CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

Bilgi, Güçtür

 Su moleküllerinin bile çevrelerindeki varlıkların yaydıkları sinyallerden etkilenerek davranışlarını değiştirebildiklerini biliyor muydunuz?

“Bilgi” denilen mucizevi faktörün moleküller alemi öğelerince nasıl saklandığı ve çevreden gerekli bir uyarı geldiğinde, nasıl hatırlanıp, işleme konulduğu görülmektedir.

DOĞA yaşayan bir canlıdır:

Çünkü, zaman içinde artan bilgiler nedeniyle sürekli değişim-dönüşüm gerçekleşiyor.

Doğa canlıdır ve canlılık atom-altı-öğeler, yani kuntlar aleminde başlar. Kuantlar alemi şu temel bilgilerle işlem yapmaya başlayarak, doğadaki canlılık sisteminin temelini atarlar:

• 1- En kısa yol seçilecek;

• 2- En kısa zaman seçilecek;

• 3- En ergonomik yapı tercih edilecek;

• 4- Olasılık hesabı yapılarak, en olası durum seçilecek;

• 5- Bir iş yapımında en az enerji harcanan yöntem kullanılacak;

• 6- Doğadaki enerji miktarı sabit olduğundan, hiçbir tasarım bu enerji miktarını aşmayacak şekilde olacak.

Bu temel kuantsal ilkelerle başlayan canlılık, önce atomların, sonra moleküllerin, sonra hücrelerin, sonra bedenlerin ve en sonra da koloni ve ekolojik sistemler gibi daha geniş kapsamlı üst-yapılar oluşturacak şekilde büyüyerek evrimsel bir gelişim içine girer.

Bu evrimsel gelişmede temel yönlendirici faktör, yukarıda açıklanan “rahatlama dürtüsüdür”.

Bir şey yapma, oluşturma (veya yaratma) işlemi “bilgi” ile olur.

Bilgi ise zaman içinde gelişir ve bu gelişimlere koşut olarak kimyasal bileşimler de sürekli değişir. Kervran doğal sistemin sürekli bir değişim-dönüşüm içinde, yani canlı davranışlı olduğunu “Life is nothing but chemistry” diyerek, şöyle ifade eder: (1972, s. 120)

“Dünyamızın, başlangıçta oluşturulduğu şekilde hiç değişmeden kaldığı ebediyen böyle kalacağı şeklindeki bir dogma İncil’in bize mirasıdır. Yaratılışta şu kadar krom, şu kadar demir, vb. oluşturulmuştur şeklinde bir bilgi bizlere verilmektedir. Daha sonra başka hiçbir yaratıcı gelmediğinden, "başka hiçbir şey yaratılmamıştır”, her şey olduğu gibi kalmıştır. Dolayısıyla "hiçbir şey kaybolmaz". 

Böyle bir inanç, herkes tarafından Musa'nın zamanından beri kabul edilmektedir. Sözde "bilim adamlarının" günümüzde bu şekilde “akıl-yürütmelerine" ancak gülümseyebiliriz. Çünkü, Yirminci yüzyılın başından beri radyoaktif doğal dönüşüm bilinmektedir. Ve 1919 yılında ilk yapay dönüşüm gerçekleştirilmiştir. Ama doğada, çeşitli zamanlarda, klasik nükleer fiziğin bilmediği başka dönüşümler olmamış mıdır? Biz deneysel olarak tüm canlıların element dönüşümleri gerçekleştirdiklerini gösterdik ve jeoloji diğer bir çok türde dönüşümler olduğunu göstermiştir. Bu şu anlama gelir: atomların ebediliği (değişmezliği) söz konusu değildir. Bir moleküldeki bir atomun, diğer moleküldeki bir başka atoma dönüşmediği kimyasal reaksiyonlar söz konusu değildir, maddeler (atomlar), birbirlerine dönüşme şeklinde, oluşmakta ve kaybolmaktadırlar.”

Mikro-Organizmalar kimyasal elementleri birbirlerine dönüştürme bilgisine sahipler:

Potasyum gübresi kaynağı olmayan Japonya’da, Mikrobiyoloji Laboratuvarı direktörü Profesör Komaki, Kervran’ın (1962) yayınını gördükten sonra 1963de deneylere başlar. Sodyumdan potasyum elde etmeye çalışır. 1964 yılı Kasım ayında şu sonuçlara ulaşır:

• Hiç potasyum bulunmayan bir ortamda, Mikro-organizmaların bulundukları ortama sodyum eklendiğinde, organizma sayısı çok artar ve bunun sonucu 20 kat bir potasyum artışı elde edilir.

• Daha sonra ortama çok-çok az oranda potasyum eklenir; bu durumda organizma gelişmesi daha da hızlanır ve potasyum oranında yaklaşık 150 kat bir artış ortaya çıkar.

Yani mikroorganizmalar ihtiyaçlarına göre kimyasal elementleri birbirlerine dönüştürebilmektedirler.

Ortama eser miktarda potasyum eklenmesiyle potasyum kazancının artması şöyle olmaktadır: Hücreler işlevlerini, genleri sayesinde yaparlar. Genlerin on/off=açık/kapalı olması işlevin yapılmasında rol oynar. Çok az miktarda bir uyarı verilmesi, geni “açık” duruma getirir ve o nedenle ortama çok az oranda potasyum eklenmesi, hücrelerde bir tetikleme yaparak, potasyum-sentez-genini aktive eder ve o elementi oluşturmasını sağlar.

Bitkiler, ihtiyaçlarına göre kimyasal elementleri birbirlerine dönüştürebilmektedirler:

• Hiç toprak bulunmayan ortamlarda filizlendirdiği bitkilerde deneyler yapan Von Herzeele 1875- 1881 yılları arasında, suya kükürt eklediğinde, büyüyen bitkide fosfor artışı; suya potasyum tuzu eklediğinde, büyüyen bitkide kalsiyum artışı olduğunu saptar. Ve şunu vurgular: “Bitkiler kimyasal elementleri birbirlerine dönüştürebilmektedirler”. Yaptığı bu araştırma sonuçları Lavoisier-dogmasına ters düştüğü için hiç dikkate alınmaz. 

Herzeele’nin araştırmaları bilim-insanlarını öyle kızdırır ki, eserleri kütüphanelerden kaldırılır! (Biberian 2012, s.14). Daha sonraki yıllarda Paris Ecole-Politeknik- organik kimya laboratuvarı başkanı Baranger (1959), daha modern araştırma yöntemleri kullanarak, Herzeele’nin deney sonuçlarının doğru olup-olmadığını araştırır ve Herzeele’nin görüşünün doğruluğunu onaylar (Kervran 1972, s. 68).

• Tohumlar ile o tohumların tamamen kontrol altındaki ortamlarda filizlenip büyümeleri sonucu oluşan sürgünlerin analizleri, kimyasal element içeriklerinde çok farlılıklar gösterir. Kervran yulaf tohumlarını önceden analiz eder ve K, Ca, oranlarını saptar. Sonra o tohumları saf-su içinde filizlendirip-büyütür ve büyümüş bitkideki element miktarlarını tekrar saptadığında, (K=potasyum) miktarında belli oranda azalma, (Ca=kalsiyum)-miktarında ise o oranda artma olduğunu görür. Potasyumdaki azalma miktarının kalsiyumdaki artma miktarına denk olduğu gerçeğine dayanarak, (39K + 1H → 40Ca) şeklinde bir transmutasyon (element dönüşümü) gerçekleşmiş olması gerektiğini ileri sürer, Kervran 1973.

• Kireçli kayaçların olmadığı bölgelerde ekilen çimlerde, belli bir süre sonra papatya miktarının arttığı gözlenir. Biodinamik adlı bilim dalının kurucusu olan İsviçreli ziraatçı E. Pfeiffer, papatyaları analiz eder ve çok miktarda Ca içerdiklerini saptar. Toprak Ca iyonunca fakir olduğu halde, papatya aşırı denilebilecek oranda Ca depolamıştır. Dolayısıyla mevsim sonunda kuruyup, ayrıştığında, içerdiği Ca iyonları toprağa aktarılır ve toprağın Ca oranı da bu şekilde artamaya başlar.

• Benzer şekilde bir doğal kimyasal bileşim dengelenmesi ormanlık alanlarda da gerçekleşir. Meşe ağacı, kireçsiz arazilerde yetişir, ama meşe-ağacı yakıldığında, külünün %60 yakın oranda kireç içerdiği görülür. Toprakta kireç olmadığına göre, ağaç bu kireci (Ca) başka elementleri (örn potsayumu) dönüştürerek elde etmiş olmalıdır.

Benveniste-etkisi: Varlıklar birbirleriyle etkileşerek işlem yaparlar.

Önce bir araştırma örneği vererek, karşılıklı etkileşimin ne olduğunu ve hayatımızdaki önemini göstermek istiyorum.

Bir beden, belirli bir doğal ortam koşulunda yaşayabilmek için bir araya gelmiş hücrelerden oluşur. Ortak bir amaç ve hedef temel şart olduğundan, “aynı amaçlı”, yani ayni genetik bileşimli hücrelerin birleşmeleriyle oluşurlar. Dolayısıyla, bedeni oluşturan hücrelerin “bizden biri” veya “bize yabancı” şeklinde bir ayrım yapma özellikleri vardır. Bu özellik “immünolji = bağışıklık” olarak bilinir. Yani “bizden” olanlara dokunulmaz, “yabancılara” ise “bir yabancı beden” anlamına gelen “antikor” etiketi yapıştırılır. Bu “antikor = yabancı” etiketi, kandaki bir alyuvar hücresi grubu olan “basofil” denilen “yabancıları tutuklayıcı” hücrelerce algılanıp, yok edilmeye gönderilirler.

Nature dergisinin 1988 yılı Haziran sayısında, Benveniste adlı bir immünoloji uzmanı ve 12 arkadaşı tarafından, çok tartışmalara yol açacak bir makale yayınlanır.

Benveniste ve ekibi, Immunoglobulin E (IgE) adlı bir antikorla deneyler yaparlar. Bu antikorun hangi konsantrasyonlarda bedende etkili olduğunu araştırırlar. Serumu gittikçe sulandırırlar ve antikor oranını nerdeyse “sıfır” olacak şekilde azaltırlar. Ama serumun hala etkili olduğunu ve bazofil hücrelerince “yabancı” olarak etiketlendiğini saptarlar.

Araştırma çok tepki doğurur ve çok farklı gruplarca, farklı yerlerde tekrarlanır. Benveniste ekibinden kişilerin mevcut olduğu deneylerde pozitif sonuçlar alınırken, Benveniste ekibi öğelerinin uzaklaştırıldığı deney ortamlarında sonuç negatif olur. Yani su molekülleri, kendileriyle rezonans içine girebilecekleri bir sinyal yayıcı (Benveniste-deneylerine katılıp, inanan bir insan) olduğunda, o insandan gelen sinyallere uygun davranıp, IgE antikoru işlevi yapıyorlar; ama etkileşebilecekleri bir sinyal gönderici olmazsa, pasif kalıyorlar.

Benveniste deneylerinden etkilenen Nobel ödüllü bir virüs-uzmanı (Montagnier) bakteri, virüs gibi mikroplara karşı üretilen antikorların, o mikroplardaki belli DNA sinyalleriyle tetiklenmiş olabileceğini düşünür. Çünkü bu durum Benveniste tarafından tahmin edilmiş, ve bu konuda araştırmalara başlanmıştı. Bu tür DNA sinyallerinin var-olup olmadığını araştırır, var olduğunu görür ve o sinyalleri bilgisayarlarla önce analog olarak kayıt eder, sonra onları dijitalleştirir, yani 0 ve 1 sayılarından oluşan dalgalanmalara dönüştürür.

Sonra bu sinyaller ile tüplere konmuş su molekülleri arasında “rezonans” oluşturacak elektromanyetik alan ortamı hazırlar ve su moleküllerinin bu DNA sinyalleriyle rezonans oluşturmaları için belli bir süre o sinyal etkisi altında tutar. Sonra o tüpteki suda antikor moleküllerinin oluşturulduğu saptanır.

Bu sinyalleri farklı araştırma laboratuvarlarındaki tanıdıklarına göndererek, aynı yöntemin uygulanması istenir. Ve farklı laboratuvarlarda da aynı antikorların DNA-sinyalleriyle rezonansa sokulmuş su moleküllerince de oluşturulduğu teyit edilmiş olur. 

Bak: Montagnier L, Del Giudice E, Aïssa J, Lavallee C, Motschwiller S, Capolupo A, Polcari A, Romano P, Tedeschi A, Vitiello G. 2014: Transduction of DNA information through water and electromagnetic waves. Electromagnetic Biology and Medicine. 34: 106-112. https://www.youtube.com/watch?v=R8VyUsVOic0

Aşırı derecede sulandırılmış bir ortamda, hala ilk ortam bilgilerinden etkilenmiş moleküller var ise, o moleküllerde o ilk ortam koşullarını hatırlama bilgisi vardır. Ama bu bilgilere sahip moleküllerin aktive olması için, o bilgi sinyallerinin, ya o bilgilere sahip bir insanın deney ortamında bulunması ve su moleküllerini aktive edecek sinyali göndermesi; ya da, Montagnier deneyinde olduğu gibi, bir DNA-sinyalinin moleküllere iletilmesi gerekir. Bu işlem bir aktivasyon enerjisi veya sinyali görevini görür ve su-molekülleri, o bilgiyi hatırlayıp, o işlevi yerine getirirler.

Bundan yola çıkılarak da, “water memory = su hafızası” diye bir kavram oluşturulur ve hala da farklı bilim insanlarınca araştırma konusu olur. Emoto (2002) ve diğer birçok araştırmacının deneyleri, varlıklar arası bu etkileşimlerin önemini ortaya koymaktadır.

