CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

Yasadigimiz kotuluklerden kurtulmanin yolu



"Olum, varligin sonu olsa, olumle hersey bitmis olsa, kotuluklerin isi is olurdu. Oluvermekle, bedenlerinden, varliklarindan, butun kotuluklerden kurtulmus olurlardi. Ama ruh olumsuz olunca, kotuluklerden kacmanin, kotuluklerden kurtulmanin, ruhu olabildigince bilge kilmaktan baska yolu yoktur. Ruhun olumsuzlugu bilinince, ona yalniz hayat denilen sure icin degil, ilerisi icin de dikkat edilmesi gerekir. Cunku ruh, ne bilgi edinmisse, insan ne yapmis, nasil davranmissa, Hades'e (Ahiret'e) ancak onunla gidecektir. Hades yolcusuna baska bir seyin zarari da, yarari da soz konusu degildir."

Yukaridaki ifadeyi Eflatun'un "PHAIDON" diyalogundan aldik. Sokratin sozlerinden bunlar.  Yasadigimiz kotuluklerden kurtulma yolunu ve geregini ne de guzel anlatiyor.

“HAARP Kıyamet Teknolojisi”



HAARP Nedir?

HAARP, HF'da [1] yüksek enerji çıkışları ile iyonosferin ısıtılması ve burada bir takım değişimler yapılarak etkilerinin incelenmesi için başlatılmış bir projedir. Kullanılan frekans aralığı 2.8-10MHz arasıdır, çıkış gücü ise resmi kaynaklarda 3.6 Gigawatt olarak belirtilmesine karşılık 10 Gigawatt'a çıkarılabileceği açıklanmaktadır. Bu enerji dünyadaki en büyük radyo vericisi ünvanını kazandırmaktadır. Merkezin 1 saat boyunca çalıştırılması durumunda Hiroşima atılan atom bombası kadar enerji ortaya çıkaracağı hesaplanmıştır. Fakat bu merkezin yılda 4-5 kere ve sürekli olmayıp vuruş modunda (seri ve güçlü atışlar üretme) ile çalışacağı bildirilmektedir.(Bahse konu enerjinin aslında ne kadar tehlikeli boyutlara ulaşabileceğini göstermek için bu örnek verilmiştir)HAARP'ın Yeri ve Projeyi Gerçekleştirenler Kimler?

HAARP, çok ilginç bir yerde konuşlanmıştır, Alaska Gakona. Gakona'da askeri üstün yakınlarında ve kimsenin girmediği özel bir alanda tesis kurulmuştur. Niçin burası seçilmiştir? İki temel amacı vardır. Birincisi Alaska dünyadaki elektromanyetik kuşakların özel bir kesişim bölgesinde bulunmaktadır. Dünyanın elektromanyetik alanlarına müdahale edebilmek için en iyi yerdir. İkincisi ise insanlardan uzak, korunması kolay ve gözlerden mümkün olduğunca uzak bir yer olmasıdır.

Gakona daki bu merkezde 21m. yüksekliğinde 180 adet kule üzerinde cross dipol anten inşa edilmiştir.

HAARP'ın Amaçları

Bunu ikiye ayırmak durumundayız; birincisi ABD hükümeti tarafından yapılan resmi açıklamalar, diğeri ise bağımsız kaynakların, radyo amatörlerinin ve araştırmacıların yaptıkları.
HAARP'ın resmi kaynaklardaki amaçları:
Atmosferdeki termonükleer araçları kontrol edecek elektromanyetik vuruşları gerçekleştirmek.
Denizaltılar ile haberleşmeyi kolaylaştırmak. Bu haberleşme ELF(Extremely Low Frequency) ve VLF(Very Low Frequency) dediğimiz 30Hz-30KHz civarında çalışmaktadır. ELF'nin yan etkileri bilindiğinden mevcut ELF vericileri ile HAARP vericileri değiştirilmek istenmektedir.
Radar sistemlerini geliştirmek.
Çok geniş bir alanda ABD ordusunun haberleşmesini sağlamak.
Cray ve EMass süper bilgisayarlarının yardımı ile yer altının tomografik haritasını çıkarabilmek.
Petrol, doğalgaz ve mineral yataklarını tespit etmek.
Cruise füzesine benzer alçak irtifadan uçan füze ve hava araçlarını havada imha etmek.HAARP'ın sadece bu amaçları gerçekleştirmesi durumunda bile “Star Wars” projesine gerek kalmayacağını görüyor ve çekiniyoruz. Fakat bunlar işin görünen yanı, buz dağının altında çok daha vahim bir tablo ile karşılaşıyoruz. Bu tablo projenin karşısında olanlar tarafından dile getirilmektedir. Özellikle de 230 sayfalık “Angels Don't Play This HAARP-Melekler HAARP ile Oynamaz” adlı kitap bu görüşleri dile getiren en önemli kaynaktır.

HAARP karşıtı birçok görüş yayınlanmış ve bu görüşler inanılmaz baskılara uğramış, net deki sayfalar kapatılmıştır.(Umarım bu sayfa da kapatılmaz) Fakat ABD hükümeti bu karşıt görüşleri tam anlamıyla yalanlayacak bir döküman veya bilgiyi basına vermemiştir. Bu da karşıt görüş oluşturanların şüphelerinde haklı olma gerçeğini arttırmaktadır. Şimdi HAARP karşıtı açıklamalara bakalım ve teorileri destekleyen olayları inceleyelim.
İklimleri değiştirebilir.
Kutupları eritebilir veya yerinden oynatabilir.
Ozon tabakası ile oynayabilir.
Deprem yaratabilir.
Okyanus dalgalarını kontrol edebilir.
Dünyanın enerji kuşakları ile oynayarak insan biyolojisini ve beynini etkileyebilir.
Radyasyon yaymadan termonükleer patlama oluşturabilir.Yukarıda yazanları tekrar okuyup son 10 yılda yaşanan olayları göz önünüze getirmenizi istiyorum.

Aklınıza gelen örneklerin sadece basit doğa olayları veya küresel ısınmayla açıklanamayacağını bir kez düşünün. Dünyamız yaşadığı sıkıntıları sadece doğal nedenlerle mi yaşıyor, yoksa insan parmağı işin içinde mi?

HAARP Çalışma Prensibi ve Gerçek Etkileri

Bu bölümde işin teknik yanına girip, HAARP'ın resmi kaynaklar dışında iddia edilen etkilere sahip olup olmadığı araştıracağız. Mantık olarak değerlendirdiğimizde de milyonlarca doları ve değerli bilim adamı kaynağını, üstelik arkasında ABD ordusunun çok önemli bir desteğini de alarak bu işe kanalize etmenin, gökteki ışık oyunlarını incelemek veya iyonosferi biraz ısıtıp neler olacağı görmekle açıklanabileceğini sanmıyorum. Haberleşmeyi daha iyi yapmak veya toprak altını incelemek gibi başka kaynaklarla da yapılabilecek işlerin ise bu işin asıl amaçlarını gizlemeye yönelik bir çalışma olduğunu düşündüren bulgular vardır. Proje, “Yıldız Savaşları” projesinden bile tehlikeli, çünkü çok az bir kaynakla, çok büyük etkiler yapabilmek mümkün. ABD'nin niçin “Yıldız Savaşları” projesini askıya aldığını şimdi daha iyi analiz edebiliyoruz.
Yaptığım incelemeler sonucunda HAARP'ın temel işlevi; iyonosferdeki bir alanı ısıtıp (Minimum 50Km çapında) burada lens-ayna işlevi görecek bir bölge yaratmak ve bu lensi kontrollü bir şekilde kullanarak ELF yayılımı ile doğal olmayan ve yukarıda 7 madde de açıklanan etkileri meydana getirmek. Bir diğer görüşte çok yüksek enerji ile dünyanın enerji kuşaklarına gönderilecek HF dalgalarının yan etki olarak doğal bir ELF oluşturabileceği ve bunun kontrol dışına çıkması ile yine yukarıda yazan olayların olabileceğidir. Kısaca bu cümleler ile açıklayabileceğimiz konuyu şimdi ayrıntı düzeyinde inceleyelim.
Öncelikle ELF konusunu incelemek gerekiyor. Çok düşük frekanstaki radyo dalgalarının(10-30Hz) canlıların sağlığına etkileri kanıtlanmıştır(Davranış bozuklukları, sinir ağı rahatsızlıkları, doku hasarları, doğum bozuklukları, katarakt, bağışıklık ve kan sisteminin bozulması, kanser, ani mutasyon değişiklikleri). Bu dalgaların yaydığı elektromanyetik radyasyon canlılarda beklenmedik sağlık sorunlarına neden olabildiği gibi, elektronik cihazların da çalışmasını etkilemektedir. Bunlar arasına kalp pillerinden tutun, uçaklara, TV alıcılarından haberleşme sistemlerine kadar birçok elektronik sistem girmektedir. ABD ordusunun denizaltılar ile haberleşmede bu sistemi kullandığını fakat sistemin yan etkileri nedeni ile sürekli eleştiri aldığı biliniyordu. Bu nedenle ELF programı zayıflatılıp yerine “zararsız” olduğu iddia edilen HF ile değiştirilmesi gündeme geldi. Acaba HF kullanan HAARP zararsız mıydı? HAARP HF enerji dalgalarını “vuruşlu” iletim haline çevirerek kullanıyor. Başka bir deyişle, HAARP aslında ELF sinyallerini belirli oranda (saniyede 30-3000 devir) açıp kapatarak, onun gücünü iki kat arttırıyor. Sonuçta, istenildiği takdirde ELF radyasyonu gezegenin yüzeyinde “belirli bir alana” yöneltilebilecekti.

10 Aralık 1976 tarihinde Birleşmiş Milletlerin aldığı bir karar son derece ilginçtir. “Askeri veya herhangi bir çevresel değişim tekniklerinin düşmana yönelik kullanımı yasaklanmıştır”. BM'in bu şekilde bir karar almaya iten neydi? Çevresel değişimleri yapacak bir teknoloji olmasaydı acaba böyle bir karar alınır mıydı?

HAARP ve Doğa Olayları İlişkisi

1981 yılında nükleer mühendis ve ABD nin önde gelen Tesla araştırmacılarından Albay Thomas Bearden, Amerikan Psikotronik Derneği'nde bir konferans verdi. Konuşmasının bir bölümünde 1978 yılında Specula dergisinde de tartışılan Tesla vericileri tarafından üretilen kalıcı dalgalardan bahsetti.
“Yaptığımız şey frekansı değiştirmektir. Eğer frekansı bir yönde değiştirirseniz, enerjiyi dünyanın diğer bölümünde hedeflediğiniz yerin ilerisindeki atmosfere boşaltırsınız. Havayı iyonize etmeye başladıkça, hava akışı seyrini, jet gidişlerini vb. şeyleri değiştirebilirsiniz. Bu mükemmel bir hava makinasıdır. Eğer ani bir şekilde boşaltırsanız, bunun gibi küçük iyonizasyon elde etmezsiniz. Bu kez kıvılcımlar ve ateş topları dünyanın yüzeyine boşalacaktır. Bu aletle ileri geri oynayarak, dünya çapında dev hava değişikliklerine yol açabilirsiniz.”
28.Temmuz.1976 yılında Çin, Tanghan'da yaşanan ve 650.000'in üzerinde kişinin ölümüyle ilgili New York Times'da bir yazı çıktı. Sarsıntıdan hemen önce gökyüzü aniden aydınlanmıştı. Beyaz ve kırmızı ışıklardan oluşan bu ateş topu 200 mil uzaktan bile görülmüş, birçok ağacın yaprakları yanmış ve sebzeler kavrulmuştu, tıpkı 17 Ağustos 1999 depreminde olduğu gibi.
1979 yılında 56 önemli deprem olmuş. 1981 yılında ise bu rakam 71'e yükselmiş. Bu tarihte hem ABD, hem de Rusya ELF ericilerini arttırmıştı. Burada kısa bir bilgi notu daha düşmek istiyorum. Dünyada büyüklüğü 7 ve üzerindeki depremlerin yıllara dağılımı: 70 li yıllarda 5, 80 li yıllarda 5 ve 90 lı yıllarda 9 dur. Bilim adamları ne kadar olayları doğal seyrinde giden bir durum gibi izah etmeye çalışsalar bile sismik hareketlerde gerek sayı gerekse büyüklük olarak bir artış vardır.
Volkanik hareketlerde, sel ve tayfunlardaki artışları da güncel haberleri takip edenler görmektedir. Dünyamız adeta bir kabuk değiştirmektedir. Bu olayların ortaya çıkmasında insanların ne kadar etkisi olmaktadır. Yer altında yapılan nükleer patlamaların, dünyanın çok farklı yerlerinde volkanik ve sismik hareketlere neden olduğunu artık biliyoruz. Zaten bu nedenle denemelere son verildi. Ama dünyamızın dengesini ve doğal gidişini değiştiren HAARP ve benzeri sistemler halen kullanılmaktadır. İşin tehlikeli bir yönü de yaratılmak istenen küçük ve kontrollü atmosferik ve sismik olayların kontrolden çıkacağıdır. Buna domino taşı etkisi de denmektedir. Örneğin Ankara'dan İstanbul'a uzanan bir domino taşı dizisi yapalım. Bir taşı devirdiğimizde sırayla İstanbul'a kadar uzanan taşlar devrilir. Fakat bu taşların gittikçe büyüdüğünü düşünelim ve İstanbul'daki son taş 1 ton ağırlığında olsun. Küçük bir domino taşını Ankara'dan devirdiğimizde 1 ton ağırlığındaki son taş yıkıldığında ortaya çıkan enerji ilk verdiğimiz enerjiden kat kat büyüktür ve bilim adamları özellikle sismik oluşumlarda bu tip küçük tetiklenmelerin büyük sarsıntılar meydana getirebileceğini kabul etmektedir.
Konumuza dönecek olursak anlattıklarımızın sadece varsayımlar olmadığını, bilimsel gerçeklere dayanarak bu olayların olabileceğini ve hatta olduğunu söylemektir. Yer altındaki fay hatlarının nereden geçtiğini ileri teknoloji sahibi ülkeler son derece hassas bir şekilde biliyorlar. Bu hatlara yapılacak küçük bir “tetiklemenin” nelere yol açabileceğini de sanırım test ettiler.

