CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR
Ermeni Meselesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ermeni Meselesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ERMENİ SORUNU VE TÜRKLER

Avrupa Parlamentosu (AP) Genel Kurul’unda, Türkiye Raporu kabul edildi. Raporda, Türkiye’de; temel hak ve özgürlükler alanında, ilerleme ve duraklama bir yana “gerileme” olduğu yer aldı. Yargı bağımsızlığı, toplanma özgürlüğü, ifade özgürlüğü, insan haklarına saygı ve hukukun egemenliği alanlarında bozulmalar olduğu belirtildi.

Tayip Erdoğan’ın Anayasa Mahkemesi ve yargıya yönelik beyanları eleştirildi.

Ayrıca Vizesiz seyahat işinin de öyle kolay kolay olmayacağı söylendi.

Kıbrıs konusunda eleştiriler yapıldı.

Ermeni soykırıma atıfda bulunuldu.

Geriye ne kaldı.

Hiçbir şey.

Buna karşın Türk Hükümeti ve Avrupa Birliği Bakanı-Başmüzakereci Volkan Bozkır “raporun yok hükmünde” olduğunu ve “iade edileceğini” söyledi.

Rapor “yok hükmünde” denilince yok oluyor!.

Üstüne üstlük “iade edilince”, Avrupa Parlamentosu (AP) çok üzülecek, raporu geri alacak ve özür dileyecek, belki de istifa edecekler!.

Türkiye, son senelerde “asılsız ve uydurma ermeni soykırımı” tezini çürütmek için ne yaptı.

Hiçbir şey.

Ermeni lobi, örgüt ve çeteleri bırakın yurt dışını, Türkiye’de bile toplantı üstüne toplantı yapıyorlar.

Biz haklı olan davamızı savunmuyor ve sesimizi duyurmuyoruz.

Ermenistan’ın, Rusya’nın yönlendirmesi ile kurulduğu yakın tarihlerde, Başkenti olan Erivan’da, ermeniden çok Türk vardı. Türklerin buradaki sayısı 400.000 binin üzerinde idi. Bu gün tek bir Türk bile kalmadı. Bu insanlar buhar olup uçmadılar, Ermeniler tarafından soykırıma uğradılar.

Ermeni çetelerinin, Türkiye’de yaptığı soykırım ve cinayetler, tarafsız batılı gözlemci ve tarihçilerinin dahi eserlerine yansımıştır.

ABD’li tarihçi Guenter Lewy, “İngiliz, Alman ve Amerikan arşivlerinde yaptığı araştırmalarda, Ermenilerin 1915 olaylarına ilişkin soykırım iddialarının doğru olmadığını, bu iddiaları doğrular tek bir belgenin bulunmadığını” söylemiştir.

Hollanda’lı tarihçi Eric Zurcher, “ermeni soykırımı iddialarının gerçek bir temele ve geçerli bir delile dayanmadığını” belirterek, “soykırıma ilişkin olarak ermeniler tarafından dünyaya yayılan belgelerin sahte olduğunu” kanıtlamıştır.

Ünlü tarihçi Prof.Dr.Norman Stone; “Ortada ermeni soykırımı değil, soykırım olduğunu ileri süren uydurma uzman ve örgütler vardır. Ermeni soykırımı olmadığını söylerim ve bunu yasaklayan bir yasa varsa, bunun için hapse bile girerim.” demiştir.

ABD Başkanlık Danışmanı Bruce Fein; “Ermeniler 1.Dünya Savaşı sırasında 2 milyon Türk’ü öldürmüşlerdir. Özellikle ABD’de yaşayan ermeniler, soykırım yalanı ile büyük bir getiri sağlamaktadırlar” demektedir.

Ermenilerin sonraki kuşakları bile, kendi yazdıkları sanal tarihin peşine takılarak, daha yakın tarihlerde, çeşitli ülkelerdeki “Büyükelçilerimizi ve elçilik görevlilerini” öldürme yoluna gitmişlerdir. Bulundukları ülkelerin güvencesi altında olan Büyükelçilerimize karşı işlenen suçlar ve bu masum insanların öldürülmesi olayları da soykırım suçundan başka bir şey değildir. Kendi elçilerinin öldürülmesi halinde, kıyameti koparacak olan ülkeler, Türk temsilcilerinin öldürülmesi karşısında kıllarını bile kıpırdatmamış, üstelik bu suçları işleyen kişileri sudan bahanelerle beraat ettirmişlerdir.

Bütün bu konuları, kolay ve çabuk okunması için topladığım “Ermeni Sorunu ve Türkler” isimli küçük bir kitapçık vardır.

Uluslararası bir sorun olması bakımından Türkçe, İngilizce, Fransızca ve Almanca olmak üzere dört dilde bastırdığım bu kitapta, aranan bir çok sorunun yaşanmış öykülere dayanan cevapları bulunmaktadır. Piyasada satılan bu kitabı, ücretsiz olarak verme isteğime karşı, kamu kurumları sessiz kalmışlardır.

Türk bilim adamlarının bu konudaki değerli araştırma ve bulguları, üzülerek belirtmek gerekir ki, kasıtlı bir karanlığa mahkum edilmek istenmektedir. Bütün bu bilimsel görüşler karşısında, hiçbir temele dayanmayan bizim sözde “aydıncıklarımızın” neye ve kime hizmet ettikleri ise bilinmektedir.

Av.A.Erdem Akyüz

.

(Güncelleme) ERMENİLER'İN İZMİR MEZALİMİ

İZMİR’İ ERMENİLER YAKMIŞTIR



İZMİR yanıyor


Yangından sonra İzmir sokaklarından iki görünüş (Prf. E. Feigl, In Mythe dela Terreur - Druchaus Nontal Salzburg 1991)

İzmir’i Ermenilerin yaktığını saklamak için hemen; Şehri, geri alan Türk Ordusunun yaktığı yalan ve iftirası atılmış, dünya bu yalanı mutlulukla karşılayıp yutmuştur. 

Büyük Yalan. İğrenç İftira: "Yeryüzünde hangi kumandan düşmandan geri aldığı kendi şehrini yakmıştır?"

Bunun mantıkla ilgisi var mıdır? Bu, kiracısından evini geri alan ev sahibinin evini yakmasına benzer!…. Örneğin: Fransız generali LECLER (lökler) Paris’i, Almanlardan geri aldığında şehri yakmış mıdır ?. Hürriyet’te sayın gazeteci Yaşar Aksoy’un verdiği bilimsel ve tarihsel cevapları takdirle karşılıyoruz, nefes alıyoruz.. İzmir’i yakanların Ermeniler olduğunu gösteren belgeler 1989 yılına kadar Amerikan senatosunda gizli tutulmuştur. İşte belgeler ve şahitler:

1- İzmir İtfaiyesini organize etmek üzere gelmiş olan Grescovtch’in 12/13 Eylül’de çıkan ve 3 gün süren yangının görgü ve yangın söndürmekle görevli şahidi anlatıyor :

Yangından önce örgütlü bir grup Ermeni genci, şehir Türklerin eline geçerse yakmaya and içmişlerdi… Bu plân acımasızca uygulandı.

Yangının ilk gün ve ikinci gecesinde 25 kadar yangının eş zamanda çeşitli yerlerden parladığını gördük. Ermeni okul ve kiliselerine girdiğimde benzin tenekeleri ve hazırlanmış kundaklar bulduk. Kadın kılığına girmiş ve yangın çıkartmakta olan çok sayıda Ermeni yakalandı ve bir çoğu hemen kurşuna dizildi. Ermeni hastahanesinin Türkler tarafından yakıldığı büyük yalandır. Ben, askerlerin yaralıları disiplinli bir şekilde Ermeni hastahanesine yerleştirildiklerini gördüm.

2- 8 Eylül 1922’de bir Amerikan destroyeri ile İzmir, yakın doğu yardım komitesi üyesi olarak gelen Mark.O. Prentiss, Amiral Bristol’a 11 Ocak 1923’te gönderdiği mektupta İzmir’i Yunalıların yaktığını açıklar. 

 3- Görgü şahidi, “near east relief of America” gazetesinin iki muhabiri A.Tallen ve Miss Fl.Billing: Yunanlıların 1919 -1922 işgâllerinde ve kaçarken çeşitli şehirlerde yaptıkları toplu öldürme, ırza geçme, yangın, yağmalamalarla ilgili olarak İstanbul’a gönderdikleri raporlar 8-16 tarihleri arasında İzmir’de olayları bizzat yaşamış olan Amiral Bristol’un Kurmay Başkanı Yüzbaşı A.J Hepburn, 25 Eylül 1922’de 47 sahife halinde hazırladığı raporu bizzat Amiral Bristol’e kendisi vermiştir.

O zamanın Amerikan konsolos yardımcısı Maynard Barnes tarafından İzmir’i Ermenilerin yaktığını bildirir raporu. Bu belgeleri Amerikalı araştırmacı Heath W. Lovry ortaya çıkarmıştır. (U.S.N.A.)

Büyük Britanya’nın, o zamanki deyimle Türklerin bir numaralı “hunhar” düşmanı Lloyd CORC hemen bir sirkülerle aşağıdaki yasakları koymuştur:

Ermenilerin hazırlıklı ve plânlı bir şekilde İzmir’i yaktıklarını, Amerikalı gazetecilerin, Yunanlılar kaçarken işledikleri cinayetleri, İzmir’de şehirde, Yunan/ Ermeni işbirliği sonucu yaptıkları katliam, ırza geçme, yıkım ve yağmalarını içeren, Amiral Bristol’ün raporunun yayımlanması yasaktır.  
(Foreign Office 371 /3404 /16247 - // Clair Price,The Rebird Of Turkey N.York1923.s. 189 - Kamûran Gürün Le Dossier Arménien TTK, 1983 Ankara ) 

Bu rapor, yalnız başına İzmir’in Ermeniler tarından yakılıp işlenen cinayetleri kat’i ve bilimsel bir şekilde açıklayan, tarihsel değerde bir belgedir ve suçluları Britanya hükûmetinin başbakanının imzasıyla açığa çıkarmaktadır.

