CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR
Türk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ABD'nin Vergi Ödediği Tek Ülke... Amerika'yı Haraca Bağlayan Tek Devlet.. Osmanlı Devleti



ABD'yi Dize Getiren İlk Büyük Kuvvet




























Osmanlı'nın 1795 yılında ABD'nin kendi teknelerine dokunmaması karşılığında Osmanlıya haraç ödediğini biliyor muydunuz? Trablus anlaşması'nın önemi: ABD tarihinde kendi dilinde olmayan tek uluslararası anlaşma Türkçe'dir ve ABD tarihinde vergi vermeyi kabul ettiği tek ülke Osmanlı Devleti’dir.

Time Dergisi'nde yayınlanan bir haber Amerika Birleşik Devletleri'nin yıllarca Osmanlı Devleti'ne vergi vermek zorunda kaldığını bir kez daha ortaya koydu. Amerikan Yale Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin başlattığı "Avalon Projesi" çerçevesinde yayınlanan tarihi anlaşma metni bir çok


yönüyle ilginç ayrıntıları da gözler önüne seriyor.

Türkçe Anlaşma

Akdeniz'deki Osmanlı Korsan Gemileri'nin saldırılarına maruz kalan Amerika Birleşik Devletleri
gemilerini üst üste kaybetmeye başlayınca Osmanlı Devleti ile 22 maddeden oluşan bir anlaşma yaparak bütün Akdeniz'deki faaliyetleri için Osmanlı'ya vergi ödemeye başladı Ayrıca Cezayir'de
bulunan esirlerin bırakılması için de 642500 dolar "Haraç" ödedi 5 Eylül 1795 yılında imzalanan ve dili Türkçe olan Dostluk ve Barış Anlaşması'na göre Amerika Birleşik Devletleri tarihinde ilk kez bir  devlet tarafından haraca bağlanmış oldu Türk Dili'nde hazırlanan anlaşma aynı zamanda ABD tarihinde imzalanmış bir kaç yabancı dilli anlaşmadan biri olma özelliği taşıyor.


Amerika'yı Haraca Bağlayan Tek Devlet


Türk Sancağını Yırtıcı Kuşlardan Koruyan Aslan

Amerika Birleşik Devletleri ya da arşiv kayıtlarımıza geçen adıyla "Memâlik-i Müctemia-i Amerika Devleti"nin başı, Osmanlı’nın Kuzey Afrika'daki Garp Ocakları'yla fena halde dertteydi Cezayir, Tunus ve Trablusgarblı "Resmî Korsanlar" Akdeniz’de kol geziyor, kendileriyle veya doğrudan Osmanlı Devleti’yle antlaşma yapmamış olan veya savaş halinde oldukları devletlerin gemilerini yakalayıp el koyuyor, fidye isteyerek karşı tarafı ekonomik olarak ve moralman çökertiyorlardı Amerikan gemileri 18 yüzyılın sonlarında Akdeniz ticaretinin getireceği kazancı hesaba katarak Akdeniz'e yöneldi Fransa, Akdeniz'deki ticaret gemilerinin güvenliğini sağlamak için Osmanlı'ya yıllık 200000 İspanyol doları vergi ödemekteydi Bu miktar İngiltere için de yıllık 280000 İspanyol doları olarak belirlenmişti Ancak o yıllarda Amerika'nın Osmanlı Devleti ile imzaladığı bir dostluk anlaşması yoktu İşte bu yüzden Osmanlı Korsan Gemileri bu sularda dolaşan Amerikan gemilerine saldırmaya ve mürettebatını esir etmeye başladılar.

25 Temmuz 1785'te, ABD bandıralı ilk gemi Cezayir açıklarında Osmanlı korsanlarınca ele geçirildi Bu gemi, Boston Limanı'na bağlı Kaptan Isaac Stevens'in idaresindeki Maria idi Daha sonra Philadelphia Limanı'na bağlı Kaptan O’Brien idaresindeki Dauphin de Osmanlı korsanları tarafından yakalandı 1793 Ekim ve Kasım aylarında ise tam 11 ABD gemisi Osmanlılar’ın eline geçti.

ABD kamuoyunda artık iyice büyük bir sorun olmaya başlayan durum karşısında Amerikan Kongresi'nde tedbirler alınması istendi Kongre, Başkan G Washington'a bir savaş filosu kurması için

688000 altın dolar harcama yetkisi verdi Fakat bu donanma da Osmanlı korsanlarıyla baş edemeyince ABD yönetimi Osmanlı'ya yıllık vergi ödemek zorunda kaldı 5 Eylül 1795 (21 Sefer 1210) tarihinde, tamamı 22 fasıl ve bir hatimeden mürekkep Dostluk ve Barış Anlaşması'na göre Amerika, Cezayir'de bulunan esirlerin bırakılması için 642500 dolar "Haraç" ödeyecek ve her sene 12000 Cezayir Altını karşılığı 21600 dolar "Vergi" verecekti Anlaşma 7 Mart 1796'da Amerikan Kongresi'nce de onaylandı.

Amerika ve Trablusgarp Beylerbeyliği 7 Mart 1796 yılında Osmanlı ile Amerika arasında imzalanan Dostluk ve Barış Anlaşmasına rağmen yer yer karşılıklı çatışmaya ve birbirlerinden gemi ve esir ele geçirmeye devam ettiler. Gözü kara bir Paşa olan Trablusgarp Beylerbeyi Yusuf Paşa ülkedeki Amerikan temsilcisini yanına çağırtarak elini öptürüp, yıllık haraç miktarını 225000 dolara çıkardığını ilan etti Ayrıca çeşitli mallardan oluşan 25000 dolarlık bir miktarın da buna eklenmesini istedi Yusuf Paşa ne kadar kararlı olduğunu göstermek ve gözdağı vermek için de konsolosun gözü önünde Amerikan gemisinin bayrak direğini kestirdi Bunun üzerine ABD Başkanı Thomas Jefferson'ın emriyle 4 savaş gemisiyle Trablus sahillerine giden Com Dole, tehlikelerle dolu 1200 km uzunluğundaki sahilin gözünü korkutması üzerine savaşmaya cesaret edemeyerek ülkesine geri döndü Bir yıl sonra, Mayıs 1802’de bu defa 6 gemiyle Trablus Limanı açıklarına demirleyen Amerikan Filosu bir Trablus gemisini batırıp sahili de bombaladı.

Aynı yıl Albay Bainbridge, Trablus’u kuşatmak için harekete geçti ise de kendini Trablusgarp Beylerbeyi Yusuf Paşa tarafından kuşatılmış bulunca Amerika'nın ünlü Philadelphia Savaş Gemisi -içindeki 307 Amerikalı subay ve erden oluşan mürettebatıyla birlikte- ele geçirildi İki yıl Türk Bayrağı'nın şanlı bir şekilde dalgalandığı Amerikan Gemisi, Stephen Decatur'un -bir Türk teknesini ele geçirdikten sonra Osmanlı Askeri süsü verdiği- 74 gönüllüsüyle birlikte Trablus Limanı'na gizlice yanaşması sonucu 15 Şubat 1804’te ateşe verilerek yakıldı.

Direğinde Türk Bayrağı'nın 2 Yıl Dalgalandığı
Amerika'nın Ünlü Philadelphia Savaş Gemisi 

Philadelphia Gemisi'ni Trablus Limanı'nda yakan 25 yaşındaki Stephen Decatur, göstermiş olduğu bu başarı(!) sonrası Albaylığa atanarak ABD Deniz Kuvvetleri’nin en genç yaşta Kaptanlığa yükselen Deniz Albayı ünvanını elde etti Ünlü İngiliz Amirali Nelson Amerikan Denizcilik Tarihi'nde önemli bir yer tutan bu olayı duyunca bunu "Çağın En Cesur Eylemi" olarak ilan etti.

Osmanlı deniz akıncıları ise her fırsatta Akdeniz’deki Amerikan gemilerine denizleri dar etmeye devam ettiler. Yaman bir kahraman olan Yusuf Paşa, Amerika ile karşılıklı inatlaşmaya devam etti ve esir edilen Amerikan askerlerini değiş-tokuş etmeye yanaşmadı Bunun üzerine 3 Eylül 1804’de harekete geçerek Trablus Limanı'nı hedef seçen bir "Amerikan İntihar Gemisi" açılan ateş sonucu amacını gerçekleştiremeden patlatılarak batırıldı.

Amerika Birleşik Devletleri Osmanlı'nın "Garp Ocakları"na Akdenizde'ki faaliyetleri için ödediği yıllık vergiyi 1824 yılına kadar ödemeye devam etti.

7 Mart 1796 yılında Osmanlı ile Amerika arasında imzalanan Dostluk ve Barış Anlaşması'nın orjinal metninin ilk 3 maddesi ise şöyle:

Bismillahirahmanirrahim

1. Fasıl İbtida ki faslın kavi u kararı oldur ki işbu 1210 senesinde hala Merikan Ceziresi Eyaletlerine mutasarrıf dostumuz Cor-co Vaşinto (George Washington) her biri zebtinam Merika hakimi ile ocağımız Mahruse-i Cezair-i Garbta sahib-i devlet olan saadetlü Hasan Paşa (Cezayir Dayısı Hasan Paşa) -yesserellahü ma ye-zid vema yeşa- Hazretlerinin rey ve as-ker-i mansure Ağası ve kul kethüdası ve sair erbab-ı divan ve cümle asakir-i mansure ve canibinin reayaları ittifakıyla bu sulh ve selahımız ve metin ve muhkem olub sabit olmuştur. Ba'del yevm sulhü-müze muhalif ve mugayir ve fasid idicek bir söz kalmamış.

2. Fasıl İkinci faslın kavi u kararı oldur ki Merikan hakimi dostumuzun gemileri gerek büyük ve gerek küçük ve kezalik anların hükmünde olan reayasının gemileri mahruse-i Cezayir iskelesi veyahut taht hükmünde olan iskelelere varurlar ise adet-i kadim üzere rızklarından ötürü sattıklarında sair İngiliz ve Felemenk sevid bazerkanlarının vire geldüği ve anlara akdo-lunan gümriği 100 guruşta beş guruş gümrük alına. Ziyade taleb olunmaya. Ve bir dahi budur ki satılmayan rızkların yine gemiye koyup götürmek murad ettiklerinde bir kimesne anlardan bir şey talep itmeye. Ve mezkur iskelelerde bir kimesne anları incidüb alıkomalayalar.

3. Fasıl Üçüncü faslın kavi u karan oldur ki Merikan hakimi dostumuzun gerek korsan ve gerek bazargan ve gerek Ceza-ir'in korsan ve bazargan gemileri ruy-i deryada birbirlerine rastgelüb buluştuklarında aramaktan ve birbirlerin incitmekten beri olup rivayet ve hürmet ile birbirlerinden yollarına gitmeden bir kimesneye mani olmaya. Ve biri dahi budur ki içlerinde herkangı cins olursa olsun yolcu oldukta rızkları ve malları ve eşyalarıyla her ne canibe giderler ise birbirin incidüb bir şeylerin almaya ve bir yere götürmeyeler ve eğtendürmeyeler ve hiçbir vecihle birbirlerine zarar-u ziyan itmeyeler.
Vesselam. Tahriren fi 21 Safer 1210.


* * *

George Washington Vergi Dairesi: İstanbul

[img]http://www.empirepic.com/images/hsp1egksi0afijdwa26n.jpg[/img]

Amerikan Kongresi, Cezayirli Hasan Paşa ile imzalanan “haraç anlaşması”nı 1796 yılının 7 Mart’ında onayladığında, Osmanlı Devleti’nin de resmen vergi mükellefi olmuştu!

Cezayir, Trablusgarb ve Tunus… Osmanlı’nın “Garp Ocakları” adı ile andığı bu topraklar, Anadolu’dan, özellikle de Ege bölgesinin yeniçeri ve leventlerini bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Osmanlı İmparatorluğu’na geniş bir özerklik statüsü olarak bağlanan bu eyaletlerde idari güç, bölgenin en sözü geçen kişisi olan ve “Dayı” unvanını taşıyan “yeniçeri kökenli” yöneticilerin elindeydi.

Buralarda yapılan korsanlık faaliyeti, çok daha kazançlı ve az riskliydi. Yerli halk kendi halinde yaşar, ama askerler ve leventler, geçimlerini Akdeniz’de korsanlıkla sağlarlardı. Korsanların İstanbul ile ticaret ve Türk denizlerinde dolaşma anlaşması yapmış olan memleketlerin bayrağını taşıyan gemilere saldırması yasak, ama diğer gemileri yağmalanması serbestti.

O günlerde Fransız Devrimi’nin rüzgârları Avrupa’yı sarsarken, bir başka fırtına, Napolyon Bonapart, Avrupa krallıklarını birbiri ardına işgal ediyordu. İspanya, Savoia, Piemonte, Avusturya, Prusya ve
Polonya bir anda Fransız işgaline uğramıştı. Kısacası, Trablusgarb, Cezayir ve Tunus korsanlarının karşısında duracak bir donanma kalmamıştı… 18. yüzyılda Akdeniz’in tek hâkimi, hâlâ Türk ve Arap korsanlardı!

“Maksat ayağınız alışsın!”
Bu dönemde pek çok Avrupa devleti, Osmanlı İmparatorluğu’nun himayesi altındaki “Dayı”lar ile haraç anlaşmaları yapmışlardı. 1786’da “Cezayir Dayısı” ile bir ayönetimi nlaşmaya varılamazken, Amerikalıların “Barbar Devletler” olarak andığı devletlerden Fas, 40.000 altına razı oldu. İki ay sonra Faslı korsanlar bir Amerikan gemisini yaktıklarında, anlaşmayı hatırlatmak için gelen Amerikan elçisine Fas beyi, “Gönderilen haracın bittiğini, Amerikalıların lideri George Washington’un gönderilen paraya takviye yapmasını” söyledi… Korsanlar, 1789’da ABD’nin ilk başkanı olacak George Washington’u daha başkan olmasını bile beklemeden haraca bağlamışlardı!

Maksat, Amerikalılarının “ayağının alışması”ydı… “Memalik-i Osman”ın toprakları sayılan Cezayir, Tunus ve Trablusgarb eyaletlerinin de devreye girmesiyle, Amerika’ya kesilen haracın meblağı da artmaya başladı. 1795 yılında gelindiğinde, sadece Cezayirli Hasan Paşa’nın George Washington’a kestiği “nakit cinsinden” haraç, 642.500 Amerikan dolarını bulmuştu! “Ödeme”, Cezayir dayısının 115 denizcisine, uluslararası sularda yapılıyordu.

Vergi mükellefi: George Washington
Osmanlı İmparatorluğu ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilk vergilendirme anlaşması, Amerikan elçisi Joseph Donaldson ile Cezayirli Hasan Paşa arasında, 5 Eylül 1795 günü imzalandı.

Metin Türkçe olarak kaleme alınmıştı ve daha önce Fas ile imzalanan ve Arapça olarak kaleme alınan 1786’daki anlaşmadan sonra, Amerikan tarihinin İngilizce olmayan ikinci metniydi. Anlaşmaya göre Amerika, Cezayir’de bulunan esirlerin bırakılması için “Dayı”ya 642.500 dolar “haraç” ödeyecek ve her yıl 12.000 Cezayir altınına denk gelen 21.600 doları vergi olarak verecekti. Amerikan Kongresi, anlaşmayı 1796’nın 7 Mart’ında onaylayınca, metin yürürlüğe girdi. Kongre, böylelikle Osmanlı Devleti’nin resmen vergi mükellefi oluyordu!

