Özgün belgelere dayanarak Osmanlı tarihini yazan Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal anlatıyor:
Sultan 2. Abdülhamit’in baskı döneminde ahlâk bozukluğu, önceki devirlere göre çok daha yaygınlaşmıştı.
Kölelik ruhu, korku ve rüşvet bu duruma neden olan başlıca kaynaklardı.
Sultan 2. Abdülhamit döneminde esir ticareti desteklenerek uygulanıyordu.
Sultan 2. Abdülhamit, esirlik kurumunu savunurdu. Bunun nedeni, kölelik ruhundan hoşlanmasından, faydalanmasından ve bu ruhu baskı rejiminin zorunlu bir temeli olarak kabul etmesindendi.
Sultan 2. Abdülhamit, baskı otoritesinin yetişemediği dağlık bölgelerde yaşayan kişiler için de cehaleti zorunlu görmekteydi. Sultan 2. Abdülhamit’in kendisinin anlatmış olduğu şu olay bunun kanıtıdır: Bir gün Amerikan elçisi ile görüşürken, elçinin Amerika’daki kızıl derililerin uygarlaştırılmasına karşı olduğunu, bu nedenle de okutulmalarından yana olmayıp doğal halde bırakılmalarının daha yararlı olduğu fikirlerini dinler. Bunun üzerine Sultan Abdülhamit şöyle bir karar verir: Bizde de Arnavutlara, Kozan dağlarındaki dağlılara okul açmak boşunadır. Okullar, şehirler içindir. Dağlıların cesaretlerinden yararlanmak için duygusal davranarak onları elde etmeliyiz. Sultan 2. Abdülhamit, bu kararını uygulamış olduğunu övünerek anlatırdı.
Sultan 2. Abdülhamit insanları şöyle sınıflandırırdı: İnsanlar iki türdür. Birinci türden olanlar, çıkar sağlamak yoluyla elde edilebilirler. İkinci türden olanlar ise kendilerine iyi davranılarak ele geçirilebilirler. Maddi çıkara düşkün olanların hırsları, saltanatın kudreti ile doyurulur. Böyle bir düşkünlükleri olmayanların kalplerini kazanmaya zaten kendi karakterleri elverişlidir. Bunlardan farklı olarak, bu iki türün dışında kalanlardan kendisine gölge yapanların da sırası gelince hesapları görülür!
Böylece Sultan 2. Abdülhamit herkesi para ve makam ile satın alabileceğine, istisnaları da kaba kuvvet kullanarak haklayabileceğine inanmaktaydı.
Değerli Dostlar,
Sultan 2. Abdülhamit’in hayatı ve tahtı için duyduğu korku, bulaşıcı bir hastalık gibi toplumun temellerine kadar işlemiş ve ortada güven sağlayacak bir dayanak olmadığı için herkes canından bile kaygıya düşmüştür. Dönemin en büyük sadrazamlarından (başbakanlarından) olan Mithat Paşa, Sait Paşa ve Kâmil Paşa’nın, hayatlarını kurtarmak kaygısıyla yabancı elçiliklere ve konsolosluklara sığınmaları, bunlardan başka daha birçok devlet adamlarının ve hatta saray kadınlarının aynı çareye başvurmaları, korku ve güvensizliğin derecesini göstermeye yeterli örneklerdir.
Rüşvet Osmanlının önceki devirlerinde de kanıksanmış toplumsal bir hastalık olmasına rağmen, hiçbir zaman meşru görülmemişti.
Oysa Sultan 2. Abdülhamit, rüşveti geçmişten gelen bir kurum, hatta milli bir gelenek olarak kabul etmiştir. Rüşveti, bazı bahaneler öne sürerek doğal gösterip savunmuştur. Maaşlarını vaktinde alamayan küçük memurların rüşvet almalarında bir sakınca görmediğini ifade etmiştir.
Sultan 2. Abdülhamit’ten başlayan ve en küçük memura kadar uzanan rüşvet zincirinde, hiç kuşkusuz, herkes memuriyet derecesine göre rüşvetten yaralanır, ancak rüşvetten aslan payını saray, sadrazam ve vezirler(bakanlar) alırdı.
