CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

57. Alay, Çanakkale Savaşı’nın efsaneleşmiş Türk alayı | Çanakkale Savaşları, Çanakkale Zaferi -3-

57. Alay, Çanakkale Savaşı’nın efsaneleşmiş Türk alayı 

Tamamı Şehit Oldu, Ancak Sancağı Teslim Etmediler. "57. Alay" Bir Kahramanlık Destanıdır


57. Alay, Çanakkale Savaşı’nın başlangıcı olan Anzak Çıkarmasını durdurmak için 15 Nisan 1915 sabahı harekete geçen efsaneleşmiş Türk alayıdır.


19. Fırkaya bağlı üç alaydan biri olan 57. Alay, 1 Şubat 1915’de Tekirdağ’ın Yarkışla mevkiinde kurulmuştur. 57. Alayın komutanı Hüseyin Avni Bey’dir.

 26 Nisan Günü Yarbay Hüseyin Avni Bey'de dahil olmak üzere alayın tümü şehit olmuştu. Görev yerine getirilmiş 19. Tümen yardıma yetişmiş ve anzaklar büyük kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kalmıştır.



22 Şubat 1915’te 19. Fırka komutanı olan Yarbay Mustafa Kemal tarafından 57. Alaya törenle sancağı verilmiştir. 57. Alay, bir gün sonra, 23 Şubat 1915’te Çanakkale’ye doğru yola çıkmış ve 25 Şubat 1915’te Eceabat’a gelmiştir. 19. Fırka'nın bağlı olduğu 5. Ordu Komutanlığı'nın Enver Paşa tarafından kurulmasının ardından 57. Alay, yedek kuvvet olarak 26 Mart 1915’te Bigali Köyü’ne geçti. Bu tarihten 24 Nisan 1915 tarihine kadar 57. Alay, Yarbay Mustafa Kemal ve Binbaşı Hüseyin Avni Bey tarafından sürekli eğitime tabi tutuldu ve Bigalı Köyü ve Turşun bölgesinde askeri eğitim ve askeri tatbikatlar yaptı.

57. Alay Bigali Köyü’ndeki eğitim ve tatbikatlarını sürdürdüğü sırada 5. Ordu tarafından yeri değiştirilmek istendi fakat düşman kuvvetlere çıkartmaların yapılacağı noktaya en yakın yerlerden biri olmasından dolayı Mustafa Kemal, 57. Alayın Bigali Köyü’nde kalmasında ısrarcı oldu ve bunda da başarı sağladı. Böylece 57. Alay, Bigali Köyü’nde kalmıştır.

25 Nisan 1915 sabahı, Mustafa Kemal, kendisine herhangi bir emir gelmiş olmamasına rağmen düşman çıkartmasını haber alır almaz kişisel inisiyatifiyle Conkbayırı’na doğru hareket etmiştir. Conkbayırı’na hareket eden 3 taburu ve bir dağ bataryasını oluşturan yaklaşık 3000 subay ve askeriyle 57. Alay.


Bütün askerler siperlerde bayramlaştı, Kuran okundu ve dehşet verici savaş başladı. 10'ar kişilik gruplar halinde düşmana saldıran 57. Alay binlerce düşman askerini geride bırakarak kaçan Anzaklara ilk derslerini vermişlerdi.


57.Alay. Alay, bizzat Mustafa Kemal’in yönetiminde kendisinden çok daha büyük bir düşman gücüne karşı saldırıya geçmiştir.

57. Alay, çatışmalarda mevcudunun üçte ikisini kaybetmiş, savaşın ortasında takviye edilmiştir. 13 Ağustos 1915'te 57. Alay komutanı olan Hüseyin Avni Bey, karargâha düşen bir top mermisiyle şehitlik mertebesine ulaşmıştır. Hüseyin Avni Bey’in yerine atanan Binbaşı Hayri Bey, alayı Keşan bölgesinde konuşlandırmış ve alay, eksikleri giderildikten sonra 19. Tümenle birlikte 15. Kolordu bünyesinde Galiçya Cephesi’ne gönderilmiştir.



57. Alay, Galiçya Cephesi’nde büyük yararlılıklar göstermiş, alayın mevcudunun çok büyük bir kısmı buradaki çatışmalarda kaybedilmiştir. Mevcudu çok azalan ve sadece 1100 kişi kalan 57. Alay, cephe gerisine alınarak eksikleri giderildikten sonra yeniden cepheye alınmıştır fakat Rusya’da patlak veren Bolşevik Devrimi’nin ardından Galiçya Cephesi’ndeki savaş sona ermiştir. 15. Kolordu ise bu sefer Sina ve Filistin Cephesi’ne yollanmıştır.

Bu kahramanların anısına o günden beri Türk ordusunda 57. Alay bulunmamaktadır.

57. Alay, dünya üzerinde en çok madalya sahibi olan alay olduğu için dünyanın en kahraman alayı olarak nitelendirilmektedir.

57. Alay Türk Ordusunda Hiçbir Alaya Verilmiyor

Türk Tarihinin Seyrine Bir İşaret Levhası: Çanakkale Savaşları | Çanakkale Savaşları, Çanakkale Zaferi -2-

ÖZET: 

Bu makalede, Birinci Dünya Savaşı cephelerinden biri olan Çanakkale Cephesi’nin Türk tarihinin


seyrine olan etkisi üzerinde durulmaktadır. Yöntem olarak, Çanakkale Cephesi’nin askerî gelişimi üzerinde kısaca durulduktan sonra cephenin açılma nedenleri ve ulaşılacak hedefler irdelenmiş, bunların etkileri değerlendirilmiştir. Savaş sonuçlarının doğurduğu özellikler üzerinde durulmuş;
böylece Türk tarihi üzerine ne gibi etkileri olduğu saptanmaya çalışılmıştır.Bu çalışmada, Çanakkale Savaşları’nın dolaylı ve dolaysız etkilerle Türk tarihine yön verici işlevinin olduğu anlatılmaktadır. Özellikle Türk tarihinde bir dönüm noktası niteliğinde olan Ulusal Kurtuluş Savaşı üzerindeki etki ve katkıları açıklanmaya çalışılmıştır.

Giriş: I. Dünya Savaşı’na Gidiş Süreci

Çanakkale Savaşları’nın Türk tarihi açısından değerlendirilmesi, son yıllarda özellikle popüler bir konu olması bakımından gerekli görülmektedir. Bu konuda yapılan yayınlar, genel perspektifin değerlendirilmesi bakımından yeterli derecede olmakla beraber bu yayınların kimisi bilimsel bakış açısından yoksun yorumlar, kimisi gereğinden fazla zorlamalarla ortaya atılmış iddialar, kimisi de dönemin şartlarını değerlendirmeden sabitlenmiş fikirler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bütün bu kargaşa içerisinde Çanakkale Savaşları’nın Türk tarihi açısından değerini ana hatları ile çizmek gerekliliği doğmaktadır.

Çanakkale Savaşları’nın Osmanlı İmparatorluğu için önemine bakılacak olursa, I. Dünya Savaşı’nın, bir ölüm-kalım savaşı olarak algılandığını belirtmek gerekir1. 18. yy.’dan itibaren başlayan geri çekilme –ki, fetih sistemine dayanan bir ekonomi için bunun olumsuz etkileri kolaylıkla anlaşılabilir– Osmanlı’nın son yıllarında Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları gibi mücadelelerde alınan yenilgiler ve uğranılan kayıplar, kuşkusuz imparatorluk üzerinde bir hayal kırıklığı ve güvensizlik doğurmuş, bu da Avrupa’dan gelen tehditleri büyük oranda kendi üzerinde hissetmesine yol açmıştır. Bu bakımdan Büyük Savaş öncesi bir ittifakın içerisine girme isteği2, imparatorluk için zorunlu bir seçim gibi görünmektedir. Savaşa girilecektir; fakat mesele, hangi tarafta olunacağıdır. Özellikle 1911-1913 yılları arasında yaşanılan sürecin yıkıcı etkisinden henüz kurtulamamışken yeni bir savaşa, üstelik çok cepheli bir savaşa sürüklenmiş olunması böyle açıklanabilir.

Nitekim Osmanlı İmparatorluğu, Almanya ile 2 Ağustos 1914’te –Rusya karşısında savaşa girme esasına dayanan- gizli ittifak anlaşması imzalayarak3 Eylül ayı içinde boğazları savaş gemilerine kapatmış, 3 Kasım 1914 tarihinde İtilaf Devletleri’nin Çanakkale’yi bombardımanından sonra da 11 Kasım 1914’te resmen savaş ilan etmiştir.

Çanakkale Harekâtına Genel Bir Bakış

İngiliz donanması, Çanakkale’ye ilk saldırısını 3 Kasım 1914’te yapmıştır. Bu tarihten 18 Mart 1915’e kadar geçen süre zarfında İtilaf Devletleri –kimi küçük kara operasyonları yapılmış olsa da- deniz güçlerine dayalı olarak, donanmaları ile faaliyette bulunmuşlardır.

Nihayet 18 Mart’ta boğazı sadece donanma gücü ile geçmeye çalışarak tarihî bir hata yaptıklarını ağır kayıplar verdikten sonra anlamışlardır. Bundan sonraki süreç, 25 Nisan 1915’te başlayan ve 8,5 ay sonra İtilaf Devletleri’nin yarımadayı tahliyesi ile sonuçlanan kara savaşlarıdır.

Çanakkale Boğazı’nı hedef alan bir saldırı planının onaylanmasında Rusya faktörü önemli görünmektedir. Rusya’nın Kafkasya’da beliren Türk tehdidine karşı yardım isteğinde bulunduğu, 2 Ocak 1915’te İngiliz Harp Nazırı Lord Kitchener, Winston Churchill’e gönderdiği özel mektubunda “Osmanlı askeri birliklerinin doğuya gitmesini engelleyecek bir askeri gösteri, ancak Dardanel’de yapılabilir” diyecektir4. Böylece Kitchener, Çanakkale rotasını dönülmez hale getirmiştir. 28 Ocak 1915’te, konsey ileri gelenleri arasında bu konu tereddütle karşılanmış olmasına rağmen, “esas hedefi İstanbul olan, Gelibolu Yarımadası’nı bombalamak ve ele geçirmek için bir deniz seferi hazırlığı” kesin olarak onaylanmıştır5.

Bu tarihten sonra Çanakkale Boğazı’na ilk ciddi saldırı, 19 Şubat 1915’te yapılmıştır. Bu saldırı, boğazın savunma gücünü tespit etmek içindir; fakat bu harekât sonunda, boğaz girişindeki tabyalar dışında yıkıcı bir etki elde edilememiştir6. Bu harekâtın Çanakkale Boğazı’nın deniz yolu ile geçilemeyeceği izlenimini doğurmuş olmasına rağmen, 26 Şubat 1915’te Lord Kitchener’in Çanakkale’yi zorlama işini sadece donanmaya verdiği görülmektedir. Boğazdan geçilinceye kadar kara askerlerinin yapacağı iş, bataryalar susturulduktan sonra gemilerin örtü ateşi altında, batarya tahribini tamamlamak gibi küçük bir harekâtla sınırlandırılmıştır 7.

Bunun yanı sıra Lord Kitchener, General Birdwood’un da etkisi ile ve saldırıdaki sonucun başarısız olma ihtimaline karşı, 10 Mart 1915’te, Mısır’daki 29. Tümen’in amfibi harekât için Çanakkale’ye sevk edilmesi kararını almıştır.8 Bu iki haftalık süreçte Kitchener’in fikrinin değişmesi, kuşkusuz, boğazın donanma ile geçileceği konusunda kendisinin de tereddüt yaşamasındandır. Eğer donanma boğazı geçerse, kısa zamanda büyük iş yapılmış olacaktır; fakat bu durumda bile, boğazı geçen gemilerin ikmal yolunu açık tutmak için boğazın iki yakasında güvenliği sağlayacak kara kuvvetine ihtiyacı olacaktı. Bu nedenle, bir yandan kara çıkarması hazırlıkları sürerken bir yandan da uygun koşullar yakalandığında boğaz, donanma ile zorlanacaktı. Nitekim Mart ayı başından beri, neredeyse her gün harekât düzenleyen Birleşik Filo, son denemesi olan 18 Mart 1915 günü boğazı geçemeyerek, bu teşebbüste bir daha bulunamayacak derecede hasarla geri dönmek durumunda kalmıştır9.

Osmanlı birlikleri için Çanakkale Boğazı’nda saldırıya karşı tedbir alma düşüncesi, 3 Kasım 1914 tarihindeki İtilaf Devletleri donanmasına ait altı savaş gemisinin, Çanakkale Boğazı girişini on dakika boyunca bombalaması ile başlamıştır10. Neredeyse alarm niteliğindeki bu bombardımandan bir gün sonra 4 Kasım 1914’te, Tekirdağ’da bulunan 3. Kolordu, Çanakkale Boğazı’nı denizden ve karadan yapılacak olan taarruza karşı savunma ile görevlendirilmiş, karargâhı Gelibolu’ya nakledilmiştir.
İlerleyen günlerde boğazın her iki yakasına, özellikle topçu kuvvetini güçlendirmeye yönelik takviyeler yapılmıştır. Boğaza mayın hatları döşenmek sureti ile deniz yolu kapatılmıştır. Denizaltılar için mania ağları gerilmiş, takviye için Çanakkale Boğazı’nın her iki yakasına yeni askeri birlikler yerleştirilerek savunma tertibatı sağlamlaştırılmıştır11.