Amerika, 1796′nın 4 Kasım’ında Trablusgarb’ın, 1797′nin 28 Ağustos’unda da Tunus’un dayıları ile anlaşmalar imzaladı. Trablusgarb ile varılan anlaşma uyarınca Amerikan tarafı Trablusgarb beyi Yusuf Paşa ile “divan”ına Amerikalı esirlerin iade edilmeleri karşılığında 40.000 İspanyol doları ödüyor, Trablusgarb’ın ileri gelenlerine altın ve gümüş saatler, elmas yüzükler ve pahalı kumaşlardan yapılmış kaftanlar vermeyi taahhüt ediyordu.

Yine Türkçe olan bu anlaşmanın ilginç taraflarından biri, besmeleyle başlayan metnin hemen girişinde “Bu belge dünyanın hâkimi, denizlerin ve karaların hükümdarı, kralların efendisi, sultanlar sultanı, imparatorlar imparatoru, Sultan Mustafa Han’ın oğlu Sultan Selim Han’ın dikkati nazarları altında imzalanmıştır. Allah, O’nun hükmünü daimi kılsın” şeklindeki ifadelerin yer almasıydı ve bu ifadeler, metni Türk tarafının dikte ettirdiğini göstermekteydi.

Bu anlaşmada dikkat çeken bir diğer husus, anlaşmanın 11. maddesinde “Hiçbir şekilde köklerini Hıristiyanlık dininden almayan, Amerika Birleşik Devletleri” gibi bir ibarenin kullanılmasıdır! Ertesi yıl anlaşma biraz daha genişletildi. Önceki haraç miktarına ek olarak, 36 toplu Crescent firkateyni Cezayir Dayısı’na “hediye” edildi. 1797 yılının haraç listesinde ise, bir başka firkateyni, Handullah’ı görüyoruz. Amerika Birleşik Devletleri çaresizlikten, kendilerini haraca bağlayan Türk ve Arap korsanlara “donanma” düzmekteydi!

Trablusgarb Beyi’nin hizmetindeki Türk korsanların hayal gücü daha da genişti. 1798 yılı için Amerikalıların vereceği 115.000 dolar haracın dışında, bir küçük madde daha kondu anlaşmaya: Trablusgarb ufuklarında görünen Amerikan gemilerini selamlamak için gemi başına bir fıçı barut!

Amerikalılar çaresizdi. Dönem, Amerika Birleşik Devletleri’nin kurulduğu yıllardır ve yeni yeni kurulan bu ülke Kuzey Afrika’nın Türk ve Arap korsanları ile baş etmek bir yana, kendi sahillerini bile koruyamamaktadır. İnternet üzerinden de kolaylıkla erişebilecek Ulusal Kongre Kütüphanesi kayıtlarına göre, Amerika Birleşik Devletleri2nin 1800 yılı bütçesinde 2.000.000 dolar “haraç ödemeleri”ne gitmişti. Bir başka deyişle, o günkü ABD bütçesinin yüzde 20’si!

“Sen benim kölemsin”
Mayıs 1800’de, George Washington’ın ünlü amirali Bainbridge, yeni Cezayir dayısı Mustafa Bey’e her zamanki haracını ödedi. Tam ayrılacakken, Cezayir dayısı, bir elçisini padişahın İstanbul’daki sarayına götürmesini istedi. Bainbrigde bu isteği kibarca reddetmeye çalışsa da ve Cezayir dayısı buna emretti: “Sen bana haraç ödediğinde kölem oldun demektir. Bu yüzden sana canımın istediği gibi emretmeye hakkım var!”

Kalenin silahları Bainbridge’in firkateynine nişan almıştı. Bu yüzden Brainbridge boyun eğdi ve Amerikan bayrağını pruvada, Cezayir bayrağını ise kıçta dalgalandırma şartıyla talebi kabul etti. Bainbridge Cezayir dayısının elçisini İstanbul’a götürdüğünde, ilk defa ABD bayrağını Osmanlı Devleti’ne gösterme fırsatını da buluyordu. Osmanlı padişahı III. Selim ve maiyeti şaşırdılar. Amerika Birleşik Devletleri diye bir devlet olduğundan haberleri bile yoktu. Saraylılar Kristof Kolomb hakkında sadece belli belirsiz dedikodular duymuşlardı.

Bainbrigde, Amerika’nın büyük denizin ötesindeki bir ülke olduğunu ve Kristof Kolomb tarafından keşfedildiğini söyledi. Bainbridge ve Osmanlı Kaptan-ı Deryası sıkı dost oldular. Hatta padişah, Bainbridge’in küstah Cezayir dayısı tarafından rahatsız edilmemesi için bir de ferman verdi!

Bainbridge, dönüş yolunda Amerikan Donanma Sekreteri’ne şöyle yazdı: “Umarım bir daha haraç ödemek için Cezayir’e yollanmam; en azından beni toplarımızın namlusuna koyup ateşleyerek, haracı teslim etme görevini vermediğiniz sürece!”

Jefferson’dan “culüs bahşişi” isteyen paşa
George Washington’nun ardından John Adams, o günlerde yeni bir devlet olan Amerika Birleşik Devletleri’nin ikinci başkanı olur. Yeni başkanın “gelenek görenek” konusunda pek bilgili olmadığına kanaat getiren Trablusgarb beyi Yusuf Paşa, 1799 yılında dostunu uyarmayı uygun bulur. Yusuf Paşa, “Ölen yüksek makam sahibi adına o makama gelen yeni başkanın Trablus Krallığı’na bir hediye sunması” gerektiğini, Adams’a bir ferman yazarak, lisan-ı münasip ile anlattı. Tüm bunlara ek olarak, “hediye” miktarının 10.000 dolar olduğunu belirtmeyi de ihmal etmedi.

10.000 dolarından haber alamayan ve sabırsızlığı üst seviyeye ulaşan Yusuf Paşa, aradığı fırsata 1801 yılında kavuştu. Adams yerini Thomas Jefferson’a bırakmıştı. Garb Ocakları’nın yönetiminde yer alan tüm yöneticiler gibi “yeniçeri kökenli” olan Yusuf Paşa, yeni başkan Jefferson’dan 225.000 dolarlık “cülus bahşişi”ni talep etti. Jefferson kızgınlıkla bu talebi reddetti.

“Gelin elimi öpün!”
Trablusgarb beyi Yusuf Paşa da kızgındı. Paşa, derhal Amerikan temsilcilerinin huzuruna çıkmaları ve hatalarını kabul ederek el öpmelerini emretti! 225.000 dolarlık cülus bahşişinin yanı sıra, Yusuf Paşa’nın seçeceği türden 25.000 dolarlık malın “hediyesi”ni uygun buldu! İlk mesajın yeterince ciddiye alınmaması Yusuf Paşa’yı bu defa daha “ikna edici” davranmaya itti. Mesaj netti: Ya “hediye” ya da savaş!

Savaş çıktı. Trablusgarb dayısı Yusuf Paşa, Amerikan tarihine “First Barbary War” adıyla geçecek olan savaşı, 10 Mayıs 1801 tarihinde başlattı.


Trablusgarb paşasının ABD’ye savaş ilan etmesi üzerine Jefferson, Amerikan donanmasını Akdeniz’e gönderdi. Tunus ve Cezayir savaştan hemen çekilirken, Trablusgarb ve Fas, aralıklarla 1815’e dek sürecek olan zorlu bir mücadeleye giriştiler. 1803 Ekim’inde Trablusgarb dayısı, Amerikan donanmasının en iyi firkateynlerinden biri olan Philadelphia’yı ele geçirerek, gemi kaptanı amiral William Bainbridge ve tüm mürettebatını esir aldı.

Philadelphia’nın kaptırılması, Amerikalıların küçük düşmesine neden oldu. Bunun üzerine, 16 Şubat 1804 tarihinde Amerikan donanması tarafından alınan ilginç ve radikal bir uygulanmaya kondu. Enterprise’ın kaptanı olan genç teğmen Stephen Decatur, Trablusgarb limanına girerek, bir zamanlar Amerikan donanmasının en iyi gemilerinden biri olan Philadelphia’yi ateşe verdi ve ülkesine bir kahraman olarak döndü!

Not : Umida Salih ve Ali Işıngör’ün birlikte hazırladıkları bu dosya, Focus dergisinin Ağustos 2004 sayısında yer aldı. Dergideki yazı, önemli oranda kısaltılarak buraya alınmıştır.


Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/ext.php?re ... stanbul%2F


"Tam bağımsızlık demek, kuşkusuz siyasal, maliye, ekonomi, adalet, askerlik,
kültür... gibi her alanda bağımsızlık ve tam özgürlük demektir.
Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin
gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir."

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

.

Yörük Kadını / MOR CEPKEN


Yörük Kadını / MOR CEPKEN..

Yörük kadını yaşlanıp iyice deneyim kazanınca KEZBENCE olur adı.

O, oymağın bilge kişisi, akıl danışılanıdır artık.

Göçebe yörüklüğünün kadınlarına tanıdığı yüce bir haktır MOR CEPKEN.
Erkeklerin ise korkulu rüyasıdır.

"Mor Cepken", Karacaoğlan türkülerinde geçer. Günümüzde Ege, Muğla, Antalya ve Toros yörüklüğünde yaşlı kadınlar tarafından hâlâ bilinir.

Yörük kızlarının çeyiz bohçasına önce MOR CEPKEN" konur.

Kenarları sarı simgelerle işlenmiş, yelek biçiminde, mor renkli bir giysidir.

Yörük kızları sevdikleriyle evlenirlerdi.

Başlık parası gibi alışkanlıkları yoktu.

"Mor Cepkenin" evlilikteki yeri ise, zamanı geldiğinde, darda kalan yörük kadınının erkeğine karşı kullandığı bir boşanma özgürlüğünün simgesidir.

MOR renk ihanete uğramış, aldatılmış, aşkın rengidir. “MOR ÇATI ” adı oradan gelir.
Bizler dünyaya MOR CEPKEN ’i yeterince tanıtabilseydik 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü “MOR CEPKEN Günü” olarak kutlardık.

Evli yörük kadını, ihanete uğrayınca ya da kocası tarafından aşağılanıp dövülünce, bir şekilde MOR CEPKEN’i giyip herkesin görebileceği bir yere otururdu. Bu “Ben bu herifi boşadım” demekti.
O zaman akan sular durur, herkes işini gücünü bırakır. Masal anaları ile doğum ebeleri " MOR CEPKEN" giyen kadının çevresini alırlar. Boşadığı kocası ise evinden dışarı çıkamaz, kahveye gidemez, kimse yüzüne bakmaz. Büyük ödün verip de karısına MOR CEPKEN ’i çıkarttıramazsa ömür ömüre dul kalacaktır.

Kimse ona dul-şaşı kızını bile vermez.

GÖÇEBE YÖRÜKLÜĞÜNÜN kadınına tanıdığı hakka, özgürlüğe bakın siz!

1800 yılların sonlarında NAZİLLİ KASABASININ AYDIN dağlarında, dağa çıkarak kadın hakları için savaşan “GİZEMLİ KADIN EFE ” de bunlardan biridir.

Ege yöresinin unutulmaz bir eridir.

MOR CEPKEN Ege efelerinin giydiği bir giysidir. Buralarda efelik kadın erkek işi değil yürek işidir. Kybele, Artemis, Tahtacı yörüklerinden bu yana kadın baştacıdır bu topraklarda.

- Osman ŞAHİN; "Mor Cepken" Kitabı; Can Yayınları

Ruhsal Aydınlanması Gerçekleşmiş Türk Kadını

Türk Selçuklu Hakanlık Panosundan Bir Detay. 12.yy.
Kadın yüzü olan kabartmanın başının etrafı, "Kut Halesi" ile çevrelenmiş. Damla şeklinde Diadem olan taç takmış. Üçüncü Göz çakrasının üzerinde olması, aydınlanmayı (*) ifade eder.



Türk Selçuklu Hakanlık Panosundan Bir Detay. 12.yy.

Kadın yüzü olan kabartmanın başının etrafı, "Kut Halesi" ile çevrelenmiş. Damla şeklinde Diadem olan taç takmış. Üçüncü Göz çakrasının üzerinde olması, aydınlanmayı ifade eder.  

(*) Editörün notu: 

Ruhsal Aydınlanma, bilincin evrimidir. 

Hem birey hem de toplumsal olarak hepimiz dünyaya gelirken, nihai amaç olan ruhsal aydınlanmayı / uyanışı gerçekleştirmek ve tekâmül /evrim sınavını başarıyla verme peşindeyizdir. İşte ki:

Dünya Hayatı Epröv'ler 

"Dünya Hayatına eprövler, yani imtihanlar alemi deriz. İmtihanlar aleminde madde ile sınanırız. Bilirsiniz, eski geleneklerde su, ateş, hava ve toprak gibi dört büyük temel unsurdan ve bunların her birinin insan üzerinde ayrı ayrı etkisinin var olduğundan söz edilir.
Gerçekten de insanın bedeninin yapısında bunların temsil ettiği enerjiler mevcuttur. Dikkat ederseniz; bunların aynı zamanda insanlığın imtihan şekillerini oluşturduklarını da görebilirsiniz: 

Suyla imtihan oluruz; seller, yağmurlar, göller, boğulmalar, sel basmaları, su basmaları vs. Ateşle imtihan oluruz; volkanik hareketler vs. Toprakla imtihan olduğumuz da büyük depremler, çatlaklar, heyelanlar ortaya çıkar. Havayla imtihan olduğumuzda ise büyük esintiler, boralar, fırtınalar, hiç dinmeyen rüzgarlar kendini gösterebiliyor.

Demek ki bizler, yani ruh varlıkları için imtihanı olmayan, denenmeyen bir maddesel hayat yoktur. Tabiatın her türlü hareketi ruh varlığı için bir imtihan, bir sınanma şekli olur. Esas mesele, o hareket karşısında varlığın göstermiş olduğu uyanıklıktır. Uyum, özellikle, esneme kabiliyetidir; herhangi bir basınç, itilim veya zorlanma karşısında ne dereceye kadar yaylanıp, geriye çekilip kopmamak, pes etmemek, kendini yok etmemek, hayattan caymamak, yılmamak üzere bir esneklik gösterip göstermediğinin kanıtlarının fiilen ortaya konmasıdır; zaten bu, hayatın ta kendisidir!

Biz insanlar, yeryüzünde her zaman çok çeşitli olaylarla karşılaşırız ve bunlara karşı bizim bir tavrımız, bir tutumumuz, onları değerlendirme halimiz vardır. Bunlar, bizim o an içinde bulunduğumuz realitemizin, gerçeklik şuurumuzun sağladığı imkanlar dahilinde oluşur. Başka bir gerçeklik şuuru içerisinde incelemiş olsak, bir olay bize belki de felaket gibi gelmeyecektir; onu tahammül etmesi, taşınması gayet kolay, geçici bir olaymış gibi görebiliriz. Hatta aynı olayı bize yakın bir başkasında görsek, kendi alanımızda olmadığı için o olayın bizi pek fazla etkilememesi söz konusudur. Bu durum için en iyi örnek, ölüm karşısındaki tavrımızdır.

Metapsişik açıdan ölüm olayı bir felaket değildir çünkü nasıl doğuyorsak bu kez de ruh dünyasına bir doğuş daha yapıyoruzdur. Kainatta ölüşler, yok oluşlar söz konusu değildir; daima doğuşlar vardır. Ruh dünyasından fizik dünyaya doğarız, fizik dünyasından da tekrar ruh dünyasına doğarız; kısacası her iki taraf arasındaki geçişler hep birer doğum şeklindedir.

Ölmek tabiri bize göre çok yanlış anlamda kullanılmaktadır. Ölüm olayı da, fizik dünyada karşılaştığımız diğer her olayın bırakmış olduğu izlenimler gibi, bizim üzerimizde izlenimler bırakmaktadır. Gelin, ölümün bizde uyandırdığı düşünceleri, bizlerde seri şekilde uyandırdığı duygusal izlenimleri ele alalım.