Osmanlı dış borçlarını ödeyemeyince 1881 yılında İstanbul’da kurulun Düyunu Umumiye (Genel Borçlar) kurumunun direktörlerinden biri şu olayı anlatmıştır: Devletin bir borçlanma işi ile ilgili olarak 1 milyon 300 bin liralık bir fatura çıkarılır. Gerçekte bunun ancak 200 bin lirası harcanmıştır. Geri kalan 300 bin lira saray ve vezirlere, 800 bin lirası da Sultan 2. Abdülhamit’in özel hazinesine rüşvet diye verilmiştir.
Sultan 2. Abdülhamit döneminde memur olmak için liyakat (yetenek, bilgi, deneyim, uygunluk) gerekli değildi. İltimas ve himaye karşılığında kişisel onur ve şereften ödün vermek ve mutlak itaat yeterliydi.
Sultan 2. Abdülhamit döneminde din, halkın ahlâkını yükseltmek için değil, yobazlığı kökleştirmek için bir siyasi araç olarak kullanılmıştır. Camilere hoca diye bazı sarıklı yobazlar dağıtılır, onların aracılığıyla halk ‘şarap içerseniz, zina ederseniz, namaz vaktini geçirirseniz cehenneme gidersiniz, orada şöyle yanar böyle işkence görürsünüz’ diye korkutulurdu. Amaç halkta korkuyu ve uysallığı sürdürmekti.
Okullardaki din dersleri de bu biçimde verilmekteydi. Böylece sözde din terbiyesiyle olgunlaştırılmak istenen halk, dinden imiş gibi gösterilen hurafe ve sahte inançlara yönlendirilir, kötü gelenek ve göreneklere bağlı kalması için elden gelen yapılırdı.
Değerli Dostlar,
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Osmanlı padişahlarına
“ecdadım” der, onlarla övünür ve özellikle onlardan birini, Sultan 2. Abdülhamit’i kendisine “ROL MODEL” aldığını söyler.
Bu yazıyı okuduktan sonra, ülkemizin içinde bulunduğu koşulları hızla gözünüzün önünden geçirip Sultan 2. Abdülhamit dönemiyle karşılaştırınız.
Benzerlikler görüyor musunuz?
Yılmaz Dikbaş
*
|
AKP ≈ Atatürk yerine Abdülhamit |
Marshall Planı II. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konmuş ABD kaynaklı antikomünist; istismarcı / ürün vereni sömürerek ve bilinçsizce ve de edilgenleştirerek yaşatma, hedefleri olan bir ekonomik yardım paketidir. 16 ülke, bu plan uyarınca ABD'den ekonomik kalkınma yardımı almıştır.
Bu program çerçevesinde 1948-1952 yılları arasında uygulanan bu yardımlarda ABD, Avrupa ülkelerine 13 milyar dolarlık bir yardım yapmıştır.
Türkiye 2. Dünya savaşına katılmadığı halde, savaşta mağdur olan ülkelere verilmesi kararlaştırılan bu yardımdan -türlü cambazlıklarla- faydalanmıştır. Bu bir siyasi başarı mıdır, yoksa tam bir onursuzluk ve aymazlık mıdır? Bu ikilemin çözümü için "Marshall yardımının" ülkemiz için olan sonuçlarına bakmak gerekir:
Ciddi bir bakışla, ABD ye bağımlılığımızı başlatan bu yardım planı, her açıdan kendi özgün Üreticiliğimizi, Gelişmemizi, Sanayileşmemizi, Sağlığımızı ve Özgürlüğümüzü çelmelemiştir.. kundaklamıştır.
Ekonomik açıdan Pakistan, İran ve Iraktan farklı olmamamıza neden olan, kendi teknolojisini üretemeyen ve büyük çoğunlukla montaja dayalı bir ekonomiye sahip olmamızın temel nedenlerinden biri bu sözde yardım planıdır.. Örn. önce kullanılmış eski teknolojik makinaları yardım niyetine vermiş, sonra da yedek parçaları için makina parasına yakın miktarlar için istemişlerdir.
İçindekilerin ne olduğunu tam bilmediğimiz kötü süt tozu, peynir, yağ ve bisküvi karşılığı verilen ASKERİ ÜS izinleri de bu sözde yardım planına dahildir. Bu, bizim ve tehdit altında tuttuğu Orta Doğu ülkeleri için hazırlanmış çok kötü niyetli bir yardım plandır. [Bkz. ABD nin bugün Orta Doğu'ya sözde demokrasi getirme taktiği, yalanı altında yaptıklarına.]
Marshall yardım planı kapsamında Türkiye'ye ayni yardım olarak bol bol girmiş kumaş türü "Amerikan bezi"ni de unutmamak gerekir.
