CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

DEVRE SONUNA ÖZGÜ OLAYLAR

 DEVRE SONUNA ÖZGÜ OLAYLAR

İçinde bulunduğumuz hidrojen âleminin sayısız uzaysal objelerinden bir olan dünyanın kendi gelişiminin yanı sıra, üzerinde ve içinde yaşayan(gelişmeye çalışan) varlıkların da gelişimleri ve bu gelişim yolculuğunda belli devreleri tamamlayarak değişime uğramaları söz konusudur. Bu gelişim de genel anlamda devreseldir, devreden devreye geçerek gelişir varlıklar. Hem yerkürenin gelişimini, hem de onun üzerinde ve içinde yaşayan canlıları görüp gözeten, yöneten/yönlendiren ruhsal plan RİM de vazifesinin başındadır. Genel ruhçuluk bilgilerimize göre RİM, (Aslî İlke'nin gereklerine ve İlâhî İrade Yasaları'na göre) söz konusu; görüp, gözetme, yönetip/yönlendirme vazifesi kapsamında, devre sonunda hızlanmış ve şiddetlenmiş olan doğal ve toplumsal olaylardan, varlıkların(yerküre ve onun üzerinde/içinde yaşayan canlıların) gelişimlerini hızlandırmak için yararlanır çünkü bir devre(siklus) kapanmak ve yenisi başlamak üzeredir.(*

Olayların bir kısmı, yerkürenin(Toprak Ana Gaia) kendi değişimiyle ilgili(ve maddenin fıtratında olan) olgular olduğu gibi, bir kısmı da (genel Sebep-Sonuç Yasası’na göre)toplumların kendi karmik birikimlerinin sonucu olan olaylardır. Bunlardan ayrı olarak, RİM' in vazifesi ve kullanımı(tasarrufu) kapsamında olmak üzere, O'nun tarafından düzenlenmiş(mizansen) olaylar söz konusudur ve bunların hepsi varlıkların gelişimine hizmet ve varlıkları (elbette devre boyunca belli bir liyakat düzeyine gelmiş olanları) yeni devreye hazırlamak içindir. Bu nedenle, özellikle devre sonunda olup bitenler, şuur değişimini oluşturacak nitelikte olaylardır

Esasen her şey, iradesi zayıf, gelişimi ve insanlaşma yönündeki emeğinin verimi sınırlı olan insanın şuurlanması içindir. Devre sonu olaylarının başka bir niteliği de, bireyin tasavvurlarındaki ve düşüncelerindeki elciliği(diğerkâmlığı) fiilen ortaya koymasına yardımcı olmasıdır. Başka türlü bir söylemle, birey çevresinde olup bitenlerden ve kendi başına gelenlerden bu yönde yararlanmalıdır

Son olarak, elbette ki, devre sonu olaylarının bir kısmı da beşeriyetin belli bir uyanıklık düzeyine yükselişini ortaya çıkaracak olaylardır. Bunların örneklerini, çokluk ve çeşitlilik hâlinde ve giderek hızlanan bir tempoda sık sık görür olduk. Bu genel görünüm, bir bakıma “devre sonunda varlığın üzerinde Yukarı’nın “baskı”sının arttığı şeklinde de değerlendirilebilir ama bu “baskı” şuurda uyandırıcı(kıyam ettirici) bir “basınç” ve aslında bir rahmettir. (Esin: Celse 92, SADIKLAR PLANI Tebliğleri


Yorumlayan: Selman Gerçeksever 

........................................................

(*) Devre kapanışındaki doğal ve toplumsal olaylar hk. ayrıntı için bkz.: İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 76+179+278+279+280+28.)+282.