Çanakkale Kahramanları
Çanakkale boğaz savunmasının temelini kara birlikleri oluşturmaktadır. Boğazda, mayın hatları ve mania ağları dışında, denizde sabit top olarak kullanılmak amacıyla Sarısığlar mevkiine demirleyen Mesudiye zırhlısının 13 Aralık 1914 tarihinde batırılmasının ardından hiçbir deniz kuvveti kalmamıştır12. Birleşik Filo’nun boğazı geçmesi için mayınları temizlemesi zorunluluğu nedeniyle Osmanlı Genelkurmayı boğazın her iki yakasına bu girişimi engellemek için sabit ve seyyar bataryalar düzeni oluşturmuştur. Nitekim Birleşik Filo, mayınları temizlemekle meşgul iken Osmanlı topçu birliklerinin hedefi haline gelmiştir. Osmanlı askeri birlikleri, neredeyse yok denilebilecek kadar az zayiatla boğazı geçme girişimini engellemiştir 13.

 İtilaf Devletleri, Çanakkale Cephesi’nin cazip faydalarından vazgeçemeyerek 25 Nisan 1915 tarihinde, bu sefer gemilerden karaya asker çıkarmak yoluyla cephenin –merkez olarak bakıldığında üç farklı alan olmak üzere- yedi ayrı bölgesine çıkarma yapmışlardır14. Bu bölgelerden sadece Kumkale bölgesinde tutunamamış, iki gün geçmeden bütün birliklerini geri çekmişler, Anadolu yakasını boşaltmak zorunda kalmışlardır. Nitekim bu günden sonra, kara savaşları tamamen Gelibolu Yarımadası’nda devam etmiştir.

25 Nisan 1915 tarihinden itibaren yarımadada tutunmayı başaran İtilaf kuvvetleri, cephenin bölgesel yüksek tepeleri olan Alçıtepe ve Conkbayırı’nı ele geçirememişlerdir. Osmanlı birlikleri ise bir türlü İtilaf birliklerini püskürtememiş ve çatışmalar bir çok bölgede tıkanmıştır. İtilaf birliklerinin 6 Ağustos 1915’te yaptıkları takviye kuvveti ile yaptıkları Suvla çıkarması da aynı akıbetten kurtulamamıştır. Çanakkale Cephesi’nin her bölgesinde kimi stratejik mevkiiler ve mevziiler, kısa süreli olarak el değiştirip iki taraf için de genel duruma nüfuz edecek pozisyon sağlayamamıştır.

 Lağım açmak, aynalı tüfek kullanmak gibi keşfedilen savaş teknikleri bile sonucu değiştirecek önemli etkinliklere neden olamayacaktır15. Bunun üzerine İtilaf kuvvetleri başarılı (!) bir tahliye ile geri çekilerek yarımadayı boşaltmışlardır16. İtilaf Devletleri, 19-20 Aralık 1915 gecesi Arıburnu-Anafartalar; 8/9 Ocak 1916 günü de Seddülbahir bölgesinden çekilerek, Gelibolu Yarımadası’nı terk etmişlerdir. Böylece 8,5 ay süren kara savaşları, bu tahliye ile son bulmuştur. İtilaf Devletleri’nin yegâne askerî başarısı, çıkarma yaptıkları karada bu süre boyunca tutunabilmek olmuştur.

Çanakkale Savaşları’nda İngilizler 205.000; Fransızlar 47.000 kişi olmak üzere toplam 252.000 asker zayiat verdiler. Osmanlı askeri birliklerinin zayiatı ise 207.516’dır17. Bu sadece cephenin insani kayıplarıdır. Bu kayıplara, yaklaşık on beş ay boyunca her iki tarafın askerî, sıhhî ve geri hizmet gibi birçok teçhizat giderleri eklendiğinde, Çanakkale Cephesi’nin boyutları anlaşılabilir. Bu istatistiksel verilere bakıldığı ve savaşın süresi, cephenin uzaklığı ile cephede deniz ve kara donanımına ihtiyaç hesaba katıldığında, her iki taraf için de maddi ve manevi hasarın epey büyük olduğu görülür. Bizim buradaki sorumuz, bu hasarın hangi önemli sonuçlarla telafi edildiğidir. Başka bir deyişle hangi önemli sonuçlar, bu hasarı vermeye değer görülmüştür.

Çanakkale Cephesi’nin Açılma Nedenleri

Rusya Faktörü

İtilaf Devletleri’nin Çanakkale Cephesi’ni açmasının nedenleri18 arasında en önemli ve tutarlı sebebin Rusya ile irtibat meselesi olduğu ilk bakışta anlaşılabilir19. Bu irtibatın hizmet edeceği husus, Rusya’nın kendi batısında etkili olabilmesi için doğuda veya güneyde Osmanlı birlikleri tarafından yapılacak ciddi bir saldırı ile karşılaşmaması için düşünüldüğü görülmektedir20. Buna ilaveten irtibat sağlandığında iki tarafın da ihtiyaç duyduğu gereksinimler karşılanacaktır. Rusya, silah ve cephaneye; Batı Avrupa, Rus tahılına ulaşabilecektir. Rusya tahılının %90’ının, tüm ihracatının %50’sinin İstanbul-Çanakkale boğazlarından sağlandığı21 düşünüldüğünde, boğazların kapalı olmasının Rusya ekonomisine etkisinin yıkıcı olabileceği görülür.

Almanya’ya karşı daha güçlü hale getirilecek olan Rusya, iki cepheli bir savaşa girmemiş olarak Almanya’yı doğuda oyalayacak; böylece Avrupa’nın güvenliği sağlanacaktı. Bu bakımdan Çanakkale kararının Rusya karşısında harbe girme şartına bağlanan Almanya-Osmanlı anlaşmasına karşı tedbir olduğu da ileri sürülebilir. Bu amaçlar için belki de boğazlar dışında başka bir yol düşünülebilirdi22; fakat Çanakkale tercih edilerek, bu bölgenin diğer bölgelere kıyasla Büyük Savaş’a katkılarının daha fazla olduğu görülmüş olmalıdır.

İngiltere ve Fransa için Rusya’nın yukarıda bahsedilen açılardan önemi, Osmanlı askeri birliklerinin Rusya’ya karşı giriştiği Kafkasya harekâtında kendini göstermiştir. Osmanlı Devleti, müttefiki Almanya’yı Avrupa’da rahatlatmak için Rusya’ya karşı 22 Aralık 1914’te Kafkas Cephesi’ni açtığı sırada Rusya, kendi ittifak anlaşması gereği, 2 Ocak 1915’te, İngiltere’den “Kafkaslar’da beliren Osmanlı tehdidine karşı” yardım istemiştir. Almanya, Rusya’yı batıdan sıkıştırırken, Osmanlı Devleti’nin de Kafkaslar’dan saldırısı, Rusya’yı zor duruma sokmuştur. Rusya’nın isteğine ertesi gün İngiltere’nin gönderdiği cevap “Türklere karşı bir askeri harekât yapılacağı; ancak bunun Rusya’yı Kafkas Cephesi’nde yeterince rahatlatabileceği konusunda çekincelerin olduğu”23 şeklinde olmuştur. Nitekim bundan kısa bir süre sonra da (28 Ocak 1915) İtilaf Devletleri, Çanakkale harekâtını kesinleştireceklerdir24. Görülüyor ki, Çanakkale harekâtını belirleyen ya da kesinleştiren asıl olay, Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya karşı askeri harekâta başlaması olmuştur 25. İngiltere ve Fransa, Rusya’nın Osmanlı Devleti için ayıracağı askeri kuvveti, Almanya’ya karşı ayırmasını yeğlemiştir.

Osmanlı Askerî Yayılmasını Engellemek ve İstanbul’un Zaptı Meselesi

Çanakkale’de askeri cephe açılmasını savunanlar tarafından bir başka amaç olarak, halen yüzölçümü ve insan gücü bakımından büyük topraklara sahip olan Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri etkinliğini Büyük Savaş boyunca kırmak ve onu savaş dışı bırakmak da düşünülmüştür. Nitekim İngiliz Bahriye Nazırı Winston Churchill, 24 Kasım 1914’te, Mısır’daki milliyetçi hareketler ve Sina Cephesi’ndeki Türk faaliyetleri nedeni ile Mısır’ı savunmak için ideal yol olarak Çanakkale Boğazı’na bir hareket düzenlenmesi fikrini savunmuştur26. Mısır, İngiltere’nin büyük sömürgesi Hindistan’a giden yolu kestiği için burada girişilecek bir Osmanlı askerî harekâtı büyük sıkıntılar yaratabilirdi. Osmanlı İmparatorluğu –kendisi üzerinde bir tehdit algılamadıkça- Kuzey Afrika, Arap Yarımadası ve Rusya’nın yanı sıra Balkanlar’da da etkili olabilirdi. Bu bakımdan İtilaf Devletleri’ne göre, boğazlara yönelik girişilecek bir harekât ile Osmanlı başkenti zapt edilirse, yukarıda bahsedilen bölgelerde Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri etkisi asgariye indirilecekti. Hatta Gelibolu Yarımadası’na saldırının Osmanlı askerini belli bir bölgede kilitlemesi bile Büyük Savaş’a önemli bir hizmet olarak görülmüştür. Nitekim ileride bahsedileceği gibi bu husus gereğince İtilaf Devletleri, Çanakkale Savaşları’nda kendilerini başarılı sayacaklardır. Fakat neresinden bakılırsa bakılsın, Çanakkale Boğazı’na saldırı amacının Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’u ele geçirmeyi hedeflendiği görülmektedir. Bu hedef başarıya ulaştığı takdirde hem harbin lokal alanlardaki mücadelelerine hem de genel gidişine tesiri hesaplanmıştır.

İslam Halifeliği Etkisi

İtilaf Devletleri tarafından, başkent İstanbul’un ele geçirilmesi durumunda, İslam dünyasını cihat çağrısı ile birleştirecek olan halifeliği etkisiz hale getirmek imkanı da düşünülmüştür. Nitekim özellikle İngiltere, İstanbul’un çağrısına uymaları durumunda Hindistan’da iç karışıklık çıkabileceğini hesaplamıştır; fakat böyle bir cihat çağrısının etkisi –20. yüzyılın gerekleri hesaba katılırsa- kuşkuludur27. İtilaf Devletleri tarafından Osmanlı halifeliğinin, İslam dünyasındaki etkisi bir rol olarak düşünülmüş olsa bile bunun etkisinin zayıflığı, henüz Çanakkale Cephesi açılmadan görülmüştür.

Ekonomik Amaç

Bir başka önemli amaç da Büyük Savaş’ta milli ya da dini vasıflardan ziyade ekonomik vasıfların ağır bastığı hesap edildiği de ortaya çıkmaktadır. Osmanlı ileri gelenlerinin, yıllardır Avrupa’daki çıkar hesaplarının kendi üzerinde yoğunlaştığını hissetmesi gereksiz bir kuşkudan kaynaklanmamaktadır. Osmanlı İmparatorluğu, ekonomik nüfuz bölgesi ve hammadde sahası olarak görülmektedir. Sınırları, sadece coğrafi konum bakımından stratejik değil; aynı zamanda yer altı ve yer üstü kaynakları bakımından hayatî önem arz etmektedir. Bunu anlamak için savaştan hemen sonra İngilizlerin Musul ve civarına, Fransızların Suriye ve civarına yerleştiklerini anımsamak yeterlidir. Bunlara, savaş sonrası boğazlara hâkimiyet konusunda yapılan tartışmalar da eklenebilir. Çanakkale Boğazı’na saldırı ve İstanbul’a hakimiyet, savaş sonrası Osmanlı topraklarının paylaşımı konusunda –ileride değişebilecek koşullar göz önüne alınarak- hakim irade olma gibi bir avantaj da yaratabilirdi28. Bu husus, özellikle Çanakkale Boğazı’na sefer yapılması konusunda ısrarcı olan İngiliz politikacılarının gözünden kaçmamış olsa gerektir.

İstanbul, imparatorluğun yegane, dünyanın ender ekonomi merkezlerinden biridir. İmparatorluğa ait bütün devlet dairelerinin ve teşkilatının İstanbul’da olması, Berlin-Bağdat demiryolunun İstanbul’dan geçmesi, ülkenin elektrik ulaşımı, telgraf ve telefon hatlarının yanı sıra karayolu ulaşımının da merkezi konumunda bulunması, İstanbul’u ele geçirmenin ekonomik nedenleri olarak sıralanabilir. Bunun yanı sıra boğazların dünya deniz ticaretindeki yeri kuşkusuz önemlidir 29.

Osmanlı Devleti’nin Boğazları Savunma Gerekçeleri

Dikkat edilmesi gereken önemli bir husus, Osmanlı Devleti’nin boğazları savunma durumunda olduğudur. Cepheyi açan İtilaf Devletleri’dir. Bu bakımdan Osmanlı İmparatorluğu’nun Çanakkale Boğazı’nı savunma gerekçeleri, aynı zamanda İtilaf Devletleri’nin cepheden elde edeceği başarıları engellemek ile ulaşılacak sonuçlardır.

Çanakkale Savaşları’nın SonrasıÇanakkale Savaşları’nın sonuçlarına baktığımız zaman, bu sonuçları genel savaştan bağımsız düşünmemiz olanaksızdır30. Bu bakımdan öncelikle Çanakkale Savaşları’nın ve sonuçlarının Büyük Savaş’a etkileri değerlendirilmelidir.