Görüldüğü üzere Amerika bu yardımı bizim "kara kaşımız, kara gözümüz" için "hibe" olarak vermemiştir. Katmerli-Borç olarak vermiştir.
Genetiği oynanmış mısır, buğday, pamuk, yağ gibi tohum ve gıdalara ihtiyacımız olmadığı halde almamızın nedeni ABD'nin Türkiye'ye dayattığı bu anlaşmaların sonucudur. Amerika dünyanın en büyük mısır üreticisi ülkesidir. Elinde birikmiş olan mısır dağlarını eritebilmek için, "mısırözü yağı ihracatını" keşfedivermiş ve de Türkiye'ye yapılacak Marshall yardımının koşullarından birini de, "Türkiye'nin Amerika'dan mısırözü yağı ithal etmesi" olarak belirlemiştir. Bunun karşılığı olarak da Türkiye Zeytinyağı üretmeyecek, zeytin ağaçlarını da sökecektir.
Eskişehirde üretime tamamen hazır vaziyetteki uçak fabrikası, "nasılsa ABD uçak veriyor biz üretmesek de olur" denilerek kapatılmıştır.
Türkiye'nin uçak üretmemesi için 1941-44 yılları arasında ABD Türkiye'ye 95 milyon dolarlık savaş malzemesi vermişti. CHP döneminin Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Zeki Doğan, Nuri Demirağ'a şu ibretlik sözleri söylemişti:
"Amerikan yardımından bedava uçak almak dururken uçak fabrikanıza sipariş verirsem yarın bu millet beni asar."
Demirağ örümünden vazgeçip daha fazla fosil yakıtı tüketmemizle, asfalt yol örümüne geçmemizle sonuçlanan bu plan sayesinde, "Yüce ABD yol yapıyor allah razı olsun" denip demiryolu yapımı da durdurulmuştur.
|
Ata’mızın emriyle yaptırılan ilk yerli ve milli trenimiz BOZKURT |
[Türkiye Cumhuriyeti'nin yeni kurulduğu dönemde ismi öne çıkan Mehmet Nuri Demirağ, Türk havacılık tarihinin de en önemli isimlerinden ve Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları inşaatının ilk müteahhitlerindendi.]
Devletin hangi mekanizmalarla hem kapitalist zoru hem de meşruiyet kanallarını yapılandırdığını ve bunu nasıl da sermaye ile içiçe, plansız ve oldukça tepkisel bir şekilde kuvveden fiile geçirdiğini gösteren Marshall planı, Türk lirasının dolar karşısında düşüşünün başladığı tarih olarak bilinir. O günden sonra belimizi doğrultamadık.
İşte bu şekilde başlayan "ABD'ye sırtı dayayıp, onun verdikleriyle yaşama" alışkanlığı daha doğrusu bağımlılığı bugün kontrolden çıkmış olup, aksi olasılık dışı hale gelmiştir.
Amerikanın bu, "sizin üretmenize gerek yok biz her şeyi veririz " planı, o zamanlar insanların sarıldığı bir sözde yardımdır. Tabii bu, "armut piş ağzıma düş olayı" dır ve "üretmeyelim" -"üretemeyelim" demektir ki, bunun sonucunda 1. görgü tanıklarından bilindiği üzere en basit örnek haliç tersanesinin üretiminin ve argesinin yok edilip tamire vs.ye kaydırılmasıdır. (2)
Bunun bu günkü sonucu da devlet kotasıydı, oydu buyduyla üretimin önüne geçmek, buna karşılık dışardan ithal etmektir ki bu sadece tarım vs değil bilişim dahil her sektör için geçerlidir. En bilenen örnekte mısır tohumlarının her sene tekrar tekrar ithal edilmesidir.
Oysa vaktinde üretimin temelleri düzgün atılmış olsaydı bu gün dışarıya ciddi anlamda bağımlı olacağımız bir şey olmayacaktı denilebilir.
2. Dünya savaşına katılan Avrupa ülkeleri ise, yıkılan ekonomilerini onarmak için yoğun bir çabaya girişmişlerdir. Bunun için gerekli olan makine ve donatımı ancak ABD'den sağlanabildikleri için bu ülkelerin tüm döviz ve altın rezervleri ABD'ye akmış ve büyük bir döviz darboğazı içine sürüklenmişlerdi.