Her olayın değerlendirilmesi bizim kendi realite şuurumuza bağlı olmak üzere oluşur. Daha önce de belirttiğimiz gibi, başkasının realite şuurunda değersiz olan bir olay, bir başkası için müthiş değerlidir. Bu durum psikosomatik hastalıkların incelenmesinde de görülür. Hastalar en küçük bir şeyi bile abartabilirler, normalde önemsiz olan bazı haller şuur altları tarafından çok değişik yorumlara tabi tutulabilir.

Tabiat olaylarından veya çok sayıda ölümün meydana geldiği olayların insanlara vermiş olduğu izlenimler de bu şekilde farklı yorumlanabilmektedir. Aslında, birçok ölümün aynı ana veya art arda gelmesi önemli değildir, orada sadece bir senkronizasyon meydana gelmiştir. Kısacası, o insanların bedenlerinden ayrılmalarının zamanlaması o şartlara uygun düşmüştür; bu, o varlıklarla ilgili bir irade ve istek meselesidir çünkü varlıklar kendi isteklerine bağlı olarak bedenlerini terk ederler. Bu bir istek meselesidir ve istekler birçok bakımdan birbirine uygunluk gösterip bir araya gelebilir.

Bir deprem olur, bakıyorsunuz 15.000 kişi bir arada ölüyor. Bir gemi batar, 30-40 kişi aynı anda boğulur. Şimdi, bunlar üst üste geldi diye bu felaket 30 kere veya 15.000 kere katlandı anlamına gelmez. Bu bir senkronizasyon veya hem zamanlılık meselesidir. Demek ki, o varlıklar için bedenden ayrılmanın imkanları o zaman ve o olayla gerçekleşmiş, irade de kendini o zaman tahakkuk ettirmiştir.

Bu felaketlerden kişisel ders çıkartmak mümkün değildir, yani eşimizin veya bir akrabamızın ölmesi, bir yerde bazı insanların kaza sonucu ölmesi bize zulüm olsun, bize ders olsun diye meydana gelmez. O varlıklar kendi eprövlerini yaşamaktadırlar, ölümleri ve ölüm şekilleri kendileriyle alakalı bir konudur. Bizler olsa olsa, kendi kendimize bazı yorumlar yaparız: 
"Çok hızlı gidiyordu, iyi sollayamadı, işaretini zamanında veremedi, hatalı sollama yaptı ve çarpıştı." Ama ölüm bu değildir. Evet, fiziki hayat içerisinde herhangi bir ölüme hazırlık bu şekilde olabilir çünkü her tipten ölüm meydana gelebileceğinden hazırlık her türlü şekliyle olabilir. Fakat ölüm ayrı bir konudur.

Şunu sorabilirsiniz: "Ölüm insanlara ibret olabilir mi, olamaz mı?" Eğer ölümler insanlara ibret olsaydı savaşların önü kesilirdi. Halbuki biz insanlar yeryüzünde asırlardan beri hiç . durmadan savaşıyoruz. Hayır, ölümler insanlara ders olmuyor,ibret olmuyor. Ancak ahlaki bir sistem içerisinde yetiştirilmiş ve "mal mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi" hikayesinden çıkartılma bazı sloganlarla büyütülmüşsek, istediğimiz kadar çalıp çırpalım, kalp kıralım, fakir fukara hakkı yiyelim, servet biriktirelim, belirli bir zaman içerisinde ecel geldiğinde, dünyadan ayrılma zamanı gelip çattığında biriktirmiş olduğumuz şeyleri bu dünyada bırakmak zorunda olduğumuzu görür ve bu sözün doğruluğuna hak veririz. Arkasından "kefenin cebi yok" gibi, bu sözü pekiştiren bir halk tabirini de ekleriz. Ama ne olur?
Tüm bunlar bilinmesine rağmen, her neslin kendinden sonra gelecek nesile bıraktığı asıl miras açgözlülüktür. Bütün bunlara rağmen insanların açgözlülüğü asla bitmemiş ve hiç durmadan servet yapmanın yolları aranmıştır. Yani konulan bir mirastan daha başka büyük bir mirası teşkil etmek üzere kendisinden sonrakilerde de yine aynı işe devam edilmiştir. Demek ki, ölümün insanlara büyük bir bilgi verdiği veya nefsi, varlığı üzerinde kontrol edinmesini sağlaması bakımından - onda derin bir izlenim bıraktığı düşüncemiz sadece bir zandan ibaret. İnsan sadece geçici korkulara kapılır.

Değer verdiği birtakım özelliklerin artık kendisinde olmaması, onlara sahip olamayacağı olasılığı, kaybettiği değerlerin yoksunluğunun sonuçlarına katlanamama hali; ölüm korkusu ancak bunu meydana getirebilir.

Zaten asıl mesele, bir ölüm hadisesinden sonra bizde kalan izlenimler, duygular ve metafizik çağrışımlarımızdır. Bizin eprövümüzü bunlar oluşturur. Ama bizleri esas geliştirenler ölümle ilgili izlenimler değil de, değer yargılarımızı ve değer verdiğimiz şeyleri hayat içerisinden yaşarken alt üst eden olaylardır; gelişimimiz açısından çok daha önemlidirler.
Bunlar; servete, çoluğa çocuğa, sevgiye, kıymet verdiğimiz iktidarlara dayanan, yani egomuzla çok yakından ilişkili hale getirdiğimiz ilmimiz, irfanımız, rütbemiz, içinde bulunduğumuz durumumuz, fiyakamız, güvenliğimiz, gücümüz, güzelliğimiz vs. İşte, bunlar tehlikeye girdiğinde, yani bunların değer kaybına uğraması, değersizleşmesi, o değerin ya da bu değer vasıtasıyla ulaşmış olduğumuz birtakım başka değerlerin bizden uzaklaşabilmesi ihtimalleri doğduğunda, deyim yerindeyse bizlerde şafak atar. Bunlar çok daha etkili eprövler meydana getirmektedir. Hayatının büyük bölümünde refah ve rahatlık içinde yaşamış, ancak kendi yediği yemeği düşünüp, ancak yiyip içtikten sonra şükreden insanların bu imkanların değişik bir hayat akışı içerisinde birdenbire azalıvermesi, kesilivermesi, ortadan kalkması büyük bir paniğe ve korkuya sebep olur ve işte o zaman, o olay bir imtihan haline gelir.

Hepimiz her an birtakım değişimlere uyum sağlama zorunluluğuyla karşılaşıyoruz ve içimizde bu değişmeye karşı bir zorlanma meydana geliyor. İçinde bulunduğumuz statükoyu, yani artık sabitleşmiş durumu değiştirmek, başka bir hale uyum sağlayabilmek üzere sıkıştırılıyor veya gerginleştiriliyoruz. Gerginlik ve gerilme insan hayatının ayrılmaz bir parçasıdır. Her an bir gerginlik içerisindeyizdir ve bu gerginlik ve gerilme olmadığı sürece, bizler hayattan hiçbir lezzet almayız. Çünkü bizler, içinde bulunduğumuz durumun nasıl olduğunun farkına, ancak kıyas yaparak varabiliriz: İyi bir durumda mıyız, yoksa iyi olmayan 
bir durumda mı? Peki, neye göre? Elbette, bu kendi realite şuurumuza göre bir değerlendirmedir ama bunun farkına varabilmemiz için bir gerginlik içerisinde bulunmamız şarttır.

Dolayısıyla, bütün olayları birer esneklik sınavı şeklinde ele almakta çok büyük fayda vardır. Sürekli itilimlere karşı sert bir şekilde cevap vermeksizin. onun ittiği yönde geriye doğru esnemek gerekir. Tıpkı şiddetli rüzgar altında yatan buğday başakları veya kamışlar gibi eğilip, olabildiğince esnemek ve rüzgarın şiddeti azaldıktan sonra tekrar doğrulup dikilmek. İşte, bunu öğrenmeye adayız. Bu esneme yeteneği olmasa, o kamışlar çatır çatır kırılır, hayatiyetleri ortadan kalkar, büyüyemez ve çoğalamazlar. Esneklik gösteremediğimiz takdirde insan için de durum hemen hemen aynıdır. Elbette, esneklik gösteremediğimiz zamanlar da oluyor ama genellikle bu beceriyi sergiliyor ve esneyerek daha büyük değişimlere hazırlık yapabiliyoruz. Daha yüksek seviyeli bir hayat anlayışı, algılama ve şuur alanları içerisine girmeye aday olmaya çalışıyoruz.

Demek ki, hayat içinde başımıza gelen zorlu olaylar, sadece şanssızlığımız yüzünden sürekli üst üste karşımıza çıkan şeyler meselesi değildir. Bunlar bizim karmik telafılerimiz de olabilir. Art arda meydana gelen gerilmelere veya gerginlik meydana getirecek basınçlara maruz kalmak elbette, kolay iş değildir ama bu da bir telafidir. Aslında hayat planımızın gidişatına göre önümüze çıkan veya çıkartılan imkanları herhalde biz sadece %5'ini kullanabildiğimiz, şuurumuzIa değerlendiremediğimiz için değişimin kendine göre olan zaman akışını kaçırmamak bakımından bazı işlereve olayları yaşamaya zorlanırız, bunlar da üst üste karşımıza çıkan sıkıntılar tarzında olur.

Elbette, isteyen kişi en küçük olaydan bile çok dersler çıkarabilir. Kendi realitemizin, şuurlu realitemizin ihtiyacı olan bilgileri, aslında en küçük olayın içerisinden elde etmek de mümkündür.

Hayatın Metamorfozu

Kutsal Kitaplar ve Spiritüalizm'in büyük bilgileri de aynı şeyi ifade ederler: Dünya bir imtihan yeridir ve dünyanın yönetimi ruhların elinde değil de, dünyanın sahibi dediğimiz Dünya Rab'binin elindedir; dünyanın yöneticisi, görüp gözeticisi odur. Bu imtihan yerinin sınavları, eprövleri her zaman gelişmekte olan varlıkların daha fazla gelişebilmeleri için sürekli bir şekilde değiştirilmektedir. Hayatın zaman ve mekan içerisindeki metamorfozu süreklidir. Değişim devamlıdır ve bu değişimi sağlayan da yine, gelişmekte olan o varlıkların ihtiyaçlarıdır. Bir varlık belirli bir kademeye kadar gelmiş ve çeşitli ihtiyaçlarını gidermiştir ama bu kez önünde uzanan, katedeceği yolun ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlara uygun zaman ve zemine, sınanmasına, yani bunlara dayalı tecrübe yapabilmesine ihtiyacı vardır. Dolayısıyla, dünya her zaman bir tecrübe ortamı, yani imtihan yeri olduğundan, her seferinde yeni yeni şeylerle karşılaşırız. Varlığın mütekamil ya da olgunlaşmış olmasının elbette, en sonunda toplumsal olarak da faydası vardır ama bireysel faydası şudur:
Önünüze çıkan sınanma şekillerini veya deneyim hallerini daha rahat, daha kolay, daha derinden halletme imkanınız ortaya çıkar. Dünyanın şartları Dünya Rabbi'ne, yani Ruhsal idare Mekanizması'na bağlı olmak üzere sürekli dengeler halinde tutulur. Birtakım yeni uyum ve tecrübe alanları, yeni esneklik kazanma durumları karşısında insan, esneklik gösterebilme yeteneğini geliştirdikçe bütün kozmik etkilerin, tanıştığı ve tanışmadığı bütün kanunların karşısında da o kanunla yüz yüze gelebilecek derecede bir olgunluğa ve yüceliğe ulaşma yolunda da adımlar atar. İnsanın o kanunları kullanabilme yetisinin oluşabilmesi için bu şarttır çünkü hiçbir şey ezberlemekle olmaz; her şey bir tecrübeden, adeta gerçekten dokunarak, yoklayarak, giyerek, içerek, görerek tecrübe ediliyor. Olgunlaşmaya, kemalata doğru, ancak böyle ilerliyoruz. Bu eprövler alanının şartlarının her an değişmesinin nedeninin varlıkların ihtiyaçlarındaki değişiklik olduğunu belirtmiştik.

Gerçekten de bizler belirli ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra bir ilerleme katederiz ve her ilerlemeden sonra yeni ihtiyaçlar ortaya çıkar. Her ihtiyacın icapları vardır, yani ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek için bazı şeyleri yerine getirmek, bazı imkanları harekete geçirmek zorundayız. Metapsişik terimiyle bunlara icabat, yani icaplar diyoruz. İcaplar değiştikçe bizler de çeşitli yeni şekillerde zorlanırız. Bir önceki hayatımızdaki icaplar şimdiki hayatımızda mevcut değildirler, zaman ve zemin değişmiştir. Fakat ne yazık ki, günümüzde bazı inanç sistemlerinde hep o eski icapların sanki hala mevcut olduğu kanaatiyle hareket ediliyor, "Şu yüce zat şimdi, burada olsa şöyle yapardı, böyle yapardı," deniliyor. Ancak söz konusu kişi şimdi, burada olsa ve geçmişte yaptığının aynısını yapsa, eski kabulleri değiştirmeye gerek duyulmazdı ama kesinlikle eskiden yaptığının aynısını yapmayacaktır.
Bir zamanlar vermiş olduğu kararı, bir zamanlar göstermiş olduğu davranışı; şimdi, şu anın zaman enerjisi ve mekanı bakımından kesinlikle veremez ve yapamazdı. Her şey tamamen değişmiştir, bütün icaplar değişmiştir. Bir zamanlar öyle icap ediyordu çünkü o hareketi yapmasına kolaylık sağlayan her turlu imkan vardı. Ama artık o imkanlar da, o icaplar da yoklar. O devri alıp bugünün şartları içinde aynen yaşatmaya çalışmak, Shakespeare'in oyunlarını oynamak, bugünün teknolojisiyle eski dönem filmleri çekmek gibi olur. 
Şunları sormak lazım: "Şimdi, şu anda işler nasıldır? Ne yapabiliriz? Kimleri ikna edebiliriz? Kime ne verebiliriz? Gerçeğe uyar mı, uymaz mı? Uygulaması nasıl yapılabilir? Bunlar şu anda hissediliyor mu?

Hissediliyorsa, ihtiyaç halinde mi hissediliyor, yoksa sadece duygusal tarzda mı? Hatta ezberlenmiş duygular mıdır? Yoksa gerçekten ihtiyaçtan doğan bir şey midir?"
İnançlara dayanan ideolojiler üretmeye çalışanların bütün bunları çok iyi kontrol etmeleri gerekir. Tabiatın ve toplumun ihtiyaç ve zaruret mekanizmalarını, bireylerin ruhsal zaruret ve ihtiyaç mekanizmalarını adamakıllı gözden geçirmek, çok iyi kontrol etmek ve çok iyi tartışmak gerekir.


Bunları dikkate almayan bir akım asla oluşturulamaz, sürdürülemez."

 Kaynak;  Ergün Arıkdal; Ruh ve Madde Dergisi


'TÜRK…' ARAP ACEM KAYNAKLARINA GÖRE TÜRKLERİN TEMEL ÖZELLİKLERİNİ ANLATIYORUZ

BİZ, "TÜRKİYE'Yİ HER BİRİSİ BİLGİNİN ÇELİK ZIRHLARINI KUŞANMIŞ MİLLİ ŞUUR SAHİBİ TÜRK GENÇLERİNİN YÖNETMESİNİ İSTİYORUZ" DERKEN BU GENÇLİĞİN YOĞUN TARİH BİLGİSİNDEN VE ŞUURUNDAN MAHRUM BULUNMASI DÜŞÜNÜLEMEZ.

TARİHİMİZİ SEVEREK OKUYALIM

ARAP ACEM KAYNAKLARINA GÖRE TÜRKLERİN ÖZELLİKLERİNİ ANLATIYORUZ:

TÜRK, HEM ÇOBAN, HEM SEYİS, HEM BİR BAYTAR HEM BİR SÜVARİDİR. TÜRK BAŞLI BAŞINA BİR MİLLETTİR.