REALİTE - DENEYİM BAĞLANTISI

 REALİTE – DENEYİM BAĞLANTISI

Enkarne varlıklar olan bizler için içsel gelişimin, realiteden realiteye doğru bir gidiş içinde olduğunu biliyoruz. Şimdi esas konumuz olan deneyim ve görgü birikimi de dâhil, bu kavramlarla bağlantılı tüm öteki kavramlar (idrak, gözlem, uygulama vb.) içinde bulunduğumuz realite içinde olup bitiyor ve tüm bunlar bizi bir üst realiteye hazırlıyor. Belirli bir realitede, o realitenin getirdiği idrak düzeyini tutturmak için deneyimden deneyime geçerek görgüsünü arttırmaya çalışan bireyin o realiteyle ilgili bilgi birikimi kendi özvarlığında “öz bilgi birikimi” olarak toplanır.

Realiteler, öz varlıkta sonuçlandırdıkları bilgi birikimi bakımından düşünülünce, onların (realitelerinin) birbirlerini tamamladıkları da unutmamak gerekir. Bu bakımdan, her realite, bir üst realiteyi hazırlayarak, varılması gereken noktaya kadar zincirleme giden bir bütünün parçasıdır. Esâsen dünya insanının görgü ve deneyimi de, beşeri realitelerin öz varlığında (asıl kendisinde) bilgi olarak birikmiş izlenimlerinden ibarettir. Yani geçmiş bir realite, bir sonraki realiteyi hazırlarken; gelecek realitenin öz bilgileri içinde o geçmiş realitenin de izlenimi bulunur. Böylece, gelecek realiteler, geçmiş realitelerin sonuçlarını içine ala ala genişler ve varlığın görgü ve deneyim birikiminin artmasına neden olan (İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 109). Derlememiz sonlarına doğru, enkarne varlığın deneyim ve görgü birikiminde etkili olan etmenlerden söz edelim. Bunlar obsesyon ve sevgi şeklinde yaşayan eprövlerdir:

Obsesyon Deneyimi

Enkarne varlığın genel görgü ve deneyim birikiminin artmasında önemli etmenlerden biri, bireyin obsesyonla karşılaşmasıdır: Varlığın gelişiminin gerektirdiği çeşitli nedenlerden dolayı obsesyonla karşılaşması oldukça kaba bir deneyim ve ağır bir yaşam sınavıdır. Her şeyden önce obsesyonu yapacak varlığım çok “geri” ve dünyanın yoğun beşeri tabakalarına en yakın durumda olması gerekir. Böyle bir varlığın; idraki çok dar, tepeden tırnağa hodkâm, hırsları çok aşırı ve engel tanımaz durumdadır. Böyle “geri” düzeydeki bir varlıkla ortaklaşa deneyim geçirme durumunda olan bir varlığın doğrudan doğruya şuur üstü (bkz. Şekil 1) obsesif tesirlerin hedefi durumundadır. Bu nazik operasyon Yüksek İcaplar’ın kapsamında vazifeli rehberlerin yardımı ile oluşur ve gerektiği kadar sürer. (yazının devamı ve tamamı için.bkz.: http://selmangerceksever.blogspot.com/2014/10/gorgu-ve-deneyim.html)





DOĞAL AFETLER ve GELİŞİM

 DOĞAL ÂFETLER ve GELİŞİM...

Soru : Şuan ki âfetlerin spiritüelizm ışığında ki anlamı nedir ?

Cevap: Bu sorunun yanıtı için okunması gereken çok önemli olduğunu bildirdiğim yazının 3. ve SON bölümünü aşağıda dikkatinize sunuyorum.

Dr. Bed­ri Ruhselman, İlahi Nizam ve Kainat adlı kitabı tamamladıktan sonra üçer yazılık diziler halinde bazı konuları kaleme almış ve vefatından önce bunları bastırarak dağıtmıştır. Bunların birisi doğa  olayları hakkında ve diğeri de ruhsal planlarla ilgilidir. Bu yazılar şimdi herkesin ulaşamayacağı durumda olduğundan ve ayrıca spiritüalizm ile ilgilenen herkesin bunları okuması gerektiğine inandığımdan soruya yanıt olarak bunları aşağıda sunuyorum. Osmanlıca sözcükler için sözlüğe başvurmanız gerekebilir.

