CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR
Din Maskesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Din Maskesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Mossad Neden İsrail Tel Aviv İslam Üniversitesi'ni Kurdu?

Birçoğunuzun bilmediği, yeni öğreneceği bir üniversite...

Evet İsrail'in başkenti Tel Aviv'de 1956 yılında kurulmuş olan Tel Aviv İslam Üniversitesi'nden bahsediyorum.

Yaklaşık 65 yıldır eğitim vermeye aralıksız devam etmektedir.

Bu üniversitede, Kur'an, hadis, siyer, kelam, akaid, arapça, psikoloji, sosyoloji, tarih, coğrafya, gibi birçok alanda dersler okutulmaktadır.

Öğrencileri Yahudi çocuklar arasından seçerler.

Seçtikleri bu çocukları “Müslüman din adamı” olarak yetiştirip, mezun olabilmeleri için özel çaba harcamaktadırlar.

Daha sonra mezun olan öğrenciler, Müslümanların arasına girip onlarla beraber İslami faaliyetlere girerek Müslümanlarla iletişim kurarlar.

Şunu da belirtmekte fayda var.

Öğrenciler; yetişip mezun olunca, onlara bundan sonraki hayatında kullanacağı isimler verilir.

Örneğin; çocuğun ismi Ariel iken, mezuniyeti sonrası "Ebu Bekir el-Bağdadi" gibi bir isimle karşınızda bulursunuz.

Ve bu çocuklar; inanıp iman ettiğiniz dininizi, sizden iyi bilen, âlim bir şahsiyet olarak  fetva aldığınız, arkasında namaza durduğunuz birileri olurlar.

Hatta, cemaat, tarikat kurup müslümanlara önderlik ettikleri olmuştur.

Çünkü bu üniversitede yetişen çocuklar, dünyanın her tarafındaki, nüfusu yoğun Müslüman ülkelere gönderilerek, buralarda faaliyet göstermelerine her türlü olanak sağlanmaktadır. Arkalarında maddi güç sağlayıcıları vardır.

Eveeet...

Şimdi gelelim bu işleri organize eden, her türlü faaliyetleri yöneten, koruyup kollayan, gözeten, dünyanın her tarafına, dini, siyasi, ekonomik alanlarda adamlarını yerleştiren,

Siyonizmin hakimiyetini sağlamlaştıran günümüzdeki istihbarat oluşumu MOSSAD gerçeğine...

• 

Mossad'ın Tel Aviv İslam Üniversitesi'ni kurmasındaki amaç, senin gibi olan; ama senden olmayanları yetiştirip senin içine yerleştirmek ve bu sayede her geçen gün hakimiyetini sağlamlaştırmak.

Başarıyorlar mı peki ?

Gün geçtikçe gücü artıyorsa demek ki başarıyorlar.

Peki buna karşı müslümanlar ne yapıyor?

Mossad'ın yetiştirmiş hocaların peşinde İsrail'e lanet mitingleri düzenlenip;

Kahrolsun İsrail!

Kahrolsun Siyonizm!

Diyerek bir kaç dua ederek, ölenler için gıyabi cenaze namazı kılıp, gazı alınmış olarak eve vicdanı rahatlamış şekilde gitmenizi sağlıyorlar.

Yok öyle değil diyen varsa eğer; açsın haritayı koysun önüne son 40-50 yılda İsrail'in nereden nereye gelmiş olduğunu görür.

Mossad, yeni Lawrence'ler yetiştirip en can alıcı noktalarda önümüze imam diye yerleştirirken.

Müslümanlar slogandan öteye gidemiyor maalesef...

Acı gerçeğimiz budur.

O yüzden

Eğitim!

Eğitim!

Adam akıllı eğitim..!

Yavuz Yıldızbaş 
Araştırmacı-Yazar-Eleştirmen 
16.10.2021



Geçmişi Unutma! İşte İngilizin - Yunanın İmamları ve Torunları.. Atatürk'ün Masum Din Adamlarını Astırdığı Söylentilerine Yanıt Olan Bu Yazıyı Okumalısınız!

Atatürk'ün Masum Din Adamlarını Astırdığı Söylentilerine Yanıt Olan Bu Yazıyı Okumalısınız!

Atatürk'ün masum din adamlarını astırdığı söylentilerine ısrarla inananlara yanıt niteliğinde bir önsöz ile konuya CON SINOV ‏@lordsinov 12 May 2017 tarihli floodundan 
alınan yazıyla girişi yapalım :

"Atatürk ve annesine atılan iftiraların dışında, bir de Atatürk'ün binlerce hocayı astırdığı, dine karşı mücadele ettiği söylenir.

 Sözde hoca geçinen takımın savaş sırasında halkı nasıl kandırdığını, düşmanla iş birliği yaptığını çok iyi görmüştür.

 Şimdi bir an durun ve düşünün: 15 Temmuz'da bir takım hocalar çıkıp "Fethullah hocaya karşı sokağa inmek din düşmanlığıdır" dese?

15 Temmuz gecesi bazı hocalar Tanklara karşı durmak, dine karşı durmak gibidir, darbeye direnenlerin katli vaciptir diye fetva verseler?

Bir takım hocalar 15 Temmuz gecesi çıkıp, darbeye destek vermek İslami görevdir diye açıklamalar yapsa ne hissedilir? İnanacak mıydık?

Böyle bir durum yaşansa, darbe bastırılınca, bu hocaların okulları, şirketleri kapatılmaz mıydı? Bu hocalar hapsedilmez miydi?

Bugün Gülen'in idamını isteyenler, geçmişte Mustafa Kemal'in İngilizlerle iş birliği yapan bu sözde hocaları idam etmesine neden karşı?

Mustafa Kemal savaş bitince halkı kandıran, halkı sömüren bu üfürükçü, falcı, büyücü ve şeyh geçinenleri bitirmek için harekete geçti.

Bu sözde hoca geçinenler, askerden muaf tutuluyordu. Önce bu muafiyet kaldırıldı. Bu kimselerin kendi okulları vardı. Hepsi kapatıldı. "



"Atatürk hocaları astı" diye servis edilen fotoğrafların aslı nedir?!


Yazımızı A.Nedim Çakmak’ın "İŞGAL GÜNLERİNDE İŞBİRLİKÇİLER - HÜSNÜYADİS HORTLADI" isimli kitabından alıntıyla sonlandırmak istiyoruz:

Mayıs 1919 !

"Gece karanlığında 37 atlı, atlarının ayaklarına, ses olmasın diye sardıkları keçelerle, gizlice ve sessizce karanlığa karışarak gözden kayboldular.

Ali Osman efe ve Parti pehlivan namlı iki yiğit, Manisa cezaevinden kaçırdığı mahkumlarla beraber oluşturdukları bir akıncı mufrezesiyle, Yunan ordusunun yaklaşmakta olduğu Menemen Boğazı’na gitmektedirler. Emir, Balkan savaşlarının eski komutani Ali Çetinkaya’dandır.

Akıncılar Yund dağını aşarak, Kocadere’yi geçip Osmancalı köyünde mola verirler. Menemen Boğazı önlerinde yükselen Dumanlı dağlarının hemen ardındadır. Akıncıların hiç bir azığı yoktur. Osmancalı köylüleri sadece ekmek verebilirler. Destek alabilmek için çevrede bulunan Ortaköy, Avdal ve Bozalan köylerini dolaşırlar.

Köylülere Yunan ordusunun yaptığı mezalimler anlatılır fakat köylü çok soğuk ve ilgisizdir. Destek vermezler.

Köylülere "neden yardım etmedikleri" sorulduğunda bir köylü şöyle der;

“İyi emme, biz bir şey yapamayız. Sümbüller köyünde Şeyhimiz var. Onunla görüşmeniz

gerekir.” Akıncılar yola koyulur ve Sümbüller köyüne vararak şeyhle görüşmek istediklerini söylerler.

Halk da köy meydanına toplanır. Şeyh de yeşil sarıklı, cübbeli, saç, sakal birbirine karışmış gelir.

Parti Pehlivan söze başlar:

 “İzmir’i, Menemen’i Yunan vurdu, ezan sustu. Mala, cana, ırza

tecavüz ediyorlar. Buralara da geldiklerinde aynı şeyi yapacaklar. Direnişe destek verin!"

Köylü suskun kalır, Şeyh ise alaycı bakışla, "hoşgeldiniz, aç mısınız, tok musunuz"

demeden;

“Ben Yund dağına kadar bu köylerin tarikat şeyhiyim, bizim tarikatımız Yunan’a tek bir

kurşun atmayacak. Mehdi gelmeden de caiz değildir” dediğinde, Milisler sert tepki veriler,

silaha davrananlar olur. Arap Osman efe bağırır:

“Bunlarla başlayalım, gavurla anlaşmış gibiler.”

Parti Pehlivan milisleri durdurur. Şeyh' e sorar:

“Sizin tarikatınız Gavur tarikatı mıdır ki, gavura kurşun atmaz! Ne biçim laf edersiniz?"

