CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR
Kurtulıuş Savaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kurtulıuş Savaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

SAKARYA ZAFERİ KUTLU OLSUN

CUMHURİYET TARİHİMİZDE 13 EYLÜL 1921

Sakarya zaferine doğru son dört gün..

İnisiyatifi ele alan Türk ordusu sabahleyin karşı saldırıya geçti. Mustafa Kemal Paşa, Fevzi ve İsmet paşalarla Albay Kâzım Bey, Zafertepe’de harekâtı izliyorlar. Mangaltepe çarpışmasız ele geçirildi.

Yunan ordusu Başkumandanı Sakarya’nın batısına çekilme emri verdi. Savaşın 21. günü… Yunanlılar bütün önemli mevzilerini bırakıyor. Sabah saatleri…Türkler Yunan siperlerini boş buldular. Çok kanlı çarpışmalarla elden çıkmış olan Çal Dağı Türklerin eline geçti. Sakarya’ya hâkim Duatepe,
 Kartaltepe, Beştepeler de zapt edildi. Yunanlılar Sakarya gerisine çekilmeden önce 8 km’lik demiryolunu tahrip ettiler. İnebolu’dan cepheye şenliklerle yeni asker sevk edildi.

Yunanlıların “Ankara’yı ele geçirerek Türk direnişini sona erdirmek” amacıyla 23 Ağustos’ta başlattıkları, 22 gün süren Sakarya Savaşı; Türk ordusunun zaferi ile sonuçlandı. Gün ışıyınca saldırılarına başlayan Türk birlikleri her koldan ilerledi. Yunanlıların çekilmesiyle Bütün Sakarya batısı Türklerin eline geçti. Bakanlar Kurulu Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’ya bir kutlama yazısı gönderdi: “Anafartalar kahramanının genç başı üstünde sonsuza kadar sönmeyecek olan bir Sakarya güneşi parladı.”

Resmî bir bildiri ile Türk zaferi ilan edildi. Yurdun her yanında şenlikler yapılıyor, mevlitler okunuyor, dualar ediliyor, fener alayları düzenleniyor.

Kaynak: Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü IV, TTK yayını.

*
300 yıldır Türklüğün üzerine yürüyen emperyalist düşmanlar Sakarya'da (1921) durduruldu; Dumlupınar'da (1922) ise tepelendi, sürüldü, kovuldu.

Prof. Dr. Cihan Dura


Tarihte Bugün CUMHURİYET TARİHİMİZDE 23 AĞUSTOS 1921: SAKARYA SAVAŞI BAŞLADI

CUMHURİYET TARİHİMİZDE 23 AĞUSTOS 1921: SAKARYA SAVAŞI BAŞLADI
Sakarya Meydan Muharebesi... Yunan saldırısı, Türk mevzileri...
Sakarya Meydan Muharebesi başladı.
Savaşçı sayısı 180 000’e yükseltilmiş olan, Papulas komutasındaki Yunan ordusu; Sakarya yayının doğusunda hazırlanmış Türk mevzilerine karşı genel bir saldırıya geçti. 100 kilometrelik bir cephe üzerinde tarihin en kanlı savaşlarından biri olan Sakarya Savaşı 22 gün sürecek.
Fırtınalı bir hava,… sağanak, yağmur, fırtına önden vurarak Türk askerlerinin görüşünü ve ateş etmesini zorlaştırıyor.
Yunanlılar çevirme amacıyla Türk güney kanadına saldırmaya başladı. Türk 3. Grubu’na verilen emirde süngü savaşları yapmadan ve emir almadan hiçbir birliğin yerini terk etmeyeceği, emirsiz geri çekilenlerden ilk ihtara uymayanların hemen idam edileceği bildirildi. Buna rağmen 3. Grubun ileri mevzileri düşmanın eline geçti. Türk cephesi kuzeye bükülmeye başladı. 

Top sesleri Ankara’dan duyuluyor.
Kaynak: Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C. IV.


Prof. Cihan Dura

İŞGAL İSTANBUL’U VE MUSTAFA KEMAL

Türk ordusu, 6 Ekim 1923 günü törenle İstanbul’a girdi. İşgalciler, İstanbul’da elkoydukları silah ve donanımı, 1 Ekim 1923 günü Tümgeneral Selahattin Adil’e teslim etmiş; 2 Ekim’de, son birliklerini gemilere bindirdirerek ülkeyi terk etmişti. Birkaç yıl öncesinde düşlere bile giremeyen ve Anadolu’daki halk savaşıyla sağlanan bu başarı, Türk ulusu için kuşkusuz büyük bir olaydı. Ancak, bu olayın İstanbul için, kurtuluşun ötesinde tarihsel ve kültürel bir boyutu vardı. İstanbul, çürüyen bir düzenin başkentiydi ve yüzlerce yıl süren bozulmaların birikimini taşıyordu; yozlaşma ve yabancılaşmanın merkezi olmuştu. Askeri kurtuluştan sonra kültürel kurtuluşunu da sağlayarak, ulusal istencin merkezi olan Ankara’yla bütünleşecek miydi?

 İşgal İstanbul’u

Mustafa Kemal 13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldi. Çanakkale’de başlayan Suriye’de biten 4 yıllık kanlı bir savaşın içinden geliyordu.


Haydarpaşa’dan çıkıp karşıya geçmek için merdivenlerden denize doğru inerken aynı anda; 22 İngiliz, 12 Fransız, 17 İtalyan, 4 Yunan gemisi ve 6 denizaltıdan oluşan 61 parçalık işgal donanması Boğaz’a giriyordu. Kıyılar arası geçiş, yasaklanmıştı. Rasim Ferit (Talay) ve Yaveri Cevat Abbas (Gürer) ile birlikte, yabancı gemilerin Boğaz’a yerleşmesini üzüntü içinde izledi. Çanakkale’den çatışmayla geçemeyenler, sinir bozucu rastlantı ya da acı veren bir yazgı gibi, onunla aynı gün ve aynı saatte İstanbul’a geliyor ve bu büyük gücü Çanakkale’de durduran komutan üç yıl sonra, dirençsiz ve çatışmasız bir ele geçirmeyi izlemek zorunda kalıyordu. Üzüntüsünü, “Hata ettim, İstanbul’a gelmemeliydim, bir an önce Anadolu’ya dönmenin çaresine bakmalı” sözleriyle dile getirecektir.1
Kendisini karşılamaya gelen Dr.

İstanbul, bıraktığı gibi değildir. Bu büyük ve “büyüleyici” kent, işgal donanmasının Boğaz’a girmesiyle birlikte parçalara ayrılmış, “İstanbul artık bir değil birkaç İstanbul”2 olmuştu, Rumlar, Ermeniler ve Levantenler Avrupa yakasının sahil şeridini doldurmuş, coşkulu gösteriler yapmakta ve sokaklar sevinç bağrışlarıyla yankılanmaktadır.3 Beyoğlu ya da Şişli’de kökü devşirmelere dayanan işbirlikçiler, yeni duruma uyum göstermenin hesaplarını yapmaktadır. Müslüman Türk mahallelerinde ise, gerçek bir keder, hüzünlü bir kaygı vardır. Savaşın çilesini çeken erkeksiz kalmış yoksul evler, askersiz kışlalar ve boş pazarlarıyla Üsküdar, Beyazıt ya da Eyüp, sanki bir başka ülkenin kentiymiş gibi, “bir ölüm sessizliği” içindedir.