İngiliz araştırma heyeti:

6 mart 1919’da İngilizler ve müttefikleri İstanbul’un işgâlinde Uluslarası bir mahkemede Osmanlı hükûmetini mahkûk etmek Soykırımını ispatlayacak belgeleri toplamak, bunun için, Patrik Zaven efendi başkanlığında 2yıl süren araştırma yapmışlar; Ayni zamanda Soykırım zanlısı 118 Kişiyi maltaya sürmüşlerdir:

Sonuç: 

Osmanlı Arşivinde Osmanlı Hükûmetini Soykırımla suçlayacak hiçbir belge bulamamışlardır. Bu kere İngilizler Washinton’a başvurmuşlar: 

İngiliz büyükelçisi Londra’dan 1 haziran 1921 tarih ve F.O 371 / 65039/747// E.6311) sayılı belge ile ABD Senato arşivinde Osmanlı Hükûmetini suçlayacak hiçbir belge yoktur. 

Ermenlerin belgeleri, ”duyduğuma göre”diye başlayan dedikodu çerçevesinde kalan söylentilerden ibarettir. Bu durumda İngilizler Malta Sürgünlerinin suçlayacak belgeler aramışlar Foreign Office. 371 7 6503 / 9647/ E. 6311 / 132/ 44) sayılı belge ile Malta sürgünlerini mahkûm edecek hiçbir belge bulunmadığını öğrenmişlerdir. 

Fransa devlet arşivinde de hiçbir belge bulunamamıştır; Zaten Fransız Devlet arşivinda her hangi bir belge bulunsaydı Fransızlar hemen Osmanlı Hükûmetini mahkûm ederlerdi ( bu Fransa palamentosu bu Tarihi gerçeğe rağmen Sykırımını kabu etmiştir… Ermeni oylarını kazanmak için (!?)..

İngiliz Tahkik hey’eti 29 Temmuz 1921’de Osmnalı hükûmetini soykırımı kararı almadıklarını Hukuken ortaya koymuşlardır.
( f.o. 371 7 6504 7 9697/ E. 8745- K. Gürün)

24 Ekim 1921’de Malta sürgünleri salıverilmiştir.

Osmanlı Hükûmeti 18 şubat 1919’da soykırımı işlememiş olan Osmanlı Hükûmeti Danimarka , Hollanda, ispanya ve İsveç’ten uluslararası araştırma heyeti istemiştir. İngiltere Diplomatik yolla buna engel olmuştur. 
(F.O. 371 / 4173 i XM, 08936/4791 K. Gürün)

1919 Sonbaharında Genral J. Hatbord başkanlığında ABD araştırma heyeti Doğu Anadolu’da Yaptıktan son kere 43 köyün ahalisiyel fakılmış olduğunu gördükten sonar gerekli raporu verir. Ermenleri öldürdükleri Türk sayısı, Türklerin öldürdüklerinden kat kat üstündür.

Ermeniler, Doğu Anadolu’da azınlıktadırlar devlet kuramazlar. 
( J.G Harbord, international Conciliation june 1919 Washington- K. Gürün) 

3- 26.9.1919’da Welligton House’dan , A.J.Tonybee aşağıdaki memorandum'u gönderir : 

Ermenilerin ihanetini gösterir hiçbir haberin verilmemesi, Araplar hakkında ayni dikkatin gösterilmesi; Aksi davranışlar köklü “anti-Türk” davamıza ihanet olacaktır. 
( F.O.371 / 3404 / 16247 – K. Gürün) 

Bilimsel değerde olan pek çok sayıdaki belgelerden vatandaşlarımızı ilk hamlede akıllarında tutabilcekleri bu yukarıdaki belgeleri verdik.

Vatandaşlarımızın dikkat edecekleri çok önemli bir nokta daima gözden kaçmaktadır: Ermeni Soykırımı yapmadık demek. Osmanlı Hükûmetleri asla Ermenileri nazilerin yaptığı gibi bir soykırımına tâbi kılmamışlardır.

Halkımız hemen “biz de Ermenleri öldürdük" deyip maalesef kemiklerimize işlemiş olan Osmanlı imparatorluğu'nun son döneminden kalma Avrupa aşağılık duygusuyla hareket etmektedirler.

Evet, biz de Ermenleri öldürdük. Fakat, Ermenileri öldürenler aileler, Ermeni komitacılar tarafıdan yakılan, yıkılan mahalle köy kasabadaki sivil vatandaşlar, askere alınma yaşını geçmiş olanlardır

Eğer Ermeniler kıyım yıkım yapmamış olsalardı, sivil vatandaşların Ermenileri öldürmek aklılarından bile geçmezdi. Sivil vatandaşın yaptığı, ölmemek için öldürmek ve intikam almak için öldürmektir. Buna vendetta, intikam denir.  Ermeni komitacıların yaptıkları daha önceden hazırlanmış bir plan dahilinde, Osmanlı çoğunluğunu azınlık hâline getirmek için hukukî deyimle TAAMÜDEN yaptıkları öldürmelerdir.

Türk Soykırımı konusunda yazılacak ortaya konacak bilimsel ve hukukî değerde çok sayıda makale ve kitap vardır. Biz, hiç olmazsa ilk sırada akılda tutulacak gerçekleri özet halinde verdik. 
BUNLARIN BELLEKLERE IŞLENMIŞ OLMASI GEREKIR. 

Başvurulacak eserler: 

Kamuran Gürün, Ermeni dosyası TTK 1983 Ankara
 – Prof.erich Feigl, bri terrör Efsanesi, un Mythe de la terreur Druchaus nontal Salzburg 1991
 – Bilâl Şimşir, Aperçu Historique sur la questionne Armenienne ttk 186- Abdullah Yaman , Ermeni meseledi Otağ y. 1916-1973 
– Orly saldırısı Ank.Siyasl Bilg. Üniversitesi 1985 
– Prof. Türkkaya Ataöv Orly davasında sunduğu belgeler 1985 Ankara
 Talât Paşa'nın telgrafları Şinasi Orel, Süreyya Yuca TTK 1985 
– Kara Şemsi, Tük ve Ermeniler tarih önündeCenevre İmpi Nat, 1919 
– Rus generali Mayevski, Ermenilerin yaptıkları katliamlar St. Petersburg Askeri Akademi 1916 
– Dr. Azmi Süslü, Ruslara göre Ermenilerin Türklere yaptıkları mezalim, A.Ü. İnkılap Ens. 
– Halil Kemal Türközü Osmanlı ve Rus kaynaklarına Ermeni Mezalimi TKAE: 1992 ank. 
 Ve Şükrü Server Aya - tamamen batı kaynaklarına dayanan kitapları (Şükrü Sever Aya.. sukruayaOperonline.com) 
 Mehmet Perinçek’in Rus kaynaklarında çıkardığı belgeler çok sayıda kitap - Kaynak yayınları… 

Halûk tarcan (CNRS-Paris)

ERMENI SORUNU VE ATATÜRK’ÜN 1932 MİLLETLER CEMİYETİ ZAFERİ


 Birinci Dünya Savaşı sürerken, 2 Nisan 1917 günü yansızlığı bırakan Amerika, Almanya’ya karşı ingiltere, Fransa, Rusya ve italya’nın yanında savaşa katılmış; ardından 1917 Ekim Devrimi’yle Rusya’da yönetimi ele geçiren sosyalistler, devlet arşivinde buldukları gizli Sykes-Picot Antlaşmasını 23 Kasım 1917 günlü izvestia ve Pravda gazetelerinde yayınlamış, ingiliz Manchester Guardian gazetesi de bunları 26 Kasım 1917 günlü sayısın­da dünyaya duyurmuştu.

itilaf devletlerinin Osmanlı topraklarını aralarında paylaşmak ama­cıyla anlaşarak savaşa girmiş oldukları gerçeğini ortaya çıkaran bu “skandal” üzerine ABD Başkanı Woodrow Wilson, 8 Ocak 1918 günü kongrede bir konuşma yapacak ve “Ondört Nokta” olarak açıkladığı barış koşullarında, bütün gizli paylaşım anlaşmalarının geçersiz olduğunu duyuracaktı.Wilson’un onikinci ilkesi, Osmanlı İmparatorluğunun savaşta yitirdiği topraklar dışında elinde kalan topraklarda çoğunluğu Türk olan yerlerde Türk egemenliğinin kurulmasını öngörüyordu.

Savaş sonunda yenilen devletler, silah bırakışması antlaşmalarını, Wilson’un “Ondört Nokta”sında yer alan “kendi kaderini tayin hakkı”nın nasıl olsa kendilerine de tanınacağına güvenerek imzalıyorlardı. Örneğin, 3 Mart 1918 günü Sovyet Rusya ve Al­manya arasında imzalanan Brest-Li-tovsk anlaşmasında Osmanlı Delege­lerinin de imzası vardı ve bu anlaşma Wilson’un “kendi kaderini tayin hak­kı” çerçevesinde düzenlenmişti. Os­manlı Devleti’nin 30 Ekim 1918’de imzaladığı “Mondros Mütarekesi” de yine Wilson’un kendi kaderini tayin hakkı ve onikinci maddede özellikle yazılı bulunan Türk yoğun topraklarda Türk egemenliğinin tanınacağına gü­venilerek imzalanmıştı.

Mustafa Kemal, “Mondros Müta­rekesinin imzalanmasından iki hafta sonra, 13 Kasım 1918 günü, İstanbul’a geldi. Mütareke koşulları çok ağırdı; ancak, Wilson ilkeleri Osmanlı Devle­ti’nde Türk egemenliğini tanıdığına göre; mütarekenin bu egemenliği yok sayacak biçimde uygulanamayacağı düşünülüyordu. Ne denli Wilson’un 1918 yılında yayınlanan haritasında Doğu Anadolu’da bir Ermenistan ve bir Kürdistan gösterilmişse de, bura­larda çoğunluğun Türk olduğu sapta­nır saptanmaz, tüm Anadolu Türk ege­menliğine bırakılacaktı. Böyle düşü­nen Halide Edip vs. aydınlar, mütare­kenin imzalanmasından kısa bir süre sonra 4 Aralık 1918 günü İstanbul’da bir “Wilson Prensipleri Cemiyeti” bile kurmuşlardı.