Burada kullanılan “Su-hafızası” kavramı, su moleküllerinin çevre faktörlerinden etkilenmeleri ve davranışlarını ona göre ayarlamaları olarak değerlendirilmelidir.

Yani insanların düşünceleri (yaydıkları elektro-manyetik alan) serumdaki su moleküllerini pozitif veya negatif olacak şekilde etkilemekte, moleküller de, olumlu veya olumsuz davranışlar gösterebilmektedir.

Günümüz insanlığı, varlıklar arası karşılıklı etkileşim olduğunu kabul etmemektedir. Onlara göre, varlıklar bilinçsizdirler ve insan davranışından etkilenmezler. Halbuki Benveniste deneyi, insanlarla su molekülleri arasında bir rezonans oluşturulursa, o su moleküllerinin kendileriyle rezonansta olan insanlardan etkileneceğini göstermektedir.

Bu konuların daha iyi anlaşılabilmesi için, kuantsal sistemin bedenleri nasıl etkilediğini gösteren şu videoyu izlemeniz çok yararlı olacaktır: 

https://www.facebook.com/hipnozinfo/videos/1626251837386461/



Atatürk ve Dış Türkler

 KEMAL’İN ÖĞRETMENLERİ

Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

‘Gagauzyeri, Türkiye dışındaki Türkler ve Atatürk’

Atatürk’ün Dış Türklere yönelik stratejisi

Ukrayna’nın Moldova sınırındaki Bolgrad kasabasının Ortodoks mezarlığında bir Türk’ün yattığını hiç biliyor muydunuz?!. Bu bakımsız, unutulmuş, üzerini otlar bürümüş kabirde, bir dönemin bilinmeyen tarihinin, koşulsuz vatanseverliğin gömülü olduğunu yaşlı bir Gagauz’un şu ifadesinden çıkarırsınız: “Burada Kemal’in üüredicisi (öğretmeni) yatıyor!..”

“Kemal’in Askerleri”nin (Kuvayı Milliyeciler) bu ülkeyi kurtardığını bilirsiniz. Bilirsiniz de, “Kemal’in Öğretmenleri”nin, Türkiye’den bin küsur kilometre ötede ne aradığını bilemezsiniz.

Oysa, başınızı biraz çevirip, bugün Gagauz Bölgesinde K.G.B., C.I.A., K.I.P., B.N.D., M.V.R. görevlilerinin, Rus, A.B.D., Alman, Bulgar, Yunan ve hatta Norveç uyruklu türkolog, gazeteci, “serbest araştırmacı” ve papazların, bahai ve protestan misyonerlerinin ne aradığını araştırırsanız, Atatürk’ün de onu aradığını saptarsınız.

Kısaca, Türkiye’nin “ön bahçesi”nde, bir başka ifadeyle terketmek zorunda kaldığımız eski vatan topraklarında ağırlığını artırmaya çalışan Atatürk’ün, bu çabaya diğer ülkelerden en az 60 yıl önce başladığını görür, ileri görüşlülüğüne hayran kalırsınız. Sonra O’nun şu sözlerini hatırlarsınız:

“… Rusya’dan bize sığınan siyaset adamı soydaşlarımız, kardeşlerimizdir. Dünyanın gittikçe karışan ve gittikçe tehlikeli bir istikbale yönelen tutumu muvacehesinde bizim durumumuza hususi bir önem vermelerini beklemek hakkımızdır. Şunu da takdir etmeleri lâzımdır ki, Türk Milleti Kurtuluş Savaşından beri, hatta bu savaşa atılırken bile, mahkûm milletlerin hürriyet ve istiklâl davaları ile ilgilenmeyi, o dâvalara müzaheret etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının hürriyet ve istiklâllerine kayıtsız davranması elbette tecviz edilemez. Fakat milliyet davası şuursuz ve ölçüsüz bir dava şeklinde mütalâa ve müdafaa edilmemelidir. Milliyet davası, siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir ülkü meselesidir. Şuurlu ülkü demek, müsbet ilme, ilmi usullere dayandırılmış bir hedef ve gaye demektir.

O halde propagandalarda müsbet usullere müracaat etmek şarttır. Hareketlerin imkân şuurları ve sıraları mutlaka hesaba katılmalıdır.

Türkiye dışında kalmış olan Türkler ilkin KÜLTÜR meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müsbet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.” (1)

Atatürk’ün Türkiye’nin çıkarlarını herşeyin üstünde tutan, sınırları belli olmayan turancılık gibi ham hayalleri reddeden, akılcı, gerçekçi, bilimsel politikalar üretmesi gerçeğine tipik bir örnek olarak, Gagauzlara (Gökoğuzlara) yaklaşımını gösterebiliriz.

Ama önce, Atatürk’ün genel anlamda Dış Türkler için oluşturduğu strateji çerçevesindeki diğer uygulamalarını ana başlıklar halinde ortaya koymak gerekir.

Atatürk’e göre, Türkiye dışındaki Türklerin Türkiye’ye topyekûn göçü asla çözüm değildir. Dış Türkler, bulundukları ülkelerde ulusal kimliklerini koruyarak mevcudiyetlerini sürdürmelidirler.Bu temel politikanın en somut örneklerine Lozan Barış Konferansı tutanaklarında rastlamak mümkündür. Bir şekilde yurt dışından gelen Türk asıllı göçmenleri, “kaybedilmiş ülkelerimizin milli hatıraları” kapsamında değerlendiren ve gereken önemi veren Atatürk, diğer taraftan, Antlaşmaya ek “Mübadele Protokolü”nde de görüleceği üzere, İstanbul’daki Rumlara karşılık yaklaşık üç kat daha fazla nüfusa sahip Batı Trakya’daki Türklerin yerlerinde kalmalarını, bir başka ifadeyle mübadele kapsamına alınmamaları için kararlılık göstermiştir (2).

Atatürk’e göre, Türkiye dışındaki Türklerin kültürel yapılarını koruyup geliştirecek; onları bulundukları ülkelerde eşit ve rahat yaşamalarını olanaklı kılacak politikaların üretilmesi şarttır. Bu açıdan, Türkiye ile iyi ilişkiler kurmak isteyen özellikle komşu ülkelerin, içlerindeki Türk azınlığa karşı duyarlı ve saygılı olma zorunluluğunu hissetmesi sağlanmalıdır. İşte, Lozan Barış Antlaşması başta olmak üzere, komşu ülkelerle yapılan ikili antlaşmalarda Türk azınlıkların korunmasına ilişkin hükümlerin yer alması, bu politikanın bir tezahürüdür.

Hatta Atatürk, bu antlaşmalarda, Türkiye sınırları dışında yaşayan Türklerin temel insan haklarının güvence altına alınmasının yanısıra, bu topraklarda şehit düşmüş askerlerimizin kabirlerini biraraya getirmek suretiyle şehitlikler açılmasını da sağlamıştır (3).

Atatürk’ün Balkanlarda bıraktığımız -daha doğrusu bırakmak zorunda kaldığımız- Türklerin eğitim ve kültürel sorunlarına ilgisini gösteren pekçok örnek vermek mümkündür.

O’nun “Güvenlik Kuşağı” stratejisi bağlamında gerçekleştirdiği “Balkan Antantı”, “Sadabad Paktı” gibi uluslararası yapılanmaların ve de ikili antlaşmaların özünde, sadece bölgesel güvenlik değil, mütekabiliyet ilkesi ile birlikte, aynı zamanda taraf ülkelerde yaşayan Türk azınlıkların durumları da yer almıştır. Bir başka ifadeyle, Türkiye ile dost olmanın olmazsa olmaz türünden en önemli koşulunun, bünyelerindeki Türk azınlığa iyi davranmak ve gereken önemi vermek olduğunu dost-düşman bütün bölgesel ülkeler kavramışlardır.

Milli Mücadele döneminde Komintern güdümlü komünist örgütlere (Yeşilordu, T.K.P. Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası) karşı ideolojik düzeyde savaşım sürdüren ve bu kapsamda Sovyet Rusya’ya karşı mütekabiliyet ilkesi çerçevesinde politikalar üreten Atatürk, sonuçta bu örgütleri kapatırken; izlediği özgün bir strateji sonucu olarak da -Moskova Barış Antlaşmasının 8. maddesi ile- bu konuda Sovyet Hükûmeti’nin desteğini almıştır (4).

O’nun Buhara Halk Cumhuriyeti (5) ve Azerbaycan Cumhuriyeti (6) ile ilişkileri bile, Türkiye dışındaki Türklere bakışını ortaya koymaya yetmektedir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Sovyet yanlısı kişi ve örgütlere hayat hakkı tanımayan Atatürk, farklı tarihlerde Rusya’dan Türkiye’ye sığınmış Türk liderlerini ve aydınlarını sımsıcacık ilgiyle kabul etmiş, bu kadrolara son derece önemli görevler tahsis etmiştir.

Prof.Dr. Sadri Maksudi Arsal, Prof.Dr. Zeki Velidi Togan, Prof.Dr. Yusuf Akçura, Prof.Dr. Reşit Rahmeti Arat, Prof.Dr. Ahmet Caferoğlu, Ahmet Ağaoğlu, Cafer Seydahmet Kırımer, Mehmet Emin Resulzade, Mirza Bala ve daha pek çokları Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş kadroları içinde yer alırken, diğer taraftan özel izinle oluşturulan “Milli Merkezler”de dâvalarını da sürdürmüşlerdir (7).

ATATÜRK VE GAGAUZLAR

Atatürk’ün Türkiye dışındaki Türk topluluklarına olan ilgisi, siyasal ve dinsel sınırlar tanımamaktaydı.

Türklerin sarı ırktan olduğu yolundaki Batının tarihi safsatalarını çürütmek, Türk tarihini, dünya tarihi içinde olması gereken konuma getirmek için Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesini kuran; Sümeroloji dahil Anadolu uygarlıkları kapsamında ölü dilleri bile araştıracak bölümler açtıran; Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi bilimsel merkezlerin oluşumunda öncülük yapan Atatürk, müslüman olmayan Türk topluluklarına da -Türk ulusunun ve tarihinin bütünlüğü perspektifinden- özel ilgi duymaktaydı.

Örneğin, Türklük bilincine sahip olmayan Anadolu’daki Ortodoks mezhebine mensup Türklerin, kendilerini dinsel aidiyet duygusu ile “Rum” kabul ederek Lozan sonrası “Mübadele Protokolü” çerçevesinde Yunanistan’a göç etmeleri, Atatürk’ü derinden etkilemişti.

Karamanlıca -grek alfabesi kullanılarak- yazılmış İncil kullanan bu Türk soylu vatandaşlarımızı Türkiye’de bırakabilmek için, geç de olsa son bir girişimde bulunan Atatürk, Papa Eftim’e İstanbul’da bir Türk Ortodoks Patrikhanesi kurdurtmuştu. Bugün, Türkiye’nin ve Dünya Türklüğünün çıkarlarını, tüm Ortodoks merkezlerine ve de Rusya, Yunanistan, Ermenistan gibi ülkelere karşı en radikal biçimde savunan Türk Ortodoks Patrikhanesi, Atatürk’ün ilerigörüşlülüğünün ve de bilimsel temellere dayalı -duygusal olmayan- Türklük bilincinin bir göstergesi olarak varlığını sürdürmektedir.

İşte Gagauzlar, bir başka tarihsel ifadeyle Gökoğuzlar, bu patrikhanenin yönetsel dairesi içinde yer almaktaydı (8).

Dış Türkler konusunda hem Batılı ülkelerin ve hem de komşularımızın düşmanlığını çekmemek için, uygulama yerine sadece “boşboğazlık” derecesinde “Turancılık” söylemleri yapan ve böylesine görüntü çizen Türkocakları’nı kapatan Atatürk, Türkçülüğün duygusal boyutlardan çıkarılıp eylem boyutuna geçirilmesinin bir örneği olmak üzere de, kapattığı Türkocakları’nın Başkanı Hamdullah Suphi Tannöver’e yepyeni bir görev vermiştir: Türkiye Cumhuriyeti’nin Romanya Büyükelçiliği!..

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Türklük bilincinin oluşumunda inkâr edilemez hizmetleri bulunan Türk Ocakları, Cumhuriyet ile birlikte değişime ayak uyduramaması; yöneticilerinin, Türkçülüğü ölçüsüz ve duygusal söylemlerden ibaret bir siyasal rant kaynağı biçiminde kullanmaya kalkışması gibi nedenlerle kapatılmıştır ve kapatılırken de spekülasyonlara neden olmaması için esas resmi gerekçe açıklanmamıştır. Bu kapatma işlemi bağlamında, Atatürk’ün Türkçülüğe karşı olduğunu iddia etmek elbette ki mümkün değildir (9).

Nitekim, Atatürk, Türkçülüğü sadece olağanüstü söylevlerinde “terennüm eden” ama uygulamaya geçiremeyen Tanrıöver’i Büyükelçiliğe atarken, sadece kendisini taltif etmekle kalmamış; üstelik tam bir destekle, ülküsünü hayata geçirme şansını vermiştir (10).

Gagauz Türklerinin latin alfabesine geçmesine ilişkin bir U.N.D.P. Projesinde görev üstlendiğim Moldova’da, edindiğin bilgi ve belgelerin ışığında ifade edebilirim ki, Hamdullah Suphi Tanrıöver, yaklaşık elli yıllık kapkara yasakçı Sovyet döneminin sonrasında hâlâ sevgi ve saygı ile hatırlanıyor.

Bu kapsamda O, Besarabya ve Kuzey Bukovina’daki tüm Gagauz kasaba ve köylerini dolaşmıştır. Bükreş’teki Büyükelçiliğimizin kapılarını bu Ortodoks mezhebindeki soydaşlarımız için ardına kadar açmıştır.