HAARP Karşıtı Hareketler:

Yazımızın başında HAARP karşıtı görüşlerin olduğunu söylemiştik. Özellikle radyo amatörlerinin ve bağımsız araştırmacıların bu konuda verdiği bazı bilgileri aktarmak istiyorum.
Clare Zickuhr, konuyla ilgilenen bir ARCO çalışanı ve aynı zamanda bir radyo amatörü. Gar Smith, bağımsız araştırmacı ve “Earth Island Journal” in editörü. Bu ikilinin konuyla ilgili görüşleri ise şu şekilde:
“Şu anda Alaska, Gakona yakınlarında izole edilmiş Hava Kuvvetleri faaliyet alanında yapılanma altında olan Pentagon'un sırlarla dolu HAARP projesi, dünyanın en güçlü iyonosferik ısıtıcını yaratmak için ilk adımı attı. Bilimadamları, çevreciler ve yerliler dünyanın iyonosferine 1 Gigawatt'tan fazla radyasyonlu güç verme kabiliyeti olan HAARP projesi için vericilerinin, insana vereceği zarar, doğal hayata karşı oluşturacak olan tehdit ve etkisi hemen ortaya çıkmayan çevresel etkileri daha da tırmandıracağı konusu ile ilgileniyorlar.
HAARP yetkilileri, Eastlund'un icadıyla herhangi bir ilişkiyi yalanlarken; Eastlund, Ulusal Halk Radyosu'na gizli ordunun 1980'lerin sonunda ortaya attığı kendi çalışmasını geliştirmeyi planladığını söyledi. Microwave News'in Mayıs 1994 sayısında Eastlund kendi patentlerinin gerçekleşmesi için HAARP projesinin açıkça ilk adım olarak gördüğünü söylemiştir. HAARP'ın orduyla olan ilişkisi; ARCO'nun APTI'yi ve E-Systems'e satmasıyla birlikte daha da belirginleşmiştir”
Princeton Üniversitesi'nden Dr. Richard Williams, “Üst amosferdeki kimyasal elementleri, ozon moleküllerinin oluşumunda esaslı bir etkiye sahip olabilir… İyonosferin ısısının değiştirilmesiyle ozon üreten kimyasal reaksiyonların etkileneceği bilinmektedir.”
Prof. Dick Williams, “Bugüne dek eşi görülmemiş miktardaki enerji, yine benzeri görülmemiş bir reaksiyon üretebilir. İyonosferle deney yapmak oldukça dikkat isteyen, hassas birşeydir. Belli bir yerde sınırlandırılmış olay, dünyaya oldukça hızlı bir şekilde yayılabilir.”
Alaska halkı bir avukat tutarak bu bölgede yapılmakta olan HAARP deneylerine bir son verilmesi için kongre üyelerine dilekçe göndermiştir. Başkan Clinton'un da konuya sıcak bakmadığını ve projeye destek vermediğini biliyoruz.
Internet üzerinde yaptığım araştırmalarda aşağı yukarı hep aynı şeylerden bahsediliyor. Aydoğan Vatandaş'ın “HAARP Kıyamet Teknolojisi” adlı kitabındaki herşeyi Internet'te bulmak mümkün.

NOTLAR:
[1]:  HF dediğimiz High Frequency radyo dalgaları amatör telsizcilikte 1.8MHz ile 30MHz arasını kullanır. 1.8MHz de 30W, 3.5MHz de 150W, 14-30MHz de ise 400W maksimum çıkış gücüne izin verilir. Özel durumlarda ise yükselticilerle maksimum 1KW'a kadar çıkışlar yapılabilmektedir. Bu dalgaların özelliği gök dalgaları dediğimiz yayılımı kullanarak binlerce kilometre uzaklıktaki istasyonlar ile iletişim sağlayabilmesidir. Yeryüzünün 40-500Km arasında bulunan İyonosfer tabakası bir ayna görevi görerek HF dalgasının yayılımını sağlar. Yüksek yoğunlukta proton ve elektronlardan oluşan İyonosfer tabakası değişik katmanlardan oluşmaktadır. Bu katmanlar gece ve gündüz değişmektedir. Zira güneş ışınları bu katmanları doğrudan etkilemektedir. Hatta güneş fırtınalarında bu etkiyi en çok hisseden katman iyonosfer olduğundan HF iletişimini de doğrudan etkiler. Güneş patlamalarında auroral dediğimiz ışık oyunlarıda bu tabakada gerçekleşir. Katmanların yeryüzünden yüksekliği aşağıda açıklandığı şekildedir.
Gündüz: Gece:
40-80Km D Tabakası 40-150Km E Tabakası
80-150Km E Tabakası 150-500Km F Tabakası
150-500Km F1 ve F2 Tabakası

D tabakası sadece gündüz oluşur, yoğunluğu çok azdır. E tabakası ikinci tabakadır ve özellikle öğlen çok yoğundur. Son tabaka F tabakası gündüzleri F1 ve F2 olarak adlandırılır, geceleri birleşerek F tabakasını oluştururlar ve yoğunluğu en fazla olan tabakadır. Düşük frekanslı dalgaların sahip olduğu enerjinin neredeyse tamamı D tabakası tarafından emilir. Bunun sonucu esas dalganın kırılımını sağlayan E ve F tabakalarına erişemezler. Yüksek frekanslı dalgalar ise çok az emilirler ve D tabakasını geçtikten sonra E ve F tabakalarında iyonize tabakadan yansıyarak yeryüzüne geri dönerler. Gündüz saatlerinde D tabakası oluştuğundan düşük frekansta gök dalgaları ile haberleşme yapılmasına engel olur. Geceleri ise D tabakası kaybolduğundan düşük frekanslı dalgalar iyonosferde kırılır ve toprağa geri yansır. Hatta tekrar göğe çıkarak birkaç defa yansıma da yapabilirler. Burada kast ettiğimiz düşük frekanslar HF dediğimiz frekanslardır. Frekans yükseldikçe kırılma az olur ve dolayısıyla gök dalgası ile yayılımı da azalır.

17 AĞUSTOS DEPREMİNDE BİLİNMEYENLER ve HAARP-TESLA Makinesi (1)

Editörün Notu: 
Yüksek Türkiye İdealimiz için HAARP - TESLA teknolojisini mutlaka sahip olmamız lazım. 
Bu teknolojiye muhakkak sahip olup kullanmamıza tüm dünya insanlığının da acilen ihtiyacı var:
Yurtta Sulh cihanda sulh  için; Emperyalizmin dünyadan yok olması için.
Din iman yalan dolan yerine, bilim ve fennin nurlarıyla insanlığın yıkanması için! 
Türk'e bu görev yakışır.



*

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin 76 yıllık tarihinde Rütbe Devir-Teslim Törenleri Uluslar arası olmamasına rağmen İsrail'li Subaylar neden geldi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin 76 yıllık tarihinde, İsrail'li Subayların TSK devir teslim törenlerinin hiç birine katılmamışlar iken, neden 17 Ağustos 1999 tarihindeki Donanma Komutanlığı'nın devir teslim törenine katıldılar.

HAARP Pentagon'un kontrolünde
ve ABD ordusunun hizmetinde
ABD Soğuk savaş sıranda Rusyaya
aşırı miktar sinyal göndermiştir





















Ruslar'ın yardım için gelen gemisi neden boğazlardan içeri alınmadı. (Çünkü Ruslar ABD ve İsrail'in TESLA Deprem Makinesini [*] denediğini anlamıştı ve kanıtlar olabileceği düşüncesi ile Gölcük'e acilen bir gemi göndermişlerdi fakat patlama sonucunda cesetler ve makine parçalarının açığa çıkması sebebi ile bunları birilerinin görmesini istemiyorlardı.)


Gölcük'ten İstanbul Avcılar'a kadar geniş bir alanda insanlarımız tarafından görülen "Ateş Topu"nun ne olduğunun hala açıklanamaması. (HAARP-TESLA Makinesi sayesinde iyonosfer tabakasından yeryüzüne yansıtılan ışık) Depremde görülen bu "Ateş Topu"nun, bilim adamlarının "Deprem Işıması" olduğunu söylemelerine rağmen, neden diğer depremlerde benzeri bir ışıma yaşanmamıştır.

Furkan Dergisi Temmuz 1999 sayısında, yer alan ifadeler aynen şöyledir. "Mesela basına verilmeyen, ancak istihbarat kapsamında edindiğimiz bilgilere göre, Gölcük askeri tesislerinde oldukça garip olaylar meydana gelmektedir. Kapılar kendi kendine açılmakta, mühimmat depoları içinde, siyahi ziyaretçiler görülmekte, arabalar durduk yerde çalışmakta.."  Depremden sonra bir çok teoriler ortaya atılmıştı fakat içlerinde en ilginç olanı Future Times'da yayınlanan araştırma dizisinde yer alan hikaye şöyleydi :

Deprem Makinası
Kaliforniya San Andreas fay hattında meydana gelebilecek büyük bir depremin Amerikan ekonomisine çok büyük zarar vereceğini bilen ABD, yer kabuğundaki değişimleri izleyerek, daha deprem oluşmadan tektonik katmanlar arasında artan basıncı değişik noktalardan patlatıp boşaltarak, büyük depremi küçük depremler halinde dönüştürmenin yolunu bulmuştu. Yıllar önce Sırp asıllı Amerikalı bilimadamı mucit Nicola TESLA tarafından geliştirilen bu "düşük frekanslı elektromanyetik ışınımla yüksek enerji nakli" tekniğini, hem Ruslar hem de Amerikalılar uzun zamandır bir silah olarak kullanmanın yolunu arıyorlardı. Bu yöntemle çok uzaktan, hatta uzaydan geniş alanlarda tahribat yapabileceklerdi.

ARAŞTIRMA :  ABD'nin üçüncü uzay teleskobu Chandra'yı yörüngeye taşıyan Columbia uzay mekiği 23 Temmuz 1999 tarihinde Kennedy üssünden Türkiye saatiyle 07:31'de fırlatıldı.NASA tarihinde ilk kez kadın pilot Eileen Collins'in komutasında uzay görevine başlayan Columbia fırlatıldıktan birkaç saat sonra Chandra X-ray teleskobunu yörüngeye bıraktı. Bu teleskop kara delikleri, çarpışan galaksileri ve supernovaların kalıntılarını incelemek için kullanılacak. Kasım 1998′den beri ertelenen görev, sadece bu hafta iki kere ertelenmişti). ABD dünyanın ve kendi insanlarının tepkisini almamak için bu projeyi barışçı "deprem indirgeme" sistemi diyerek, bir yandan tepkileri azaltıp diğer yandan fonlama devamlılığını sağlamayı amaçlıyordu. Bu nedenlerle proje önce Avustralya'nın çıplak ve seyrek nüfuslu kırsal bölgelerinde denendi ve geliştirildi. Daha sonra değişik zamanlarda Kafkaslar'da, Okyanus tabanında ve Güney Amerika'daki Ant dağlarında denendi ve büyük aşama kaydetti. Bu arada Türkiye, Japonya ve benzeri deprem kuşağındaki ülkelere sismik ağ şebekeleri kurularak bu bölgelerin tektonik verileri saniyesi saniyesine devasa bilgisayarların kayıtlarına gönderilmeye başlandı. Üniversitelerle ortak projeler geliştirildi, yüzlerce bilimadamına Amerika'da deprem konusunda araştırma yapma bursu verildi. Ancak projenin gizliliği esastı. Bu nedenle tüm ilişkiler paravan araştırma kurumlarında yürütülüyordu. Ancak zaman zaman bilgi sızıntısına olanak verilerek halkın bu konu hakkında bilgi sahibi olması istendi. Kobe'de ve başka yerlerde meydana gelen depremlerin arkasındaki gariplikler çıkar gruplarınca terör ve mafya örgütlerinin işi gibi gösterilmek istendi ve bunda da başarılı olundu. Ve gün geldi bu sistem Türkiye'de denenmek istendi. Zaten bölge bu amaçla yıllardır sismik espiyonaj altındaydı. Nitekim gelişmeleri takip edenler, depremden hemen sonra, Milli İstihbarat Teşkilatı'nın girişimleriyle Türk Telekom'un Türkiye'nin sismik bilgilerini Pentagon'a ileten NATO Üssü'nün iletişimini nasıl kestiğini hatırlayacaklardır. ABD'nin asıl hedefi, Kuzey Anadolu fay hattındaki deneyden elde edeceği tecrübe ve bulguları, Kaliforniya San Andreas fay hattına uygulamaktı. Bu iş yine çok yüksek askeri gizlilik taşıdığından yürütme işi İsrail'li uzmanlara verilmişti. Gerekli makine ve donanım gizlice denizaltılarla Gölcük Üssüne getirilerek oradaki, yeraltı-denizaltı korunaklarına kuruldu.

Haarp nedir
Türk makamları durumdan detay bazda haberdar değillerdi. Bunu İsraillilerle yürütülen askeri tatbikatın bir parçası olarak düşünüyorlardı. (Zaten İsraillilerle yapılan askeri tatbikat bu operasyon doğrultusunda önceden planlanmıştır. Çünkü dünyanın ve Türk Milletinin dikkatlerini çekmemek için tatbikat adı altında HAARP-TESLA Deprem Makinesini getirip rahatça kurdular.) Böyle bir makinenin deneneceğini zamanın Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Genel Kurmay Başkanı biliyordu, fakat ABD (Siyonistler tarafından yönetiliyor) ve İsrail'liler (Siyonistler) bizimkileri makinenin denenmesi için şu şekilde ikna ettiler : olası İstanbul merkezli bir depremde 100.000 kişinin ölümü, yüz milyar doları aşan maddi kayıp ve Türkiye'nin en az 25-30 yıl geri gitmesi demektir, diyerek bizimkileri ikna ediyorlar.


İsrailliler Amerikalı'larla gece şartlarında elektro-sismik haberleşme tatbikatı yapacaklardı. Deney başarılı olacağından sonunda kimse normal dışı bir şeyin olduğunu farketmeyecekti. Bu amaçla Gece Şahini Tatbikatı'nın (Operation Night Hawk) saat 03:00'te başlaması planlandı. Gece saat tam 03:00'te düğmeye basılacak ve Gece Şahini devreye girecekti. O an uzay filmini andırır devasa cihazlar çalışmaya başlayacak ve 1-2 dakika içinde de oluşturdukları muazzam enerjiyle Marmara'nın altındaki tektonik tabakayı zayıf yerlerinden kırıp, aylardır oluşan basıncı dışarı atacaklardı. Böylece büyük bir deprem önlenmiş olacaktı. Ama o gece sabaha karşı birşeyler yanlış gitti. Ve beklenen gerçekleşmedi. Herşey bir anda olup bitmişti. Cenab-ı Hakk'ın Doğası kendini yönetmeye kalkanlardan bir kez daha intikam almıştı. 45 saniye süren deprem, beklenenin 10,000 kat üstünde bir güçle gelmişti. Her yeri bir anda yerle bir etmişti. Zayıflayan ve titreyen elektrikler az sonra geri geldiğinde, gece saat 03:05'i gösteriyordu. Daha birkaç dakika öncesine kadar korunağın içinde ŞAMPANYA patlatmayı bekleyenler, şimdi korkudan buz gibi donmuş, hareketsiz ayakta duruyorlardı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. On binlerce insan, çoluk çocuk, o an enkaz altında can çekişiyor veya cansız yatıyordu. Bu düşünce ile hepsi ürperdi. Bu asrın en büyük felaketiydi; hem de insan eliyle yapılan bir felaket... Sessizliği İsrailli komutanın buz gibi emri bozdu: "Lets pack! We're moving out! Call operation-Q! Right now! Immediately! Stop whinning! Move, move, move!" (Toplanın! Kaçıyoruz! Q planına geçiyoruz. Şimdi..Hemen! Hadi, hadi!!!) İşte o andan sonra çantalardan çıkan "Q planı" çalışmaya başladı. İlk önce bölgedeki tüm haberleşme ve elektrik enerjisi felç edildi. 4 dakika içinde İsrail Başkanı Barak ve ABD Başkanı Clinton ile irtibat kuruldu. O anda İsrail'de Ben Gurion'un Lod askeri havaalanından 4 adet savaş uçağı eşliğinde 2 nakliye uçağı havalanıyordu. 2 dakika sonra da İsrail Deniz Kuvvetleri ve NATO Güney Deniz Saha Komutanlığı'na bağlı tüm birlikler DEFCON-4 acil durumuna geçirildi. Amerikan 6'ncı filosuna bağlı gemiler de rotalarını İstanbul'a çevirmek için Pentagon'dan emir aldılar.