Küçük buharlı bir tekneyle, dev boyutlu düşman zırhlıları arasından karşıya geçerken, içinde bulunduğu olanaksızlıklara ve görünürdeki büyük güç eşitsizliğine hiç aldırış etmeden, inançlı bir kararlılıkla ünlü sözünü söyler: “Geldikleri gibi giderler”.4

Çürümüşlük ve İhanet

İşgal İstanbul’u; ihanetle direnişin, erdemle onursuzluğun, sefaletle sefahatın iç içe yaşandığı ve çürümüş bir düzenin tüm hastalıklarıyla birlikte çökmekte olan bir başkenttir. İşgalcilerle birlik olmak için her şeylerini vermeye hazır işbirlikçiler, türedi zenginler, modern hayat yaşıyorum zanneden düşkün kadınlar, ahlaksız ilişkiler ve kumar, İstanbul’un Avrupalı yüzüdür. Nişantaşı’nın işbilir dönmeleri, Galata Ermenileri, Kurtuluş’un saldırgan Rumları ve Yahudi oligarşisi5, işgalcilerle bütünleşerek İstanbul’a adeta el koymuştur.

Fener Rum Patrikhanesi’nin papazları, Yunanistan’a bağlı, kararlı Rum milliyetçileri olarak çalışmaktadır. Devrim’den kaçan parasız Rus soyluları, Çarlık ordusunun generalleri, dükler ve düşesler; bu düşkün yaşamın davetsiz konuklarıdır. İngilizler ve kendilerine polis adını veren Hıristiyanlar, kent içinde ve yazlıklarda, Türk aileleri evlerinden kovmakta, dilediğini buralara yerleştirmektedir.6 İngiliz Ordusu’nda istihbarat subaylığı yapan H.C.Armstrong, İşgal İstanbulu’nu öyle tanımlıyordu; “İstanbul kenti bir yara. Burada soylu düşünceler ve ülküler yok. Burası, kirli sokaklarda yaşayan bayağı insanların kenti. Burası entrikanın, hile ve rezaletin korkaklık karargahı. Hain erkekler ve namussuz kadınlar kenti” dir.7

Satılmışlar

İşgalciler, her kesimden birçok insanı satın almıştır. Damat Ferit ve kimi hükümet üyeleri, “satın alınan kimselerin oluşturduğu uzun listenin başında” bulunmaktadır. “Bilgisiz Padişah, İngilizler’in sadık adamı olmayı kabullenmiştir”.8 İngiliz Severler Derneği’nin kurucularından İmam-Hatip Sait Molla, İngiliz Yüksek Komiserliği’nden emir almaktadır.9 Yunanistan yanlısı yaymaca yapan gazeteciler, millicilere saldırırken aynı yerden yönlendirilmektedir.10

Damat Ferit aracılığıyla, İstanbul gazetelerinin dörtte üçü, İngilizlerden para almaktadır.11 Bunlar, Mondros Mütareke’sini, Türkiye’nin kurtuluş antlaşması olarak ve bir bayram havasıyla sunuyor ve halkın ulusal direnç gücünü kırmaya çalışıyordu. Ünlü mütareke basını tanımı, Türk diline bu tutumu anlatmak için girmişti. İşbirlikçilerin dilinde, Türkler’de milli duygu yaratma çabaları, adam öldürmeyle bir tutulan bir suç durumuna gelmişti. Maarif Nazırlığı, okul kitaplarından Türk sözcüğünü çıkarmış, millici öğretim üyeleri üniversiteden atılmıştı.12

Müslüman Türk İstanbul

1918’de, bir başka İstanbul daha vardı. Bu, acı ve yoksulluk içindeki Müslüman Türk İstanbul’u. Beşiktaş’tan Eyüb’e, Üsküdar’dan Beykoz’a uzanan bu İstanbul, sessizliğe bürünmüş, kan ağlamaktadır. 1911’den beri aralıksız süren savaşlar onu yiyip bitirmiştir... Başkentliğini yaptığı ülkenin yalnızca Dünya Savaşı’nda; 654 bin genç insanı şehit olmuş, 891 bini sakat, 2 milyon 167 bini yaralı olmak üzere 3 milyon 58 bini iş göremez duruma gelmiştir.13 Ülkede sanki “yalnızca kadınlar, yaşlılar ve 16 yaşından küçük çocuklar kalmıştı”.14

Bu büyük yıkımdan, İstanbul’un Türk mahalleleri de payına düşeni almıştı. Erkeksiz kalan evler, açlık ve yoksulluk içindeydi. Evlere düzenli gelir girmiyordu. Dışarda çalışmaya alışık olmayan kadınlar, aileyi ayakta tutmak için, çarşaflarını giyip, kendilerine yapabilecekleri bir iş arıyordu. Beşyüz yıllık Müslüman Türk kimliğinin dayandığı gelenekler, yerine bir şey konmadan hızlı bir çözülme sürecine girmişti. “Analar çökmüş, sandıklar kilerler boşalmıştı. Kızlar, kardeşler ağır yaşam koşulları altında bunalarak tanınmayacak duruma gelmişti”.15‘Şişli’, düzenli ve giderek artan biçimde, “genç kızları yutuyor, evler, konaklar, kuyumcu takıları, para eden herşey tefecilere rehin bırakılıyordu”.16

Milliciler Asılıyor

Atina Bankası, Fener Rum Patrikhanesi aracılığıyla, Türk mülkü satın alacaklara, faizsiz borç para vermektedir. Türkçülük ve Türkçüler politikaya hiç karışmasalar bile, işgalciler için, baskı altında tutulması gereken gizil (potansiyel) suçlulardır. Tutuklanmış olan Ziya Gökalp’in asılacağından söz edilmektedir.

Boğazlayan (Yozgat) Kaymakamı Kemal Bey, işgalcileri memnun etmek için, “Ermeni tehciri sırasında hatalı olduğu” gerekçesiyle 8 Nisan 1919’da göstermelik bir yargılanmayla idam cezasına çarptırıldı. Ceza, iki gün sonra 10 Nisan’da uygulandı. Talat Paşa’nın “vatanı için onun kadar yararlı (nafî) bir kimse daha yoktur” dediği Kemal Bey, idam edilirken Türk milletine şöyle seslendi: “Yurttaşlarım, yemin ederim ki hiçbir suçum yoktur. Son sözüm bugün de budur, ahirette de budur. İşgalci devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun adalet. Çocuklarımı, soylu Türk milletine emanet ediyorum. Borcum var servetim yok. Üç çocuğumu millet yolunda yetim bırakıyorum. Yaşasın millet...”17


Reşit Bey

‘Mahkeme’, aynı suçtan, Jandarma Komutanı Binbaşı Tevfik Bey’i 15 yıla mahkum etti. Eski Sivas Valisi Dr.Reşit Bey, hakkında tutuklama kararı çıkardı. Reşit Bey, sıkıştırıldığı “Beşiktaş Bayırı’nda” yakalanmamak için intihar etti. Cebinden çıkan ailesine yazdığı mektup, hem duygulu bir veda, hem de o günün İstanbulunu anlatan bir belgedir. Mektupta şunlar yazılıdır: “Muhafız Komutanı ve Polis Müdürü, bütün şiddet ve kuvvetleriyle beni arıyorlar. Ermeni tazıları da bunlara katılmış. Gayretsiz ve hissiz dostlarım, utanmadan teslim olmamı tavsiye ediyorlar... Sonucu karanlık görüyorum. Yakalanıp hükümetin oyuncağı, düşmanlarımın eğlencesi olmamak için, son anda intihar etme fikrindeyim. Silahımı yanımdan ayırmıyorum ve mermiyi namluda tutuyorum. Yaşamın bence artık değeri kalmadı. Milletime son vazifemi yapıp, hayatımın kalanını sizinle birlikte geçirmek isterdim. Ancak, ne çare ki her istenilen olmuyor. Sizi milletim için ihmal ettim. İstikbalinizi düşünemedim. Herkes beni, Ermeni malıyla zenginleşmiş biliyor ve öyle suçluyor. Oysa, sizi geçimden aciz bırakıyorum. Bu da, kaderin acı bir cilvesi...”18

“Türk Olmayan” İstanbul

İşgal sırasında İstanbul’da; hepsi Türk olmayan 560 bin Müslüman, 385 bin Rum, 118 bin Ermeni, 45 bin Yahudi ve 92 bin Levanten olmak üzere, 1 milyon 200 bin kişi yaşıyordu.19 16.Yüzyıldan beri dünyanın en varsıl merkezlerinden biri olan bu büyük kente, 400 yıl içinde; İspanyol engizisyonundan kaçan Yahudiler, Kafkaslar’da çobanlık yapan Ermeniler, Yunanistanlı işsiz Rumlar, Araplar, Arnavutlar ve Tatarlar gelmiştir.