Akıncı milisler, Şeyhe ve onun izinden giderek Yunan ordusuna karşı destek vermeyen,

kurşun atmayanlara lanet okuyarak köyden ayrılırlar. 21 Mayıs 1919 da Dumanlı dağlarını aşarak Menemen düzüne ulaşırlar…Yunan’lılarla çatışırlar.

İşgalci Yunan’a kurşun attırmayan Yund dağı çevresindeki köylerin şeyhi kimdir bilir misiniz?

Yunan’a kurşun atmayıp da, Yunan’a direnmeyen ve direnmeyi de önleyen, kendi Devletine baş kaldıran; Giritli, Nakşibendi tarikatından, Menemen’de Kubilay’ı vurup sonra da başını kesen derviş Mehmet namlı haindir...

İngiltere ve Yunanistan’ın da adının karıştığı, Yunanistan’da Lavrion kampında 15 haziran 1930 da tezgahlanmış olan bu kalkışmanın planlayıcıları içinde Girit’li Manisa mutasarrıfı hain Hüsnüyadis, Nakşibendi Said Molla (İngiliz Muhipleri Cemiyeti Başkanı, Kıbrıs’tan Yunanistan’a geçti), Şeyh Sükuti ve Giritli nakşibendi Derviş Mehmet, Erbilli Şeyh Esat, Giritli Sütçü Mehmet, Giritli Şamdan Mehmet, Giritli İsmail, Giritli Alioğlu Hasan, Yahudi Jozef ve diğerleri vardır.

Kalkışmayı planlayan ve uygulayanların bir çoğunun Giritli olmasi ve Nakşibendi tarikatından olmaları size bir sey ifade ediyor mu? Yunan’a direnmek icin yola koyulmus olan 37 akıncıdan ekmeği, katığı, atı, silâhı ve desteği esirgemiş olan köylü, Menemen’i “DİN ELDEN GİDİYOR” diye basacak olan bu vatan hainine destekte kusur etmemişlerdir.

Yunan askerine kurşun atmayan bu hainler, kendi ordularının subayının başını kesmekten

kaçınmamışlardır.

Sanmayınız ki 9 Eylül’de düşman denize döküldüğünde gitti, yok oldu! Giderlerken, yerlerine papaz Hristosmos yerine Derviş namlı Mehmet’i ve adamlarını vekil bıraktılar…

Onlar da bugünlere torunlarını bıraktılar …

Bunlar gavur ruhunu emanet almış ve taşımaktadır."







İslam etkilenmesin diye gizlenen 70 yıl süren Türk - Arap savaşı | Arap vahşeti

İslam etkilenirmiş... (*)

Şu gerçek unutulmamalıdır:

DİN, İNSAN İÇİNDİR; İNSAN, DİN İÇİN DEĞİLDİR!



















































Türklere yapılan Talkan ve Curcan Katliamı! Tarih-i Taberi / Cilt 3/
70 sene süren Türk-arap savaşlarının en ehemmiyetli noktaları ve sonuçları:

1- 100.000’in üstünde Türk katledilmiştir.
2- 50.000’in üstünde Türk genci köle ve cariye yapılmıştır.
3- Şehirler yağmalanmış , ganimet diye halkın herşeyi talan edilmiştir.
4- Tüm zenginlikler , tarihi yapıtlar yokedilmiş , yakılmış , yıkılmıştır.
5- Dünyanın en büyük katliamlarından biri olan “Talkan Katliamında” 40.000 Türkün kesilerek 24 kilometre yol süresince ağaçlarda sallandırılmıştır.( Tarihte örneği çok azdır.)
6- Aynı şekilde “Curcan Katliamında da esir alınan 40.000 Türk’ün nehir kenarında kafaları kesilmiş , nehrin suyu kıpkızıl olmuş , cesetler yine ağaçlarda sallandırılmıştır.
7- “Teslim olursanız canınız bağışlanacak” sözü hiç bir zaman yerine getirilmemiş , “Şeriat söz tanımaz” denilerek kadın-erkek kılıçtan geçirilmiştir.
8- Araplar tarihte yaşadıkları bu en büyük yağma ve talandan çok büyük servet ele geçirmişlerdir.
9- Türkler böyle bir vahşet ve mezalimi Çinlilerden bile görmemişlerdir.
10- Türk’ler bu katliamların ardından Arap dinine zorla geçirilir ve asimile edilir. Bu tarihi gerçekler “islam etkilenmesin” düşüncesiyle gizlenmekte, söz edilmemektedir.
(Syf-349-350)

Ayrıca bakınız: https://bit.ly/2Fm6Ufp




(*) Not:
Kuran’da a’rab kelimesi, geçtiği 10 yerin biri hariç, daima olumsuzluğun, kötülüğün, iki yüzlüğün, cimriliğin, kaypaklığın taşıyıcısı olarak kullanılmaktadır: Tevbe 90; Tevbe 97; Tevbe 98; Tevbe 101; Tevbe 120; Fetih 11-12; Fetih 16; Hucurât 14
.
.

Ahlak ve slogan

Editörün Notu: Değerli okuyucumuz, Yüksek Türkiye ideaimiz için Atamızın şu ifadesini hiç unutmamak gereklidir: 

"Bizi yanlış yola sevk eden habisler, biliniz ki çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. Saf ve nezih halkımızı hep şeriat sözleriyle aldatagelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz; görürsünüz ki, sıkıntılı dönemler hep din kisvesi altındaki küfür ve alçaklıktan gelmiştir. Onlar her hayırlı hareketi dinle karşılarlar. Halbuki hamdolsun hepimiz dindarız, artık bizim dinin icaplarını, dinin yasaklarını öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur!

"Bizim dinimiz en makul ve en doğal bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin doğal olması için akla, tekniğe, ilme ve mantığa uygun olması gerekir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. 

"İslam'ın sosyal hayatı içinde hiç kimsenin, bir özel sınıf halinde varlığını sürdürme hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dini kurallara uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin kurallarını eşit olarak öğrenmeye mecburuz."

Yaşar Nuri Öztürk'ün yaşamı da bu hurafelerle, din yobazlarıyla mücadeleyle geçti;  İslam'ı din bezirganlarının pençesinden kurtarmak için çabaladı durdu;  hayatını buna adadı; İslam'ı din bezirganlarının pençesinden kurtarmak için çabaladı durdu; Cehalete ve halkı kandıranlara savaş açtı. Ve, bir gün bile geri adım atmadı. 
İşte atta sizere sunduğumuz yazısı da bunun örneklerindendir.


Ahlak ve slogan 

Sadece devlet başkanı değil, aynı zamanda bir düşünce adamı olan Ali İzzet Begoviç, eserinde Kur'an'ın temel mesajlarından birini ifadeye koyarken şöyle diyor: ‘‘Kur'an'da, imana gel ki iyi insan olasın denmiyor. İyi insan ol ki iman etmiş olasın deniyor.’’ (Begoviç, Doğu ile Batı Arasında İslam, s. 158) Begoviç bu sözüyle, ahlakı slogan ve iddianın üstüne çıkaran Kur'an'sal diyalektiğin ruhunu çok güzel biçimde dile getirmiştir. Kur'an diyor ki: ‘‘İman ve zafer yüzlerinizi doğu veya batı yönüne dönmeniz değildir; iman ve zafer, o kişinin tavrıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanır; malı, içinden gelerek akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, yardım dileyenlere, özgürlüğüne kavuşmak için didinenlere verir; namazı kılar, zekâtı öder. Böyleleri, ahitleştiklerinde sözlerine sadıktırlar. Ferahlık ve sıkıntı zamanlarında, şiddet ve savaş durumunda sabredenlerdir onlar. Özü sözü bir olanlardır onlar. Takva sahipleri de işte onlardır.’’ (Bakara, 177) Ahlak ve özü, işte böylece slogan ve şeklin üstüne çıkaran Kur'an, eminim ki Begoviç'i alnından öpecektir.