TÜRK, EDEPLİ, TERBİYELİ, AKILLI VE TEMİZ KALPLİDİR, AZİMLİDİR; HOŞGÖRÜLÜDÜR;TEDBİR SAHİBİDİR.

TÜRK, SAĞLAM YAPILIDIR, CESURDUR, KAHRAMANDIR, İYİ SAVAŞIR.

TÜRK TEMİZ KALPLİDİR, AÇIK SÖZLÜ VE AÇIK YÜREKLİDİR.

TÜRK NAMUSLUDUR, GÜVENİLİR İNSANDIR.

TÜRK, TEŞKİLATÇIDIR, İTAATİN, EMİR-KOMUTANIN NE OLDUĞUNU BİLİR.

TÜRK ZAYIF VE ACİZLERİ KORUR; SAVAŞ ZAMANLARINDA KORKUNÇ BİR MUHARİP GÖRÜNÜMÜNDE İSE DE O BARIŞ ZAMANLARINDA EN SAKİN İNSANDIR.

TÜRK BARIŞ DÖNEMLERİNDE GELENE GİDENE YEMEK YEDİRİR-İÇİRİR, YARDIM EDER.

“TÜRK. ELİ KOLU BAĞLI OLARAK BİR KUYUYA ATILSA, MUT-LAKA BİR ÇARESİNİ BULUP KURTULUR"

TÜRK, TABİATA KARŞI ÇOK TAHAMMÜLLÜDÜR. HAYATIN GÜÇLÜKLERİNİ GÜLER YÜZLE KARŞILAR. TÜRK ATI DA AYNI ZAMANDA ÇOK TAHAMMÜLLÜDÜR.

TÜRK, DURMAK NEDİR BİLMEZ; O HER ZAMAN ÇALIŞIR. HEPSİNDEN ÖNEMLİSİ DURMAKSIZIN KENDİSİNİ AŞMAK VE YENİLEMEK İSTER.

TÜRK, “SADE” İNSANDIR:
O KISA VE ÖZ KONUŞUR; UZUN VE BOŞ SÖZLERDEN NEFRET EDER.
BU SEBEPLE “SADELİK, AÇIK VE YALIN” OLMAK ONUN EN BELİRGİN VASIFLARINDANDIR.

TÜRK, ATA ERKEN ZAMANLARDA SAHİP OLDUĞUNDAN, ATIN SÜRATİ VE HAREKETLİ OLUŞU SEBEBİYLE KOMŞULARINA BÜYÜK ÜSTÜNLÜK SAĞLAMIŞTIR.

“TÜRK’ÜN ÖMRÜNÜN AT ÜZERİNDE GEÇEN GÜNLERİ, YER ÜZERİNDE OTURARAK GEÇİRDİĞİ GÜNLERDEN DAHA ÇOKTUR.

Sevgili Okurlar,

Bu gün 9 şehidimiz var.Acımız büyük diğer tarafta MHP kongresi ile ilgili arda arda Mahkeme kararları geliyor Karmaşa diz boyu..

Böyle bir dönemde neden Türk Tarihi derseniz Atatürk'ün 1911-18 arasında tüm cephelerde en yoğun ateşlerin altında kaldığı günlerde dahi Tarih okuduğu bu sebeple Milli his ve heyecanını diri tuttuğunu bu sebeple hiç bir liderde bulunmayacak özelliklere sahip bulunduğunu sizlere hatırlatmak isterim.

Tarih sadece geçmiş değil geleceğimizdir. İnceledikçe tüm olayların anahtarının tarihte bulunduğunu Tarihi öğrendikçe geçmişte olabilecekleri okuma özelliğine sahip olacağını hatırlatmak isterim.

Regis Debray bile "Tarih bir önceki perdenin maskesini takarak sahneye çıkar" diye başlayan deyişinde bu gün yaşamakta bulunduğumuz tüm olayların Emperyalist boyutunu dile getirmekte "Aslında geçmişteki sahnelerin değişik maskelerle yeniden bize seyrettirildiğini" söylemektedir.

Sevgili Okurlar,

Biz "Türkiye'nin geleceğini her birisi bilginin çelik zırhlarını kuşanmış Milli Şuur sahibi Türk gençlerinin oluşturmasını istiyoruz" derken bu gençliğin yoğun Tarih bilgisinden ve şuurundan mahrum bulunması düşünülemez.Tarihimizi severek okuyalım Milletimizi tanıyalım yaşanılan olayların arkasındaki asıl sebepleri öğrenelim.

İşte o zaman bu günkü yaşanılan olayların nasıl kurgulandığını da çok daha iyi görürüz Sevgili Okurlar bundan önceki iki gün Türk Adıile ilgili iki bölüm çalışma yayınladık.Bugün üçüncü bölüm çalışmamızı bunun yanında Arap ve Acem kaynaklarına göre Türklerin özelliklerini anlatacağız.

KUTSAL KİTAPLARDA TÜRK ADI

Tevrad’a dayanan rivayetlerde, Türk’ün, Hazreti Nuh’un oğullarından Yafes’in oğlu olarak görülür. Ancak Nuh ile ilgili bu rivayetin Göktürkler tarih sahnesine girdikten sonra ortaya çıktığı anlaşılıyor. Zira eski Tevrad metinlerinde Türk’ün ne şahıs ne de kavim ismi olarak yer almadığı tesbit edilmiştir.

İSLAM KAYNAKLARINDA TÜRK ADI

Arapların Türk ülkelerine yaptığı insafsız ve acımasız ve aynı zamanda kendi üstünlüklerini kabul ettirmek isteyen şovence akınları, soylu Türk aydınlarını daha çok bilinçlendiriyordu. Bu aydın bilim adamlarından birisi olan Kaşgarlı Mahmud “Bize, ad olarak Türk adını ulu Tanrı vermiştir” diyerek Türklerin Allah katındaki önemini işaret etmekte, sahih olduğunu iddia ettiği hadiste “Yüce Tanrı, benim bir ordum vardır, ona Türk adı verdim. Onları doğuda yerleştirdim. Bir ulusa kızarsam, Türkleri o ulus üzerine musallat kılarım” diyor. İşte bu Türkler için bir üstünlüktür. Çünkü, Tanrı onlara ad vermeyi kendi üzerine almıştır. Bununla beraber, Türklerde güzellik, sevimlilik, tatlık, edep büyükleri ağırlamak, sözünü yerine getirmek, sadelik, öğünmemek, yiğitlik, mertlik gibi öğülmeğe değer sayısız iyilikler görülmektedir.” (Bkz. Atalay, Ankara 1939, I, 250 vd.) Diyerek önce Türklerin Yüce Allahın Ordusu olduğu iddiasıyla Türk Milletinin diğer millEtlere olan üstünlüğünü vurgulamakta ve Türk Milletinin üstün vasıfları ilave etmektedir.

KAŞGARLI DA TÜRK ADI

Sevgili Okurlar,

Kaşgarlı Mahmut Türk milletinin yaratılışını Tufan efsanesine bağlıyor: “Türk, Nuh’un oğlunun adıdır. Tanrının, Nuh oğlu Türkün oğullarına verdiği bir addır. Türk sözü, Nuh’un oğlunun adı olduğundan, bir tek kişiyi bildirir. Oğullarının adı olduğundan, “beşer, insanlık” sözü gibi, çokluk ve yığını bildirir. Türkler arasında İslâmiyetin yayılmasına ve Maveraünnehrin kati surette Türkleşmesine hizmet eden Hakaniye devletinin tarihi tetkikten evvel, bu hanedan kurucularının ve devletinin kuvve-i merkeziye ve asliyesin teşkil eden Türk zümresinin kavmi mahiyetini sarahaten anlamak icap eder. Bu devletinin mebadisine ait tarihi tafsilat adeta mefkut olduğu için, bu yolda bir etnolojik tetkike lüzum şüphesiz daha fazladır. H. III-IV. Asırlara ait coğrafi menbaların izahına ve V. Asırdaki Türk zümre lehçeleri hakkındaki tetkikata nazaran, Karahanlılar devletinin kuvve-i asliyesini teşkil edenlerin mutlaka Karluk Türkleri olması icap eder “Türk” adının bir de XI. Asırda Kaşgarlı Mahmud’un zikrettiği bir izah tarzı vardır. Bu ünlü Türk dilcisi, Türk milletine Tanrı tarafından verildiğini belirttiği “Türk” adının “Olgunluk çağı” demek olduğunu ifade etmiştir. Uygur-Türk yazılarında Türk’ün Olgun anlamında kullanıldığını görürüz.

Türk yiğit kızlar: “...Sen sayısız, olgun (Türk), genç (yiğit) kızların, oluşup yaratıldığı (etigin yaratıgın) gibi, olmuş ve yaratılmış görünüyorsunuz!...”

KUTAD KUBİLİG DE TÜRK ADI

“Dünyanın en iyileri, Türk beyleri: “Görü verirsen şimdi, bugünkü Türk beyleri; dünya beyleri içinde, en iyileridir (yigler)!

Türk beylerinin adı ve ünü, belli ve belgeli!: “Türk beylerinin adı, ünü belgeli (belgülüg)! Tonga Alp Er’in ise, kutluğu belgeli!”

“Türk adının tarih sahnesine çıkışı VI. Asırda Gök-Türk devletinin kuruluşuna bağlıdır. Nitekim bu kavmi Çinliler Tu-kiu Bizanslılar da Turkoi adı ile tanıyorlardı ki Orhun kitabelerinin keşfinden önce bu isimlerin “Türk” olduğu anlaşılmıştı.

İslam’dan önce Cahileyye şairleri (A’şa ve Nabiga gibi) ve Hazret-i Peygamberin hadisleri de Türkleri kendi isimleriyle tanınıyor ve kaydediyorlardı. Gök-Türk kağanları tabiiyetlerinde bulunan ve hatta kendi devletlerine karşı isyan eden Oğuz, Türkeş ve Kırgız uluslarını da Türk adı ile zikrediyor ve bunları “kendi Türk milletim idi” (Türküm budunum erti) ifadesi ile gösteriyorlardı.

Bu durum Türk adının sadece Gök-Türk hakanları hanedanın, mensup oldukları bir boya veya devlete ait olmayıp bütün bir millete şamil bulunduğunu ifade eder. Türk adının bu kadar geniş bir mana kazanması onun Gök-Türklerden önce mevcut olduğuna bir delil teşkil eder. Nitekim eski İran ve Arap kaynaklarında Ak-hunlar (Hayatile) de Türk adı altında gösterilmiş; destani Turan isminin Türk’ten geldiği anlaşılmıştır. I. asır Latin müellifi Pompenius Ural (Yayık) ve İtil nehirleri arasında bir Turkae kavminin yaşadığını kaydeder. Hatta meşhur sinoloji âlimi De Groot Hunlardan önce Çin’in Kuzeyinde Tik adlı bir kavmin bulunduğunu ve bu adın da Türk ile ilgili olduğunu ileri sürmüştür.”

GÖKTÜRKLERDE, UYGURLARDA VE DİĞER KAVİM - DEVLETLERDE TÜRK ADI

Sevgili Okurlar,

Türk adının bu derece yaygın ve şümullü manası onun Gök-Türklerden önce mevcut olduğuna delalet eder. Türk Adının etimolojisi de onun eskiliği ile alakalı olsa gerek. Çin kaynakları Türk ismini Gök-Türklere bağlamakta isabet göstermekle beraber onun etimolojisini verirken de o derece masal kabilinden izahlar yapmışlardır.

Filhakika bir rivayete göre Altay dağlarının cenubunda, Avar’lara tabi olarak, yaşayan Gök-Türkler onlara demirden silahlar yapıyorlardı. Yakınında bulundukları dağlardan biri tulgaya benzediği ve Türkçe buna Tu-kiu denildiği için bu millet bu adı almış imiş. W. Thomsen ve G. Nemeth gibi meşhur Türkologlar Uygurca kuvvetli manasında ve sıfat olarak kullanılan Türk veya Türük kelimesinin isim haline gelip Türk milletini ifade ettiği kanaatini ileri sürmüşlerdir.

Halbuki Munkacsi ve Vambery gibi âlimler Türk adının türemek kökünden gelmiş olduğu düşüncesinde idiler. Nitekim nizam, örf ve anane manasında kullanılan türe kelimesi de bu köke bağlıdır.

Bu görüşün isabeti bakımından göçebe Yürük isminin de yürümek kökünden doğduğunu kayda değer buluruz. Bu izah Türk adının türemiş, yaratılmış, yani mahlûk ve insan manasında (türük, türk) olduğunu belirtir.

Bu münasebetle yabancıları barbar sayan eski kavimlerin telakkisine uygun olarak Türklerin de kişi ve insan manasında bu kelimeyi kendilerine tahsis ettiği ve her Türk kavim ve devletine ait isimler üstünde Türk adının bütün Türkleri ifade için kullanıldığı kabule şayan gözükür.

Nitekim “Türk Uygur tili” tabiri de her iki hususu ifade eder. Gök-Türkler ismin başına gök (kök) sıfatını ekleyerek ona semavi ve kendilerine delalet eden bir mana vermiş oluyorlardı.

Türk adının kuvvet manasını kazanması ise Türk milletinin kudreti dolayısı ile asli değil muahhar bir manayı gösterir.

Sevgili Okurlar,

Türk Adı yalnız bütün Türk kavimlerini değil zamanla komşu ve akraba kavimleri de şümulüne alıyordu. Hatta Oğuz destanı ve İslam coğrafyacıları Türklerin hâkimiyetinde yaşayan tüm kavimleri de Türklük camiası içine almışlardı. Araplar önce Amu ve daha sonra da Sır nehri ötesinde yaşayan Tüm Türk boy ve budunları ile Türk asıllı Sogd ve Toharların tamamına birden - Türk dedikleri gibi Türklerin İslamlaşması ile birlikte Türk adı Şamani veya Müslüman olmayan bütün diğer Türklere de tahsis edilmişti. Müslüman Türkler de bu telakkiye uymuş ve nitekim Müslüman Karahanlılar kendilerine Türk ve memleketlerine Türkistan adını verdikleri halde cihad yaptıkları ırkdaşları Uygurları, kendilerinden ayırmak için, “Türk”veya“Kafir Türk” ve kendilerini de “Müslüman” İsmi ile gösteriyorlardı. Bu münasebetle Arapların ilk defa İranlılara verdikleri Acem (Yabancı) adını sonraları bütün Arap olmayan kavimler için kullandıklarını hatırlatmak yerinde olur. Bu sebepledir ki Harizmşah Alaeddin Muhammed, askerleri ve teb’ası arasında henüz çok miktarda Şamani, Kıpçak ve Kanglı ulusları yaşadığı halde, gayrimüslim Türkleri, hatta Karahıtay ve Moğolları “Türk” ve hükümdarlarını da “Türk hanı” sayıyor; kendisine de “Padişah-i Acem” ve “İskender-i sani” unvanlarını veriyordu. Türkiye Selçukluları sultanı Alaeddin Keykubad’ın denizaşırı Kırım ve Kıpçak seferi münasebeti ile de Şamani Kıpçaklar “Türk” adı ile gösterilirken kendileri de “İslam” umumi ad veya sıfatı ile anılıyordu. Selçuklu ve Osmanlılar Oğuz han veya Afrasyab soyuna mensup olmakla, Türklük şuuru ve gururuna bağlı bulunmakla beraber “Türk” adını “Eskiden Şamani olan uruğdaşlarına, sonra da İslam kültürü zayıf bulunan göçebelere ve köylülere” tahsis ediyorlardı.

Bununla beraber göçebe ve köylüler dışında Türk adını asil, doğru ve kendilerini gayrimüslim Türklerden ayırmak endişesinden ileri geliyor; ve Türk adı da daha ziyade bu gibi ahvalde meydana çıkıyordu.