İtilaf Devletleri Açısından

Çanakkale Cephesi, Osmanlı askeri birlikleri açısından İstanbul’un korunması, dolayısı ile Osmanlı Devleti’nin savunulması manasını taşırken, büyük oranda sömürge askerleri ile yapılan İtilaf Devletleri’nin Çanakkale saldırısı, bir nevi macera niteliği taşımaktadır. Bu maceraya, hedefine ulaşılması durumunda sağlayacağı yararların ve yaratacağı etkinin mahiyeti nedeni ile girişildiği anlaşılmaktadır. Fakat diğer taraftan bir ülkenin başkentine yönelik yapılacak saldırıya -hangi koşullar altında olunursa olunsun- büyük bir dirençle cevap verileceği hesaplanmamıştır. Örneğin boğazdan donanma ile geçiş denemesi, Osmanlı askeri gücünü hafife alır nitelikte ve bir o kadar da acemicedir. Çanakkale Boğazı’nın geçilmesinin çok zor, geçilmesi halinde Marmara Denizi’nde hedef olma olasılığının yüksek olduğu ve İstanbul’u donanma ile işgal etmenin pratikteki imkansızlığı çeşitli komutanlarca rapor edilmesine rağmen, hedefin cazibesi bu girişimi olanaklı hale sokmuştur.

İtilaf Devletleri, Çanakkale Harekâtı’nı zafer olarak değerlendirmemekte; fakat başarıya ulaştığını düşünmektedirler31. Onlara göre, Çanakkale Harekâtı, Osmanlı askeri birliklerinin doğuya yönelmesini engellemiş ve askeri birliklerini sekiz buçuk ay boyunca büyük oranda Gelibolu Yarımadası’nda tutmuştur. Böylece Osmanlı askeri birlikleri, Rusya üzerine gidememiş; güneyde de etkili bir faaliyet gösterememiştir32. Bulgaristan, Çanakkale Seferi büyük ölçüde sonuçlanıncaya kadar kararsız bir halde kalmıştır. İstanbul’un tehdit edilmesi, Süveyş Kanalı’nı korumuştur. Bu nedenle “Büyük Gösteri” hedefine (İstanbul) ulaşamamışsa da amacına ulaşmıştır.

Fakat bu görüş, Avrupa’daki savaşta diğer merkez taraf olan Almanya açısından da düşünülebilir. Bu durumda Osmanlı İmparatorluğu, İngiliz ve Fransız birliklerini üzerine çekerek Almanya’nın Avrupa’da rahatlamasını sağlamıştır, denilebilir33. Bu bakımdan böyle bir değerlendirme, her iki taraf için de söz konusu olabilir; mevzu, özne değişikliğidir.

Osmanlı Devleti Açısından

Osmanlı Devleti’ne göre ise, Çanakkale Cephesi, Başkent İstanbul’a yönelik saldırıyı denizde ve karada durduran askeri bir başarı olarak görülmektedir. Çanakkale Boğazı savunması, Osmanlı Devleti’nin, askeri anlamda bir bakıma 1699’dan beri savunma anlayışının doğurduğu tecrübelerini göstermesi bakımından önemlidir. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti, kendisini yenik görmemektedir; fakat müttefiki Almanya’nın yenilgisi dolayısı ile Büyük Harp’ten yenik ayrıldığını düşünmektedir. Kafkas Cephesi’ni Osmanlı Devleti açmış, güneyde ise topyekûn yenilgi olarak kabul edilebilecek bir durum mevcut değildir. Çanakkale Cephesi’nde ise, saldıran da geri çekilmek zorunda kalan da İtilaf Devletleri olmuştur ve Osmanlı askeri Çanakkale’yi başarı ile savunmuştur. İtilaf Devletleri’nin hem boğazı geçmesini, hem de Gelibolu Yarımadası’nı ele geçirme denemelerini engelleyerek İstanbul’u korumuştur. Böylece, Osmanlı Devleti savaş dışı kalmamış; üstelik İtilaf Devletleri’nin, Rusya ile bağlantısını da kesmiştir.

Çanakkale Savaşları’nın Türk Tarihi Açısından Sonuçları

Türkler, tarih boyunca birçok savaş yapmışlardır; fakat bu savaşların değeri, genel olarak Türk tarihine katkıları bağlamında değerlendirildiğinde anlaşılır. Ancak bu şekilde savaşların tarihî anlamları ortaya çıkar. Bu açıdan bakıldığında Çanakkale Savaşları’nın Türk tarihi açısından çok önemli nitelikte bir olgu ve bir olaya yol açtığı gözlenmektedir.

Tarihî Özgüven Etkisi

Çanakkale Savaşları’nın Türk tarihi seyrine ilk etkisi, 1699’dan itibaren başlayan yenilgi ve geri çekilişin, askeri başarısızlıkların tekrarı olmamasından kaynaklanmaktadır.

Nitekim Çanakkale galibiyetinin psikolojik olarak olumlu etkileri olmuştur. Çanakkale üzerine yazılan eserlerin birçoğunda bilimsel tarih metinlerinden çok edebi metinlerin yer alması34, zannederiz ki, Osmanlı İmparatorluğu’nda uzun yılların verdiği yenilgilerin eseridir.

Büyük Savaş boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün ilgisini üzerine toplayan Çanakkale Savaşları’nda, askerlerin psikolojik motivasyonları için kimi komutanlarca yapılan emirlerde Balkan Savaşları yenilgisinin vurgulandığı görülmektedir. Böyle bir durumun yeniden yaşanmaması, cephedeki komutanların ve askerin aidiyetlerinin kaynağı olarak görülebilir. Mustafa Kemal, 1 Mayıs Türk taarruzundan önce 19. Tümen komutanı olarak birliklerine gönderdiği emirde, bu hususu şöyle ifade eder:

“İçimizde ve kumanda ettiğimiz askerlerde Balkan hacaletinin ikinci bir safhasını görmekten ise, burada ölmeyi tercih etmeyenlerin bulunacağını katiyen kabul etmem. Şayet böyleleri olduğunu hissediyorsanız, derhal onları kendi ellerimizle kurşuna dizelim”35.

Çanakkale Savaşları’nda İtilaf Devletleri’nin başarılı olamaması, Osmanlı birliklerinin Çanakkale Boğazı’nı başarı ile savunmaları, Osmanlı ileri gelenlerine ve halkına –Büyük Savaş’tan birçok toprak kaybetmiş olarak yenik çıkmış olmasına rağmen- bir özgüven kazandırmıştır. Trablusgarp ya da Balkan Savaşları’ndan daha ağır sonuçlara neden olmasına rağmen I. Dünya Savaşı’nda Çanakkale cephesi, yılların yenilgilerini unutturan, kamufle eden bir etkiye sahiptir.

Çanakkale Savaşları’nın başarısından kaynaklanan özgüven, Milli Mücadele döneminde hem Çanakkale Cephesi’nde bulunan komutanlara prestij sağlamış hem de milletin kurtuluş inancını kuvvetlendirmiştir. Bu bakımdan Çanakkale’de oluşan bu özgüvenin tarihî şartlar içerisinde yansımasını, Milli Bağımsızlık Savaşı’nda görebiliriz36. Nitekim Bağımsızlık Savaşı lideri Mustafa Kemal’in tarihi misyonunda37 Çanakkale Savaşları’nın yeri, bu bakımdan çok önemlidir. Bir lider olarak belirmesinde, Çanakkale Savaşları’ndaki başarılarının yanı sıra “Anafartalar Kahramanı” olarak tanınmasının manevi bir etkisi vardır38. Bu manevî etki, Milli Mücadele’ye doğrudan bir etkidir39.

Savaşın Uzamasına ve Bolşevik İhtilali’ne Etkisi

Çanakkale Savaşları sonuçlarının Türk tarihi seyrine ikinci etkisi, genel savaşın uzaması neticesi olarak Rusya’daki Bolşevik Devrimi’ne dolaylı katkısıdır. İtilaf Devletleri’nin Çanakkale’den geçip Rusya’ya ulaşamaması genel savaşın seyri ve süresi açısından önemlidir40 ve bu önem, savaştan sonraki gelişmelerin özelliğinde saklıdır. İtilaf Devletleri, bütün askeri gücünü Almanya cephesine ayırmış olan Çarlık Rusya’sına boğazlar yolu ile ulaşabilselerdi; Çarlık rejiminin kuvvetlenmesine ve Bolşevik çatışmalarında etkin rol oynamasına yol açacaktı. Böyle bir rolün, 1917 Rus ihtilalini geciktirici bir etken olacağı şüphesizdir. Nitekim bu durumda I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılmasında Çarlık Rusya’sının da rol alması kaçınılmaz bir durum olarak ortaya çıkacaktır. Kuşkusuz bu durumda bağımsızlık meşalesi yakan Türk ulusal mücadelesi, emperyalizme karşı çok daha güçsüz kalacaktır41. Böyle olmamakla beraber Rus İhtilali’nden sonra Bolşevik Rusya, Çarlık Rusya’nın emperyalist emellerinden vazgeçmekle kalmamış42; Büyük Savaş’ın gizli anlaşmalarını da açıklamıştır43.

Bu bakımdan Çanakkale Cephesi, -bilmeyerek de olsa- dolaylı olarak Rusya’daki Bolşevik harekete ivme kazandırmıştır. Bolşevik Rusya’nın geleneksel Rus politikasından vazgeçmesi, İngiltere ve Fransa karşısında Milli Mücadeleyi desteklemesi, Türk tarihi açısından olumlu bir etki doğurmuştur. Bolşevik Rusya böyle bir tutumda bulunmamış olsaydı bile Türkiye üzerinde emperyalist emelleri olan Çarlık Rusya’sının yıkılmasında Çanakkale Savaşları’nın etkisi yadsınamaz.

I. Dünya Savaşı’nın gizli anlaşmalarının dünya kamuoyuna duyurulması, Milli Mücadele liderlerinin savundukları topraklar üzerindeki büyük devletlerin çıkarlarını gözler önüne sermiştir. Bolşevik Rusya’nın açıkladığı bu gizli anlaşmaların içeriği, şüphesiz Milli Mücadele liderlerinin realist bir bakış açısı kazanmalarında vesile olmuştur.

Diğer önemli bir husus da Çanakkale Savaşları’nın, genel savaşın süresini uzatma özelliğidir. İtilaf Devletleri, savaşın uzamasının yıkıcı etkilerini, neredeyse mağlup devletler kadar yaşamıştır. Savaş sonlandığında hem insan kaybı hem de ekonomik olarak etkili olabilecek niteliğini yitirmiş görünmektedir. Bu durum, Milli Mücadele liderlerinin dış politika konusunda realist bir bakış açısı kazanmalarına neden olmuştur.

Sonuç

I. Dünya Savaşı, temelde, Avrupa’daki yayılmacı ülkelerin çıkar çatışmaları nedeniyle çıkmıştır. Dünya tarihinde ilk defa çok cepheli ve neredeyse dünyadaki bütün ülkeleri etkileyen bir savaş yaşanmıştır. Bu savaşın Osmanlı İmparatorluğu açısından etkileri, yıkıcı olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu, yılların birikimiyle üzerindeki tehditlerden kurtulmak için bu savaşı, bir çıkar yol olarak değerlendirmiştir; fakat sonuç, bunun tersi olmuştur.

Çanakkale Cephesi, İtilaf Devletleri’nin Osmanlı İmparatorluğu’nu erkenden savaş dışı bırakmak hedefli bir harekâttır; fakat başarıya ulaşmamıştır. Osmanlı askeri, cepheyi başarıyla savunmuştur. Savaşın süresini önemli ölçüde uzatmış ve bu bakımdan galip devletlerin önemli insan kaybına ve ekonomik yıkımına etkide bulunmuştur. Her ne kadar savaş sonrasında İtilaf Devletleri, İstanbul’u işgal etmiş ve Anadolu topraklarına yerleşmeye başlamışlarsa da I. Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkisi, Kurtuluş Savaşı liderlerine önemli avantajlar sağlamıştır.

Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın başarıya ulaşması, Türk tarihi seyrine Çanakkale Savaşları’nın etkilerinden bahsetmek olanağını doğurmuştur. Bu dikkate alınırsa, Çanakkale Savaşları sonuçlarının Türk tarihinin seyrine iki önemli katkısı yadsınamaz derecede büyük görünmektedir. Nitekim bu katkıların buluştuğu nokta, Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nda birleşmektedir. Çanakkale Savaşları sonuçlarının etkisi ile Türk milletinde sağlanan özgüven; savaşın uzamasının işgalci kuvvetlere verdiği yıkım ve Rusya’nın ihtilalden sonraki yeni dünya politikası, Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nda olumlu etkilerin kaynağı olmuştur.

Bu bakımdan Çanakkale’deki mücadele, –dolaylı ve doğrudan etkilerle- Bağımsızlık Savaşı’nda Türk milletine yol gösterici44 etkidedir. Çanakkale Savaşları’nın Bağımsızlık Savaşı’na ve Türk tarihinin seyrine katkısı, Türk milletinin “Ulusal Bağımsızlık” ihtimalini yaşatan tarihi bir dayanak, bir işaret olmasıdır.

 ---

 KAYNAKÇA

Armaoğlu, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Alkım Yayınları, Ankara-Tarihsiz.

Atabay, Mithat – Erat, Muhammet – Çobanoğlu, Haluk, Çanakkale Şehitlikleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayını, İstanbul 2009.

Atatürk, Mustafa Kemal, Arıburnu Muharebeleri Raporu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 3. Baskı, Ankara 1990.

Atay, Falih Rıfkı, Çankaya, Doğan Kardeş Matbaacılık, İstanbul 1969.

Avcıoğlu, Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, II. Kitap, Tekin yayınları, İstanbul 1976.

Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam, c. I, 18. Baskı, Remzi Yayınevi, İstanbul 1999.