Mustafa Kemal’in tasarısı, Wil­son’un Osmanlı topraklarında özerk Ermenistan ve Kürdistan öngören tasarısına uymuyordu; o, 30 Ekim 1918 günü mütareke imzalandığı anda işgal edilmemiş ve o tarihte Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan toprak­larda yaşayan bütün nüfusu etnik kö­ken ve dinsel inançlara göre ayırmaksızın bölünmez “Osmanlı Milleti” olarak adlandırıyor; ve Osmanlı devletinin işgale uğramamış toprakları üzerinde, Wilson’un önerdiği etnik özerklikleri değil, “Osmanlı Milleti”nin ülkesiyle ulusuyla bölünmez bütünlüğünü savunuyordu. Yeryüzünde iki tür “millet (ulus) oluşumu vardı: Biri “Ethnic Nationalism” dedikleri, etnik kandaşlık soydaşlık te­meline dayanan Alman örneğindeki “millet” (ulus); diğeri “Civic / Civil Nationalism” dedikleri, eşit özgür birey yurttaşlığı temel alan Fransız örneğindeki “millet” (ulus) oluşumu… Mustafa Kemal’in mütareke dönemin­de savunduğu “Osmanlı Milleti” tasarısı, etnik temele dayanmıyor; eşit özgür birey yurttaşlık temeline dayanı­yordu. Nitekim, Anadolu’­ya geçtikten sonra Bağımsız­lık Savaşı’mızın amacı olarak benimsenen “Misak-ı Milli” de Mustafa Kemal’in bu tasa­rısına uygun olarak düzenle­necekti. Mustafa Kemal, yal­nızca bir ordu komutanı de­ğil, aynı zamanda devletler arası güçler dengesini, güç­ler arasındaki ilişkileri ve çe­lişkileri an be an izleyip, han­gi zamanda ne yapılması ge­rektiği konusunda en doğru kararları veren bir “stratejist”ti; 18 Ocak 1919 günü başlayan ve ABD Başkanı Wilson’un çok sayıda danışmanıyla birlikte Avrupa’ya gelip başkanlık ettiği Paris Barış Konferansı’nda, galip devletlerin Osmanlı Devleti’nin gele­ceği konusunda verecekleri kararın Wilson ilkelerinin Türk egemenliğini tanıyan onikinci maddesine uygun olup olmayacağını görmeden önce, hemen bir silahlı direniş başlatılma­sını doğru bulmuyordu. İstanbul’da kaldığı sürece, bir yandan yurtseverle­rin devlet yönetiminde görev alması için çalışırken, diğer yandan galip dev­letlerin İstanbul’daki yetkilileriyle görüşmeler yapıyor ve Paris Barış Kon­feransı’nda olup bitenlere ilişkin ha­berleri dikkatle izliyordu.

İstanbul’daki İtalyan yetkili Kont Sforza, yakında Yunanlıların İzmir’e asker çıkartacaklarını, Yunan askeri­nin İzmir’e çıkmasını önlemek için Türklere para ve silah vermeye hazır olduklarını fısıldıyordu gizli toplan­tılarda. Ama, Wilson ilkelerinin Türk egemenliğini tanıyan onikinci madde­sine ve Wilson’un Ege’yi Türk olarak gösteren 1918 haritasına ters düşen bu olasılığa inanmak kolay değildi. Yine de dikkate alınmış ve İtalyanlarla sıkı ilişkileri bulunan Cami Baykurt, İzmir’e giderek, olası bir Yunan işga­line karşı Müdafaayı Hukuk örgütlen­mesini başlatmıştı. Bu sırada, ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya’dan oluşan “Dörtler Konseyi”, 28 Nisan 1919 gü­nü Cenevre’de, Milletler Cemiyeti’nin Silahsızlanma Konferansı’nda yaptığı bir konuşmada, “Eğer Milletler Cemi Cemi­yeti Türkiye’yi katılmaya davet eder­se, Türkiye Hükümeti bunu memnuni­yetle kabul edecektir.” diyecek; ve bir Paris Barış Konferansı’nda aldıkla­rı bir kararla, Wilson’un ondördüncü ilkesini yerine getirerek, “Cemiyet-i Akvam” denilen “Milletler Cemiyeti”ni kurmuşlardı. Wilson ilkelerinin Pa­ris Barış Konferansı’nda galip devlet­lerce benimsendiğini gösteren bu ha­ber, barış görüşmelerin sonunda, Türk egemenliğinin tanınacağına duyulan umudu da pekiştiriyordu. Şimdiki Birleşmiş Milletler Örgütü’nün öncülü olan “Cemiyet-i Akvam” yani Milletler Cemiyeti’nin Wilson ilkelerine dayanması, “Mondros Mü­tarekesi” maddelerinin de Wilson’un Osmanlı Türk egemenliğini tanıyan on ikinci maddesine aykırı biçimde uygulanamayacağına kanıt oluşturu­yordu.

Gelgelelim, Milletler Cemiyeti’­nin kuruluşundan çok değil 18 gün sonra, 15 Mayıs 1919 günü, bu kuru­luşun üyesi olan Yunanistan, Milletler Cemiyeti’nin dört kurucusundan biri olan İngiltere’nin onayıyla, İzmir’e asker çıkartacak ve böylece, İtalyan­ların bir süre önce verdikleri haber de doğrulanacaktı. Milletler Cemiyeti üyeleri, kurucu Wilson’un ilkelerini çiğneyerek, üzerinde Türk çoğunluğun yaşadığı Osmanlı topraklarını işgale başlamışlardı. Milletler Cemiyeti üyesi devletlerin, kurucu Wilson’un ilkeleri­ni çiğneyerek giriştikleri bu işgal; her şeyden önce kendi ilkeleriyle tutarsız ve dolayısıyla da savunulamaz bir ey­lem olduğundan; Anadolu’da başlatı­lacak silahlı direnişin haklılığı tüm dünyaca kabul edilecekti.

İşte Mustafa Kemal, Yunan işgali­nin başlamasından bir gün sonra, 16 Mayıs 1919 günü, böyle bir ortamda Anadolu’ya geçecek; ve kendi kurucu ilkelerini bizzat kendileri çiğneyerek işgale girişen Milletler Cemiyeti üyesi devletlere; başka bir deyişle “Yedi Düvele” karşı, ulusal direnişin önderi olacaktı. Sevr’de karşımıza dikilenler de, Lozan’da karşımıza dikilenler de, hep “Milletler Cemiyeti” üyesi dev­letlerdi. Milletler Cemiyeti yasasının 10. maddesi, üye devletlerin toprak bütünlüğünü ve siyasal egemenliğini korumayı yükümleniyordu. Türkiye, bu kuruluşa üye olmadığına göre; ­ top­rak bütünlüğüne saygı gösterilmeye­cek; ve Milletler Cemiyeti, 5 Haziran 1926 günlü kararıyla, Musul’u Anka­ra’ya değil, Irak’a bağlayacaktı. Milletler Cemiyeti’nin bir de Azınlık­lar Komitesi vardı. Lozan’da gayrı müslim cemaatlere ilişkin hükümlerin uygulanması da Milletler Cemiyeti’­nin denetimine bırakılmıştı.1925-26’da, gayrı müslimlerin Medeni Kanun dolayısıyla; azınlık ayrıcalıklarından feragatleri, Yunanistan ve Almanya tarafından Milletler Cemiyeti’ne gö­türülecek; Milletler Cemiyeti, 1927’de bu itirazları kabul etmeyerek gayri müslimlerin “anlaşmalı azınlık” ko­numundan çıkıp “öz yurttaş” ko­numuna geçişlerini onaylayacak; fakat Milletler Cemiyeti’nin başını çeken İngiltere ve Fransa, Türkiye’nin etnik olarak bölünmesine yönelik çaba­larını aralıksız biçimde sürdüreceklerdi.

İngiltere, daha çok Irak ve İran ü­zerinden; Fransa ise daha çok Suriye üzerinden Türkiye’ye karşı bölücü et­kinlikler yürütüyor; buralarda örgütleyip silahlandırdıkları etnik ayrılıkçıları Türkiye’ye yollayarak yurttaşlarımızı etnik ayrılıkçı ayaklanmalara yöneltiyorlardı. İngiliz, Fransız güdümlü et­nik ayrılıkçı örgütler, Milletler Cemiyeti’ni kendileri için uluslararası bir dayanak olarak görüyordu. Kalkıştık­ları her ayaklanmada haklılıklarını tescil etmesi için Milletler Cemiyeti’ne başvuruyor; ve bastırılan her ayaklanmaların dan sonra, Türkiye’yi şikayet etmek üzere, yine Milletler Cemiyeti’ne dilekçeler yağdırıyorlardı.

1925 Şeyh Sait Ayaklanması’nın hemen ardından, 1926’da İran’dan A­nadolu’ya sızan ayrılıkçı örgütler 19­26-1930 arası dört yıl boyunca “Ağrı İsyanı” adıyla bilinen ayaklanmalar gerçekleştirmişler; “Agri” adında bir gazete çıkartmışlar; ve söylentiye gö­re, 1928’de “biz burada Ağrı Kürt Cumhuriyeti kurduk” diyerek, resmen tanınmak üzere İngiltere aracılığıyla Milletler Cemiyeti’ne başvurmuşlardı.

İsyanın Ağrı’da çıkartılmasının özel bir amacı vardı. Sovyet Ermenistan’ıyla sınırdaş olan Ağrı’da isyan, hem Ermenileri Sovyetler’den ayrılıp Bü­yük Ermenistan’ı kurmaya özen direcek; hem Kürt kardeşlerimizi Türkiye’den ayrılmaya özendirecekti.