“Genişleyen İmparatorluğun sunduğu nimetlerden”20 yararlanan tüm gayri-müslim ve Türk olmayan Müslümanlar olağanüstü varsıllaşmıştır. İstanbul’un son üç yüz yılındaki net ayrım, Türkler’le diğerleri arasında uçuruma dönüşen gelir ayrımlılığıydı. Bu ayrımlılığa şimdi, üstelik sert biçimde; Müslüman-Hıristiyan, Türk-Rum, Türk-Ermeni siyasi çatışması ve işgalden sonra Müslümanlar arası ayrım eklenmiş ve Türkler; vatansever, vatan hainleri olarak bölünmüştü.21

Devşirme Kalıntısı İşbirlikçiler

1919 İstanbul’u askersiz işgalle bugün adeta yeniden yaşanıyor. O günlerde; doğrudan ya da dolaylı işgali savunan gazeteciler, din adamı görünümlü çıkarcılar, dünyayı ve yaşamı tanımayan bilgisiz ve şaşkın saray soyluları, kurtuluşu yabancı yönetiminde gören mandacılar, para için herşeyi yapan devşirme kalıntıları, vatan hainleri cephesinin unsurlarıydılar. ‘güçleri’ az değildi. Günümüzdeki torunlarına örnek oluşturmuşlardı.
 Bunlar, Boğaz’ın iki yakasındaki yalılarında, saray ya da yazlıklarında, sürdürmeye alışık oldukları gösterişli yaşamı yitirmemek ve işgali fırsat bilip daha çok geliştirmek için, herşeyi yapmaya hazırdılar. İşbirlikçiliğin tabanını oluşturan halktan kopuk bu insanların, sayıları az, ancak paraya ve işgalcilere dayanan ‘güçleri’ az değildi. Günümüzdeki torunlarına örnek oluşturmuşlardı.


Atatürk ve “İstanbul”

Atatürk İstanbul’un tarihten gelen karmaşık yapısını bilir. Kurduğu yeni devletin başkentini tüm olanaksızlıklara karşın, Anadolu’nun ortasına Ankara’ya aldı. Bu bir kaçış değil, kendi deyimiyle “İstanbul’u bir ibret dersi manzarası olarak karşısına alıp, uzakta ona hakim bir noktada durmaktı.”
1927 yılına dek İstanbul’a gelmedi. Bu kent, Cumhuriyet’in ilanı başta olmak üzere Ankara’nın tüm yenilik atılımlarına karşı çıkışın merkeziydi. 26 Temmuz 1924’te, “Bizans” olarak tanımladığı İstanbul’da geçerli olan ilişkiler ağından “pislik” diye söz eder ve Yakup Kadri’ye (Karaosmanoğlu) şunları yazar:

“İstanbul, karışık yapısını adeta kaçınılmaz bir yargı gibi her zaman korumuştur. Değişen; yalnızca devirler, zaman ve biçimdir. Onun için yeni zamanlarda İstanbul’un gerçek yüzü, içinde yaşayanlara ümitsizlik veren bir karmaşa olmuştur. Ümitsizlik onun içindedir ve bu doğaldır... Bir takım hizipler, karanlıklar içindeki bir çevrede, sinsi çıkarlar peşinde dolaşır. Satılmışların elindeki basın, durmadan kötülükler saçmaktadır. Bizans’ın gereği budur, ‘Bizans’ budur... Henüz yaşına basmayan Cumhuriyeti; kaç yüz, siz söyleyin kaç bin yıllık yönetim pisliğinin merkezi olan ve yüzeyde kalmayıp kaç bin yıllık derinliğe sinen pisliklerle iç içe yaşayan, bu yaşamı doğal hale getiren Bizans’la yönetmek (mümkün müdür? y.n.)... Aziz Kardeş! Cumhuriyet Bizans’ı adam edecektir. Cumhuriyet; pisliği, yalancılığı ve ahlaksızlığı huy edinmiş olması nedeniyle doğallığını, gerçek rengini ve paha biçilmez değerini yitiren Bizans’ı kesinlikle adam edecektir; doğallığına ve temiz haline döndürecektir. Bunu yapmak için uygulanacak yöntem, pisliklerle dolmuş toprakları derinden kazıyarak havaya uçurmak ve temizlemesi için Karadeniz’in bütün sularını dalgalarıyla birlikte Boğaziçi’ne akıtıp taşırmaktır”.24

Günümüz “İstanbul”u ve Devşirmeler

Kapıkulu-Devşirme anlayışı, Atatürk döneminde, duruma ayak uyduran bir biçime girmekte geç kalmadı. Hırsını ve tepkisini içinde saklayarak hemen Atatürkçü ve Cumhuriyetçi oldu! İşgal döneminde, Ankara’nın başarısız olması için elinden geleni yapmış, geleneksel davranışını göstererek yabancılarla bütünleşmişti. Bunlar, Atatürk ölene dek, karşıtlıklarını sessizce yürüttüler ve bir şey yapamadılar. Bir bölümü yurt dışına kaçmış ya da çıkarılmıştı. Yüzyıllardan beri, Anadolu’ya karşı ilk kez bu denli açık bir yenilgiye uğruyorlardı.

Atatürk’ten, özellikle de 1945’ten sonra, yabancı etkisinin Türkiye’de artmasıyla birlikte yeniden ortaya çıktılar. Dini siyasetin aracı yaptılar, saltanat ve hilafet kalıntıları olarak gizli-açık örgütlendiler. Dün, karaborsa ticaretiyle önemli servetler edinerek, savaş zengini oldular, bugün aynı işi devlet olanaklarıyla yapıyorlar. Uluslararası sermayeyle bütünleştiler ve Anadolu’nun etkisini yani Cumhuriyet düzenini ortadan kaldırdılar. Yeniden ülkenin egemenleri oldular. Bugün, ulusal varlık üzerindeki en büyük tehlike durumundadırlar. Türk ordusu 6 Ekim 1922’de İstanbul’u kurtardı ancak İstanbul bugün eski anlayışına geri döndü.