Üstat Dr. Bed­ri Ruhselman şunları açıklıyor:

BÜYÜK DOĞA OLAYLARI ve ANLAMLARI - 3. Yazı(*)

Önceki iki yazımdan birincisi, genel olarak dünyanın yaşamsal bünyesini destekleyen şuurlu ve idrakli dünya üstü bir idare mekanizmasının mevcudiyetine ait bazı değerlendirmeleri içerir. İkincisi, dünyada gelmiş geçmiş normal üstü bazı doğa olaylarından ve bunların insanlar arasında yapmış oldukları ızdıraplı ve korkunç görünen sonuçlarından ve bu sonuçların illiyet ilkesi ile olan ilişkisinden  söz eder. Bu yazı ise sıra dışı ve felâketli görünen bu büyük doğa olaylarını gene illiyet ilkesi karşısında evrendeki o büyük idare mekanizmasıyla olan bağlantısını ve bütün gelişen ülkelerde olduğu gibi ülkemizin de bu bağlantı alanının dışında kalamayacağını belirtecektir.

Bu yazı bundan önce yazmış olduğum yazıların hedef tuttuğu noktayı belirtmek amacına yöneliktir. Orada bazı felâketli doğa olaylarından ısrarla söz etmiştim, vurgulamaak istediğim bir problemin daha iyi bir açıklamasını yapmak içindi. Bu problem nedir? Bundan sonra gelecek ilk yazılarımda açık seçik  görüşmelerini yapabilmek olanağına kavuşacağımızdan emin bulunduğum bu problemin şimdilik elimden gelebildiği kadar açıklamaya çalışacağım. Geçen iki yazımda da az çok belirttiğim gibi bütün bu olağanüstü doğa olaylarının büyük hedefleri vardır. Bunlardan birisi de o olaylara tanık olan ya da  mukadderleri o olaylara bağlı bulunan pek çok  insanın gelişmesidir.

Bir yerde beşeriyetin felâket damgasını vurabileceği büyük veya küçük ıstıraplı olağanüstü herhangi bir doğa olayı ortaya çıkarsa, orada muhakkak kütlesel, yani az çok geniş bir insan topluluğunu ilgilendiren gelişim söz konusu olur. Dünyada gelip geçen bütün felâketli zamanları mutlaka az çok belirli bir gelişim hızı izlemiştir. Bu gelişimin; o sırada ölenler, yani felâkete kurban oldu denilenler için de böyle olup olmadığını tartışmamıza bu yazılarımızın içerikleri bugün henüz elverişli değildir. Dahası, bu konu başka gözlemleri elde ettikten sonra daha geniş bir bilgi kadrosu içinde düşünülebilecek bir durum arz eder. Biz şimdilik böyle doğa afetlerinden hayatta kalan insanlardan söz ediyoruz..

Her şeye rağmen, dünyada ortaya çıkan bütün felâketler bireyin ve toplumun gelişiminde muhakkak hızlandırıcı bir etmen olmuştur. Bundan başka, insanların dünya üzerinde yer yer ve zaman zaman gelişimlerinin hızlandırılması da esâsen bir doğal yasa gereğidir. Dahası, tarih boyunca ortaya çıkmış sayısız olayların incelenmesiyle anlaşılacağı gibi, dünyamız bugünkü gelişmişlik düzeyine işte böyle topluluklar arasında zaman zaman ortaya çıkmış büyük toplumsal ve doğa olaylarının insanlara yaptırdığı hamlelerle ulaşabilmiştir.

Konu bu bakımdan gözden geçirilince, bu olaylar – ne kadar felâketli olursa olsun – beşeriyet için bir yükselişin ve kurtuluşun hem nedeni, hem de ifadesi olarak görünür. Gerek bilgi, gerek kültür kazanımında gelişim hızını arttırmak gayretiyle yıllardan  beri çırpınıp duran ülkemizde de elbette bu hızı liyakatlerimize uygun bir şekilde her alanda sağlayıcı bazı olayların olacağını/oluşacağını beklemek elbette bir gereklilik olur. İşte biz bu gibi olaylarla karşılaştığımız zaman bu bekleyişimizin bizlere ne derece yararlı kazançlar sağlayacağını da bu yazılarımızla şimdilik hiç olmazsa duyumsatmaya uğraşıyoruz; ayrıca, ilerde zamanı geldikçe bu duyumsamalarımızı yavaş yavaş daha geniş bilgi ve idraklere doğru götürecek olan görüşmelerimize aksatmadan devam edeceğiz.