Ahlak halinde yaşanmayan din şekil ve slogana, şuur haline gelmeyen iman ise iddia ve inatçılığa mahkûm olur. Slogan, değer üretmekle övünme imkânı bulamayan benliklerin, değer üretenleri övme veya sövme hedefi yaparak tatmin bulmalarının aracıdır. Slogancılığı, şekli ilahlaştırma tutkusu izler. Ve bu tutku yerleşince de din, hayat olmaktan çıkar, nefsin iştah ve kinini tatmin aracı haline gelir. O halde, dinin gerçek anlamda yaşanması nasıl olmalıdır? İslam'ın muazzez peygamberi bu sorunun cevabını ölümsüz bir ifadeye büründürmüştür. ‘‘Ben, ahlaksal güzellikleri tamamlamak için gönderildim.’’ Bunun bize aktardığı pratik mesaj şudur: Din ve ona bağlı olarak Hz. Peygamber, bir ahlak idesidir, bir görüntü modeli değil. Eskilerin kullandıkları bir deyimle, Hz. Peygamber bir tahalluk (ahlaklanma) konusudur, bir teşekkül (şekillenme) konusu değil. Şeklin, ahlaka bağlantısının olduğu noktalar elbette vardır. Bunlar vahyin tespitleriyle açıklanmıştır. Vahyin şekil belirlemediği hususlarda dini ve Resul'ü bir ahlaksal nitelikler kaynağı olarak almak, dinden bereketlenmenin biricik yoludur. Bu yol Resul'ün haliyle hallenme yoludur. Çile, aşk, ıstırap, tevazu, hizmet ve sabır gerektirir. Oysa ki, Resul'ü bir görüntü modeli yapmak, onu belli bir çevre ve coğrafyanın temsilcisi haline getirmek olur. Belli bir coğrafyanın görüntülerini kutsallaştıran bir modelin evrensel mesajların taşıyıcısı olduğuna kimseyi inandıramazsınız. Hem dine yazık olur, hem dindara...
Bir peygamberi gösteri ve resim modeli olarak almanın ucuzluğundan kurtulup onu yeni bir dünyanın yapılandırılmasında bir iman ve aşk modeli haline getirmek için, örfü ilahlaştırmaktan vazgeçmek gerekiyor. Bu gerçeği çok iyi yakalamış olan Peygamber eşi Hz. Aişe, kendisine ‘‘Peygamberimizin ahlakını bize anlatır mısın?’’ diyenlere şu ‘‘prensip cevap’’ı vermiştir: ‘‘Gidin, Kur'an'ı okuyun!’’
Bugünkü Müslüman dünyanın en büyük talihsizliklerinden biri, belki de en büyüğü, Hz. Peygamber'i, bir ahlak ve hareket modeli olmaktan çok, bir şekil ve görüntü modeli halinde algılamasıdır. Bu yanlış algılama sadece bizi vahyin ruhundan uzaklaştırmakla kalmıyor, diğer kitlelerin Kur'an rahmetinden yararlanmasını da engelliyor.

Sonuç şu: Bizler ahlaksal zemini tahrip edilmiş, değerleri birkaç karelik görüntüden ibaret hale getirilmiş bir anlayışı, insanlığın geleceğini kurmaya aday göstermek gibi bir tutarsızlığın temsilcileri durumuna düşürülüyoruz. Ve insanlık, ısrarlı ve haklı bir biçimde şunu soruyor: Bugünü cehenneme çevirenlerin yarınki cennet vaatlerine nasıl inanalım?

Gerçekçi insanlar sıfatıyla atacağımız ilk adım, ‘‘âlemlere rahmet’’ olan Son Peygamber'in üzerine örttüğümüz ‘‘örf şalı’’nı kaldırmak ve Kur'an'ın Muhammed'ini insanlığın tanımasına ve yararlanmasına açmaktır. Başka bir deyişle, sloganlarımızın kutsanması için paravan yaptığımız ‘‘elçi’’nin inat, iddia ve şekil zemininden, ‘‘Allah elçisi’’ Hz. Muhammed'in basiret, hizmet, sevgi ve ahlak iklimine geçişi sağlamak borcundayız. Bizi kurtaracak olan, Arap örflerinin desenleriyle süslü fistan modeli değil, Kur'an ahlakıyla yüklü aşk ve iman modelidir. Bu modeli hayatımıza sokamadığımız sürece, ruhundan ışık yıllarıyla uzakta kaldığımız kuralların görüntülerini ihya etmek bize, eriş ve oluşun kapısını asla aralamayacaktır.

Yaşar NURİ ÖZTÜRK
https://bit.ly/2EeTfrl


.

İŞGAL İSTANBUL’U VE MUSTAFA KEMAL

Türk ordusu, 6 Ekim 1923 günü törenle İstanbul’a girdi. İşgalciler, İstanbul’da elkoydukları silah ve donanımı, 1 Ekim 1923 günü Tümgeneral Selahattin Adil’e teslim etmiş; 2 Ekim’de, son birliklerini gemilere bindirdirerek ülkeyi terk etmişti. Birkaç yıl öncesinde düşlere bile giremeyen ve Anadolu’daki halk savaşıyla sağlanan bu başarı, Türk ulusu için kuşkusuz büyük bir olaydı. Ancak, bu olayın İstanbul için, kurtuluşun ötesinde tarihsel ve kültürel bir boyutu vardı. İstanbul, çürüyen bir düzenin başkentiydi ve yüzlerce yıl süren bozulmaların birikimini taşıyordu; yozlaşma ve yabancılaşmanın merkezi olmuştu. Askeri kurtuluştan sonra kültürel kurtuluşunu da sağlayarak, ulusal istencin merkezi olan Ankara’yla bütünleşecek miydi?

 İşgal İstanbul’u

Mustafa Kemal 13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldi. Çanakkale’de başlayan Suriye’de biten 4 yıllık kanlı bir savaşın içinden geliyordu.


Haydarpaşa’dan çıkıp karşıya geçmek için merdivenlerden denize doğru inerken aynı anda; 22 İngiliz, 12 Fransız, 17 İtalyan, 4 Yunan gemisi ve 6 denizaltıdan oluşan 61 parçalık işgal donanması Boğaz’a giriyordu. Kıyılar arası geçiş, yasaklanmıştı. Rasim Ferit (Talay) ve Yaveri Cevat Abbas (Gürer) ile birlikte, yabancı gemilerin Boğaz’a yerleşmesini üzüntü içinde izledi. Çanakkale’den çatışmayla geçemeyenler, sinir bozucu rastlantı ya da acı veren bir yazgı gibi, onunla aynı gün ve aynı saatte İstanbul’a geliyor ve bu büyük gücü Çanakkale’de durduran komutan üç yıl sonra, dirençsiz ve çatışmasız bir ele geçirmeyi izlemek zorunda kalıyordu. Üzüntüsünü, “Hata ettim, İstanbul’a gelmemeliydim, bir an önce Anadolu’ya dönmenin çaresine bakmalı” sözleriyle dile getirecektir.1
Kendisini karşılamaya gelen Dr.

İstanbul, bıraktığı gibi değildir. Bu büyük ve “büyüleyici” kent, işgal donanmasının Boğaz’a girmesiyle birlikte parçalara ayrılmış, “İstanbul artık bir değil birkaç İstanbul”2 olmuştu, Rumlar, Ermeniler ve Levantenler Avrupa yakasının sahil şeridini doldurmuş, coşkulu gösteriler yapmakta ve sokaklar sevinç bağrışlarıyla yankılanmaktadır.3 Beyoğlu ya da Şişli’de kökü devşirmelere dayanan işbirlikçiler, yeni duruma uyum göstermenin hesaplarını yapmaktadır. Müslüman Türk mahallelerinde ise, gerçek bir keder, hüzünlü bir kaygı vardır. Savaşın çilesini çeken erkeksiz kalmış yoksul evler, askersiz kışlalar ve boş pazarlarıyla Üsküdar, Beyazıt ya da Eyüp, sanki bir başka ülkenin kentiymiş gibi, “bir ölüm sessizliği” içindedir.

Küçük buharlı bir tekneyle, dev boyutlu düşman zırhlıları arasından karşıya geçerken, içinde bulunduğu olanaksızlıklara ve görünürdeki büyük güç eşitsizliğine hiç aldırış etmeden, inançlı bir kararlılıkla ünlü sözünü söyler: “Geldikleri gibi giderler”.4

Çürümüşlük ve İhanet

İşgal İstanbul’u; ihanetle direnişin, erdemle onursuzluğun, sefaletle sefahatın iç içe yaşandığı ve çürümüş bir düzenin tüm hastalıklarıyla birlikte çökmekte olan bir başkenttir. İşgalcilerle birlik olmak için her şeylerini vermeye hazır işbirlikçiler, türedi zenginler, modern hayat yaşıyorum zanneden düşkün kadınlar, ahlaksız ilişkiler ve kumar, İstanbul’un Avrupalı yüzüdür. Nişantaşı’nın işbilir dönmeleri, Galata Ermenileri, Kurtuluş’un saldırgan Rumları ve Yahudi oligarşisi5, işgalcilerle bütünleşerek İstanbul’a adeta el koymuştur.