DİPNOTLAR

1       “Atatürk Hayatı ve Eseri” Y.Hikmet Bayur, Atatürk Araş. Mer., Tıp. Bas., Ank.-1997, sf.189
2       “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.351
3       a.g.e. sf.341
4       “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” U. Kocatürk, T.İş Ban.Yay, sf.74
5       “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf. 352
6       “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Sena Matbaası, İstanbul-1980, sf.135
7       a.g.e. f.132
8       “Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği” B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul-1999, sf.49
9       a.g.e. sf.49
10     a.g.e. sf.49
11     a.g.e. sf.49
12     “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Sena Mat., İst.-1980, sf.137
13     “Atatürk ve İstanbul’daki Çalışmaları” S. Borak, Kaynak Yay., 2. Bas., İst.-1998, sf.138
14     “La Guerre Turque Dans la Guerre Mondial” M.Larcher, sf. 270; ak. A. M.Şamsutdinov, “Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi 1918-1923” Doğan Kitap, İstanbul-1999, sf.18
15     “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi K., 9.Bas., 1983, sf.351-352
16     a.g.e. sf.352
17     Hürriyet, 11.04.2005
18     “Ben de Yazdım” Celal Bayar, 5.Cilt, Sabah Kitapları, İst.-1997, sf.71
19     “İşgal Altında İstanbul” Bilge Criss, İletişim Yay., 3.Bas., 2000, sf.39
20     a.g.e. sf.39
21     “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Sena Mat., İstanbul-1980, sf.137
22     “Atatürk” Lord Kinros, Altın Kitaplar Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.169
23     “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.366
24     “Zaman İçinde Bir Yolculuk” Attila İlhan, TRT/2 7.Kasım 2003 ve “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, Remzi Kitapevi, 8.Baskı, İstanbul-1983, 3.Cilt, sf.293

Kaynak: http://bit.ly/2kV7Kak











GERÇEK GÖRÜNTÜLERLE BÜYÜK TAARRUZ BELGESELİ ve NUTUK'TA BÜYÜK TAARRUZ

Büyük Taarruz...bir milletin en temel hakkının, tam bağımsızlığının bedelini kanla ödediği, ingiliz emperyalizmine ve Yunan zulmüne karşı tek vücut olup direndiği büyük savaş..

Büyük Taarruz, bir halkın millet olma mücadelesinin uyanışının birleşmesinin ayağa kalkıp destanlaşmasının adı.





NUTUK'TA BÜYÜK TAARRUZ

TAARRUZ KARARI

 Gerçekte ordumuz ihtiyaçlarını ve eksiklerini tamamlamak üzere bulunuyordu. Ben, daha Haziran ortalarında taarruza karar vermiştim. Bu kararımı yalnız Cephe Komutanı ile Genelkurmay Başkanı ve Millî Savunma Bakanı biliyorlardı. Bildirdiğim tarihlerde bir geziyi vesile ederek İzmit - Adapazarı yönüne hareket ettiğim zaman, Ankara'da Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleri'yle görüştükten sonra, o zaman Millî Savunma Bakanı bulunan Kazım Paşa Hazretleri'ni Sarıköy istasyonuna kadar birlikte götürerek, oraya davet ettiğim Cephe Komutanı İsmet Paşa Hazretleri'yle birlikte, taarruz için gerekli hazırlıkların sür'atle tamamlanması ile ilgili kararlar aldık.
v Efendiler, artık Büyük Taarruz'dan söz açma sırası geldi. Bilirsiniz ki, Sakarya Meydan Muharebesi'nden sonra, düşman ordusu büyük ve kuvvetli bir grupla Afyonkarahisar - Dumlupınar arasında bulunuyordu. Bir başka kuvvetli grubuyla da Eskişehir bölgesindeydi. Bu iki grup arasında yedek kuvvetleri vardı. Sağ kanadını, Menderes dolaylarında bulundurduğu kuvvetlerle, sol kanadını da İznik Gölü'nün kuzey ve güneyindeki kuvvetleriyle koruyordu. Denilebilir ki, düşman cephesi, Marmara'dan Menderes'e kadar uzanıyordu. Düşman ordusunun teşkilâtı, üç kolordu ve bazı müstakil birliklerin mevcudu da üç tümeni bulmaktaydı. Biz, Batı Cephesi'ndeki kuvvetlerimizi iki ordu halinde teşkilâtlandırmış ve düzenlemiştik. Bundan başka, doğrudan doğruya cepheye bağlı teşkilâtımız da vardı. Bizim bütün birliklerimiz on sekiz tümen idi. Bundan başka üç tümenli bir süvari kolordumuz ve daha zayıf mevcutlu iki süvari tümenimiz vardı. Teşkilâtı biribirinden farklı olan iki düşman ordusu biribiriyle karşılaştırılırsa, her iki tarafın insan ve tüfek kuvvetleri, aşağı yukarı biribirine denk bulunuyordu. Yalnız, Yunan ordusu, dünyanın hür ve kendisini destekleyen sanayiine dayandığı için, makineli tüfek, top, uçak, taşıt, cephâne ve teknik malzeme bakımından daha üstün durumdaydı. Diğer taraftan bizim ordumuz süvari sayısı yönünden daha üstün bulunuyordu.

1'İNCİ ORDU KOMUTANI ALİ İHSAN PAŞA'NIN YARATTIĞI DURUM

Burada, sırası gelmişken bir noktayı belirtmeliyim. Ordularımızdan birinin, 2' nci Ordu'nun komutanı bugün Askerî Şûra üyelerinden olan Şevki Paşa Hazretleri idi. 1' inci Ordumuzun komutasını Malta'dan gelmiş olan İhsan Paşa 'ya vermiştik. İhsan Paşa 'nın, kendisini Divan-ı Harbe kadar götüren yersiz ve davranışlarından dolayı, ordu komutanlığından uzaklaştırılması gerekti. Gerçekten, Ali İhsan Paşa; ordunun disiplinini ve genel yönetimini bir çıkmaza sokacak şekilde hareket etti. Örnek olarak, ordusundaki ast komutanlarda, üst komutanlara karşı itaatsizlik edecek durumlar yarattı.

Söz gelişi, ambarlarının mevcudunu günlerce haber vermeyerek ve haber verdirmeyerek genel yiyecek sıkıntısının çekildiği bir sırada, ansızın ambarlarının boşaldığını ve açlık tehlikesi bulunduğunu bildirdi.

Ast komutanları, üstlerine karşı itaatsizliğe ve görevlerini yapmamaya kışkırtma ve bu davranışları destekleme gibi tutumları yanında, ordunun emirlere uyma ve görev duygusuyla oynayacak kadar entrikacı bir yaratılışta olduğu kanaatini de uyandırdı.

Ali İhsan Paşa 'nın bilinen, kendisine has özelliklerinden başlıcaları şunlardı :

En küçük birliklere kadar bütün ordusuna, önemli önemsiz her işin ve her kararın ancak kendisi tarafından verileceğini telkin ederek bütün ordusunda yalnız kendisinin kudret sahibi olduğunu zannettirmek. Büyüklerinden daha üstün olduğunu herkese ispatlamak düşüncesine kapılmak. Gerek resmî iş gerek özel davranış bakımından büyüklerinin itibarlarını düşürmeye çalışmak. Savaş açısından tedbirde yerindelik ve sinirde sağlamlık yönleriyle kendisini deneme fırsatı bulunmamış olmakla birlikte, bu hususta anlaşılan karakteri şuydu :

Herhangi bir başarısızlığı mutlaka astına veya üstüne yükleme yolunu her zaman düşünmesi. İhsan Paşa, yumuşak ve nazik davranışlardan çok, sert ve resmi davranışla iş yaptırmayı gerekli bulur.