Büyük olayların ilk anlarda; daha önce değindiğimiz büyük âfetler gibi geniş çapta olmayacağını hesap ve kitaplara dayanan içsel gelişim konusunun gerekliliklerinden çıkartabiliriz. Görülüyor ki, önceleri son derece basit ve dünyada sık sık görülebilen bazı olağanüstü ve görece küçük olayların ülkemizde de görülebileceğini hesaplayarak idrak ve bilgi kapasitelerimizi ona göre alıcı ve yararlanıcı açık bir anten halinde hazır bulundurmamız bizim için elbette çok yararlı ve hatta gerekli olur.

Acı bir ilacın sıkıntı verici bir hastalığı defetmesi gibi, elbette az çok acılığı bulunan bu türlü olayların karşısında tiksinmek veya şaşırıp kalmak insana büyük bir şey kazandırmaz. Fakat öyle bir karışıklıkta bu yazılarımızın taşıdığı anlamları iyi hazmetmiş olup, uygulamada onları kullanabilenlerin yararı büyük olur. Durum böyle olunca, daha iyi açıklamış olmak için bu anlamları kısaca ve şimdilik son söz olarak yineliyorum; her olayın bir nedeni vardır. Bu nedenle de ağırlaşmış bir gelişim hızını arttırmaya yöneliktir. Ayrıca, ne kadar az ya da çok felâketli görünürse görünsün, her olay hayırlı, iyi ve insanların yükselmesi için gerekli elemanları hazırlayan bir sürü sonucu peşinden sürükler. Şu halde bunlar doğanın rastgele birer kötü tesadüfü değil, yüksek evren yasalarına dayanan şuurlu ve idrakli bir idare mekanizmasının düzenlemeleri ve gereklilikleridir. Bu idare mekanizması elbette dünyamız üstü bir kudretin ifadesidir. İşte bütün bu olayların ve gelecek şeylerin insanlara açıklanması gereken şu andaki en önemli anlamı da olanların bu idare mekanizmasını kanıtlayıcı birer işareti ve birer ışığı olmalarıdır.

İlerisi daha çok derinleşen bu büyük hakikati şimdilik ancak bu kadarcık ve biraz da belirsizlik içinde ifade edebilmiş oluyoruz. Fakat bu kısa açıklamalar gelecek günlerimiz için yeterlidir. İleride, daha iyi gözlemler karşısında daha açık ve daha geniş ölçüde görüşeceğimizi ve böylece de yazılarımızı okuyan dostlarımıza bu yoldaki bilgilerinin artması bakımından daha yararlı olabileceğimizi kuvvetle umuyorum.

23.12.1958 İstanbul

………………………………………………..

(*) Güncel Türkçe’ye uyarlayan Selman GERÇEKSEVER (13.10,2017)







Toplumda psikolojik hastalık yok, -lojik hastalık var.

Şahane bir tespit: Toplumda psikolojik hastalık yok, -lojik hastalık var. Sistematik düşünme bilgi ve pratiği olmayan toplumumuzda, sofistik düşünme alışkanlığı bireylerin akıl ve ruh sağlığını bozuyor.. (Sofistik düşünme duyguların geçici tatminini sağlayan,gerçekçi olmayan düşünme şekli).