Fener Rum Patrikhanesi’nin papazları, Yunanistan’a bağlı, kararlı Rum milliyetçileri olarak çalışmaktadır. Devrim’den kaçan parasız Rus soyluları, Çarlık ordusunun generalleri, dükler ve düşesler; bu düşkün yaşamın davetsiz konuklarıdır. İngilizler ve kendilerine polis adını veren Hıristiyanlar, kent içinde ve yazlıklarda, Türk aileleri evlerinden kovmakta, dilediğini buralara yerleştirmektedir.6 İngiliz Ordusu’nda istihbarat subaylığı yapan H.C.Armstrong, İşgal İstanbulu’nu öyle tanımlıyordu; “İstanbul kenti bir yara. Burada soylu düşünceler ve ülküler yok. Burası, kirli sokaklarda yaşayan bayağı insanların kenti. Burası entrikanın, hile ve rezaletin korkaklık karargahı. Hain erkekler ve namussuz kadınlar kenti” dir.7

Satılmışlar

İşgalciler, her kesimden birçok insanı satın almıştır. Damat Ferit ve kimi hükümet üyeleri, “satın alınan kimselerin oluşturduğu uzun listenin başında” bulunmaktadır. “Bilgisiz Padişah, İngilizler’in sadık adamı olmayı kabullenmiştir”.8 İngiliz Severler Derneği’nin kurucularından İmam-Hatip Sait Molla, İngiliz Yüksek Komiserliği’nden emir almaktadır.9 Yunanistan yanlısı yaymaca yapan gazeteciler, millicilere saldırırken aynı yerden yönlendirilmektedir.10

Damat Ferit aracılığıyla, İstanbul gazetelerinin dörtte üçü, İngilizlerden para almaktadır.11 Bunlar, Mondros Mütareke’sini, Türkiye’nin kurtuluş antlaşması olarak ve bir bayram havasıyla sunuyor ve halkın ulusal direnç gücünü kırmaya çalışıyordu. Ünlü mütareke basını tanımı, Türk diline bu tutumu anlatmak için girmişti. İşbirlikçilerin dilinde, Türkler’de milli duygu yaratma çabaları, adam öldürmeyle bir tutulan bir suç durumuna gelmişti. Maarif Nazırlığı, okul kitaplarından Türk sözcüğünü çıkarmış, millici öğretim üyeleri üniversiteden atılmıştı.12

Müslüman Türk İstanbul

1918’de, bir başka İstanbul daha vardı. Bu, acı ve yoksulluk içindeki Müslüman Türk İstanbul’u. Beşiktaş’tan Eyüb’e, Üsküdar’dan Beykoz’a uzanan bu İstanbul, sessizliğe bürünmüş, kan ağlamaktadır. 1911’den beri aralıksız süren savaşlar onu yiyip bitirmiştir... Başkentliğini yaptığı ülkenin yalnızca Dünya Savaşı’nda; 654 bin genç insanı şehit olmuş, 891 bini sakat, 2 milyon 167 bini yaralı olmak üzere 3 milyon 58 bini iş göremez duruma gelmiştir.13 Ülkede sanki “yalnızca kadınlar, yaşlılar ve 16 yaşından küçük çocuklar kalmıştı”.14

Bu büyük yıkımdan, İstanbul’un Türk mahalleleri de payına düşeni almıştı. Erkeksiz kalan evler, açlık ve yoksulluk içindeydi. Evlere düzenli gelir girmiyordu. Dışarda çalışmaya alışık olmayan kadınlar, aileyi ayakta tutmak için, çarşaflarını giyip, kendilerine yapabilecekleri bir iş arıyordu. Beşyüz yıllık Müslüman Türk kimliğinin dayandığı gelenekler, yerine bir şey konmadan hızlı bir çözülme sürecine girmişti. “Analar çökmüş, sandıklar kilerler boşalmıştı. Kızlar, kardeşler ağır yaşam koşulları altında bunalarak tanınmayacak duruma gelmişti”.15‘Şişli’, düzenli ve giderek artan biçimde, “genç kızları yutuyor, evler, konaklar, kuyumcu takıları, para eden herşey tefecilere rehin bırakılıyordu”.16

Milliciler Asılıyor

Atina Bankası, Fener Rum Patrikhanesi aracılığıyla, Türk mülkü satın alacaklara, faizsiz borç para vermektedir. Türkçülük ve Türkçüler politikaya hiç karışmasalar bile, işgalciler için, baskı altında tutulması gereken gizil (potansiyel) suçlulardır. Tutuklanmış olan Ziya Gökalp’in asılacağından söz edilmektedir.

Boğazlayan (Yozgat) Kaymakamı Kemal Bey, işgalcileri memnun etmek için, “Ermeni tehciri sırasında hatalı olduğu” gerekçesiyle 8 Nisan 1919’da göstermelik bir yargılanmayla idam cezasına çarptırıldı. Ceza, iki gün sonra 10 Nisan’da uygulandı. Talat Paşa’nın “vatanı için onun kadar yararlı (nafî) bir kimse daha yoktur” dediği Kemal Bey, idam edilirken Türk milletine şöyle seslendi: “Yurttaşlarım, yemin ederim ki hiçbir suçum yoktur. Son sözüm bugün de budur, ahirette de budur. İşgalci devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun adalet. Çocuklarımı, soylu Türk milletine emanet ediyorum. Borcum var servetim yok. Üç çocuğumu millet yolunda yetim bırakıyorum. Yaşasın millet...”17


Reşit Bey

‘Mahkeme’, aynı suçtan, Jandarma Komutanı Binbaşı Tevfik Bey’i 15 yıla mahkum etti. Eski Sivas Valisi Dr.Reşit Bey, hakkında tutuklama kararı çıkardı. Reşit Bey, sıkıştırıldığı “Beşiktaş Bayırı’nda” yakalanmamak için intihar etti. Cebinden çıkan ailesine yazdığı mektup, hem duygulu bir veda, hem de o günün İstanbulunu anlatan bir belgedir. Mektupta şunlar yazılıdır: “Muhafız Komutanı ve Polis Müdürü, bütün şiddet ve kuvvetleriyle beni arıyorlar. Ermeni tazıları da bunlara katılmış. Gayretsiz ve hissiz dostlarım, utanmadan teslim olmamı tavsiye ediyorlar... Sonucu karanlık görüyorum. Yakalanıp hükümetin oyuncağı, düşmanlarımın eğlencesi olmamak için, son anda intihar etme fikrindeyim. Silahımı yanımdan ayırmıyorum ve mermiyi namluda tutuyorum. Yaşamın bence artık değeri kalmadı. Milletime son vazifemi yapıp, hayatımın kalanını sizinle birlikte geçirmek isterdim. Ancak, ne çare ki her istenilen olmuyor. Sizi milletim için ihmal ettim. İstikbalinizi düşünemedim. Herkes beni, Ermeni malıyla zenginleşmiş biliyor ve öyle suçluyor. Oysa, sizi geçimden aciz bırakıyorum. Bu da, kaderin acı bir cilvesi...”18

“Türk Olmayan” İstanbul

İşgal sırasında İstanbul’da; hepsi Türk olmayan 560 bin Müslüman, 385 bin Rum, 118 bin Ermeni, 45 bin Yahudi ve 92 bin Levanten olmak üzere, 1 milyon 200 bin kişi yaşıyordu.19 16.Yüzyıldan beri dünyanın en varsıl merkezlerinden biri olan bu büyük kente, 400 yıl içinde; İspanyol engizisyonundan kaçan Yahudiler, Kafkaslar’da çobanlık yapan Ermeniler, Yunanistanlı işsiz Rumlar, Araplar, Arnavutlar ve Tatarlar gelmiştir.

“Genişleyen İmparatorluğun sunduğu nimetlerden”20 yararlanan tüm gayri-müslim ve Türk olmayan Müslümanlar olağanüstü varsıllaşmıştır. İstanbul’un son üç yüz yılındaki net ayrım, Türkler’le diğerleri arasında uçuruma dönüşen gelir ayrımlılığıydı. Bu ayrımlılığa şimdi, üstelik sert biçimde; Müslüman-Hıristiyan, Türk-Rum, Türk-Ermeni siyasi çatışması ve işgalden sonra Müslümanlar arası ayrım eklenmiş ve Türkler; vatansever, vatan hainleri olarak bölünmüştü.21

Devşirme Kalıntısı İşbirlikçiler

1919 İstanbul’u askersiz işgalle bugün adeta yeniden yaşanıyor. O günlerde; doğrudan ya da dolaylı işgali savunan gazeteciler, din adamı görünümlü çıkarcılar, dünyayı ve yaşamı tanımayan bilgisiz ve şaşkın saray soyluları, kurtuluşu yabancı yönetiminde gören mandacılar, para için herşeyi yapan devşirme kalıntıları, vatan hainleri cephesinin unsurlarıydılar. ‘güçleri’ az değildi. Günümüzdeki torunlarına örnek oluşturmuşlardı.
 Bunlar, Boğaz’ın iki yakasındaki yalılarında, saray ya da yazlıklarında, sürdürmeye alışık oldukları gösterişli yaşamı yitirmemek ve işgali fırsat bilip daha çok geliştirmek için, herşeyi yapmaya hazırdılar. İşbirlikçiliğin tabanını oluşturan halktan kopuk bu insanların, sayıları az, ancak paraya ve işgalcilere dayanan ‘güçleri’ az değildi. Günümüzdeki torunlarına örnek oluşturmuşlardı.