Ancak....
|
Marshall yardımı alan ülkeler |
Bu yardım hakkında asıl sorulması gereken asıl soru şu: Bu yardımdan payını bir çok ülke aldı fakat diğer bütün ülkeler borçlarını Türkiyeye oranla daha çabuk geri ödedi ve düze çıktı.
Türkiye cumhuriyeti hiç gereği olmadığı halde kendisini bağlamayan Osmanlıya ait borçları bile ödemişti ama tabii bağımsız karakterli devlet adamlarının yönettiği bir Cumhuriyet başka oluyor.
Bu yardımlardan yararlanan diğer ülkelerle birlikte Avrupa ekonomik işbirliği teşkilatı (şimdiki OECD) üyesi olduk. Bugün 30 üyesi olan ve 1961'de yapısı biraz değişen bu teşkilat'ın gelişmişlik ve ekonomik istatistiklerinde sonunculuğu pek kimseye kaptırmayan bir ülke olarak alınan yardımları nasıl kullandığımız konusunda çok soru işaretleri oluşmaktadır. Örn.Almanya ya da Fransa da bu yardımlardan yararlanmıştır. Önemli olan yararlanıp yararlanmamamız değil nasıl yararlan(ama)dığımızdır?!
-------
Notlar :
(1) - " Amerika para verir, Türkiye kendi güzelim zeytinyağı varken, Amerika'dan mısırözü yağı ithal eder. İthalatın kesintisiz sürmesi için, Türkiye'de ilk margarin fabrikası kurulur. Yine aynı dönemde "bunlar bir işe yaramaz" denilerek yüz binlerce zeytin ağacı sökülüp neredeyse bir "zeytin ağacı katliamı" yapılır. Kalan zeytin ağaçlarından elde edilen zeytinyağının büyük bir bölümü Amerika tarafından dolar karşılığı alınır ve mısırözü yağı Türk Lirası karşılığı satılır. Türk insanını zeytinyağından soğutup, mısırözü ve margarine alıştırmak için hayasızca yalan söylentiler çıkarılır. "Zeytinyağı ısınırsa kanser yapar" yalanı bunlardan biri. Oysa, zeytinyağı halkın deyimiyle "dumanlaşma" derecesi en yüksek, yani en zor yanan sıvı yağlardan biri. Biz, "Zeytinyağlı yiyemem aman" türküsünü söyledikçe Türkiye'de zeytinyağını tanıyanların sayısı hızla azalır. Bugün Doğu bölgesindeki insanlarımızın çoğu zeytinyağının adını duymuş ama görüp tanımamıştır. Bugün İtalya'da kişi başı zeytinyağı tüketimi yıllık 25-30 litre arasında iken, Türkiye'de bu rakam 1.5-2 litre arasındadır. Önce ülkemizde bir seferberlik halinde "zeytinyağının tanıtımını"yapmalıyız. Tanıtımda aksayan yanlarını görmeliyiz. Geniş halk kesimlerinin kullanabileceği ambalajlarla zeytinyağını halkın ayağına götürmeliyiz. Ambalaj masrafından kısıp halka ucuz satmalı ve zeytinyağının yararlarını anlatmalıyız. El ele verip Marshall Planı'nın 60 yıllık etkisini silip atmalıyız."
Ah Marshall Planı ah
Can AKSIN : https://bit.ly/2TCRvie
(2) - Türkiye Marshall Planı çerçevesinde 1948 – 1952 yılları arasında 352 milyon dolar yardım almıştır . Alınan bu yardımdan 1951 yılında İzmir Enternasyonal Fuarındaki Ulaştırma Bakanlığı Pavyonunda çekilmiş bir resimde de görüldüğü üzere bu gün adı Türkiye Denizcilik İşletmeleri A.Ş olan Devlet Denizyolları ve Limanları Umum Müdürlüğü’ne 1948 yılında 3.,441,810 dolar 1950 yılında 19,539,000 dolar 1951 yılında ise 10,713,16, dolar olmak üzere 33,693,970 dolar ayrılmıştır. Ayrılan bu 33.693.970 dolar ile neler yapılmış neler alınmıştır. Marshall Planı çerçevesinde ayrılan bu fondan ilk olarak ithalat ve ihracatımızda kullanılmak üzere Ardahan, Aydın, Çoruh, Hopa, Kars, Kastamonu, Malatya Manisa, Rize ve Yozgat adı verilen 10 adet kuru yük gemisi satın alınmıştır Bu gemiler 1944 ve 1945 yıllarında ABD muhtelif tersanelerinde inşa edilmişlerdir, Kars, Kastamonu, Malatya ve, Rize gemileri bilahare cevher gemisine dönüştürülerek yıllarca Ereğli Demir Çelik Fabrikalarının ihtiyacı olan kömürleri Zonguldak’tan Ereğli’ye taşımıştır. Satın alınan Kocaeli ve Sivas tankerleri Türkiye’nin ihtiyacı olan petrolü taşımışlardır.. Kocaeli Tankeri 1943 yılında Sivas ise 1945 yılında inşa edilmiştir. Alınan bu 10 gemi ile iki tanker 1955 yılında kurulan Deniz Nakliyatı T.A.Ş nüvesini teşkil etmiştir. Uzun yıllar ülkenin ihtiyacı olan mallar dış ülkelerden yurda getirirken ürettiği malları çeşitli limanlardan götürmüştür.