ATATÜRK YOLUNDA; YüksekVazifeli ülke Türkiye’nin Yüksek Vazifeli Varlıkları’ndan Dr. Bedri Ruhselman

"İyiliğin ve dürüstlüğün yitirildiği bir ortamda, gerçek sanat ve fazilet gelişemez. Pisagor teoremini ezberlemekle, kimse insan olmayı öğrenmemiştir. Bir insana gelişimi için nefes kadar vazgeçilmez şekilde lazım olan şey, önce yüksek insani değerlerdir. Diğer her şey ondan sonra gelir. Sağlam ahlakın olmadığı yerde, bilim de yozlaşır."
-Dr. Bedri Ruhselman  


O, hem faziletli bir bilim adamı, hem de eşsiz
bir metapsişikçiydi. Hayatının her anı bir bilgiye, idrake ve ilkeye bağlıydı. Dr. Ruhselman, Ruh ve Kainat adlı çok önemli eserini yayınlar. Bu kitabıyla ülkemizde, Ruhçuluğun ve metapsişik biliminin tanınmasına olanak sağlamıştır. Bu ve bunu izleyecek yayınlarına, "Neo-Spiritüalizm" adını vererek, bu alanda yeni bir ekol kurar. Ruh ve Kainat adlı kitabında bütün ruhsal konular ele alınmıştır. 

İnsan, ruh, ötealem, tekâmül, vicdan, kader gibi önemli konular hakkında bilgiler verilmektedir. Tekrardoğuş konusu bilimsel açıklama ve örneklerle ortaya konmuştur. Bu eser ülkemizde bu alanda yayınlanan ilk bilimsel ve ciddi yayındır.  

Devamını oku: https://bit.ly/3NmlYd4


Zübeyde Hanım ve oğlu Mustafa Kemal

 Zübeyde Hanım (1857-1923)

Zübeyde Hanım ve oğlu Mustafa Kemal

Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım, 1857’de Selanik yakınlarındaki Langaza’da doğdu. Ailesi “Sofuzadeler” olarak bilinen Feyzullah Ağa ile onun 3.evliliğini yaptığı Ayşe Hanım’ın tek kızı olan Zübeyde Hanım’ın annesine, bilge kişiliğinden dolayı “Molla Hanım” denilmekteydi. Aynı şekilde, kendisine de Selanik’in bilge ve akıllı, okuryazar kadınlarına verilen isimle “Zübeyde Molla” şeklinde seslenilmekteydi. Zübeyde Hanım, yeterince eğitim görmemiş ama çocukluğunda okuma yazmayı öğrendiğinden çevresinde de muhafazakâr, geleneklerine bağlı bir kadın olarak bilinmekteydi. Bu yönüyle de daha sonra oğlu Mustafa Kemal’in ilk olarak dini yönü güçlü mahalle mektebine gitmesini istemişti. Çünkü o dönem mahalle mekteplerinde öğrencilere, sadece Arap harfleri öğretilir ve Kuran-ı Kerim’i okuyacak hale gelmesi düşünülürdü.

Zübeyde Hanım’ın ataları Evlad-ı Fatihan olarak bilinen, Osmanlı’nın fetih dönemlerinde Balkanların Türkleştirilmesi için bölgeye yerleştirilen Anadolu’daki Yörük Türkmen soyundandı. Zübeyde Hanım’ın anne soyu “Konyarlar” diye anılan ve Konya Karaman’dan Rumeli’ye gelen Yörüklerden gelmekteydi. Konyarlar, Fatih Sultan Mehmet döneminde 1466’da Rumeli’ye göç ettirilerek iskân edilmişlerdi. İlk yerleştikleri yer ise, Batı Makedonya’daki Vodin ilçesinin batısındaki Sarıgöl Bucağı idi. Selanik’e de buradan gelmişlerdi.

Kızı Makbule Hanım da, annesi Zübeyde Hanım’ın sık sık, “Soyumuz Yörük’tür. Konya Karaman yöresinden buraya gelmişiz” dediğini anlatırken, Atatürk’ün de birçok kez “Benim atalarım Anadolu’dan Rumeli’ye gelmiş Yörük Türkmenleridir” dediği bilinmekteydi.