Bu arada ilginç bir şey daha olmuştu. Depremle ilgili haberler birbiri ardına gelirken, bir haber önce görünüp sonra kayboldu. 20 Ağustos Cuma akşamı televizyonlar bir İsrail uçağının Ataköy açıklarında denize düştüğünü duyurdu. (bu bize Cenab-ı Hakk'ın bir lütfu ki, bu olayları kimin yaptığını anlamamız için işaretler gönderiyor) Ancak bir süre sonra haber kesildi ve uçağın akıbeti ile ilgili bir daha haber alınamadı. Olaydan bir gün sonra Deniz Kuvvetleri'nden bir dostum beni aradı ve bu olayda birtakım soru işaretleri bulunduğunu, bu konunun perde arkasını araştırmamı rica etti. Kısa süre sonra ulaştığım bilgiler, gerçekten ilginçti. Uçak, düştükten kısa süre sonra teknesiyle o sırada Ataköy açıklarında olan balıkçı Abdullah KAPLAN tarafından kurtarılmıştı. Abdullah Kaplan olayı şu şekilde anlatmıştı :

"Uçağın düştüğünü görünce derhal yardıma gittik. Uçağın kanatları yara almıştı. Hemen uçağı bağladık ve Zeytinburnu limanına çektik. Teşekkür beklerken küfür yedik. Ne olduğunu bile anlamadık."

Bu konu o gece o bölgede görev yapan Sahil Güvenlik 4. Botunun sorumluluk alanındaydı. Araştırmalar Sahil Güvenlik'in bu konuyla ilgilenmediğini ortaya çıkardı. Olay yerine gelen televizyon ekipleri ise şaşırtıcı bir şekilde çekim yapmaktan vazgeçmişlerdi. [patronlarından (İsrail-Siyonistler) aldığı emir gereği] Daha sonra uçağı Zeytinburnu'na yanaştıran balıkçı Abdullah Kaplan, olayı Kumkapı'daki Gümrük Muhafaza'ya iletti. Kısa süre sonra tutanak tutuldu. Ancak Gümrük Muhafaza da tutanak tuttuğuna pişman oldu.Uçağın sahibi İsrail asıllı biriydi.

O gece ne olduğu ise bir türlü anlaşılamadı. Deprem için 1900'lerin başından beri Nicola TESLA adındaki Sırp asıllı bir bilimadamının buluşu olan "elektromanyetik endüksiyon tekniği" (TESLA Makinesi) kullanıldı. Makinenin ABD Kaliforniya San Andreas fay hattında olacak muhtemel bir deprem öncesi kullanılması düşünüldü. (ABD'lilerin asgari zarar ve ölümlerinin azaltılması için bazı denekler gerekiyordu, onların gözünde bir hayvandan bile daha değersiz olan bizim gibi insanlar üzerinde denenmesi normaldi.) Neden Türkiye diye soracak olanlar için ise; - Türkiye de ne yaparsan yap kimsenin umurunda olmaz, birkaç tane yetkiliyi ikna ettikten sonra her türlü deneyi yapabilirsiniz, bilinçli insan sayısı azdır, genelde okumamış cahildir, araştırmazlar kadercidirler, Kaliforniya San Andreas fay hattının dünyada tek eşi benzeri özelliklere sahip olan ikiz kardeşi Kuzey Anadolu fay hattıdır, karakterleri aynıdır.

 Ancak ABD-İsrail'in bölge ile ilgili bu hareketliliği ne kadar gizli olursa olsun bazı kaynaklara sızmasını engelleyemedi. Kanadalı bir bilimadamı her nasılsa bu gizli verilere ulaşarak, bölgede bir deprem olacağını ve bunun için bölgenin takip altına alındığını anladı. Ve bunu kendi amaçları doğrultusunda yaklaşık 48 gün ve 240 km hata ile yayınladı. Ancak ne bu bilimadamına, ne de yayınına daha sonra nedense kimse dikkat etmedi.

Gölcük Donanma Komutanlığı'nda görevli asker, astsubay ve subaylar, Donanma karargahında garip birşeyler olduğunu farketmişlerdi. Bu konuyla ilgili bilgiler de nasıl olduysa yukarıda ismini zikrettiğimiz dergide yer almıştı. Peki İsrail askerlerinin bu projedeki yeri neydi? İsrailli askerler ve üst düzey subaylar o gece Gölcük'te ne arıyorlardı? Bu devir teslim töreni her yıl yapılan rutin bir ulusal törendi. Uluslar arası bir kimliği yoktu. Ama İsrailli subaylar ve üst düzey yetkilileri oradaydı! Peki ne arıyorlardı Gölcük'te?

Bunun nedenini şimdi daha iyi kavrayabiliyoruz. Çünkü bu proje İsraile ihale edilmişti. Bizimkilerin ise bir şeyden haberi yoktu (Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genel Kurmay Başkanı hariç). Bize güvenen de yoktu zaten. Ancak o gece nedense hiç kimse İsraillilere, bugüne kadar hiç katılmadıkları bu devir teslim törenine neden katıldıklarını sormadı. Ya şaşkınlıktan ya da telaştan, enkaz altında kaç İsrail askerinin öldüğü, kaçının yaralandığını da soran olmadı. O felakette kaç İsrail askerinin öldüğünü ne Genelkurmay yayınladı ne de İsrail böyle bir bilgiyi açıklamak nezaketinde bulundu. Herkese verdikleri imaj ise oraya bize yardım için geldikleri şeklindeydi. Hemen bir hastane kurdular. Yaralarımızı sarmaya yardımcı olmak için daha sonra o bölgede bir yerleşim merkezi kuracaklarını açıkladılar. (İsrailliler bizim kara kaşımıza kara gözümüze mi hayranlar, bizi çok mu seviyorlar, bizi çok sevdikleri için mi Türkiye'nin doğusunu kendi toprakları olarak gösteriyorlar. Arz-ı Mev-ud, Vaad edilmiş topraklar Büyük İsrail Devleti). Esas amaçları enkaz altındaki askerlerini ve önemli askeri malzemeleri çıkararak götürmekti. Gerisi paravan operasyondu. Bizde "Bak şu İsrail'e, helal olsun, hemen yardımımıza koştu" diyerek sevindik.

Bu operasyon neden gündüz değil de gece olmuştu? Çünkü olacakları kimsenin görmemesi ve gözlemci riski ise en az düzeyde olduğu için gece oldu. Gece saat 03:00'te operasyonun başlaması için yeşil ışık yakıldı. TESLA Cehennem makinesi yer altındaki sığınakta ve deniz altında çalışmaya başlamıştı. En geç 1-2 dakika içerisinde gücü en üst düzeye ulaşmış olacaktı. Aynen de öyle oldu. Makine gürültüyle enerji toplamaya başlamıştı. Bu sırada, Avustralya'da ve Okyanusta bu tür suni depremler öncesinde görülen elektrik boşalması, hava yarılmasından oluşan ışıklar ve patlamalar oluştu atmosferde. Ve arkasından da makinenin boşalması ile birlikte yer yarıldı ve oluşturulan enerji doğaya aktarıldı. Ancak hesapta doğanın (Cenab-ı Allah'ın) oyunu yoktu. Oluşan deprem hem beklenenden çok uzun süreli, hem de çok daha güçlü çıktı. Şiddeti 7.4'e ulaştığında Amerika'da aletler 7.8'i gösteriyordu. Ve büyük bir patlamayla her şey kontrolden çıktı. TESLA deprem makinesi, depremin enerji gerilimine dayanamayıp parçalandı ve ortaya çıkan güç yeraltında muazzam bir patlamaya neden oldu. Ve bu yer altı labaratuvarının tam üstündeki, herşeyden habersiz uyuyan yüzlerce askeri barındıran ve 8 şiddetindeki depreme dahi dayanıklı olması gereken askeri tesisler un-ufak olarak dağıldı. (demek ki deprem 8'den daha şiddetli oldu) (ABD'li ve İsrailli Siyonistler bir insan olarak Cenab-ı Allah'ın doğa olaylarına karışamayacaklarını anlayamamışlardı,) Bir tedbir olarak tüm bölge ve hatta bütün İstanbul 4 saat süreyle bir haberleşme ablukası altına alındı. Elektrikler kesildi ve telefonlar iptal edildi. Kimsenin birbiri ile haberleşmesi istenmiyordu. Cumhurbaşkanı dahi sabahleyin "benim de telefonlarım kesikti" (Türkiye'de bütün her yerin telefonları dahi kesilse önemli kurumların kesilmez çünkü uydu telefonları vardır. Ama uydu iletişimini dahi kestiler) şeklinde garip bir açıklama yapacak ve biz de buna bir anlam veremeyecektik.

Demirel tam bir şaşkınlık içindeydi. (Cumhurbaşkanı'nın şaşkınlığı normaldir çünkü o na böyle bir şeyin olacağı ihtimali söylenmemişti. Bu olay duyulur ise Türk halkına nasıl izah edeceğini bilmediği için şaşkınlık içinde idi.) (Hoş bu olay ortaya çıksa bile bu olayı terör örgütü veya mafyanın yaptığı açıklaması yapılacaktı.) Ne yapacaklarını bilmedikleri için ne Cumhurbaşkanı, ne de Başbakan saatlerce bir şey diyemedi, demeç veremediler. "Üzgünüz" dahi diyemediler. Ancak sabah saat 09:00 sularında televizyon ekranlarının karşısına geçip halka üstün körü bir açıklama yapabildiler. Durum vahimdi. Hatta belki de Clinton dahi o anda konuya ilk kez vakıf olan yardımcılarından ve olağanüstü Milli Güvenlik konseyinden görüş alıyor ve Türkiye'ye nasıl yardım edileceğini hesaplıyordu. Hemen gerekli sıhhi yardım ekipleri organize ediliyor ve bölgedeki tüm Amerikan askeri birlik ve filolarına Türkiye'ye doğru hareket emri veriliyordu. Amerika diyetini Türkiye'ye tam destek vererek ödemeye çalışıyordu adeta. Bu arada devreye Avrupa ülkelerinin liderleri de giriyor ve belki de onlardan da Türkiye için sözler alınıyordu. Yunanistan bile harekete geçirilerek Türkiye'ye karşı olan hasmane tutumuna son vermesi sağlanıyordu. Tüm Batı başkentleri hareket halindeydi, panik yoktu. Herşey kontrol ve koordinasyon altındaydı; bir tek Türkiye dışında. Bizde ise sanki bu emrivaki felakete karşı nasıl tavır almaları gerektiğine bir türlü karar verilemiyor; kararsızlık içinde bocalayarak büyük bir gizlilik içerisinde ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.

Sabah saat 03:05 ile 06:30 arasında Batı'da bu hareketlilik yaşanırken bölgede de çok hızlı ve çok gizli bir askeri hareketlilik hakimdi. Ancak herkes kendi derdine düşmüş olduğundan bu olağanüstü gizli operasyondan kimsenin haberi olmuyordu. Böylece bu işi planlayanlar, gecenin karanlığından da yararlanıp denizaltından parçaları yüzeye vuran TESLA makinesinin kalıntılarını toplayıp, yer altı ve yerüstündeki tüm delilleri de yok ediyorlar ve hatta belki de insanları canlı canlı gömerek tüm izleri yok etmeye çalışıyorlardı. Ve bölgeye son hızla Rus araştırma gemisi dahi sabah saat 06:30'da bölgeye vardığında, havanın aydınlanmasıyla birlikte etrafta delil olabilecek tek bir cisim bile kalmamıştı. Deniz altında oluşan radyasyon anlaşılmasın, dibe çöken kalıntılar araştırılmasın ve patlama sonucu meydana gelen denizaltı krateri ve çukur ortaya çıkarılmasın diye bu bölge derhal askeri karantinaya alınarak dalışa yasak bölge ilan ediliyordu. Ancak bütün bu temizlikler yapıldıktan sonra Ecevit ve daha sonra da Demirel'in bölgeye gitmelerine izin veriliyordu. Onların dahi ne bölgeye uçuşlarına, ne de telefon irtibatı kurmalarına izin vardı. Sanki koskoca İstanbul ve Kocaeli bölgesi uzaydan gelen yaratıklar tarafından abluka altına alınmışçasına tam bir haberleşme karanlığına sokulmuştu. Tek bir telefon dahi çalışmıyor, elektrikler verilmiyordu.

Ancak Ecevit ve Demirel, belki de olan biteni içlerine sindiremediklerinden (olmayan vicdanlarının azabı çektikleri için, yıllardır bu milletin sırtından geçindikleri için) olsa gerek, evleri kendilerine mezar olan binlerce insanımızın da acısıyla bir türlü rahat hareket edip halkla bütünleşemiyorlardı. (Eğer olay ortaya çıkmış olsa idi bu olay PKK terör örgütünün üzerine atılmak sureti ile geçiştirilecekti. Bu doğrultuda CNN haber spikeri Patronları olan ABD-İsrailli Siyonistlerden aldığı emir doğrultusunda Ecevit'e şu soruyu yöneltiyordu.) CNN haber spikerinin "depremin ardında PKK mı var?" sorusuna, Ecevit ona "siz ne saçmalıyorsunuz, deprem ile PKK'nın ne alakası var? Bu deprem Cenab-ı Allah tarafından gönderilen bir doğa olayıdır!!" demesi gerekir iken, diyemiyordu. Sadece spikerle göz göze gelmemeye dikkat ederek "sanmıyorum" gibi o günlerde bizi epeyce şaşırtan bir ifade kullanıyordu.

