüyen bir düzenin başkentiydi ve yüzlerce yıl süren bozulmaların birikimini taşıyordu; yozlaşma ve yabancılaşmanın merkezi olmuştu. Askeri kurtuluştan sonra kültürel kurtuluşunu da sağlayarak, ulusal istencin merkezi olan Ankara’yla bütünleşecek miydi?

 İşgal İstanbul’u

Mustafa Kemal 13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldi. Çanakkale’de başlayan Suriye’de biten 4 yıllık kanlı bir savaşın içinden geliyordu.


Haydarpaşa’dan çıkıp karşıya geçmek için merdivenlerden denize doğru inerken aynı anda; 22 İngiliz, 12 Fransız, 17 İtalyan, 4 Yunan gemisi ve 6 denizaltıdan oluşan 61 parçalık işgal donanması Boğaz’a giriyordu. Kıyılar arası geçiş, yasaklanmıştı. Rasim Ferit (Talay) ve Yaveri Cevat Abbas (Gürer) ile birlikte, yabancı gemilerin Boğaz’a yerleşmesini üzüntü içinde izledi. Çanakkale’den çatışmayla geçemeyenler, sinir bozucu rastlantı ya da acı veren bir yazgı gibi, onunla aynı gün ve aynı saatte İstanbul’a geliyor ve bu büyük gücü Çanakkale’de durduran komutan üç yıl sonra, dirençsiz ve çatışmasız bir ele geçirmeyi izlemek zorunda kalıyordu. Üzüntüsünü, “Hata ettim, İstanbul’a gelmemeliydim, bir an önce Anadolu’ya dönmenin çaresine bakmalı” sözleriyle dile getirecektir.1
Kendisini karşılamaya gelen Dr.

İstanbul, bıraktığı gibi değildir. Bu büyük ve “büyüleyici” kent, işgal donanmasının Boğaz’a girmesiyle birlikte parçalara ayrılmış, “İstanbul artık bir değil birkaç İstanbul”2 olmuştu, Rumlar, Ermeniler ve Levantenler Avrupa yakasının sahil şeridini doldurmuş, coşkulu gösteriler yapmakta ve sokaklar sevinç bağrışlarıyla yankılanmaktadır.3 Beyoğlu ya da Şişli’de kökü devşirmelere dayanan işbirlikçiler, yeni duruma uyum göstermenin hesaplarını yapmaktadır. Müslüman Türk mahallelerinde ise, gerçek bir keder, hüzünlü bir kaygı vardır. Savaşın çilesini çeken erkeksiz kalmış yoksul evler, askersiz kışlalar ve boş pazarlarıyla Üsküdar, Beyazıt ya da Eyüp, sanki bir başka ülkenin kentiymiş gibi, “bir ölüm sessizliği” içindedir.

Küçük buharlı bir tekneyle, dev boyutlu düşman zırhlıları arasından karşıya geçerken, içinde bulunduğu olanaksızlıklara ve görünürdeki büyük güç eşitsizliğine hiç aldırış etmeden, inançlı bir kararlılıkla ünlü sözünü söyler: “Geldikleri gibi giderler”.4

Çürümüşlük ve İhanet

İşgal İstanbul’u; ihanetle direnişin, erdemle onursuzluğun, sefaletle sefahatın iç içe yaşandığı ve çürümüş bir düzenin tüm hastalıklarıyla birlikte çökmekte olan bir başkenttir. İşgalcilerle birlik olmak için her şeylerini vermeye hazır işbirlikçiler, türedi zenginler, modern hayat yaşıyorum zanneden düşkün kadınlar, ahlaksız ilişkiler ve kumar, İstanbul’un Avrupalı yüzüdür. Nişantaşı’nın işbilir dönmeleri, Galata Ermenileri, Kurtuluş’un saldırgan Rumları ve Yahudi oligarşisi5, işgalcilerle bütünleşerek İstanbul’a adeta el koymuştur.

Fener Rum Patrikhanesi’nin papazları, Yunanistan’a bağlı, kararlı Rum milliyetçileri olarak çalışmaktadır. Devrim’den kaçan parasız Rus soyluları, Çarlık ordusunun generalleri, dükler ve düşesler; bu düşkün yaşamın davetsiz konuklarıdır. İngilizler ve kendilerine polis adını veren Hıristiyanlar, kent içinde ve yazlıklarda, Türk aileleri evlerinden kovmakta, dilediğini buralara yerleştirmektedir.6 İngiliz Ordusu’nda istihbarat subaylığı yapan H.C.Armstrong, İşgal İstanbulu’nu öyle tanımlıyordu; “İstanbul kenti bir yara. Burada soylu düşünceler ve ülküler yok. Burası, kirli sokaklarda yaşayan bayağı insanların kenti. Burası entrikanın, hile ve rezaletin korkaklık karargahı. Hain erkekler ve namussuz kadınlar kenti” dir.7