Ali İhsan Paşa 'nın huyu ve ahlâkı konusunda, kendisinin kurmay başkanı iken çekilmek zorunda kalan Yarbay Halit Bey'in (Sonradan Kastamonu Milletvekili olmuştur) Batı Cephesi Komutanlığı'na verdiği 20 Ocak 1922 tarihli resmî bir raporunun bazı bölümlerini olduğu gibi bilginize sunacağım. Halit Bey, Birinci Dünya Savaşı'nda, Irak'ta da Ali İhsan Paşa ile birlikte bulunmuştu. Sözünü ettiğim raporda şu cümleler vardır :
" ----------------------------------------------------------

Komutanım Ali İhsan Paşa 'nın geldiği günden beri ast komutanların haysiyetini ve görev yapma isteğini kıracak davranışlar içinde bulunması ve yapılan yazışmalardan anlaşılmış olacağı üzere Cephe Komutanlığı'na karşı astlara hissettirecek derecede yakışıksız bir haberleşme kapısı açması, benlik kokusu hissedilen düşünce yarışına girişmesi, dünyanın değer verdiği ve saygı duyduğu cephe karargâhının nüfuzunu azaltmak istediğini anlatır bir davranış tarzını benimsemiş olması, beni ciddî olarak düşündürdü ve üzdü. Davranışlarını elimden geldiği kadar değiştirmeye çalıştım. Fakat yine büyük bir fark göremedim.
.-----------------------------------------------------------

Aklında yer etmiş bencillik hastalığı, ün yapma hırsı, aşırı kıskançlık ve sonsuz bir bencilliığin etkisiyle baş olmak istediği, davranışlarından ve ast komutanlar yaninda söyledigi biribirine düşürücü sözlerden anlaşılıyordu. 11' nci Tûmen Komutanı istifamı işittikten sonra, bana gizli bir konuşmada :

Ali İhsan Paşa ' nın Malta'da iken kurtulması için Ferit Paşa ' ya mektuplar yazdığını ve İngiliz mandasını kabul etmek için kendi karşısında saatlerce açıktan açığa konuşmalar ve tartışmalar yaptığını söyledi. Ali İhsan Paşa 'nın davranışlarına bakarak, bu sözleri dikkat çekici buldum.." Astlardan gelen bazı evrakı cepheye, cepheden geleni astlara olduğu gibi göndererek karşılıklı güven duygularmı sarsma şeklindeki davranışlan da ayrıca dikkati çekmektedir. Söz gelişi : Şeyhelvan dağının düşman eline geçişi ile ilgili yazışmaların olduğu gibi 2 nci Kolordu'ya, 5 inci Kolordu'dan yazılan bazı raporların da aynen cepheye yazılması gibi. Buna rağmen, söz konusu olayın sorumluluğunu 5' inci Kolordu Komutanı'na yüklemesi ve kendisinden cepheye şikâyette bulunması âmirlik niteliği ile bağdaştırılamaz, Tevhid-i Efkâr gazetesinde yayınlattığı hâtıraları arasında, Ateşkes Anlaşması tarihinden bir gün önce, Musul güneyinde, Şarkat'ta esir olan Dicle Grubu nun esirlik sebebini yalnız o zaman grup komutanı olan (Şimdi Doğu Cephesi nde Tümen Komutanı imiş) Yarbay İsmail Hakkı Bey' in üzerine atması da bu karakterinin delilidir. Dicle Grubu 7, 9, 43, 18 ve 22 nci Alaylarla Avcı Alayından oluşmuştur. Bunlardan başka ayrıca 5' inci Tümen'den 13 ve 14' üncû Alaylar da parça parça esir verildi. Ateşkes Anlaşması'ndan bir gün önce 13.000 kişinin esir verilmesi, 50 kadar topun kaybı, gerçekte kendisinin şartlara ve duruma uygun olmayarak verdiği bir emir yüzündendir. İşte bu durum Musul ilinin kaybedilmesine yol açtı, Halbuki, ateşkes anlaşması yapılacağı belliydi. Gruba, Keyare mevziine çekilmek için direktif verilseydi, İngilizler gruba tesir etmek şöyle dursun yenemezlerdi bile. Bu gruba 5' inci Tûmen de katılabilirdi. Ateşkes anlaşması yapıldığı zaman, esir olan sekiz piyade alayı elde bulunur ve Musul da bizde kalırdı, Fakat sefil bir düşünce mantığa galebe çaImıştır.

Hâtıralarında, Dicle boyundaki bütün başan ve Townshend' in esir alınması şerefi, kendisine mâledilmiştir.... , Her başarıyı kendisine aitmiş gibi gösteren yayınlar yaptırmaktan maksadı, kamuoyunu aldatarak şöhret ve mevki kazanmaktır. Ünlü adamlarm hâtıralarını yayınlamak, millette övünme duygularını canlı tutar ve gereklidir de, ancak, tarihin sorumlu tutacağı kimselerin hareketlerini övünülecek şeyler arasında saymak tarihi lekeler ve gelecek nesilleri yanlış düşüncelere sürükler.

General Marshalli 'ın :

Yanzı ölene kadar Musul'u terk ediniz; aksi halde savaş esirisiniz, emri aldığı zaman o büyüklük taslayan Paşa Hazretleri Sincar çölünü geçerek Nusaybin'egitmek için General Marshall'dan resmi bir yazı ile kendisini koruyacak iki zırhlı otomobil istedi ve bunların koruyuculuğunda Aşir Bey ' le (şimdiki Milli Savunma Bakanı Müsteşar Yardımcısı Aşir Paşa ' dır) beni Musul'da bırakarak Nusaybin'e gitti. Aşiretler arasında hükümetin manevi otoritesini de kırdı. Bu durumu görenlerin vicdanı sızladı. Zaho yoluyla, koruyucusuz gidebilirdi veya süvari alarak çölden geçebilirdi. Halep'te İngiliz generalinden şahsı için özel tren istedi ve yolda hakarete uğramaması için muhafız bulundurulmasını istemeyi de unutmadı. Gerektiğinde hayatının ve rahatının korunması için milli şerefi unutan paşa Hazretleri'nin ahlâkına örnek olmak üzere yukandaki olayları dile getirdim..... Eski komutanıma hoş görünmedim.Çünkü hırsına hizmet etmedim ve dalkavukluğunu yapmadım." Millete, Millî Ordu'yukuran ve millete zaferler kazandıranbüyük komutanlar gibiasil ruhlu, iyi niyetli kılavuzlar, komutanlar gerekir. Orduda birlik ve uyumun bozulmasına, görev aşkının zayıflamasına çalışanlar, dâhi de olsalar zararlı birer şahsiyettirIer. Ben, çekilen emekleri bildiğim, girişilen kutsal mücadelede başarıya ulaşmayı istediğim için, kötû niyetli olmadığıma ve çıkar gözetmediğime namusum ve mukaddesatım üzerine yemin ederek bunları anlatmaya cür'et ettim. İran'da, Kafkas a'da uzun süre yaverliğini yapan (şimdi Birinci Ordu harekat şube müdürü)Binbaşı C e m i l B e y son günlerde bana :" İyi ki Ali İhsan Paşa , Millî Mücadele'nin başlangıcında Anadolu'da bulunmadı. Malta'da bulunduğu iyi oldu. Aksi halde, hiç şüphe yok ki, aykırı bir yol tutardı dedi. Paşa'nın nasıl bir insan olduğunu çok iyi bilen C e m i l B e y , pek doğru söylemiştir... Ulu Tanrı'dan kış uykusuna yatmış yılana güneş göstermesin dileğinde bulunurum.

Efendiler, Ali İhsan Paşa, Meclis'teki muhalifler grup ileri gelenleri ile de temas ve haberleşmelerde bulunuyordu. Kendisinin komutanlığına son verilerek, hakkında kanunî işleme devam edilmek üzere Millî Savunma Bakanlığı emrine verilmesini onayladığım. 18 Haziran 1922 gününün ertesinde, yani 19 Haziran tarihinde, o zaman Türkiye Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanı bulunan Rauf Bey'den, makina başında, İhsan Paşa ile ilgisini gösterir bir şifreli telgraf almıştım. Yeri gelince bu telgrafı da bilginize sunmuştum. O günlerde Adapazarı, İzmit taraflarında gezide bulunuyordum. Rauf Bey telgrafında diyordu ki : 1' inci Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa' nın görevden alınarak Divan-ı Harbe verilmek üzere Konya'ya gönderildiğine dair Meclis çevrelerinde dedikodulara yol açan bir söylenti vardır.