Sefaret çalışanlarını (yerel personel) Gagauzlardan seçmiş; ardından da bölgelerinde temayüz etmiş yerel liderlerin çocuklarına öncelik vererek ilk etapta yaklaşık 40 kişilik bir öğrenci grubunu öğrenim için Türkiye’ye göndermiştir. Daha sonra bu sayı 200’ü aşmıştır. Bunların bir kısmı tekrar ülkesine dönerek toplumuna Türklük bilinci ile hizmet ederken, Türkiye’de kalanlar da anavatana hizmeti yeğlemiştir. Bu grup arasında, Ege Üniversitesi’nde Rektör Yardımcılığı yapmış emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Emin Mutaf (Georgi Mutaf), Prof. Dr. Özdemir Çobanoğlu (Vasili Çoban) gibi çok sayıda Gökoğuz Türkü bulunmaktadır (11). Rahmetli Tanrıöver, bununla da kalmayarak Romanya’daki müslüman Türk azınlığın, Gagauzlara her yönden destek vermesini de sağlamıştır (12). İşte bütün bu faaliyet programı çerçevesinde, Romanya vatandaşı gönüllü Türk öğretmenlerinin yanısıra, Türkiye’den de 80 ilkokul öğretmeni getirtilmiştir. Bu öğretmenlerin öğrencilerinden olup da hayatta olan yaşlı Gagauzların ifadelerine göre, romence ve rusça bilen bu öğretmenler, II. Dünya Savaşı’nın başına kadar bölgede görev yapmışlar. Bunların çoğunluğu savaşla birlikte Türkiye’ye dönerken, bazıları “görevleri henüz bitmediği” gerekçesiyle eğitim hizmetine devam etmişler. Ancak, Sovyet işgali ile bu öğretmenlerin tamamı “Türk Casusu” isnadı ile hep aynı cezaya, 25 yıl ağır hapis cezasına çarptırılarak Sibirya’daki toplama kamplarına gönderilmişler. Sonra, Stalin’in ölümünden sonra Kruşçev tarafından çıkarılan afla Gagauz Yeri’ne sadece biri dönebilmiş: Adı, Ali KANTARELLİ! Ölünceye kadar “Kemal”in yani Mustafa Kemal ATATÜRK’ün öğretmeni olmayı sürdürmüş; çevresindekilere Türkçe öğretmiş; Türklük bilinci aşılamış… Üç çocuğuyla dul kalan bir Gagauz kadınıyla evlenmiş; onları her Pazar Kiliseye götürdükten sonra evine dönüp müslümanlığın gereklerini yerine getirmiş. Bir başka ifadeyle, laikliğin ne olduğunu sevgi, saygı ve hoşgörü ile en kökten-dinci Ortodoks Gagauzlara da göstermiş, tek kelime ile örnek oluşturarak hayranlık uyandırmış… İşte, O’nu sevgi, saygı ve minnetle anan bir öğrencisi, Moldova Yazarlar Birliği Başkanı, Moldova eski Eğitim Bakan Yardımcısı, hayattaki en büyük ve önemli Gagauz eğitimcisi, yazarı ve halk kültürü uzmanı Nikolay BABAOĞLU’nun, ilkokul öğretmeni Ali KANTARELLİ hakkında hatırladıkları!.. Hem de orijinal Gagauz Türkçesi ve yeni kabul edilen latin harfleri ile:

“ANILARIM

Ben duudum 1928 yılda bir gagauz-türk aylesinde, kuyumuzun adıydı Tatar-Kıpçak ama bugün sadece Kıpçak deerlar. Benim soyadını Babaoğlu, adımı Kilisede Nikolay koymuşlar niçin ki annem-babam hristian dinini kullanırmışlar.

1935-cı yılda açan ben 7 yaşımı doldurmuşum beni köyümüzde ilkokula verdiler. Benim öğretmenim bir çok yalpak romen kadınıydı. Ben küçük olarak baştan romence konuşmayı hiç anlamazdım, necin ki evde içerimizde biz konuşurduk sadece gagauz Türk dilinda. Ama çocukluk fikirim keskindi gülerüzlü öğretmenimi da annemi gibi çok sevmiştim besbelli bu üzere tez-tez başladım romenceyi annama ama ikinci-üçüncü sınıflarda ben artık çok iyi romence bilirdim, yazmakta okumakta 10 hem 9 derecelerden aşaa kalmazdım. Okulumuzda birinci öğrenci sayılırdım, evde annem-babam çok kanaattılar.

Ne büyük sevinmelik oldu bizim okulumuzda açan 1937 yılda sölediler ki aftada iki dersimiz olacak türkçe. Kim bizi öğredecek, nasıl olacak hiç bişey taa bilmezdik, ama çok merak ederdik, yinanamazdık ki olur olsun ders bizim ana dilimizde.

Eylül ayın birinde başlardı eni okul yılı. Bu günde Kıpçak okulun meydanında bizi okul öğrencilerini (bir 100-150 kişi) hepsimizi dizdilar kare. Bu karenin ortasında vardı 4-5 romen öğretmenleri, angılarını biz artık bilirdik tanırdık ama onnarın aralarında vardı bir da eni gene bize yabancı bir adam. Giyimliydi o cateni elbiseylen, başında vardı geniş kenarlı Avrupa şapkası, saa elinde asılıydı bastonu. Karede çocukların arasında başladı gezmea laf çünkü bu adam gelmiş Türkiyeden de bizim türkçe öğretmenimiz olacakmış. O romen öğretmenlerin yanında konuşurdu romen dilinde. Ben o zaman düşündüm: Sanki o nasıl bizi türkçe öğredecek, açan o kendisi sadece romence konuşuyor… Ama okul yılın başlangıç yortusu geçti da biz başladık derslerimizi. Sınıfımızın kapusuna derslerin programını asmıştılar. Benim üçüncü sınıfımda salilarda hem cumaalarda yazılıydı birer ders türk dili. Okulumuzda hepsi çocuklar sadece bu eniliyi konuşurdular işittik ki ikinci sınıfta pazaertesi artık türk dili olmuş, eni ögredici söylemiş kendi adını demiş uşaklara, ki onunla olur öle konuşmaa nice evde annelerimizlen konuşuyoruz… Geldi sali günü ikinci dersimiz türkçe, nasıl meraklan beklerdik zil calsin, erleştiydik sıralarımıza beklerdik, ama aramızda vardı bir en huluz ürencimiz Kocabaş Koli o kapu aralığından bakardı gelecek mi. Bir da o hızla kaçtı erina ge-li-yor!

Girdi içeri eni öğretmen, biz hepsimiz askerde gibi kalktık ayaa, beklerdik hergünkü alışılmış selamı “Buna ziua”, amma işittik eni selamı o dedi Günaydın. Biz bilmezdik nasıl cevap edelim, ama o başladı bizimlen çok annaşılmış evdeki dilimizde konuşmaa:

Çocuklarım, dedi o, eter ayakça durdunuz, oturunuz, aramızda, sevinmelikten mi yoksa şaşmaktan mı bir gülüş koptu. Öğretmen devam etti gülmeyin dedi ben size türkçe selam verdim “Günaydın”. Ben de Nikolay Babaoğlu sayılırdım sınıfımızda en açıkgözü hiç utanmadaan sordum:

– Ama biz bilmeriz nasıl selamınıza cevap verelim:

– Siz de deyin “Günaydın” da hemen oturun. Hade eniden tekrar edelim bunu. Kalkınız, ben deyecem Günaydın siz de cevap ediniz. Kalktık:

– Günaydın, çocuklar. Biz de:

– Günaydın!

– Bana deyeceniz “Bay öğretmen” bunu o yazdı tebeşirlen taftamıza, biz de yazdık teflerimize. Sonra söyledi ki o bizim türk dili öğretmenimiz, sordu bizim sıraylan isimlerimiz, taa sora taftaya yazdı türk dilin alfabesini o pek az ayırıhrdı romen alfabesinden. Ö, ü kelemelerin altını çizdik. Öğretmen dedi ki bir aftadan sonra türkçe kitaplar gelecek de başlayacaaz türkçe okumaa. Ama bu ilk dersimizde sadece konuştuk. Bay öğretmen söyledi ki kitaplarımız türkiye memleketinden demir yoluyca gelecekler, ki bu kitapları bize türkiye prezidenti Kemal paşa Atatürk hediye göndermiş. Taa sora o gösterdi haritada nerede Türkiye bulunuyor, anlattı ki orada insanlar hepsi bizimce türkçe konuşuyorlar. Bize öğretmenimizin her bir sözü çok meraldi gelirdi. Düşünürdük acaba nasıl öle bir bütün memleket sadece türkçe konuşuyor…

(.....)

Onlar, “Kemal’in Öğretmeni’ydiler!… Gözlerini kırpmadan gösterilen Türk toprağına gitmişler, hayatları pahasına görevlerini sürdürmüşlerdi.

Tıpkı şimdilerde Güneydoğu’da PKK’lı teröristlerce şehit edilen genç meslekdaşları gibi!..

Ama Ali Kantarelli öğretmenin dışındakilerin ne adları ne de kabir taşları var!.. Ne giderken sormuşlar, ne de Tanrı cennetine uçmağa varırken!.. İlgi ya da hatırlanmayı bekliyorlar mı? Sanmıyorum, çünkü onlar Türklüğe hizmet yolunda ulaşabilecekleri en üst mertebeye ulaşmışlar. Ama yine de siz lütfen gözlerinizi kapatıp buz gibi soğuk bir ülkede başında haç dikili bir kabir hayal edin ve içindeki şehitlerimize Ulu Tanrı’dan sonsuz rahmetler dileyin!..

Bir de gönül pınarınızdan süzülüp, kalp gözünüzden dökülecek sımsıcacık şükran ve sevgi dolu bir damla yaş!.. Hepsi o kadar.

Evet, bir gün yolunuz Gagauz Yeri’ne düşerse, Çadır, Vulkaneşti, Taraklı gibi şehirlerde ve Kıpçak, Baurçi, Tomay gibi köylerde Gagauz soydaşlarımızın tertemiz Türkçelerini duyup bize olan duygusal yakınlıklarına tanık olduğunuzda artık bilirsiniz ki, bu bölgelerde “Kemal’in Öğretmenleri” görev yapmışlardır. Onların ulaşamadıkları Komrat ve çevresinde ise anadilini konuşamayan, ruslaşmak üzere olan Gagauzları gördüğünüzde ise en büyük Türk Atatürk’ü minnet ve hayranlıkla anarsınız.

Ve kendi kendinize sorarsanız, 2000’e bir ay kala, Türkiye Cumhuriyeti, hem de bu kalkınmışlık ve eğitim düzeyinde Gagauzlara rusça ve romence bilen kaç ilkokul öğretmeni gönderebilir? İşte Atatürk farkı!..

O, Türkiye dışında yaşayan Türklerin sorunlarına hiç ama hiç duygusal bakmadı; hele hele hiç “ben Turancıyım” demedi; istismara yeltenmedi; bunun için de dünyanın kin ve nefretini üstümüze çekmedi, çektirmedi. Son derecede akıllıca, sessizce, Türkiye’nin konumunu ve kaynaklarını riske atmaksızın gerçekçi bir strateji oluşturdu ve izledi.

Örneğin, Hatay’a görevlendirdiği fedailerin başarılarını izledi ama sonucunu göremeden uçmağa vardı. Ve O, Tanrı cennetine ulaştığında, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya gibi ülkelerdeki Ali Kantarelli gibi nice “Kemal’in Öğretmeni” unutuldu, gitti. Bugün onların ve ailelerinin çektikleri acıyı ve hasreti lütfen yüreklerinizde hissetmeye çalışın ve bu fedakâr akıncı vatan evlâtları için bir fatihayı esirgemeyin!..

Dipnotlar:

1. Atatürkçülük III-Atatürkçü Düşünce Sistemi (Haz. Genelkurmay Başkanlığı), (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayını, 1997), s. 30.

2. Reha Parla, Belgelerle Türkiye Cumhuriyeti’nin Uluslar arası Temelleri: Lozan-Montrö, (Lefkoşa: 1985), s. 72-77 ve 101.

3. Yalçın Özalp, Yurt Dışındaki Türk Şehidlikleri, (Ankara: A.Ü.T.İ.T.E. yayınlanmamış doktora tezi, 3 C, 1987).

4. 16 Mart 1921’de imzalanan Moskova Barış Antlaşması’nın 8. Maddesine göre, Türkiye ve Rusya, kendi topraklarında birbirleri aleyhine faaliyet gösteren kişi ve örgütlere hayat hakkı tanımayacaklardır. Buna göre, Mustafa Kemal Paşa, Rusya’daki “Heyet-i İlmiye”ye dahil B.M.M. üyesi milletvekilleri dahil ilgili istihbarat görevlilerimizi geri çekmiş; Sovyet Rusya da, Komintern’e bağlı olarak faaliyet gösteren Yeşilordu, Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası ve Hafi Türkiye Komünist Partisi gibi örgütlerin kapatılmasını onaylamıştır. Antlaşmanın akabinde, Atatürk tarafından muvazaalı olarak kurulmuş olan resmi T.K.P. de kapatılmıştır. Bu partinin kurucularının İsmail Suphi, Mahmut Esad gibi “Türkçü” ve Mustafa Kemal Paşaya bağlılığı ile tanınan kişiler arasından seçilmiş olması manidardır. Bunlardan Burdur mebusu İsmail Suphi Beyi, daha önce Türk Yurdu dergisinde yazdığı Türkbirlikçi yazılarından tanıyoruz. Mahmut Esat Bey de daha sonra “Bozkurt” soyadını alacak ve Türk Devriminin esaslarını yeni nesillere öğretecek programda önemli görevler üstlenecektir. Moskova Barış Antlaşmasının tam metni için bkz. İsmail Soysal, Tarihçeleri ve Açıklamalan ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal Andlaşmalan, I. Cilt, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayını, 1983), s. 27-38.