Satılmışlar

İşgalciler, her kesimden birçok insanı satın almıştır. Damat Ferit ve kimi hükümet üyeleri, “satın alınan kimselerin oluşturduğu uzun listenin başında” bulunmaktadır. “Bilgisiz Padişah, İngilizler’in sadık adamı olmayı kabullenmiştir”.8 İngiliz Severler Derneği’nin kurucularından İmam-Hatip Sait Molla, İngiliz Yüksek Komiserliği’nden emir almaktadır.9 Yunanistan yanlısı yaymaca yapan gazeteciler, millicilere saldırırken aynı yerden yönlendirilmektedir.10

Damat Ferit aracılığıyla, İstanbul gazetelerinin dörtte üçü, İngilizlerden para almaktadır.11 Bunlar, Mondros Mütareke’sini, Türkiye’nin kurtuluş antlaşması olarak ve bir bayram havasıyla sunuyor ve halkın ulusal direnç gücünü kırmaya çalışıyordu. Ünlü mütareke basını tanımı, Türk diline bu tutumu anlatmak için girmişti. İşbirlikçilerin dilinde, Türkler’de milli duygu yaratma çabaları, adam öldürmeyle bir tutulan bir suç durumuna gelmişti. Maarif Nazırlığı, okul kitaplarından Türk sözcüğünü çıkarmış, millici öğretim üyeleri üniversiteden atılmıştı.12

Müslüman Türk İstanbul

1918’de, bir başka İstanbul daha vardı. Bu, acı ve yoksulluk içindeki Müslüman Türk İstanbul’u. Beşiktaş’tan Eyüb’e, Üsküdar’dan Beykoz’a uzanan bu İstanbul, sessizliğe bürünmüş, kan ağlamaktadır. 1911’den beri aralıksız süren savaşlar onu yiyip bitirmiştir... Başkentliğini yaptığı ülkenin yalnızca Dünya Savaşı’nda; 654 bin genç insanı şehit olmuş, 891 bini sakat, 2 milyon 167 bini yaralı olmak üzere 3 milyon 58 bini iş göremez duruma gelmiştir.13 Ülkede sanki “yalnızca kadınlar, yaşlılar ve 16 yaşından küçük çocuklar kalmıştı”.14

Bu büyük yıkımdan, İstanbul’un Türk mahalleleri de payına düşeni almıştı. Erkeksiz kalan evler, açlık ve yoksulluk içindeydi. Evlere düzenli gelir girmiyordu. Dışarda çalışmaya alışık olmayan kadınlar, aileyi ayakta tutmak için, çarşaflarını giyip, kendilerine yapabilecekleri bir iş arıyordu. Beşyüz yıllık Müslüman Türk kimliğinin dayandığı gelenekler, yerine bir şey konmadan hızlı bir çözülme sürecine girmişti. “Analar çökmüş, sandıklar kilerler boşalmıştı. Kızlar, kardeşler ağır yaşam koşulları altında bunalarak tanınmayacak duruma gelmişti”.15‘Şişli’, düzenli ve giderek artan biçimde, “genç kızları yutuyor, evler, konaklar, kuyumcu takıları, para eden herşey tefecilere rehin bırakılıyordu”.16

Milliciler Asılıyor

Atina Bankası, Fener Rum Patrikhanesi aracılığıyla, Türk mülkü satın alacaklara, faizsiz borç para vermektedir. Türkçülük ve Türkçüler politikaya hiç karışmasalar bile, işgalciler için, baskı altında tutulması gereken gizil (potansiyel) suçlulardır. Tutuklanmış olan Ziya Gökalp’in asılacağından söz edilmektedir.

Boğazlayan (Yozgat) Kaymakamı Kemal Bey, işgalcileri memnun etmek için, “Ermeni tehciri sırasında hatalı olduğu” gerekçesiyle 8 Nisan 1919’da göstermelik bir yargılanmayla idam cezasına çarptırıldı. Ceza, iki gün sonra 10 Nisan’da uygulandı. Talat Paşa’nın “vatanı için onun kadar yararlı (nafî) bir kimse daha yoktur” dediği Kemal Bey, idam edilirken Türk milletine şöyle seslendi: “Yurttaşlarım, yemin ederim ki hiçbir suçum yoktur. Son sözüm bugün de budur, ahirette de budur. İşgalci devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun adalet. Çocuklarımı, soylu Türk milletine emanet ediyorum. Borcum var servetim yok. Üç çocuğumu millet yolunda yetim bırakıyorum. Yaşasın millet...”17