Peki, Amerika ne yaptı sonra? Hemen tüm imkanlarını Türkiye için seferber etmedi mi? Clinton Amerikan halkından Türkiye'ye yardım etmelerini istemedi mi? Kasım'da Türkiye'ye geleceğini ilan edip, Ecevit'in de bu arada Amerika'ya kendini ziyarete geleceğini haber vermedi mi? Ecevit belki de Amerika'ya bu felaketin ve binlerce şehidin diyetini konuşmaya gidecekti. Nitekim gitti de. Ardından Clinton Türkiye'ye gelerek deprem bölgesini ziyaret etti, insanlarla konuştu, bizleri çok sevdiği imajı verdi, bebekleri kucağına alıp sevdi, onlara hediyeler ve yardımlar verdirdi. (bizlerde; ABD-İsrailli Siyonistler bizi ne kadar çok seviyorlar mış dedik) ABD'nin bu aşırı ilgisi sadece bir müttefik olmasıyla açıklanamazdı.

Sağlık Bakanı Osman DURMUŞ
Bu arada, acaba hükümet içinden sızan bilgiler, bazı bakanların özellikle MHP kanadının yabancılara karşı saldırgan tavır takınmalarına neden olmuş olamaz mı? İlk anda çok yadırgadığımız Sağlık Bakanı Osman DURMUŞ'un "yabancılara tek hasta bile vermem ve onlardan kan da almam" demesini şimdi yadırgayabiliyor musunuz? ABD'nin saygın gazetelerinden New York Post'un haberine bir de bu gözle bakın:

"Türk hükümeti, ABD'nin Deniz Hastanelerini kullanmıyor... Türkiye'deki şiddetli depremde 27.200'den fazla kişi yaralandı. Ancak yetkililer tarafından dün yapılan açıklamada, depremin meydana geldiği tarihten itibaren geçen iki haftalık süre içinde ABD tarafından gönderilen Deniz Kuvvetleri'ne ait üç adet yüzer hastanede henüz tek bir hastanın bile tedavi edilmediği bildirildi. Türkiye'ye gönderilmiş olan uluslar arası yardımın çoğunun kullanılmaması Ankara'daki hükümetin eleştirilmesine neden oldu. Türkiye'de yayınlanan Radikal gazetesi dünkü sayısında, 750 ton yardım malzemesiyle yüklü bir İsrail gemisinin üç gün süreyle gümrükte tutulduğunu yazdı. ABD gemilerinin İzmit'e varışından önce Türkiye Sağlık Bakanı Osman DURMUŞ'un, bu gemilere ihtiyaç olmadığına ilişkin sözlerine geniş bir şekilde yer verildi. Ancak ABD Büyükelçiliği, aralarında 600'den fazla yatak taşıyan Kearsarge adlı geminin de bulunduğu üç adet yüzer hastaneyle ilgili olarak bir uyuşmazlık yaşanmadığını bildirdi."

Ne ölenler geri gelir, ne de anılarımız. Ancak İzmit'te, Gölcük'te Yalova'da Halıdere'de Avcılar'da, Bolu'da Düzce'de ve daha nice yerleşim merkezinde enkaz altında hayatlarını yitiren binlerce Mehmet, Hatice, Ayşe ve Ali'ye karşı bir vicdan borcumuzda mı olmayacak? Onlar geride gözleri yaşlı onbinlerce sevenlerini, sıcaklıklarından mahrum bırakırken, sırf Kaliforniya'da Jony'ler, Susan'lar ve Alice'ler yaşasın diye yaşamdan çalındıklarını dünya bilmesin mi? Emekli Bir Subay: 17 Ağustos depremi kuşkusuz hepimizi derinden sarstı. Deprem bütün ülke halkını derinden üzerken, depremin açtığı yaralar hâlâ tam haliyle sarılabilmiş değil. Açıkça söylemek gerekirse 17 Ağustos Gölcük depreminden sonra ben de yukarıdaki senaryoya benzer şeyler düşünmüştüm. Daha sonra sağduyusuna güvendiğim bir dostuma "acaba onların işi olabilir mi?" diye sordum. Önemli bir devlet kurumunda uzman olarak çalışan dostum "Açıkçası ben de aynı şeyi düşündüm" diye cevap verdi, son derece sakin bir şekilde... Kısa süre sonra yalnız olmadığımız ortaya çıktı ve Sabah gazetesinden Can Ataklı köşesinde şunları yazdı :

Yenişafak gazetesinden Taha Kıvanç'ın yazısı :

Sabah gazetesinden Sedat Sertoğlu bu konuda en detaylı yazıyı yazıyordu Yazı metinleri ekte), Bu yazı Sayın Aydoğan VATANDAŞ Bey'in "HAARP-KIYAMET TEKNOLOJİSİ" adlı kitabından özet olarak alınmıştır. (Parantez içindekiler benim araştırma ve yorumlarım)

İNANMASANIZ DA OLUR
Taha KIVANÇ - 15 Kasım 1999 - Yenişafak Gazetesi

İster inanın ister inanmayın, bundan 2,5 ay önce, "Gerçek değil, hayal" başlıklı Kulis'i yazarken olayın bu boyutlara varacağını hiç hesap etmemiştim. Dikkatimi çeken bir filme işarette bulunmuştum o yazıda; Bill Clinton'un Türkiye'ye gelişi, filmin konusu ve deprem olayları arasında irtibat kurmuştum... Sonunda, o yazıda ‘hayal' diye kaydettiğim gelişmelerin hemen hepsi fazlasıyla gerçekleşti. Üstelik Clinton da beklendiğinden bir gün önce (dün) ülkemize geldi... Sanki komplolara meydan okuyor Clinton... O yazıma esas teşkil eden filmin adı ‘Komplo Teorisi'; başrolde ünlü sanatçılar Mel Gibson ve Julia Roberts oynadığı için dünyanın her tarafında milyonlarca sinemasever tarafından izlendi film. Üşütük görüntüsü veren bir taksi şoförü, adalet bakanlığında çalışan bir genç kadınla ilgileniyor. Genç kadın da şoförü ciddiye almıyor önceleri, ancak birbiri ardına meydana gelen olaylar kadının gözünü açıyor. İzleyiciler olarak bizim zihnimiz karışıyor film boyunca, karşımıza çıkan olayların hangisi gerçek, hangisi ‘komplo' ayırt edemez oluyoruz...

Mel Gibson'un canlandırdığı üşütük görüntüsü veren taksi şoförünün filmdeki adı Jerry Flecher... Adam şoförden öte bir şey; ‘Komplo Teorisi' adıyla sadece sınırlı sayıdaki abonelerine gönderdiği haftalık bir haber bülteni de çıkartıyor... Bültenin son sayısında bir kaç senaryoya yer veriyor Flecher; bunlardan en önemlisi, NASA'nın, ödeneklerini kesen ABD başkanının hayatına kast eden bir komployu sahneye koyacağını tahmin etmesi... Flecher gazetelerde öylesine yayımlanan bir kaç masum haber arasında irtibat kuruyor ve NASA'nın uzaya gönderdiği bir araçtan yeryüzünü harekete geçireceğini, depreme sebep olacağını tahmin ediyor... Jerry, Avrupa gezisi sırasında ziyaret edeceği Türkiye'de, NASA'nın yapay hareketlendirmesiyle meydana gelecek yer sarsıntısında, ABD başkanının hayatını kaybedeceğini de öngörüyor…
Filmi, ya da o filmin hikâyesine temas ettiğim Kulis'i hatırladınız mı? Senaryoyu kaleme alanlar, Türkiye'deki muhtemel depremin şiddetini bile doğru tahmin etmişlerdi:




7.4... Ben filmin senaryosundaki bizi ilgilendiren ilginç ayrıntılara Kulis'te temas ettikten (25 Ağustos 1999) sonra, ‘Komplo Teorisi' filmi benim işaret ettiğim özellikleriyle bazı gazetelerde birinci sayfa haberi oldu. Dünyanın çeşitli yerlerinde meydana gelen depremlerdeki garip bağlara, ilintilere dikkat çekilen mesajlar İnternet'te dolaşıp durdu. Önceki gün Düzce'de yeni bir deprem meydana geldiğinde ‘Komplo Teorisi' filmi yeniden hatırlandı...

Bakın 2,5 ay önceki o Kulis'te neler yazmışım: "Beynim Jerry Flecher gibi komplo teorilerine fazla çalışmaz; NASA gibi bir kurumun istediği yerde istediği zaman yeri harekete geçirebileceğine inanmam da mümkün değil benim. Jerry Flecher olsaydım, ‘Komplo Teorisi' filmini bütünüyle gerçek hale getirecek bir senaryo yazmam mümkün olurdu. Sırf Clinton'u ortadan kaldırmak için harekete geçen birileri, iz sürenleri şaşırtmak için, ellerindeki teknik gücü filmde öngörüldüğü şekilde bir kere değil iki kere kullanmaya kalkışmış olabilirler pekâlâ. Birincisi, Gölcük merkezli bir deprem için, ikincisi de başkanı ortadan kaldıracak İstanbul merkezli ikinci bir deprem için... Tabii böyle bir senaryo ancak Jerry Flecher'in hayal dünyasında bulunabilir..."

Tabii, Düzce merkezli yeni depremden sonra senaryo biraz değişmek zorunda; iki değil üç ayrı deprem planlamak gerekiyor çünkü. Biri Gölcük merkezli, diğeri Düzce merkezli, bir de bu ikisinin hazırladığı zihinlerin kabul edebileceği daha güçlü bir üçüncü deprem... Bill Clinton NASA'nın ödeneklerini kısıyor mu, NASA yapay depreme sebep olabilecek teknolojiye sahip mi, şu sıralarda Türkiye'nin üzerinde NASA'ya ait bir uzay aracı dolaşıyor mu? Bu soruların hiçbirinin cevabını bilmiyorum ben. Zaten Jerry Flecher değilim ki, birbiriyle ilintisiz olaylar arasında bu tür ilişkiler kurabileyim.

Şu sıralarda cevabını en çok merak ettiğim soru ne biliyor musunuz? "Acaba Bill Clinton Komplo Teorisi filmini gördü, Brian Helgeland'ın yazdığı senaryoya dayalı filmin başarısından sonra J. H. Marks'a yazdırılan romanını okudu mu?"

SİSMİK BOMBA ŞÜPHESİ

Can ATAKLI - 31 Ağustos 1999 - Sabah Gazetesi

Adam diyor ki: "Deprem olmadı, sismik bomba atıldı" al başına belayı, olacak iş mi, ama şeytan da dürtüyor "neden olmasın?" diye.

Balıkçının biri "Tam deprem olurken göğe bir ateş topu yükseldi, gökyüzü aydınlandı, yıldızları tutacak gibi oldum" demesiydi belki de "fısıltı gazetesi"nin tirajı bu kadar büyük olmayacaktı. Balıkçının bu ifadesini başka görgü tanıkları da destekleyince ve bir de üstelik Büyükada açıklarında "ağların eridiği" söylentisi yayılınca "komplo teorileri" de devreye girdi.

Yarın depremin üçüncü haftasına giriyoruz. İlk haftanın sonundan beri konuşulan bir konu var. Hatta öyle ki kimi okurlar "Kardeşim bunu niye yazmıyorsunuz, niye saklıyorsunuz? diye sitem bile ediyor.

Konu şu: Marmara'daki depremin "görülmemiş" ölçüde büyük olmasının nedeni sadece doğa olayı olmayabilir, İzmit Körfezi'ne "sismik bomba" atılmış olabilir.

Böyle bir bomba var mı?

Şu ana kadar böyle bir bombanın imal edilip edilmediği konusunda resmi bilgi yok. Yok ama, teknik olarak mümkün. Sismik bomba şu oluyormuş: Dünyanın çevresine yerleştirilmiş bir uydu, dünyanın herhangi bir bölgesine, insan kulağının asla duymayacağı çok güçlü ses dalgası gönderiyor. Bu da yer sarsıntısına neden oluyor. Eğer bu ses dalgaları kırılmaya yüz tutmuş fay hatlarına gönderiliyorsa, sarsıntı çok daha şiddetli oluyor.

Madem lafa girdik, artık sürdüreceğiz mecburen. "Sismik bomba atılmış olabilir" teorisi nereden kuvvet buluyor? "Fısıltı gazetesi"nin haberlerine göre, CNN'de Ecevit'e sorulan bir soru akılları karıştırmış. CNN muhabiri "Depremde PKK parmağı olabilir mi?" diyor, Ecevit de "Zannetmiyorum" karşılığını veriyor, konu kapanıyor. Ama "komplo teorisi üretecek kapasitede" beyin taşıyanlarda merak başlıyor. "Ne demek PKK parmağı, yani biri istese deprem yapabiliyor mu?

Ardından şu sıralarda CİNE-5'te gösterilmeye başlanacak olan, "Komplo Teorileri" isimli film geliyor. İzlemeyenler için yazıyorum, eski bir ajan olan filmin kahramanı, çeşitli teoriler üretiyor ve ilgili makamlara bildiriyor. Bunlardan biri Amerika Başkanı'na düzenlenecek suikastle ilgili. Filmin kahramanı diyor ki "Başkanı öldürmek isteyenler, Türkiye gezisini bekliyor. Başkan Türkiye'deyken, sismik bomba atılacak, deprem olacak, İstanbul yıkılacak, başkan da enkaz altında kalıp ölecek."

Nitekim filmin ilerleyen dakikalarında Başkan Türkiye'ye gelmeden az önce deprem oluyor ve binlerce kişi ölüyor.

"Fısıltı gazetesi"nin yaydığına göre, İzmit Körfezi'ndeki alev topu, denizin içinde bulunan ve lava benzeyen madde, Altıncı Filo'nun gelişi, bir Rus araştırma gemisinin depremden iki saat sonra Marmara'ya girişi, bir Amerikan heyetinin Tsunami olup olmadığını araştırmak için bölgeye gelip dalış yapması, Amerika'nın fevkalâde yakın ilgisi, uzmanların yeni deprem olabilir uyarıları "depreme başka şeylerin karıştığı" sanılarını arttırıyormuş.

Tabii böyle anlarda insan beyni "normalden çok farklı" çalışıyor. Hele bizim gibi pekçok işe şeytanın karıştığı ülkelerde bu tür "paranoyak" düşünceler ortaya çıkıyor. Çıkmakla da kalmıyor, bir sürü insan inanmasa da "Valla neden olmasın?" sorusunu soruyor. Olabilir mi?

Buraya kadar "fısıltı gazetesi"nin yayınlarından derlenen bilgileri okudunuz. Peki gerçekten böyle bir bomba olabilir mi, olsa bile bunu kim, hangi amaçla ve Türkiye'nin kalbine atacak cesareti nasıl kendinde bulur?

Filmdeki gibi "cani bir bilimadamı" olması mümkün değil. Bu silahı elinde tutan bir devletin şu ya da bu nedenle bunu yapması da günümüz dünyasında mümkün olamaz.

Geriye bir tek "yanlışlık" ve sanal hedef olarak da İzmit Körfezi'ni nişanlıyor. Ama ne oluyorsa oluyor, sistem devreye giriyor. Ondan sonrası malum.

Uçuk gibi geldi size de değil mi? Bana da öyle.