Efendiler, bir komutanın görevden alınması, göreve tayini veya askerî mahkemeye verilmesi işleminin üzerinden bir gün bile geçmeden, Meclis'çe dedikodu olabilecek bir söylenti haline gelmesi ve Meclis İkinci Başkanı'nın bu olayla, benden açıklama isteyecek kadar yakından ilgilenmesi dikkat çekici değil midir? Rauf Bey'e tarafından gereken cevap verildi.1' inci Ordu Komutanlığı bir süre vekâletle idare edildi. Fakat birinin asil olarak tayini gerekiyordu. Moskova Sefirliği'nden dönmüş olan Fuat Paşa'nın 1' inci Ordu Komutanlığı'nı kabul edip etmeyeceği konusunda düşüncesini almak istedim. Anladım ki, cephe komutanlığı yapmış olduğundan, cephe komutanının emrine girmek istemiyor. Millî Savunma Bakanı bulunan Kazım Paşa vasıtasıyla 1' inci Ordu Komutanlığı'nı, Refet Paşa'ya teklif ettirdim. Kabul etmemiş. Nihayet, o tarihlerde kayıtsız şartsız cephe emrine girerek görev yapacağını söyleyen ve açıkta bulunan Nurettin Paşa'yı 1' inci Ordu Komutanlığı'na getirdik.

TAARRUZ PLANIMIZIN ANA ÇİZGİLERİ

Efendiler, düşman ordusunun cephe ve teşkilât durumu ile, ona karşı Batı Cephesi'ndeki kuvvetlerimizin esas olarak iki ordu halinde kurulup düzenlenmiş olduğunu söylemiştim. Öteden beri tasarlamış olduğumuz taarruz plânımızın ana çizgilerini de arz edeyim :

Düşündüğümüz, ordularımızın ana kuvvetlerini düşman cephesinin bir kanadında ve mümkün olduğu kadar dış kanadında toplayarak, bir imha meydan muharebesi vermekti. Bunun için elverişli bulduğumuz durum, ana kuvvetlerimizi, düşmanın Afyonkarahisar yakınlarında bulunan sağ kanat grubu, güneyinde ve Akarçay ile Dumlupınar hizasına kadar olan alanlarda toplamaktı. Düşmanın en hassas ve önemli noktası orasıydı. Çabuk ve kesin sonuç almak, düşmanı bu kanadından vurmakla mümkündü.

Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, bu bakımdan gerektiği gibi bizzat incelemeler yapmışlardı. Hareket ve taarruz plânımız çok önceden tespit edilmişti.

Konya'ya gelmiş olan General Townshend'in isteği üzerine, kendisiyle görüşmek için, Ankara'dan hareket ederek 23 Temmuz 1922 akşamı Batı Cephesi Karargâhı'nın bulunduğu Akşehir'e gittim. Savaş plânı üzerinde görüşürken Genelkurmay Başkanı'nın da katılmasını uygun bulduk. Ben, 24 Temmuzda Konya'ya gittim. 27'sinde tekrar Akşehir'e gelmişti. 27/28 Temmuz gecesi birlikte yaptığımız görüşme sonunda, tespit edilmiş olan plân gereğince taarruz etmek üzere, 15 Ağustosa kadar bütün hazırlıkların tamamlanmasına çalışmayı kararlaştırdık.

28 Temmuz 1922 günü öğleden sonra yaptırıIan bir futbol maçını seyretmek bahanesiyle ordu komutanları ve bazı kolordu komutanları Akşehir'e çağrıldı. 28/29 Temmuz gecesi genel olarak komutanların taarruzla ilgili görüşlerini aldım. 30 Temmuz 1922 günü Genelkurmay Başkanı ve Batı Cephesi Komutanı ile yeniden görüşerek tarruzun şeklini ve ayrıntılarını tespit ettik. Ankarara'dan çağırdığımız Millî Savunma Bakanı Kazım Paşa da 1 Ağustos 1922 öğleden sonra Eskişehir'e geldi. Ordu hazırlığının tamamlanmasında Millî Savunma Bakanlığı'na düşen işler tespit edildi.

TAARRUZA HAZIRLIK EMRİ

Ordunun hazırlıklarının tamamlanmasını ve taarruzun bir an önce yapılmasını emrettikten sonra tekrar Ankara'ya döndüm. Batı Cephesi Komutanı, 6 Ağustos 1922'de ordularına gizli olarak taarruza hazırlık emri verdi. Genelkurmay Başkanı ve Millî Savunma Bakanı Paşalar da Ankara'ya döndüler.

Efendiler, taarruz için yeniden cepheye gitmeden önce, Ankara'da yapılması gereken bazı işler vardı. Daha taarruz emri verdiğimi Bakanlar Kurulu'na da açıkça bildirmemiştim. Artık onlara recmî olarak haber verme zamanı gelmişti. Yaptığımız bir toplantıda iç ve dış durumlarla ordunun durumunu görüşüp tartıştıktan sonra, taarruz konusunda Bakanlar Kurulu ile görüş birliğine vardık.

Önemli bir konu daha vardı. Muhalifler ordunun çürüdüğünden, kıpırdayacak durumda olmadığından, böyle karanlık ve belirsizlik içinde beklemenin sonucunun felâketten ibaret olacağı yolundaki propagandalarına alabildiğine hız vermişlerdi. Gerçi, Meclis'te bu düşünce akımının bıraktığı yankılar, zaten düşmanlardan fazlasıyla gizlemek istediğim taarruz bakımından yararlıydı. Fakat bu olumsuz propaganda en yakın ve en inanmış kimseler üzerinde bile kötü etkisini göstermeye başlamış, onlarda da kararsızlıklar uyandırmıştı. Onları da yakında yapacağım taarruz konusunda ve altı yedi gün içinde düşmanın ana kuvvetlerini yeneceğime olan güvenim hususunda aydınlatmayı ve yatıştırmayı gerekli buldum. Bunu da yaptıktan sonra Ankara'dan ayrıldım. Genelkurmay Başkanı benden önce 13 Ağustos 1922'de cepheye gitmişti.

Ben birkaç gün sonra hareket ettim. Hareketimi belirli birkaç kişi dışında bütün Ankara'dan gizledim. Benim Ankara'dan ayrılacağımı bilenler, burada imişim gibi davranacaklardı. Hattâ gazetelerde benim Çankaya'da çay ziyafeti verdiğimi de ilân edeceklerdi. Bunu şüphesiz o vakitler işitmişsinizdir. Trenle hareket etmedim. Bir gece otomobille Tuz Çölü üzerinden Konya'ya gittim. Konya'ya hareketimi telgrafla orada kimseye bildirmediğim gibi, Konya'ya varır varmaz telgrafhaneyi kontrol altına aldırarak Konya'da bulunduğumun da hiçbir yere bildirilmemesini sağladım. 20 Ağustos 1922 günü öğleden sonra saat 16.00'da Batı Cephesi Karargâhı'nda yani Akşehir'de bulunuyordum. Kısa bir görüşmeden sonra 26 Ağustos 1922 sabahı düşmana tarruz için Cephe Komutanı'na emir verdim.

26 AĞUSTOS 1922 TAARRUZ EMRİ

20/21 Ağustos 1922 gecesi 1' inci ve 2' nci Ordu Komutanlarını da Cephe Karargâhına çağırdım. Genelkurmay Başkanı ile Cephe Komutanını da yanımda bulundurarak, taarruzun nasıl yapılacağını harita üzerinde kısa bir savaş oyunu şeklinde açıkladıktan sonra, Cephe Komutanı'na o günvermiş olduğum emri tekrarladım. Komutanlar harekete geçtiler. Taarruzumuz, strateji ve aynı zamanda bir taktik baskın halinde yürütülecekti. Bunun gerçekleştirilebilmesi için de kuvvetlerin yığınak ve hazırlıklarının gizli kalmasına önem vermek gerekiyordu. Bu sebeple bütün yürüyüşler gece yapılacak, birlikler gündüzleri köylerde ve ağaçlıklar altında dinleneceklerdi. Taarruz bölgesinde, yolların düzeltilmesi v.b.çalışmalarla düşmanın dikkatini çekmemek için diğer bazı bölgelerdide benzeri yanıltıcı hareketlerde bulunulacaktı.