Ağrı İsyanı, hem Sovyetler Birliği’nin hem de Türkiye’nin toprak bütünlüğü­nü tehdit ediyordu. O tarihte Ağrı da­ğının yarısı Türkiye sınırları içinde, diğer yarısı İran sınırları içindeydi. İsyancılar, Türk Ordusu gelince dağın İran tarafındaki eteklerine kaçıyor; ordu çekilince yeniden Ağrı dağının tepesine tırmanıp bayrak dalgalandırı­yorlardı. Sonunda Türk Ordusu, Rus Kızılordusu ile uyum içinde çalışarak, isyancıların İran’a kaçış yollarını kes­miş ve ayrılıkçı isyan önderleri yakala­nıp etkisizleştirerek ayaklanma bastı­rılmıştı. Türkiye, ileride aynı sorunla karşılaşmamak için 23 Ocak 1932’de İran’la bir antlaşma imzalayarak Ağrı Dağı’nı bütünüyle Türkiye sınırları içine katacak; ve etnik öbeklenmeleri dağıtıp tüm yurda yayarak etnik kay­naşmayı sağlamak amacıyla düzenlenen İskan Yasa Tasarısı, 5 Mayıs 1932 günü T.B.M.M. tarafın­dan kabul edilecekti. Türkiye ile Rusya’nın arasına Ağrı merkezli bir Kürt + Ermeni Koalisyon Devleti sokarak, bu iki ülkeyi birbirin­den ayırma girişimle­rinin, Türk Sovyet da­yanışmasını daha da güçlendirdiğini gören; bu yöndeki her kalkışmanın Türk Sovyet ortak harekatlarıyla bastırılacağını anlayan; “Kürt Kartı”nın işe yaramadığını kavrayan İngiliz ve Fransızlar; Türkiye’ye karşı etnik ayırımcılık politikalarını gözden geçirmek zorunda kalacaklardı.

Mustafa Kemal Ağrı İsyanı’nın bas­tırılmasından sonra İngilizlerin Türki­ye’ye karşı etnik bölücü politikalarını gözden geçirmekte olduklarını, Türki­ye’yi Sovyet Rusya’dan koparmak is­tediklerini sezmişti. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Ağrı Dağı’nın bü­tünüyle Türkiye sınırları içine katılma­sından 3 ay gibi kısa bir süre sonra, gazeteyle yaptığı söyleşide, aynı söz­leri yineleyecekti. İlk kez, Eski Bern Elçimiz Cemal Hüsnü Taray’ın 6 Kasım 1962 günlü Cumhuriyet’te; sonra Büyükelçi Dr. Üner Kırdar’ın 10-17 Kasım 1971 arası Milliyet’te yayımlanan makalelerinde ve daha sonra Mahmut Goloğlu’nun 1974’te yayımlanan “Tek Partili Cumhuriyet” adlı kitabında yer alan Türkiye’nin Milletler Cemiyetine davet edilmesi süreci, Dışişleri Bakanı T.R.Aras’ın bu demeçleriyle başlamıştı.

Aras’ın sözleri, bir türlü bölemedikleri ve Sovyet Rusya’dan uzaklaştıramadıkları Türkiye’ye karşı ne yapacaklarını şaşırmış durumda olan İngilizlerin dikkatini çekmişti. Rusya ve Türkiye, her ikisi de Milletler Cemiyeti üyesi değillerdi. Eğer Türkiye Milletler Cemiyeti’ne alınırsa; böylelikle Türkiye’yi Rusya’dan uzak­laştırma amacına ulaşılmış olurdu. Milletler Cemiyeti, azınlıklara özerk­lik öngörüyordu. Eğer Türkiye Millet­ler Cemiyeti’ne girmek istiyorsa, azın­lıklara özerklik tanımayı da kabul ede­bilir ; ve onca uğraşmayla sağlanama­yan etnik özerklik, Milletler Cemiyeti’ne üyeliğin bir koşulu olarak dayatılabilirdi.

Milletler Cemiyeti Genel Sekreti İngiliz Sir Eric Drummond, derhal Aras’ı Milletler Cemiyeti’ndeki maka­mına davet etmiş; Türkiye’nin örgüte üyeliği konusunu kendisiyle özel olarak görüşmüş; ve yardımcısı Comert de Türkiye’nin örgüte katılması için yapması gereken zorunlu işlemleri Aras’a anlatmıştı. Buna göre: Milletler Cemiyeti’nin üye olmak isteyen devletleri davet etmek gibi bir yetkisi yoktu.

Üye olmak isteyen devlet, davet üye olmak isteyenin başvuruda bulun­masıdır; ancak, şayet bu prosedürü uygulamamız Türkiye Cumhuriyeti’nin örgüte katılmasına engel oluştu­racaksa; bu durumda bu yasal uygula­manın bir yana bırakılması gerekir; çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin Mil­letler Cemiyeti’ne katılmasının örgüt açısından çok büyük bir önemi vardır, diyecek ve bu konuda bir karar vermek üzere Genel Kurulu’nu toplan­tıya çağıracaktı.

Milletler Cemiyeti’nin 1 Temmuz 1932 günlü toplantısının tek gündem maddesi vardı: “Türkiye Cumhuriyeti’nin Milletler Cemiyetine Katılma Biçimi”…

Türkiye Cumhuriyeti, katılma prosedürü bir yana bırakılarak örgüt tarafından üyeliğe davet mi edilecekti, yoksa diğer ülkeler gibi Türkiye’den de başvuru dilekçesi vermesi mi istenecekti?

İspanya Delegesi Salvador de Madariaga, Türkiye Cumhuriyeti’nin örgüt prosedürü dışına çıkılarak davet edil­mesini savunan 29 imzalı bir öneri sundu: “Biz Arnavutluk, Almanya,Avusturya, Avusturalya, İngiltere, Bulgaristan, Kolombiya, Küba, Dani­marka, İspanya, Estonya, Finlandiya, Fransa, Yunanistan, Guatemala, Ma­caristan, İtalya, Japonya, Letonya, Ye­ni Zelanda, Panama, Hollanda, İran, Lehistan, Romanya, İsveç, İsviçre, Çekoslovakya, Yugoslavya delege ku­rulları, bir devletin Milletler Cemiye­ti’ne üye olabilmesi için Antlaşmanın birinci maddesinde göz önünde tutulan genel koşulları Türkiye Cumhuriyeti’nin yerine getirmiş olduğunu göre­rek, Türkiye’nin Milletler Cemiyetine üye olmaya ve değerli işbirliğinden Cemiyeti yararlandırmaya davet edil­mesini teklif ediyoruz.”

Milletler Cemiyeti’nin 6 Temmuz 1932 günlü toplantısında üye devlet delegeleri Türkiye’nin davet edilme­sini savunan coşkulu konuşmalar yapmışlardı. Yunanistan delegesi Dışişleri Bakanı Mihalakopulos’un sözleri özetle şöyleydi:

“Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa Birliği Komisyonu’nun çalışmalarına da eylemli olarak katılmış ve daima barış için çalışmakta içten isteğini açıkça göstermiştir. İnsanlığa daha iyi bir gelecek sağlamak için, Türkiye Cumhuriyeti, yapılacak davetin şere­fine hak kazanmıştır… Yunan delege­ler, Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesini özellikle selamlayacak­lardır.”

Avustralya delegesi Sir Granville Ryrie, sık sık alkışlarla kesilen konuş­masında şöyle diyordu:“Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne davet edilmesine dair öneriyi hararetle destekleriz. Bir çok kuşaklardan süre­kazandım. Gelibolu’da, arkadaşlarım ve ben, Türklerin cesaretleri ve dayan­ma güçleri karşısında çok kez şaşkın kaldık. Türk ordula­rının Avustralya mitralyözlerine karşı ve Britanya donanmasının gülle yağ­muru altında, korkusuzca ileri atıl­dıklarını gördük. Türklerin değerleri ve dayanma güçleri hakkındaki yük­sek düşüncelerimi işte ben böyle elde ettim. Savaşın korkunç kötülüklerini bu kadar yakından gören bu milletin, gelecekteki çabalarını savaşa engel ol­maya adayacağı kanısı o günden beri her türlü duygunun üstünde olarak ben­de kesinlikle yer etmiştir.

Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesinin birinci derecede öneme sahip olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.” İtalya delegesi Vittorio Scialoja’nın uzun konuşmasının özeti şuydu: “Avrupa’nın esaslı bir unsuru olan Türkiye’nin aramızdaki eksikliği açık­ça belliydi. Öneriyi desteklemekle sa­dece Türkiye hakkındaki dostluğumu­zu ve içtenliğimizi açıklamış olmuyor, aynı zamanda Gazi’nin aydın yöneti­minde genç Akdeniz Devleti’nin doğu­şunu memleketimin nasıl bir güvenlik duygusuyla karşıladığını ve gelişimini de izlediğini Genel Kurulumuz önünde tekrar perçinliyorum.”

Fransız Delegesi Paul Boncour, coş­kulu konuşmasında özetle; “Türki­ye’nin davet edilmesi için açıklanan duygulara katılmak üzere Fransa adına bizzat kendim gelmek istedim. Avrupa ile Asya arasında bir bağlılık kuran bu çok eski ülkenin Cemiyete katıl­ması, izlenen evrensel değerlerin bir sembolüdür.” diyordu.

İngiliz delegesi Lord Londonderry: “Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne alınması, dünya çapında memnunluk doğuracaktır.. Türkiye çağırıyı kabul ederse, İngiltere hükümeti bunu ilk kabul edeceklerden biri olacaktır.” Japon delegesi Büyükelçi Naotake Sato: “Japonya, Batılılarca çok az ta­nınmış olduğu bir dönemde bile sami­mi ilişkilere sahip olduğu Büyük Türk Milletini olağanüstü bir memnunlukla karşılar.”

Alman Dışişleri Bakanı Baron Von Neurath adına konuşan Almanya tem­silcisi Otto Goeppert: “Ünlü Başkanı Atatürk’ün isabetli yönetimi altında uluslararası barış yapıtında işbirliğine özellikle layık olan Büyük Türkiye Cumhuriyeti’nin davet edilmesini Almanya memnunlukla karşılar.” diyordu. Diğer ülkelerin delegeleri de söz alıp Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne ö­zel olarak davet edilmesi gerektiğini savunan konuşmalar yaptıktan sonra, oylamaya geçilmiş ve bütün üyelerin oybirliği ile Türkiye’nin davet edilme­sine karar verilmişti. Örgütün Genel Sekreteri Sir Eric Drummond, Millet­ler Cemiyeti’nde alınan davet kararını Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a gönderdiği bir mektupla bildirdi.

Bu davet, Türkiye’nin hiç bir konuda hiç bir yaptırımla karşılaşmaksızın hiç bir hesap sorulmaksızın, tüm geçmişi­nin uluslararası hukuka uygunluğu onaylanarak üyeliğe kabul edilmesi anlamına geliyordu.