Bartlett, Ellis Ashmead, Çanakkale Gerçeği, Yeditepe yayınları, İstanbul 2005.

Bayur, Yusuf Hikmet, Türk İnkılâbı Tarihi, cilt III, Kısım II, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1991.

Bayur, Yusuf Hikmet, Türkiye Devleti’nin Dış Siyasası, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1995.

Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, V nci Cilt Çanakkale Cephesi Harekâtı, I. Kitap, Genelkurmay Yayınevi, Ankara 1993.

Bursalı Mehmet Nihat, Büyük Harpte Çanakkale Seferi, İlhami Fevzi Matbaası, İstanbul 1926.

Büyük Güçler ve Osmanlı Devleti’nin Yıkılışı, Yay. Haz. Prof. Dr. Abdullah Gündoğdu, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2010.

Çakır, Ömer, Türk Şiirinde Çanakkale Muharebeleri, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 2004.

Dardanelles Commission First Report, Publised by His Majesty’s Stationery Office, London 1917.

Esenkaya, Ahmet, “Çanakkale Savaşları Sürecinde Türk Basını”, Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, sa. 1, Atatürk ve Çanakkale Savaşlarını Araştırma Merkezi Yayını, Çanakkale 2003.

James, Robert Rhodes, Gelibolu Harekâtı, Belge yayınları, İstanbul 1965.

Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, c. IX, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1996.

Karataş, Murat, “Çanakkale Savaşları’nda Lağım Muharebeleri”, Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, sa. 6-7, Atatürk ve Çanakkale Savaşlarını Araştırma Merkezi Yayını, Çanakkale 2008.

Karataş, Murat, Haritalarla Çanakkale Savaşları, Nobel yayınları, Ankara 2007.

Larcher, Maurice, Çanakkale Seferi, Çev. Bursalı Mehmed Nihad, Yay. Haz. Murat Karataş, Ed. Mithat Atabay, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Atatürk ve Çanakkale Savaşlarını Araştırma Merkezi Yayını, Çanakkale 2008.

Maarif Vekâleti, Tarih III, Devlet Matbaası, İstanbul 1933.

Müllman, Carl, Çanakkale Savaşı, Bir Alman Subayının Notları, Çev. Sedat Umran, 6. Baskı, Timaş yayınları, İstanbul 2004.

Oglander, C. F. Aspinal, Büyük Harbin Tarihi, Gelibolu Askeri Harekâtı, c. I, Arma yayınları, İstanbul 2005.

Osmanlı Belgelerinde Çanakkale Muharebeleri I, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayınları, Ankara 2005.

Rudenno, Victor, Gelibolu Denizden Saldırı, Çev. Dilek Cenkçiler, Ed. Mithat Atabay, Odtü Yayıncılık, Ankara 2009.

Sedad Paşa, Boğazlar Meselesi ve Çanakkale Muharebe-i Bahriyesinde Türk Zaferi, Askeri matbaa, Erkân-ı Umumîye Talim ve Terbiye Dairesi Neşriyatı, İstanbul 1927.

Selahattin Adil, Harb-i Umumi’de Çanakkale Muharebat-ı Bahriyesi, Erkan-ı Harbiye Mektebi Matbaası, İstanbul 1336/1920.


ARŞ.GÖR.MURAT KARATAŞ
http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-76/turk-tarihinin-seyrine-bir-isaret-levhasi-canakkale-savaslari


Çanakkale ve Mustafa Kemal | Çanakkale Savaşları, Çanakkale Zaferi -1-

Konuya Giriş, Özet: Çanakkale Savaşları Zafer Destanı'nı sonuçları

Atatürk’ün 19 ncu Tümen ve Anafartalar Grup Komutanı olarak Çanakkale savaşlarında kazanmış olduğu başarılar, sade Osmanlı başkentini düşman işgalinden kurtarmakla kalmamış harbin akışını değiştirmiştir. Rusya   müttefikleri tarafından desteklenemediğinden Çarlık çökmüş, yerine kısa bir aradan sonra bugünkü komünist rejim kurulmuştur. Harp uzamış, dört yıl süren harpte ağır zayiat veren galip devletler de çok yorgun ve bitap duruma düşmüşlerdir. Çarlığın çökmesi, galip devletlerin yorgunluğu, güçsüzlüğü harbin başında Osmanlı împaratorluğu’nun geleceği hakkında düşündüklerini gerçekleştirmelerine engel olmuştur.

Saat yönünde Anafartalar Cephesi'nde Mustafa Kemal ve silah arkadaşları; 
Gelibolu'ya çıkarma yapan Anzaklar; Gelibolu sırtlarındaki Anzak askerleri; 
Osm. askerlerinin bulunduğu bir siper ve Çanakkale Boğazı'ndan çekilen 
İtilaf Devletleri'ne ait savaş gemisi
Atatürk’ün bu başarısını İngiliz Resmi Harp Tarihi şöyle dile getirmektedir:   

Çanakkale ve Mustafa Kemal - Anzak Kolordusunun 25 Nisan’da ilk ihraç gününde hedefini zaptetmeye başarılı olamayışının en birinci etkeni bu subayın bizzat mevcudiyeti ve vaziyete hâkim olmasıdır. Müşarünileyhin (adı geçen yüksek kişinin) 9 Ağustos’ta bir an içinde kuzey mıntıka komutanlığına atanarak burada gösterdiği yüksek cesaretli hareketlerdir ki, 9 ncu Kolordunun ilerlemesine engel olmuş ve bunu durdurmuştur. Yirmidört saat sonra müşarünileyhin bizzat yaptığı bir keşiften sonra Conkbayırı’nda yaptığı çok parlak bir mukabil (karşılık) taarruz neticesinde Türkler Sarıbayır Sırtları üzerinde gayrı kabili zapt bir mevziye yerleştiler. Tarihte, bir tümen komutanının üç muhtelif yerde vaziyete nüfuz ederek yalnız bir muharebenin gidişine değil, aynı zamanda bir seferin akıbetine (sonucuna) ve belki bir milletin mukadderatına (yazgısına) tesir yapacak vaziyet ihdas etmesine (ortaya çıkarmasına / oluşturmasına) nadiren (ender olarak) tesadüf edilir.”]


Çanakkale ve Mustafa Kemal

Birinci Dünya Harbi başladığında (1 Ağustos 1914) Atatürk, askeri ateşe olarak Sofya’da bulunuyordu.

Türkiye’de bir Alman Askerî Heyeti’nin bulunması, bu heyete mensup Alman subaylarına Türk Ordusunda fiili komuta yetkisinin tanınmış olması ve nihayet Akdeniz’de iki Alman harp gemisinin (Goeben ve Breslau) harbin başlamasından 10 gün sonra İngiliz harp gemilerinin takibinden kaçarak Çanakkale Boğazı’na girmelerine müsaade edilmesi, bu gemilerin Osmanlı imparatorluğu tarafından satın alındığının ilânı ve Alman Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Souchon (Soşon)’un Türk Donanması Komutanlığına atanması Türkiye’nin Almanların yanında harbe girme eğiliminde olduğunun açık delilleriydi.

Türkiye, gerçi 2 Ağustos 1914’te seferberlikle beraber silâhlı tarafsızlığını ilân etmişti, ama bu tarafsızlığını uzun süre koruyup koruyamayacağı kuşkuluydu. Yönetimin üst düzeyindeki görevlilerin bir bölümü ve yüksek rütbeli subayların çoğu, harbe girmeme, tarafsız kalma yanlısı idiler; hiç olmaz ise harbe mümkün olduğu kadar geç girilmesini savunuyorlardı.

Atatürk de aynı fikirdeydi. Sofya’dan daha Ağustos ayında Dr. Tevfik Rüştü (Araş)’ye yazdığı bir mektupta “Bu harp çok uzun sürecektir, ona girmekte geç kalınmaz, bundan korkup acele etmeyelim. Fransız ordusunun yığınağı daha güneydedir. Fransızlar durumlarını düzeltebilirler.” diyordu.1

Almanlar, Marn Meydan Muharebesini (6-9 Eylül 1914) kaybedince; zaten harbin ilk gününden beri açıkça belli olan Türkiye’yi, bir an önce harbe sokma gayret ve baskılarını artırdılar, nihayet Karadeniz olayı2 ile 29 Ekim 1914’te Türkiye’yi harbe sürüklediler.

Türkiye harbe girince Atatürk, derhal memlekete dönmek, orduda fiili görev almak istedi. Harbiye Nazırı Enver Paşa’ya başvurdu. Enver Paşa’nın cevabı: “Sizin için orduda her zaman bir görev vardır. Ancak Sofya ataşemiliterliğini daha önemli gördüğümüzden sizi orada bırakıyoruz” oldu. Tabii Atatürk bu cevaba çok üzüldü; O’nun karakterinde bir askerin, ordusu savaşırken yurt dışında kalması mümkün değildi. Ancak Harbiye Nazırı Enver Paşa, Atatürk’ün Sofya’da kalmasını istiyordu. Nitekim 26 Kasım 1914’te kendisi “Sofya Askerî Ateşesi Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey’in 1 nci Tümen Komutanlığına tayinini” teklif etmiş ve 29 Kasımda Padişah Buyruğu ile Yarbay Mustafa Kemal Bey 1 nci Tümen komutanlığına atanmışken 1 Aralık 1914 tarihli yazısıyla bu tayini iptal ettirmiş ve 1 nci Tümen Komutanlığına Kurmay Yarbay Cafer Tayyar Bey’i tayin ettirmişti. 3

Enver Paşa’nın Atatürk’ü ısrarla Sofya’da bırakmak istemesi, bazı yazarların, örneğin Sayın Prof. Hikmet Bayur’un düşündüğü gibi Mustafa Kemal’i kıskanan, çekemeyen Enver’in harbin çok kısa sürede biteceğini sanarak Mustafa Kemal’e bir onur payı ayırmak istemediği şeklinde4 yorumlanabilir. Ancak Mustafa Kemal’e verilen görevler, O’nun gönderdiği raporlar, 5 özellikle Almanya ile irtibat ve muvasala bakımından Bulgaristan’ın harbe girmesinin Türkiye için taşıdığı önem, Atatürk’e Bulgar dış politikasının Osmanlı dış politikasına paralel hale getirilmesine yardımcı olması görevinin de verilmiş olması dikkate alınırsa Mustafa Kemal’in Sofya’da bırakılmak istenmesinin sadece Enver’in kıskançlığından kaynaklanmadığı kabul edilebilir.

Bununla beraber Atatürk, Enver Paşa’nın Sofya Ateşeliğinin öneminden söz eden yazısına şu cevabı verdi:

“Vatanın müdafaasına ait fiili vazifelerden daha mühim ve mübeccel (yüce) bir vazife olamaz. Arkadaşlarım muharebe cephelerinde ateş hatlarında bulunurken ben Sofya’da ataşemiliterlik yapamam. Eğer birinci sınıf zabit olmak liyakatından mahrumsam, kanaatiniz bu ise, lütfen açık söyleyiniz.” 6

Bu yazısına da cevap alamayan Atatürk, eşyasını toplayıp İstanbul’a gitmeye karar verdi. Tam hareket edeceği sırada İsmail Hakkı imzasıyla bir telgraf aldı. Bu telgrafta “19 ncu Tümen Komutanlığına atandınız, hemen hareket ediniz” deniyordu. Bu telgrafı imzalayan Harbiye Nezareti Müsteşarlığına vekâlet etmekte olan ve “topal” lakabıyla anılan Levazım Reisi İsmail Hakkı Paşa idi.

O sırada Enver Paşa henüz İstanbul’a dönmüş değildi. Bilindiği gibi 3 ncü Ordu (9 ncu 10 ncu 11 nci Kolordular) ile Sarıkamış yönünde büyük bir kuşatma harekâtı düzenleyen Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa, 6 Aralık 1914’de İstanbul’dan hareket ederek 12 Aralık’ta Erzurum’a varmış, 3 ncü Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa’nın kış mevsiminde bu yörede böyle bir hareketin yapılmasının doğru olmayacağını, bu taarruzun sorumluluğunu yüklenemeyeceğini söylemesi üzerine 3 ncü Ordu’nun emir ve komutasını kendi üstlenerek 22 Aralıkta (9 kânunuevvel 330) harekâtı başlatır.

Yine bilindiği gibi bu harekât büyük bir yenilgi, bir facia ile sonuçlanır. Şiddetli kar, tipi ve soğuk yüzünden 3 ncü Ordu 90.000 (şehit, yaralı, kayıp, esir) zayiat vererek tamamen elden çıkar. 10.000 kişi kadar bir kuvvet Erzurum’a çekilir. 8 Ocak 1914 günü artık her şeyin bittiğini anlayan Enver, İstanbul’a dönmeye karar verir. 3 ncü Ordu Komutanlığına Hafız Hakkı Paşa’yı tayin ederek ve Orduya bir veda mesajı yayınlayarak 11 Ocak 1914’te kara yoluyla İstanbul’a gitmek üzere Erzurum’dan ayrılır.

Atatürk, 19 ncu Tümen Komutanlığına tayin edildiğini bildiren teli aldığı zaman Enver Paşa henüz yoldadır. Nitekim belgeler7 Kurmay Yarbay Mustafa Kemal’in 3 ncü Kolordu’da yeniden kurulan 19 ncu Tümen Komutanlığına atanmasına ait inhanın Harbiye Nazırı Vekili Talat imzasıyla 18 Ocak 1915’te yapıldığını, Padişah buyruğunun 20 Ocak 1915’te çıktığını gösteriyor.