Reşit Bey

‘Mahkeme’, aynı suçtan, Jandarma Komutanı Binbaşı Tevfik Bey’i 15 yıla mahkum etti. Eski Sivas Valisi Dr.Reşit Bey, hakkında tutuklama kararı çıkardı. Reşit Bey, sıkıştırıldığı “Beşiktaş Bayırı’nda” yakalanmamak için intihar etti. Cebinden çıkan ailesine yazdığı mektup, hem duygulu bir veda, hem de o günün İstanbulunu anlatan bir belgedir. Mektupta şunlar yazılıdır: “Muhafız Komutanı ve Polis Müdürü, bütün şiddet ve kuvvetleriyle beni arıyorlar. Ermeni tazıları da bunlara katılmış. Gayretsiz ve hissiz dostlarım, utanmadan teslim olmamı tavsiye ediyorlar... Sonucu karanlık görüyorum. Yakalanıp hükümetin oyuncağı, düşmanlarımın eğlencesi olmamak için, son anda intihar etme fikrindeyim. Silahımı yanımdan ayırmıyorum ve mermiyi namluda tutuyorum. Yaşamın bence artık değeri kalmadı. Milletime son vazifemi yapıp, hayatımın kalanını sizinle birlikte geçirmek isterdim. Ancak, ne çare ki her istenilen olmuyor. Sizi milletim için ihmal ettim. İstikbalinizi düşünemedim. Herkes beni, Ermeni malıyla zenginleşmiş biliyor ve öyle suçluyor. Oysa, sizi geçimden aciz bırakıyorum. Bu da, kaderin acı bir cilvesi...”18

“Türk Olmayan” İstanbul

İşgal sırasında İstanbul’da; hepsi Türk olmayan 560 bin Müslüman, 385 bin Rum, 118 bin Ermeni, 45 bin Yahudi ve 92 bin Levanten olmak üzere, 1 milyon 200 bin kişi yaşıyordu.19 16.Yüzyıldan beri dünyanın en varsıl merkezlerinden biri olan bu büyük kente, 400 yıl içinde; İspanyol engizisyonundan kaçan Yahudiler, Kafkaslar’da çobanlık yapan Ermeniler, Yunanistanlı işsiz Rumlar, Araplar, Arnavutlar ve Tatarlar gelmiştir.

“Genişleyen İmparatorluğun sunduğu nimetlerden”20 yararlanan tüm gayri-müslim ve Türk olmayan Müslümanlar olağanüstü varsıllaşmıştır. İstanbul’un son üç yüz yılındaki net ayrım, Türkler’le diğerleri arasında uçuruma dönüşen gelir ayrımlılığıydı. Bu ayrımlılığa şimdi, üstelik sert biçimde; Müslüman-Hıristiyan, Türk-Rum, Türk-Ermeni siyasi çatışması ve işgalden sonra Müslümanlar arası ayrım eklenmiş ve Türkler; vatansever, vatan hainleri olarak bölünmüştü.21

Devşirme Kalıntısı İşbirlikçiler

1919 İstanbul’u askersiz işgalle bugün adeta yeniden yaşanıyor. O günlerde; doğrudan ya da dolaylı işgali savunan gazeteciler, din adamı görünümlü çıkarcılar, dünyayı ve yaşamı tanımayan bilgisiz ve şaşkın saray soyluları, kurtuluşu yabancı yönetiminde gören mandacılar, para için herşeyi yapan devşirme kalıntıları, vatan hainleri cephesinin unsurlarıydılar. ‘güçleri’ az değildi. Günümüzdeki torunlarına örnek oluşturmuşlardı.
 Bunlar, Boğaz’ın iki yakasındaki yalılarında, saray ya da yazlıklarında, sürdürmeye alışık oldukları gösterişli yaşamı yitirmemek ve işgali fırsat bilip daha çok geliştirmek için, herşeyi yapmaya hazırdılar. İşbirlikçiliğin tabanını oluşturan halktan kopuk bu insanların, sayıları az, ancak paraya ve işgalcilere dayanan ‘güçleri’ az değildi. Günümüzdeki torunlarına örnek oluşturmuşlardı.


Atatürk ve “İstanbul”

Atatürk İstanbul’un tarihten gelen karmaşık yapısını bilir. Kurduğu yeni devletin başkentini tüm olanaksızlıklara karşın, Anadolu’nun ortasına Ankara’ya aldı. Bu bir kaçış değil, kendi deyimiyle “İstanbul’u bir ibret dersi manzarası olarak karşısına alıp, uzakta ona hakim bir noktada durmaktı.”
1927 yılına dek İstanbul’a gelmedi. Bu kent, Cumhuriyet’in ilanı başta olmak üzere Ankara’nın tüm yenilik atılımlarına karşı çıkışın merkeziydi. 26 Temmuz 1924’te, “Bizans” olarak tanımladığı İstanbul’da geçerli olan ilişkiler ağından “pislik” diye söz eder ve Yakup Kadri’ye (Karaosmanoğlu) şunları yazar:

“İstanbul, karışık yapısını adeta kaçınılmaz bir yargı gibi her zaman korumuştur. Değişen; yalnızca devirler, zaman ve biçimdir. Onun için yeni zamanlarda İstanbul’un gerçek yüzü, içinde yaşayanlara ümitsizlik veren bir karmaşa olmuştur. Ümitsizlik onun içindedir ve bu doğaldır... Bir takım hizipler, karanlıklar içindeki bir çevrede, sinsi çıkarlar peşinde dolaşır. Satılmışların elindeki basın, durmadan kötülükler saçmaktadır. Bizans’ın gereği budur, ‘Bizans’ budur... Henüz yaşına basmayan Cumhuriyeti; kaç yüz, siz söyleyin kaç bin yıllık yönetim pisliğinin merkezi olan ve yüzeyde kalmayıp kaç bin yıllık derinliğe sinen pisliklerle iç içe yaşayan, bu yaşamı doğal hale getiren Bizans’la yönetmek (mümkün müdür? y.n.)... Aziz Kardeş! Cumhuriyet Bizans’ı adam edecektir. Cumhuriyet; pisliği, yalancılığı ve ahlaksızlığı huy edinmiş olması nedeniyle doğallığını, gerçek rengini ve paha biçilmez değerini yitiren Bizans’ı kesinlikle adam edecektir; doğallığına ve temiz haline döndürecektir. Bunu yapmak için uygulanacak yöntem, pisliklerle dolmuş toprakları derinden kazıyarak havaya uçurmak ve temizlemesi için Karadeniz’in bütün sularını dalgalarıyla birlikte Boğaziçi’ne akıtıp taşırmaktır”.24

Günümüz “İstanbul”u ve Devşirmeler

Kapıkulu-Devşirme anlayışı, Atatürk döneminde, duruma ayak uyduran bir biçime girmekte geç kalmadı. Hırsını ve tepkisini içinde saklayarak hemen Atatürkçü ve Cumhuriyetçi oldu! İşgal döneminde, Ankara’nın başarısız olması için elinden geleni yapmış, geleneksel davranışını göstererek yabancılarla bütünleşmişti. Bunlar, Atatürk ölene dek, karşıtlıklarını sessizce yürüttüler ve bir şey yapamadılar. Bir bölümü yurt dışına kaçmış ya da çıkarılmıştı. Yüzyıllardan beri, Anadolu’ya karşı ilk kez bu denli açık bir yenilgiye uğruyorlardı.

Atatürk’ten, özellikle de 1945’ten sonra, yabancı etkisinin Türkiye’de artmasıyla birlikte yeniden ortaya çıktılar. Dini siyasetin aracı yaptılar, saltanat ve hilafet kalıntıları olarak gizli-açık örgütlendiler. Dün, karaborsa ticaretiyle önemli servetler edinerek, savaş zengini oldular, bugün aynı işi devlet olanaklarıyla yapıyorlar. Uluslararası sermayeyle bütünleştiler ve Anadolu’nun etkisini yani Cumhuriyet düzenini ortadan kaldırdılar. Yeniden ülkenin egemenleri oldular. Bugün, ulusal varlık üzerindeki en büyük tehlike durumundadırlar. Türk ordusu 6 Ekim 1922’de İstanbul’u kurtardı ancak İstanbul bugün eski anlayışına geri döndü.

DİPNOTLAR

1       “Atatürk Hayatı ve Eseri” Y.Hikmet Bayur, Atatürk Araş. Mer., Tıp. Bas., Ank.-1997, sf.189
2       “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.351
3       a.g.e. sf.341
4       “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” U. Kocatürk, T.İş Ban.Yay, sf.74
5       “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf. 352
6       “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Sena Matbaası, İstanbul-1980, sf.135
7       a.g.e. f.132
8       “Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği” B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul-1999, sf.49
9       a.g.e. sf.49
10     a.g.e. sf.49
11     a.g.e. sf.49
12     “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Sena Mat., İst.-1980, sf.137
13     “Atatürk ve İstanbul’daki Çalışmaları” S. Borak, Kaynak Yay., 2. Bas., İst.-1998, sf.138
14     “La Guerre Turque Dans la Guerre Mondial” M.Larcher, sf. 270; ak. A. M.Şamsutdinov, “Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi 1918-1923” Doğan Kitap, İstanbul-1999, sf.18
15     “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi K., 9.Bas., 1983, sf.351-352
16     a.g.e. sf.352
17     Hürriyet, 11.04.2005
18     “Ben de Yazdım” Celal Bayar, 5.Cilt, Sabah Kitapları, İst.-1997, sf.71
19     “İşgal Altında İstanbul” Bilge Criss, İletişim Yay., 3.Bas., 2000, sf.39
20     a.g.e. sf.39
21     “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Sena Mat., İstanbul-1980, sf.137
22     “Atatürk” Lord Kinros, Altın Kitaplar Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.169
23     “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.366
24     “Zaman İçinde Bir Yolculuk” Attila İlhan, TRT/2 7.Kasım 2003 ve “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, Remzi Kitapevi, 8.Baskı, İstanbul-1983, 3.Cilt, sf.293

Kaynak: http://bit.ly/2kV7Kak











Atatürk emperyalizm hakkında ne düşünüyordu


Uluslararası anlayış ve barış yolunda çaba harcamış üstün bir kişi, olağanüstü bir devrimci, sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan ilk lider, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında hiçbir renk, din ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz bir devlet adamı.”