5. Buhara Halk Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Osman Hoca’nın önderliğinde B.M.M. Hükümeti’ne teslim edilmek üzere Sovyet Hükümeti’ne verilen 100 milyon altın rublelik para yardımı hakkında, Mustafa Kemal Paşa’nın B.M.M.’nde Buhara Elçilerinin de katıldığı oturumda yaptığı konuşma metni, “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”nde mevcuttur. Ayrıca geniş bilgi için bkz. İdari Faaliyetler, (Ankara: Genel Kurmay Başkanlığı ATAŞE Yayını, 1975), s. 173 vd.; Osman Kocaoğlu, “Rus Yardımının İçyüzü”, Yakın Tarihimiz, I, s. 101; Prof.Dr. Ergun Aybars, Türkiye Cumhuriyeti I, (İzmir: Ege Üniversitesi Yayını, 1984), s. 327-29 ve 373-76; Enver Behnan Şapolyo, “Atatürk ve Üç Kılıç”, Türk Kültürü, 4, 37: 84-87; Prof.Dr. İbrahim Yarkın, “Buhara Hanlığı’nın Sovyet Rusya Tarafından Ortadan Kaldırılması ve Buhara Halk Cumhuriyeti’nin Kuruluşu”, Türk Kültürü, 7, 76: 297-303. Mustafa Kemal Paşa, Buharalı soydaşlarımızın bu çok önemli ve anlamlı jestine karşılık, Buhara’da Büyükelçilik açılmasına karar verdi. Bu göreve Ruşen Eşref (Ünaydın) Beyi, Maslahatgüzarlığa da Rahmi (Apak) Beyi getirdi. Buhara Halk Cumhuriyeti’nin Kızılordu tarafından işgali öğrenilince, sefaret heyetimiz Batum’dan geri döndü.

6. Mustafa Kemal Atatürk’ün Azerbaycan’daki gelişmelerle ilgili olarak askeri istihbarat raporlarının yanısıra, B.M.M.’nin Bakû’daki Mümessili Memduh Şevket (Esendal) ve diğer görevlilerle birlikte Dr. İbrahim Tali (Öngören), Dr. Rıza Nur, Bekir Sami, Enver Paşa’nın yaverlerinden ve de amcası Halil Paşa’dan da önemli bilgiler içeren raporlar aldığı ve dolayısıyla da bölgedeki tüm gelişmeleri yakından takip ettiği anlaşılıyor. Bu arada Azerbaycan Temsilcilerinden Mehmet Haşim Beyin, İstanbul’da M.M. (Müdafaa-i Milliye) Grubunun yanısıra, B.M.M. İstanbul İstihbarat Şubesine sunduğu raporların asılları, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Arşivinde (39/16670 vd.) bulunmaktadır. Memduh Şevket Beyin Bakû’daki faaliyetleri hakkında geniş bilgi için ayrıca bkz. Bilâl Şimşir, Bizim Diplomatlar, (Ankara: Bilgi yayını, 1996).

7. “Milli Merkezler”, ilk olarak İttihatçılar döneminde “Teşkilât-ı Mahsusa”ya bağlı olarak kurulmuştur. Bu yapılanmayı daha sonra Türkiye Cumhuriyeti döneminde M.A.H. aynen devralmıştır. “Milli Merkezler”, günümüzde de azalan bir etkinlik kapsamında varlıklarını sürdürmeye devam etmektedirler. Milli merkezlerin tarihçesi hakkında geniş bilgi için bkz. Necip Hablemitoğlu Arşivi, M.M. Klasörü, D.l-2, B.l-9.

8. Türk Ortodoks Patrikhanesi’nin Ruhani Lideri olan Başpatrik Dr. Selçuk Erenerol, Türklük ve vatandaşlık bilincinde inanç ayrımı yapmayan Atatürk’ün özlemini duyduğu ideal bir Türktür, Cumhuriyet aydınıdır. Türkiye’nin ve Türklüğün çıkarları doğrultusunda üzerine düşeni en mükemmeliyle yapan müstesna bir din adamıdır. Türkiye’nin diplomatik yollardan Gagauzlar, Çuvaşlar, Yakutlar gibi Türk asıllı Ortodoksların bu Patrikhaneye fiilen bağlanmasını mümkün kılacak girişimlerde bulunması gerekmektedir. 1995 Eylül’ünde, 20 Gagauz okul müdiresinin T.İ.K.A. kanalıyla Ankara’ya geldikleri; burada Gazi ve Hacettepe Üniversitelerine mensup bazı öğretim elemanları tarafından İslâmiyet propagandası kapsamında aşağılandıkları, hakaret ve tehdit gördükleri; Kişinev ve Çadır Lunga şehirlerinde fethullahçıların yönetiminde iki kolejin faaliyet gösterdikleri dikkate alınacak olursa, bu iki küçük örnekten bile Atatürk Türkiyesi’nin nereden gelip nereye götürülmeye çalışıldığı anlaşılır. Sorunun çözümü için önce tarihsel açıdan Atatürk’ün Dış Türklere yönelik stratejisinin günümüze adaptasyonunun sağlanması, sonra da Türk Ortodoks Patrikhanesinin bu strateji içindeki konumunun güçlendirilmesi ve fonksiyonlarının arttırılması gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, laiklik, Türklük bilincinin kökleşmesinin yegâne teminatıdır. Patrikhane’nin kuruluş çalışmaları hakkında geniş bilgi için bkz. Dr. Esat Arslan, “Kurtuluş Savaşında Yunan-Fener Patrikhanesi Birlikteliğine Karşı Örgütlü Bir Yaklaşım”, A.Ü.T.l.T.E. Atatürk Yolu, 8, 15: Mayıs 1995, s. 407-442.

9. Türkocakları’nın kapatılması hakkında kısmi bilgi için bkz. Adile Ayda, Sadri Maksudi Arsal, (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayını, 1991), s. 164 vd.

10. Hayatının sonuna kadar Türklük ülküsüne bağlı kalan ve Mustafa Kemal Atatürk’ün yanından ayrılmayan Hamdullah Suphi Tannöver’in hayatı ve faaliyetleri için bkz. Dr. Fethi Tevetoğlu, Hamdullah Suphi Tanrıöver, (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayını, 1966); Bilal Şimşir, Bizim Diplomatlar, (Ankara: Bilgi Yayını, 1996), s. 446-457.

11. Türkiye’de kalmayı yeğleyen Gagauz öğrencileri arasında, İ.T.Ü.’den emekli olan Prof.Dr. Osman İkizli (Kubeli-Anatoli İkizli), Fransızca Öğretmeni Mete Kargalık (Komratlı-Dimitri Kargalık), Öğretmen Selma Sakallık (Kubeli-Ksenya Sakallık), İ.Ü.’nden emekli olan matematikçi Prof.Dr. Selma Öztürk (Vulkaneştili-İrina Bulgar), Op.Dr. Erol Biricik (Komratlı-Mina Vasilioğlu), Öğretmen Deniz Kapsız (Kirsovalı-Lidya Kapsız), İnşaat Müh. Ergin Mutaf (Komratlı-Evgeni Mutaf), Veteriner İskender Akkerman (Satılık Haci Köyünden – Aleksandr Draganof), Ziraat Müh. Dr. Güngör Karel (Kubeyli-Georgi Volontir), Kanada-Edmonton’da Ziraatçı Prof.Dr. Rüstem Aksel (Kubeyli-Leonid Gagauz), Fransızca Öğretmeni Orhan Bucak (Kongazlı-Tulba Meti), Veteriner Aksel Alant (Baurçili-Simeon Terzi), Kanada’da Veteriner Aynur Aksel (Kubeyli-Akkulina Raynova), İşadamı Yusuf Sakallı (Kubeyli-İvan Sakallı) ve daha pek çokları bulunmaktadır. Moldova’daki Gagauzlar, gurur duydukları, kendilerini Türkiye’ye bağlayan köprüler olarak nitelendirdikleri bu vatandaşlarımızın Türkiye’deki yeni ad-soyad ve meslek-adres bilgilerine -hem de komünizmin en baskıcı dönemlerinde- ulaşmayı başarmışlar. Kendileri ile temas kurmayı denediğimde, mevcut listede yer alanların yarısına yakınının vefat ettiğini üzülerek tespit ettim. Aynı şekilde, Moldova’ya dönenlerin hiçbirinin hayattta olmadığını bizzat yerinde müşahade ettim. Bu çalışmalarımda yardımcı olan Sayın İvan Volontir ile Sayın Nikolay Babaoğlu’na şükran borçluyum.

12. Bükreş Büyükelçimiz Tanrıöver, Kuzey Dobruca’da ağırlıklı olarak yaşamakta olan Türk azınlığı arasındaki küçük sorunları (Tatar-Türk ayırımı gibi) gidermekle işe başlamış. Eski tarihlerde Kırım’dan göç etmiş olanların Kıpçak Türkleri olduğunu, Anadolu’dan gelenlerinse Oğuz Türkleri olduğunu taraflara anlatmış ve ikna etmiş. Daha sonra Romanya’daki Türk azınlığa ait gazete ve dergilerde, Gagauz Türkleri lehine yazı ve haberlere yer verdirerek, gerek ekonomik ve gerekse eğitim açısından çok geri bulunan bu otantik Türk topluluğu için yardım kampanyaları açtırmış. Gerek Kişinev’deki Gagauz Kütüphanesi’nde, gerek Ankara’daki Milli Kütüphane’de ve gerekse kişisel arşivimde mevcut periyodiklerde (“TÜRK BİRLİĞİ”, “YILDIRIM” gibi), “Gagauzlar: Arıkan Türkler”, “Hristiyan Türkler”, “Türk Gagauzlar”, “Gagauzların Aslı” gibi dikkat çekici başlıklar altında çok sayıda haber, yazı ya da etnografik ve de tarihsel nitelikli araştırmalara rastladım. Tanrıöver’in Büyükelçiliği döneminde (1931-1944), özellikle 1935-1939 yılları arasında yoğunlaşan Türk Devleti’nin ilgisi, uzun bir aradan sonra, ancak Sovyetler Birliği’nin dağılması ve akabinde Moldova’nın bağımsızlığına kavuşmasından sonra yeniden mümkün olabildi. Buraya gönderilen ilk Başkonsolosumuz Sayın Ender Arat, Gagauz azınlığın, ayrılıkçı Rus (Bender-Tiraspol) hareketine alet olmasını, dolayısıyla Türk kanı akıtılmasını önledi; Gagauzların kültürel ve sınırlı yönetsel özerkliğe sahip olmalarında büyük rol oynadı. Gagauzların özlem ve saygı ile hatırladıkları ve Tanrıöver ile özdeşleştirdikleri bu eski Başkonsolosumuz, halen Viyana’da Büyükelçi olarak mesleki yaşantısını sürdürmektedir.

13. Nikolay Babaoğlu’nun elyazısı notlarının tıpkıbasımı için bkz. Dr. Necip Hablemitoğlu, “Atatürk ve Dış Türkler (1)”, Kırım, 6, 21: Ekim-Aralık 1997, s. 3-13.

Dr. Necip HABLEMİTOĞLU

Yeni Hayat, 1999 Kasım

Şark Meselesi, Yaşar Nuri Öztürk

Şark meselesinin hedefine varmasında batının bütün sinirlerini tepesine çıkaran, batıyı rahatsız eden, batının pişmiş aşına su katan bir fenomen var; bu Mustafa Kemal fenomeni. Bugünkü batının bir yandan radikal İslam’dan, bir yandan İslami şiddet üretmesinden, bir yandan İslam’ın çağı rahatsız etmesinden –bakın tabirler; bunlar kendilerinin tabirleridir- bir yandan şikayetçi olarak İslam meselesinin bu sıkıntılı noktalarını, uygulamaları, fikriyatı; kurduğu devlet ve geliştirdiği aydınlanma hareketiyle, hepsiyle birden ortadan kaldırmış ve bu sıkıntıyı bertaraf etmiş bir adamın mirasını ortadan kaldırmaya uğraşıyorlar.

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk


*

Yaşar Nuri Öztürk, günümüz Türkiye'sinin en ünlü ilahiyatçısı ve laik-reformist bir İslam'ın öncü teorisyenidir.

Die Zeit





Laiklik'in İlkesinin Hizmeti - Yaşar Nuri Öztürk

Laiklik, sadece devletin dinden, dinin de devletten elini çekmesini sağlamıyor, din sınıfının dini yaşamak isteyen kitlelere tasallutunu da önlüyor. Bu açıdan bakıldığında laiklik dine en büyük hizmetin kurumudur. Ve laiklik, dindarların âdeta huzur ve mutluluk gemisidir. Dinci sömürücüler laikliğe, esas bu ikinci anlamı yüzünden düşmandırlar. Çünkü onların kitleler üzerindeki şeytani hegemonyalarını kıran, laikliğin bu ikinci anlamıdır. Bu anlam, din bezigânlarının korkulu rüyalarının ve saltanatlarını yitirme kaygılarının esas sebebidir.

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk



*

Yaşar Nuri Öztürk, günümüz Türkiye'sinin en ünlü ilahiyatçısı ve laik-reformist bir İslam'ın öncü teorisyenidir.


Die Zeit



Türklük yüce bir ruhtur.. Papa Eftim bunun somut örneğidir.

[Editörün notu: Ebedi olan ruhtur. 
Dinler -ki maddi ilişkileri düzenler- dahil herşey gelip geçicidir ve maddeye aittir.