19 ncu Tümen Komutanlığına atandığını bildiren teli alan Atatürk, zaten yola çıkmak üzere hazırlanmış olduğundan birkaç gün sonra İstanbul’a gelir. İstanbul’a geldikten sonra karşılaştığı durumu anılarında şöyle anlatıyor:

“Sofya’dan İstanbul’a geldiğim zaman Enver Paşa da Sarıkamış’tan avdet etmiş (geri dönmüş) bulunuyordu; evvelâ kendisini ziyaret için makamına gittim. Haber gönderdim, gelecek cevaba kapıda intizar ediyordum (cevabı kapıda bekliyordum); bu aralık muamalat-ı zatiye (personel işleri) müdürü Osman Şevket Bey’i elindeki dosyasıyla orada gördüm; kendisine sordum:

— Beni 19 ncu denilen fırkaya (tümene) tayin eden Harbiye Nazırı Vekili İsmail Hakkı Paşa mıdır?

Osman Şevket Bey pek ciddî ve biraz mahrem (gizli) bir lisanla (diliç):

— Hayır, dedi. Doğrudan doğruya Başkumandan Vekili Enver Paşa Hazretleridir; Erzurum’dan telgrafla emir buyurdular; emin olunuz Beyefendi…

Bir an sonra Enver Paşa ile karşı karşıya bulunuyorduk. Enver biraz zayıf düşmüş, rengi solmuş bir haldeydi. Söze ben başladım:

— Biraz yoruldun, dedim.

— Yok, o kadar değil, dedi.

— Ne oldu?

— Çarpıştık, o kadar…

— Şimdiki vaziyet nedir?

— Çok iyidir, cevabını verdi.

Ben daha fazla Enver Paşa’yı üzmek istemedim. Mükâlemeyi (konuşmayı) kendi vazifeme intikal ettirdim:

— Teşekkür ederim, beni numarası ondokuz olan bir fırkaya kumandan tayin buyurmuşsunuz. Bu fırka nerededir, hangi kolordu ve ordunun emrinde bulunuyor?

Cevap verdi:

— Ha evet! Belki bunun için Erkân-ı Harbiye (Genelkurmay) ile görüşseniz daha kati (kesin) malûmat (bilgi) alırsınız

Enver’i çok meşgul ve yorgun görüyordum; sözü uzatmadım:

— Pek iyi, Q halde sizi fazla rahatsız etmeyeyim, Erkân-ı Harbiye ile görüşürüm, dedim.

Başkumandanlık Erkânı Harbiyesine müracaat ettim, icap eden rüesaya (başkanlara) kendimi şu yolda takdim ediyordum:

—19 ncu Fırka Kumandanı Kaymakam (Yarbay) Mustafa Kemal!

Kendilerine kendimi takdim ettiğim her zat hayretle yüzüme bakıyor, benim kim olduğumu anlamakta müşkülât (güçlük) çekiyordu. Nihayet Başkomutanlık Erkân-ı Harbiyesinde böyle bir fırkanın mevcudiyetinden haberdar olan bulunmadı. Şimdi hale bakınız, ne garip mevkideyim; kemali ciddiyetle herkese 19 ncu Fırka Kumandam olduğumu söylüyorum; halbuki böyle bir fırkanın mevcudiyetinden kimsenin haberi yok, adeta sahtekâr vaziyetinde idim…”

Bizzat Atatürk’ün anlattığı bu durum, daha harbin ilk aylarında Başkomutanlık Genelkurmayının içine düştüğü kargaşayı ve Mustafa Kemal’in nerede olduğu bile bilinmeyen ikinci, hatta üçüncü kategoriden bir birliğe komutan olarak atanmış olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir. Ama nereden bileceklerdi ki, o ikinci, üçüncü kategoriden sayılan 19 ncu Tümen 2-3 ay sonra Atatürk’ün yüksek sevk ve idaresi altında Çanakkale Muharebelerinin talihini, Birinci Dünya Harbi’nin akışını değiştirecektir.

Atatürk, Sofya dönüşü İstanbul’da bulunduğu sırada Birinci Dünya Harbi hakkındaki düşüncelerini arkadaşlarına ve büyüklerine söylemekten çekinmiyordu. Anılarında: “Ben Harbi Umuminin müttefiklerimiz için iyi netice vereceğine itimat etmiyordum. Fakat emr-i vakiden sonra bulunduğum cephelerde harbi muvaffakiyete isal etmeye (başarıya ulaştırmaya) çalıştım” der.8

Atatürk’ün, Genelkurmay’da üst düzeyde yeri olan bir dostuyla daha önce yapmış olduğu söyleşi de çok ilginçtir. Anılarında bu konuşmayı şöyle anlatır:

“Ben ordunun bilâ kayıt ve şart (kayıtsız, şartsız) bütün esrarı (sırları) ile Alman Heyet-i Askeriyesine tevdi ve teslim edilmesinden çok müteessirdim. Daha karar verilmezden evvel tesadüfen bu vakaya muttali olduğum vakit (bu olayı öğrendiğim zaman) sesimin erişebileceği makamata kadar itirazatta bulunmayı vazife addetmiştim. İtirazlarıma hiç kimse cevap vermedi, cevap vermeye lüzum dahi görmedi.

Yalnız bilmünasebe bu zemin üzerinde müdavele-i efkâr ettiğim (yeri geldiği için bu konuda fikir alış-verişinde bulunduğum) dostlarımdan biri ki o zaman Erkânı Harbiye-i Umumiye’de en yüksek makamlardan birini işgal ediyordu, bana güya son derece samimi davranarak dedi ki:

— Arkadaş bizim tecrübemiz senden çoktur; vakıa seni hissiyat ve hayalata sevk eden şey, memleket ve milletine aşkındır, ama düşünmüyorsun ki, bu memleket ve halk senin hararetli aşkına zannettiğin kadar layık mıdır? Bizim başımızda pek büyük adamlar var: Sen henüz onlarla konuşmamış, onların tecrübe dide (gün görmüş) nazarlarına nazarlarını tevcih etmemiş ve memleketin her tarafındaki muvaffakiyetlerinin esrarını anlayamamışsın. Eğer bir defa kendileriyle görüşsen, aynı fikirleri kabul etmekte bizden daha ileri gideceğine şüphe yoktur.

Kimlerden bahsedilmek istendiğini pekâlâ anlamıştım; fakat teyit ettirmeye lüzum görmedim. Büyük bir hata içinde bulunduklarını söylemekle iktifa ettim (yetindim). Muhatabım, ki Harb-i Umumide vefat etmiştir, o zaman kendini yüksek hayalatın faili gibi tasavvur etmekten mütevellit (doğan) bir heyecan içindeydi, diyordu ki:

— Kemal, Kemal bizi rahat bırak, sonra vicdanen mesul olursun; biz öyle şeyler yapacağız ki, neticesinden sen de memnun olacaksın, dünya da hayrette kalacaktır.” 9

Bu konuşma, Atatürk’ün Sofya’da bulunduğu ve Sofya’dan döndüğü günlerde başkentteki atmosferi göstermesi bakımından ilginçtir. Enver-Talat-Cemal üçlüsü ülkenin geleceğine egemendir. Kendilerini ilahlaştırmış kişileri etraflarına toplamış, yüksek makamlara getirmişlerdir. Atatürk her ne kadar “itimat” etmiyorsa da onlar, harbin Almanların zaferiyle biteceğinden zerre kadar kuşku duymamaktadırlar; bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu’nun geleceğini Almanya’nın zaferine bağlamakta, bu amaçla Türk Ordusunu Alman subaylarının eliyle Almanya’nın emellerine göre kullanmakta hiçbir sakınca görmemekte, aksine bu tutumdan büyük yararlar ummaktadırlar.

Atatürk, işte böyle bir ortamda 2 Şubat 1915 günü Tekirdağ’a geldi. 19 ncu Tümenin emir ve komutasını üstlendi. 19 ncu Tümen, 57 nci Piyade Alayı ile iki depo alayından kurulmuştu. Fakat bir müddet sonra bu depo alayları geri alındı.

Atatürk, Tekirdağ’a gelişini, 19 ncu Tümeni teslim alışını ve Gelibolu Yarımadası’nda cereyan eden olayları Arıburnu Muharebeleri Raporu’nda şöyle anlatır:

“Sofya’da ataşemiliter iken Tekirdağ’da derdest-i teşkil bulunan (kurulmakta olan) 19 ncu Fırka Komutanlığına celbolundum (çağrıldım). Henüz fırkanın matlup veçhile (istenilen şekilde) teşkiline zaman kalmadan itilâf Devletlerinin Çanakkale Boğazı aleyhine tehditkâr bir vaziyet almaları üzerine fırkanın yalnız 57 nci alayı ile Maydos (Eceabat)’a hareket emrini aldım (25 Şubat 1915).”

İngiliz Donanması, iki Alman harp gemisinin (Goeben ve Breslau) Çanakkale Boğazı’na sığınmasından (10 Ağustos 1914) iki gün sonra (12 Ağustos) Boğaz önüne gelmiş, ama o günlerde Türkiye henüz tarafsız olduğundan Türkiye’nin Almanların yanında harbe girmesini teşvik etmemiş olmak için herhangi bir taarruzi harekette bulunmamıştı. Ancak Türkiye harbe girince Rusya’nın isteği üzerine İngiliz ve Fransız harp gemileri 2 Kasım 1914 günü Boğaz’ın girişindeki tabyalara ateş açmışlardı. Bu taarruz da bir gösteriden ileri gitmemişti.

Şubat 1915’e kadar itilâf (Anlaşma) Devletlerinin Boğaz’a karşı hiçbir taarruzi hareketleri olmamıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Süveyş Kanalı’na karşı giriştiği harekât başarısızlıkla sonuçlanıp (3 Şubat 1915), Mısır’da bulunan İngiliz birlikleri serbest kalınca İngiliz Harp Kabinesi, Fransa ile birlikte Boğazı aşmaya, İstanbul’u işgal ederek Osmanlı İmparatorluğu’nu barışa zorlamaya karar vermişti. Hazırlanan plâna göre Boğaz evvelâ donanmayla geçilecek, nakliye gemileriyle arkadan getirilecek kuvvetlerle Boğazlar ve İstanbul işgal edilecekti.

Harbin başlangıcından bu yana geçen altı ay içinde Türk Ordusu da Çanakkale Boğazı’ndaki birliklerini, özellikle topçusunu takviye etmiş, Boğaz sularına on sıra mayın döşemişti. Topçu, methal (giriş) ve merkez bataryaları olmak üzere iki grup halinde tertiplenmiş olarak Müstahkem Mevki Komutanlığı emrinde bulunuyordu.

İtilâf Devletleri donanması, plân gereği ilk önce methal bataryalarını susturmak için 19 Şubat 1915 günü bombardımana başladı.

O tarihte Gelibolu Yarım Adası’nın batı kıyıları karargâhı Gelibolu’da bulunan 3 ncü Kolorduya bağlı 7 nci, 9 ncu tümenler ile bir jandarma taburu tarafından savunulmaktaydı. 19 Şubat bombardımanından sonra muhtemel bir çıkarmaya karşı yarım adanın güney kesimini takviye kararı almış olan 3 ncü Kolordu Komutanlığı (Komutan Esat Paşa’dır) Atatürk’ün komutasındaki 19 ncu Tümen’in Tekirdağ’dan Maydos’a intikal ettirilmesine karar vermiştir.

Atatürk, Maydos’a intikalden sonrasını anlatmaya devam ediyor: “Maydos’ta İstanbul’dan gönderilen 72 nci ve 77 nci alaylar fırkaya ilhak edilerek fırka yeniden tesis ve teşkil edilmiştir. Zaten Maydos mıntıkasında bulunan 9 ncu Fırka’nın 26 nci ve 27 nci alayları ve bazı bataryaları dahi tahtı kumandama (komutam altına) verilerek Maydos mıntıkası kumandanlığı namı altında Ece Limanı ile Seddülbahir ve Morto Limanı dahil arasındaki sahilin muhafazasına memur oldum. Aldığım talimatlara nazaran hem mevki-i müstahkem kumandanlığının ve hem de 3 ncü Kolordu kumandanlığının tahtı emrinde bulunacaktım…

İşbu mıntıkada Balkan muharebesinin son safhasında Mirliva Fahri Paşa tahtı kumandasında bulunan Kuva-yı Mürettebe namı altındaki kuvvetlerin erkânı harbiyesi harekât şubesi müdür vazifesiyle bulunduğum sıralarda sahili ve sureti müdafaasını ariz-ü amik (enine-boyuna) tetkik etmiş idim. Bu tetkikatımdan hasıl olan kanaatime göre düşmanın ihraç teşebbüsünde, Seddülbahir ve Kabatepe civarındaki sahile aynı zamanda ihraç yapabilmesi mümkün ve buna mukabil işbu sahil aksamının düşmanın ihracına sahilde engel olacak surette müdafaası da mümkün ve lazım görülmüştür. Bu itibarla 26 nci ve 27 nci alaylar tarafından Kabatepe ve Seddülbahir sahil mıntıkalarında alınmış olan tertibatı tedafiiye bizzat gezilerek ve görülerek ve serdolunan nokta-i nazara (ileri sürülen görüşe) göre tadil edilmiş (değiştirilmiş) ve her halde mezkûr (sözü geçen) sahil parçalarının herbiri için birer alay kâfi görülmüş ve 19 ncu fırka bir alayı ile Sarafim Çiftliği’nde ve aksamı mütebakisiyle (geri kalan kısımlarıyla) Maydos’ta bulundurulmuştur.”