Atatürk ve “İstanbul”

Atatürk İstanbul’un tarihten gelen karmaşık yapısını bilir. Kurduğu yeni devletin başkentini tüm olanaksızlıklara karşın, Anadolu’nun ortasına Ankara’ya aldı. Bu bir kaçış değil, kendi deyimiyle “İstanbul’u bir ibret dersi manzarası olarak karşısına alıp, uzakta ona hakim bir noktada durmaktı.”
1927 yılına dek İstanbul’a gelmedi. Bu kent, Cumhuriyet’in ilanı başta olmak üzere Ankara’nın tüm yenilik atılımlarına karşı çıkışın merkeziydi. 26 Temmuz 1924’te, “Bizans” olarak tanımladığı İstanbul’da geçerli olan ilişkiler ağından “pislik” diye söz eder ve Yakup Kadri’ye (Karaosmanoğlu) şunları yazar:

“İstanbul, karışık yapısını adeta kaçınılmaz bir yargı gibi her zaman korumuştur. Değişen; yalnızca devirler, zaman ve biçimdir. Onun için yeni zamanlarda İstanbul’un gerçek yüzü, içinde yaşayanlara ümitsizlik veren bir karmaşa olmuştur. Ümitsizlik onun içindedir ve bu doğaldır... Bir takım hizipler, karanlıklar içindeki bir çevrede, sinsi çıkarlar peşinde dolaşır. Satılmışların elindeki basın, durmadan kötülükler saçmaktadır. Bizans’ın gereği budur, ‘Bizans’ budur... Henüz yaşına basmayan Cumhuriyeti; kaç yüz, siz söyleyin kaç bin yıllık yönetim pisliğinin merkezi olan ve yüzeyde kalmayıp kaç bin yıllık derinliğe sinen pisliklerle iç içe yaşayan, bu yaşamı doğal hale getiren Bizans’la yönetmek (mümkün müdür? y.n.)... Aziz Kardeş! Cumhuriyet Bizans’ı adam edecektir. Cumhuriyet; pisliği, yalancılığı ve ahlaksızlığı huy edinmiş olması nedeniyle doğallığını, gerçek rengini ve paha biçilmez değerini yitiren Bizans’ı kesinlikle adam edecektir; doğallığına ve temiz haline döndürecektir. Bunu yapmak için uygulanacak yöntem, pisliklerle dolmuş toprakları derinden kazıyarak havaya uçurmak ve temizlemesi için Karadeniz’in bütün sularını dalgalarıyla birlikte Boğaziçi’ne akıtıp taşırmaktır”.24

Günümüz “İstanbul”u ve Devşirmeler

Kapıkulu-Devşirme anlayışı, Atatürk döneminde, duruma ayak uyduran bir biçime girmekte geç kalmadı. Hırsını ve tepkisini içinde saklayarak hemen Atatürkçü ve Cumhuriyetçi oldu! İşgal döneminde, Ankara’nın başarısız olması için elinden geleni yapmış, geleneksel davranışını göstererek yabancılarla bütünleşmişti. Bunlar, Atatürk ölene dek, karşıtlıklarını sessizce yürüttüler ve bir şey yapamadılar. Bir bölümü yurt dışına kaçmış ya da çıkarılmıştı. Yüzyıllardan beri, Anadolu’ya karşı ilk kez bu denli açık bir yenilgiye uğruyorlardı.

Atatürk’ten, özellikle de 1945’ten sonra, yabancı etkisinin Türkiye’de artmasıyla birlikte yeniden ortaya çıktılar. Dini siyasetin aracı yaptılar, saltanat ve hilafet kalıntıları olarak gizli-açık örgütlendiler. Dün, karaborsa ticaretiyle önemli servetler edinerek, savaş zengini oldular, bugün aynı işi devlet olanaklarıyla yapıyorlar. Uluslararası sermayeyle bütünleştiler ve Anadolu’nun etkisini yani Cumhuriyet düzenini ortadan kaldırdılar. Yeniden ülkenin egemenleri oldular. Bugün, ulusal varlık üzerindeki en büyük tehlike durumundadırlar. Türk ordusu 6 Ekim 1922’de İstanbul’u kurtardı ancak İstanbul bugün eski anlayışına geri döndü.

DİPNOTLAR

1       “Atatürk Hayatı ve Eseri” Y.Hikmet Bayur, Atatürk Araş. Mer., Tıp. Bas., Ank.-1997, sf.189
2       “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.351
3       a.g.e. sf.341
4       “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” U. Kocatürk, T.İş Ban.Yay, sf.74
5       “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf. 352
6       “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Sena Matbaası, İstanbul-1980, sf.135
7       a.g.e. f.132
8       “Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği” B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul-1999, sf.49
9       a.g.e. sf.49
10     a.g.e. sf.49
11     a.g.e. sf.49
12     “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Sena Mat., İst.-1980, sf.137
13     “Atatürk ve İstanbul’daki Çalışmaları” S. Borak, Kaynak Yay., 2. Bas., İst.-1998, sf.138
14     “La Guerre Turque Dans la Guerre Mondial” M.Larcher, sf. 270; ak. A. M.Şamsutdinov, “Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi 1918-1923” Doğan Kitap, İstanbul-1999, sf.18
15     “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi K., 9.Bas., 1983, sf.351-352
16     a.g.e. sf.352
17     Hürriyet, 11.04.2005
18     “Ben de Yazdım” Celal Bayar, 5.Cilt, Sabah Kitapları, İst.-1997, sf.71
19     “İşgal Altında İstanbul” Bilge Criss, İletişim Yay., 3.Bas., 2000, sf.39
20     a.g.e. sf.39
21     “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Sena Mat., İstanbul-1980, sf.137
22     “Atatürk” Lord Kinros, Altın Kitaplar Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.169
23     “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.366
24     “Zaman İçinde Bir Yolculuk” Attila İlhan, TRT/2 7.Kasım 2003 ve “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, Remzi Kitapevi, 8.Baskı, İstanbul-1983, 3.Cilt, sf.293

Kaynak: http://bit.ly/2kV7Kak











Türkiye'yi bu günlere getiren siyasileri tanıyalım. Gerçek Alparslan Türkeş kimdir?


Alparslan Türkeş'in bağlı olduğu Arusi tarikatı ve kripto yahudiler



Alparslan takma adını kullanan Kripto Yahudi Hüseyin Feyzullah Türkeş'in bağlı olduğu Arusilik, hak tarikatlardan biri olan Şazeli tarikatının koluydu. Bu tarikatı ve kollarını ele geçiren kripto Yahudiler, Arusiliği de aynı Mevlevilik gibi aslından kopardılar... Bâtıl bir ayara soktular. Sanatçı Çelik'in annesinin okuduğu sözde ihahilerle, kadın-erkek bir arada sözde zikirler yaptılar...

Arusiliğin son dönemdeki sözde şeyhlerinden Ömer Fevzi Mardin'in annesi bir Fransızdı... Türkeş'in hayatının bir çok zor anlarında Ömer Fevzi Mardin'in kritik yardımları oldu. Zaten sadece Türkeş değil bütün cemaat aynı zamanda gönüllü ajandılar. Amerika'nın CIA'i, İsrail'in Mossad'ı ve İngiliz istihbarat birimleri ile yakın bir ilişki içindeydiler...

Sadece bu bilgilerden yola çıkıp araştırdığınızda bile, Osmanlı'yı yıkanların ve yeni Türkiye Cumhuriyetini kuranların, Türkçülüğü ve Kürtçülüğü kuranların aslında hep Kripto Yahudiler ve Sabetaycılar olduğu gerçeğine ulaşmanız mümkün...

Dünya liderleri olan ülkelerin de desteklerini alarak, o ülkeleri idare eden Dünya Yahudi Konseyi'nin de desteğini alarak Türk milletini neredeyse tarihten sildiler. İslam'ı yasak edip Türkçülüğü bir din haline getirmek istediler. İslam'dan soyutlanmış bir Türkçülük gayreti içine girdiler.

Bakın; Annesi bir Fransız olan Arusi şeyhi(!)

Ömer Fevzi Mardin ve Evanjelist rahip Buchman Türkiye'nin Kore'ye asker göndermesinin "manevi" tarafını inşa etmişlerdi.

Şeyh(!) Mardin'in kitabının adı: "Kore Savunmasına Katılmamızda Dini ve Siyasi Zaruret." idi... Halbuki "Bizim Kore'de ne işimiz vardı?" sorusuna hala daha doğru düzgün cevap verebilen hiç kimse çıkmadı...

Evanjelist rahip Buchman, Sabetayistlerin Yakubi kolundan olan Ahmet Emin Yalman ve Fener Rum Patriği Atenagoras birlikte Eyüpsultan Camisi'ne gidip dua bile etmişlerdi.

Atenagoras Kuzey ve Güney Amerika başpiskoposu iken bir gecede Türk vatandaşı yapılarak ABD Başkanı Truman'ın özel uçağı ile İstanbul'a getirilip Fener Rum Patrikhanesi'nin başına oturtulmuştu.

Sabetayist başbakan Adnan (Ertekin) Menderes, Atenagoras'ın elini öpmüştü.