Zübeyde Hanım, Selanik’e bir saat mesafedeki Langaza’da Rapla Çiftliği’nde büyümüş, genç kızken eline bir yorgan iğnesinin batması üzerine doktor için gittiği Selanik’i ve havasını beğenmeleri üzerine buraya yerleşmişlerdi. Zübeyde Hanım da Selanik’te bulunan Ali Rıza Efendi ile tanışmış ve evlenmişlerdi.

Aydın Söke’den Selanik’e göç etmiş Hafız Ahmet Efendi’nin oğlu Ali Rıza Efendi ile 1870 veya 1871 yılında evlendiğinde Zübeyde Hanım, henüz 14 yaşında ve kızı Makbule Hanım’a göre “uzun boylu, ince yapılı, altın saçlı, yeşil gözlü bir kadın” idi. Şevket Süreyya ise Zübeyde Hanım’ı “kumrala çalan sarışın bir güzeldi. Beyaz, pembe teni, renkli yüzü, orta boylu, narin, canlı bir yapısı vardı. Ama asıl çekiciliğini veren gözleriydi. Biraz içerlek, biraz yumuk, hafif şehla ve mavimsi gözler” şeklinde tanımlamıştı.

Zübeyde Hanım, ailesinin zor ikna edilmesi ile Ali Rıza Efendi ile evlendikten sonra onun Selanik’teki Ahmet Subaşı mahallesindeki baba evine yerleşmişti. İlk evlilik yılları üç katlı, iki daireli pembe boyalı bu evde mesut bir şekilde geçen çiftin, sırayla “Fatma”(1872-1875), “Ahmet” (1874-1883), “Ömer” (1875-1883). “Mustafa” (1881-1938), “Makbule” (1885-1956) ve “Naciye” (1889-1901) isminde 6 çocukları olmuştur. Ancak, dönemin şartları ve salgın hastalıklar nedeniyle Fatma, Ahmet, Ömer ve Naciye değişik yıllarda hayatlarını kaybetmişlerdi.

Zübeyde Hanım çocuklarının ölümüyle sarsılmışken, bir de eşi Ali Rıza Efendi’yi “bağırsak vereminden” kaybedince işler daha da kötüye gitmişti. Zübeyde Hanım, ailenin geçinmesi konusunda ortaya çıkan maddî sıkıntıdan dolayı, çocuklarını da alarak Selanik Langaza’daki baba bir kardeşi Hüseyin Ağa’nın yanına çiftliğe gitmek zorunda kalmıştı.

Mustafa Kemal, Askerî Rüştiye’de iken genç yaşında dul kalan Zübeyde Hanım, Selanik’e gelen ve Mora eşrafından, iki oğlu ile iki kızı olan Ragıp Bey adlı bir reji memuruyla ikinci evliliğini yapmıştı. Mustafa Kemal’in o günlerde bu evliliğe tepki duyduğu bilinmekteydi. Zübeyde Hanım da oğlunun eğitiminden kaygılanarak, onu Selanik’e halasının yanına göndermişti. Mustafa Kemal, üvey babası Ragıp Bey ile ancak daha sonraları, sıcak bir iletişim kuracaktı.

Zübeyde Hanım, Harp Akademisi’ni bitiren ve kurmay yüzbaşı olan Mustafa Kemal’in kısa süre de olsa hapse atılması üzerine oğlunu görebilmek için 1905 yılında, birkaç günlüğüne de olsa İstanbul’a gelmiş ve oğlunu buradan ilk görev yeri Şam’a bizzat gözyaşlarıyla uğurlamıştı.

Ancak Balkan Savaşları’nın sonuna kadar Selanik’te ikameteden Zübeyde Hanım, Balkan Savaşları sonunda Selanik’in sınırlarımız dışında kalması ve ikinci eşinin de öldüğünü düşünürsek; kızı Makbule Hanım ile birlikte İstanbul’a gelmiş ve Beşiktaş semtinde Akaretler’de 76 numaralı eve yerleşerek artık yeni bir hayata başlamıştı.