Türklük, dinler kullanılarak ruhsuz bir ceset demek olan bedene tıkılmak ve kısırlaştırılmak istenmiştir. Göreceğiniz üzere Mübadeleler de bunun bir kanıtıdır.  ]




BÜYÜK TÜRK PAPA EFTİM


" Papa Eftim bu memlekete bir ordu kadar hizmet etmiştir. " 
-Mustafa Kemal Atatürk


"Ben, her zaman her yerde Türk olduğumu beyan ettim. Bir yabancı Türk dostu olabilir. Fakat benim gibi halis bir Türk’ün, bir yabancı Türk dostu gibi gösterilmesinden incinmemek ve teessüf duymamak mümkün değildir. Bana Türk demeyip Türk dostu diyenleri hiçbir şekilde affedemem! Biz hristiyan Türkler de, bütün milletimizle beraber milli istiklalimize kavuştuk ve şimdi övünüyoruz. Ne mutlu Türk’üm diyene."
- Papa Eftim



Kayseri'deki kongreye katılan Hıristiyan Türk çevreleri Milli Mücadelede Atatürk ve arkadaşlarının yanında yer alırlar, gerekli desteği verirler. Türk Hıristiyan Ortodoksların önderi Baba (Papa) Eftim'e, Kurtuluş Savaşına verdiği destekten ötürü bizzat M. Kemal Atatürk tarafından İstiklal Madalyası verilir. 


Büyük Taarruzdan önce Ankara'da ilk toplanan TBMM bahçesinde, Atatürk'ün de hazır bulunduğu bir miting sırasında halka seslenen Papa Eftim, İncil'den bir pasaj okur: 

"Düşmanlarımızın herşeyi var, ancak bizim silah ve cephanemiz yok. Fakat göğsümüzde imanımız var, mutlaka kazanacağız. Yaşasın muzaffer Türk Ordusu!


Bağımsız Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erenerol'un babası olan Papa Eftim, Kurtuluş Savaşına verdiği destekten sonra Atatürk'ün şu sözlerine mazhar oldu: "Baba Eftim, bu memlekete bir ordu kadar hizmet etmiştir."

Sivas'ta tanışma imkanı bulan Mustafa Kemal, Selçuk Erenerol'a göre 1924 yılında Papa Eftim'den Fener Rum Patrikhanesinin başına geçmesini istiyor. Cemaatin halen dini lideri görevini yürüten Selçuk Erenerol, babasının Atatürk ve arkadaşlarının bu teklifini, "Benden üstün dini ruhbanlar dururken, benim o makamı doldurmam mümkün değil" diyerek geri çevirdiğini söylüyor. Ancak Papa Eftim, Atatürk ve arkadaşlarına Yunanistan'ın göndereceği patriğin özelliklerinin ne olması gerektiği konusunda 11 maddelik bir rapor veriyor. Papa Eftim'in, patrik için birinci şart olarak Yunanistan'da kral taraftarı olması gerektiğini ileri sürmesi dikkat çekiyor. O dönemde Kral taraftarı din adamlarının Yunan Hükümetinden farklı görüşlere sahip olduğu biliniyor. Papa Eftim'in, atanacak patriğin Yunan Hükümetinin kirli emellerine alet olmaması için böyle bir istekte bulunduğu tahmin ediliyor.

Lozan antlaşması sonrası, Atatürk'ün özel izni ile mübadeleden ayrı tutulan Papa Eftim ve 50 kişiyi bulan yakınları önce Ankara'ya getirildiler. Ardından İstanbul'a götürülerek Karaköy yakınlarına yerleştirildiler. 

1964 yılına gelindiğinde Anadolu'da Türk kökenli Ortodoks kalmamıştı. Ancak mübadeleden uzak tutulan İstanbul'da Türk kökenli Ortodoksların sayısı azımsanmayacak kadar fazlaydı. Üstelik bu insanların büyük bölümü ticaret ve sanatta Müslüman Türklerle kıyaslandığında çok daha zengin durumdaydı.

Yunanistan ve yerli işbirlikçileri Kıbrıs'ta kanlı olayları başlatınca dönemin başbakanı İsmet İnönü, Yunanistan'a iyi bir ders olur niyetiyle İstanbul'daki Rumların sınırdışı edilmesini gündeme getirdi. Papa Eftim İsmet Paşa ile Taşlık'taki evinde görüşerek ikinci bir Lozan faciasının yaşanmamasını istedi. 

İsmet Paşa ile Papa Eftim arasında sert tartışmaların yaşandığı da biliniyor. Ancak İsmet Paşa kararlıydı. Tıpkı Lozan'da olduğu gibi 1964 yılında da insanların kökenine bakılmaksızın, din unsuru dikkate alınıp yaklaşık 70 bin kişi sınırdışı edildi. Selçuk Erenerol'a göre bu rakam 86 bin olup 1520 bini hariç hepsi Türk'tü. Ağırlık kazanan rakam ise 50 bin. Mübadeledeki gibi toplu halde trenlere bindirme değil, tek tek toplayıp sınırdışı etme vardı bu defa.

Papa Eftim Türkiye lehine yaptığı çalışmalardan sonra Yunanistan'da istenmeyen adam ilan edilmişti artık. İstanbul'daki diğer Hıristiyan cemaatlerin aksine Türk Ortodoks Kilisesi mensuplarının Yunanistan'la ilişkileri bugüne kadar düzelmedi. Selçuk Erenerol, babasına Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanistan'ın yanında yer alması için çok büyük baskılar yapıldığını söylüyor: "Eğer babam Yunanistan'ın istediğini yapmış olsaydı, bugün Atina'da heykeli dikilmiş olacaktı."

.
.

18 MART ÇANAKKALE ZAFERİ ve ŞEHİTLERİ ANMA GÜNÜ






18 Mart Çanakkale Zaferi büyük bir kahramanlık destanı... 18 Mart Çanakkale Zaferi’nin bu yıl 105. yıl dönümü ve birçok kişi Çanakkale ile ilgili şiirleri sözleri araştırıyor. 18 Mart'ta Gelibolu’da büyük bir kahramanlıkla kazanılan zafer, sadece Türklerin değil bütün dünyanın hayatını değiştirdi. 18 Mart Çanakkale Zaferi kutlu olsun !

18 Mart Çanakkale Zaferi, Mustafa Kemal Atatürk’ün askerlerine “Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler gelir, başka komutanlar hâkim olabilir.” dediği unutulmaz zaferdir. İşte 18 Mart Çanakkale Zaferi hakkında bilinmesi gerekenler...

ÇANAKKALE ZAFERİ MESAJLARI VE SÖZLERİ

* Benimle beraber burada muharebe eden bütün askerler kesin olarak bilmelidir ki bize verilen namus görevini eksiksiz yapmak için bir adım geri gitmek yoktur. Uyku, dinlenme aramanın, bu dinlen­meden yalnız bizim değil, bütün milletimizin sonsuza kadar mahrum kalmasına sebep olacağını hepinize hatırlatırım. (Mustafa Kemal Atatürk)

* Çanakkale Zaferi, Türk askerinin ruh kudretini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muhare­belerini kazandıran bu yüksek ruhtur. (Mustafa

Kemal Atatürk)

* Harpte iki meş'um (uğursuz) şey vardır. Bunlardan biri taş duva­ra körükörüne yüklenmek, diğeri kuvvetleri birtakım ayrı ve bağlan­tısız harekata dağıtıp körletmektir. Biz bu iki ahmaklığı yapmanın tehlikesiyle karşı karşıyayız. (İngiliz Başbakanı Asquith)

* Ordunun yardımı olmaksızın Filo'nun başarı sağlayabileceği ümidine kapılmıştım; fakat şimdi bu işte müşterek bir harekatın zo­runlu olduğunu anlıyorum. (Churchill)

* Türkler, Çanakkale'yi zorlayan çağının en ileri tekniğine sahip güçler karşısına adeta bir kale gibi dikilmişlerdir. (Churchill)

* Bu Türk kıtaatının cesaret, metanet ve se'bat cihetiyle takdir ve senaya liyakati, her şüphenin fevkinde bulunmuştur. Donanmasının ateşiyle de, en müessir surette muavenet gören pek cesur bir düşman taarruzlarına karşı sayısız muharebelerde bu kıtaat mevkilerini muhafaza etmişlerdir. (Alman Generali Uman von Sanders),,

* Avrupa'da hiçbir asker yoktur ki, bu ifadenin altını çiziyorum, * Türklerle mukayese edilebilsin. Almanların müdafaada gayet iyi oldukları kabul olunabilir. Fakat siperlerde onlar dahi Türklerle kıyas edilemez. Misal olarak Gelibolu'yu zikretmek isterim. Orada bizim gemi ateşlerimizle büyük zayiata uğrayan kıtalar, Türk olmasalardı. Yerlerinde kalamaz ve derhal değiştirilirlerdi. Halbuki, Türkler, bütün muharebe müddetince yerlerinde kaldılar. (General Tawshend)

* Çanakkale Boğazı'ndaki Türkler ve Almanlar da 18 Mart'ı aralık­sız takip eden sessiz günler, şaşkınlık ve sonra da, büyük bir sevinç uyandırdı. Moral, son derece yüksekti. Kaleler ve tabyalardaki ha­sar da kolaylıkla giderilmiş olmakla beraber, ağır bataryaların cep­hane durumu-ciddiyetini koruyordu. (Robert Rhodes James)

* Çanakkale müdafaası, üç mucizeler muharebesidir. Hali kurtar­dı; maziye hamaset ve

azametini iade etti; vatanımızı bir vatanı ebedi yaptı. (Sami Paşazade Sezai)

* Zafer, “zafer benimdir” diyebilenindir,

* Hiçbir zafere çiçekli yollardan gidilmez.

* Zaferin büyüklüğü, savaşın çetinliği ile ölçülür.

* Zafer, barışın en kısa yoludur.

18 MART’TA NELER OLDU?

İtilaf Devletleri’nin İstanbul’u da alarak İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nın kontrolünü ele geçirmek istemesi üzerine ilk hedef Çanakkale Boğazı olmuştur. Ancak saldırıları başarısız olmuş ve geri çekilmek zorunda kalmışlardır.

1) Dünya tarihini değiştiren bir savunma
Çanakkale’de Türklerin kazandığı zafer, İngiliz ve Fransızların müttefikleri olan Rus Çarlığı’na yardım götürememisine neden olmuştur. Böylece Lenin önderliğindeki Bolşevikler devrim yapmış ve Rusya’daki monarşiyi yıkmışlardır. Kurulan Sovetler Birliği savaştan çıkmış ve 1991’e kadar süren bir soğuk savaşın da adımları atılmış oldu.

2) Milli mücadeleye yardım etti
Zafer kazanılmış ama savaş kaybedilmişti. Başkent İstanbul’da İngiliz ve Fransız gemileri demirlemiş, Osmanlı topraklarını paylaşıyorlardı. Ama Çanakkale’de ünü her yere yayılan Mustafa Kemal, bu zaferdeki büyük payı sayesinde duyulmamış olsaydı, 1919 yılının 19 Mayıs’ında Samsun’a çıktığında sonradan Kurtuluş Savaşı’na dönüşecek milli mücadele için bu kadar insanı yanına çekemeyebilirdi.

3) Savaşın düşman yaratmayacağını gösterdi

İngiltere sömürgesi olan Avustralya ve Yeni Zelanda, ANZAC(Australian and New Zealand Army Corps) adındaki birlikleriyle Çanakkale’ye gelmişler, belki de hiç görmedikleri İngiltere ve onun kralı için canlarını vermişlerdi. Savaşların milletlerin değil kişilerin işi olduğunu bilen Atatürk ise, savaşta hayatını kaybeden Anzak askerlerine ve annelerine hitaben söylediği “Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra bizim de evlatlarımız olmuşlardır.” sözleriyle dünyaya bir kere daha örnek olmuştur.

4) 3 büyükler tek yürek oldu
Türkiye’nin en köklü 3 spor klübü olan Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın sporcuları, Çanakkale’de kazanılan zaferde pay sahibidir. Resmi kayıtlara göre 3 büyüklerde o zamanlarda sporcu olan 30 oyuncu(Galatasaray 23, Fenerbahçe 5, Beşiktaş 2) farklı cephelerde şehit olmuştur. Cephede savaştıktan sonra saatlerce yol gidip İstanbul’da maç yapmaya gelip, maç sonunda tekrar cepheye dönen futbolcuların hikayeleri ise kitaplara konu olmuştur.

5) Yarım milyon insan hayatını kaybetti

Kocaman bir dünya savaşının sadece bir cephesi olsa da, Çanakkale hem kazanan hem de kaybeden için pahalıya mal oldu. 490.000’e yakın askerle gelen işgalci kuvvetler, 
300.000’den fazla kayıp verdi. Buna karşılık Osmanlı tarafının 315.000 askerinin 250.000 tanesi ana yurdunu korurken şehit oldu. O tarihe kadar eşi görülmemiş bir cephe olan
Çanakkale, sonucunda toplamda yarım milyondan fazla insan genç yaşta hayatını kaybetti.

6) Ateşkes zamanı
Aylarca süren savaşta, karşılıklı siperlerden birbirlerini yenmeye çalışan iki taraf, bazen ateşkes yapıyordu. Dakikalar önce birbirini öldürmek için karşılıklı ateş eden askerler, ateşkes olduğunda birlikte çalışıp hayatını kaybeden arkadaşlarını gömüyorlardı. Bu da, savaşın dramatik yönünü gözler önüne seren olaylardan birisidir.

7) Hayat o yıl durmuştu
1915 yılında mektepler mezun vermedi, kimse evlenmedi, kimse kendini düşünemedi. Bütün dünya birbirine karşı savaşıyordu ve bu savaşta herkese ihtiyaç vardı. Bunun en büyük örneklerinden birisi ise Tıbbiye’nin 1915 yılında eğitimine 1 yıllık ara vermesidir. Genç yaşlı dinlemeden insanlar savaşa giderken, 1915 yılında hayat durmuştu. Tıbbiyelisinden, mülkiyelisine, müderrisinden dervişine aydın ve eğitimli bir sınıfın da cepheye gönüllü olarak müdahil olmuştu.