"Manevi Cihazlanma Derneği" Türkiye'de Ankara valiliğinin 11 Kasım 1966 tarih ve 6/7285 sayılı izniyle kamu yararına çalışan dernek statüsünde kuruldu.

Derneğin başkanı dönemin İstanbul valisi ve önde gelen masonlardan Prof. Fahrettin Kerim Gökay'dı.

Gökay, "İslami hassasiyetleri" ön planda olan, 11 Ekim 1951'de kurulan İlim Yayma Cemiyeti'nin de kurucuları arasındaydı. Derneğin diğer kurucularından biri Said Nursi'nin avukatı Seniyüddin Başak'ın olması herhalde tesadüftü. (?)

Bir başka tesadüf de, derneğe en büyük desteğin masonlar tarafından yapılmasıydı.

Tekrar günümüze dönelim.

Ilgaz Zorlu, Tempo dergisinde yayınlanan mülakatında şunları söylüyor:

"Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) tamamlandığında Türkiye'de adı demokrasi olan Sabataycı oligarşik yönetim hâkim olacaktır… Türkiye Sabataycıları ABD Musevi lobisinde önemli bir konumdadırlar. Türkiye Yahudilerinden daha güçlüdürler. Ayrıca devlet içindeki konumları ve örgütlenmeleri Yahudilerden daha kuvvetlidir… Sabataycıları bir arada tutan dini bir argüman değil, ortak çıkarlarıdır. Cemaat mensupları birbirlerini tanıdıklarında birbirlerine yardım ederler. Sabataycı olmayan birinin Sabataycı cemaatine girmesi mümkün değildir."

Yine, Arusiliğin diğer kripto Yahudi Şeyhi(!) Harun Kan'dı.. Harun Kan'ın gerçek adı; "Aaron Kanduyati” idi...

Aaron Kanduyati İspanya’dan Türkiye’ye göç etmiş Sefarad Yahudisi, 1931 yılında Çanakkale’nin Gelibolu İlçesinde doğuyor, daha sonra Istanbul’a geliyor ve İstanbul’a geldikten sonra müslümanlığı kabul etmiş görünüyor... Harun adını alıyor. Aaron Kanduyati Müslüman(!) olduktan sonra Arusi Tarikatı’nın şeyhi Aziz Çınar Efendi’ye bağlanıyor. Sadece Şeyhliği ele geçirmek isteyenleri değil bütün hepsi kendilerini Müslüman gösteriyorlar.

Artık, 1800'lerin başlarından beri İslam tarikatlarının içine sızan hatta bazılarını tamamen kontrolü altına alan kripto Yahudiler derhal deşifre edilmeliler... Özellikle bütün tarikat ve cemaatlerin yasaklandığı Cumhuriyet'in ilk devirlerinde hiç bir yasaklamaya tabi tutulmayan ve Genel Kurmay başkanı Fevzi Çakmak'ın bile dizinin dibine diz çöktüğü sözde Şeyh Küçük Hüseyin Efendi deşifre edilmelidir. Küçük Hüseyin Efendi'nin kendinden önceki şeyhi Feyzullah Efendi'dir. Türkeş'in babası da bu kripto yahudi sözde şeyhlere muhabbetinden dolayı Türkeş'in adını Hüseyin Feyzullah koymuştur. O ise meydana Alparslan takma adı ile çıkmıştır.

Ha, bu arada kimliğinde Musevi yazdığı halde Küçük Hüseyin Efendi'nin mezarı başında ölü bulunan ünlü iş adamı Üzeyir Garih'in neden cesedinin orada bulunduğu, kendisi bir Yahudi , küçük Hüseyin Efendi bir Müslüman şeyhi biliniyorken neden her hafta onun mezarını ziyarete gittiği de sorgulanmalıdır.

22 sene boyunca Genel Kurmay başkanlığı yapmış olan Fevzi Çakmak'ın öldükten sonra neden Küçük Hüseyin Efendi'nin mezarının yanıbaşına defin edildiği de, Çakmak'ın eşinin daha sağlığında evlerini neden Yahudi cemaatine hibe ettiği ve sinagog yapıldığı da araştırılmalıdır. Bunları araştırmak suç değildir. Aksine büyük bir vatan hizmetidir.

Bu sahte şeyhler deşifre edildiklerinde, bunların siyasi ve ideolojik uzantıları da zaten peşi sıra çorap söküğü gibi meydana çıkacaktır.

http://gercekalparslanturkes.blogspot.com.tr/2013/08/alparslan-turkesin-bagl-oldugu-arusi.html

TÜRK TOPLUMU, NE 27, NE 32, NE DE 47 ETNİK GRUPTAN İBARETTİR! BUNLARIN HEPSİ BİLİM DIŞI SAFSATADAN İBARETTİR


TÜRK TOPLUMU, NE 27, NE 32, NE DE 47 ETNİK GRUPTAN İBARETTİR! BUNLARIN HEPSİ BİLİM DIŞI SAFSATADAN ÖTEYE BİR DEĞERİ OLMAYAN SPEKÜLASYONLARDAN, TÜRK TOPLUMUNU YÖNLENDİRMEK, BATI’NIN İSTEDİĞİ İNSAN TİPİNDE YANİ MİLLİ ŞUURDAN YOKSUN İNSAN KALABALIKLARI HALİNE GETİRMEK İÇİN UYDURULMUŞ YALANLARDIR.

BİZLER DÜNYANIN EN ESKİ, EN MEDENİ MİLLETİYİZ. EN SOYLU VE EN HOMOJEN MİLLETİYİZ. TÜRK MİLLETİ BİRDİR,  BÜTÜNDÜR, BİZİ PARÇALAYAMAZLAR 

Sevgili Okurlar

Bu gün Suriye de Fırat Kalkanı harekatında önce 4 şehidimizin olduğu söylendi sonra 14 şehidimizin olduğu haberi geldi 4 ü ağır 34 yaralımız varmış. Son olarak gelen haberler şehit sayısının daha fazla olduğun yönünde. inşallah yanlış bilgidir diyoruz. Ancak 4 veya 14 acımız büyük Allah şehitlerimize rahmet Yaralılarımıza acil şifa kederli ailesine sabırlar diliyoruz.Yüce yaradan dan milletimizin üzerine bir kabus gibi çöken bu acı günlerin tez elden bitmesini diliyoruz. Milletimizin Başı sağ olsun.

Sevgili Okurlar,

Bu günkü Yazımızı öğle saatlerinde düzenlemiştim. Ancak şehit haberleri üzerine yayınlamak istemedim. Akşam şehit sayısı artınca tekrar vaz geçtim ancak daha sonra Atatürk'ün 1916'da Muş Cephesinde Ruslarla savaşın en şiddetli anlarında bile fiilen savaştığı cepheden döner dönmez dil mevzu üzerinde çalıştığını düşündükçe milli meselelerin her şart altında öğrenilmesi gerektiğini düşünerek çalışmamızı paylaşmaya karar verdim.

Sevgili Okurlar,
Bir yanda bombalar patlıyor,Askerlerimiz polislerimiz otobüsleri içinde veya kenarında veya cephelerde sürekli kalleşçe edilirken bu katliam sadece fiilen öldürerek değil gençlerimiz mankurtlaştırarak Türklük şuurundan uzaklaştırarakta hızla devam ediyor.

Bu günlerde twetterde 36-42 veya 47 etnik gurup söylemleri yeniden dolaşmaya başladı.Bu sosyal medya aracağılı ile yürütülen bir bilgi kirlenmesidir. Milletimizin,sanki biz ırk bütünlüğü olan bir Ulus değilmişizde oradan buradan toplama hasbelkader bir araya gelmiş insan topluluklarıymışız gibi bilgilenilmesi sağlanmaktadır.

Bu alçakça, alenen ve kasıtlı olarak yapılmakta olan Türk düşmanlığıdır.
Bunu söyleyenler vatan hainidir ve ırkımıza düşmandırlar.

Karşılarında kendilerine cevap verecek kimse olmadığı için herkes ağzına gelen ihaneti sergilemektedir.

Sevgili Okular,
Hainler bir diğer taraftan fırsat buldukça Tv’lerde, gazetelerdeki köşelerinde, sözde bilimsel bir konuyu paylaşıyorlarmış pozlarında “Hepimiz Türkiyeliyiz. Biz çeşitli ırklardan kültürlerden geliyoruz. Biz rengarenk bir mozayiğiz. Türkiye Cumhuriyetinde 27 veya 42 etnik grup yaşamakta, Bu etnik grupların da varlıklarının tanınması gerekmektedir. ''Türkiye Türklerindir' gibi tezler yanlıştır. Türkiye, Türkiye'de yaşayan herkesindir” diyorlar!

Türkiye’deki tüm vatandaşları koruyan, sözde insanlık adına yapıldığı iddia edilen bu söylemler PKK’nın, AB'nin ABD'nin Uluslararası Emperyalizmin talepleri ile örtüşmektedir.