İlk Osmanlı kaynakları derin bir İslam mefkûresine rağmen daima ve gururla kendilerini Türk adı da daha ziyade bu gibi ahvalde meydana çıkıyordu. İlk Osmanlı kaynakları derin bir İslam mefkûresine rağmen daima ve gururla kendilerini Türk adı ile adlandırıyorlardı.

Nitekim Bizanslılar ve Avrupalılar da Selçukluları ve Osmanlıları, umumiyetle, Türk adı ile anıyor ve hanedan veya devlet isimlerine pek az yer veriyorlardı. “Mevlana Celaleddin Rumi”, Anadolu’da Selçuklu-İlhanlı devlet nizamının müdafi olarak, “Türk”adını “yağmacı” manasında kullanıyordu.

Prof. Dr. Bahaeddin Ögel’in Türk Adı başlığı altında yaptığı açıklamaları Türk Tarihinin ilk dönemlerini ve Bilim adamlarımızın Türk tanımlamasıyla birlikte değerlendirmeniz bakımından aktarıyoruz.

Göktürk çağında Türk adı, yalnızca Türk kavmini adı olarak değil; daha çok Türk devletini karşılayan geniş bir deyim olarak söylenmişti. 585 yılında ünlü Göktürk kağanı İşbara ya Çin İmparatoru tarafından yazılan mektupta “Büyük Türk Kağanı” diye söze başlanıyordu.

Artık bu çağlarda Çinliler de Türklerin büyüklüklerini kabul etmişlerdi. İşbara Kağan ise, Çin İmparatoruna verdiği cevapta, “Türk devletinin Tanrı tarafından kuruluşundan bu yana elli yıl geçti”, diyordu. Çin grameri bakımından, bu her iki belgede de Türk sözü, bir kavim grameri bakımından, bu her iki belgede de Türk sözü, bir kavim adı değil; ancak “Türk devleti” olarak anlaşılabilirdi.

Bu görüş, kesindir. Ancak bu mektuplardan 150 yıl kadar sonra yazılmış olan Göktürk yazıtlarında ise, “Türk” sözünün bir kavim için mi; yoksa devlet adı olarak mı söylendiği, açık olarak anlaşılamıyordu. “Türk töresi, Türk Kağan, Türk Bilge Kağan, Türk ili, Türk beyleri ve budunu, Türk Sir budunu, Türk Tanrısı, Türk yeri, Türk ıduk yeri subı, -(yani Türkün mukaddes yer ve suları)-, Türk adı” gibi sözler de, Göktürk yazıtlarında geçmektedir.

Bunlar, yalnızca devleti kuran küçük bir Türk kesimi için söylenmiş sözler olarak görünmüyorlardı. Bunlar büyük bir devlet, Göktürk imparatorluğu için söylenmiş tanıklar olsa gerekti. Ayrıca “kutlu devlet; kutlu toprak ve kutlu bir halk”, Türk devlet anlayışının temelini meydana getiren üç şey idiler.

Biz böyle bir sonuca, ancak bütün bilgileri istatistik bir metotla incelendikten sonra varabiliyoruz. Zaman zaman Çin tarihlerinde, Türk kağanları ile Göktürklere bağlı Tarduş’lar gibi büyük Türk kavimleri de “Türk Tarduş” diye, “Türk” devletini adı ile tanıtılıyordu.

Şehirli Uygurlarda, devlet ve millet anlayışı, artık oldukça zayıflamış ve gevşemişti. Türk adı onlarda çoğu zaman yalnızca “erk”, yani “güç ve kuvvet” sözü ile birlikte geçmeğe başlamıştı: “Erk, Türkleriniz” veya “Erkler, Türkler” gibi...

Uygurlara göre “erkler ve Türkler”, halk içinde okumuş, yükselmiş, güçlü kimseler demekti. Ayrıca Türk sözü, “erk” yani “güç” lü karşılığı olarak da, söylenmiş olabilirdi.

Ancak bir gerçek varsa, bu çağda da, Türk sözünün, “güç, kudret” manasında söylenmiş olması idi. Güçlü kimseler de bu anlayışın içinde kalıyorlardı.

“Olgunluk”da bir “Türklük” idi. Olgunlaşmış gençler itçin, “Türk yiğit” veya “Türk kızlar”, gibi sözler söyleniyordu. Uygurların bu anlayışı Kaşgarlı Mahmud çağında da devam etmişti.

TÜRK’ÜN TEMEL ÖZELLİKLERİ

Sevgili Okurlar,

İlk bakışta etkili olan fizikî Özelliklerinin yanında, dışarıdan görülmeyen, fakat onu Türk yapan özellikleri vardır. Bu türden özellikleri, Türk’ü yakından tanıdıktan sonra herkes kabul ve teslim edecektir.

Arap müellifi Cahiz’den (ö. 869) itibaren, Türk’e verilen ve yüklenilen özelliklerin başlıcaları şunlardır:

Türk, edepli, terbiyeli, akıllı ve temiz kalplidir, azimlidir; hoşgörülüdür; tedbir sahibidir.

Türk yerini, yurdunu çok sever. Ondan ayrı düştüğünde orasını her zaman özler.

Türk, sağlam yapılıdır, cesurdur, kahramandır, iyi savaşır. Türk ancak korkulması gerekenden korkar.

Türkler iyi savaşçı oluşları sebebiyle, bütün Orta Çağlar boyunca, dünyanın da en seçkin askerlerinden sayılmışlardır.

Türk temiz kalplidir, açık sözlü ve açık yüreklidir. Onun bazen “saf’ ve “sade-dü” olarak ifade edilen bu güzel özelliği, zamanla yadırganacak, adeta ‘alımak’ gibi bir anlama, kadar gidecektir.

Türk namusludur, güvenilir insandır.

Türk, teşkilatçıdır, dolayısıyla itaatin, emir-komutanın ne olduğunu bilir. O yalnız olduğunda iyi bir önder olduğu halde, başında kendisinden daha üstün yetenekli birisi olduğunda ona severek itaat eder.

Türk zayıf ve acizleri korur; savaş zamanlarında korkunç bir muharip görünümünde ise de o barış zamanlarında en sakin insandır. Bu zamanlarda gelene gidene yemek yedirir-içirir, yardım eder.

Türk tabiatın içinden geldiğinden, küçük yaşlarından itibaren hayat kavgasına alışmıştır. Hayatın ve yaşamanın zorluklarını bilir ve onları çözmeye yatkındır.

Cahiz’in dediğine göre “Türk, eli kolu bağlı olarak bir kuyuya atılsa, mutlaka bir çaresini bulup kurtulur”. Belki bu sebepten daha doğuştan iyi mücadeleci ve kavgacıdır.

Türk gerçi kimi zaman rahata kavuşunca gevşer, hatta bazen komşularının etkisinde kalır. Ama çok geçmeden kendi özelliklerine dönmesini bilir.

Türk, çoğunlukla et yemekle birlikte sağlık bakımından bunu dengelemesini bilmiştir.

Türk, tabiata karşı çok tahammüllüdür. Hayatın güçlüklerini güler yüzle karşılar. Türk atı da aynı zamanda çok tahammüllüdür.

Türk, hem çoban, hem seyis, hem cambaz, hem bir baytar hem bir süvaridir. Cahiz’in dediği gibi “hulasa Türk başlı başına bir milletdir”.

Türkler, dünya coğrafyasında sayıca çok kalabalık bir millet olmamakla birlikte, komşularına göre üstün Özellikleri sebebiyle Cihan tarihinde seçkin ve çok Önemli bir yer tutmuşlardır. Bunun belli başları sebeplerini de şöyle sıralayabiliriz:

Türk, teşkilatçıdır; teşkilatçı özelliği onun sadece halkını değil, özellikle silahlı kuvvetlerini seçkin bir hale sokar.

Türk, durmak nedir bilmez; o her zaman çalışır. Hepsinden önemlisi durmaksızın kendisini aşmak ve yenilemek ister. Türk, “sade” insandır: O kısa ve öz konuşur; uzun ve boş sözlerden nefret eder. Bu sebeple “sadelik, açık ve yalın” olmak onun en belirgin vasıflarındandır.

Türk, ata erken zamanlarda sahip olduğundan, atın sürati ve hareketli oluşu sebebiyle komşularına büyük üstünlük sağlamıştır. Bu sebeple olsa gerek Cahiz şöyle diyordu:

“Türk’ün ömrünün at üzerinde geçen günlerinin, yer üzerinde oturarak geçirdiği günlerden daha çok olduğunu görürsün”. Türk, bir maden olarak “demiri erken bir zamanda bilmiş, demiri çelik haline sokarak güçlü silahlara sahip olmuştur. Böylesine üstün silahları ve yukarıda sözünü ettiğimiz “at”ı ile komşularına karşı başarılı olmuştur.

Türk böylece kendisine mahsus özellikleriyle, dünya üzerinde ve komşuları arasında seçkin bir yere sahip olmuştur, Türk ile ilgili olarak Afrasiyab’dan (yani Alp Er Tunga) nakledilen bir söz varmış: “Türk, sedef içinde deryada bulunan bir inci gibidir. Kendi yerinde (yurdunda) bulunduğu zaman kadir ve kıymeti bilinmez. Lakin oradan çıkınca, denizden ve sedeften çıkmış bir inci gibi kıymetlenir”

Yukarda Türk ile ilgili ilk bilgileri verdiğimiz sırada. Türk’ün bazı temel özelliklere sahip olduğunu belirtmiş, bunun oluşmasında coğrafyanın, iklimin ve hat a hayat tarzının belirleyici özelliklerine temas etmiş idik. Türk’ü belirleyen özerklerde coğrafyanın, yani Türk’ün yaşadığı yerin etkili olduğunu VIII yüzyıl insanı Cahiz başta olmak üzere pek çok gözlemci (Reşideddin gibi) dikkat etmişlerdir. Hatta Cahiz, Türk’ün sonradan geldiği Ön Asya’daki yerlerde de etkisini gösterir.

Bu sebepledir ki Türk’ün Yurdu’nu, yani Türklerin asıl hayat sahalarım kısaca belirlemek gerekir.

Değerli Arkadaşlarım,

Türk Tarihinin az bilinenlerini anlatmaya devam edeceğiz

Sevgiler saygılar 13 MAYIS 2016

TANER ÜNAL



"TÜRK ADI" KONUSUNDA EN KAPSAMLI ÇALIŞMAYI SUNUYORUZ (2)

Eski̇ Çağ Da Türkleri̇n komşulari olan Çi̇nli̇ler, Hi̇ntli̇ler, Mezopotamyalilar, Anadolu Kavi̇mleri̇, Misirlilar veya Bi̇zanslilar "Turukku", "Ti̇k", "Trüsk" Veya "Turuşka" derken aslinda kendi̇ di̇lleri̇ni̇n yapisina ve yazma di̇li̇ne uygun olarak “Türk” di̇yorlardi.
Türkler i̇le münasebette bulunan tüm kavi̇m veya devletler türkler i̇çi̇n hanedan veya devlet adini i̇fade etti̇kten sonra soylarini i̇fade i̇çi̇nse  Türk” manasina veya kullandiklari di̇l yapisina ve söyleni̇ş tarzina uygun gelen sözler “Türk” adina uyacak adlar İle hi̇tap edi̇yorlardi. 
Bi̇zans kaynaklarinda açikça beli̇rti̇ldi̇ği̇ üzere, Basir’lar (Vi. Asir), Hazarlar (Ix. Asir), Macarlar (Ix-Xi. Asir), Selçuklular, Misir Türk Kölemen Devleti̇, Osmanlilar ayni zamanda “Türk” adı İle zi̇kredi̇lmi̇şlerdi̇r.


"TÜRK ADI BÖLÜM-2"

"TÜRK ADI" KONUSUNDA EN KAPSAMLI ÇALIŞMAYI SUNUYORUZ FRANSIZLARIN “FORT COMME UN TURC” (“TÜRK GİBİ KUVVETLİ”) ATASÖZÜNDE OLDUĞU GİBİ (FARSÇADA “TÜRK”, “GÜZEL” ANLAMINDA SIFAT OLARAK KULLANILIR.


PERSLER M.Ö. 4. ASIRDA , İRAN'IN KUZEYİ SAHALARINDAKİ “ALTAYLI” KAVİMLERE “TÜRK” DEMİŞLERDİR.

BİZANS KAYNAKLARINDA AÇIKÇA BELİRTİLDİĞİ ÜZERE, BASIR’LAR (VI. ASIR), HAZARLAR (IX. ASIR), MACARLAR (IX-XI. ASIR), SELÇUKLULAR, MISIR TÜRK KÖLEMEN DEVLETİ, OSMANLILAR AYNI ZAMANDA “TÜRK” ADI İLE ZİKREDİLMİŞLERDİR.

TÜRK DEVLETİNİN UÇSUZ BUCAKSIZ TOPRAKLARDA BULUNMASI BİRÇOK TÜRK BOYUNUN BİRBİRİ İLE İLİŞKİLERİNİN BULUNMASI ÇİN MÜVERRİHLERİNİN ORTA ASYA’DAKİ TÜRK KAVİMLERİNİN HEPSİNE “KAOÇİ”, YANİ “YÜKSEK ARABALILAR” DEMELERİNE SEBEP OLMUŞTUR.

GÖKTÜRK ÇAĞINA YAKLAŞTIKÇA DA ONLARI, “TİELE” GİBİ, YENİ BİR AD İLE ADLANDIRMIŞLARDIR. BU YENİ ADIN ÇİN TARİHLERİNDE ÇEŞİTLİ YAZILIŞLARI VARDI. ÇİNCE TİELE SÖZÜNÜN, TÜRK SÖZÜ OLDUĞUNDA, BÜTÜN JAPONLAR BİRLEŞMİŞLERDİR.

ÇİN KAYITLARINDA M.Ö. 1100’LERDEN İTİBAREN VE ÖZELLİKLE M.Ö. 1328’DE KUZEYLİ KAVİMLER ARASINDA GÖSTERİLEN TU-KUE, “TİK” VE “TİLERİN DE “TÜRK” OLARAK OKUNABİLECEĞİ GİBİ İLERİKİ YILLARDA BAHSETTİKLERİ TU-ÇÜELERİ "TÜRK"LERİ İFADE ETTİĞİ GÖRÜLMEKTEDİR.

İLK TÜRKLERDE DEĞİL, HAZAR DENİZİ CİVARINDAN ORTA DOĞU’YA, YAKIN DOĞU’YA VE AKDENİZ’İN İKİ KIYISINA, AYRICA HİNDİSTAN VE TANRIDAĞ BÖLGELERİNE DE YAYILAN ÖN-TÜRKLERDE BİLE SIK SIK RASTLANIYOR. “TÜRÜK”, “TÖRÜK” GİBİ ŞEKİLLERİ DE VAR.


M.Ö.3000'LERDE TÜRK’LER EGE KIYILARINA KADAR GÖÇÜP, ORADA DENİZCİ BİR TOPLUM HALİNE GELEREK AKDENİZ’E İYİCE AÇILMIŞLAR.

MISIRLILAR ONLARDAN TARİHLERİNDE, “TU-RUŞKA DENİZ SAVAŞÇILARI” DİYE BAHSETMİŞLERDİR.

HİNTLİLER BUGÜN BİLE TÜRKLERE “TU-RUŞK” VE “TURUHKA” DEDİKLERİNE GÖRE MISIRLILARIN M.Ö. 1400’LERDE KULLANDIKLARI “TURUŞKA” ADININ “TÜRK” KELİMESİNİN BİR ŞEKLİ OLDUĞUNU KABUL EDEBİLİRİZ.