Çanakkale, Türk ulusunun bağımsızlık ve hürriyetinin simgesi olmuştur. Her siperde ayrı destan yazan askerlerimiz, bu zaferin sonunda ‘Çanakkale Geçilmez!’ sözünü tarihe yazdırmıştır. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün komutasındaki Türk ordusu, canı pahasına savaşmış ve destan yazmıştır.

”Çanakkale Zaferi, Türk askerinin ruh kudretini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.” (M.Kemal Atatürk)


Alıntı: Sözcü

.


Hatay, Türk yurdunun ve Türk milletinin bir parçasıdır | Atatürk ve Hatay


Tarihin akışı içinde Mustafa Kemal’i en çok meşgul eden iki sorun hep dikkati çekmiştir: Biri Türk Milletinin geleceği, öteki Türk yurdu. Atatürk’ün yaşam boyu mücadelelerinin temelinde bu iki konu yatmaktadır. Mustafa Kemal, daha çocuk yaştan itibaren, erişilmez vatan ve yurt sevgisinin heyecanı ile yaşamıştır. Çok iyi tarih ve coğrafya bilgisini, her zaman, akıl ve deneyin emrindeki mantığı ile birleştirmiş ve başarıların en yücesine ulaşmıştır. Bu ise, O’ndaki üstün jeopolitik düşünceyi gösterir. İleri görüşlü bir hesap adamıdır. Olaylara çok geniş bir açıdan bakar. Yorumlarında isabet ve kesinlik vardır. Kararları çok esaslı temellere dayanır. Sürekli okur, yapacağı işe başlamadan önce, amacını

çok iyi belirler. Engel karşısında ne durur ne de geriler. İnsan takatını aşan olaylar ve durumlar karşısında bile, yılgınlığa düşmez. Onları, kendine özgü yöntem ve irade ile, hızla aşmak için büyük bir kararlılık gösterir. Zaman, sanki avucunun içindedir.

Olayları, olmadan önce görür ve onları kendi lehine çevirmekte eşsiz bir dehaya sahiptir. Bu düşüncelerin ışığında, Hatay sorununu araştırdığımızda; Atatürk’ün mutlu sonuca bir takım mücadelelerden sonra ulaştığını görmekteyiz. Açıklamayı kolaylaştırmak için, bu mücadelelerin beş ayrı evrede geliştiğini söyleyebiliriz:

Birinci Dönem            : 1905’ten 1917’ye kadarki devre,
İkinci Dönem             :  Mondros Mütarekesi’nden Millî Mücadele’ye kadarki devre,
Üçüncü Dönem          :  Misak-ı Millî,
Dördüncü Dönem      :  Lozan,
Beşinci Dönem          :  Cumhuriyet dönemi.
Bu bölümleme, Hatay sorununun Atatürk’ün hayatındaki nirengi noktalarıdır.


Birinci Dönem:    1905’ten 1917’ye Atatürk ve Yaşamı

“... Bizim için hayat yeni başlıyor”1 diyen Mustafa Kemal, İstanbul’dan bir vapurla Beyrut’a hareket eder. Oradan Şam’a geçer. Kurmay yüzbaşı rütbesiyle oradaki orduya tayin edilmiştir, daha doğrusu sürgündür.

            Koca Osmanlı İmparatorluğu’nun düşman devletler tarafından parçalanacağını gün gibi görmektedir. O’na göre çökmek, çökertilmek üzere olan İmparatorluğun “Osmanlıcılık politikası” ile ayakta tutulması da mümkün görünmemektedir. Fransız İhtilâli’ni çok iyi okumuştur. Sebepleri ve sonuçları birbirine çok iyi bağlamıştır. İhtilâlin, tüm dünyaya neler getirdiğini çok iyi bilmektedir. Bu İhtilâlin yer yüzünde estirdiği milliyetçilik( Ulusalcılık) rüzgârının kısa sürede kasırgaya dönüşeceğinden emindir. Mustafa Kemal’e göre, bu hızlı ve etkili akımı görmemek, bilmemek ve anlamamak, dünyadan habersiz yaşamaktır.

Milletin ve memleketin geleceği için çareler aramakta ve düşünmektedir. Çıkar yolun ancak ihtilâl olabileceği kanısına varmıştır. Arkadaşlarıyla görüşerek bu amaç için “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti” ni kurar. Daha Şam’a gelmeden önce İstanbul’da: “Bu iş için en müsait iklim Makedonya”2 demişti. Bu görüşle, gizlice Selânik’e gider. “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni, Selanik’te de kurar. Selanik dönüşü, Şam’a topçu stajına gitmeden önce, Beyrut’ta görüştüğü arkadaşlarına: “... Dava, yıkılmak üzere bulunan bir İmparatorluk’tan, önce bir Türk Devleti çıkarmaktır”3 der. Bir süre sonra da Selanik’teki orduya tayin edilir. Kurduğu Vatan ve Hürriyet Cemiyeti, “İttihat ve Terakki Cemiyeti” ile birleşmiş ve bu birleşmeden“Terakki ve İttihat Cemiyeti” doğmuştur.

Aslında İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenleri, bir ihtilâli düşünmemişler. Sadece, meşrutiyetin ilânını amaç edinmişlerdir. Çabalarını da bu nokta üzerinde toplamışlardır. Oysa Mustafa Kemal, çeşitli vesilelerle arkadaşlarına bu işin ancak ihtilâl ile gerçekleşebileceğini söylemiş ve bunu telkine çalışmıştır. Nitekim: “... Meşrutiyet, köhneleşmiş ve gelişim ve görkemini kaybetmiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun üzerine değil, Türk çoğunluğunun yaşadığı kısım üzerine oturtulmalıdır. Düşmanlarının, yani büyük devletlerin yapacağı bir tasfiye yerine, İhtilâl İdaresi, kendi başına bir Türk Devleti kurmalıdır” der. Kurulmasını düşündüğü Türk Devleti’nin hudutlarını da şu şekilde belirler: “... Batı ve Doğu Trakya bizde kalmalı... Edirne vilâyeti hududu, kuzeye, Bulgaristan içlerine doğru genişlemeli... Arnavutluk bağımsız olmalı... Anadolu kıyılarına yakın olan adalar, bizde kalmalı... Güneyde Hatay, Halep, Musul bizim olmalı... Geri kalan yerler, Araplara terk edilmelidir.” 4 Görüldüğü gibi Mustafa Kemal, daha 1905 yılında, Hatay’ın tarih ve coğrafya olarak Türk bölgesi olduğunu belirliyor ve bunu savunuyor. Böylece halkının da Türk olduğunu apaçık gösteriyordu.

Güney Cephesinde, Yedinci Ordu Kumandanı bulunduğu zaman, 1917 yılında, Osmanlı Orduları Genel Karargâhı’na verdiği ünlü rapor, bugün de ibretle okunmaya değerdir. Birinci Dünya Savaşı’nın yenilgiyle sona ereceği, O’na gün gibi açıktır. Bu nedenledir ki, o ünlü raporunda Mustafa Kemal Paşa: “... Askerî siyasetimiz, bir savunma siyaseti ve elimizde bulunan kuvvetleri ve bir tek askeri son ana kadar saklamak siyaseti olmalıdır. Bu siyaset ülke dışında bir tek Osmanlı askerinin kalmasına tahammül gösteremez”5 demektedir.

Daha 1905 yılları sonunda arkadaşlarına teklif ettiği temel düşüncesi “Büyük kısmı Türk olan bölgeler üzerine oturtulacak Türk Devleti” dir. Bütün mesele tarih olarak coğrafya olarak, Anadolu’nun bütünlüğü içerisindeki toprakların, kurulacak devletin sınırları içinde bulunmasıdır. Türk’ün hiçbir sebep ve bahane ile asla bölünmemesidir. Nitekim 26-28 Ekim tarihleri arasında Antep’e gitmekte olan Ali Cenanî Bey’e: “... Teşkilât yapın. Millî bir kuvvet meydana getirin. Kendinizi savunun. Ben istediğiniz silâhı veririm”6 der.


İkinci Dönem: Mondros Mütarekesi’nden Milli Mücadele’ye

Bilindiği gibi, Almanya ve müttefiklerinin yenilmesiyle, Birinci Dünya Savaşı sona ermişti. Osmanlı Devleti de, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarakesi’ni imzalayarak, imparatorluğun paylaşılmasını kabullenmişti. Bu noktadan itibaren olaylar şöyle gelişmiştir: Mustafa Kemal Paşa, daha önce İstanbul’da bulunduğu sırada, 18 Ağustos 1918’de, Harbiye Nazırı Enver Paşa ile bir görüşme yapar. Bu görüşmede Enver Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın: “... Orduların Arap topraklarını bırakarak geri çekilmesi...”7 yolundaki teklifini reddeder, ama aksine olayların akışında görüldüğü gibi, Başkumandanlık Karargâhı, askerî gücün yok olması pahasına, hâlâ Arap topraklarının savunulmasında diretmektedir. Nihayet, düşman baskısı karşısında ordu Halep’e çekilir. Mustafa Kemal Paşa, Halep’i sokak muharebeleri yaparak terk eder. Orduyu Halep’in kuzeyindeki El Hüsniye - Helan hattına çeker. Birlikler son olarak, İskenderun - Belah - Dircemal - Tefrifat hattını korumuşlardır. 28 Ekim’de ise Antakya “Hatay”, bu hattın içindedir.9 30 Ekimde imzalanan Mondros Mütarekesi anlaşmasında bu husus, Hatay’ın geleceği bakımından son derece önemli bir tarihtir.

31 Ekim 1918’de Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı olan Alman generali Liman Von Sanders: “Yıldırım Orduları Grubu’nun emir ve kumandasını, bugünden itibaren, iftiharlarla dolu, birçok muharebelerde kendini göstermiş bulunan Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne bırakıyorum”10 diyerek, emir ve kumandayı devreder. Yapılan toplantıda ise Alman Generalinin: “Yenildik, bizim için her şey bitti artık” demesi üzerine Mustafa Kemal Paşa: “Savaş müttefiklerimiz için bitmiş olabilir. Ama bizi ilgilendiren savaş, kendi istiklâlimizin savaşı, ancak şimdi başlıyor”11 der.

Bir yandan, Mondros Mütarekesi Murahhas Heyeti Başkanı, rahmetli Rauf Orbay, gazetecilere: “... Yaptığımız mütareke, umudumuzun üstündedir. Devletin bağımsızlığı, Saltanat’ın hukuku, milletin onuru, tümüyle kurtarılmıştır”12 derken öte yandan, Mondros Mütarekesi’nin tam metnini 3 Kasım günü alan Mustafa Kemal Paşa: “Bu Mütareke’yi baştan nihayete kadar tetkik ettikten sonra bende beliren kanaat şu idi: Büyük Osmanlı Devleti, bu mütarekename ile kendini kayıtsız, şartsız düşmanlara teslim etmeye muvafakat etmiştir. Yalnız muvafakat etmiş değil, düşmanların memleketi istilâsı için ona yardımcı olmayı da vadetmiştir.” “... Ben yapılan mütarekenin sakatlığını gördüm. Bu sakat noktaların düzeltilmesine çalışmak lüzumuna inanarak ilgili makamlara söyledim. Bu mütarekename, olduğu gibi tatbik edildiği halde, ülkenin baştan sonuna kadar işgal ve istilâya maruz kalacağı kanaatini ileri sürdüm”13 der. Böylece, yeniden mücadeleye başlar.

3 Kasım 1918 günü Adana’dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya, Mondros Mütarekesi’nin bazı hükümlerinin açıklanması için bir şifre telgraf çeker. Bunda: “... Toros tünellerinin müttefikler tarafından işgali hakkındaki maddenin tavzihi lâzımdır. Toros tünelleri denilen tüneller, en son açılan iki tüneldir. İşgal edilecek yalnız bunlar mıdır? İşgalin mahiyeti o kısımdaki hattın işletilmesine de şamil midir? Yoksa muhafaza tertibatından mı ibaret kalacaktır? Büsbütün ayrı bir gurup teşkil eden Amanos tünelleri bu meyanda mıdır? Toros tünellerini tutacak kuvve-i işgaliye miktarı nedir ve nereden gelecektir” soruları sorulmakta; “Suriye hududunu, Suriye vilâyetimiz şimal hududu saymakla beraber bu hususta başkaca bir noktai nazar ve karar varsa bildirilmesi”, “... Kadroları en genç efrattan doldurulmak üzere kuvvetli bir fırka teşkili ve jandarmanın takviyesi” ile “Fazla mevat ve malzeme-i askeriyenin Toros şimaline nakli ve hiçbir suretle tahribata meydan vermeyecek tedbirler” 14 de istenmektedir.

Böylece Mustafa Kemal, Alman Generaline de söylediği gibi, kurmayı düşündüğü Türk Devleti’nin mücadelesi hazırlığına geçmiştir. Hatay da bu mücadelenin alanı içindedir; çünkü Türk’tür. Tarihi ile Türk’tür; coğrafyası ile Türk’tür; insanı, âdet ve ananeleriyle de Türk’tür.

Mustafa Kemal’in Sadaretle bu yazışmaları uzar gider; çünkü O, yurt ve millet meselelerinde çok hassastır; asla taviz vermez. 5 Kasımda ise Başkumandanlık Erkânı Harbiyesine: “... İngilizlerin birkaç günden beri İskenderun’a asker çıkarmaktan ve Halep’te milyonlarca erzak mevcut iken, oradaki kuvvetlerini iaşe için erzak iddiharından bahsetmeleri de İskenderun’un Kilikya mıntıkasını gösteren haritada Suriye ve Kilikya hududları üzerinde bulunuşundandır”15 şifre telgrafı çeker.

Mustafa Kemal Paşa, bir yandan uyanlarına devam ederken, öte yandan direnme düşünceleri ve tedbirleri üzerinde durmaktadır. Nitekim 5 Kasımda, General Ali Fuat Cebesoy’u Katma’dan Adana’ya çağırır; kendisine: “... Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de mümkün olduğu kadar bu yolu göstermemiz ve ordu ile beraber yardım etmemiz lâzımdır”16 diyerek mücadeleyi teklif eder.