“AB’ne girilmesi” veya Türkiye’nin “Yeni Dünya Düzeninde” yerini alması için “Kemalist Ulus Devletin sonlanması gerekir” diyen Emperyalist Batı’nın talepleri ile içimizde, sözde din iman adına (*)  Emperyalizmin maşalığı yapan Türk düşmanlarının talepleri aynıdır.

Öncelikli olarak etnik ayrıştırma veya kışkırtma konusunu ele alalım. Türk toplumu, ne 27, ne 32, ne de 47 etnik gruptan ibarettir. Bunların hepsi bilim dışı safsatadan öteye bir değeri olmayan spekülasyonlardan, Türk toplumunu yönlendirmek Batı’nın istediği insan tipinde yani milli şuurdan yoksun insan kalabalıkları haline getirmek için uydurulmuş yalanlardır.

Bazı üniversite mensubu akademisyenler ülkemizde Yörükler, Aleviler, Tahtacılar, Çepniler vb. türden etnik gruplardan söz açmaktadırlar ki bunlar ya kasıtlı olarak ülkeyi etnik topografyaya ayırmak isteyen hainler ya da tamamıyla cahil kişilerdir.

Bunun gibi bir de azınlıklar kategorisini şişirenler vardır. Bunlar da Asuriler, Süryaniler, Nesturiler vb. azınlık grupları oluşturmaktadırlar. Bilindiği üzere Asurlular, aslında Nesturiler olarak bilinen Hıristiyanlığın monofizit grubundadırlar. Amerikalılar tarafından desteklenmiş ve dini liderlerinin (Mar Şimun) başkanlığında Kürtlere karşı bir güç oluşturmuşlardır. Hatta Asuriler Keldani olarak da adlandırılmaktadır. 1830’larda bu hususta İngiliz ve Amerikalı misyonerler önemli rol oynamışlardır. 

Güneydoğu’da Asuriler, Keldaniler, , Nesturiler; Süryaniler gibi kategorileştirilmeye çalışılan bu azınlık gruplarının da miktarlarının yüz binin üzerinde olduğu şüphelidir. 1965 istatistik verilerine göre, tüm nüfusta Türkçe’ den başka dilleri konuşanların oranı ise % 9’dur. Aynı döneme ait Kürtçe konuşanların sayısı da % 7 civarındadır. O halde Kürtlerin dışında kalanlar % 2 kadardır.

“P. A. Andrews’in Türkiye’de 47 etnik gurup var” şeklinde yaptığı tanımlama hain ve cahiller sürüsünün dilinden düşmüyor.

Türkiye Andrews’un görüşlerini incelediğimizde katılmadığımız bazı temel ayrılıklar ortaya çıkmaktadır. Andrews’un iddiaları da bilimsel değildir:

Yörükler, Türkmenler, Azeri Türkleri, Uygurlar, Kırgızlar; Özbekler, Nogaylar, Kırım Tatarları, Balkarlar, Karaçaylar, kazaklar, Tahtacılar, Çepniler; Alevi ve Sünni Türk ayırımları, Şii ve KArapapak türü Azeri farklılaşmaları, Alevi-Sünni Türkmen gruplaşmaları, Bulgaristan ve Balkanlardan gelen Müslüman göçmenleri, etnik gruplar halinde göstermek, bilimsel olmaktan ziyade oryantalist bir yaklaşımın ürünüdür.

Hatta “Afşarlar Tahtacılar, Türkmenler, Abdallar, Sarıkeçili, Yörükleri, Karakeçili Yörükleri gibi ” dil, din, kültür ve duygu birliği açısından “millet-altı” grupların etnik olarak gösterilmesi çok yanlıştır.

Andrews’un ülkemizde yaşayan Azerileri, Özbekleri, Türkmenleri Kazakları, Kırgızları, Kırım Tatarlarını, Uygurları, Balkarları ve Karaçayları Hala Ermeni, Rum, Yahudi, Polonez, Arap, Süryani, Eston, Molokan, Alman asıllılarla aynı kefeye koyması bilimsellikle açıklanamaz.

Yine “Sünni Kürtler, Alevi Kürtler, Yezidi Kürtler, Zazalar-Sünni ve Zazalar-Alevi” türü etnik kimlik üretmesi de tartışmaya açıktır. Ne Kürtler ne de Zazalar Hakkında yazar bir soy kütüğü ortaya koymamaktadır. Yazar, Gökalp’ten kaynaklanan Türk Türkleri ve Türk Kürtleri ikiliğine de devam etmektedir. Lozan’da Azınlık olarak belirtilen unsurlar bellidir ve nüfusumuzun %1’i bile değildir.

Andrews’un “Sünni Kürtler, Alevi Kürtler, Yezidi Kürtler Zazalar-Sünni ve Zazalar-Alevi” türü etnik kimlik üretmesi de tartışmaya açıktır. Ne Kürtler ne de Zazalar Hakkında yazar bir soy kütüğü ortaya koymamaktadır. Yazar, Gökalp’ten kaynaklanan Türk Türkleri ve Türk Kürtleri ikiliğine de devam etmektedir.

Ayrıca, Şavak aşiretleri hususunda da “farklı bir kültüre sahip, yarı göçebe bir grup olduklarını” söylüyor. 28 (P. A. Andrews, a.g.e., s. 157) Keza, “Şavaklılar kırmanca konuşurlar, konuştukları dil kırmanca konuşan diğer insanlar tarafından anlaşılamaz” yargısında bulunuyor. Oysa, Muhtar kutluata göstermiştir ki, Şavaklılar bir Türkmen aşiretidir. Tüm maddi ve manevi kültürleri Asyatik özellikleri aynen yansıtmaktadır. Hatta, kullandıkları hayvan damgalarına kadar. Ayrıca, Zaza oldukları da bilinmektedir.

Siyasal açıdan, ülkemizi çok kültürlü bir model içinde görmek isteyen Peter Andres’un bu görüşlerinin hiçbir ciddi araştırmadan geçirmeden çok sayıda siyasimiz tarafından benimsemiş olması da çok üzücü ve düşündürücüdür. Ülkemiz ve insanımız, tüm nitelikleriyle Bugün gözler önündedir. Bir deney masası kabul ederek üzerinde her türlü sosyal, antropolojik, etnolojik ve dil bilimsel açıdan analizler yapılabilir. Buna her zamankinden çok daha ihtiyaç da vardır.

Türk Milleti bir bütündür Türk Milletini sosyolojik, hukuki ve siyasi bir bütün olarak değil de, etnik/ırk topluluklarına göre 27 parçalı olarak görmekten kaynaklanıyor. Sonra da bu parçaların eşitliğinden bahsediliyor. İnsanlık, toplulukların eşitliğini sağlayacak kriterleri henüz bulamadı, ama bizdeki bölücüler keşfetmişler(!) Dünya hukukuna ve anayasamıza göre, bireyler/vatandaşlar eşittir ve böylece toplumdaki bütün farklılar da eşitlenmiş olmaktadır.

Bir başka saptırma da; Batı ülkelerinde vatandaşın kimliği; Alman, Fransız, İspanyol, İtalyan, Yunan, Amerikan vb.leri iken, nedense bizde Türk denilmesi "ırkçılık" sayılıyor. Türk Irkına sevgi ve sempati duyanlara "Irkçı" diyenler Türk Milletine karşı ırkçılık yapmak suretiyle Türklüğü sadece etnik olarak ele alıp Türk Milletinin birlik ve bütünlüğünü parçalamak isteyenlerin amaçlarına hizmet etmektedirler.

Sevgili Okurlar
Türk toplumunda egemen grup Türk kültürü ve Türk insanıdır. Bugün, orta Asya’dan Kafkaslara kadar bağımsızlıklarına kavuşan Türk Cumhuriyetleri bunun en canlı delilidir. Ortak kökümüz, ortak dilimiz, ortak kültürümüz sürüp gitmektedir. Dilde, duyguda beraberliğimiz vardır.

Bir kültürü oluşturan maddi ve manevi unsurlardır. Ancak, maddi kültür unsurlarının temelinde yatan bazı maddi olmayan unsurlar vardır ki, onlar da bir kültüre biçim veren ana kaynağı teşkil ederler. Bunlar da kültür önermeleri, kültür değerleri, kültür inançları ve kültür normlarıdır. Kültürümüzün bu manevi unsurlarının motif ve dokusunu, Eski Anadolu fetih uygarlıklarının hangisini oluşturduğunu kim iddia edebilir?

Bugün Amerika’yı oluşturan İngiliz, Fransız ve Alman halklarının Avrupa’daki soydaşlarıyla alakalı kültür bağlarının sürekliliğini koruduğunu söyleyebilecek bir kimseye rastlamak mümkün olmazken Türk milletinin binlerce yıl önceki atalarıyla çok yönlü bağlılığı bilimsel bir gerçek olarak ortada durmaktadır.