Bu satırlar, üyesi olan 156 ülkenin oybirliği ile aldığı kararla 1981 yılını ‘Atatürk yılı’ ilan eden UNESCO’ya ait.

Söz konusu emperyalizm olunca, 156 ülkenin ortak görüşüne göre, dünyada sömürü düzenine ‘dur’ diyebilen ilk lider olan Atatürk’ün, yenilgiye uğrattığı bu haksız düzen hakkındaki görüşleri büyük önem taşıyor doğal olarak.

Sadece yurdumuzun, yurttaşlarımızın değil tüm insanlığın baş belası olan doymak ve durmak bilmez emperyalizmi zaten O’ndan daha iyi tanımlayabilecek biri de olamaz sanırım.

Ata’nın bu konu hakkındaki konuşmalarından onlarca örnek verilebilir. Ben ise bir kaçına değinmek istiyorum.

Üçü – beşi geçmeyen oyunlar ile dünyayı esir almaya çalışan sömürücü devletlerin, ülkemizin de yer aldığı coğrafyada yüzyıla yakın bir süredir oynadığı oyunu, dönemin faşist ve de yayılmacı politika izleyen İtalyan lider Mussolini üzerinden Atatürk şu şekilde özetlemektedir:

“İnkılabımızın tam dönüm anında topraklarımıza göz dikerek saldırmak isteyen düşmanın, dini ele alarak birçok fitne ve fesatla halkı kandırmaya kalkıp, türlü entrikalar çevirmekten çekinmeyeceği de muhakkaktır. Biliyor musunuz ki Mussolini peşindekilerle buraya gelirse nasıl gelecektir? Önünde dervişler, hacılar, hocalarla gelecektir. Din adamlarını elinde silah olarak kullanacaktır.” (1)

Emperyalizmin ilk hedefinin neresi olduğunu da, Kurtuluş Savaşı sırasında 10 Ağustos 1920’de Afyon’da subaylara yaptığı konuşmadaki şu sözleri ile açıklamaktadır:

“İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii olarak evvela onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Mütareke şartlarının tatbikatı ile silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret etiler. Ordumuzu tamamen lağvederek, milleti, bağımsızlığını muhafaza için muhtaç olduğu dayanak noktasından mahrum etmeye teşebbüs ettiler. Bir taraftan da müdafaasız, ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin de izzetinefsine, her türlü haklarına ve mukaddesatına taarruzla milleti alçaklığa, boyun eğmeye alıştırmak planını takip ettiler ve ediyorlar.

Her halde ordu, düşmanlarımızın birinci hedefi oldu. Orduyu imha etmek için mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta, engeller ve müşkülat kalmaz. (2)

Ulu Önder ayrıca, vatan savunmasında iki cephenin varlığından bahseder:

Dahili cephe, görünürdeki cepheAsıl olan dahili cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin vücuda getirdiği cephedir. Görünürdeki cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, mağlup olabilir. Fakat bu hal, hiçbir vakit bir memleketi, bir milleti mahvedemez. Mühim olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren dahili cephenin düşmesidir. Bu hakikate bizden ziyade vakıf olan düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için asırlarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar muvaffak da olmuşlardır. Hakikaten ‘kaleyi içinden almak’ dışından zorlamaktan çok kolaydır. (3)

Kısacası, Atatürk için tek düşmanın kim olduğu bellidir:

“En büyük düşman, düşmanların düşmanı, ne falan ne de filan milletler. Bilakis bu, adeta her tarafı kaplamış ve saltanat halinde bütün dünyaya hakim olan kapitalizm afeti ve onun çocuğu olan emperyalizmdir.” (4)

Peki dünyadaki bu sömürü düzeni hep böyle mi gidecektir?

Atatürk, emperyalizmin geleceği hakkındaki görüş ve dileğini de şu sözler ile belirtmiştir:

“Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı geçecektir.” (5)

“Mazlum milletler, zalimleri bir gün mahv ve yok edecektir. O zaman dünya yüzünden zalim ve mazlum kelimeleri kalkacak, insanlık kendisine yakışan bir toplumsal hale mazhar olacaktır.” (6)

“Ekonomik bağımsızlık olmadan tam bağımsızlık olmaz.” sözünü ne yazık ki ancak yaşayarak kavrayabildiğimiz, öngörüleri ile tarihin akışını değiştiren bu yüce insanın bu konuda da haklı çıkması, kuşkusuz bütün insanlığın ortak dileğidir.