Bu arada Sadaret, İngilizlerin isteğinin yerine getirilmesinde ısrarlıdır. Hatta, İngiliz murahhasının mütarekede gösterdiği centilmenlikten söz edilmektedir. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, Başkumandanlık Makamı’na, 6 Kasım tarihini taşıyan şu telgrafı çeker: “... Maksat Halep’teki İngiliz ordusunu iaşe etmek olmayıp İskenderun’u işgal; İskenderun - Kırıkhan - Katma yolu ile hareket ederek, Antakya – Dircemal - Ahterin hattında bulunan 7’inci Ordu’nun çekilme hattını keserek ve bu orduyu, 6’ıncı Ordu’ya Musul’da yaptığı gibi teslim olmaktan kaçınılamayacak bir duruma sokmaktır...”, “... İngiliz murahhasının centilmenliğini ve buna mukabil bu tarzda cemile ibrazını idrak ve takdir nezaketinden uzak bulunduğumu arzederim...”, “... İskenderun’a her ne sebep ve bahane ile asker çıkarılmasına teşebbüs edecek İngilizlere ateşle karşı konulmasının ... emri verildiği...”, “... İngilizlerin iğfalkâr muamele, teklif ve hareketlerini İngilizlerden ziyade muhik ve nazik gösterecek ve buna mukabil cemile ibrazını mutazammın olacak emirleri hüsnü tatbike yaradılışım müsait olmadığından yerime tayin buyuracağınız zatın süratle gönderilmesini istirham ederim.”17

Nihayet 8 Kasımda, Sadrazam izzet Paşa, İskenderun’u tehdit eden İngiliz işgali karşısında, Mustafa Kemal Paşa’nın telgrafına: “... Müracaat vukuunda şehrin tahliye ve teslim olunması hususunda icap edenlere tebligat yapılması lâzımdır. Gevşeklik göstermemek şartıyla bu aczimizin göz önünde bulundurulması ve söz ve hareketlerinizin buna uydurulması memleket selâmeti için elzemdir” biçiminde karşılık verir. Bu teli Mustafa Kemal Paşa: “... Aciz ve zafımızın derecesini pek iyi bilirim. Bununla beraber devletin yapmaya mecbur olduğu fedakârlığın derecesini de tayin ve tahdit etmek lâzım geleceği kanaatini muhafaza ederim. Yoksa Almanya ile müttefikan sonuna kadar harbe devam etmek halinde, büsbütün hezimete uğranılacağından İngilizlerin elde edebilecekleri neticeyi onlara kendi yardımımızla bahşetmek tarihte Osmanlılık için, bilhassa bugünkü hükümetimiz için kara bir sahife vücuda getirir... Bilhassa, zat-ı Sâmilerince yakinen malûm bulunmuştur ki, münakaşa mahiyetinde telâkkisine temayül buyurulmamasını hasseten rica ederim. Acizleri her ne hal ve vaziyette bulunursam bulunayım doğru olduğuna kani bulunduğum ve icap edenlere arz ve iblağını memleketin selâmeti icabı kabul ettiğim görüşlerime tâbi olmaktan nefsimi men etmeğe kadir değilim”18 sözleriyle cevaplar.

Bu olaylarda ve yazışmalarda da görüldüğü gibi, Mustafa Kemal Paşa Türklerin çoğunlukta bulunduğu bölgeler üzerinde son derece hassas, cüretkâr ve kendisini feda edebilecek kadar da fedakârdır. Sorumlu bulunduğu görevlerde, yurt parçaları üzerinde, hakkın esas olduğunu kabul ederek direnir. Türk’e ve Türk yurduna karşı kendisini en ağır yükümlülükle karşı karşıya sayar.


Üçüncü Dönem: Misak-I Millî

Bilindiği üzere, 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıkar. “Ya istiklâl, ya ölüm!” diyerek Millî Mücadele’yi başlatır. “... Milleti, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ifadesinin yer aldığı Amasya Tamimi ile de, işin ciddiyetini dünyaya duyurur. Erzurum Kongresi ise, bu konuda ilk adımdır. Doğu illerimizin temsilcilerinden oluşan Erzurum Kongresi’nde: “Türk vatanının bölünmez bir bütün olduğu, doğunun da bu bütünün bir parçası bulunduğu kabul edilir.”19


Sivas Kongresi ile milletin ve memleketin bütünlüğü, Millî Mücadele’mizin asaleti dünyaya ilân edilir. Sivas Kongresi Beyannamesi’ nin ilk maddesiyle de: “1. Madde - 30 Ekim 1918 tarihindeki hududumuz dahilinde kalan vatan parçasını bir bütün ve bu vatanda yaşayan İslâm vatandaşların bölünmez bir bütün olduğu musarrahtır”20 diyerek Misak-ı Millî belirlenir. Daha önce de üzerinde durduğumuz 28 Ekim 1918’de İskenderun Sancağı - ki Hatay ve mülhakatı- hudutlarımız içindeydi. Bölgede yaşayanlar Türktü; Hatay da bir Türk yurduydu.

Akıp giden zaman içinde gelişen olaylarla Misak-ı Millî güçlenerek hedefine yürümüştür. Nitekim 16 Mart 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Rusya arasında imzalanan Moskova Antlaşması’yla Sovyetler şunu kabul etmişlerdir: “Türkiye sözü ile, 28 Ocak 1920 günü, İstanbul’da toplanan Meclis-i Mebusan tarafından düzenlenip bütün devletlere ve basına bildirilen Misak-ı Millî’nin kapsadığı topraklar anlaşılmaktadır. Böylece Misak-ı Millî, uluslararası bir anlaşma metnine somut olarak girmiştir.” 21

Ayrıca 20 Ekim 1921 ‘de, Fransa ile imzalanan, Ankara Antlaşması’nın 6’ıncı maddesinde Misak-ı Millî’nin tanındığını belirtir bir ifade bulunmaktadır. 22 Bu ifadeye göre İskenderun, Suriye sınırları içerisinde kalacak; burada özel bir idare kurulup, Türk millî kültürünü geliştirmek için her türlü kolaylıktan faydalanılacaktır. Resmî dil Türkçe olacaktır. Fransa’nın Anadolu’dan çekilip Suriye’de kalmasına rağmen, İskenderun için kabul edilen millî kültür şartları, Misak-ı Millî’nin tanınmasından başka bir şey değildir.23 Mustafa Kemal Paşa ise, on Ocak 1922’de: “... Türk barış şartları Misak-ı Millî’nin ilân günü olan, 28 Ocak 1920 tarihinden beri cihana malûmdur”24 der.

Mustafa Kemal Paşa, İzmir’in kurtarılmasından sonra da, konuştuğu Fransız generali Pelle’ye: “... Misak-ı Millî’de anılan yerleri almadan yapamam. Fazlasını işgal etmeyeceğim”25 diyordu.

Bu konudaki örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Biz, Mustafa Kemal Paşa’nın, son olarak Amerikalı gazeteci Issac F. Marcosson ile yaptığı şu görüşmeyi alacağız. Bu görüşmede Mustafa Kemal Paşa der ki: “... Birleşik Devletler’in ideali, bizim de idealimizdir. Büyük Millet Meclisi’nin 1920 Ocağında ilân ettiği Millî Misak’ımız, sizin Bağımsızlık Beyannamenize çok benzer. O sadece, Türk ülkesinin istilâdan kurtulmasını ve kendi kaderine hakim olmasını ister... O halkımızın Misakı, Anayasası’dır. Ve her ne pahasına olursa olsun bu Misakı korumaya kararlıyız.”26 Böylece Mustafa Kemal Paşa, Hatay’ın millî hudutlar içerisinde bulunduğunu bir kez daha ilmin ışığında, aklın kılavuzluğunda ve hakkın ölmezliğinde cesaretle savunur; açıkça dünyaya ilân eder.


Dördüncü Dönem: Lozan

1921 yılında, Hariciye Vekili Bekir Sami Bey, Fransa’da bulunduğu sırada, Fransız Başbakanı Briand ile bir anlaşma imzalar. Bunun 6. maddesi: “İskenderun ve Antakya bölgesinde Türk unsuru fazla olduğundan Fransa, burada hususî bir rejim takip edecek, Türk kültürünün inkişafına mani olmayacağı gibi resmî dil de Türkçe olacak.” Bu madde, Ankara İtilâfnamesi’nde hemen hemen aynen kabul edilmiştir.27 En önemli madde budur. Hatay’ın kurtarılması, bu maddeye dayanılarak sağlanmıştır.

20 Ekim 1921 ‘de Franklin Bouillon ile imzalanan Ankara İtilâfnamesi, dört ay önce Bekir Sami Bey’in yaptığı anlaşmanın, hemen hemen aynısıdır. Lozan’da uzun tartışmalardan sonra, yine bu madde olduğu gibi kalmıştır. Çok iyi hatırlanacağı üzere Mondros Mütarekesi hükümleri, birkaç gün içinde çiğnenmeye başlanmıştı. İskenderun Sancağı, Suriye’den Anadolu’ya ilerleyen Fransızlar tarafından işgal edildi. Böylece, birçok yerde olduğu gibi, Hatay’da da bir Millî Mücadele cephesi teşekkül etti. Ankara İtilâfnamesi imzalanacağı sırada, milletvekili seçimlerinden sonra cumhurbaşkanı seçilen Tayfur Sökmen Bey’in başkanlığında bir heyet Ankara’ya gelir; Mustafa Kemal Paşa ile görüşürler. Hatay’ın Misak-ı Millî sınırları içerisinde bulunması istenir. Mustafa Kemal Paşa heyete: “... Hatay’daki mücadelelerin gaye ve hedefini biliyorum. İlk günden beri de bu mücadeleleri takip ediyor, imkânlarımızın müsadesi nispetinde destek oluyoruz. Hatay, zaten Misak-ı Millî sınırlarımız içerisindedir”28 der.

Şu bir gerçektir ki Lozan’a gidinceye kadar, Millî Misak, büyük ölçüde tahakkuk ettirilmişti. Ancak Batı Trakya, Hatay, Musul ve Kerkük birer sorun halindeydi. Burada biz, ancak anlatmakta olduğumuz Hatay sorunu üzerinde duracağız. Aslında Lozan’da, Türkiye’nin millî sınırları tespit edilecekti; bu sınırlar içerisinde tam bağımsızlığı onaylayacaktı. Bilindiği gibi Lozan’da Hatay, millî sınırlarımızın dışında kaldı; Suriye ile Türkiye arasındaki sınır tespiti yapıldı. Ankara İtilâfnamesi’ne göre, bu İtilâfnamenin imzasından bir ay sonra, Türkiye - Suriye sınırını kesin olarak çizmek üzere karma bir komisyon kurulacaktı. Komisyon, ancak 1925’te kurulabildi. Sınırların çizilmesinde anlaşmazlıklar ortaya çıktı. Türkiye, Fransa ile doğrudan müzakereye girerek Dostluk ve iyi Komşuluk Sözleşmesi yaptı. Bu ise, ancak 18 Şubat 1926’da parafe edildiği halde, Türk - İngiliz - Musul meselesinin çözümüne kadar bekletildi. Bu çözümden altı gün önce, 1926’da imza edildi.29

Atatürk, Büyük Nutuk’da: “Lozan’da 20 Ekim 1921 günlü Ankara Anlaşması sınırları olduğu gibi kalmıştır”30 der. Bu arada, Lozan Konferansı devam ederken, 30 Mayıs 1923’de Antakya-İskenderun ve Havalisi Müdafaa-yi Hukuk Cemiyeti resmen kurulur.31


Beşinci Dönem: Cumhuriyet Döneminde Hatay

Buraya kadar arz etmiş bulunduğum Hatay sorunu, yeniden bir mücadeleyi oluşturacaktır. Atatürk’ün bu haklı ve gerçek mücadelesi, başarı ile sonuçlanacaktır. Bu dönemdeki mücadeleye esas, Mustafa Kemal Paşa’nın: “Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde kalamaz”32 ifadesinde kendisini bulacaktır. Artık Hatay, Atatürk’ün yüreğinde kordur. Asırlar boyu Türk’e yurtluk eden, halen de üzerinde Türklerin yaşamakta olduğu Hatay, Türk yurdunun ve Türk milletinin bir parçası olarak, ayrı yaşayamazdı. Millî birlik, bütünlük ve millî bünyeden ayrı kalamazdı. îç ve dış durumu son derece doğru ve etkin biçimde değerlendiren Atatürk, tarihin akışı içinde bu gerçeği dünyaya onaylatmanın gününü ve saatini bekleyecekti. Hatay, önce mutlaka bağımsızlığa kavuşacak, sonra da Türk yurdunun bölünmez bir parçası olarak, millî bütünlükteki şerefli yerini alacaktı.