Demek ki, şubat ayının son günlerinden itibaren Atatürk, Maydos Bölgesi Komutanı olarak Ece Limanı’ndan, Seddülbahir dahil, Morto Limanı’na kadar Gelibolu Yarım Adası’nın batı kıyılarını korumakla görevlendirilmiştir; emrinde beş piyade alayı vardır.

Bu sırada düşman, Seddülbahir ve Kumkale’ye küçük ölçüde bir çıkarma yapmış ise de bu keşif ve tahrip amacıyla yapılmış bir hareketti.

18 Mart 1915’te düşman donanmasıyla Boğazı geçmeye teşebbüs etti. Bu düşman donanmasıyla kıyı topçusu arasında ve Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa (Çobanlı)’nın yönetiminde cereyan etmiş bir muharebedir. Bu muharebede düşmanın üç muharebe gemisi batmış, iki muharebe gemisiyle bir muharebe kruvazörü ağır yaralanmış, insan zayiatı çoğu ölü olmak üzere 800’ü bulmuş, bu durum karşısında düşman donanması 18 Mart akşama doğru Boğaz’dan çekilmek zorunda kalmıştı.

Boğazı donanma ile geçemeyen düşmanın yakında Gelibolu Yarımadası’na bir çıkarma yapmasının kuvvetli bir ihtimal olduğunu düşünen Türk Başkomutanlığı, 23 Mart 1915’te Gelibolu’da 5 nci Ordunun kurulmasına karar vermiş ve 25 Martta bu ordunun komutanlığına Alman Generali Liman von Sanders’i atamıştı.

26 Mart günü Gelibolu’ya gelen Liman von Sanders, emrindeki kuvvetleri üç gruba ayırmıştı:

Birinci Grup: 5 nci ve 7 nci Tümenler, Saros Bölgesinde;

İkinci Grup: 9 ncu Tümen, Gelibolu Yarımadası’nda;

Üçüncü Grup: 3 ncü ve 11 nci Tümenler, Boğaz’ın Asya yakasında,

Süvari Tugayı: Saros Körfezi’nin kuzey kıyılarını gözetlemekte,

19 ncu Tümen: Bigalı bölgesinde. Ordu ihtiyatında.

Liman von Sanders’in bu tertibatı düşmanın asıl kuvvetleriyle Saros Bölgesi’ne çıkacağını kabul etmiş olmasının sonucuydu. Halbuki Atatürk, incelemelerine göre düşmanın asıl kuvvetleriyle Kabatepe ve Seddülbahir bölgesine çıkacağı kanısına varmıştı. Olayların, Atatürk’ün stratejik değerlendirme yeteneğinin ne kadar yüksek olduğunu ortaya çıkardığını ileride göreceğiz.

Liman von Sanders’in emri üzerine Atatürk, korumakla yükümlü olduğu bölgeyi 9 ncu Tümen Komutanı Alb. Halil Sami Bey’e teslim ederek 19 Nisan 1915’te Tümeniyle 5 nci Ordu Genel İhtiyatı olarak Bigalı’ya intikal etti.

19 ncu Tümen’in Bigalı’da Ordu ihtiyatına alınmasından altı gün sonra, 25 Nisan 1915’te düşman çıkarma birliklerinin ilk kademesi Seddülbahir ve Arıburnu bölgelerine çıktı. Seddülbahir’e ilk çıkan kuvvetler 29 ncu İngiliz Tümeni ile I nci Fransız Tümeni’ne, Arıburnu’na çıkan kuvvetler Anzak (Australia New Zealand Army Corps) Kolordusu’na mensup birliklerdi. Atatürk, 25 Nisan günü sözü geçen raporunda şöyle anlatır:

“İşte o günlerden birinde, 12 Nisan (25 Nisan 1915) sabahı idi ki, Arıburnu’nda bir hadise cereyan etmekte olduğu işitilen gemi toplarının sesinden anlaşılmıştı.

Bütün fırka kıtaatının harekete hazırlık derecesi tezyit edildi (artırıldı). Bir taraftan Maydos Mıntıkası Kumandanlığından malûmata intizar etmekte (bilgi beklemekte) idim, diğer taraftan da ordunun emrine… Yalnız fırkanın süvari bölüğüne -istihsali malûmat (bilgi elde etmek) için-Kocaçimen istikametinde hareket etmesi emrini verdim.

Bu sırada idi ki, 3 ncü Kolordu Kumandanı Esat Paşa Hazretleriyle Gelibolu’dan telefonla görüşülmüştür. Müşarüniley (sözü geçen yüksek kimse) de henüz cereyan-ı ahval (olup bitenler) hakkında vazıh (açık) malûmat edinememiş olduğunu bildirmiştir, öğleden evvel saat altıbuçukta idi, Halil Sami Bey’den vürut eden (gelen) bir raporla düşmanın Anburnu sırtlarına çıktığı anlaşılıyor ve buna karşı benden bir taburun mezkûr (sözü geçen) düşmana karşı şevki isteniyordu. Gerek bu rapordan, gerek Maltepe’de icra ettiğim hususî tarassudat (yaptığım özel gözetlemeler) neticesinde bende hasıl olan kanaati katiye (kesin kanı), öteden beri imali fikir ettiğim (düşündüğüm) gibi, düşmanın Kabatepe civarında mühim kuvvetle karaya çıkmaya teşebbüsü, demek ki, vuku buluyordu. Binaenaleyh bu işin içinden bir taburla çıkmak mümkün olamayacağını, her halde evvelce tahmin ettiği gibi, bütün fırkamla düşmana incizabın (yönelmenin)* gayrı kabili içtinap (çekinilmesi olanaksız) olduğunu takdir ediyordum. Artık hiçbir şeye intizar etmeyerek (hiç bir şey beklemeyerek) karargâhımın bulunduğu Bigalı Köyü’nde ikamet eden birinci piyade alayı (57 nci Alay) ile Cebel (dağ) bataryasının derhal harekete geçmek üzere amade (hazır) bulundurulmalarını; kumandanlarının da emir almak üzere yanıma gelmelerini bildirdim…

Altı maddelik bir emir not ettirdim… Bundan başka, 3 ncü Kolordu Kumandanlığına telefonla arz edilmek üzere bir rapor yazdırdım. Vaziyeti ve vaziyetimi ve teşebbüsümü anlattım.

Bundan sonra kıtalarını yürüyüşe müheyya (hemen hazır) olarak içtima ettirmiş (toplamış) olan 57 nci Alay, -meşhur bir alaydır bu, çünkü hepsi şehit olmuştur- kumandanları ve sertabip (başhekim) ve bir yaverimle bir emir zabitim beraber olduğu halde içtima mahalline (toplanma yerine) gittim. Basit bir tertiple Bigalı Deresi boyunca giden yol üzerinde alayı bizzat yürüyüşe geçirerek Kocaçimen Tepesine tevcih ettim (yönelttim).

Yolda giderken kumandanlara olsun, sertabibe olsun şifahî, izahat-ı lâzime veriyordum (gerekli sözlü açıklamayı yapıyordum). Takip ettiğimiz dereden bizi Kocaçimen’e isal edecek (götürecek) muayyen bir yol olmadıktan başka, Kocaçimen’e varmak için atlamaya mecbur olduğumuz saha da pek ziyade fundalık, sa’bül-mürur (geçilmesi güç), kayalıklı derelerle malî (dolu) idi. Bir yol bulup kıtayı şevke delâlet etmesi için topçu tabur kumandanını tavzif ettim (görevlendirdim).

Bu zat kayboldu. Ondan sonra batarya kumandanını memur ettim. Bu da başını alıp Kocaçimen Tepesi’ne kadar gitmiş, delâletlerinden istifade edilemedi.

Bizzat yol bulmak ve müfrezeyi oradan sevk etmek suretiyle Kocaçimen Tepesi’ne muvasalat edildi (varıldı). Şimdi Kocaçimen Tepesi’ni tasavvur buyrun: Kocaçimen Şibicezirenin (yarımadanın) en yüksek tepesidir. Fakat Arıburnu noktası zaviye-i meyyite (ölü açı) içinde kaldığından buradan görülmüyor.

Orada denizde bulunan gemilerden ve zırhlılardan başka hiçbir şey görmedim. Düşmanın karaya çıkmış piyadesinin henüz oradan uzak olduğunu anladım. Efrat (erat) o müşkül araziyi bilâ tevakkuf kat’etmek (hiç durmadan geçmek) yüzünden yorulmuş ve yürüyüş umku (derinliği) pek ziyade derinleşmişti. Alay ve batarya kumandanına efradı tamamen toplayıp küçük bir istirahat vermelerini söyledim. Denizden mestur (örtülü) olarak on dakika kadar tevakkuf edecekler (eğleşecekler, duracaklar), sonra beni takip edeceklerdi. Ben de orada bir Aptalgeçidi vardır, o Aptalgeçidi’nden Conkbayırı’na gidecektim. Yanımda yaverim, emir zabitim ve sertabip ile oralarda tekrar bulduğumuz fırka cebel topçu tabur kumandanı olduğu halde evvelâ atlı olarak yürümeye teşebbüs ettik, fakat arazi müsait değildi. Hayvanları bıraktık, yaya olarak Conkbayırı’na vardık.

Şimdi burada tesadüf ettiğimiz sahne en enteresan bir sahnedir. Ve vakanın en mühim ânı bence budur.

Bu esnada Conkbayırı’nın cenubundaki (güneyindeki) 261 rakımlı tepeden sahilin tarassut ve teminine memuren (gözetleme ve korunması göreviyle) orada bulunan bir müfreze efradının Conkbayırı’na doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm. Bizzat bu efradın önüne çıkarak:

— Niçin kaçıyorsunuz? dedim.

— Efendim düşman! dediler.

— Nerede?

— İşte, diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.

Filhakika düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve kemal-i serbesti ile (tamamen serbest olarak) ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün: Ben kuvvetlerimi bırakmışım, efrat on dakika istirahat etsin diye… Düşman da bu tepeye gelmiş… Demek ki, düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman, benim bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek fena vaziyette duçar olacaktı (düşecekti). O zaman artık bunu bilmiyorum, bir muhakeme-i mantıkiye (mantıki durum tartışması) midir, yoksa şevki tabiî (içgüdü) ile midir, bilmiyorum; kaçan efrada:

— Düşmandan kaçılmaz, dedim.

— Cephanemiz kalmadı, dediler.

— Cephaneniz yoksa, süngünüz var, dedim.

Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım, yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile cebel bataryasının yetişebilen efradının marş marşla benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir zabitini geriye saldırdım. Bu efrat süngü takıp yere yatınca düşman efradı da yere yattı. Kazandığımız an bu andır.

Kolun başında bulunan bölük yetişti. Bu bölüğe cephanesiz bölüğü takviye ederek ateş açmasını emrettim. Yanıma gelmiş olan 57 nci Alay 2 nci Tabur Kumandanı Yüzbaşı Atâ Efendi’ye bütün taburu ile bu bölüğü takviye ederek 261 rakımlı tepe üzerinden düşmana taarruz etmesini emrettim. Cebel bataryasına Suyatağında mevzi aldırarak düşman piyadesi üzerine ateş açtırdım. Dereye saptığından biraz geciken diğer bir tabur, kumandanı üzerinden açılarak taarruza iştirak etti. Bundan sonra idi ki, Alay kumandanına bütün alayı ile benim tevcih ettiğim istikametlerde düşmana taarruz etmesini emrettim.<

57 nci Alayın taarruza başlaması öğleden evvel saat on raddelerindeydi. O esnada 9 ncu Fırkaya mensup süvari zabitanından (subaylarından) mülâzımıevvel (üsteğmen) Mehmet Salih Efendi yanıma geldi ve 27 nci Alayın Kocadere garbındaki sırtlardan Kemalyeri üzerinde düşmanla muharebeye başladığını haber vedi. O zabitle mezkûr alay kumandanına, düşmanın sol cenahına (yanına) taarruz etmekte olduğumu, 27 nci Alayın da karşısındaki düşmana taarruz etmesini, henüz Bigalı civarında bulunan 19 ncu Fırka Kısmı Küllisini (büyük kısmını) Kocadere istikametine celp edeceğimi (çağıracağımı), bu emri kendisine irsal eden (getiren) süvari mülazımı Salih Efendi’yi tekrar nezdime iade etmekle (yanıma göndermekle) beraber benimle daima irtibatı muhafaza etmesini, muharebeyi Conkbayırı’ndan idare edeceğimi emrettim, bildirdim. Bigalı’da bulunan fırka erkânı harbine (tümen kurmayına) da emir atlısıyla bir emir gönderdim. Dedim ki:

“izzettin Bey, alay 72 Maltepe’ye tekarrüp etsin (yaklaşsın). Alay 73, Kocadere şarkına (doğusuna) tekarrüp etsin. Ve bu raporu 3 ncü Kolordu Kumandanına veriniz.”

Atatürk’ün 3 ncü Kolordu Komutanlığına sunulmak üzere 19 ncu Tümen Kurmayı Yzb. izzettin (Çalışlar)’a gönderdiği rapor şöyledir:

“Üçüncü Kolordu Kumandanlığına

Arıburnu Kuzeyindeki sırtlar
12 Nisan 1331 (25 Nisan 1915)
saat10.24 evvel (öğleden evvel)


Düşmanın karaya çıkmış bulunan piyadesi, Arıburnu ile Kabatepe arasında birbuçuk kilometre kadar bir cephedeki sırtları işgal etmiştir. 27 nci Alay, düşmanı şark cephesinde 800 m. işgal ediyor. Düşmanın tamamen sol cenahında 600 m. den taarruza başladım. Yalnız piyadeden ibaret olan düşmanı, bir alay tahmin ediyorum.”