Gökhan Cebeci

Odatv.com


Kaynakca:

1)   Atatürk’ün Bütün Eserleri, cilt 18, Kaynak Yayınları, sayfa 182

2)   Atatürk’ün Bütün Eserleri, cilt 9, Kaynak Yayınlan, sayfa 112

3)   Atatürk’ün Bütün Eserleri, cilt 20, Kaynak Yayınları sayfa 168

4)   M. Kemal Atatürk, Hakimiyet-i Milliye, 20 temmuz 1920

5)   Atatürk’ün Bütün Eserleri, cilt 26, Kaynak Yayınları, sayfa 144

6)   Atatürk’ün Bütün Eserleri, cilt 12, Kaynak Yayınları sayfa 201

http://bit.ly/2hcMwxp

ATATÜRKÇÜLERE, TÜRKÇÜLERE, ÜLKÜCÜLERE VD TÜM VATANSEVERLERE KARŞI İFTİRA VE KOMPLOLAR DEVAM EDİYOR

ATATÜRKÇÜLERE, TÜRKÇÜLERE, ÜLKÜCÜLERE VD TÜM VATANSEVERLERE KARŞI İFTİRA VE KOMPLOLAR DEVAM EDİYOR:

CIA, MI6, BND GİBİ ÖRGÜTLERİN HİMAYESİ ALTINDA ÇOK ÖZEL BÜROLARDA HAZIRLANAN PLANLAR.

BUNLARIN YERLİ UŞAKLARI TARAFINDAN YÜRÜTÜLÜYOR..

BUNLARI İYİ TANIYALIM HAİNLERİN MASKELERİNİ İNDİRELİM MİLLETİMİZE KİM OLDUKLARINI TEŞHİR EDELİM. İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ DURUMDA BU MİLLİ BİR GÖREVDİR.

TÜRKLÜĞÜNÜN ŞUURUNDA TÜM VATANSEVERLERİN VATAN İÇİN EL ELE VERMESİ GEREKMEKTEDİR.

Sevgili Okurlar,

Biz de buradaki bir çok arkadaşımız gibi aile büyüklerimizin dizlerinin dibinde marşlar ve kahramanlık türküleri dinleyerek büyüdük.

Biz nasıl “Türk”,”Atatürk”,“Cumhuriyet”,”Vatan” diyerek büyüdüysek birileri de dedelerinden “Türk düşmanlığı”, “Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığı” dolayısıyla “Vatan hainliği” öğrenerek büyüdüler.
Biz nasıl “Türk” ,“Atatürk” ve “Cumhuriyet” diyerek vatanımıza olan sorumluluğumuzu yerine getiriyorsak onlarda “Türk düşmanlığı” “Atatürk düşmanlığı”,”Cumhuriyet düşmanlığı” yaparak “vatan hainliklerini” icra ediyorlar.

Tabii ki "Biz vatan hainiyiz" diyemiyorlar...

Bin dereden su getirerek ihanetin bir yolunu sözde bilim adına, sözde insanlık adına anlatıyorlar.
Sözde bilim adına, sözde insanlık adına CIA, MI6, BND gibi örgütlerin himayesi altında çok özel bürolarda hazırlanan ihanetler, öne bir şahıs konularak sunuluyor, o şahsın adına kitaplar yayınlanıyor. Satılmış medya kuruluşları tarafından çeşitli vesilelerle ön plana çıkarılan bu kitapları yüz binlerce saf temiz Türk genci bilim adına okuyor. Bu konularla ilgili konuşurken bilim adına bir şeyler söylediğini sanıyor...

Halbuki mesele gayet basit.

İstiklal harbinde Atatürk’ün önderliğinde Türk Milletinden ağır bir tokat yiyen dış düşmanların çocukları ve torunları, bunlarla içeride iş birliği yapanların torunları ile birlik halinde Vatan sevdalılarından intikam alıyor.

Sevgili Okurlar,

Bu satılmış Türk düşmanı çukurlar, Şeyh Sait denilen Vatan hainini övmek için Twetterde Tag açıyorlar.

Dün Fetullah denen sahtekar Ermeni için günde 20 saat ağladığını söyleyenler bu gün Atatürkçüleri Milliyetçileri Ülkücüleri Türkçüleri FETÖ'cülükle suçlayarak kamuoyu oluşturmaya çalışıyorlar.
Bunları iyi tanıyın Bunları ve yaptıklarını milletimize teşhir edin.

Türk asaletinden susuyor. "Boş ver hocam bunlar için değmez" diyor. Halbuki bir yandan İstanbul'da, Kayseri de kalleşçe canlarımızı katlediyorlar,öbür tarafta da bu alçaklar vasıtasıyla Türk Milletine ve tüm vatanseverlere karşı psikolojik harp yürütüyorlar.