Amaaa, Ege Denizi'nde bir Amerikan gemisinin, dünyanın en gelişmiş teknolojisi ile denetlenen ateşleme sisteminin, "yanlışlıkla" devreye girdiğini ve gidip bir Türk savaş gemisini, en önemli noktasından vurduğunu, pekçok Levendimizin ŞEHİT olduğunu da unutamıyorum bir türlü."

CAN ATAKLI SONRA İŞSİZ  KALDI...





H A A R P
Sedat SERTOĞLU - 24 Ağustos 1999 - Sabah Gazetesi

Bu harfler, ABD'nin en gizli askeri projelerinden biri olan "High Frequency Active Auroral Research Program" isminin baş harfleri... Adından görüldüğü gibi yüksek frekansla ilgili bir program bu…

Bu konuyu gündeme getirmemizin nedeni, son zamanlarda bazı kişilerin İnternet aracılığı ile HAARP projesini, Yıldız Savaşları filmleri senaryosu türünden senaryolarla Körfez depremine bağlayıp, birbirlerine iletmeye başlamaları. Hayal gücü oldukça yüksek bir milletiz. Kendimiz uydurup, sonra da kendimiz inanıyoruz. "Fısıltı gazetesi" akıl almaz bir hızla yalan yanlış herşeyi yayıyor. Bu nedenle konuyla ilgili doğruları bilmekte yarar var..

Bu proje 6 yıldan beri, Alaska'da Gakona askeri üssü yakınlarında, ABD Hava ve Deniz Kuvvetleri'nce gerçekleştiriliyor. Resmi amacı, İyonosfer'de araştırma yapmak. Bu projenin gerçekleşmesinde üç Amerikan şirketi ARCO, Raytheon ve E-Sistemleri, önemli rol oynadı ve hâlâ oynuyor..

Amerikalı askeri yetkililere göre, HAARP şunları gerçekleştirecek:

1-Atmosferdeki termonükleer araçların elektromanyetik vuruşlarını değiştirmek,
2-Denizaltılarla haberleşmeyi kolaylaştırmak,
3-Radar sistemlerini son derece geliştirmek,
4-Çok büyük bir bölgede, ABD ordusu dışında tüm haberleşmeyi durdurmak,
5-EMass ve Cray bilgisayarları ile ortaklaşa, toprağın altını çok derinlere kadar incelemek,
6-Büyük alanlarda petrol, doğalgaz ve mineralleri tespit etmek,
7-Cruise füzeleri gibi her türlü saldırı silahı ve uçağı havada imha etmek.

Gelelim, bu projeye karşıt olan Amerikalı bilimadamları da var. Bunun son derece tehlikeli olduğunu savunuyorlar. Çünkü, onlara göre, HAARP öylesine bir güç haline gelebilir ki, elinde tutan dünyanın tartışmasız hakimi olur..

Projenin karşıtlarından biri olan, ülkenin en ünlü jeofizikçilerinden Prof.Gordon J.F.MacDonald'e göre, elektromanyetik teknoloji bakın daha neler yapabilir:

1-İklimleri değiştirebilir,
2-Kutupları eritebilir veya yerinden oynatabilir,
3-Ozon tabakası ile oynayabilir,
4-Deprem yaratabilir,
5-Okyanus dalgalarını kontrol edebilir,
6-Dünyanın enerji alanları ile oynayarak, insan beynini kontrol altına alabilir,
7-Radyasyon yaymayan termonükleer patlama oluşturabilir...

Bunlar yapabildiklerinin sadece bir kısmı.. Dehşet değil mi? Ancak, Amerika Hava Kuvvetleri, iklimlerin kontrolünü amaçlayan "Spacecast 2020" projesi ile ilgili olarak "Çevreyi değiştirme teknikleri ile bir başka ülkeyi yok etmek veya zarara uğratmak yasaktır" açıklamasını da yapmış durumda...
Bu proje çok küçük sinyallerle çok büyük enerjileri kontrol etme mantığı üzerine kurulduğuna göre, Zbigniev Brezinski'nin 1970'lerde sözünü ettiği "İlerki yıllarda teknolojiye bağlı daha kontrollü bir toplum olacağı ve elitlerin bu imkanı kullanacağı" cümlesi sanki gerçek oluyor...

ABD eski Başkanı George Bush, "Yeni Dünya Düzeni" cümlesini kullanırken, acaba sadece, siyasi anlamda mı bunu söyledi?

Sizce HAARP ile ilgili bir başka ilginç şeyi anlatalım... Bu konuda Web'de açılan sayfalar, buradaki konuşmalar, gelen bilgiler, tartışılan konular sık sık esrarengiz eller tarafından silinip yok ediliyor. HAARP, bu konuyu inceleyenlere göre, 1994 yılından bu yana, en çok sansüre uğrayan konu durumunda...

Bir de bu konuda yazılmış olan ve adını çok ilginç bulduğumuz bir kitaptan söz edelim:

"Angels D'ont with HAARP.."
HAARP tartışması ABD'de daha çok uzun süreceğe benziyor


[*] Notlar: Aşağıdaki alıntılar, Tesla – Anlaşılamamış Dâhi kitabındandır:



"… tabana doğru giden demir sütun boyunca güçlenerek ilerleyen rezonansın Manhattan’ın altyapısını dört bir yandan titretmeye başladığıydı. (Normalde depremler merkez üslerinden biraz uzaklıkta şiddetli hissedilirler.) Binalar kıpırdamaya başlamıştı, camlar sarsılıyor ve yakınlardaki İtalyan ve Çin mahallelerindeki insanlar sokaklara akın ediyorlardı. (s:133)

"… bir çalar saatten daha büyük olmayan bir osilatürle gerçekleştirdiği deneylerden söz edecekti Alan L. Benson’a. Vibratörü altmış santim boyunda, beş santim kalınlığında bir çelik halkaya takmıştı. “Uzun bir süre hiçbir şey olmadı… Ama nihayet … koca çelik halka titremeye bir kalp gibi açılıp kapanmaya başladı ve en sonunda koptu!” … Wall Street bölgesinde on katlı çelik konstrüksiyonlu bir inşaat görecek ve vibratörü kirişlerden birine iliştirecekti. “Birkaç dakika içinde kirişin titremeye başladığını hissedecektim. Yavaş yavaş titremenin yoğunluğu arttı ve tüm inşaatı kaplamaya başladı. En sonunda yapı gıcırdamaya ve bükülmeye başlamıştı. İşçiler deprem olduğunu sanmış ve iskelelerden aşağı atlamıştı… Ciddi bir sonuç doğmasına mahal vermeden vibratörü cebime attığım gibi uzaklaştım oradan. Eğer on dakika daha fazla işler halde bıraksaydım tüm yapı yerle bir olacaktı. Aynı vibratörle Brooklyn Köprüsü’nü bir saatten kısa bir süre içerisinde yerle bir edebilirdim.”

… Dünyanın titreşimlerinin bir saat kırk dokuz dakikalık bir periyod ile seyrettiğini söylüyordu. “Yani, dünyaya şu anda vurduğum takdirde küçülen bir dalga, genişleme formunda, bu kadarlık bir süre sonunda aynı yere gelecektir. Aslında dünya da tüm cisimler gibi titreşim halindedir. Sürekli daralan ve genişleyen. “Şimdi tam küçülmeye başladığı anda bir ton dinamit patlattığımı düşünün. bu küçülmeyi hızlandıracak ve bir saat kırk dokuz dakika sonunda eşdeğerde hızlanmış bir genişleme meydana gelecektir. Genişleyen dalga geri çekilmeye başladığı anda bir ton dinamit daha patlattığımı düşünün, bu kez küçülme dalgasını biraz daha hızlandıracaktır. Ve bu işlemin art arda tekrar edildiğini düşünün… Dünya ikiye ayrılacaktır. İnsan, tarihi boyunca ilk defa olarak kozmik gidişata müdahale edebilmenin bir yolunu bulmuş oluyor! (s:134,135)

Tesla, O’Neill’in, daha önce şiddetli bir deprem meydana gelmiş bir bölgeye yerleştirilecek ciroskop bataryalarının yeryüzünün içinde düşük seviyelerde rezonans yaratacak şekilde eşit aralıklarla vuruşlar yapması ile katmanlar üzerindeki baskının azaltılabileceğini ve bu sayede ciddi depremler yaşanmasının engellenebileceği teorisini destekliyordu. Bugün sismologlar bu varsayımları yenilenen bir ilgi ile gözden geçirmeğe başladılar. (s:136)

Bu güçlü cihaz kurulduktan ve denemeler yapılmaya başlandıktan sonra mucit en sert dağ fırtınalarını bile gölgede bırakacak elektrikli havai fişekler yaratabilmeye başlamıştı. Verici çalışırken kırk kilometre uzaklıktaki paratonerler dahi doğal yıldırımdan çok daha güçlü ve sürekli ateşli arkların etki alanına giriyorlardı. (s:153)

25 Mart 1911 tarihinde meydana gelen Triangle Fabrikası yangınında, kötü koşullarda ve düşük ücretlerle çalıştırılan, aynı zamanda genç göçmen kadınların oluşturduğu işçilerden bir çoğu kavrulmamak için camlardan atlamış ve hayatlarını kaybetmişlerdi. Bu olayın yarattığı öfke dalgası işçilerin sendikalaşması ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi sürecine de bir ivme kazandırmıştı. Yaralanan birçok işçi güvenlik önlemlerinin ne derece ihmal edildiğini gözler önüne sermişti. (s.200)

Ölümünden sekiz ay sonra ABD Yüksek Mahkemesi, kendisinin emin olduğu üzere, Radyo’nun mucidinin Tesla olduğu yönünde bir kararı onayacaktı. (s:267)

.

toplumsal sorunlar ve hayat hakkında

1- DOĞADAKİ YÖNLENDİRİCİ GÜÇ SİSTEMİNİN YANLIŞ YORUMLANMASI
Önce yaşanmış bir örnek vererek vatandaşın toplumsal sistemin sevk ve idaresi konusunda ne tür bir genel düşüncede olduğunu göstermek istiyorum.
Bir öğretim üyesi yaş-haddi nedeniyle emekliye ayrılır. Ancak kendisini henüz çok dinç ve üretken gördüğünden ve de bulunduğu bölümün öğretim üyeleri de bu görüşte olduklarından, hocanın odasını boşaltmazlar ve hocaya bazı ders ve uygulamalarda görev verirler. Hoca bölüme gidip-gelmeye devam eder. Hocanın oturduğu mahalledeki bir komşusu bu durumu öğrenince Hocaya şöyle der: Aferin Rektörünüze, sizin hala çalışmanıza müsaade etmiş der. Hoca, görevlendirme isteminin bölümdeki elemanlarca teklif edildiğini belirtince, olsun, rektör istemeseydi bu iş olmazdı-ya!
Görüldüğü üzere, vatandaş, bir toplumun sevk ve idaresinin tamamen tepedeki bir yerden olması, tabandakilerin bir yetkisi olmaması gerektiği konusunda kesin önyargılı bir düşünceye sahiptir.
Halkın böylesine önyargılı bir düşünceye sahip olmasının nedeni, geleneksel hayat anlayışı görüşünden kaynaklanır. İnsanların bilinçaltına işlemiş olan bu düşünce ve davranış sisteminde, varlıkları yönlendiren güç-kuvvet, varlıkların kendileri dışında, ayrı bir sistemdedir. Bu nedenle kişiler toplumsal sistemin sevk ve idaresinde de kendileri dışında bir harici yönlendiricinin bulunmasını çok doğal karşılamakta, kendisi bizzat pasif kalmaktadır.
Önceki bölümlerde açıklamaya çalıştım ve şimdi tekrar üzerine bastıra-bastıra vurgulamak istiyorum: Doğadaki tüm oluşum ve gelişimler, bizzat varlıkların kendilerinden kaynaklanır; her varlık nasıl daha rahat duruma ulaşabileceğinin hesaplamaları peşindedir. Bizlerin düşünce ve davranışları, bendimizdeki hücrelerimiz tarafından belirlenirler; bedenimizde işlerin yolunda gitmesi için hücreler geceli-gündüzlü, dur-durak bilmeden çabalarlar.
Özet olarak vurgulayacak olursak: Varlıkları yönlendiren güçler, onların içlerinden kökenlenirler. Dolayısıyla toplumsal sistemde de bu böyle olmalıdır. Toplumsal sistem, biz ona sahip çıkarsak ayakta kalır, yoksa dağılır.