Atatürk, o günkü muharebenin akışını anlatmaya devam ediyor: “Bir saat kadar ateş muharebesinden sonra düşmanın sol cenahından 261 rakımlı tepeye kadar ilerlemiş olan kıtaat-ı ricate (geri çekilmeye) mecbur edildi.

57 nci Alay, verdiğim emir üzerine düşmanı şiddetle takip ediyordu. 27 nci Alay kumandanından emrimin alınıp alınmadığına dair bir haber gelmedi. Bununla beraber, gerek bizzat benim, gerek yanımdaki zabitlerden tarassut için ileri gönderdiklerimin netice-i tarassudumuzdan (gözetleme sonuçlarımızdan) bu alayın da taarruz etmekte ve ilerlemekte olduğunu anladım.

Öğleden önce saat 11,5’da vaziyet bence şu idi:

Düşmanın karaya çıkmış olan kuvveti sekiz taburdan fazlaydı. Şimdi bu sekiz taburluk kuvvet kendisiyle gayrı mütenasip (gücüne uygun olmayan) gayet geniş bir cephe üzerinde 261’e kadar kuzeyden ve Kemalyeri’nin bulunduğu sırtların garp yamaçlarına kadar şarktan ilerleyebilmişti.

Fakat bu uzun cephe hattı, ziyade manialı (çok engelli) bir takım derelerle kesik bulunuyordu; bu sebeple düşman kendi cephesinin hemen her noktasında zayıf idi. Conkbayırı kuzeyinde (kuzeyinde) mevzi alan 19 ncu Fırka’nın seri cebel bataryası (seri ateşli dağ bataryası) Arıburnu ihraç (çıkarma) noktasını ateş altına aldığı için düşmanın henüz ihraç etmeye devam ettiği kıtaatın (birliklerin) ihracı hem zorluklara, hem de teahhura uğradı (hem güç, hem geç oldu). 57 nci Alayın Conkbayırı ve Suyatağı hattından 261 istikametinde ve cephe ile kesif olarak düşmanın pek nazik ve mühim olan sol cenahına yüklenmesi, iki taburdan ibaret olan 27 nci Alayın da Merkeztepe istikameti umumiyesinde (genel istikametinde) geniş cephe ile düşmana atılması düşmanı ricata (geri çekilmeye) mecbur etmiştir.

Fakat bence bu tabiye vaziyetinden daha mühim olan bir etken vardır ki, o da herkes öldürmek ve ölmek için düşmana atılmıştı.



























Bu öyle alelade bir taarruz değil, herkesin başarılı olmak veya ölmek azmiyle harekete teşne olduğu (çok istekli / susamış olduğu) bir taarruzdur. Hatta ben, kumandanlara şifahen verdiğim emirlere şunu ilâve etmişimdir:

— Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar kaim (mevcut, var)) olabilir.

Fakat akşama kadar daha çok zaman vardır. Bu sıralarda idi ki, 9 ncu Fırka Kumandanından haber getiren bir zabit, düşmanın Kumtepe’ye kuvvet ihracına başladığını ve orada kuvvetimiz bulunmadığını, 19 ncu Fırkaca bu yönde nazarı dikkate (yoğun ilgiye) alınmasını, 9 ncu Fırka Kumandanının tekmil kuvvetleriyle Kirte’ye gittiğini bildiriyordu.

Kumtepe, Kilidülbahir’e en yakın ve pek etkili bir noktadır. Burasını müsamaha etmek (görmemezlikten gelmek) bütün maksatları ziyaa uğratabilir (bütün amacı kaybettirebilir). Binaenaleyh derhal hatırıma gelen şey, Arıburnu’nda muharebeye iştirak eden kuvvetleri taarruza devam ettirmek ve fırka kısmı küllisiyle bizzat Kumtepe’ye yetişmek oldu. Buna dair icap eden emirler verildi. Fakat fırka kısmı küllisine mülâki olmayı tercih ettiğim (tümen büyük kısmına katılmayı yeğlediğim) için hemen hareket ettim.

”Atatürk, Maltepe’ye geldiğinde Kolordu Komutanı Esat Paşa ile karşılaşıyor ve Kumtepe’ye çıkarma yapıldığına dair kendisine verilen bilginin doğru olmadığını öğreniyor. Bunun üzerine bütün kuvvetiyle Arıburnu’ndaki düşmana taarruza karar veriyor ve 77 nci Alayı, 27 nci Alayın solundan düşmanın sağ yanına taarruz ettiriyor.

19 ncu Tümenin bu taarruzu karşısında düşman kıyıya kadar çekiliyor; hatta bir kısmı sandallara binerek kaçmaya bile başlıyor. Ama karanlık basınca düşman yeniden karaya asker çıkarıyor. Bütün gece sürdürdüğü çıkarmayla karadaki kuvvetlerini takviye ediyor ve ertesi günü (26 Nisan) üstün kuvvetlerle taarruza geçiyor. Fakat birliklerimizin mukavemetini kıramıyor.





Atatürk, 27 Nisan günü iki piyade alayının daha emrine verileceğini öğrenince derhal taarruza karar veriyor; 19 Mayıs 1915’e kadar sürdürdüğü taarruz ve savunma muharebeleriyle kendi kuvvetlerinden çok üstün çıkarma kuvvetlerini daracık bir bölgede kalmaya mahkûm ediyor.

Yarbay Mustafa Kemal, Çanakkale muharebelerinin ilk ayında gösterdiği üstün başarı nedeniyle 1 Haziran 1915’te albaylığa yükseltildi.

Atatürk’ün Arıburnu Komutanlığı sırasında muharebeleri nasıl yüksek bir ruh haleti içinde, sarsılmaz azim ve iradeyle yönettiğini göstermesi bakımından şu emri çok ilginçtir:

“Benimle beraber burada muharebe eden bilcümle askerler katiyen (kesinlikle) bilmelidirler ki, uhdemize tevdi edilmiş (üzerimize verilmiş) namus vazifesini tamamen ifa etmek için bir adım geri gitmek yoktur. Hâb-u istirahat (rahat uyku) aramanın, bu istirahatten yalnız bizim değil, bütün milletimizin ebediyen mahrum kalmasına sebebiyet verebileceğini cümlenize hatırlatırım. Bütün arkadaşlarımın hemfikir olduklarına ve düşmanı tamamen denize dökmedikçe yorgunluk âsârı göstermeyeceklerine şüphe yoktur.”

Türk birliklerinin inatlı savunması karşısında üç aya yakın bir sürede fazla ilerleme kaydedemeyen Müttefik Komutanlığı, Limni Adası’na topladığı 50-60.000 kişilik bir kuvvetle yeni bir çıkarma yapmaya, asıl kuvvetleriyle Anafarta Limanı (Suvla Limanı) bölgesine çıkıp Tekketepe-Büyük Anafarta çizgisini ele geçirmeye ve buradan Eceabat yönünde ilerleyerek Boğaz tahkimatını düşürmeye karar verdi.

Bu plânın başarıya ulaşabilmesi için Arıburnu ve Seddülbahir bölgesinde bulunan Türk kuvvetlerinin tespit edilmesi lâzımdı. Anzak Kolordusunun kuzey kanadındaki 2 nci Avusturalya Tümeni bu maksatla Türk savunma cephesinin kuzey kesiminde bulunan 19 ncu Tümen bölgesine 6 ve 7 Ağustos 1915 günleri taarruz etti; fakat Mustafa Kemal’in aldığı önlemler ve yaptığı inatlı savunma nedeniyle ağır kayıplar vererek Cesarettepe önünde savumaya geçmek zorunda kaldı.

"Gerçekten bir cehennem hayatı yaşıyoruz"

Arıburnu ve Seddülbahir cephesinde şiddetli muharebeler devam ederken, 6 Ağustos 1915 akşamı saat 22.00’de 10 ncu, 11 nci İngiliz tümenleri, Büyük ve Küçük Kemikli Burunlarının güney kıyılarına çıktı. Bu tümenler 7 Ağustos 1915 günü saat 3.00’e kadar Karakol Dağı-Softa tepe 10 Rakımlı Tepe)-Lâlebaba-Tuzla Gölü güneyi hattına kadar ilerledi. Kıyıdaki Türk birliklerinin çok zayıf olmasına rağmen İngilizler bu çıkarma sırasında 1.700 kişi kaybetmişlerdi.

Çıkarmayı haber alan 5 nci Ordu Komutanı Liman von Sanders, Saros Grubu Komutanı Albay Fayzi’ye 7 nci ve 12 nci tümenleri derhal Anafartalar kesimine yanaştırmasını ve 8 Ağustos 1915 günü düşmana taarruz ederek denize dökmesini emretti. Albay Feyzi, bu iki tümeni derhal harekete geçirdi ise de yürünen yol uzun (25-40 km.) olduğundan birliklerin yorgun ve arazi keşfi yapmamış olduklarını ileri sürerek taarruzun ertesi güne bırakılmasını teklif etti. Bunun üzerine Liman von Sanders Albay Feyzi’yi görevinden aldı ve 8 Ağustos 1915 gün ve saat 21.45 işaretli emriyle askeri niteliklerini çok taktir ettiği ve her bakımdan güvendiği Albay Mustafa Kemal’i Anafartalar Grup Komutanlığına atadı. Mustafa Kemal, 9 Ağustos 1915 günü saat 4.1 o’da Anafartalar Grup Komutanlığını ele aldı. 9 Ağustos günü yaptığı taarruzla İngiliz birliklerini kıyıya attı; ancak güney kanadında beliren tehlike üzerine 9 Ağustos akşamı 7 nci ve 12 nci tümenlerin taarruzla ele geçirdikleri en ileri hatta savunmaya geçmelerini emrederek, 8 nci Tümen Karargâhının bulunduğu Conkbayırı bölgesine gitti ve 10 Ağustos sabahı 8 nci tümeni taarruza geçirerek bu bölgedeki tehlikeli durumu da düzeltti. Böylece Anafartalar Bölgesine hâkim arazinin Türk birliklerinin elinde kalmasını sağlamış oldu. Bu durumda Akdeniz Seferi Kuvvetleri Komutanı General Hamilton, 10 Ağustos günü akşamı artık taarruza devamın bir yararı olmayacağını düşünerek İngiliz birliklerinin savunmaya geçmelerini emretmek zorunda kaldı.


Mustafa Kemal, 8 nci Tümen Karargâhının bulunduğu Conkbayırı’nda geçirdiği geceyi ve ertesi gün cereyan eden olayları şöyle anlatır:

Bütün geceyi pek rahatsız ve uykusuz geçirdim. Bir taraftan Anafartalar mıntıkasından gelen raporlar ve bahusus (özellikle) yanlış fakat mühim haberler beni bizzat işgal ettiği gibi, bir taraftan da evvelki günlerin nekbetli (talihsiz) neticelerinde kıtasını, âmirini kaybetmiş ve hâlâ bulamamış bir takım kumandanların doğrudan doğruya bana müracaatı bir dakika bile istirahate imkân bırakmadı. Karargâhımdan bana mülaki olabilen (katılabilen) bazı zabitleri sekizinci fırkanın iştigal ve tertibatını anlamak üzere gönderdim. Bu zabitlerden bilhassa erkânıharbiye yüzbaşısı Hidayet Efendi hücum istihzaratını (hazırlıklarını) tetkik için fedakârane ifayı hizmet etti.

41 nci Alay hücum anına kadar gelmedi. Yanlış yere gitmiş. Badehu (daha sonra) gelebildi. 8 nci fırka tertibatını almıştı: 23 ncü Alay, iki taburu birinci hatta harp nizamında, bir taburu da bu hattın gerisinde olmak üzere Conkbayırı’na taarruza hazırlanmıştı. 28 nci alay da aynı hizada Şahinsırta hücum tertibatını ikmal etmişti. Fecir (tan vakti) olmak üzere idi.

Çadırımın önüne çıktım. Hücum edecek askeri görüyordum. Oradan hücumun icrasına intizar edecektim (yapılmasını bekleyecektim).

Gecenin perde-i zâlâmı (karanlık perdesi) tamamen kalkmıştı. Artık hücum ânı idi. Saatime baktım. Dört buçuğa geliyordu. Birkaç dakika sonra ortalık tamamen ağıracak ve düşman askerlerimizi görebilecekti.

Düşmanın piyade, mitralyöz ateşi başlarsa ve kara ve deniz toplarının mermileri bu sıkı nizamda duran askerimizin üzerinde bir defa patlarsa, hücumun ademi imkânına (olanaksız hale geleceğine) şüphe etmiyordum. Hemen ileri koştum. Fırka Kumandanına tesadüf ettim.


O da ve her ikimizin refakatimizde bulunanlar beraber olduğu halde hücum safının önüne geçtik. Gayet seri ve kısa bir teftiş yaptım. Önünden geçerek yüksek sesle askerlere selâm verdim ve dedim ki: 

— Askerler! karşımızdaki düşmanı mağlup edeceğimize hiç şüphe yoktur. Fakat siz acele etmeyin. Evvelâ ben ileri gideyim. Siz, ben kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birden atılırsınız!

Kumandan ve zabitlere de işaretime askerlerin nazarı dikkatini celbetmelerini emrettim.

Ondan sonra hücum safının önünde biryere kadar gidildi ve oradan kırbacımı havaya kaldırarak hücum işaretini verdim.