Değerli Arkadaşlarım,

Facebook ve Twetter büyük imkan susmayalım vatan için el ele vererek sesimizin daha gür çıkmasını sağlayalım ne kadar ihanet varsa ne kadar hain varsa maskelerini indirelim.
Unutmayalım ki Türk Milletinin genetiğinde 10.000 yıllık kahramanlık ve vatan aşkı bulunmaktadır. Siyaset, mevki, makam devletin içerisinde görev yapan tüm vatan evlatlarının ruhuna ve vicdanına egemen olamaz.

Muhakkak bir yerlerde yüreği vatan aşkıyla yanan bazı yiğitler sizin söylediklerinizi dikkate alacak bu hainler için gerekli yasal takibatı başlatacaklardır.

Görüşmek üzere,
Sevgiler saygılar

19 Aralık 2016
 Saat 16.05
TANER ÜNAL



ATATÜRKÇÜLER NE YAPMALI

Prof. Dr. CİHAN DURA
12 EKİM 2016 ÇARŞAMBA

“Atatürkçüler Ne Yapmalı” Bildirimizden:

“6- KİTAP veya MAKALE TANITIMI yapın. Attila İlhan, Sinan Akşin, Turgut Özakman, Metin Aydoğan, Banu Avar, Mustafa Yıldırım, Sinan Meydan, Zahide Engin Uçar gibi Atatürkçü yazarlarımızın bir kitabını veya makalesini tanıtın. … Çalışmanızı yayınlayın, geniş kitlelere ulaştırın.

İşte, ben bu görev gereği yaptığım çalışmayı, aynı zamanda bir örnek olsun diye sizlere sunuyorum, başka yapıtları da tanıtmaya devam edeceğim.

 Ancak bu ve benzeri faaliyetlerin, Türkiye’yi kımıldatması için binleri, onbinleri bulması gerekiyor. Tanıtılması gereken o kadar çok yapıt, ulaşmamız gereken o kadar çok insanımız var ki... Onun için, söz konusu faaliyetlere sizlerin de, yüzleri, binleri bularak katılmanız gerekiyor. Benim asıl hedefim bu çokluğu yaratmak, bu kurtarıcı birliğin gerçekleşmesini sağlamak!...

*

Mustafa Yıldırım, Zifiri Karanlıkta, 2 Cilt, Ulus Dağı Yayınları, Ank., 2016

Konularında Türkiye'de ve Dünyada birer ilk olan Ortağın Çocukları ve Sivil Örümceğin Ağında kitaplarından sonra, 100 yıllık "din" maskeli saldırının belgesi Zifiri Karanlıkta kitabı da konusunda bir ilktir!

*

“Din kurtarıcısı” maskesiyle öne geçenlerin pek çoğu, siyaset ve ticaret ağında, azınlık milliyetçiliği oyununda birer aktördür. Devletlerini yıkarken bağımsızlığa, gelişmeye, özgürlüğe, kadınlığa düşmanlaşır, yabancıların maşası olup çıkarlar. Yurttaşlarına, dindaşlarına, insanlığa büyük zararlar veren aygıta dönüşürler.

*
Gerçeklerden kaçarak karanlıktan kurtulamazsınız!

Mustafa Yıldırım, on binlerce sayfalık dava dosyalarını, yine on binlerce sayfalık yayınları, raporları Türkiye ve İran'ın karşılıklı tarihini ele alarak yenileşmeye, kadın haklarına, halk egemenliğine düzenlenen güdümlü isyanları, "din" maskeli diktatörlüğün kuruluşunu Humeyni'nin Kum'dan-Necef'ten Türkiye'ye gönderilen imamların, suikast komutanlarının, yerli ameliyatçılarının izlerini sürdü.

1908 yılından günümüze "Din kurtarıcısı" maskesiyle siyasal-ticari egemenliklerini sürdürmek için, devletlerin her ileri adımına karşı ayaklanan Kürt-Arap şeyhleri, Suudi kralları bağlıları, Necef'teki Humeyni'nin 1976'da başlayan Türkiye örgütlenmesi... Ordunun darbe gerekçeleriyle tasfiye edilişi...
Terör eğitiminden geçirilen, silah-istihbarat desteği verilen, doğrudan yönetilen ekiplerin İmam'ın fetvalarına uygun suikastları, saldırıları, casusluk etkinlikleri...