Fransız Uluslararası Diplomasi Akademisi’nden Vasiliei Nitikine, Diplomasi Sözlüğü’nde yayımlanan ve “Davet’ten kısa süre önce yazdığı “Kürtler” başlıklı makalesinde şöyle diyordu: “Eğer bir gün Türkiye Mil­letler Cemiyeti’ne kabul edilmeyi ta­lep ederse, Kürt etnik azınlığının varlığını dikkate alacağını, bütün azın­lıkların statüsünün bu konuda Cenevre toplantısında kabul edilen ilkelere uy­gun olarak gözden geçiri­leceğine ve düzenleneceğine inanıyoruz.”

Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne “davet edilmesi”; Nikitine’in öngörüsünü boşa çıkartmıştı. Bu davet, Türki­ye’nin hiç bir konuda hiç bir yaptırımla karşılaşmaksızın hiç bir hesap sorulmaksızın, tüm geçmişinin uluslararası hukuka uygunluğu onayla­narak üyeliğe kabul edilmesi anlamına geliyordu. Ata­türk’ün Milletler Cemiyeti’ne üyelik başvurusunda bulunmayıp, Milletler Cemiyeti’nden “davet” beklemesinin hukuksal anlamı buydu. Bu davetle, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün ve siyasal egemenliğinin dokunulmazlığı da Milletler Cemiyeti tarafından kabul edilmiş oluyordu. Bu, Atatürk’ün, 1919’dan bu yana Türkiye’nin bütün­lüğünü parçalamaya çalışan Milletler Cemiyeti’ne karşı kazandığı en büyük zaferdi.

Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’nin davetine verdiği yanıtta, en başından itibaren o güne dek yaptı­ğı bütün işlemlerin ve anlaşmaların, Milletler Cemiyeti ilkelerine ve ulus­lararası hukuka aykırılığının iddia edi­lemeyeceğini özellikle vurgulamaktan çekinmemişti. Türk Dışişlerinin dave­te yanıtı özetle şöyleydi:

Sayın Genel Sekreter, Genel Kurul adına yapılan davetinize karşı, Tür­kiye Cumhuriyetinin Milletler Cemi­yeti’ne üye olmaya hazır olduğunu ve Türkiye’nin Milletler Cemiyeti üyesi

olmayan devletlerle yaptıklarını da içine alan şimdiye kadar yapmış olduğu bütün sözleşmelerle üzerine almış olduğu yükümlülük­lerin, Milletler Cemiyeti üyeliği görevi ile bağdaşmaz olmadıklarını bildirmekle onur duya­rım. Bu hususta zaten Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabulünden önce imzalanan bütün anlaşmaların Milletler Cemiyeti üyeliği göreviyle bağdaşmaz olma­dıklarını bildirmekle onur kazanırım. Tür­kiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabulünden önce imzalanan bütün anlaşmaların Milletler Cemiyeti üyelerinin çoğununun imzalamış olduğu Paris Misakı’nın ruhuna uygun olarak yapıldığını belirtirim. Bu açıklamayı yaparken, Türkiye’nin 24.7.1923’de Lozan’da imzalanan sözleşmelerden doğan askeri nitelik­teki yükümlülüklerden ötürü özel bir durumda bulunduğunu da eklemeyi görev bilirim…

Derin Saygılarımla… Dr. Tevfik Rüşdü

Türkiye Cumhuriyeti, Mil­letler Cemiyeti’nin daveti­ne verdiği bu yanıtla; üye­lik daveti öncesi gerçek­leştirdiği hukuksal işlem­lerden hiç birinin Milletler Cemiyeti ilkelerine aykırı­lığının iddia edilemiyeceğini,Milletler cemiyetine kabul ettirmiş oluyordu.

Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’nin davetine verdiği bu ya­nıtla; gerek Sovyet Rusya ile imzala­mış bulunduğu anlaşmaların; gerek gayrı müslimlerin Lozan’da kendile­rine tanınan anlaşmalı azınlık konu­mundan feragat ederek öz yurttaşlar konumuna geçişlerine dair yapılan yasal işlemlerin; özetle üyelik daveti öncesi gerçekleştirdiği hukuksal işlemlerden hiç birinin Milletler Ce­miyeti ilkelerine ve dolayısıyla ulus­lararası hukuka aykırılığının iddia edilemeyeceğini, Milletler Cemiyeti’ne kabul ettirmiş oluyordu. Türkiye’nin, Anadolu’daki etnik öbekleş­meleri nüfus içine dengeli bir biçimde yaymaya yönelik olarak daha önce çıkartıp uygulamış olduğu zorunlu iskan yasalarının Milletler Cemiyeti ilkelerine aykırılığı da iddia edileme­yecekti. Türkiye Cumhuriyeti’nin Mil­letler Cemiyeti tarafından üyeliğe da­vet edilmesi, Türkiye’nin o güne dek gerçekleştirdiği bütün iç ve dış hukuk işlemlerinin, Milletler Cemiyeti tara­fından uluslararası hukuka uygun olarak kabul edilmesi anlamına geli­yordu.

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Milletler Cemiyeti davetine ver­diği yanıt, örgütün Genel Kurul’unda Başkan Hymans tarafından okunmuş; Türkiye’nin üyeliğinin kabul edildiğine ve Türk delegelerin dönem top­lantılarına çağrılmasına ilişkin karar tasarısı, üye devletlerin oyuna sunul­muş; ve Türkiye’nin Milletler Cemi­yeti’ne üyeliği, toplantıda bulunan 43 üyenin oybirliğiyle kabul edilmişti.

İşte o gün, etnik ayrılıkçı örgüt­ler için “kara bir gün”dü. O güne dek İran, Irak ve Suriye’de yuvalanmış, İngiliz Fransız parası ve silahlarıyla örgütlenerek Türkiye’ye sızıp yurttaş­larımızı etnik ayrılıkçı eylemlere katıl­maya zorlayan; aşiretleri “ulus” diye etiketlendirip kışkırttıkları aşiret isyan­larını “ulusal kurtuluş savaşı” diye yutturan ve yabancıların buyruğuyla “intiafada”(!)lar, “serhildan”(!)lar ger­çekleştirip, Ağrı dağının tepesinde Kürt Cumhuriyeti kurduk diye Millet­ler Cemiyeti’ne başvurup zılgıtlar çe­ken Herekol Azizan kod adlı Celadet Ali Bedirhan önderliğinde ayrılıkçı Hoybun örgütü; o gün karalar bağla­mıştı. Güvendikleri İngilizlerin Fran­sızların kışkırtmasıyla Milletler Cemi­yeti tarafından tanınacaklarına inandı­rılarak çıkardıkları Ağrı isyanının bastırılmasından sonra; bölmek iste­dikleri Türkiye, Milletler Cemiyeti tarafından davet edilmiş; o güne dek devlet olarak yaptığı bütün işlemlerin uluslararası hukuka uygunluğu tescil edilmiş; dahası toprak bütünlüğüyle siyasal egemenliği de Milletler Cemiyeti’nce onaylanmıştı. Milletler Cemi­yeti o günden sonra Türkiye’de dinsel ya da etnik azınlıklardan ve bunlara ayrıcalıklar, özerklikler tanınmasından vs. söz edemeyecekti.

1930’ların etnik bölücü terör örgü­tünün başı Celadet Ali Bedirhan, Tür­kiye’nin Milletler Cemiyeti’ne üyeliği haberinden sonra, iki yıl kendine ge­lemeyecek; Millet Cemiyeti’ne öfke kusan ve kendilerine ihanet etmekle suçlayan Fransızca bir kitapçık yaz­makla geçirecekti günlerini: “De La Question Kurde”..

Bedirhan bu kitapçıkta özet­le şöyle diyordu:

“Rus-Türk yakınlaşmasının erte­sinde, müttefikler Kürt sorunuyla ilgi­lerini kestiler ve Kürtleri ulusal özlemleriyle birlikte Ankara’nın insafına terkettiler. (sf.16) Ankara, Milletler Cemiyeti’ne kabul edilişinin arifesin­de, genel olarak azınlıkların çıkarla­rını savunmak ve korumak ve üye dev­letlerin azınlıklarla ilgili yönetimlerini denetlemekle görevli olan Yüksek Kurula meydan okur gibi, 5 Mayıs 1932 Mecburi Iskan Yasasını hazırla­dı, resmen yayınladı ve uygulamaya sokmaya çalıştı. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabulü sırasında hiç bir üye ülke Türkiye’deki azınlıklar reji­mini tartışmayı uygun görmedi. Çün­kü büyük güçlerin çıkarları böyle gerektiriyordu.” (sf.19)

O yılların bölücü silahlı örgüt ele­başılarından Dr. Nuri Dersimi de 1952 yılında Halep’te yayımlanan “Kürdistan Tarihinde Dersim” adlı kitabında, aynı olgulardan yakınıyordu:

“Sovyetlerle Türkler arasında dostluk anlaşmasına dayanarak Rus­lar Kürt harekatına engel olacak dere­cede Türk kuvvetlerine yardımda bile bulunmuşlardı. ingiliz ve Fransızlar, bir taraftan Musul petrolleri ve diğer taraftan Fransızlarla Türklerin henüz çözülmemiş anlaşmazlıklarının kendi çıkarları doğrultusunda çözümlenmesi için Türklere karşı (etnik ayrılıkçı) Hoybun (örgütünün) faaliyetini kullan­mışlardır. Türklerle olan sorunlarını çıkarlarına uygun şekilde hallettikten sonra (etnik ayrılıkçı) Hoybun (örgü­tünün) faaliyetlerine engel olmuşlar­dır. Hoybun, dünya siyasetinin gidişa­tına ayak uydurarak çalışmalarına son vermek zorunda kaldı.” (Sf. 252) 

Atatürk Türkiyesi’nin Sovyet Rusya ile dostluk anlaşmaları ve 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne üyeliği, etnik ayrılıkçı bölücü örgütlerin dış kaynak­larını kurutmuş ve Dersim’i Tunceli’­ye dönüştüren 1937-1938 harekatla­rından sonra, yaklaşık kırk yıl boyunca hiç bir etnik ayrılıkçı örgüt bir daha silaha el sürememişti. Bu da, etnik ayrılıkçı örgütlerin dış güçler beslediği sürece var, dış destek kesildiği an yok oluverdiklerinin kesin, somut, yadsı­namaz kanıtını oluşturuyor. Etnik ayrılıkçı örgütler, Türkiye’yi her zaman Milletler Cemiyeti’ne şika­yet etmişlerdir. Ağrı İsyanı dolayısıyla Türkiye’yi suçlayan Celadet Ali Be­dirhan imzalı şikayet dilekçeleri de, Dersim Olayları dolayısıyla Türkiye’­yi kitle kıyımı yapmakla, zehirli gaz kullanmakla suçlayan Nuri Dersimi imzalı şikayet dilekçeleri de; Ermeni Taşnak Örgütünün Türkiye’yi soykırımcılıkla suçlayan şikayet dilekçeleri de; bunların hepsi 1946 öncesi Millet­ler Cemiyeti’nin arşivindedir.