2- HER ŞEY BİLGİ İLE OLUŞTURULMAKTADIR.
Bir elma ağacını oluşturma bilgisinin elma çekirdeğinde, bir koyun oluşturma bilgisinin, koyun yumurtası (+sperminde) olması gibi, bir şey yapma, oluşturma bilgisi ve yeteneği o şeyin bileşenlerindedir. Toplumlar da iş-ve-meslek mensupları arası ortaklık sistemi olduğuna göre, toplum oluşturma bilgisinin de bu kişilerde bulunması şarttır. Ama maalesef insanlığa bu bilgi verilmemektedir. Tam tersi yönde bir bilgi insanlığa çocukluk evresinde aşılanmakta ve bu bilgiye göre simetri-kırılması + sabitleştirme + köleleştirmeye uğrayan insanlar bu önyargıdan kurtulamamaktadır.
DOM (Doğadaki Oluşum Mekanizması) sistemi bilgilerini ilk defa okuyan birçok arkadaş düşünce sistemlerinde değişiklikler olduğunu ifade etmektedirler:
Yazınızı okuduktan sonra kafamda muğlak olan bir takım bilgiler yerine oturdu, yeni bir bakış açısı ve farkındalık oluştu.
İşte bu nedenle DOM sistemi bilgilerinin mümkün olduğunca çok insana ulaştırılması, insanların bilgilendirilmesi ve toplumsal davranacak şekilde düşünmeleri için şarttır.
►Doğada tüm olaylar information & self-organisation usulüyle gelişir. Kuantlardan başlayarak tüm varlıklar çevrelerini algılayıp, çevreleriyle uyumlu olacak davranışa geçerler, yani salınım sistemlerini, vs. değiştirirler. Bizlerin bilgi = information oluşturması da, öğrenme dediğimiz olayla olur. Bu olay sırasında hücrelerimiz yapısal-dokusal durumlarını değiştirerek, doğadaki değişim-dönüşümlere uyumlu olacak davranış sergileme yeteneğine kavuşurlar (anizotropilerini değiştirmiş olurlar).
►Varlıkların, kuant > atom > molekül > hücre > beden şeklinde değişik madde kombinasyonları halinde ortaya çıkmalarıyla da, zaman dediğimiz değişim-dönüşüm göstergesi ortaya çıkar.
►Değişim-dönüşümler tavuk-yumurta (doğum-ölüm) döngülü bir hayat sistemi oluşumuna yol açar ki, bu da ömür = zamanın bir dilimi ilişkisini doğurur.
► Tüm bilgiler, tavuk-yumurta (doğum-ölüm) döngüsü çerçevesinde, alt-bileşenlere (taban öğelerine) aktarıldığından, her yeni oluşturulacak varlık, taban öğelerine aktarılan bu gelişmiş bilgilere muhtaçtır. Aksi takdirde doğadaki değişim-dönüşümlere uyum sağlayamaz, çünkü bir önceki nesile ait yapısallaşmalar (bilgiler) artık değişmiştir.
►Bu nedenle beynimizdeki 100 milyar sinir hücresinden her biri on-binlerce faktörü değerlendirip, bir karar oluşturmak mecburiyetiyle karşı karşıyadır. Bu faktörler arasında 92 temel kimyasal element (atom), 2 bin kadar inorganik molekül, on binlerce organik molekül, binlerce bakteri + virüs, binlerce bitki + hayvan türü, vs.de gerçekleşen değişim-dönüşüm kayıtları bulunmaktadır.
►Durum böyle olunca, bizler hücrelerimizdeki anizotropik değişimlere (bilgilere), hücrelerimiz moleküllerdeki, moleküller atomlardaki anizotropik değişimlere bağlı olarak gelişmek zorundayız.
►Toplum hayatı iş-ve-meslek mensupları arası bir ortaklık sistemi olduğuna göre, toplumsal sistem (devlet, vs) oluşturma yetkisi ve bilgisi de, iş-ve-meslek mensuplarında bulunmak zorundadır. Ama maalesef böyle bir bilgi insanlarda bulunmamaktadır. Bu nedenle de, arılar-karıncalar gibi hayvan dediğimiz varlıklar mükemmel işleyen toplumsal sistemler oluştururlarken, kendisini en akıllı canlı olarak gören insanlık doğaya uyumlu bir toplumsal sistem oluşturamamaktadır. Bunun tek nedeni de, doğadaki oluşturucu güç sistemini kendi içinde değil, kendisi dışında aramasında, bu nedenle de tepeye bağımlı sistem oluşumlarına olanak sağlamasındadır.
2.1. Kullanılan bilgi doğruysa (doğal sisteme uygunsa), canlılar sorunlarını çözerler, yanlışsa çözemezler
Toplumsal denge ve düzenimiz tepeye yerleştirilen liderlere bırakılamayacak kadar önemlidirler, çünkü toplumsal sorunlarımızın hepsinin nedeni Tepeye Bağımlı Örgütlenmelerdir (TBÖ):
1- TBÖ bireyler sadece tepeye karşı sorumlu ve bağımlılık içinde yetiştirildiğinden, insanların birbirlerine karşı bağımlılık duyguları gelişmemiş, birbirleriyle anlaşıp-uzlaşma yetenekleri körleşmiştir. Bu ise, insanların birbirleriyle anlaşıp-uzlaşmaları için gerekli olan en temel yeteneğin yok edilmesi anlamına gelir.
2- TBÖ saygın ve saygın olmayan meslekler gibi ayrımcılık ortaya çıkar, çünkü kimi meslekler emir verici, kimisi emir alıcıdır. Bu nedenle, kişilerin mesleklere yönlenmeleri, yeteneklerine göre değil, toplumdaki saygınlık değerine göre olduğundan,
a)İnsanlar hep SAYGIN varsayılan mesleklere yönelirler; o mesleğe yeteneği olmayan insanlar bu mesleklerde gerekli başarıyı gösteremezler ve toplumsal kalkınma engellenir.
b)İnsanların doğal yetenekleriyle meslekleri birbirine uyumsuz olduğunda, insanlar kendilerini mutsuz hissederler; mutsuz insanların çevrelerine yarardan çok zararı olur, vs.
3- TBÖ sorumluluk tamamen liderlerin sırtında olduğundan, halk düşünme tembelliğine mahkûm edilmiştir. Sorunlarının çözümünü bir kurtarıcıdan bekleyen halk, fikir üretme ve sorunlarını çözme çabalarına girişmez. Dolayısıyla halkın bilgi üretme kapasitesi otomatik olarak sınırlandırılmış olunur. Bilgi ise, verimli üretimin, kalkınmanın temel direğidir.
4- TBÖ, tepedekiler hem yönetici hem de toplum mallarının sahibidir. Tepedekiler toplum mallarına sahip çıkınca, halk toplum mallarına sahip çıkmaz ve devletin malı deniz, yemeyen domuz sistemi ortaya çıkar. Toplum malları hor kullanılmaya başlanır ve 10 yıl dayanması gereken bir araç bir yılda bozulur ve toplumsal kalkınma engellenir.
5- TBÖ tepedekiler kendilerini devletin sahibi olarak görürler ve kendi görüşlerine uymayanları cezalandırma yetkisine sahip olduklarını sanırlar. Bu nedenle gizli-sinsi eylemlere girişirler. Bunun sonucu, derin-devlet mekanizmaları oluşturulur, insanlar şantaj, tehdit, suikast, vs. gibi yöntemlerle susturulmaya çalışılır.
6- TBÖ yükselme, bilgiden ziyade, tepedekilere yakınlıkla sağlandığından, insanlar bir şey öğrenerek bu bilgiye dayalı bir üretim ve karşılıklı hizmet alışverişi içine girmek yerine, tepedekilerle yakın ilişki kurmaya (yağcılığa) yönelirler. Bu ise üretimin düşmesine ve toplumun geri kalmasına yol açar.
7- TBÖ toplumsal sorunların çözümü, karşılıklı etkileşimlerle değil, tepedekilerin yönlendirmesine bağlı olduğundan, insanlar arasında sana ne; bana ne, babanın malı mı? gibi davranışlar yaygındır. Bu ise vatandaşın kendisini toplumun sahibi olarak görmediğinin delilidir.
8- İnsan sosyal bir canlıdır ve her sosyal canlının içinde, bir sisteme ait olma, bir grup içinde bir araya gelme dürtüsü vardır. Toplum bürokratik bir zümre tarafından sahiplenilince, kendilerini dışlanmış hisseden halk, çeşitli şekillerde birlikler oluşturarak, aidiyet duygusunu tatmin edeceği gruplaşmalar oluşturur. Bu durum, mevcut toplumsal sistemlerin en zayıf noktasıdır ve toplumu içten içe kemiren, parçalayıcı bir hastalık oluşturur. Her tür anarşi, mafya, çete, etnik veya dinsel gruplaşmanın kökeninde bu aidiyet dürtüsü yatar.
9- TBÖ, toplum malları tepedekilerce sahiplenilir. Halk kendini toplumsal sistemin bir ortağı olarak görmediğinden, yaptığı işlerde sadece kendi çıkarını gözetecek davranışlara yönelir; devleti yönetenler ise herkesin başına bir bekçi dikmek zorundadırlar, bu ise olanaksızdır; vs..
10- TBÖde farklı görüş sahipleri yönetimi (devleti) ele geçirme yarışı içindedirler. Bu nedenle, bürokrasi çarkının içine kendi görüşlerine uygun adamlar yerleştirirler. Bürokrasi çarkı bu şekilde farklı görüşlerce parsellenmiş olur. Her biri kendi görüşündekilerin çıkarını savunacak, diğerlerini baltalayacak tutum içinde olduklarından, hak-hukuk sistemi yaralanır: Herkes kendini vatansever görüp, karşıtlarını yok edecek tutum-ve davranışlara girdiğinden, bir sürü çeteleşme ortaya çıkar. Susurluk, Ergenekon-davası, faili-meçhul cinayetler, sonuç alınamayan davalar, yolsuzluklar, çeteleşmeler, vs. kaçınılmaz olurlar. Bu durum sadece bir devlet içinde değil, dünya çapında da geçerlidir. Güçlü devletler, kendilerine bağlı medya kuruluşları, vs. vasıtasıyla diğer toplumları yönlendirecek şekilde lider pazarlamaları yaparlar. Kurtuluş savaşı sırasında İngiltere veya Amerika mandacılığını savunan siyasetçiler; demokrasiye geçişle birlikte, Amerika tarafından desteklenerek liderlik koltuğuna oturan ve Amerika yanlısı politikalar izleyen siyasetçileri hatırlamak yeterlidir. İsrail devletinin kurulmasını planlayan ABD, 1946 yılından itibaren önce bu bölgede İsrail'i koruyacak hami bir devlet aradı ve Menderes ve yandaşları ile anlaşarak bu devletin Türkiye olmasına karar verdi. İlk iş olarak, çok partili döneme geçiş için Türkiye'yi zorladı. Bu arada, 1948 yılında Filistin devletini ortadan kaldırdı. Sonra, 2 yıl gibi kısa bir sürede, Menderes ve yandaşlarını çok büyük paralarla ve barış gönüllüleri adı altında Türkiye'ye soktuğu ajanları vasıtasıyla destekleyerek, iktidara taşıdı ve hemen gizli birçok anlaşmaya imza attırdı. Bu anlaşmalardan sadece bir adedi, 50 yıllık olup 2000 yılında süresi dolan, Türkiye'nin güneydoğu bölgesinde petrol çıkarma haklarının ABD şirketlerine verilmesiydi. Daha birçok gizli anlaşmadan sadece birisi bile tam bir ihanet belgesidir. Bundan sonra işbaşına gelen tüm hükümetlere ABD tarafından vize verilmesinin ilk koşulu İsrail'in hamiliğiydi. Haydar Ateş http://www.odatv.com/n.php?n=recep-bey-niye-boyle-konusuyor-0806101200
Liderler güç ve kuvvetlerini halktan alırlar, yani liderlerin enerji kaynağı halktan aldıkları oylardadır. Bizler oylarımızla tüm toplumsal güç ve enerjimizi belli bir süre için belli liderlere veririz. Liderlerin bizden aldıkları bu gücü ne derecede halkın yararına kullandığı ise, liderden-lidere değişmekle birlikte, asla tamamen toplumun yararına değildir. Örneğin hükümetlerin yaptıkları son icraatlara bakarsak:
►1- Devlete ait bankalar satıldı;
►2- Şeker fabrikaları satıldı;
►3- Pektim satıldı;
►4- Limanlar satıldı;
►5- Hava meydanları satıldı;
►6- Tekel fabrikaları satıldı;
Vs. vs. satıldı ve oralarda çalışanlar kısmen de olsa perişan duruma düştüler;
►7- Üstelik bu milli değerleri satın alanların çoğu yabancı uyruklu kişi veya kuruluşlar ve çoğu satışlar pek de ulusal yararımıza değil. Örneğin Türk Telekom adlı Milli Şirketimiz; 1,5 Milyar Dolar peşin, kalan 5 Milyar Dolar ise 5 yıl taksitle satıldı. Türk Telekom satıldığında kasasında 1,8 Milyar Dolar vardı. AKP Hükümeti, şirkete 5 yıl vergi muafiyeti tanıdı. Satış anında Türk Telekomun yıllık karı 2 Milyar Dolar idi. Satış sözleşmesine göre şirket, üzerindeki gayrimenkulleri satamayacak ve devir anında devlete teslim edecekti. Fakat Türk Telekomu satın alanlar, çok sayıda gayrimenkulü sattılar. Satılmaması yönündeki Danıştay kararlarını ve Devlet Denetleme Kurulu kararlarını dinlemediler.
Eski dönemlerdeki devlet yöneticilerinin icraatlarına bakarsak, devletin sahibi olduğuna inanılan padişahlar (ve devlet erkânı) bile, kişisel çıkarları uğruna, toplumu yabancılara peş-keş çekmeye kalkışmışlardır.
Örneğin son padişah Vahdettin: İngiliz ulusuna karşı beslediğim sevgi ve hayranlık duygularımı babam Sultan Abdülmecitten miras aldım. Ümidimi Allahtan sonra İngiltereye bağladım.
İngiliz Karadeniz Ordu Komutanı General Milnenin Londraya İngiliz Genelkurmayına yazdığı raporda: Sultan Vahdettin, İngilizlerin Osmanlı topraklarında idareyi mümkün olduğu kadar süratle ellerine almasını istiyor.1919
Hariciye Nazırı Mustafa Şerif Paşa: Kendim, kabinedeki arkadaşlarım, Sultan ve geniş bir halk kitlesi adına katiyet ve ciddiyetle temin ederim ki, umumun arzusu İngiltere tarafından idare edilmektir. 16.12.1918, İngiliz Ordu Komutanı General Milneye..
Sadrazam Tevfik Paşa: Tevfik Paşa İngiltere ile gizli bir anlaşmaya varılarak Osmanlı Devletinin İngiltereye bağlılığının sağlanmasını istedi. Yüksek Komiser Amiral Calt Horpeun raporundan. 06.06.1919.
Yazar Refi Cevat Ulunay: "Türkler kendi güçleri ile adam olamaz. İngilizler elimizden tutup bizi kurtaracak." - 21.05.1919

Toplum denilen ortak yaşam şekli, iş ve meslek dalları arası bir ortaklık sistemidir. Bir daktilograf bir sayfa yazıyı, yaklaşık bir dakikada yazar, hem de klavyeye hiç bakmadan. Bir marangoz bir çekiç darbesiyle bir çiviyi dibine kadar çakar. Bir elektrikçi bir kabloyu 1-2 dakikada duvarın içindeki borudan geçirip, elektrik hattını tamamlar, vs.. Ama bir insan hem daktilo işlerini, hem marangozluk işlerini, hem elektrik işlerini, vs. kendisi yapmaya kalkarsa, bir sayfa yazıyı en az bir saatte yazar; bir-iki saniyede çakılacak bir çiviyi birkaç defa eğip-doğrulttuktan sonra 1-2 dakikada ancak; vs. Görüldüğü üzere, her bir iş için harcadığı zaman en az 60 katına çıkar. İşte bu tam bir zaman savurganlığı örneğidir ve hiç ekonomik değildir.
Tek başına yaşayan bir insan sürekli bir koşuşturma içinde olmak zorundadır. Hem ihtiyacı olan sebzeleri, tahılları üretecek, hem tahılları öğütüp un yapacak, hem yiyeceği eti sağlayacak, hem ateş yakacak, hem yemek pişirecek bir fırın yapacak, hem tabak, kaşık yapacak, vs… Bu kadar farklı görevin hepsini bir insanın tek başına yapması imkânsızdır, çünkü buna ne zamanı, ne bilgisi ne de enerjisi yeterli değildir. Toplumsal bir sistem içinde yaşayan bir insan ise, bu görevlerden sadece birini yapar ve diğer insanlarla ürününü veya hizmetini takas ederek yaşar. Bu sayede hem daha az koşuşturur ve hem de çok daha rahat bir yaşam düzeyine kavuşmuş olunur.
Riehl (2010) da gösterildiği üzere, karşılıklı ortaklık tüm canlılar âleminde de yaygındır. Karşılıklı ortaklıkların varlıkların yararına olması şu noktadan kaynaklanır. Her varlık bir iş yapmak için enerji kullanır. Ancak her varlığın kullandığı enerji türü farklı farklıdır. Kuant dediğimiz foton düzeyindeki enerji kaynağını maddeye dönüştüren ilk canlılar prokaryotik bakterilerdir. Kloroplast adlı bir bileşik bu işlemi yapan temel modüldür. Ondan sonra oluşan deniz yosunları, otlar, ağaçlar, vs. hep bu temel kloroplast modülünü kullanmak, onunla ortaklık yapmak zorundadırlar. Kloroplast modüllerinin oluşturdukları karbonhidrat moleküllerini oksitleyerek, ATP, ADP gibi fosfatlı moleküllere dönüştüren mitokondria adı verilen organel de, proteobacteria denilen bir başka temel varlık temsilcisidir. Bu nedenle, tüm eukaryot hücreli canlılar, enerji dönüştürme işlemlerinde bu proteobacteria temsilcisi olan mitokondria ile ortaklık yapmışlardır. Görüldüğü üzere, tüm hayat sistemleri, bir önceki evrede (zamanda, dönemde) oluşturulmuş eski bilgi-sahipleri (çeşitli bileşimlerdeki madde kombinasyonlarının oluşturdukları farklı anizotropik yapısallaşmalar) ile ortaklık yapılarak oluşturulmaktadır.
Bu nedenle toplum (devlet) iş ve meslek sahipleri arasındaki bir ortaklık sistemi olarak işlev görür. Dolayısıyla yapısallaşması ve yönlendirilmesi tamamen iş-ve meslek dalları arası ilişkiler çerçevesinde olmak zorundadır.
İnsanlık farkında olmadan, karşılıklı hizmet ortaklıklarından yararlanmaya başlamıştır. Farkında olmadan diyorum, çünkü yaptığı bu hizmet-değiş-tokuşlarının kendi yararına olduğunu, yani toplumun kendisi için bir ortaklık sistemi olduğunu bilmez. Bilseydi, hiçbir insan asla işine-ürününe hile katmazdı (manav çürük elmayı poşete koymazdı, inşaatçı kötü malzeme kullanmazdı, vs.).
Yukarıda gösterildiği üzere liderli sistemler toplumsal sisteme zararlı oluşumlardır. Onun için toplumsal sisteme sahip çıkılmasının gereğini halkın öğrenmesi gerekir.