Bütün askerler, zabitler, artık her şeyi unutmuşlar, nazarlarını, kalplerini, verilecek işarete merkuz (dikilmiş) bulunduruyorlardı. Süngüleri ve bir ayakları ileri uzatılmış olan askerlerimiz ve onların önünde tabancaları, kılınçları ellerinde zabitlerimiz kırbacımın aşağı inmesiyle ahenin (demirden) bir kitle gibi şîrâne (aslanca) bir savletle (saldırışla) ileri atıldılar. Bir saniye sonra düşman siperleri içinde âsumânî bir gulguleden (gökgürültüsünü andıran bir uğultudan) başka bir şey işitilmiyordu: Allah, Allah, Allah!

Düşman silâh istimaline (kullanmaya) vakit bulamadı. Boğaz boğaza kahramanca mücadele neticesinde ilk hatta bulunan düşman kamilen imha edildi.

Dört saat mücadeleden sonra 23 ncü ve 24 ncü alaylarımız Conkbayırı’nı kamilen düşmandan tathir (temizledikten) ve 28 nci Alay dahi Şahinsırt’ın en yüksek sırtını istirdat eyledikten (aldıktan) sonra Sarı tarla, Ağıldere üzerine garba (batıya) saldırdılar. Önüne tesadüf eden düşman kıtaatını mağlup ve münhezim ediyorlardı (yeniyor ve bozguna uğratıyorlardı).

28 nci Alayın bir kısmı Şahinsırt’ın Boyun noktasına yerleştirilmiş olan düşman mitralyözlerinin (ağır makinalı tüfeklerinin) müessir ateşinden daha ileri gidememişti.

Conkbayırı tepesi askerlerimizin eline geçtikten sonra düşman karadan ve denizden tevcih ettiği seri ve kesif topçu ateşiyle Conkbayırı’nı cehenneme çevirmişti.

Semadan şarapnel, demir parçaları yağmuru yağıyordu. Büyük çaplı deniz toplarının tam isabetli daneleri yerin içine girdikten sonra patlıyor, yanımızda, kenarımızda büyük lağımlar açıyordu. Bütün Conkbayırı kesif dumanlar ve ateşler içinde kaldı. Herkes mütevekkilâne akıbete muntazır duruyordu (işi Tanrıya bırakmış, sonucu bekliyordu). Etrafımız şüheda ve mecruhîn (şehit ve yaralılar) ile doldu.”

İşte Conkbayırı muharebelerinin cereyan ettiği bu 10 Ağustos 1915 günü, gözetleme yerinde muharebenin gidişini izlerken Atatürk’ün göğsünün sağ tarafına bir şarapnel parçası çarpar ve cebindeki saati parçalar; vücuduna fazla girmez; yalnız derince bir kan lekesi bırakır. Atatürk, bu parçalanmış saati daha sonra o günün hatırası olmak üzere Ordu Komutanı Liman von Sanders’e verir. O da aile asalet armasını taşıyan bir saati Atatürk’e hediye eder.

Anafartalar ve Conkbayırı muharebelerinden sonra Çanakkale cephesinde önceki günlere göre bir durgunluk olur. Bu arada Başkomutan vekili Enver Paşa, Çanakkale cephesini dolaşır; diğer grupları ziyaret ettiği halde Albay Mustafa Kemal’in komuta ettiği Anafartalar Grubu’na uğramaz. Bunu bir onur konusu yapan Atatürk, Ordu Komutanı Liman Paşa’ya istifasını sunar. Bu olay, Atatürk’ün kişisel onuruna verdiği önemi göstermesi bakımından ilginçtir. Bu istifa dilekçesini alan Ordu Komutanı’nın Başkomutan Enver Paşa’ya yazdığı mektup ise Liman von Sanders’in Atatürk’e verdiği değeri göstermesi bakımından daha da ilginçtir.

Liman Paşa’nın mektubu aynen şöyledir.


Ekselans
17.7.1331 
Enver Paşa
(30 Ekim 1915)

Osmanlı imparatorluğu Ordusu ve Donanması Başkumandan Vekili, Zat-ı Şahanenin Yaver-i Ekremi.

Ekselansınıza, Albay Mustafa Kemal Bey’in yazılı bir dilekçe ile hizmetten ayrılmasını dilemiş olduğunu bildirmekle şeref duyarım.

Bu dilekçeyi destekleyemem. Çünkü Mustafa Kemal Bey’i, vatanının bu büyük savaşta hizmetlerine muhakkak surette muhtaç olduğu, çok müstesna kabiliyetli, becerikli ve cesur bir subay olarak tanıdım ve takdir ettim.

Albay Mustafa Kemal Bey, beş ay önceki ilk karaya çıkış hareketinden beri 19 ncu Tümenin başında parlak şekilde savaşmış ve İngilizlerin Anafarta kanadında son büyük çıkarma hareketleri esnasında müşkül bir anda kumandayı üzerine almak zorunda kalmıştır; çünkü bu hususta görevlendirilmiş olan 16 ncı kolordu Komutanı, 17 nci ve 12 nci tümenlerle hücuma geçmesi için verilen mükerrer emirleri yerine getirmemiştir.

Albay Mustafa Kemal Bey, burada da görevini o kadar büyük bir cesaret ve iyi, açık bir tertibat ile ifa etti ki, kendisine -vazifem icabı olarak-takdirimi ve şükranımı tekrar tekrar ifade ettim.

Albay Mustafa Kemal Bey ayrılmak istiyor; çünkü Ekselanslarının, İmparatorluk Ordusu Başkumandan Vekili ve en yüksek üstünün güvenine sahip olmadığı kanısındadır. O, bilhassa Ekselansınızın son defa burada bulundukları sırada, diğer üç grup komutanını ziyaretinizle şereflendirirken -o zaman ve halen hasta olmasına rağmen- kendisini aramamış olmanızdan bunun çıktığına inanıyor.

Ben Albay Mustafa Kemal Bey’e ziyaretin sırf zamanın darlığı yüzünden yapılamadığını ve Ekselansınızın kendisinin hizmetlerini her halde takdir ettiklerini ifade ettim.

Şimdilik ilişikte sunmadığım ayrılma dilekçesini, Ekselanslarınızın güvenini belirtmek suretiyle reddetmek lutfunda bulunmalarını rica ediyorum.

Ekselanslarınızın en derin hürmetkarı
Liman von Sanders”


Bunun üzerine Enver Paşa, Atatürk’e şu teli çeker:

“Anafartalar Grubu Kumandanı
Miralay Mustafa Kemal Bey’e
Zata mahsustur.

Rahatsızlığınızı işittim, mütessir oldum. Son defaki Çanakkale’yi ziyaretimde muhtelif mevazii (mevzileri) görmek istediğimden sizi ziyarete vakit kalmamıştı, inşallah yakında tamamen kesbi afiyet eyler ve bugüne kadar olduğu gibi kumanda ettiğiniz kıtaatın başında muvaffakiyetle ifayı vazife eylersiniz.
Enver

Ayrıca Liman Paşa’ya da şu teli gönderir:

“Liman Paşa Hazretlerine Mahrem; zata mahsustur. Tahrirat-ı samilerini (yüce yazılarınızı) aldım. Arzu-yi devletleri veçhile Mustafa Kemal Bey’e yazdım.
Enver

Enver Paşa’nın teline Atatürk, şu cevabı verir:

“Başkumandan Vekili Enver Paşa Hazretlerine

Zata mahsustur.

Rahatsızlığımdan dolayı iltifat ve teveccühatı samilerine arz-ı teşekküratı mahsusa eylerim. Bendenizi an-karip (yakında) hudusu (çıkması) memul vekayi için ihzar olunan kuvvetin başında da bulundurarak zat-ı devletlerine daha büyük hidemat (hizmetler) ifasına mazhariyetle taltif buyuracağınızdan eminim.
21 Eylül 331 (4 Kasım 1915)
Anafartalar Grubu Kumandanı
Miralay Kemal 10

Atatürk’ün “yakında çıkması beklenen olaylar” sözüyle neyi kastetmiş olduğunu bilmiyoruz. Yalnız o günlerde ilgili Türk karargâhlarında Müttefiklerin kış gelmeden Gelibolu’dan çekilecekleri kanısı hâkimdir. Çünkü yedi aydır bir ilerleme kaydedemeyen birliklerin kış aylarında taarruza devamının daha güç olacağı gibi bu birliklerin kışın kötü, havalarda denizden ikmalinin de çok zor olacağı düşünülmektedir. Nitekim öyle olmuş, Ocak 1916 başında Müttefikler Gelibolu Yarımadası’nı tamamen boşaltmışlardır.

îşte Atatürk o günlerde devamlı surette bir karşı taarruz yapılmasını, düşmanın elini kolunu sallayarak çekilmesine meydan verilmesini önermekte ve savunmaktadır. Fakat Ordu Komutanı düşman gemilerinin açacağı yoğun topçu ateşi altında ağır zayiat verileceğini ileri sürerek kabul etmemektedir.

Gerek bu karşı taarruz önerisinin reddi, gerekse yapılan bir emir komuta değişikliğiyle kendisinin vekâlet etmekte olduğu 16 ncı Kolordu Komutanlığına bir Alman Subayının (Albay Kaninkiser) atanması ve bu alman subayı emrinde, kolordu komutanlığı yetkisiyle de olsa, bir grup komutanı durumuna düşürülmesi Atatürk’ü çok üzmüş ve ikinci kez istifa dilekçesi vermiştir.

Mustafa Kemal’i çok takdir eden Ordu Komutanı Liman von Sanders, bu kez de araya girdi; dilekçeyi geri aldırdı ve Atatürk’ün bir ay hava değişimiyle İstanbul’a gitmesini sağladı.

Atatürk, anılarında bu ayrılış olayını, nedenlerine hiç değinmeden, kısaca:

“10 Aralık 1915’te sağlık durumum dolayısıyla Grubun emir ve komutasını 5 nci Kolordu Kumandanı Mirliva Fevzi Paşa’ya (Mareşal Fevzi Çakmak) bırakarak ayrıldım.” şeklinde ifade eder. 11

Atatürk’ün 19 ncu Tümen ve Anafartalar Grup Komutanı olarak Çanakkale savaşlarında kazanmış olduğu başarılar, sade Osmanlı başkentini düşman işgalinden kurtarmakla kalmamış harbin akışını değiştirmiştir. Rusya müttefikleri tarafından desteklenemediğinden Çarlık çökmüş, yerine kısa bir aradan sonra bugünkü komünist rejim kurulmuştur. Harp uzamış, dört yıl süren harpte ağır zayiat veren galip devletler de çok yorgun ve bitap duruma düşmüşlerdir. Çarlığın çökmesi, galip devletlerin yorgunluğu, güçsüzlüğü harbin başında Osmanlı împaratorluğu’nun geleceği hakkında düşündüklerini gerçekleştirmelerine engel olmuştur.

Atatürk’ün bu başarısını İngiliz Resmi Harp Tarihi şöyle dile getirmektedir:

“Liman von Sanders’in bugün Türkiye’yi idare etmekte olan ve o zaman bir tümen komutanlığında bulunan mukadderatın adamından aldığı kuvvet ve ilhamın yüksek kıymetine paha biçmek imkânsızdır.

Anzak Kolordusunun 25 Nisan’da ilk ihraç gününde hedefini zaptetmeye başaramayışının en birinci etkeni bu subayın bizzat mevcudiyeti ve duruma hâkim olmasıdır. Müşarünileyhin (adı geçen yüksek kişinin) 9 Ağustos’ta bir an içinde kuzey mıntıka komutanlığına atanarak burada gösterdiği yüksek cesaretli hareketlerdir ki, 9 ncu Kolordunun ilerlemesine mani olmuş ve bunu durdurmuştur. Yirmidört saat sonra müşarünileyhin bizzat yaptığı bir keşiften sonra Conkbayırı’nda yaptığı çok parlak bir mukabil taarruz neticesinde Türkler Sarıbayır Sırtları üzerinde gayrı kabili zapt bir mevziye yerleştiler.

Tarihte, bir tümen komutanının üç muhtelif yerde duruma nüfuz ederek yalnız bir muharebenin gidişine değil, aynı zamanda bir seferin akıbetine ve belki bir milletin mukadderatına tesir yapacak vaziyet ihdas etmesine nadiren tesadüf edilir.”12

---------------------------------------------------------------------------------------

1 Bayur, Hikmet. Atatürk, Hayatı ve Eseri, s. 66. Güven Basımevi, Ankara, 1963

2 Alman Amirali Souchon’un iki Alman, dokuz Türk harp gemisiyle Karadeniz’e çıkarak Rus limanlarını bombardıman etmesi.

3 Atatürk ile ilgili Arşiv Belgeleri, Başbakanlık Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Ankara

4 Bayur, Hikmet, a.g.e.; s. 68.

5 Atase Bşk. lığı Arşivi Klasör 1650, Dosya 27, Klasör 1660, Dosya 27.

6 Türkün Altın Kitabı, Gazi’nin Hayatı, İstanbul, 1928.

7 Atatürk ile ilgili Arşiv Belgeleri, s. 7.

8 Atay, Falih Rıfkı. Atatürk’ün Bana Anlattıkları, Hisar Matbaası, 1955, s. 7.

9 a.g.e.; s. 8; Türkün Altın Kitabı, a.g.e., s. 32-33.

10 Kâzım Orbay’ın TTK’ca satın alınan evrakı.

11 Türk Tarih Kurumu, Anafartalar Muharebatına Ait Tarihçe, s. 77.

12 General C.F. Aspinall-Oglander, Çeviren Dz. Yzb. M. Hulusi, Büyük Harbin Tarihi, Çanakkale Gelibolu Askerî Harekâtı, Genelkurmay Yayınları, Askerî Matbaa, 1940, Cilt II., s. 471.


H. Fahri Çeliker
http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-09/canakkale-ve-mustafa-kemal

.
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...