Zübeyde Hanım, Çanakkale savaşı sonrası Halep’te görevlendirilen Mustafa Kemal sarılık hastalığına yakalandığı zaman da onu görmek için Halep’e giderek, kör olduğundan korktuğu oğlu Mustafa Kemal’i ziyaret etmiş ve yine İstanbul’a dönmüştür. Ülkenin savaştan yenik çıkması sonrasında oğlu Mustafa Kemal’in, Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan birkaç gün sonra 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelmesiyle sevinen Zübeyde Hanım, hasret gidermiş ve Mustafa Kemal Paşa’nın Şişli’de tuttuğu üç katlı evde oğlu ve kızıyla yaşamaya başlamıştı.

Mustafa Kemal 16 Mayıs 1919’da Samsun’a hareket etmeden önce annesi ve kız kardeşi ile vedalaşmış ve bu görüşmede Zübeyde Hanım baygınlık geçirmişti. Sabaha kadar dertleşip oğluyla konuşan Zübeyde Hanım, oğlunu sabah dualarla Samsun’a yolcu etmişti.

Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı sonrasında kızı Makbule Hanım ile İstanbul’da yalnız kalan Zübeyde Hanım, Mustafa Kemal’in İstanbul ile arasının bozulması ve idama mahkûm olması gibi taşıyamayacağı haberler nedeniyle rahatsızlanıp kısmî felç olacaktı. Zübeyde Hanım bu süreçte, kızı Makbule Hanım’ın Mustafa Mecdi Bey ile evlenmesi üzerine tekrar Akaretler’deki eski evlerinde, kızı ve damadıyla birlikte yaşamaya devam etmişti.

Kurtuluş Savaşının ateşli yıllarında Zübeyde Hanım’ın damadı Mustafa Mecdi Bey’in sık sık Ankara’ya gidip gelmesi, Mustafa Kemal Paşa’ya o kadar iş arasında annesi ile de ilgilenme şansını vermişti. Eniştesinden annesi ile ilgili bilgi almış, Dışişleri Bakanlığı Levazım müdürü arkadaşı Cemal Bey (Bolayır) aracılığıyla sık sık İstanbul’da Akaretler’de oturan annesi Zübeyde Hanım’ı kontrol ettirmiş ve elden mektup ve para göndertmişti.

Zübeyde Hanımın İslam dinine ve gereklerine sıkı sıkıya bağlı bir kadındı ve iyiliksever ince bir kalbi vardı. Yardımseverliği ile tanınan Zübeyde Hanım, Beşiktaş Akaretler’de otururken, iki çeşmenin dört senedir bozuk olması nedeniyle su sıkıntısı çeken mahallede çeşmeleri tamir ettirterek Ramazan ayının birinci günü açılmasına da katkı sağlamıştı.

İşgal kuvvetlerince evine yapılan baskınlar ve oğlu Mustafa Kemal Paşa hakkında duyduğu kaygı ve keder nedeniyle zaten bozuk olan sağlığı daha da yıpranmıştı. Mustafa Kemal Paşa tarafından 1920 yılı sonlarında Ankara’ya getirilmek istenmesine rağmen hastalığın şiddetlenmesi ve bu nedenle de dayanamayabileceği kaygısıyla bu yolculuktan da vaz geçilmişti.

Ancak üç yıl gibi uzun bir süre annesinden ayrı kalan Mustafa Kemal, sonuçta ne olursa olsun onu yanına getirtmeye karar verdi. Artık TBMM Başkanı ve Başkomutan Mustafa Kemal Paşa; annesi Zübeyde Hanım’ın uzakta olması ve sağlığının iyi durumda olmaması nedeniyle onu getirmek için planını yapmıştı.