Milletler Cemiyeti, Türkiye’ye yönelik bu gibi şikayetleri haklı bul­mamış; incelemeye değer görmemiş­tir. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne “davet”le girişi; girmeden önce gerçekleştirdiği bütün işlem ve tasarruf­ların uluslararası hukuka uygunluğu­nun, Milletler Cemiyeti üyesi bütün devletlerce kabul ve tescil edilmiş ol­duğu anlamına geldiği gibi; bu Cemi­yet 1946’da Birleşmiş Milletler Örgütü’ne dönüşünceye dek Türkiye’nin yaptığı bütün işlem ve tasarrufların uluslararası hukuka uygunluğunun da yine üye devletlerce tescil edilmiş olduğu anlamına gelmektedir.

Atatürk, kurucusu olduğu Tür­kiye Cumhuriyeti Devleti’nin uluslar­arası hukuka uygunluğunu, “davet” yoluyla Milletler Cemiyeti’ne tescil ettirmekle; “Benim naciz vücudum el­bet bir gün toprak olacaktır, fakat Tür­kiye Cumhuriyeti ilelebet payidar ola­caktır” sözünü ey­lemle perçinlemiştir. Atatürk’ün “Mil­letler Cemiyeti’ne Davetle Katılma” zaferi; herhangi bir devlet ya da uluslararası kuruluşun Türkiye’nin karşısına dikilip, par­mağını sallayarak, “sen geçmişte şu suçu işlemiştin, geçmişte şu haksızlığı yapmıştın” diyerek tarihsel suçlamalarda bulunma hakkını ortadan kaldı­ran, ve böylesi densizlikleri boşa çı­kartmaya yetecek bir dayanaktır.

Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’nin pasif bir üyesi olmamış, yönetsel görevler üstlenmiştir. 1934’te, Afganistan’ın Milletler Cemiyeti’ne üyelik başvurusunu incelemek üzere kurulan özel komisyonda başkanlık ve raportörlük görevi üstlenen Türkiye, 1934-1936 arası Milletler Cemiyeti Konseyi üyeliği ve 1935’de Milletler Cemiyeti Konseyi’nin 84’üncü ve 85’inci dönem başkanlığını üstlenmiş ve 1937’de Milletler Cemi­yeti genel kurul başkanlığını yapmış­tır. (Dr. Üner Kırdar, Milliyet, 15.11. 1971)

Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, 1937 yılında Türkiye adına Mil­letler Cemiyeti başkanı seçildiği za­man, eski başkan onu şöyle tanımlamış­tır: “Genel Kurul, oybirliğiyle Türkiye birinci temsilcisi Sayın Rüştü Arası başkanlığa seçmiştir. Kendilerinin çok seçkin bir politik meslek yaşam­ları vardır ve üstün nitelikleri geniş görgü ve deneyimleri, sonsuz incelikleri ile, Milletler Cemiyetine katıldık­ları ilk günden buyana herkesin derin sevgi ve saygılarını kazanmışlardır. Genel kurul kendilerini başkan seç­mekle, yalnızca bu devlet adamı ve kuruluşun iyi hizmetkarına değil, aynı zamanda temsil ettikleri Mustafa Kemal Türkiyesi’ne ve ulusuna karşı duyduğu saygıyı da belirtmek istemiş­tir.”

Milletler Cemiyeti Genel Sekrete­ri, 10 Kasım 1938 günü ölüm haberini aldığında Atatürk’ü “Barışın Dahi Ya­pıcısı” olarak nitelendirmiş ve Millet­ler Cemiyeti’nin Atatürk’e duyduğu saygı ve hayranlığı bir kez daha belirt­mek üzere, cenazesine özel bir temsil­ciler kuruluyla katılmıştır. (Dr. Üner Kırdar, Milliyet, 11.11.1971)

Bugün, özellikle de Atatürk dö­nemine sövgüler yağdırarak, Türkiye Cumhuriyeti’ne soykırım, toplu kat­liam gibi iftiralarda bulunan devletlere; kendilerinin geçmişte Atatürk’e ve Türkiye Cumhuriyeti’ne övgüler yağ­dırıp Milletler Cemiyeti’ne alkışlarla “davet” etmiş olduklarını anımsatacak kimse yok mu devletimizde?

Milletler Cemiyeti arşivindeki Türkiye ile ilgili bütün belgeleri, tıpkı basımları ve Türkçe çevirileri ile bir­likte, anıtsal bir kitap halinde basarak; bu kitabı, hem ders kitabı hem de Türkiye’ye yöneltilen suçlamalara karşı yanıt olarak kullanmak; üniversite­lerimize düşen en onurlu görevlerden biri değil midir?

 ***

Ölümünün 72. yılında, Atatürk’ü, “1932 Milletler Cemiyeti Zaferi”yle; başka bir deyişle, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün tasarruflarının uluslararası hukuka uygunluğunu tescil ettirerek, ülkemizi ölümünden sonra 40 yıl sü­reyle etnik ayrılıkçı terörden kurtar­mış olan uluslararası diplomasi zafe­riyle anıyorum.

Ve buruk bir şarkı dolanıyor dili­me: Unutturamaz seni hiç bir şey; unutulsam da ben….

Cengiz Özakıncı

Ermeni ve Dersim Meselesi - Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu



 Ve ayrıca bakınız Ermeni Kürt Meslesi için neler demiş: https://www.youtube.com/results?search_query=yusuf+halacoglu

TSK arşivlerinden 1915 olaylarının bilinmeyen yüzü

TSK arşivlerinden 1915 olaylarının bilinmeyen yüzü


TSK arşivlerinden 1915 olaylarının bilinmeyen yüzü



1915 olaylarına ilişkin ortaya atılan iddiaların aksine, Türk Silahlı Kuvvetleri arşivleri, Ermenilerin nakil ve sevkleri sırasında gösterilen azami dikkati ortaya koyuyor. Belgelerde, Ermenlerin geride bıraktıkları mal ve arazilerinin korunmasından, nakiller sırasındaki şartların Osmanlı askerlerine sağlanan şartlarla aynı olmasına yönelik birçok bilgi bulunuyor. Ermenilere kötü muamelede bulunanların Divanı Harp'e gönderilecekleri de göze çarpan bir başka belge olarak yer alıyor.


Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Daire Başkanlığı arşivindeki belgeler, 1915 olaylarında yaşananların fazla bilinmeyen yüzünü de ortaya koyuyor. Arşivde, 1915 olaylarına ilişkin çok sayıda belge bulunuyor.
İŞTE O BELGELER (*)

Ermenilerin nakil ve sevklerini gerektiren sebepler, "Bakanlar Kurulunca kabul ve ilan edilen karar"da tüm açıklığıyla ele alınıyor. 31 Mayıs 1915 tarihli kararda, "Harp bölgelerine yakın yerlerde oturan Ermenilerden bir kısmının Osmanlı hududunu düşman devletlere karşı korumaya gayret eden ordumuzun harekatını zorlaştırdıkları, erzak ve askeri malzeme nakliyatını güçleştirdikleri, düşmanla işbirliği yapmak ve birlikte hareket etmek emelinde oldukları, düşman saflarına katıldıkları, yurtiçinde askeri kuvvetlere ve masum halka silahlı saldırılar düzenledikleri" belirtildi.

Bu tespitler nedeniyle "isyancı unsurların harekat sahasından uzaklaştırılmasının gerekliliği" vurgulanan kararda, bu faaliyete başlanacağı da yer aldı. Kararda, "İsimleri yazılı olarak bildirilen köy ve kasabalarda oturan Ermenilerden gönderilmesi gerekenlerin, gidecekleri yerlere rahat bir şekilde taşınmaları ve ulaştırılmasıyla yolculukları boyunca istirahatlerinin sağlanması, can ve mallarının korunması ve tespit edilen yerlerine vardıklarında kesin olarak yerleştirilmelerine kadar göçmenler ödeneğinden iaşeleri sağlanacak, daha önce sahip oldukları mali ve ekonomik durumları oranında kendilerine emlak ve arazi dağıtılacaktır" ifadesi dikkati çekti.

Söz konusu kişilerden muhtaç durumda olanlara devlet tarafından ev yapılacağının belirtildiği kararda, ayrıldıkları yerlerde kalan eşya ve malların veya bunların değerleri karşılığının Ermenilere aynı şekilde verileceği de vurgulandı.
"Ermenilerin yol boyunca can ve mallarının korunması"
Belgelerde, savaş hali ve olağanüstü siyasi zorunluluklar dolayısıyla başka yerlere nakledilen Ermenilerin, iskan ve beslenme konularına gösterilen özeni de ortaya çıkıyor. Bununla ilgili 10 Haziran 1915'te yayımlanan yönetmelikte, "İskan yerlerine sevk edilen Ermenilerin yol boyunca can ve mallarının korunmasıyla iaşe ve dinlenmelerinin sağlanmasından gidiş yerleri üzerinde bulunan yerel görevliler sorumludur. Bu konuda meydana gelecek gevşeklik ve ilgisizlikten sırasıyla bütün görevliler sorumludur" ifadesi yer alıyor.