Atatürk, bu konuda Tayfur Sökmen’e verdiği sözü bir an bile unutmadı. Daha doğrusu, her şeyi ile Türk olan Hatay’ı ve Hataylıyı unutmadı. Savaştan yeni çıkmış genç Cumhuriyet’in biraz kendine gelmesini bekledi. Bir yandan dünya durumu öte yandan iç durum, bunu gerektiriyordu. Ayrıca zamanı ve imkânları da kollamaya mecburdu. 1936 seçimlerinde, Tayfur Sökmen Bey’i Antalya’dan bağımsız milletvekili seçtirir. Yakınları: “Niçin Adana veya Antep değil de Antalya” diye sorarlar. Atatürk: “Günü gelince (L) harfi yerine (K) harfini koyacağız. Böylece Antalya Antakya olacak” der.33 Bu sıralarda İstanbul’daki “İskenderun ve Antakya Muavenet-i içtimaiye Cemiyeti”nin ismi değiştirilir; “Hatay Hakimiyeti Cemiyeti” olur. Atatürk, Cemiyetin bir şubesini de Dörtyol’da açtırtır. Bu şube, Antalya bağımsız milletvekili olan Tayfur Sökmen Bey’e bir konuşma yaptırtır. Fransızlar bu konuşmadan çok gocunurlar. Atatürk’e: “... Hududumuzda bir milletvekiliniz halkı aleyhimize kışkırtacak şekilde bir konuşma yapmıştır. Bu, dostluğa aykırıdır” diyerek şikâyet ederler. Atatürk de: “O milletvekilimiz bağımsızdır. Anayasa’mız, bağımsız milletvekillerine, istediği yerde, istediği şekilde konuşma hakkı vermektedir”34 karşılığını verir. 1936’da durumu değerlendiren, siyasî tarihçimiz Prof. Dr. Fahir Armaoğlu: “... Suriye’ye bağımsızlık veren ve Suriye ile Fransa arasında ittifak kuran 1936 Anlaşmasında, İskenderun Sancağı hakkında hiçbir hüküm yoktu. Yani • Fransa, Suriye’den çekilirken, Sancak üzerindeki yetkilerini Suriye’ye terk etmekte idi. Bu vesile ile Türk Hükümeti de durumu kabul etmedi. Milletler Cemiyeti’nin toplantısı sırasında, Eylül ayında,
Cenevre’de Fransa ile yapılan görüşmeler müsait bir gelişme göstermeyince, 9 Ekim 1936’da Fransa’ya verdiğimiz resmî bir notada, Suriye’ye yapıldığı gibi, İskenderun Sancağı’na da bağımsızlık verilmesini istedik.”35 

Atatürk, 1 Kasım 1936 Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açış nutuklarında: “... Bu sırada, milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük bir mesele, hakikî sahibi öz Türk olan, İskenderun —Antakya ve çevresinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde ciddiyet ve kesinlikle durmaya mecburuz. Daima kendisi ile dostluğa çok ehemmiyet verdiğimiz Fransa ile aramızda, tek ve büyük mesele budur. Bu işin hakikatini bilenler ve hakkı sevenler, alâkamızın şiddetini ve samimiyetini iyi anlarlar ve tabiî görürler”36 diyordu. Bu sıralarda, Fransa’da Leon Blum Hükümeti, Suriye’ye istiklâl vadediyordu. Bu gerçekleşirse, Hatay’ın durumu ne olacaktı?. Geleceği çok iyi gören Atatürk, Fransız büyükelçisi ile yaptığı bir sohbette: “... Ben toprak büyütme delisi değilim. Barış bozma alışkanlığım yoktur. Ancak, Antlaşmaya dayanan hakkımızın isteyicisiyim. Onu almazsam edemem. Büyük Millet Meclisi kürsüsünden milletime söz verdim, Hatay’ı alacağım. Milletim benim dediğime inanır. Sözümü yerine getirmezsem, onun huzuruna çıkamam. Yerimde kalamam. Ben şimdiye kadar yenilmedim, yenilmem. Yenilirsem bir dakika yaşayamam. Bunu bilerek ve sözümü mutlaka yerine getireceğimi düşünerek benim dostluğumu lütfen bildiriniz ve doğrulayınız”37 diyordu. Görüldüğü gibi, artık Hatay meselesi bütün gerçekleriyle sahnede idi. Kendisine ve milletine inanan ve güvenen güçlü Lider için bu, dönüşü olmayan bir yoldu. Hakkın güçlünün değil, haklının olduğuna inanan Atatürk, Hatay davasını da en haklı biçimde çözümleyecekti.

“... Türkiyenin güvenliğini gaye tutan, hiçbir milletin aleyhinde olmayan bir barış istikameti bizim daimi prensibimiz olacaktır”38 diyen Atatürk: “... Komşularıyla ve bütün devletlerle iyi geçinmek Türkiye siyasetinin esasıdır”39 görüşüne daima sadık kalmıştır. O, samimî ve gerçek bir barış isterdi.

Haksızlıklar nerede olursa olsun, daima onun karşısında yer alırdı. Onun içindir ki: “... Türk Cumhuriyeti’nin en esaslı prensiplerinden biri olan yurtta sulh, cihanda sulh gayesi, insaniyetin ve medeniyetin refahı ve ilerlemesinde en esaslı etken olsa gerektir. Buna elimizden geldiği kadar hizmet etmiş ve etmekte bulunmuş olmak bizim için övünülecek bir harekettir”40 der. Her işin iyi niyetle girişilecek görüşmelerle halledilebileceğine inanırdı. Nitekim: “... Milletlerarası anlaşmazlıklar, ancak iyi niyetle ve umumî menfaat adına, karşılıklı fedakârlık yoluyla halledilir”41 demektedir.

Hatay, iç ve dış politikada en önemli yeri işgal etmektedir. Davayı Türk kamuoyu da benimsemiştir; Atatürk için, her şeyden önde gelmektedir. Nitekim: “... Bu benim şahsî meselemdir. Durumu büyükelçiye, daha başlangıçta, açıkça ifade ettim. Dünyanın bu durumunda, böyle bir meselenin Türkiye ile Fransa arasında silâhlı bir çatışmaya sürüklenmesi kesinlikle mümkün değildir. Fakat ben, bunu da hesaba kattım.Kararımı vermiş bulunuyorum. Şayet ufukta, bu yolda binde bir ihtimal belirse, Türkiye Cumhurreisliği’nden ve hattâ Büyük Millet Meclisi üyeliğinden çekileceğim. Bir fert olarak bana katılacak bir kaç arkadaşla beraber Hatay’a gireceğim. Oradakilerle el ele verip mücadeleye devam edeceğim”42 diyordu.

Artık engel tanımayacaktır. Bunun içindir ki Fransız büyükelçisine bir suarede: “Hatay benim şahsî

davamdır. Şakaya gelmeyeceğini bilmelisiniz”43 der. Bu ifadesinde samimîdir. Ne bir tehdit, ne bir pervasızlık, ne de bir macera ve hesapsızlık vardır, çünkü Atatürk, neyi, nerede, ne söylemişse gününde ve saatinde onu gerçekleştirmiştir.

Bilindiği gibi, bir ara Hatay meselesi Milletler Cemiyeti’ne intikal etti. Hatay’a istiklâl verilmesini istemiştik. 27 Ocak 1937’de Cenevre’de toplanan Milletler Cemiyeti, Hatay’ın bağımsızlığını kabul etti. Önce bir seçimle nüfus ekseriyetini tespite karar verdi. Atatürk Başbakan’a bir telgraf çekerek: “... Türkiye Cumhuriyeti haklı olduğuna kani bulunduğu davasını, büyük ve âdil hakem heyeti olmasını daima arzu ettiği ve bu sıfat ve salâhiyetinin daha çok çetin meseleler hallinde en yüksek kudret ve kuvveti haiz olmasını temenni eylediği Milletler Cemiyeti’ne bırakmakla insanlık namına isabetli bir harekette bulunmuştur. Bu suretle medeniyet namına da yüksek bir vazife ifa etmiş olmakla sadece takdir ve tebrike şayandır.”44

Bu sıralarda Atatürk çok hastaydı, ama her şeye rağmen Hatay meselesini halletmeye de kararlıydı, azimliydi. Kendisine, milletine, ordusuna ve kahraman Hataylılara güveni son derece yüksekti.
Dünya durumunu çok iyi değerlendirmekte idi. Bir İskenderun Sancağı için Fransızların bir savaşı göze alamayacaklarına kani idi.45

Atatürk Mersin'de "Atayolu'nda yayınlanan ünlü resim"
Fransa ile giriştiğimiz teşebbüsler fayda vermedi. Milletler Cemiyeti’n-den çekildik. Atatürk hasta yatağından kalktı; bu kalkmak değil adeta fırlamaktı. Mersin’e ve Adana’ya gitti. Milletinin ve ordusunun nabzını bir kez daha yokladı; hepsi de hazırdı. Gücü ve güveni arttı. Milletler Cemiyeti kararının yürürlüğe girişini Fransız mümessili bir türlü kabul edemiyordu; bazı olaylar çıkıyordu. Bunun üzerine, 30 Kasım 1937 günü Atatürk, Hatay’la ilgili olarak Ulus gazetesine şu demeci verir: “... Hatay’da Fransız delegesi, Hataylıların çok şevk ve heyecanla bayram yapmaları tabiî olan bir günde eğer Hatay Türklerinin serbestçe bugünü kutlamaktan men edecek tedbirler almış ise, buna yazık demekle iktifa ederim. Çünkü böyle bir zihniyet, devletler arasında yüksek dostluk münasebetlerinin hal ve istikbali için, müspet yolda yürümek lüzumunun henüz anlaşılmamış olmasından ileri gelir.”46

Türk ordusu I. Dünya Savaşı’ndan sonra çekildiği Hatay’a 
1938’de tekrar ayak bastı. 
2 Eylül 1938'de Hatay Cumhuriyeti ilan edildi. 
Hatay’ın Türkiye’ye katılım süreci başlamış oldu.
Atatürk’ün Hatay’ı silâh zoruyla alabileceğini, Fransızlar anlamışlardı. Bunu dikkate alarak bir askerî anlaşma yapmayı istediler; bu anlaşma yapıldı. Atatürk’e göre savaş, hayatî olmadıkça yapılmamalıydı. Bu askeri anlaşma ile Hatay’da tarafsız bir seçim kabul edildi. Bu maksadı sağlamak için de bir kısım asker gücünün Hatay’a girmesine karar verildi. Rahmetli Orgeneral, o zaman Kurmay Albay, Şükrü Kanatlı kumandasındaki birliklerimiz, Hatay’a girdi.

13 Ağustosta seçimler yapıldı; Meclis ekseriyetini Türkler kazandı. Böylece de bağımsız Hatay Cumhuriyeti 12 Eylül 1938’de kuruldu.  Bu Cumhuriyet de, 30 Haziran 1939’da Türkiye’ye iltihak kararını aldı. Ana yurdun bölünmez, vazgeçilmez bir parçası olan Hatay, ana yurtla bütünleşti.

Türk Askeri Hatay'a girdi.


Başından beri gördüğümüz üzere Hatay, Atatürk’ün siyasî ve askerî dehasının güçlü eseridir. Onun yenilmezliğinin gerçek belgesidir. Hakkın üstünlüğünün, bir kere daha, yeniden dünyaya ilânıdır; ayrıca da yaklaşmakta olan bir cihan savaşına bulanmadan önce, milletleri yönetenlere düşen görevlerin hatırlatılmasıdır. Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh!” ilkesine nasıl yürekten bağlı bulunduğunu Hatay meselesi, apaçık göstermiştir. Atatürk’ten dün ders almayan dünya devletlerinin yöneticileri için, bugün de yarın da alınabilecek daha çok, büyük dersler vardır. Yeter ki O’nun engin dehasına, insan sevgisine inanalım, içtenlikle gönül verelim.

BekirTünay 
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 5, Cilt: II, Mart 1986



















Notlar:

1 Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, s. 86.
2 a.g.e., s. 70-72.
3 a.g.e., s. 108.
4 a.g.e., s. 114-117.
5 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, c. IV, s. 5.
6 Harp Akademileri Komutanlığı, Atatürk’ün Jeopolitik ve Stratejik Görüşleri, s. 108.
7 a.g.e., s. 107.
8 a.g.e., s. 107.
9 a.g.e., s. 108.
10 Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, s. 1.
11 Harp Akademileri Komutanlığı, Atatürk’ün Jeopolitik ve Stratejik Görüşleri, s. 108.
12 Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, s. 2.
13 Harp Akademileri Komutanlığı, Atatürk’ün Jeopolitik ve Stratejik Görüşleri, s. 112.
14 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, c. IV, s. 14-15.
15 a.g.e., s. 15.
16 Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, s. 3.
17 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, c. IV, s. 20.
18 Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, s. 5.
19 Ahmet Mumcu, Misak-ı Millî ve Anayasamız, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. I, sayı: 3, s. 820.
20 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, c. IV, s. 90.
21 Ahmet Mumcu, Misak-ı Millî ve Anasayamız, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. I, sayı: 3, s. 824.
22 a.g.e., s. 825.
23 Fahir Armaoğlu, XX. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 320.
24 Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, s. 307.
25 Hikmet Bayur, XX. Yüzyılda Türklüğün Tarih ve Acun Siyasası Üzerindeki Etkileri, s. 290.
26 Ergun Özbudun, Türkiye’nin Kurtuluş Yıllarında Bir Yabancı Gazetecinin Ankara Yolcuğu ve Atatürk’le Görüşmesi, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. I, sayı: 1, s. 180.
27 Tahsin Ünal, Türk Siyasî Tarihi, s. 571,
28 a.g.e., s. 575.
29 Fahir Armaoğlu, XX. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 323-324.
30 Atatürk, Nutuk, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1984, s. 1003.
31 Tayfur Sökmen, Hatay’ın Kurtuluşu îçin Harcanan Çabalar, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara 1978.
32 İsmail Habib Sevük, Atatürk İçin, s. 27.
33 Tahsin Ünal, Türk Siyasî Tarihi, s. 575.
34 a.g.e., s. 576.
35 Fahir Armaoğlu, XX. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 348.
36 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I, s. 337.
37 Ruşen Eşref Ünaydın, Hatıralar, s. 5-6.
38 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I, s. 356.
39 Ayın Tarihi, sayı: 79-81, s. 6787.
40 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, c. IV, s. 560.
41 Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk’ün Hususiyetleri, s. 141.
42 Hasan Rıza Soyak, Cumhuriyet Gazetesi, 10 Kasım 1949.
43 Falih Rıfkı Atay, Atatürkçülük Nedir?, s. 44.
44 Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, s. 597-598.
45 Falih Rıfkı Atay, Çankaya, c. II, s. 466.
46 Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, s. 612.
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...