TÜRŞKA’KALARIN BİR BAŞKA GÖÇÜ İTALYA’NIN KUZEY-BATI BÖLGESİNE YERLEŞEN VE M.Ö. 800’LERDE ÜNLERİ İYİCE PARLAYACAK OLAN “ETRÜSKLERDİR.

SONRADAN ROMALILARIN TAKTIKLARI, KELİME BAŞI HARFLERİNİ ATARSAK, “(E)TRÜSK” KAVİM ADIYLA VE SOYKÜTÜKLERİ OLAN (RASENA-ASENA) BOZKURT TOTEMİYLE KARŞI KARŞIYA KALIRIZ.

GÖRÜLÜYOR Kİ GÖKTÜRK DEVLETİNİN KURULUŞUNA KADAR ÇİN SINIRINDAN VOLGA KIYILARINA KADAR UZAYAN VE TEK BİR AD İLE ADLANDIRILAN BOY BUDUN KAVİM VEYA DEVLET HALİNDE YAŞAYAN ZAMAN ZAMAN BİRBİRİYLE DE SAVAŞAN BÜYÜK BİR TÜRK KAVİMLER BİRLİĞİ BULUNMAKTAYDI.

TÜRKLER İLE MÜNASEBETTE BULUNAN TÜM KAVİM VEYA DEVLETLER TÜRKLER İÇİN HANEDAN VEYA DEVLET ADINI İFADE ETTİKTEN SONRA SOYLARINI İFADE İÇİNSE “TÜRK” MANASINA VEYA KULLANDIKLARI DİL YAPISINA VE SÖYLENİŞ TARZINA UYGUN GELEN SÖZLER “TÜRK” ADINA UYACAK ADLAR İLE HİTAP EDİYORLARDI.

TURUKKU, TİK, TRÜSK VEYA TURUŞKA DERKEN KENDİ DİLLERİNİN YAPISINA UYGUN OLARAK “TÜRK” DİYORLARDI.


TÜRK ADI

BÖLÜM-2-

Sevgili Okurlar,

“Türk” adının Türk soyundan gelen kavimlerin hepsine şamil milli bir isim olarak yayılmasını W. Barthold Müslümanların eseri saymaktadır:

“Araplar birçok kavimlerin, VII.-VIII. Asırlarda muharebeler yaptıkları Türklerle aynı dili konuştuklarını görerek, bunların hepsine “Türk” demişler, İslamiyeti kabul eden Türkler de gittikçe bu adı benimsemişlerdir.

Barthold bu görüşüne, “Türk” adının islamiyet hudutları dışında pek intişar etmediğini, mesela ne Rusların, ne de Batı Avrupalılarının Peçeneklere veya Kuman’lara “Türk” demediklerini ve İslamiyeti kabul eden Türklerin hepsini de kendi dillerine “Türkçe” demediklerini de ilave eder. Halbuki “Türk” adının tahminden ve Barthold tarafından zikredilen hususların gerektirdiği genişlikten çok daha yaygın olduğu muhakkaktır. Bazen Gök-Türklerden önceki devirlere giden bu yaygınlıkta Türklerin İslamiyeti kabul etmeleri keyfiyetinin tesiri olmayacağı aşikârdır.

M.Ö. 400'lerde İran'ın kuzeyi sahalarındaki “Altaylı” kavimlere İranlıların Genel olarak “Türk” demeleri dışında, Bizans kaynaklarında sarahatle belirtildiği üzere, Basır’lar (VI. Asır), Hazarlar (IX. Asır), Macarlar (IX-XI. Asır), Selçuklular, Mısır Türk kölemen devleti, Osmanlılar aynı zamanda “Türk” adı ile zikredilmişlerdir.

Hatta coğrafi terim olarak “Türkiye” (Turkia) adı da Orta çağlarda çok geniş sahaları göstermekte idi. VI. Yüzyılda Orta Asya için kullanılan Türkiye tabiri, IX-X. Asırlarda Volga’dan Orta Avrupaya kadar uzanan Hazar e Macar ülkeleri için kullanılmış (Doğu Türkiye=Hazar memleketi; Batı Türkiye=Macaristan), XII. yüzyıldan itibaren de Anadolu’nun adı olmuştur. Mısır Kölemen devleti toprakları da Türkiye diye anılıyordu.

Sevgili Okurlar,

İran rivayetleri arasında da Türk’den söz geçer. Nuh devrine rastlayan Camşid’den sonra gelen hükümdar Faridun, ülkesini 3 oğlu Salm, Iraç, ve Tuvaç arasında taksim eder.

Türk-Çin ülkeleri Tuvaç’a (veya turaç’a) düşer. Iraç’ın oğlu Minuçir, Türk ülkesine yürür ve Turaç neslinden Afrasyab ile çarpışır. Çetin savaşlardan sonra, iki ülkenin hududu ok atmak suretiyle tesbit edilir.

Bu şekilde Balh nehri (Ceyhun = Amuderya) hudud olur. Bundan sonra İran rivayetleri Türk ülkesinden “turan” Fars ülkesinden de “İran” tabirleri ile bahseder. Afrasyab’ın Türkçe’deki ismi tunga Alp Er’dir.

Batı Türkistan’dan en kuzeylere kadar bütün Ortaasya kavimleri, Arap ve İran kaynaklarında Türk adı ile anılmışlardır.

Bu kaynaklara göre, Ak-Hunlar da, Türk idiler. Bunda, İran destanlarında geçen, Turan adının da katkısı vardı. Hatta Türkler hakkında yazılmış olan Arap düşünürü Cahiz, “Horasan dili ile Türkçe veya Türklerin dili arasındaki ayrılık Mekke ve Medine ağızları arasındaki ayrılık gibidir!”, diyordu.

Barthold, Türk kavim adının bu çağda, çok geniş tutulduğu görüşündedir.

Turan deyimi de, Türk adından geliyordu. “Turan” ve “Türk” kelimelerinin kökü “tur” (Tür”) kelimesidir. “Tur + an” bu kelimenin İran’ca, “Tur+k” ise onun Yafethi lisanlarınca ve Fin-Ogur lisanlarından Macarca cem sigalarından ibaret olması muhtemeldir.

“Tuz” kelimesi “Tur” kelimesinin Z ile konuşulan şekil ise kelime teşekkül ve intizam manasına olup İran destanlarında Türklerin ceddi olarak gösterilen “Tuz” da aslında da aslında “Türk” kelimesi ile bir olabilir. M.S. Altıncı Yüzyılda ana dili Türkçe olan bütün boyların her biri değişik bir isimle anılmakla birlikte, bunların hepsine birden “Türk” denilmeye başlanmıştır.

Sevgili Okurlar,

En eski atalarımız aynı dili konuşmaları sayesinde bir tek millet olduklarını anlamışlar ve Türk dili onların birlik sağlamalarında başlıca rolü oynamıştır.

Bugün biz de Türkçemiz sayesinde hepimizin aynı milletin çocukları, yani kardeş olduğumuzu anlıyoruz. Ünlü Macar Türkolog Prof. Dr. Laszla Rasonyi şöyle diyor:” Türk adı menşeinin araştırılması, dikkatimizi, Türk oymak ve has adları konusuna çevirir. Buna pek çok önemli soru bağlıdır; eski Türk isimleri, dağınık Türk dili yadigârları sayıldıkları için, bunların da incelenmesi dil bilginlerini ilgilendirir. Yerleşme tarihi ile uğraşan tarihçiler için de gereklidir.

Çünkü binlerce yıl boyunca, Hoang-ho yanındaki Salar (Singhoa-ting) şehrinden Viyana’ya kadar uzanan sahada sayısız Türk oymak veya has ismi geçer.

Bu ise, sözü geçen geniş alanda Türklerin yaşadığını veya buralarda Türk tesiri bulunduğunu ispat eder. Bunlar ister Abbasi halifelerinin veya Çin hükümdarlarının kumandanlarının veyahut ta Rumen boylarının, Rus Kazaklarının adı olsun bu adların hepsi Türklükle ilgilidir.”

Türk özel isimlerine ait pek zengin kaynaklar olmasına rağmen, bununla şimdiye kadar yeter derecede uğraşan yoktu. Halbuki, yerleşme bölgeleri olan köylere, diğer dillerde olduğu gibi, bunların yanında akan ırmaklara, çevresindeki dağlara, o bölgeye has ağaç ve hayvanlara, jeolojik teşekküllere verilen adlara veya vaktiyle orada yaşayan ulus, oymak veyahut şahsa nispetle adlandırılmış olabilirler.

Bilhassa bu sonuncusu (şahıs adları) önemlidir. Mesela: En eski Türk oymak asıllı Macar köy adları arasında: "Ker (Ker, pek büyük), Kesi (kesek, parça) bu cümledendirler. XVIII. Yüzyılın sonlarında doğuyu dolaşan Georgi Başkurtların köylerine “Çağdaş aksakallar” adının verildiğini söyler.

Olmak veya şahıs adlarından iyelik eki kullanmadan meydana gelmiş köy adları bütün Türk dilleri alanında sınırsızdır. Hatta bugün yalnız Slavca yahut Rumence konuşulan yerlerde bile buna rastlanılır.

Türk dil alanında (Tıpkı Macarca’da olduğu gibi) bir yerin ilk sahibi olan şahsın adı, eksiz olarak köy adı yerinde kullanılır.

Slavca bu adın sonuna –ovo-, -sk v.b. ekler gelir. Mesela Bulgarca Selçikovo, Rusça, Abaşovo, Alatınsk, Akmolinsk, Tarkanovo v.b. Rumencede –eni, eşti ekleri gelir.

Buna örnek olarak Belçireşti, Comandareşti, Tanguzeni v.b. zikredilebilir.

Irmak adları da birkaç bölüme ayrılır. Küçük ırmak adları köy veya şahıs isimlerine izafe suretiyle verilmiş olabilir.

Renk adlarını taşıyan ırmaklara Balkanlardan Çin sınırına kadar rastlanır. Mesela: Karasu Bozyılga, Yeşilüğüz (öz), nehir kıyısı bitkilerine izafe suretiyle Taldısu (söğütlü), Boraşo v.b. Dağ adlarında da durum aynıdır: Bozçuk, Kögmen (gök rengi) gibi.

Daha öz önemli yer, ırmak, tepe ve geçit gruplarında çevre ile ilgili olarak çobanların, kervancıların yeknesak hayatında vukua gelen bir değişiklik veya hadiseye nispetle adlandırılmış olabilirler.

Mesela: Doğu Türkistan’da İştan astı (içdonu astı), Türkistan’da Barsa-Kilmez (varsa gelmez), Anadolu’da Gelin uçtu kayası gibi.

Diğer Türk has isimlerinde kişi ve cemiyet adlarını, başka bir ifade ile has isimler ile oymak ve ulus adlarını ayırabiliriz.

Türk has isimlerinin alınışı tek bir hadise olmayıp, kavim adlarında olduğu gibi bir düzene bağlıdır.

İptidai derecesinde diğer kavim ailelerinde ad verme, ad gelişmesinde bağlı olduğu psikolojik zeminin tesiri altındadır. Bunları inceler ve eski Türk kaynaklarındaki adlarla mukayeselerimizi yaparsak dikkate yaşan benzerliklerin bulunduğunu görürüz.

Sevgili Okurlar,

Türk Devletinin uçsuz Bucaksız topraklarda bulunması birçok Türk boyunun birbiri ile ilişkilerinin bulunması Çin müverrihlerinin Orta Asya’daki Türk kavimlerinin hepsine “Kaoçi”, yani “Yüksek arabalılar” demelerine sebep olmuştur.

Göktürk çağına yaklaştıkça da onları, “Tiele” gibi, yeni bir ad ile adlandırmışlardır. Bu yeni adın Çin tarihlerinde çeşitli yazılışları vardı. Çince Tiele sözünün, Türk sözü olduğunda, bütün Japonlar birleşmişlerdir. Bu görüşlerin, gerçekle ilgileri de yok değildi. V. Yüzyılda Çinliler, Volga kıyılarından Çin sınırlarına kadar uzayan, bütün Türk kavimlerini, artı bu adla adlandırıyorlardı.

Türk adını kullanan ilk devletin M.S. 6,YY’da kurulan Göktürk devleti olduğu varsayılıyor. Bunun sebebi Göktürk yazıtlarında olduğu gibi elimizde yazılı kaynaklarımızın olmamasıdır.

Hâlbuki “TÜRK” adı Çinli’ler in “T’ukü-e” (Tukyu) şeklinde yazmaları okunup da, ardından Orhun yazıtlarının çözülmesiyle, asıl adın “Kök-Tü-rük” (Göktürk) olduğu ortaya çıkmıştır.

Sevgili Okurlar,

Eski Çin tarihleri Türk hükümdarlarının ve devletlerinin adlarını hep Çince yazdıkları için, bu isimlerin asıl Türkçe’deki karşılıklarını iyice bilmiyoruz.

Ancak, “Türk” kelimesinin çekirdeğini oluşturan “T+R”, bazen de “T+R+K” (veya sadece “T+K”) sesinin daha eski kayıtlarda keşfedilmesi bu adın 6. yüzyıl¬dan önce de kullanılmakta olduğunu gösteriyor.

Çin’e girip, Çinlileri M. Ö. 1100’den 400’lere kadar yöne¬ten Türk kökenli Çu/Su/Çeu sülalesinin yıllığında ve Hintli Aryen’lerin “Avesta” destanlarında “T+R”li kavim adları vardır.

Çin kayıtlarında M.Ö. 1100’lerden itibaren ve özellikle M.Ö. 1328’de kuzeyli kavimler arasında gösterilen Tu-Kue, “Tik” ve “Tilerin de “Türk”-Tu-çüeleri ifade ediyor olabilir.

Sinolog L. K. Katona’nın 1966’da Sinologlarm Uluslararası Kongresinde verdiği bir tebliğde, Çin alfabesineki “r” harfinin eksikliğini bir ke¬re daha -örnekleriyle- kanıtlamıştır. “T” ile başlayan çeşitli “kuzey boylarının”, sonunda hangi ekler gelirse gelsin, “T+r” şeklinde okunması doğrulanmış oluyor. “Ti” ve Tik’in bir başka şekli de Çin arşivlerinin Toba (Topa)lardan sözeden kısmında Tu-Ku oymağının ve Hyung-nu hanedanının Tu-Ko menşeinin “r” ile okununca “Turka” adı ortaya çıkıyor.

Çin yıllıklarında M.Ö. 2. bin ortalarından itibaren göründüğü söylenen bir çok kavminin adının, telaffuz bakımından “Türk”e yakınlığı sebebi ile, “Türk” kelimesinin Çincedeki ilk şekli olduğu ileri sürülmüştür Burada Tik’ler Asya Hunları ile bir sayılmış daha doğrusu, Tik=Türk ayniliği üzerinde durulmuştur.

Truvalılarda “Tenkriler” boy ismine rastlanıyor. Truva’da İlk tabakalarda¬ki halkın Türklerle akraba (Pelaj’lar) tahmin ediliyor. Doğrudan doğruya Pelaj-larda da “Turdum” şeklinde bir isme rastlıyoruz.

Bu kadar farklı yazılışı ve söylenişi olan Türk adının aslî şekli ne olabilir? Prof. Z. V. Togan’ın görüşü, kök kelimenin “TUR” veya “TÜR” olduğudur.13 Bunu “TURAN” kelimesinde görüyoruz.

İranlılar (Persler, Medler Türklere “Turanî” derlerdi.14 “TUR” ismine eklenen “an” eki tartışmalıdır, İlk ak¬la gelen, “ülke” anlamıdır.

Bugün de “Ir+an, Afganist+an, Hindist+an, Özbe-kist+an, Türkist+an” şekli, ülke anlamlı olarak kullanılıyor. O zaman “Turan”, “Tur’ların ülkesi” demek oluyor.

Ancak, bir başka yoruma göre, farsça’da ve Ma-carca’da “an”, çoğul eki olarak da kullanılıyor. Bunu kabul edersek, “Turan”= “Turlar”- yani millet adı oluyor.