3. BİRİNCİ AMAÇ VE HEDEFİN BELİRLENMESİ ÇOK ÖNEMLİDİR
Amaç ve hedef belirgin olmadıkça, kuvvetlerin odaklanması kaybolur, enerji boşa harcanır. Onun için temel amaç ve hedef çok belirgin olmalıdır. Hedefimizin ne olması gerektiği konusunda üzerinde anlaşıp-uzlaşmamız gereken temel nokta şudur:
►1- Doğada bir denge ve düzen vardır. Atalarımız bu denge ve düzen oluşturucu gücü Tanrı veya Allah olarak tanımlamıştır.
►2- Fizik-kimya-biyoloji-jeoloji-nörofizyoloji gibi temel doğa bilimlerinin henüz yeterince gelişmediği eski zamanlarda, doğadaki denge ve düzen oluşturucu bu güç sistemi, kuantsal kökenli düşünülemediği için, varlıkların dışında, ekstra bir varlık, görülmeyen ebedi ömürlü, sabit, değişmeyen, büyük bir canlı (felsefecilerin tanımıyla vis plastica = yontucu-şekillendirici güç) olarak tasarlanmıştır.
►3- Doğa bilimlerindeki yeni araştırmalar sonucunda ise, doğadaki bu güç sisteminin varlıkların içinde (temel bileşenlerinde, yani kuantsal sistemde) olduğu ortaya konulmuştur. Temeldeki bu güç sistemi hem yapıcı, hem yıkıcı olabilen sürekli bir değişim döngüsü içindedir, yani sabit değildir. Dolayısıyla doğada ebediyet, sabit ömürlülük diye bir şey yoktur, bu nedenle zaman değişim-dönüşümlerin göstergesi olmaktadır.

Özetleyecek olursak, üzerinde uzlaşılması gereken temel hedef
►a) Doğadaki denge ve düzen oluşturucu güç sisteminin varlıkların bedenleri dışında değil, varlıkların bedenleri içinde olduğunun,
►b) Ebediyet (ebedi hayat, vs) diye bir şeyin olmadığının, her şeyin sürekli bir değişim-dönüşüm içinde olması gerektiğinin
bilinmesi, ona göre düşünülüp-davranılmasıdır.
Bu temel hedefe ulaşmadan yapılacak tüm işler boşuna çabalar olacaktır, çünkü beynindeki hücre bağlantıları geleneksel bilgilere göre yapılmış insanların, simetri-kırılması + sabitleştirilme + köleleştirme üçlüsü, doğal-sistem-mantığı ile düşünmesi ve davranmasını olanaksızlaştırmaktadır. Beynimizde yeni bir by-pass hattı oluşturup, eski bağlantıyı devre dışı bırakmadan, doğal-sistem-mantığı ile düşünüp, sorunlarımızı çözebilmemiz olanaksızdır.
Doğadaki denge ve düzen varlıkların bizzat aktif katılımlarıyla sağlanmaktadır. Bedenlerinin hücrelerince oluşturulduğunu fark edemeyen insanlar gerçek toplum oluşturamazlar.
Bu sitenin amacı, insanlara doğadaki oluşum mekanizmasını açıklamak ve aynı mekanizmayı toplumsal sisteme uygulayacak şekilde davranmasını sağlamaktır. Toplum, insanların oluşturacağı bir üst-sistemdir. Aynen bedenlerin hücrelerce oluşturulması gibi oluşturulmak zorundadır. Hücreler aynı genetik bilgileri içermiyorlarsa, karşılıklı olarak kromozomların birbirlerine yapışıp- ortak bir beden oluşturmak üzere davranmaları olanaksızlaşır, yani döl tutmaz. Bu nedenle toplumlarda insanların aynı amaç ve hedef uğrunda bir araya gelmeleri ve bu hedefe ulaşmak için de ortak davranışta bulunmaları şarttır.
Bu sitede herkes görüşünü açıklayabilir, ancak öne sürülen görüşün tüm toplumsal sorunları çözecek nitelikte olması şarttır. Yoksa bir şeyi yapayım derken, başka şeyler yıkılacaksa, o görüşle toplumsal birliktelik sağlanmaz.
Sitenin files kısmına Doğadaki Oluşum Mekanizması adında bir dosya yerleştirilmiştir. O dosyada, doğadaki sisteme uygun bir toplumsal sistemin nasıl olması ve nasıl oluşturulacağı konusunda, moderatörün görüşleri yer almaktadır. Bu dosyada hatalı veya eksik noktalar varsa, bunları sitemizde tartışmaya açacağız. Buna benzer şekilde başkalarının başka tür toplumsal birlik oluşturma modelleri varsa, onları ortaya koymalarını isteyeceğiz. Barika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar = gerçek-kıvılcımı fikirlerin çarpışmasından doğar deyimi uyarınca, toplumsal sistemimizin nasıl oluşturulacağını ortaya koyacağız.
Yani bizler toplumsal hayatın bizzat sahibi olduğumuzu gösterip, aktif rol alarak sistemimizin nasıl işletilmesi gerektiğine karar vereceğiz. Demokrasi halk idaresi olduğuna göre, halk nasıl idare edilmesi gerektiğini de belirlemelidir. Yasa ve yönetmeliklerin oluşturulma hakkı artık tepedekilere bırakılmamalı, halk toplumunun sahipliğini bizzat üstlenmelidir.
Demokrasiye ve toplumumuza sahip çıkmak üzere bu girişime destek vermenizi beklerken,
Sevgi ve saygılarımı sunarım.
Prof. Dr. İsmet Gedik

Atatürkçü Çağdaşlaşmanın Türk Toplumundaki Sonuçları

 Atatürk’ün dünyaca kabul edilen ve bilinen bellibaşlı iki niteliğinden biri; “Milli Mücadele”, diğeri de “Çağdaşlaşma” hareketlerinin önderi olmasıdır. Nitekim 9 Eylül 1922’de, düşman denize dökülüp İzmir alındıktan ve Milli Mücadele Savaşı kazanıldıktan sonra, Atatürk’ün “Asıl iş şimdi başlıyor” sözleri ile “Ulusal Kurtuluş Hareketi”nin ikinci ve belki de esas aşaması olan “Çağdaşlaşma” hamlesine öncelik ve hız verdiğini biliyoruz.

Nitekim UNESCO’dan başlayarak birçok kuruluşların ve kişilerin çeşitli vesilelerle ve özellikle Atatürk’ün 100. Doğum Yıldönümü Programları dolayısıyla Atatürk’ün “Çağdaşlaşma önderi” niteliğini bir “evrensel” gerçek olarak kabul ettiklerini ve “Atatürkçülük”ü bir “Çağdaşlaşma İdeolojisi” olarak kabul eden görüşün Türkiye’de ve dış dünyada giderek yaygınlık kazandığını biliyoruz.

“Atatürkçü Çağdaşlaşma”nın memleketimizde devlet fikir ve ekonomi alanındaki sayısız somut neticelerini görmemek imkânsızdır. Bu çağdaşlaşmanın en büyük eseri olan Türkiye Cumhuriyetinin 61 yıllık döneminde çeşitli ve hatta bütün alanlarda sağlanan başarı ve ilerlemeleri; Devlet İstatistik Enstitüsünün ve çeşitli kurumların yayınladığı rakamlarda önümüze sermektedir.

Büyük Atatürk’ü milletçe bir kere daha anarken, bir “Çağdaşlaşma İdeolojisi” olan Atatürkçülüğün Türk Toplumunun çeşitli alanlarda gerçekleştirdiği köklü değişiklikleri ve bunun, alınan ve görünen somut sonuçlarını özetlemekte yarar görüyoruz.

Atatürkçü çağdaşlaşmanın en önemli ve köklü sonuçlarının “Devlet Yönetimi ve Rejim” konusunda gerçekleştirildiğine şüphe yoktur. Teokratik Osmanlı Devletinin yerine kurulan ve çağımızın ve demokrasinin gereklerine en uygun olan “Atatürk Cumhuriyeti”nin Ulusal Egemenliğe, Milliyetçilik, Halkçılık ve Lâiklik ilkelerine ve akılcı-bilimci esaslara dayandığını, bunun için de saltanatın ve halifeliğin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, lâiklik ilkesinin bütün gerçekleri ile Anayasada yer alması gibi önemli inkılâpların yapıldığını, millî hâkimiyet prensibinin sonucu olan “çok partili rejim”in ülkemizde yerleştirilmesi için ise cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren bu yolda birtakım denemelerin yapıldığını ve nihayet ülkemizin bugün gerçek anlamı ile “çok partili-pluralist” bir rejime kavuşturulduğunu biliyoruz.

Osmanlı dönemindeki kısmî modernleşme hareketlerinden farklı “total-bütüncü” bir çağdaşlaşma ideolojisi olan Atatürkçülük, sadece siyasal ve ekonomik değil, sosyal ve kültürel çağdaşlaşmayı da öngörmektedir.

Bu neden ile “Atatürkçü Çağdaşlaşma” uygulaması esnasında, ülkemizde her anlamda “çağdaş ve uygar bir toplum” yaratma çalışmalarının yapıldığını ve böyle bir toplum yaratmaya yönelik inkılâpçı uygulamaların gerçekleştirildiğini biliyoruz.

Kıyafet inkılâbı, kadın hakları, uluslararası takvim ve ölçü değişiklikleri ve soyadı kanununun kabulü gibi uygulamalar, Türkiye’de “Yeni Sosyal Düzen” yaratma amacını güden Atatürkçü çağdaşlaşmanın somut örnekleridir.
Diğer taraftan, Atatürkçü Milliyetçilikten esinlenen ve ülkemizde ulusal kültür ve eğitim anlayışı getirmek isteyen “Atatürkçü Çağdaşlaşma”nın Eğitim Birliği Kanunu, Yazı ve Dil inkılâbı ve yeni tarih anlayışı gibi inkilâpçı uygulamalarına tanık oluyoruz.

Fakat sosyal alanda en önemli çağdaşlaşma hareketinin ülkemizde gerçekleştirilen ve yerleştirilen “Yeni Hukuk Düzeni” olduğuna da şüphe yoktur. Lâik Cumhuriyet toplumunda, din esaslarına dayanan Hukuk Sisteminin yaşayamayacağı gözleminden hareket edilerek, Lâik Hukuk kabul edilmiş, bunun da temel taşı 4 Ekim 1926’da kabul edilen Türk Medenî Kanunu ile, Türk Borçlar Kanunu olmuştur. Yeni Medenî Kanunda aile alanı ile miras konusunda erkeğin bütün ayrıcalıkları kaldırılmış, kadın ve erkek arasında mutlak eşitlik sağlanmıştır.

Lozan Antlaşmasının 48. maddesi Türkiye’de Müslüman olmayan halkın Şahıs ve Aile Hukuku konularının kendi geleneklerine göre çözümüne müsait olduğu halde, Türk Medenî Kanununun kabulü karşısında, Türkiye’deki Müslüman olmayan topluluklar, Lozan Antlaşmasının kendilerine verdiği haklardan vazgeçtiklerini ve Türk Medenî Kanunu hükümlerine uymak istediklerini bildirmişlerdir, İsviçre Medenî Kanunu kısa bir sürede ulusallaşmış, Türk hâkimi bu kanuna kendi ruhunu vermekte çok usta davranmıştır. Birçok batılı, Türk inkılâbının hukuk alanındaki bu başarısını hayranlıkla karşılamıştır. Kadınların siyasal hayata katılmalarının 1930 ve 1934 yıllarında gerçekleştirildiğini, 5 Aralık 1934’ te yapılan Anayasa değişikliği ile kadına milletvekili seçme ve seçilme hakkının tanındığını görüyoruz. Hukuk inkılâbının temeli olan kadın-erkek eşitliğinin şehirleşme ve sanayileşme geliştikçe bütün alanlarda gerçekleşeceğine şüphe yoktur. “Atatürk Devletçiliği” nin ülkemizde endüstri kurmak ve sosyal adalet gereklerine uygun bir düzen yaratmak işini yüklendiğini biliyoruz.
30 Ekim 1984 günü, Mürted ovasında, günümüzün çok güçlü teknik özelliklerine sahip F-16 savaş uçağını üretecek fabrikanın temelinin atılması, çağdaş teknolojinin en önde gelenlerinden biri olan havacılık teknolojisini memleketimize getirmenin mutlu ve anlamlı bir olayı olmuştur.

Bu girişim, aynı zamanda “Atatürkçü Çağdaşlaşma”nın da bir gereğidir. Bilindiği gibi Atatürk, “Bilim ve Teknoloji”ye çok önem vermiş ve bunu vurgulamıştır. Kısaca Atatürkçülüğün hedeflerinden biri de; ilim, teknoloji ve aklın rehberliği altında, sürekli çağdaşlaşmadır.