Bu konularda Türkiye'de en yetkin kalemlerden birisi olan Kıymetli hocamız Prof. Dr. Orhan Türkdoğan Niçin Milletleşme isimli eserinde muhtelif yıllardaki nüfus sayımlarındaki değerlendirmeleri esas alarak yapılan projeksiyonda nüfusun % 13.1’ini Kürtçe, Zazaca, Arapça, Çerkezce, Abazaca, Lezgice, Boşnakça, Arnavutça lisanlarını ikinci dil olarak konuştuğunun tespit edildiğinden bahisle şunu söylemektedir :

”Birleşik Devletler standart birimine göre, bir ülkenin nüfusunun % 80’inden fazlası aynı dili konuşuyor veya ayni dine mensupsa o ülke homojen bir yapıya sahiptir. Görüldüğü üzere, Türkiye’de bu oran % 87’dir. Bu da Türk Toplumunun homojen yapısını gösterir."

Kaldı ki Bugün ikinci dil olarak başka dilleri konuşan insanlarımız Türk toplumunun Cumhuriyetle başlayan Uluslaşma sürecinde Türk Kimliğini benimsemiş olup Türkiye de yaşayan vatandaşlarımızın %92’si Türk Kimliği ile gurur duymaktadır. Türkiye de egemen toplum, Türkçe konuşan ve Türk kültürü ile yoğrulmuş, kendini Türk olarak hisseden ve yanı dini paylaşanlardan ibarettir.

Nitekim bu senaryoları hazırlayan Batı ülkeleri de gerçekleri bilmekte ancak milletimize yanlış aksettirmektedir.

Geçtiğimiz yıllarda CIA’nın Türkiye de yaptırdığı gizli araştırma SABAH gazetesinde manşetten yayınlanmıştı. CIA araştırmasına göre bile “Türkiye'de yaşayan halkın %85’i Türklerden oluşuyor”

Aynı toprakları vatan seçmiş aynı düşmana karşı mücadele veren aynı olaylar karşısında acıları aynı sevinçleri ve aynı kaderi paylaşan insanlar aynı milletin fertleri olarak kendileri ile gurur duymalıdır. Bunun tersi kabilecilik, kavimcilik, şuuru ortaya çıkar ki bu da sosyolojik açıdan bir yozlaşmadır, geri dönüştür. Türk toplumunun davası bugün için milletleşme olmalıdır.

Belirlendiği üzere, etniklik kategorisine girenlerin oranı ülkemizde yüzde 13 kadardır. Azınlık unsurlarına gelince, bunlar da Rum Ermeni Yahudi ve Süryani’lerdir. Bunların tümünün oranı da yarım milyonu aşmaz. Ülkemizin nüfusunun %86'sı, Genelde Oğuz boyuna mensup Türkçe konuşan Türk boy ve oymaklarının torunlarıdır. Bu nedene, ülkemiz homojenlik oranı yüksek olan sosyolojik bir yapılaşmayı ortaya koyar.

Günümüzde de bu ve benzeri araştırmaların sonuçları göstermektedir ki, ülkemiz nüfusunun yüzde %92 sini soy, din, dil ve kültür açısından bir ortak paydada birleşen Türk halkının Türklükten başka bir kimlik kabul etmeyen Türk varlığı temsil etmektedir. Devleti kuran ve büyük çoğunluğu temsil eden Türklük varlığının “öteki” konumuna getirilmek suretiyle bir “çok kültürlülük” macerasına ülkenin sürüklenmesi akıl-mantık işi değildir. Buna Türk milletinin izin vereceği de düşünülemez.
Bizler dünyanın en eski,en medeni milletiyiz. En soylu ve en homojen milletiyiz: Türk milleti birdir bütündür. Bizi parçalayamazlar.

Türk milleti 400 milyona yaklaşan nüfusu, 13 milyon km2 civarında (bu günkü) vatan topraklarıyla Türk birliğini gerçekleştirecektir.

Atalarımız 44 milyon km2 alanda yönettikleri toprakları vatan yaptılar. Tarih vatandır. Tarihimizle bağlarımızı koparmayacağız.

Değerli Arkadaşlarım tekrar milletçe başımız sağolsun.Yüce Tanrı Büyük milletimizi korusun ve gözetsin.

Hayırlı geceler

22 Aralık 2016
saat 01.30

TANER ÜNAL



ATATÜRKÇÜLER NE YAPMALI

Prof. Dr. CİHAN DURA
12 EKİM 2016 ÇARŞAMBA

“Atatürkçüler Ne Yapmalı” Bildirimizden:

“6- KİTAP veya MAKALE TANITIMI yapın. Attila İlhan, Sinan Akşin, Turgut Özakman, Metin Aydoğan, Banu Avar, Mustafa Yıldırım, Sinan Meydan, Zahide Engin Uçar gibi Atatürkçü yazarlarımızın bir kitabını veya makalesini tanıtın. … Çalışmanızı yayınlayın, geniş kitlelere ulaştırın.

İşte, ben bu görev gereği yaptığım çalışmayı, aynı zamanda bir örnek olsun diye sizlere sunuyorum, başka yapıtları da tanıtmaya devam edeceğim.

 Ancak bu ve benzeri faaliyetlerin, Türkiye’yi kımıldatması için binleri, onbinleri bulması gerekiyor. Tanıtılması gereken o kadar çok yapıt, ulaşmamız gereken o kadar çok insanımız var ki... Onun için, söz konusu faaliyetlere sizlerin de, yüzleri, binleri bularak katılmanız gerekiyor. Benim asıl hedefim bu çokluğu yaratmak, bu kurtarıcı birliğin gerçekleşmesini sağlamak!...

*

Mustafa Yıldırım, Zifiri Karanlıkta, 2 Cilt, Ulus Dağı Yayınları, Ank., 2016

Konularında Türkiye'de ve Dünyada birer ilk olan Ortağın Çocukları ve Sivil Örümceğin Ağında kitaplarından sonra, 100 yıllık "din" maskeli saldırının belgesi Zifiri Karanlıkta kitabı da konusunda bir ilktir!

*

“Din kurtarıcısı” maskesiyle öne geçenlerin pek çoğu, siyaset ve ticaret ağında, azınlık milliyetçiliği oyununda birer aktördür. Devletlerini yıkarken bağımsızlığa, gelişmeye, özgürlüğe, kadınlığa düşmanlaşır, yabancıların maşası olup çıkarlar. Yurttaşlarına, dindaşlarına, insanlığa büyük zararlar veren aygıta dönüşürler.

*
Gerçeklerden kaçarak karanlıktan kurtulamazsınız!

Mustafa Yıldırım, on binlerce sayfalık dava dosyalarını, yine on binlerce sayfalık yayınları, raporları Türkiye ve İran'ın karşılıklı tarihini ele alarak yenileşmeye, kadın haklarına, halk egemenliğine düzenlenen güdümlü isyanları, "din" maskeli diktatörlüğün kuruluşunu Humeyni'nin Kum'dan-Necef'ten Türkiye'ye gönderilen imamların, suikast komutanlarının, yerli ameliyatçılarının izlerini sürdü.

1908 yılından günümüze "Din kurtarıcısı" maskesiyle siyasal-ticari egemenliklerini sürdürmek için, devletlerin her ileri adımına karşı ayaklanan Kürt-Arap şeyhleri, Suudi kralları bağlıları, Necef'teki Humeyni'nin 1976'da başlayan Türkiye örgütlenmesi... Ordunun darbe gerekçeleriyle tasfiye edilişi...
Terör eğitiminden geçirilen, silah-istihbarat desteği verilen, doğrudan yönetilen ekiplerin İmam'ın fetvalarına uygun suikastları, saldırıları, casusluk etkinlikleri...

"Demokrasi" ve "din özgürlüğü" maskesiyle devletlerin ele geçirilişi; liberallerin, solcuların Humeynicilerle toplantıları; Kum'da, Tahran'da temsilci bulunduran Kürt Hizbullahilerin cinayetleri, gerilla savaşı hazırlığı... Türkiye'de ve dünyada eş-zamanlı terör eylemleri, cinayetler...
"İslamcı" maskeli darbenin önünü açan aydınların bazıları, yine o darbecilerin ameliyatçılarınca öldürüldüler. Onların ölümü, aydınların, yazarların, hükümet edenlerin, gazetecilerin, akademisyenlerin ve halkın duyarsızlığının bedeliydi. Batıdan-Doğudan beslenen Hizbullahilerin, etnik milliyetçilerin saldırılarıyla yurdu kaplayan zifiri karanlıkta Türk egemenliğinin bitirilişinin dönemsel bir bunalım olmadığı, 100 yıllık siyasi ikiyüzlülüğün ve halkın vurdumduymazlığının eseri olduğu...

 *
 Sessizce değil; göstere göstere, bağıra çağıra, öldüre öldüre…
Kürt-Arap şeyhlerinin müritleri Cumhuriyet’e direndi.
Necef’ten ve Kum’dan üç örgütçü imam Türkiye’ye gönderildi.
Sonunda, Türkiye’nin aymazlığından yararlanan Cellad’ın kanlı gecesi başladı.

■ Kitabın tanıtım yazılarından.

.
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...