24 Ağustos 1922'de karargâhımızı Akşehir'den, taarruz cephesi gerisindeki Şuhut kasabasına getirttik, 25 Ağustos 1922 sabahı da Şuhut'tan savaşı idare ettiğimiz Kocatepe'nin güneybatısındaki çadırlı ordugâha naklettik. 26 Ağustos sabahı Kocatepe'de hazır bulunuyorduk.Sabah saat 5.30'da topçu ateşimizle taarruz başladı

BAŞKOMUTAN SAVAŞI

Efendiler, 26/27 Ağustos günlerinde, yani iki gün içinde, düşmanın Karahisar'ın güneyinde 50 ve doğusunda 20, 30 kilometre uzunluğundaki müstahkem cephelerini düşürdük. Yenilen düşman ordusunun bütün kuvvetlerini, 30 Ağustosa kadar Aslıhanlar yöresinde kuşattık. 30 Ağustosta yaptığımız savaş sonunda (buna Başkomutan Muharebesi adı verilmiştir),düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve esir aldık. Düşman ordusunun Başkomutanlığını yapan General Trikopis de esirler arasına girdi.Demek ki, tasarladığımız kesin sonuç, beş günde alınmış oldu. 31 Ağustos 1922 günü ordularımız ana kuvvetleriyle İzmir'e doğru yol alırken ,diğer birlikleriyle de düşmanın Eskişehir de kuzeyinde bulunan kuvvetlerini yenmek üzere ilerliyorlardı.

ATEŞKES TEKLİFİ

Efendiler, Başkomutan Savaşı'nın sonuna kadar her gün büyük başarılarla gelişen taarruzumuzu,resmî bildirilerde pek önemsiz harekâttan ibaret gösteriyorduk. Maksadımız, durumu mümkün olduğu kadar dünyadan gizlemekti. Çünkü,düşman ordusunu tamamen yok edeceğimizden emindik. Bunu anlayıp,düşman ordusunu felâketten kurtarmak isteyeceklerin yeni teşebbüslerine meydan vermemeyi uygun görmüştük. Gerçekten, bizim hareketimizi sezdikleri zaman ve taarruzumuzun arkasından bize başvuranlar olmuştur. Örnek olarak, biz taarruza devam ettiğimiz sırada, Bakanlar Kurulu Başkanı olan Rauf Bey'den, Ateşkes konusunda İstanbul'dan haber geldiğini bildiren 4 Eylül 1922 tarihli bir telgraf almıştım.Verdiğim cevap aynen şöyledir :

Tel. Makama özel 5.9.1922
Bakanlar Kurulu Başkanlıgı
Yüksek Katına

Anadolu'daki Yunan ordusu kesin olarak yenilgiye uğratılmıştır. Yunan ordusunun artık yeniden ciddî bir direnişte bulunmasına ihtimal yoktur. Anadoluiçin herhangi bir görüşmeye gerek kalmamıştır. Ateşkes ancak Trakya için sözkonusu olabilir. Bu bakımdan Eylülün onuna kadar doğrudan doğruya Yunan Hükümeti veyahut Ingiltere vasıtasıyla, hükümetimize resmen başvurduğu takdirde, aşağıdaki şartlar ileri sürülerek cevap verilmelidir. Bu tarihten, yani Eylülün onundan sonra yapılacak başvurmaya verilecek cevap başka türlü olabilir. Bu takdirde durum bana ayrıca bildirilmelidir :

1- Ateşkes Anlaşması tarihinden başlayarak on beş gün içinde Trakya,1914 sınırlarına kadar kayıtsız şartsız Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti'nin sivil memurlarına ve askerî kuvvetlerine teslim edilmiş bulunacaktır.

2 - Yunanistan'daki esirlerimiz on beş gün içinde İzmir, Bandırma ve İzmit limanlarında bize teslim edilecektir.

3 - Yunan Hükûmeti, Yunan ordusunun üç buçuk yıldan beri Anadolu'da yaptığı ve yapmakta olduğu tahribatı tamir etmeyi şimdiden taahhüt edecektir.

Büyük Millet Meclisi Başkanı
Başkomutan
Mustafa Kemal

ORDULARIMIZ İZMİR RIHTIMINDA İLK VERDİĞİM HEDEFE, AKDENİZ'E ULAŞTILAR

Doğrudan doğruya bana gönderilen bir telsiz telgrafta da, İzmir'deki İtilâf Devletleri konsoloslarına benimle görüşmelerde bulunma yetkisinin verildiği bildirilerek, onlarla hangi gün ve nerede buluşabileceğim soruluyordu. Buna verdiğim cevapta da, 9 Eylül 1922'de Kemalpaşa'da görüşebileceğimizi bildirmiştim. Gerçekten de, söz verdiğim gün, ben Kemalpaşa'da bulundum. Fakat görüşme isteyenler orada değildi. Çünkü ordularımız, İzmir rıhtımında ilk verdiğim hedefe,, Akdeniz'e ulaşmış bulunuyorlardı.

Saygıdeğer Efendiler, Afyonkarahisar - Dumlupınar Meydan Muharebesini ve ondan sonra düşman ordusunu tamamiyle yok eden veya esir eden ve kılıç artıklarını Akdeniz'e, Marmara'ya döken harekâtımızı açıklayıcı ve vasıflandırıcı söz söylemeyi gereksiz sayarım.

Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekât Türk ordusunun, Türk subay ve komuta hey'etinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihe bir kere daha geçiren muazzam bir eserdir.

Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklâl düşüncesinin ölümsüz bir âbidesidir. Bu eseri yaratan bir milletin evlâdı, bir ordunıın başkomutanı olduğumdan, mutluluk ve bahtiyarlığım sonsuzdur.

Efendiler, işte şimdi diplomasi alanına geçebiliriz. Gerçi, ordumuzun zafere ulaşacağından ümitsiz oldukları için, bu meseleyi daha önce diplomasi yoluyla çözüme bağlama kanaat ve iddiasında olanları, dediklerini yapma hususunda biraz fazlaca bekletmiş oldum. Bununla birlikte, sonunda benim de diplomasi alanında ciddî olarak çaba harcadığımı görerek memnun olmaları gerekirdi. Böyle olup olmadığını göreceğiz.

Ordularımız, İzmir ve Bursa'yı geri aldıktan sonra, Trakya'yı da Yunan ordusundan kurtarmak için İstanbul ve Çanakkale doğrultusunda yürüyüşlerine devam ederken, İngilizlerin o zamanki başbakanı bulunan Lloyd George, fiilen harbe karar vermiş bir tavırla ve yardımcı birlikler gönderilmesi isteğiyle dominyonlara müracaat etmiş. Yalnız, ondan sonra olup bitenlere bakılırsa LIoyd George'un isteğinin yerine getirilmediğini kabul etmek gerekir.

İTİLAF DEVLETLERİNİN 23 EYLÜL 1922 TARİHLİ ATEŞKES TEKLİFİ

Bu sıralarda, İstanbul'da Fransız Fevkalâde Komiseri bulunan General Pelle benimle görüşmek üzere İzmir'e geldi diye adlandırdığı bir bölgeye, ordularımızın girmemesinin yerinde olacağını tavsiye eti. Millî hükûmetimizin böyle bir bölge tanımadığını, Trakya'yı da kurtarmadıkça ordularımızın durdurulmasına imkân olmadığını söyledi. General Pelle, bana,Mösyö Franklin Bouillin 'un benimle görüşmek üzere gelmek istediğini bildiren, kendisine çekilmiş özel bir telgrafını gösterdi.Kendisini İzmir'de kabul edeceğimi söyledim. Mösyö Franklin Bouillon, bir Fransız harp gemisiyle İzmir'e geldi. Fransız Hükümeti adına ,İngiliz ve İtalyan Hükûmetlerinin de uygun görmeleri üzerine, benimle görüşmeler yapmaya geldiğini söyledi. Biz Franklin Bouillon'la görüşürken, İtilâf Devletleri Dışişleri Bakanları imzasını taşıyan 23 Eylül 1922 tarihli bir nota geldi. Bu notada iki önemli nokta yer alıyordu. Bunlardan biri askerî harekâtın durdurulmasıyla diğeri de Barış Konferansı'yla ilgiliydi.