Yönetmelikte, Ermenilerin kesin yerleşimlerine kadar geçecek sürede beslenmelerinin ve ihtiyacı olanların evlerinin inşası için gerekli harcamaların yerel makamların göçmen ödeneğinden karşılayacağı da yazıyor.
Ermenilerin bıraktığı mal, mülk ve araziler

Başka yerlere nakledilen Ermenilerin bıraktıkları mal, mülk ve arazilere uygulanacak tedbirler ise bir başka yönetmeliğin konusu oldu. Yine 10 Haziran 1915 tarihli yönetmelikte, "Bir köy veya kasabanın tahliyesinden sonra nakledilenlere ait ve içinde eşya bulunan bütün binalar, idare kurulu tarafından uygun görülecek memur veya özel heyet tarafından derhal mühürlenerek koruma altına alınacak" ifadesi yer aldı.

Koruma altına alınan eşyanın cinsinin, miktarının, kıymetlerinin, sahiplerinin isimleriyle ayrıntılı olarak kaydedildikten sonra kilise, okul, han gibi yerlere naklettirilmesi istenen yönetmelikte, kiliselerdeki eşyaların, resim ve kitapların kaydedilerek oldukları yerde korunmasına özen gösterilmesi gerektiği belirtildi. Sahibi belli olmayan taşınabilir malların, eşyanın bulunduğu köy adına kaydedilerek korunması bildirilen yönetmelikte, "Taşınmaz mal, mülke ve terk edilen arazide ürünler ve ekili yerler bulunduğu takdirde, kurul tarafından uygun görülecek şahıslardan oluşan bir heyet tarafından açık artırma yoluyla satılarak, bedelleri sahipleri adına emanet olarak mal sandığına teslim edilecek ve bir tutanak düzenlenerek aslı yerel idareye ve onaylı bir sureti de irade kuruluna verilecektir" hükmü yer alıyor.

Köylerdeki bina ve dikili ağaçların korunmasından köye yerleştirilen göçmenlerin sorumlu tutulduğu yönetmelikte, olası bir tahrip durumunda yapanların köyden uzaklaştırılacağı ve tahrip bedelinin bütün köye ödettirileceği kaydedildi.
"Emir hemen eksiksiz olarak uygulanacaktır"

Ermenilerin nakillerinde gösterilen dikkat, bir başka belgede de kendini gösteriyor.
4. Ordu Komutanlığı tarafından bildirilen Başkomutanlık emrinde şu ifadelere yer verildi:
"İçişleri Bakanlığınca bir karar alınıp tebliğ edilinceye kadar Pozantı-Halep lojistik destek hattı üzerinden sevk edilen ikmal askerleri gibi sevk edilmekte olan Ermenilerin iaşesinin de ordu tarafından sağlanması için ilgililere kesin emir verilecektir. Emir hemen eksiksiz olarak uygulanacaktır."
Divan-ı Harp

Bir başka belgede yer alan emir ise görülen lüzum üzerine belirlenen yerlere gönderilen Ermenilere kötü muamelede bulunanlara verilecek cezayı düzenleniyor. 8 Kasım 1915 tarihli "Harbiye Nazırı" adına tüm ordu ve kolordulara gönderilen yazıda şunlar kaydedildi:
"Görülen askeri ve asayiş ihtiyacı üzerine belirlenen yerlere gönderilen Ermenilerin sevkleri esnasında mahallerinde meydana geldiği anlaşılan suistimaller ve kanuna aykırı muameleler hakkında gerekli incelemeleri yapmak ve suçluları Divan-ı Harplere göndermek üzere Bakanlar Kurulunca alınan karar gereği, bazı vilayet ve sancaklara soruşturma heyetleri gönderilerek bu yerlerdeki memur ve jandarma ile halktan kişilerin suça ortak oldukları görülmüştür. Bunlar hakkında yapılan soruşturmanın ayrılarak görevlilerin Divan-ı Harplere, halktan kişilerin Nizamiye Mahkemelerine gönderilmesi ve bu gibi suçlara çeşitli dairelerde bakılması istenilen sonucu veremeyeceğinden sivil olanların da Divan-ı Harplere gönderilmesi zorunludur. Yukarıda belirtilen suçu işleyen sivillerin de bu suçlarından dolayı Divan-ı Harplere gönderilmelerinin, ilgililere tebliğ edildiği İçişleri Bakanlığından bildirilmiştir. Belirtildiği gibi işlem yapılması beyan olunur."
Ermeni çetelerinin katliamları

Genelkurmay ATASE Daire Başkanlığı arşivindeki belgeler arasında Ermeni çetelerinin yaptığı katliamlar da tüm detaylarıyla yer aldı.
Van'da Kaymakam Kemal imzalı belgede, Ermeni çeteleri tarafından bazı köylerde yapılan katliamlara yer veriliyor. Köylülerin nasıl öldürüldüğüne dair bilgilerin de yer aldığı belge, katliamın boyutlarını da ortaya koydu. Buna göre, köyün erkeklerinin bir bölümü kurşuna dizilerek, geri kalanı süngülenerek öldürüldü. Köyün kadınlarından bazıları tandıra atıldı, bazıları tecavüz edildikten sonra öldürüldü.

Keçikayası köyünde Hacı Molla Sait'in kızını kendi eliyle boğazlaması için zorlandığı, her teklifte uzuvlarından biri kesildiği yönündeki bilgi de söz konusu belgede yer aldı. Van'ın bir başka köyüne ilişkin belgedeki, "Nezu Hatun, tandırda yakılarak iki torununun etini babasına ve anasına yedirmek üzere zorlandığını ve onların yemek istememelerinden dolayı öldürüldüğünü görmüş olmasından etkilenerek delirmiştir" ifadesi ise Ermeni çetelerinin yaptığı mezalimi gözler önüne seriyor.

(*) : O belgeler:


 TSK arşivlerinden 1915 olaylarının bilinmeyen yüzü

TSK arşivlerinden 1915 olaylarının bilinmeyen yüzü

TSK arşivlerinden 1915 olaylarının bilinmeyen yüzü

TSK arşivlerinden 1915 olaylarının bilinmeyen yüzü

TSK arşivlerinden 1915 olaylarının bilinmeyen yüzü

TSK arşivlerinden 1915 olaylarının bilinmeyen yüzü

TSK arşivlerinden 1915 olaylarının bilinmeyen yüzü

TSK arşivlerinden 1915 olaylarının bilinmeyen yüzü

TSK arşivlerinden 1915 olaylarının bilinmeyen yüzü
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/28814733.asp?noMobile=true

AKUT, “ERMENİ SOYKIRIMI” YALANLARINA KARŞI TÜRK ULUSUNU GÖREVE ÇAĞIRIYOR


11 Şubat 2005 Cuma 14:05

“Ermeni Sorunu, Ermeni ulusunun gerçek
çıkarlarından çok, dünya kapitalistlerinin
(emperyalistlerinin) ekonomik ve politik çıkarlarına
göre çözümlenmek istenmiştir.
                                                                                                                  Mustafa Kemal (1919)

Aziz ve Yüce Türk Milleti,

İçinde bulunduğumuz yıllar, tarihin çok acı bir döneminin, yakın coğrafyamızda yer alan diğer devletler ve milletlerle birlikte 1914 – 1918 yılları arasında dokuz ayrı cephede savaşarak, bizim de yaşamak zorunda kaldığımız 1. Dünya Savaşı çılgınlığının çeşitli dönem ve olaylarının 90. yıldönümlerine denk gelmektedir.

Hatırlayacağınız gibi, yine AKUT’un ve diğer pek çok sivil inisiyatif sahibi grubun ve yurtseverin öncülüğünde, 2004 yılının Aralık ayı sonlarında, “90. Yılda Sarıkamış Şehitlerini Anma Etkinlikleri”, Türkiye’nin dört bir tarafından gelen yurttaşların desteğiyle, bugüne dek hiç olmadığı kadar geniş bir katılım ve sahiplenme ile gerçekleştirildi. Türk askerinin hiç bir zaman unutmadığı aziz şehitlerimiz, 90 yıldır ilk kez sivil yurttaşların da yoğun katılımıyla layık oldukları şekilde anıldılar.

1915 yılı, o güne dek dünyanın gördüğü en güçlü donanmayı 18 Mart 1915’te Çanakkale Boğazı’nda durduran yiğit Türk askerini ve ardından dünyanın en kanlı savaşlarından birinin yaşandığı Gelibolu Savaşları’nda, askeri strateji, deha ve cesaretini, dünyanın en güçlü ordularına kabul ettiren o günün genç subayı, geleceğin devlet kurucusuMustafa Kemal’in ve emrindeki göğsümüzü her zaman kabartan Türk askerinin şahlandığı yıl olarak, bir daha hiç unutulmamacasına hafızalarımıza kazındı. 90 yıl öncesinin bu kahramanlık destanını ve bu vatan uğruna kendini feda eden o kahramanları anmak için, bu yıl 18 Mart 2005 tarihinde, hepimiz tek bir yürek ve tek bir ses olarak Çanakkale’de düzenlenecek etkinliklere katılmak için AKUT ailesi olarak orada olacağız.

Benzeri şekilde bu yıl, hepimizi yakından ilgilendiren, ancak ne yazık ki henüz tam olarak çözemediğimiz uluslararası ölçekte bir sorun karşımıza çıkmak üzere gün sayıyor. Ermeni diasporası, Türk Milletini dünya kamuoyunda özellikle son 30 yıldır rencide etmekte ve aşağılamaktadır. Tarihsel gerçekleri sadece kendi menfaatleri için saptırarak, bizleri bir soykırım uygulayıcıları olarak dünyaya tanıtmaya çalışmakta, hatta çeşitli politik ve ekonomik baskılarla bu yalan iddiaları için Batılı devletlerin parlamento ve bölge meclislerinden hiçbir anlamı olmayan onaylar ve yasalar çıkartmaktadır. Son derece fütursuzca, ama bugün için ciddiye alınarak bütün kaynaklarımızla mücadele edilmesi gereken bir ölçekte yalanlarını güçlendirmeye ve kendi lehlerinde bir dünya kamuoyu yaratmaya çalışmaktadırlar. 24 Nisan 1915’i sözde Ermeni Soykırım Günü ilan eden Ermeni diasporası, bu yıl 90. anma törenlerine hazırlanmaktadırlar. Oysa anılan gün, 1.Dünya Savaşı sırasında, Doğu Cephesi’nde Ruslarla savaşan Osmanlı Ordusu’nu her fırsatta arkadan vurarak ve casusluk yaparak devlet aleyhine faaliyette bulunan ve korumasız Müslüman köylerini basarak masum insanları katleden 2345 Ermeni komitecinin tutuklandığı gündür.