Devamı için bakınız: https://bit.ly/2EWwZRu ]
15 Temmuz darbe girişimini sadece FETÖ'ye ve Nurculuk hareketine bağlamak tarihten ve siyasetimiz üzerindeki dış etkilerden habersiz olmak demektir.
Zira gerek Osmanlı döneminde gerekse genç Cumhuriyet döneminde benzer hareketlere adı hoca olanlar vasıtasıyla devreye koyma girişimlerine rastlamaktayız.
1800'lü yıllarda Hicaz bölgesinin Osmanlı'nın elinden çıkışıyla başlayalım:
1710 yılında İngiliz Sömürgeler Bakanlığı'nın emri ile Mısır, Irak, İran, Hicaz ve İstanbul'a ajan olarak gönderilen Humpher, hatıratında Sömürgeler Bakanlığı tarafından yayınlanan bir kitaptan bahseder.
|
Humpher |
Burada Müslümanların güçlü ve zayıf yönleri belirlenmiş, güçlü yönlerin nasıl zayıflatılacağı ve bunlardan nasıl yararlanılacağı anlatılmıştı.
Sünni ve Şii Müslümanları birbirine kötülemek, Müslümanların cehaletlerini korumak, içki, kumar, fesat, fuhşu yaymak, domuz eti yemeyi teşvik etmek, din âlimleri ile halkın arasını açmak, Peygamber'in dinden maksadının sadece İslam olmadığı fikrini yaymak gibi görüşleri İslam topraklarında Humpher benzeri ajanlar vasıtasıyla yaymışlardı.
Bunun yanında ajan Humpher hatıratında renk ayrımı, kabile ve arazi ihtilafları, dini ihtilaflar ve kavmiyetçiliği kullanarak iç karışıklık çıkardıklarını yazar.
Humpher, Basra'ya gelerek Abdülvehhab ile yakınlık kurmuştur. Ona liderlik fikrini telkin ettiğini, hayatına Safiye isimli bir hayat kadınını sokarak istediği noktaya taşıdığını anlatır.
Şarap içmenin helal olduğu, cihadın gereksizliği gibi konularda İslam çizgisinden kaymış bir Müslüman tipi ortaya çıkarmıştır.
Öyle ki, Humpher'in etkisi ile Abdülvehhab yeni ve İngiliz’in öğretileriyle bir mezhep ortaya çıkarmıştır. Söz konusu mezhep hicaz bölgesinde halen geçerliliğini korumaktadır. Maalesef bu mezhep İslam inancına uymayan batıl bir itikattır.
İngiliz ajan misyonerlerin çalışmaları, işbirlikçi yerli din adamları ve din adamı haline getirdikleri kişilerle beraber Hicaz'ı Osmanlı'dan ayırmıştır. Osmanlı Türkiye'si içindeki Alevi-Sünni iç karışıklığı ile çıkan isyanlarda ve Alevilerin katlinde Sünni kılıklı ajan hocaların fetvaları ortadadır.
Yine Kurtuluş Savaşı sırasında kuvva harekâtına karşı çıkan fetvalar İngiliz destekli hocalardan gelmiştir.
Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi, 11 Nisan'da ilk fetvayı yayınladı.
Bu fetva İstanbul'da basılan gazetelerde yayınlandı, İngiliz ve Yunan uçakları ile dağıtıldı.
İngiliz konsoloslukları, İngiliz torpidoları, Rum ve Ermeni teşkilatları ile Yunan kuvvetleri de fetvayı dağıttı.