Eğer “Tur” yerine “Tür” şeklini alırsak, Hint-Avesta efsanesi dilinde “ik”in veya sadece “K”nın o çağlarda yaygın olarak çoğul ifade ettiğini, böylece ismin “Türk=Tür’ler” olduğu sonucuna varırız. Az sonra da göreceğimiz gibi, millet adlaRI çok kere “türemek”ten ve “insandan olma” şeklinden oluştuğuna göre bu yazılış ve söyleniş kuvvetli bir ihtimaldir.

Sevgili Okurlar,

M.S. 420 ve 515 tarihli İran metinlerinde (ayrıca, 580 lerin Bizans kaynaklarında) artık şimdiki şekliyle “Türk” adı geçiyor Oğuz Kağan destanı da, Hun çağım anlattığına göre, Kağan’ın tahtının yanıbaşında bulunan bilge “Uluğ Türk”ten sözeder.

Artık “TÜRK” adı, şimdiki şekliyle yaygınca kullanılmaya başlamıştır. “Türk” adının Türkler tarafından resmi devlet adı olarak İlk kullanılışı ise “Kök-Türük” şekliyle, 552 yılında ve Göktürklerce olmuştur (Doerfer) Türk adı, önce bu iktidarın tekelinde olarak başlamışsa da, daha sonra Göktürk kağanlarının bir araya getir¬dikleri bütün Türkçe konuşan topluluklara (“Oğuz, Dokuz Oğuz, Kıpçak, Karluk, Kırgız, Türgiş, Töles, Tarduş, Basını], Bayırku, Kurukan, Toğra gibi boyla¬ra) da teşmil edip hepsine birden “Türk Budun” (Türk Milleti) adını verdiler. “Türk” adı zamanla bütün Türk soyundan olanların ortak adı olmuş, milli ad ha¬line gelmiştir.

Göktürk iktidarının çöküşünden sora, çeşitli Türk devletleri, hatta halkları başka adlarla (kabile, klan veya hanedan adlarıyla) bilinmişlerse de, Osmanlılar dâhil, Türkler, Türklerce de, yabancılarca da daima “Türk” olarak anılmışlardır sadece Ruslar, “Altınordu” iktidarından sonra, Rusya’daki bütün Türklere “Tatar” demeye başlamış, yakın zamanlarda ise bu adı sırf Kırım, Kazan ve Sibirya Tatarlarına hasretmişlerdir.

Türk’ün İlk doğuşundan beri demek ki, “T+R/T+R+K” sesli bir ad, çok temel bir soy-ırk adı olarak vardı ve 6. yüzyılda da artık devlet ve millet adı haline de gelmişti.

Kökü TUR veya TÜR olan bu isim, yalnız Altaylardaki ve bozkırlardaki İlk Türklerde değil, Hazar denizi civarından Orta Doğu’ya, Yakın Doğu’ya ve Akdeniz’in iki kıyısına, ayrıca Hindistan ve Tanrıdağ bölgelerine de yayılan Ön-Türklerde bile sık sık rastlanıyor.

“Türük”, “Törük” gibi şekilleri de var.17 Türk Toplumu tarih boyunca başka isimlerle anılmış olmalarına rağmen, temelde hep¬sinin soy adı olarak “TÜR” “TUR” veya “TÜRK” kelimemin bulunduğunu yukar¬da gördük. Şimdi bu adın anlamına bakalım. Burada da karanlık hüküm sürüyor. Dilciler bir birinden ayrı tezler ileri sürüyorlar.

Sosyal bilimler açısından en güvenilir olanı, “TÜR” kökünden, “türemiş”, yani “cins-ırk”, “insan”, “yaratık” şeklindeki izahtır. Sosyal antropologlar, dünyada her toplumun kendine İlk yakıştırdığı ad “insan” olduğunu ispatlamışlardır, Tür-Türük-türemiş, yürümek’ten Yürü-Yürük gibi çekimler almıştır demişlerdir:

Sevgili Okurlar,

İskit” kavimlerinden Tyrkae (Jyrkae)i Türk olduğu üzerinde durulmuş, Thrak adı “Türk” olarak değerlendirilmiş, Hind kaynaklarındaki Turukha veya Türüşka (yahut Turuşka) adını “Türk” ile birleştirilmiş, Ön Asya çivi yazılı metinlerde ülke adı olarak görülen Tourki kelimesi ile ve Asurca çivi yazılı vesikalardaki Turukku okunabilen kavim adı ile “Türk” sözünün münasebeti zaman zaman Hamit Zübeyir Koşay, Zeki Velidi Togan, Hüseyin Namık Orkun gibi tarihçilerimiz tarafından dile getirilmiştir.

Türk sözü Uygurca eski metinlerde kuvvet anlamında, cins ismi olarak ta geçmektedir. Eski Türk oymak ve kişi adları arasında bu anlama gelen pek çok söz bulunur.

Bu nazariyenin aksi de düşünülebi¬lir; Türkler “Türk” adıyla tanındıktan sonra, güçlü kuvvetli oluşları yüzünden ismi hasları, sıfat olarak dile girmiş olabilir. Fransızların “Fort comme un Turc” (“Türk gibi kuvvetli”) atasözünde ol¬duğu gibi (Farsçada “Türk”, “güzel” anlamında sıfat olarak kullanılır).

“Türk” kelimesi “kuvvet” manası ifade etmiş olduğundan kelimenin o halinde bir kök olacağı da zannolunuyor. Fakat “Turan” ve “Türk” kelimelerinin kökü “tur” (Tür”) kelimesinin de olabilir. Mesela “Tur + an” bu kelimenin İran’ca, “Tur+k” ise onun Yafethi lisanlarınca ve Fin-Ogur lisanlarından olması muhtemeldir.

Bu eski izi, M.Ö, 1400’lerde de yakalıyoruz; Türk’ler Orta Asya’dan doğru¬dan doğruya (veya Sümer ilinden geçerek) önce Kars civarlarına gelmişler, son¬ra Ege kıyılarına kadar göçüp, orada denizci bir toplum haline gelerek Akdeniz’e iyice açılmışlardır.

Mısırlılar onlardan tarihlerinde, “başlarında tüyler takılı “Tu-ruşka” deniz savaşçıları” diye bahsetmişlerdir. Hintliler bugün bile Türklere “Tu-ruşk” ve “Turuhka” dediklerine göre Mısırlıların M.Ö. 1400’lerde kullandıkları “Turuşka” adının “Türk” kelimesinin bir şekli olduğunu kabul edebiliriz. ön As¬ya çivi yazılarında da var.

Türşka’kaların bir başka göçü İtalya’nın kuzey-batı böl¬gesine yerleşen ve M.Ö. 800’lerde ünleri iyice parlayacak olan “Etrüsklerdir. Sonradan Romalıların taktıkları, kelime başı harflerini atarsak, “(E)Trüsk” kavim adıyla ve soykütükleri olan (Rasena-Asena) bozkurt totemiyle karşı karşıya kalırız.

İşte bu “TRÜSK” adı, “TURUŞKA” gibi, Türk adının en eski izidir. Etrüsk’ün İtalya’daki diğer izleri de hep (E) ile değil (T) ile başlar: yaşadıkları toprakların adı “Tuskan” idi (bugün de “Tuscany” denir). Kıyılarıyla başlayan denizin adı -bugün de- “Tirhen”dir.

“Tirşen” ve “Turski” adlara da rastlıyoruz.

Sevgili Okurlar,

Görülüyor ki Göktürk devletinin kuruluşuna kadar Çin sınırından Volga kıyılarına kadar uzayan ve tek bir ad ile adlandırılan Boy budun Kavim veya Devlet halinde yaşayan zaman zaman birbiriyle de savaşan büyük bir Türk kavimler birliği bulunmaktaydı.

Türkler ile münasebette bulunan tüm kavim veya devletler Türkler için hanedan veya devlet adını ifade ettikten sonra soylarını ifade içinse “Türk” manasına veya kullandıkları dil yapısına ve söyleniş tarzına uygun gelen sözler “Türk” adına uyacak adlar ile hitap ediyorlardı.

Turukku, Tik, Trüsk veya Turuşka derken kendi dillerinin yapısına uygun olarak “TÜRK” diyorlardı.

Sevgili Okurlar,

Bu gün ikinci bölümünü sunduğumuz ve üç bölüm halinde hazırlamakta olduğumuz çalışmamız bu konuda yapılmış en geniş ve kapsamlı çalışmadır.

3. bölümde "Türk Adı"nı anlatmaya devam edeceğiz.

Yarından sonra Arap,Acem,Çin kaynaklarına göre Türklerin Karakter özelliklerini anlatacağız.

Sevgiler Saygılar

12.Mayıs 2016

TANER ÜNAL




"TÜRK ADI" KONUSUNDA EN KAPSAMLI ÇALIŞMAYI SUNUYORUZ (1)


"TÜRK" NE DEMEKTİR?

ÇİN KAYNAKLARINDA "TÜRK" ADI

GÖKTÜRKLERDE "TÜRK" ADI

GÖKTÜRK YAZITLARINDA TÜRK SÖZÜNÜN DAHA ÇOK “TÜRK BUDUN” ŞEKLİNDE SÖYLENDİĞİ VE TÜRK SÖZÜNÜN, “BUDUN” MİLLET ANLAYIŞI YANİ “TÜRK MİLLETİ” İLE TAMAMLANDIĞI DA BİR GERÇEKTİ.

TÜRGEŞLER SOY BAKIMINDAN TÜRK’TÜ. ONLAR İÇİN İSE, “TÜRGEŞ KAĞANI TÜRKÜMÜZ, BUDUNUM” İDİ, DENİYORDU. “TÜRK OĞUZ BEYLERİ, BUDUNU İŞİTİN” DENİRKEN, BU CÜMLEDE SÖZ KONUSU EDİLEN “BUDUN”, OĞUZ KAVMİDİR. ANCAK BUNUN BAŞINA AYRICA BİR “TÜRK” ADI KONMASININ SEBEBİ OĞUZLARIN TÜRGEŞLERİN, GÖKTÜRK DEVLETİNİ MEYDANA GETİREN MİLLETLERİN TÜRK OLMASI NEDENİYLEDİR.


TÜRK ADI

BÖLÜM-1

Türklerin belirli bir coğrafi alanda belirli bir “Ad” altında sürekli bir birlik teşkil edememeleri düşüncesi, tarihsel olguların gerçekçi bir yorumuna dayanır.

Nitekim Rasonyi, yazılı tarihlerden önce de, binlerce yıl önce de Çin’de, Hindistan’da, Mezopotamya’da, Anadolu’da ve Orta Avrupa’da öyle kültür unsurlarına rastlanır ki, diyor, bunların hareket noktasını Steppe (bozkır) kültürlerinde aramak gerekir. Ancak bu zamanda onlara henüz Türk denmiyordu.

S. W. Koelle “Türk” kelimesinin kökünü tur, tir addederek, bunu “çekmek, cezbetmek” manasına bağlamış, kelimeni aslının “Turku” olduğunu beyan eden K. Fiok, bunun “İskit” dilinde “Deniz kıyısında oturan adam” manasında olduğunu ileri sürmüştür.

Mesela ünlü tarihçi J. V. Hammer-Purgstall, Herodot’un doğu budunları arasında saydığı “Targitae”lerin –bugünkü yazılışla- Türk soyundan olduklarını düşünür ve Tevrat’taki “Togharma” adını Türk sözcüğünün eski biçimiyle ilgili görür Ayrıca Oğuz boylarından Dodurga (Toturka, Totırka) ile Togharma arasında ilişki kuranlar da vardır. Bu görüşler zaman zaman Hamit Zübeyr Koşay, Zeki Velidi Togan, Hüseyin Namık Orkun gibi tarihçilerimiz tarafından da dile getirilmiştir.

Türk tarih kongresinde “Türk” isminin Arapçadan uydurma Turkor kelimesinden çıktığı dahi iddia olunmuştur. Bilindiği gibi, Gök-Türklerden bahseden ilk Çin kaynakları “Türk” adını oldukça farklı bir şekilde zapt etmişlerdir: T’u-küe. Burada –çincede r sesinin bulunmamasından sarfı nazar- dikkati çeken nokta “Türk” adının çift heceli olarak tesbit edilmiş olmasıdır.

Tanınmış Fransız sinologu P. Pelliot bu çince işaretin “Türküt” okunması gerektiğini ve bunun da “Türk” kelimesinin, moğolca cemi eki +t ile yapılmış, çoğul şekli olduğunu ileri sürmüştür. Ancak +t cemi ekinin yalnız moğolcaya mahsus olmayıp, Gök-Türklerden önce bile Türk dilinde kullanıldığı ve, İlk ve Orta Çağlarda çok üstün bir kültür dili olan türkçeden devlet, hukuk, teşkilat tabirlerinin moğolcaya geçmesinin de gösterdiği üzere, daha ziyade türkçenin moğolcaya tesirinin bahis mevzuu olabileceği hatırlanmalıdır.

Nitekim son araştırmalardan birinde, “Türkler” şekline tekabül ettiği söylenen Çince işaretin sonunda +t değil, türkçede diğer bir cemi eki olan +z bulunduğu, buna göre de çince kelimenin “Türküz” okunması icap ettiği beyan edilmiştir. Fakat bu suretle, “Türk” adının çincede daima çoğul şeklile (Türkler!) kullanıldığı peşinen kabul olunmaktadır ki, bu herhalde mümkün değildir. Diğer taraftan, çincedeki çift heceli şeklin hakikatte “Türk” adının müfret halindeki karşılığı olduğunu, binaenaleyh adın vaktile iki heceli olarak telaffuz edildiğini gösteren emareler vardır.

Bu hususta en kuvvetli delil bizzat Türklerin yazdığı Gök-Türk kitabeleridir. Kitabelerde “Türk” adı hem “Türk”, hem de “Türük” olarak iki şekilde geçmektedir. Anlaşıldığına göre, önceleri çift heceli telaffuz edilen ad Gök-Türkler devrinde tek heceli şekliyle birlikte iki türlü telaffuz olunmuş, bilahere yalnız “Türk” şeklini almıştır. Söyleniş bakımından üzerinde durulan bir husus da Türk kelimesindeki vokalin ses değeridir. Arablar ve İranlılar bu kelimeyi “Turk” telaffuz ederler: Bilad al-Turk, malik al-Turk, Turkan vb.. XI-XII. asırlardan kalma ilk Rus vekayinamelerinde “Türk” adı Tork, Torki (Türk, Türkler) şeklinde tesbit edilmiştir.

Bu dillerde esasen ü sesi mevcut olmadığı için izahta herhangi bir güçlük yoktur. Fakat kelimenin Süryani kaynaklarında Tourkaye olarak e fonetik alfabe alfabe sistemi olan grekçede Tourkos (Toüpxoo, Toüpxoı) şeklinde zaptedilmiş oluşu dikkate şayandır. Hatta yukarıda adları geçen iki hümanist arasında “Türk” adının telaffuz hakkına fikir teatisi olmuş, F. Filelfo Milano’dan yazdığı 1 temmuz 1472 tarihli mektubunda Roma’da bulunan Th. Gazes’den “Türk” adını niçin u ile değil de ü ile yazdığını sormuş ve bu münakaşadan Türklerin Troya menşeli oldukları meselesi ortaya çıkmıştır. Burada bizi ilgilendiren husus, Th. Gazes’in kaydı dışında, bütün Grek literatüründe adın “Turk” şeklinde olmasıdır.

Tarihte “Türk” adına bir çok manalar verilmiştir. Gök-Türk devletindeki Sui-şu adlı Çin kaynağına göre, T’u-küe, Türk dilinde miğfer manasına gelir. Çünkü Türkler adlarını, Altay bölgesinde, eteklerinde oturdukları, miğfer biçiminde yükselen dağın şeklinden almışlardır.