Türkiye, Atatürk’ün çizdiği “bilim ve teknoloji” yolunda bugüne kadar birtakım atılımlar yapmış, Atatürk döneminde, 1933 yılında, Hlitler’in zulmünden kaçan birçok değerli bilim adamına bağrını açarak Ankara’da birçok yüksekokul, enstitü ve fakülteleri 1933-35 yılında oluşturmuş, özellikle dışarıya açılması için 1933’te Üniversite Reformunu başlatmıştır.

Diğer taraftan 4 Kasım 1981 tarihli ve 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ile Üniversitelerimizin araştırma yapısının kuvvetlendirildiğini, daha evvel ise ve Başbakanlığa bağlı olarak 1963 yılında kısaca (TÜBÎTAK) olarak bilinen Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu ile 1957 yılında “Atom Enerjisi Komisyonu” adı altında kurulan bir kuruluşun, 1982 yılında çıkarılan bir kanun ile “Türkiye Atom Enerjisi Kurumu”na dönüştürüldüğünü biliyoruz. Nihayet, üniversiteler ve TÜBlTAK ve diğer araştırmacı kuruluşlardan 300’den fazla bilim adamı ve uzmanın katılması ile, 1983 yılından 2003 yılına, yani ileriye doğru bakan çok değerli “Türkiye Bilim Politikası” adlı belge hazırlanmış ve bu suretle Atatürk’ün bizlere bıraktığı “Bilimde Çağdaş Uygarlık Düzeyine Ulaşma” ülküsüne gelecek yüzyılın başına kadar ulaşmamız plânlanmıştır.

Atatürk’ün güzel sanatlar konusundaki düşünceleri de kısaca şöyledir: “Yüksek bir insan toplumu olan Türk Milletinin tarihî bir özelliği de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir... bir millet ki, resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki tekniğin gerektirdiği şeyleri yapmaz, itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur. Halbuki bizim milletimiz, gerçek nitelikleri ile medenî ve ileri olmaya lâyıktır ve olacaktır.” 1926 Ekiminden başlayarak Atatürk’ün heykel ve resimlerinin kamu yerlerinde göründüğünü ve bu suretle yaşayan insanların tasvir edilmesine karşı olan eski geleneğin bırakıldığını biliyoruz.

Türk toplumunu “Dayanışma-Solidarite” ve “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ifadesi ile “barışçılık” esaslarına dayandırmak ve bu suretle hem çağımızın gereklerini yapmak, hem de çağdaşlaşmayı Türk toplumunda süratle gerçekleştirmek bakımından muhtaç olduğumuz iç ve dış barış ve huzuru sağlamak isteyen Atatürk’ün görüşlerinin esas itibariyle hedeflerine vardığı bir gerçektir.

Daha 1930’da “Bütün insanlar bir sosyal vücudun organlarıdır ve bu sebeple birbirine bağlıdır... Gelişmenin amacı, insanları birbirine benzetmektir. Dünya birliğe doğru yürümektedir, insanlar arasında sınıf, derece, ahlâk, elbise, din ölçü farkı gittikçe azalmaktadır. Tarih, yaşamak kavgasının, ırk, din, kültür terbiye yabancıları arasında olduğunu gösterir. Birliğe doğru yürüyüş barışa doğru da yürüyüş demektir.” diyen Atatürk, bağlılık teorilerinin gereklerini; iş bulma, meslek ve yardımlaşma kurumları, sağlık, ihtiyarlık ve kaza sigortası, çevre ve sosyal konut gibi daha sonra 1961 ve 1982 Anayasalarının sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler bölümünde yer alan ve birçoğu gerçekleştirilen “Sosyal Güvenceler” adı altında toplar.

Nihayet, “Türk Cumhuriyetinin en esaslı prensiplerinden biri olan Yurtta Barış Dünyada Barış gayesi, insanlığın ve medeniyetin refah ve ilerlemesinde en esaslı etken olması gerektir... Barış, milletleri refah ve mutluluğa eriştiren en iyi yoldur.” diyen Atatürk’ün “Barışçılık ilkesi” ikinci Dünya Savaşında, çeşitli yönlerden gelen baskı ve ısrarlara rağmen Türkiye’nin tarafsızlığını koruyabilmesinde esaslı rol oynamıştır. Atatürk Cumhuriyetinin ikinci Adamı merhum İnönü, Atatürkçü çağdaşlaşmanın barış gereğini başarı ile yürütmüştür.

Büyük Atatürk’ün Onuncu Yıl Nutku’nda yani 1933’te söylediği gibi; “Yaptıklarımızı asla yeterli görmeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz... Bunun için bizce zaman ölçüsü de geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket kavramına göre düşünülmelidir. Geçen zamana oranla, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız.”

Atatürk aynı Nutuk’ta, çağdaşlaşmanın hedefine ulaşması için “Milletimizin yüksek karakterini, yorgunluk bilmeyen çalışkanlığını, yaradılıştan sahip olduğu zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, Millî birlik duygusunu geliştirmek millî idealimizdir” demek suretiyle, kanaatimizce Atatürkçü Çağdaşlaşmanın hedefi olan ve “Türk Milletinin en medenî ve en müreffeh millet olarak varlığını yükseltmek” sözleri ile 1937’de ifade ettiği “dinamik İdeal”e ulaşmak için muhtaç olduğumuz “Atatürkçülüğe dayalı bir milli* ahlâk” taslağı sunmuş bulunmaktadır.

Gerçekten, Türk toplumunun her alanda yenilik, ilerleme ve refah araç ve gereçlerine duyduğu özlemi, sadece öbür dünya kaygısını ön planda tutan “dinsel ahlâk” ile açıklaması mümkün değildir.

Atatürk İnkılâbı, toplumumuzun hem Rönesans hem de Hümanizm hareketi olduğuna göre, bu hareketin; akılcı ve insancıl değerlere dayanan ve zihin özgürlüğü ile insan onurundan esinlenen akılcı, lâik ve hümanist bir ahlâk ve zihniyeti gerektirdiği muhakkaktır.

Atatürk’ün Cumhuriyeti emanet ettiği geleceğin nesillerini Atatürkçü- lükte bütünleştirmek amacı ile, Genelkurmay Başkanlığının hazırlatıp yayınlattığı üç kitaptan oluşan “Atatürkçülük” adlı anıt-eserin önsözünde cumhurbaşkanımızın iki direktifinden birisi; Atatürkçülük ve inkılâp -tarihi dersinde Atatürkçülüğü bir ideoloji olarak benimsetmek, bir diğeri ise “Atatürkçülüğe dayalı bir millî ahlâk” vermeyi gözeten sistemle eğitimi öngörmesi olmuştur.

Atatürkçü Çağdaşlaşmanın hedefi olan; “Türk Milletinin en medenî ve en müreffeh millet olarak varlığını yükseltme” dinamik idealine nasıl ulaşılacaktır? Bu idealin daha ayrıntılı ve somut hedefleri nelerdir? Bu ideale ulaşmada ne gibi esaslar gözetilecek ve Türk milletinin dinamik ideale ulaşmasında nasıl bir davranış uygulanacaktır? Atatürkçü ideoloji ve düşünce sistemini iyi tetkik ettiğimiz ve öğrendiğimiz takdirde, bütün bunların cevaplarını bulmak mümkündür.

Fakat Atatürk’ün meselâ “Türk, Öğün, Çalış, Güven” direktifi hem fikir ve hem de hareketi içeren ve Türk insanının ve toplumunun “en medenî ve en müreffeh seviye”ye, yani “dinamik ideal” hedefine ulaştıracak nitelikte ve başlıbaşına bir davranış öğretişidir. Zira bu direktif, her şeyden önce Türklerin uygarlık savaşında yaptıkları ile övünerek, kendi gücüne güven ve ümidini arttırmasını, diğer taraftan ise devamlı ve daha çok çalışması gerektiğini anlatmakta ve nihayet bu medeniyet savaşında Türk milletinin huzurla çalışması için devleti oluşturan güçlere güvenmesi gerektiğini hatırlatmaktadır.

Daima daha güçlü, daha medenî ve daha müreffeh bir Türkiye’yi öngören Atatürkçü Çağdaşlaşma ve onun zihniyeti; uygarlık ve refaha, millî birik ve beraberliğe, barışa ve insanlığa yöneliktir. Bu nitelikleri ile de hem millî, hem sosyal hem de evrenseldir.

Prof. Dr. İsmet Giritli *


NOT: Bu konuşma 10 Kasım 1984 günü Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu tarafından tertiplenen “Çağdaşlaşma Önderi Atatürk” adlı panel’de yapılmıştır.

----------------------
* Atatürk Araştırma Merkezi Bilim Kurulu Eski Üyesi -
- ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 2, Cilt: I, Mart 1985

HAYALLERİ OLMAYAN İNSANLAR HAYALLERİ OLAN İNSANLAR İÇİN YAŞARLAR

HAYALLERİ OLMAYAN İNSANLAR HAYALLERİ OLAN İNSANLAR İÇİN YAŞARLAR. ( Jim Rohn )

İnsanlar aynı olaylara farklı tepkiler verirler. Bunun nedeni kişilerin çoğunlukla farkında olmadıkları bilinç dışındaki farklı yapılardır. Bu davranış kalıplarının yansımalarını öğrenerek karşımızdaki kişiyi tanıyabilir, anlayabilir, etkili iletişim kurabilir, motive edebilir ve ikna edebiliriz.

Karşımızdaki kişinin n...elere odaklandığını bilirsek, davranışlarının nedenlerini de kolayca anlarız. Örneğin çok çalışkan iki kişiden biri o çalışmadan büyük bir haz aldığı halde diğeri aynı çalışmayı herhangi bir problemle karşılaşmamak için yapmaktadır. Bazı insanlar kendilerine verilen göreve sıkı sıkıya bağlı iken bazı insanlar daha esnektir ve ilişkilere daha çok önem verir. Bazı insanlar kendi kararlarını kimseye danışmadan verirken bazı insanlar etrafına danışmadan karar alamaz. Bazı insanlar hayatlarında sürekli değişiklik isterken bazı insanlar değişiklikten hiç hoşlanmaz. Bazı insanlar işlerini tek başına yapmaktan hoşlanırken bazıları grupla çalışmaktan hoşlanırlar. Bazı kişiler tek kanıtla inanırken bazı kişiler sık sık kanıt isterler. Bazı kişiler yaptıkları işin detayına çok önem verirken bazıları olayın bütününü görürler. İşte insanların bütün bu farklı davranış kalıplarını anlayabilmek için meta programları bilmek gerekir.

Dış Referanslılar - İç Referanslılar

İç Referanslılar:Herhangi bir işte başarılı olup olmadığını ya da kendisi için önemli olanı, kendi değer ve inançları doğrultusunda belirler ve başkalarının onayına ihtiyaç duymazlar. Başkaları tarafından kontrol edilmekten hoşlanmazlar ve kontrolün daima kendilerinde olduğunu hissetmek isterler. Bu meta programa sahip kişileri yönlendirmek oldukça zordur. Özgür olmak onlar için önemlidir; lider ruhlu, kararlı ve kafasına koyduğu şeyi mutlaka yapan kişilerdir.

Risk almaktan çekinmezler, çünkü karşılaştıkları sorunları genelde halledebileceklerini düşünürler. Onları motive etmek için; "Sen başarırsın" ya da "Bunu senden iyi kimse bilemez" gibi cümleler kullanılmalıdır.

Kendi kararlarını kendileri verirler. Liderler genellikle iç referanslıdır. Kafalarındaki düşünceyi o konuya hâkim kişilerle paylaşarak karar alan iç referanslılar başarılı olurken, kimseye danışmadan karar alanlar ise çoğu kez hüsrana uğrayabilir. İç referanslılar kendi görüşlerine göre hareket eder ve karar verirler. "Bu işi iyi yaptığına emin misin?" diye sorduğunuzda, "Evet, bence gayet iyi yaptım" derler. Genelde kendilerine "Ben hayattan ne bekliyorum?" diye sorarlarİnsanlar aynı olaylara farklı tepkiler verirler. Bunun nedeni kişilerin çoğunlukla farkında olmadıkları bilinç dışındaki farklı yapılardır. Bu davranış kalıplarının yansımalarını öğrenerek karşımızdaki kişiyi tanıyabilir, anlayabilir, etkili iletişim kurabilir, motive edebilir ve ikna edebiliriz. Karşımızdaki kişinin nelere odaklandığını bilirsek, davranışlarının nedenlerini de kolayca anlarız. Örneğin çok çalışkan iki kişiden biri o çalışmadan büyük bir haz aldığı halde diğeri aynı çalışmayı herhangi bir problemle karşılaşmamak için yapmaktadır. Bazı insanlar kendilerine verilen göreve sıkı sıkıya bağlı iken bazı insanlar daha esnektir ve ilişkilere daha çok önem verir. Bazı insanlar kendi kararlarını kimseye danışmadan verirken bazı insanlar etrafına danışmadan karar alamaz. Bazı insanlar hayatlarında sürekli değişiklik isterken bazı insanlar değişiklikten hiç hoşlanmaz. Bazı insanlar işlerini tek başına yapmaktan hoşlanırken bazıları grupla çalışmaktan hoşlanırlar. Bazı kişiler tek kanıtla inanırken bazı kişiler sık sık kanıt isterler. Bazı kişiler yaptıkları işin detayına çok önem verirken bazıları olayın bütününü görürler. İşte insanların bütün bu farklı davranış kalıplarını anlayabilmek için meta programları bilmek gerekir.Dış Referanslılar - İç Referanslılar İç Referanslılar:Herhangi bir işte başarılı olup olmadığını ya da kendisi için önemli olanı, kendi değer ve inançları doğrultusunda belirler ve başkalarının onayına ihtiyaç duymazlar. Başkaları tarafından kontrol edilmekten hoşlanmazlar ve kontrolün daima kendilerinde olduğunu hissetmek isterler. Bu meta programa sahip kişileri yönlendirmek oldukça zordur. Özgür olmak onlar için önemlidir; lider ruhlu, kararlı ve kafasına koyduğu şeyi mutlaka yapan kişilerdir. Risk almaktan çekinmezler, çünkü karşılaştıkları sorunları genelde halledebileceklerini düşünürler. Onları motive etmek için; "Sen başarırsın" ya da "Bunu senden iyi kimse bilemez" gibi cümleler kullanılmalıdır. Kendi kararlarını kendileri verirler. Liderler genellikle iç referanslıdır. Kafalarındaki düşünceyi o konuya hâkim kişilerle paylaşarak karar alan iç referanslılar başarılı olurken, kimseye danışmadan karar alanlar ise çoğu kez hüsrana uğrayabilir. İç referanslılar kendi görüşlerine göre hareket eder ve karar verirler. "Bu işi iyi yaptığına emin misin?" diye sorduğunuzda, "Evet, bence gayet iyi yaptım" derler. Genelde kendilerine "Ben hayattan ne bekliyorum?" diye sorarlar
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...