24 Nisan 2005’ten itibaren bizi, değil yapmak, aklımızdan bile geçirmediğimiz bir soykırım iddiası ile bütün dünyaya karşı küçük düşürme girişiminde bulunacak olan diaspora Ermenileri, iddialarını tanıtma, kabul ettirme ve en sonunda da Türkiye Cumhuriyeti’nden tazminat ve toprak talep etme planlarını da en güçlü şekilde karşımıza çıkartacaklarını söylemektedirler. 

İçinde bulunduğumuz şu günlerde, Türkiye’yi sıkıntıya sokan, herhangi bir belgeye dayanmayan ve yalnızca iddia boyutunda kalan soykırım suçlamaları karşısında daha dikkatli ve birbirimize daha bağlı olmamız gereken bir sürece giriyoruz. Türk düşmanlığını bir geçim kaynağı haline getiren ve varlıklarını sürdürebilmek için, her gün yeni yalanlar ve sahte belgelerle dünya kamuoyunu yalan - yanlış yönlendiren diaspora Ermenilerine karşı yapmamız gerekenler şunlardır:

1-     1.Dünya Savaşı yıllarında bu tür bir soykırımın yapılmadığını, ancak Doğu Cephesi’nde savaş sırasında Rus ordusuyla birlikte Ermeni çetelerinin Müslümanlara saldırması ve onları katletmeleri sonucu, Osmanlı Devleti tarafından uygulanmasına karar verilen tehcir (göç ettirme) sırasında, daha önceki Ermeni saldırılarından kurtulan, çoğunluğu Kürt Aşiretlerinden oluşan bölge halkının intikam almak üzere Ermenilere saldırması, göç sırasındaki bulaşıcı hastalıklar, yiyecek sıkıntıları ve o günün koşullarının ağırlığı gibi sebepler sonucunda, asla planlı bir soykırım uygulaması olmayan, ama savaş koşullarının getirdiği ve tüm tarafların yaşamak zorunda kaldığı acı olaylar olduğu her türlü platformda savunulmalıdır.
2-     Birleşmiş Milletler'in 1948'de kabul ettiği ve Türkiye'nin de 1950'de kabul ederek yürürlüğe koyduğu "Soykırım Yasası" özetle, “hiçbir ayrılıkçı hareketi olmayan, silahlı örgütlenme ve devlete karşı çatışmaya girmeyen masum bir ulusal, etnik ya da dini bir grubun, yalnızca o guruba ait olduğu için kısmen ya da tamamen egemen devletin hükümetince ortadan kaldırılması” biçiminde tanımlanmıştır. Bu tanıma en uygun örnek de, Nazi Almanyası’nın hükümet politikası olarak, devletin örgütlü gücü ile yahudilere karşı uyguladığı planlı, organize soykırımdır ve bütün dünyada da bu şekilde kabul edilmektedir. Doğu Cephesi’ndeki savaş sürecinde Kürtlerle - Ermeniler arasında yaşanan karşılıklı katliam ile soykırım kavramının birbirine karıştırılmaması anlatılmalı, 1918'de göç ettirilen Ermenilerin eski yerlerine geri dönmeleri için çıkarılan yasa sonucu Türkiye'ye kendi istekleriye dönmeyen ve şimdi diaspora Ermenisi adını alan kitlenin bu tutarsız iddiasının ardında, Mustafa Kemal’in o yıllarda dediği gibi, Doğu Anadolu üzerinde oynanan emperyalist çıkarlar aranmalıdır.
3-      1918'de İstanbul'da kurulan Divan-ı Harp'te yargılanarak tutuklanıp Malta'ya sürülen Ziya Gökalp başta olmak üzere çok sayıda kişi, İngiliz Kraliyet Savcısı’nın soykırıma ilişkin bir belge bulamaması ve olayları “karşılıklı katliam” olarak nitelemesi sonucu serbest bırakılmışlardır. Ayrıca, İttihat ve Terakki Hükümeti'nin başlattığı soruşturmayla, tehcir sırasında gerekli önlemleri yeterince almayan çok sayıda idari görevli, idam cezası dahil çeşitli cezalara çarptırılmıştır. Özetle, Ermeni olaylarına ilişkin tüm sorunlar Cumhuriyet kurulmadan önce, uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde sonuçlanmıştır.
4-     Bu konularda çalışma yapan resmi, özel, sivil, askeri, akademik, profesyonel veya gönüllü her gruba ve kişiye destek verilmelidir. Bu destek için de en önemli ve olmazsa olmaz şart, öncelikle doğruları öğrenmek ve öğretmektir.
5-     Olayların üzerinden daha ancak bir insan ömrü kadar süre geçmesine ve her türlü bilgi ve belgesi hala mevcut olmasına rağmen, özelde 1. Dünya Savaşı sürecini yaşayan dedelerimize, genelde ise ulus olarak bütün Türk Milletine karşı yapılan tüm bu yalan iddiaların ve haksız suçlamaların tam tersine, gerçek insan sevgisi ve hoşgörü duygusu üzerine kurulmuş olan Türk Kültürünün hiç haketmediği bu hakaretlerden bir an önce kurtarılması sağlanmalıdır.
6-     Son aşamada da, en az 30 yıldır hepimizi huzursuz eden, tereddüte düşüren, diğer devletler ve milletler karşısında küçük düşüren ve olmadık yerlere anıtlar diktirerek onurumuzu kıran bu süreci yaşamamıza sebep olan ve destek veren bütün kişi, kurum ve devletlerden, uluslararası hukuk kuralları doğrultusunda tazminat talep edeceğimizi dünya kamuoyuna duyurmak olmalıdır.
7-     Nitekim, Ermeni soykırım iddialarını kanıtlamak üzere Haziran 2005’te Viyana’da yapılacak toplantıya belge sunacağını açıklayanErmenistan, soykırım belgesi bulamadığı için toplantıya katılmaktan vazgeçmiş bulunmaktadır. Böylece soykırım iddialarının kendi kaynağından çürütüldüğü de tüm dünya kamuoyuna duyurulmalıdır.
8-     Unutmamak gerekir ki, 2. Dünya Savaşı çılgınlığında, Nazi Almanya’sı işgali ve baskısı altında 20 civarında Avrupa devletinde 15.000’den fazla Yahudi Toplama Kampı’nın kurulduğu ve neredeyse bütün Avrupa’nın Yahudi öldürme veya olanlara seyirci kalma çılgınlığına giriştiği bir süreçte bile, Türkler merhamet ve zorda olana yardım etme duygularını yitirmemişlerdir. Öyle ki, bu soykırımdan kurtarabildikleri kadarını kurtarmak için, o günün koşullarının bütün elverişsizliğine rağmen, kendi canlarını bile tehlikeye atarak her türlü zorluğa ve baskıya direnmişlerdir. Bugün bizi barbar veya soykırım uygulayıcısı olarak suçlayanlara karşı tek yapmamız gereken şey, bu ve daha pek çok benzeri gibi kendi geçmişlerinin insanlığa sığmayacak kirli uygulamalarını gözler önüne sermek olmalıdır.

Tarihleri boyunca Partlar’ın, Selefküsler’in, Ruslar’ın, Persler’in, Araplar’ın, Bizanslılar’ın ve Romalılar’ın yönetimleri altında sürekli baskı ve din değiştirmeleri için işkenceye uğrayan Ermeniler, Selçuklu İmparatorluğu’nun yönetiminde tarihlerinde ilk kez rahat bir yaşam sürdürme olanağına, Fatih Sultan Mehmet zamanında 1461’de özgürce ibadet edebilmeleri için Patrikhanelerine kavuşmuşlardır. Ermeniler, 900 yıl Türklerin yönetiminde uyum içinde yaşamış ve 20 bin Ermeni, Osmanlı Devleti’nin çeşitli katmanlarında kamu görevi yapmışlardır. Cumhuriyet’in kurulmasıyla, Lozan Antlaşması çerçevesinde azınlık statüsü elde eden ve bugün için sayıları 70.000’in üstünde olan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı Ermenilerin günümüzde Türkiye sınırları içerisinde açık durumda 33 kilise, 16 okul, 11 dernek ve 8 gazeteleri bulunmaktadır.  

Ermenistan 1991’de bağımsızlığına kavuştuğunda toplam nüfusu 3.6 milyon iken, batılı ülkelere göç nedeniyle şimdilerde ancak 1.6 milyon nüfusa sahip bir ülkedir. Gerek 1918’de gerekse ikinci kez 1991’de bağımsızlığına kavuştuğunda, bir devlet olarak onu ilk tanıyan ve yardım eden Osmanlı hükümeti ve Türkiye Cumhuriyeti hükümeti olmuştur.

Bu konuda yorumunu size bırakmak üzere, Amerikalı tarih profesörü Justin Mc. Carthy’nin “Sürgün ve Ölüm - Osmanlı Müslümanlarının Etnik Temizliği – 1821 / 1922” kitabında geçen bir cümleyi de sizlerle paylaşmak istiyoruz; “Eğer 15. yüzyıl Türkleri o kadar hoşgörülü olmasaydı, 19. yüzyıl Türkleri bu kadar acı çekmezdi.” 

AKUT ailesi olarak, herşeyden daha çok değer verdiğimiz devletimize, milletimize ve kültürümüze yapılan bu ağır hakaretlere karşı buçağrıyı yapmayı, Türkiye’nin en etkin ve güçlü sivil toplum örgütlerinden biri olma bilinci ve sorumluluğu ile, üzerimize düşen bir görev olarak değerlendiriyoruz.

Çağrımızın hepimize dostluk ve barış getirmesi dileğiyle,

Saygılarımızla,

AKUT

http://www.akut.org.tr/basin-bulteni/3/akut-ermeni-soykirim-yalanlarina-karsi-turk-ulusuna-cagri
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...