Fetva şöyle idi: "Mal toplama sevdasıyla kutsal şeriat ve padişahın emirlerine aykırı olarak kuvvet toplayan (kuvvacılar) kişilerin Kuran ayetleri gereğince katledilmeleri ve gerekirse kitle halinde öldürülmeleri yasal ve zorunlu olur mu?
Cevap: Bu suretle halifenin askerlerinden olup da eşkıyaları katledenler gazi ve eşkıyalar tarafından katledilenler şehit ve günahlarının bağışlanması için Hz. Peygamber'in aracılığına nail olur mu? Gerçeği Allah bilir ki, olurlar."
İngiliz kontrolündeki Teali İslam Cemiyeti, 16 Eylül 1919'da İkdam gazetesinde bildiri yayınlayarak Türk milletini Kuvayı Milliyeye destek vermesinler diye uyarmıştır.
İngiliz Muhipler Cemiyeti’ni kuran İngiliz ajanı Molla Said, Kürt Teali Cemiyeti’ni kuran Kürt Said ve Güneydoğu Anadolu’daki Şeyh Said isyanları da aynı misyonun parçalarıdır.
Bugün FETÖ terör örgütü olarak kısaltılan nurculuk akımı da geldiği vatana ihanet noktasında tarihi vakalar gibi “İslam istismarı" ile Türkiye’de palazlanmış, dış destekli örgütlerden biri olarak değerlendirilmelidir.
Yoksa ABD’de askeri okul açan, delillere rağmen iade edilmeyen bir vatan haini neden korunsun?
Son olarak bizde ki kalkışma hamlesine dönersek: Independent gazetesinden Samuel Osborne darbe kalkışmasından sonra şunları yazdı: “Erdoğan’ın uçağı İstanbul yolunda olduğu süre boyunca havada en az iki F-16, Erdoğan'ın uçağını taciz etti. Eski bir askeri yetkili, Reuters Haber Ajansı'na bu konudaki beyanında: Erdoğan'ın uçağını ve onu koruyan iki F-16’yı radarlarına kilitlemişlerdi. Neden ateş etmedikleri konusu gizemini koruyor.”
Bizce, ortada gizem söz konusu değil.
Maksat, bundan sonra ortaya çıkacak kaosu başlatmaktı.
Türk siyaseti ayık olur, özellikle ajan hocalar eli ile Türk milletinin inancı üzerinden devam edebilecek kaos ortamlarına karşı Ehl-i Beyt mantalitesi etrafında gerçek İslam'ı yaşatır ve öğretirse elbette bu kaosun önüne geçebilecektir.
Ajan hocalar tarafından bir daha aldatılmamanın tek yolu da budur.
03 Ağustos 2016
Prof. Dr. Haydar Baş
Kaynak: http://bit.ly/2axXlGY
.
“Türkiye Müslüman ve demokratik bir ülke olarak bu konuda öncü bir ülkedir. İslamiyeti yıkmak istiyorsak önce Türkiye’den başlamalıyız.”
|
David Rockefeller |
“Bizimle işbirliği yapanlar, çok yakında yeni dünya hükümetinde kendi bölgelerini bizim idaremiz altında yönetecekler. Üçüncü sınıf ülkelerin halkları eğitim düzeylerine göre işçi olarak çalışacaklar, bizim gibi gelişmiş halklar da bunların üstünde bir hiyerarşi içinde yönetici olarak görev yapacaklar. Bu sınıfa giren ülke insanları için cumartesi günleri dışında bütün bayram ve tatil günleri kaldırılacak ve ancak karınlarını doyurabilecekleri bir maaş karşılığında, bütün yıl boyunca haftanın altı günü çalışacaklar. Bizim insanlarımız günün çok az bir kısmını çalışmaya ayıracak ve günün geri kalan kısmını zevk ve eğlenceyle geçirecekler.”
Türkiye'de, Rockefeller'in yukarıdaki sözleri
doğrultusunda işbirlikçi icraatı var mı yok mu? Türkiye'deki gidişata bakınız.!
O nedenle, Türkiye yönetiminde bulunanların Soyu sopu önemlidir. Soy: genetik meşrep, fıtrat demektir.
.
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:
Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,
Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.
Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!
Ne mutlu Türküm diyene!.
Bunları Biliyor muydunuz?
Bunları Biliyor muydunuz?
* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”
* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,
* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,
* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,
*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,
* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,
* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...