Editörün Notu: Değerli okuyucumuz, Yüksek Türkiye ideaimiz için Atamızın şu ifadesini hiç unutmamak gereklidir:
"Bizi yanlış yola sevk eden habisler, biliniz ki çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. Saf ve nezih halkımızı hep şeriat sözleriyle aldatagelmişlerdir.
Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz; görürsünüz ki, sıkıntılı dönemler hep din kisvesi altındaki küfür ve alçaklıktan gelmiştir. Onlar her hayırlı hareketi dinle karşılarlar. Halbuki hamdolsun hepimiz dindarız, artık bizim dinin icaplarını, dinin yasaklarını öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur!
"Bizim dinimiz en makul ve en doğal bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin doğal olması için akla, tekniğe, ilme ve mantığa uygun olması gerekir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur.
"İslam'ın sosyal hayatı içinde hiç kimsenin, bir özel sınıf halinde varlığını sürdürme hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dini kurallara uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin kurallarını eşit olarak öğrenmeye mecburuz."
Yaşar Nuri Öztürk'ün yaşamı da bu hurafelerle, din yobazlarıyla mücadeleyle geçti; İslam'ı din bezirganlarının pençesinden kurtarmak için çabaladı durdu; hayatını buna adadı; İslam'ı din bezirganlarının pençesinden kurtarmak için çabaladı durdu; Cehalete ve halkı kandıranlara savaş açtı. Ve, bir gün bile geri adım atmadı.
İşte atta sizere sunduğumuz yazısı da bunun örneklerindendir.
Sadece devlet başkanı değil, aynı zamanda bir düşünce adamı olan Ali İzzet Begoviç, eserinde Kur'an'ın temel mesajlarından birini ifadeye koyarken şöyle diyor: ‘‘Kur'an'da, imana gel ki iyi insan olasın denmiyor. İyi insan ol ki iman etmiş olasın deniyor.’’ (Begoviç, Doğu ile Batı Arasında İslam, s. 158) Begoviç bu sözüyle, ahlakı slogan ve iddianın üstüne çıkaran Kur'an'sal diyalektiğin ruhunu çok güzel biçimde dile getirmiştir. Kur'an diyor ki: ‘‘İman ve zafer yüzlerinizi doğu veya batı yönüne dönmeniz değildir; iman ve zafer, o kişinin tavrıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanır; malı, içinden gelerek akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, yardım dileyenlere, özgürlüğüne kavuşmak için didinenlere verir; namazı kılar, zekâtı öder. Böyleleri, ahitleştiklerinde sözlerine sadıktırlar. Ferahlık ve sıkıntı zamanlarında, şiddet ve savaş durumunda sabredenlerdir onlar. Özü sözü bir olanlardır onlar. Takva sahipleri de işte onlardır.’’ (Bakara, 177) Ahlak ve özü, işte böylece slogan ve şeklin üstüne çıkaran Kur'an, eminim ki Begoviç'i alnından öpecektir.
Ahlak halinde yaşanmayan din şekil ve slogana, şuur haline gelmeyen iman ise iddia ve inatçılığa mahkûm olur. Slogan, değer üretmekle övünme imkânı bulamayan benliklerin, değer üretenleri övme veya sövme hedefi yaparak tatmin bulmalarının aracıdır. Slogancılığı, şekli ilahlaştırma tutkusu izler. Ve bu tutku yerleşince de din, hayat olmaktan çıkar, nefsin iştah ve kinini tatmin aracı haline gelir. O halde, dinin gerçek anlamda yaşanması nasıl olmalıdır? İslam'ın muazzez peygamberi bu sorunun cevabını ölümsüz bir ifadeye büründürmüştür. ‘‘Ben, ahlaksal güzellikleri tamamlamak için gönderildim.’’ Bunun bize aktardığı pratik mesaj şudur: Din ve ona bağlı olarak Hz. Peygamber, bir ahlak idesidir, bir görüntü modeli değil. Eskilerin kullandıkları bir deyimle, Hz. Peygamber bir tahalluk (ahlaklanma) konusudur, bir teşekkül (şekillenme) konusu değil. Şeklin, ahlaka bağlantısının olduğu noktalar elbette vardır. Bunlar vahyin tespitleriyle açıklanmıştır. Vahyin şekil belirlemediği hususlarda dini ve Resul'ü bir ahlaksal nitelikler kaynağı olarak almak, dinden bereketlenmenin biricik yoludur. Bu yol Resul'ün haliyle hallenme yoludur. Çile, aşk, ıstırap, tevazu, hizmet ve sabır gerektirir. Oysa ki, Resul'ü bir görüntü modeli yapmak, onu belli bir çevre ve coğrafyanın temsilcisi haline getirmek olur. Belli bir coğrafyanın görüntülerini kutsallaştıran bir modelin evrensel mesajların taşıyıcısı olduğuna kimseyi inandıramazsınız. Hem dine yazık olur, hem dindara...
Bir peygamberi gösteri ve resim modeli olarak almanın ucuzluğundan kurtulup onu yeni bir dünyanın yapılandırılmasında bir iman ve aşk modeli haline getirmek için, örfü ilahlaştırmaktan vazgeçmek gerekiyor. Bu gerçeği çok iyi yakalamış olan Peygamber eşi Hz. Aişe, kendisine ‘‘Peygamberimizin ahlakını bize anlatır mısın?’’ diyenlere şu ‘‘prensip cevap’’ı vermiştir: ‘‘Gidin, Kur'an'ı okuyun!’’
Bugünkü Müslüman dünyanın en büyük talihsizliklerinden biri, belki de en büyüğü, Hz. Peygamber'i, bir ahlak ve hareket modeli olmaktan çok, bir şekil ve görüntü modeli halinde algılamasıdır. Bu yanlış algılama sadece bizi vahyin ruhundan uzaklaştırmakla kalmıyor, diğer kitlelerin Kur'an rahmetinden yararlanmasını da engelliyor.
Sonuç şu: Bizler ahlaksal zemini tahrip edilmiş, değerleri birkaç karelik görüntüden ibaret hale getirilmiş bir anlayışı, insanlığın geleceğini kurmaya aday göstermek gibi bir tutarsızlığın temsilcileri durumuna düşürülüyoruz. Ve insanlık, ısrarlı ve haklı bir biçimde şunu soruyor: Bugünü cehenneme çevirenlerin yarınki cennet vaatlerine nasıl inanalım?
Gerçekçi insanlar sıfatıyla atacağımız ilk adım, ‘‘âlemlere rahmet’’ olan Son Peygamber'in üzerine örttüğümüz ‘‘örf şalı’’nı kaldırmak ve Kur'an'ın Muhammed'ini insanlığın tanımasına ve yararlanmasına açmaktır. Başka bir deyişle, sloganlarımızın kutsanması için paravan yaptığımız ‘‘elçi’’nin inat, iddia ve şekil zemininden, ‘‘Allah elçisi’’ Hz. Muhammed'in basiret, hizmet, sevgi ve ahlak iklimine geçişi sağlamak borcundayız. Bizi kurtaracak olan, Arap örflerinin desenleriyle süslü fistan modeli değil, Kur'an ahlakıyla yüklü aşk ve iman modelidir. Bu modeli hayatımıza sokamadığımız sürece, ruhundan ışık yıllarıyla uzakta kaldığımız kuralların görüntülerini ihya etmek bize, eriş ve oluşun kapısını asla aralamayacaktır.
Yaşar NURİ ÖZTÜRK
https://bit.ly/2EeTfrl
.