Biz, Rumeli'de Doğu Trakya'yı millî sınırlarımıza kadar tamamen almadıkça askerî hareketten vazgeçemezdik. Ancak, yurdumuzun bu bölgesinden düşman birlikleri çıkarıldığı takdirde böyle bir harekete devam etmeye kendiliğinden gerek kalmayacaktı. Bu notada, Venedik veya başka bir şehirde toplanacak olan İngiliz, Fransız, İtâlyan, Japon, Romen,Sırp - Hırvat - Sloven Devleti ile Yunanistan'ın da çağrıIacağı bir konferansa, delegelerimizi göndermeyi kabul edip etmeyeceğimiz sorulmakla birlikte, görüşmeler sırasında Boğazlardaki tarafsız bölgelere bizden asker gönderilmemesi şartıyla, Edirne dahil olmak üzere Meriç'e kadar Trakya'nın bize iadesi ile ilgili talebimizin olumlu karşılanacağı bildiriliyordu.

Notada, boğazlardan, azınlıklardan ve Milletler Cemiyeti'ne girmemizden de söz ediliyordu.

Konferansın toplanmasından önce, Yunan birliklerinin, İtilâf Devletleri komutanlarının çizerkleri bir hattın gerisine çekilmesi için, İtilâf Devletleri'nin nüfuzunu kullanacağına söz verilmekte ve bu konuda görüşülmek üzere Mudanya veya İzmit'te bir toplantı yapılması teklif edilmekteydi.

MUDANYA KONFERANSI

29 Eylül 1922 tarihinde, bu notaya verdiğim kısa bir cevapta, Mudanya Konferansı'nı kabul ettiğimi bildirdim. Fakat Meriç nehri'ne kadar Trakya'nın derhal bize geri verilmesini istedim. 3 Ekimde toplanmasının uygun olacağını söylediğim Mudanya Konferansı'na, Başkomutanlık adına olağanüstü yetkiyle Batı Cephesi Orduları Komutanı İsmet Paşa'yı delege tayin ettiğimi bildirdim. Bu notaya hükûmetçe de 4 Ekim l922 tarihli etraflı bir cevap verildi. Bu cevapta, konferans yeri olarak İzmir teklif edildi. Boğazlar meselesi dolayısıyla, Rusya, Ukrayna ve Gürcistan Cumhuriyetleri'nin de daveti istendi. Diğer konular üzerindeki görüşlerimiz de ana çizgileriyle bildirildi.

Mudanya'da, İsmet Paşa'nın başkanlığı altında, İngiliz delegesi General Harrington, Fransız delegesi General Charpy, İtalyan delegesi General Monbelli 'nin katıldıkları konferans toplandı. Bir hafta kadar süren tartışmalı görüşmelerden sonra, 11 Ekimde, Mudanya Ateşkes Anlaşması imzalandı. Böylece, Trakya ana vatana katılmış oldu.

Efendiler, zaferden sonra, bizim İzmir'deki siyasî temaslarımız üzerine, Ankara'da Bakanlar Kurulu'nun daha doğrusu bazı bakanların telâşlı bir duruma girdikleri farkedildi.

Askerî görevimin son bulmuş olduğunu, bundan sonraki siyasi işlerin Bakanlar Kurulu'na ait olduğunu hissettirecek şekilde, beni Ankara'ya davet ettiler. Halbuki, ne askerî görevim son bulmuştu ne de siyasî ve diplomatik konularla ilgilenmek ve uğraşmaktan kendimi alabilirdim. Bu bakımdan, İzmir'den ordunun başından ve başlattığım siyasî ilişkilerden uzaklaşamazdım. Bundan dolayıdır ki, benimle görüşmek isteğinde bulunan ve bunda direnen hükûmet üyelerinin veya ilgili bakanların İzmir'e yanıma gelmelerini teklif ettim. Hükûmet Başkanı Rauf Bey 'le Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey geldiler. Rauf Bey, İzmir'de bana bazı özel dileklerini de bildirdi. Sözgelişi, Ali Fuat Paşa ile Refet Paşa 'nın, zafer dolayısıyla terfi ettirilmelerini ve kendilerine uygun birer görev verilerek memnun edilmelerini rica ettiler. Bildiğiniz üzere, muharebeden önce Ali Fuatve Refet Paşa'ların bu harekâta katılmaları için türlü yollarla teşebbüste bulunmuştum; fakat başaramadım. Zaferden dolayı, Muharebe'de fiilen hizmet edip liyakat göstermiş olan komutanlar ve subaylar terfi ettirilmek ve takdir edilmek suretiyle elbette ödüllendirilmişlerdi.Askerî harekâta katılmaktan kaçınan kimselerin de bizzat orada bulunanlarla birlikte ödüllendirilmeleri elbette kötü etki yapabilirdi .Kısacası, Rauf Bey'e dileklerini yerine getiremeyeceğimi söyledim. Fakat Ali Fuat Paşa, Meclis İkinci Başkanı bulunduğuna göre, mevkii ve görevi kendisini memnun edebilecek bir seviyede idi. Yalnız, açıkta bulunan Refet Paşa için uygun bir görev bulmaya çalışacağıma söz verdim. Kendisini İzmir'e davet etmesini sövledim. Refet Paşa,İzmir'e gelmişti. Fakat bu geliş tam benim Ankara'ya döndüğüm geceye rastladığı için kendisiyle orada görüşme imkânı olamadı.

.

KURTULUŞ SAVAŞI GÜNLÜĞÜ’NDEN 4 AĞUSTOS 1919

KURTULUŞ SAVAŞI GÜNLÜĞÜ’NDEN


4 AĞUSTOS 1919

İstanbul’da Amerikan Tetkik Heyeti; parti, dernek, cemaat ve basın temsilcilerini dinlemeye devam ediyor. Kürt Teali Cemiyeti’nden Babanzade Şükrü ve Seyit Abdülkadir şu isteklerde bulunuyor:

-Karadeniz’e kesinlikle bir çıkış isteriz. 
-İskenderun Limanı’yla Dicle ve Fırat’tan yararlanmak isteriz.
-Musul tamamen Kürdistan’a aittir.


*

( Batı planından asla vazgeçmez. Aradan 100 yıl geçiyor. Kürtler ABD sayesinde son iki hedefine ulaştı ulaşacak. Sıra Karadeniz hedefine de gelebilir. PKK o bölgeye boşuna yerleşmemiş. CD)
**
Amerikan Yüksek Komiseri Randal’ın Türkiye ile ilgili görüşleri (üzüntüyle kaydediyorum, CD):

-Türkler ne kendilerini ne başkalarını yönetebilir, ıslah edilmelidirler.
-ABD mandası* en uygun olanıdır.
-Türk hükümeti Konya veya Ankara’ya götürülebilir.
-ABD’ye, iyi bir sonuç almak için Kürdistan’a kadar olan bütün bölge gereklidir.
-Yüksek amaçlarımız olmalı, savaşa milyarlar harcayacak yerde mandaya milyonlar harcamak daha akıllıcadır.


_____________
_______
*Manda: sömürge yönetimi.
Kaynak: Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C. 2, Türk Tarih Kurumu yayını, Ank., 1994.


prof. Dr. Cihan  Dura
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...