Hunlar ve Türkler hakkındaki büyük eserini 1756-1758 de yazmış olan De Guignes’den beri Orta Asya tarihi ile meşgul olan Batılı bilginlerden çoğu “Türk” sözünün miğfer demek olduğu hususundaki çin tefsirine ehmiyet vermiş ve kendi açılarından bu kaydı izaha çalışmışlardır Türkler, İslam dinini kabul edince, İslam gelenekleri ile menkıbeleri, kendileriyle kaynaştırmışlardır.

Bu yeni inanışları, Malazgirt savaşından üç yıl sonra bitirilmiş olan, Kaşgarlı Mahmud’un kitabından, yeniden okuyalım: “Türk, Nuh’un oğlunun adıdır. Tanrının, Nuh oğlu Türkün oğullarına verdiği bir addır. Türk sözü, Nuh’un oğlunun adı olduğundan, bir tek kişiyi bildirir.

Oğullarının adı olduğundan, “beşer, insanlık” sözü gibi, çokluk ve yığını bildirir.

Türk adının izahında ilk ilmi tecrübenin A. Vambery tarafından yapıldığı kabul edilmektedir. Buna göre, “Türk”, türkçede “türemek” manasında olan türe-, veya törü-‘den iştikak etmiş olup, “yaratılmış, mahluk” manasına gelir. Bizde Ziya Gökalp’a göre, “Türk”, “türeli” demektir. Türk tarihine dair tetkikleri ile meşhur W. Barthold da: “Türk kelimesinin Orhun kitabelerinde bir çok defa kullanılan “törü” (kanun, adet, kanunla düzelmiş, birlik kazanmış halk) kelimesi ile münasebettar olduğunu farzetmek mümkündür” demek suretiyle “Türk” adına Gökalp’ınkine yakın bir mana vermektedir.

Çin kaynakları Türk ismini Gök-Türklere bağlamakta isabet göstermekle beraber onun etimolojisini verirken de o derece masal kabilinden izahlar yapmışlardır.

Halbuki Türklerin kişi ve insan manasında bu kelimeyi kendilerine tahsis ettiği ve her Türk kavim ve devletine ait isimler üstünde Türk adının bütün Türkleri ifade için kullanıldığı kabule şayan gözükür. Nitekim “Türk Uygur tili” tabiri de her iki hususu ifade eder. Gök-Türkler ismin başına gök (kök) sıfatını ekleyerek ona semavi ve kendilerine delalet eden bir mana vermiş oluyorlardı.

Türk sözü Uygurca eski metinlerde “Kuvvet” anlamında, cins ismi olarak ta geçmektedir. Eski Türk oymak ve kişi adları arasında bu anlama gelen pek çok söz bulunur. Mesela: Berk, Küç, Erdim v.b. gibi Türk adlarının da önce bir oymak adı olduğu anlaşılmaktadır. Sonradan bu isim daha büyük etnik teşekküle ad olmuştur. Türk devletinin Khingan dağlarından Azak denizine kadar süratle yayılışını da hatırlarsak bu mana değişikliğinin kısa zamanda meydana geldiğine hükmedebiliriz.

Buradaki “Türk” kelimesinin kavim adı olan “Türk” ile aynı olduğunu ilk defa A.v.Le Coq ileri sürmüş ve büyük törkolog W. Thomsen de bunu kabulde tereddüt etmemiştir. Daha sonra Gy. Nemeth kavim adı olarak “Türk”ün “güc-lü; kuvvet,-li” demek olduğunu Türklerde ad verme usulüne istinaden ve analojiler göstererek isbat etmiştir. Ancak bu, “Türk” adının lügat manası olup, etimolojisi değildir. Kelimeyi etimoloji bakımından yine törü + köküne bağlamanın mümkün olduğu düşünülmüştür. L. Bazin “Türk” adını törü + mek (Anadolu lehcesinde, türemek) ten neşet ettiğini kabul ederek, adın son telaffuz tarzına doğru geliştikçe mana itibariyle de şu nüansları kaydettiğini söylemiştir.

“Türk” adı ilk şekli ile “var olmuş, şekil kazanmış” manasında iken, sonra, “gelişmiş”, daha sonra, “tamamiyle gelişmiş” mefhumlarını ifade etmiş, nihayet telaffuz “Türk” şeklini aldığı zaman “kuvvet, güc’ manasını kazanmıştır.

Eski metinlerde “Erklig-türklüg” Erkli ve Türklü ile “erklig-küçlüg”, Erkli ve Güçlü benzer söz ve manayı ifade eder.

Gök-Türk hakimiyetini çökmesini müteakip bu soydaş kavimler (boylar) ayrı devletler kurdukları veya çeşitli istikametlerde göç ettikleri zaman, kendi hususi adları yanında, toplayıcı ad olarak “Türk” ismini de kullanmışlardı.

Mesela Batı Gök-Türk idaresinde bulunan Karluk’larla daha birkaç küçük Türk grupu tarafından kurulan Karahanlı devletinden islam kaynaklarında umumiyetle “Türk Hanları” diye bahsedildiği gibi, Orta Asya eski Türk ülkelerinden muhtelif tarihlerde islam memleketlerine gelenler de aynı kaynaklarda hep “Turk” diye anılmıştır. Ayrıca, vaktiyle Gök-Türk imparatorluğunda yer almış olan Oğuz’lar da daha sonra “Türk” adını muhafaza etmişlerdir. Bu suretle, Rus yıllıklarında “Tork ve Torki” diye zikredilen Oğuzlardan başka, Selçuklulardan zamanımıza kadar, diğer Oğuz oymakları tarafından tesis edilen bir çok devletler aynı zamanda “Türk” adını taşımışlardır. Diğer Türk grupları tarafından kurulan devletlerde de “Türk” adı unutulmamıştır (mesela, Harezmşah’lar, Mısır Kölemen devleti vb.).

“Türk” adı, ilk defa M.S. 542 yılında, Göktürk Birliğini göstermek için, Çin yıllığı (Çou-şu) da kullanılmıştır. Bu hadise, Gök-Türk imparatorluğuna bağlı, Türk soyundan gelen, çeşitli boyların (kavimlerin) aynı zamanda “Türk” adını almaları ve bunların yabancılar tarafından hep “Türk” umumi adı altında tanınmış olmaları ile ilgilidir. Arap literatüründe olduğu kadar, Bizans yazarlarında da Türk adının lik defa kullanılışı, VI. Yüzyılın sonlarına doğru ve Göktürk imparatorluğu dolayısıyledir. İçinde “Türk” adının geçtiği ilk Türkçe metin ise, Orhun abideleri içinde en eskisi olduğu kabul edilen ve 720-725 senelerinde dikildiği anlaşılan Tonyukuk yazıtıdır.

“Türk” adının Türkçe konuşan milletlerin hepsini kapsayan bir isim olarak kabul edilebilir.

Bu telakki, bütün bu toplulukların aynı kökten, yani Orta-Asya’nın beyaz brakisefal insanından geldiği, fakat her biri bir tarafa göç edip bazen binlerce yıl birbirleriyle temasları olmadan yaşadıkları için, değişik millet isimleri aldıkları, ırk bakımından farklılıklara uğradıkları, değişik kültürler geliştirdikleri, fakat hepsine müşterek olan ana dilin, belki bazı lehçe farkları göstermekle beraber, ana hatları bakımından aynı kaldığı görüşlerini kanıtlamak için bize daha fazla kuvvet kazandırabilir.

"Türk" tabiri ile Türkçe konuşan milletlerin kastedildiği görüşünü benimseyince bu milletlerin kimler olduğunu ortaya çıkarmak gerekir. Ancak bugün Türkçe konuşan toplulukları veya milletleri tesbit etmek yerine, gidebildiğimiz kadar gerilere giderek bu tesbiti yapmaya çalışmak şüphesiz ki çok daha istifadeli neticeler sağlar. Bu şekilde geçmişe doğru yapacağımız seyahatte, istifade edebileceğimiz bilgileri bize, büyük ölçüde, gene Çin sağlayacaktır. Konuya Çin’in komşuları hakkında, Çin kaynaklarında mevcut vesikaları tetkikle girebiliriz.

Asya Hun imparatorluğu ortaya çıkıp genişlerken, çatıştığı, harp ettiği, arazilerini ilhak ettiği kavimler vardır. Bunların en mühimleri doğuda, (Dung-hu) (sien-pi) (Vu-huan) kuzeyde (Hun’i) Ding-Ling) Kie-kun = Kırgızlar); batıda (yue-ci) (U-sun) ve güneyde Çin ile Tibet kavimleridir. Bunların içinden Çin ve Tibet kavimlerini bir tarafa bırakırsak, diğerlerinin, bir ikisi hakkında teraddüd olmakla beraber, Türk olarak tanındıklarını biliyoruz. Diğer taraftan Asya, Hun İmparatorluğunun ortaya çıkışından çöküşüne kadar geçen devre içinde, mevcut oldukları bilinen ve yaşadıkları ülkeler Hun toprakları içinde kalan Bazı Türk kavimleri mevcuttur ki bunlar daha sonraki tarihlerde büyük devletler kurmuşlardır.

Hunlarla bu Türk boyları arasında bir çatışma olmayışı, bu kavimlerin hun İmparatorluğunun esasını, kurucu kavimlerini teşkil ettiklerini, ortaya koysa gerektir. Bunların başında (Tie-le = Tölüs) (Tüo-ba =Tavgaç) (Huı-ho = Uygur) (Tu-cue veya Tu-kiu = Türkler) gibi her biri kendi içinde çeşitli boylara ve oguşlara ayrılan büyük kavim toplulukları vardır.

GÖKTÜRK YAZITLARI

Göktürk yazıtlarında Türk sözü, çok sık geçmektedir. Burada, bütün bu örnekleri sunacak değiliz. Türklük gururu, Türk devleti, Türk düşüncesi ve Türklerin vatan anlayışı bakımından, okuyucularımıza öz bir bilgi verebilmek için, örneklerimizi, seçerek sunmaya çalışacağız:

“Ey Türk milleti,...senin devletini, töreni, kim bozabilir?”:

“...Yukarıda, gök (Tengri) basmasa! Aşağıda yer delinmese! Ey Türk milleti! Devletini (ilini) ve töreni, kim bozar?... Ey Türk milleti! Kendine dön! (Veya, “pişmanlık duy!”)…:

“Türk milleti, yok olmasın diye!”: “...Türk milleti, yok olmasın diye! Millet olsun diye!...!: 3) Türk töresini kaybetmiş millet?: “...(Babam İl Teriş Kağana), “Türk töresi”ni kaybetmiş milleti, (Göktürk devletinin kurucuları) atalarım (Eçüm Apam) töresine göre, onarıp kurmuş (yaratmış) ve öğretip, yetiştirmiş (boşgurmuş)...”: “Türküme, milletime!”: “... Türklerime, milletime, (onları) iyiliği için, hizmet edip, kazanı (kazganu) verdim! Bu kadar kazanıp! (Babam Kağan), it yılının onuncu ayır, 26 da öldü…”

“... Yukarıda Tanrı, aşağıda yer buyurduğu (yarlıka-) için, özüm tahta oturduğumda, (dünyanın) dört köşesindeki milletleri düzenledim (ettim) ve yeniden onarıp, kurdum (yarattım)!

“Altının (sarısını) gümüşün beyazını, Çin ipekli kumaşının (kutayın) en iyisini, darı (veya tohumun) ekimli olanını, özlük atın, aygırın, kara samur, gök sincab (kürklerin en iyilerini), Türklerime, milletime kazandırdım!…”:

Türklerimden, milletimden idi!: “...Türgeş kağanı, Türklerimden (Türkimiz, Türkim) ve milletim (budunım) idi! Bize karşı yanıldığı (yangıldı-), bilmediği için, suç ve kabahat işlediği (yazın-) için! Kağanı öldü! Büyük memurları, veziri (buyruğı), beyleri, yine öldü!…”:

Türk, Oğuz beyleri, milleti, işitin!: “... Böyle kazanılmış, düzenlenmiş, devletimiz (ilimiz), töremiz var idi. Türk Oğuz beyleri, milleti, işitin (eşidin)!…”:

Türk ili: “...Elli yıl tahtta oturmuş. Türk eline, yirmi altı yaşımda, (kutlulukla gönderildim?)...: “ Birleşik Türk milleti: “...Ben özüm Bilge Tonyukuk, kazanmasam! Yok olsa idim! Kapağan Kağan (ve) Birleşik (Sir) Türk milletinin yerinde, hem kurulu bir topluluk (bod), yok olacak idi!.. Türk Bilge Kağanı, Türk birleşik (Sir) milletini, Oğuz milletini, iyi idare ederek, tahtında oturuyor!…”:

.

Türk Tanrısı ve Türkün mukaddes yeri ve suyu: “...(Çin), Türk milletini, öldüreyim! Soyunu (urug) kurutayım! Der imiş! Yok etmeğe (doru) gider imiş.

“Türk Tanrısı (Türk Tengrisi), mukaddes (ıduk) yeri-suyu (yeri-subı), (kaderi) şöyle düzenlemiş: Türk milleti, yok olmasın diye!…”:

Türk töresi: “...İlsiz, kagansız, kalmış milleti! Cariye olmuş, kul köle olmuş, mileti! Türk töresini (Türk törüsün) kaybetmiş milleti! (Devletimizin kurucuları) atalarımın töresince, yeniden kurup onarmış (yaratmış) ve öğretip, yetiştirmiş (buşgurmış)!…”;

“Türk milleti! Doyarsan, açlık nedir, bilmezsin!”:

... Ey Türk milleti! Sen tok olacaksın! Aç isen, tokluk nedir bilmezsin! Bir de doyarsan! Açlık nedir, bilmezsin! Bundan dolayı, sana bakmış, yetiştirmiş (iğidmiş), söz (ve buyruğunu), alıp tutmadın (almatın)!...” :

Türk milleti... Ebedi devlet tutacaksın!: “Türk Milleti, o yerlere doğru (Çin’e) varırsan, öleceksin!... (Göktürk başkenti) Otüken ormanında (yış) oturursan, ebedi devlet (bengü il) tutarak, oturacaksın!…”:

Türk milleti ve beyleri, işitin! (Ferman veya buyruk başlangıcı): “...Türk beyleri ve milleti! Bunu işitin!: Türk milletini derleyip toplamağa (tertip), devlet idare etmesini (il tutsıkı), bunda (yazıtta) vurdum!

“Böyle görün! (Veya devlete bağlanın!) Böyle biliniz şimdiki Türk beyleri! Bu kağanlık çağımda (bödke), bana bağlı olan, (beni gören), beyleri! Siz, nasıl yanılırsınız!…!

Göktürk yazıtlarında Türk sözünün daha çok “Türk budun” şeklinde söylendiği ve Türk sözünün, “budun” millet anlayışı yani “Türk milleti” ile tamamlandığı da bir gerçekti.

Türgeşler soy bakımından Türk’tü. Onlar için ise, “Türgeş kağanı Türkümüz, budunum” idi, deniyordu.

“Türk Oğuz Beyleri, budunu işitin” denirken, bu cümlede söz konusu edilen “budun”, Oğuz kavmidir.

Ancak bunun başına ayrıca bir “Türk” adı konmasının sebebi Oğuzların Türgeşlerin, Göktürk devletini meydana getiren milletlerin Türk olması nedeniyledir.

Sevgili Okurlar,

Üç bölüm halinde hazırlamakta olduğumuz çalışmamız bu konuda yapılmış en geniş ve kapsamlı çalışmadır. 2. bölümde Türk İslam Acem ve Çin kaynaklarında "Türk Adı"nı anlatmaya devam edeceğiz.

Sevgiler Saygılar
11 Mayıs 2016
TANER ÜNAL

.
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...