"Demokrasi" ve "din özgürlüğü" maskesiyle devletlerin ele geçirilişi; liberallerin, solcuların Humeynicilerle toplantıları; Kum'da, Tahran'da temsilci bulunduran Kürt Hizbullahilerin cinayetleri, gerilla savaşı hazırlığı... Türkiye'de ve dünyada eş-zamanlı terör eylemleri, cinayetler...
"İslamcı" maskeli darbenin önünü açan aydınların bazıları, yine o darbecilerin ameliyatçılarınca öldürüldüler. Onların ölümü, aydınların, yazarların, hükümet edenlerin, gazetecilerin, akademisyenlerin ve halkın duyarsızlığının bedeliydi. Batıdan-Doğudan beslenen Hizbullahilerin, etnik milliyetçilerin saldırılarıyla yurdu kaplayan zifiri karanlıkta Türk egemenliğinin bitirilişinin dönemsel bir bunalım olmadığı, 100 yıllık siyasi ikiyüzlülüğün ve halkın vurdumduymazlığının eseri olduğu...

 *
 Sessizce değil; göstere göstere, bağıra çağıra, öldüre öldüre…
Kürt-Arap şeyhlerinin müritleri Cumhuriyet’e direndi.
Necef’ten ve Kum’dan üç örgütçü imam Türkiye’ye gönderildi.
Sonunda, Türkiye’nin aymazlığından yararlanan Cellad’ın kanlı gecesi başladı.

■ Kitabın tanıtım yazılarından.

.

BİLGİ OLMADAN CUMHURİYET’İ SAVUNAMAZSINIZ


Atatürk Millî Mücadele yıllarında, Cumhuriyet döneminde, Devletimizi iki temel taşı üzerinde kurulduğunu sık sık vurgulamıştır: Millî Egemenlik ve Tam Bağımsızlık. Kısaca anlatmak gerekirse, Millî Egemenlik ülkenin varlık ve yazgısını yalnızca milletin belirlemesi, Tam Bağımsızlık ise bu kararların iç ve dış herhangi bir yabancı müdahale olmaksızın alınmasıdır. 

Devletimizin temel taşları bunlardır; Milliyetçilik, Halkçılık, Cumhuriyetçilik, Devletçilik Laiklik, Devrimcilik, Bilimcilik, Sosyal Ahlak gibi diğer bütün esaslar iki temel ilkeyi tamamlayıcı ve destekleyici niteliktedir.
O zaman, iki temel ilke Cumhuriyetimize sahip çıktığını söyleyen her yurtseverin her zaman zihninde hazır bulunmalıdır. Her yurtsever her an, şu kaygıyı taşımalıdır ruhunda: Benim devletimin üzerinde yükseldiği iki temel taşa bir zarar verilmiş midir?


Ne yazık ki, 75 yıldır yapılanlara bakarsak görürüz ki, bütün uygulamalar bu temelleri güçlendireceği yerde, yerinden oynatmış, yıpratmış, harap etmiştir.
**
Peki, neden? Çünkü aydınlar ve yöneticiler dahil, toplumda yaygınlaşan cehalet ve ahlak düşüklüğü, Cumhuriyetimizin temellerini sahipsiz bırakmıştır. Neticede iç ve dış millet düşmanları meydanı boş bulmuş, sahte Atatürkçülerin de bilinçli bilinçsiz desteğiyle ortada neredeyse temel diye bir şey bırakmamıştır.


Bu acı gerçeği gördüğüm içindir ki, ben kendi çapımda, Atatürk ilkelerini tanıtmaya yönelik bir sanal okul açtım: Birinci Görev Okulu…


Bu okulda kısa metinler halinde Millî Egemenlik ve Tam Bağımsızlık dersleri vermeye başladım. Yavaş yavaş bunlara Atatürkçülüğün diğer ilkelerini anlatan dersleri de ekliyorum.
**
Bilgi olmadan, fikir olmaz, arkadaşlar; fikir olmadan da iş olmaz.


Üstelik o bilginin düzenli ve ortak olması gerekir ki, tutarlı olsun, işe yarasın. Hem kendiniz, hem başkaları ikna olsun. Ortak fikirler, yürekleri, yürekler de elleri harekete geçirsin.


Bilgili ve çok iyi yetişmiş olduğunuza, her şeyi zaten bildiğinize inanmış olabilirsiniz. Ancak siz yine de,
Bugün farklı bir şey yapın:


Birinci Görev Okulu’na uğrayın. İlkinden başlayarak dersleri notlardan takip edin. Ailenizle veya birkaç arkadaşınızla beraber okuyup öğrenin.
**
Cumhuriyetimizin üzerinde yükseldiği temelleri tam ve sistemli bir şekilde öğrenmedikçe:
-Asıl düşmanı fark edemezsiniz.
-Düşmanın asıl tahribatını göremezsiniz.
-Düşmana nasıl karşı koyacağınızı bilemezsiniz.
-Devletimizi ve vatanımızı koruyamazsınız.
-Çocuklarınıza, mutlu olacakları bir yurt bırakamazsınız.


**
Birinci Görev Okulu:
https://www.facebook.com/pages/Birinci-G%C3%96REV-OKULU/1588996111367381?ref=hl
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...