Mustafa Kemal Paşa güvendiği kişiler ile sağlığı biraz olsun düzelen annesini İstanbul’dan farklı bir isimle aldırmış önce İzmit sonra da Adapazarı’na getirtmişti. Kendisi de, annesini almak için 14 Haziran1922’deAdapazarı’na gelmiş ve ertesi gün annesi ile etraftakilerin duygulu bakışları ve alkışlarıyla sarılıp buluşmuştu. Mustafa Kemal Paşa İzmit’te Claude Farrere ile görüştükten sonra, 24 Haziran’da Ankara’ya hareket etmişlerdi. Makbule Hanım ile birlikte gelmesine rağmen, Zübeyde Hanım onun geri dönmesi sonrası yanında uzak akrabası Ragıp Bey’in yeğeni Fikrîye Hanım ile Ankara’ya gelmiş ve Çankaya’da bir bağ evine yerleştirilmişti. Zübeyde Hanım artık oğlunun yanındadır, ancak sağlığı iyice bozulmaya başlamış ve her ana gibi oğlunun “mürüvvetini görme” düşüncesine kapılmıştı. Bu düşüncesi kısa zamanda hayata geçmiş ve oğlu Mustafa Kemal Paşa’nın İzmir’in kurtulduğu günlerde tanıştığı İzmir’in köklü ailelerinden Uşakizade Latife Hanım ile evlenmek istemesiyle bu isteği de karşılanmıştı.

Ancak bu süreçte Zübeyde Hanım’ın İstanbul’da başlayan hastalığı daha da ilerleyince, Mustafa Kemal Paşa, hasta annesine İzmir havasının iyi geleceği düşüncesiyle onu da ikna ederek bir süre kalması için İzmir’e göndermişti. Bu ziyaretin bir başka amacı da, Mustafa Kemal’in evliliği düşündüğü Latife Hanım ile Zübeyde Hanım’ı tanıştırmaktı Zübeyde Hanım gelin adayı olan Latife Hanım’ın Karşıyaka’daki yazlık köşkünde bir süre kalmasına rağmen oğlunun mürüvvetini göremeden 66 yaşında 15 Ocak 1923’te hayatını kaybetmişti.

Mustafa Kemal de bu elim haberi tren ile Ankara’dan başlayan ve Batı Anadolu’yu kapsayan bir yurt gezisine çıktığında Eskişehir’de öğrenmişti. Özellikle İstanbul gazetecileri ile yapacağı ve devrimi anlatacağı bu geziye büyük önem veren Mustafa Kemal Paşa, acısıyla yaşamış ve geziyi kesmemişti. Bir süre sonra İzmir’e gelerek annesine olan son görevini de yerine getirmiş ve annesinin mezarı başında dua etmiştir.

Latife Hanım, Zübeyde Hanım’ın ölüm haberini ilk önce İzmir Valisi Mustafa Abdülhalik (Renda)’ya bildirmiş, Vali de büyük bir cenaze töreni hazırlatmıştı. Latife Hanım ilk gece İzmir’in tanınmış hafızlarından tam otuz üç kişi çağırarak sabaha kadar hatim yaptırmış ve hatim duası üç gün sürmüştü. “Latife Hanım, kabirde yüzlerce gümüş mecidiye sadaka dağıtmış, kırkında Mevlut okutmuş, 52’nci gecesinde de aşure yaparak fakir fukaraya dağıttığı gibi hatimler indirerek bu mübarek kadına karşı duyduğu sevgi ve şükran borcunu ödemişti.”

Zübeyde Hanım İstanbul’da da hasta olduğu bir sırada; daha önce vasiyetini hazırlatmış ve kendisi öldükten sonra her sene ruhuna hatim okutmak için bağış yapmak istediğini söylemişti. Sonuçta Darüşşafaka’ya gidilmiş ve bir miktar para bırakarak içini rahatlatmıştı. Annesinin bu vasiyetini öğrenen Mustafa Kemal de her ölüm yıl dönümünde bir oğlun annesine duyduğu sevgi ve bağlılığın manevî bir işareti olarak, annesine hatim okutup, hatim okuyan hafıza, zarf içinde bir miktar para vermeyi adet haline getirmişti.

Atatürk’ün, annesi Zübeyde Hanım’a duyduğu derin sevgi, tüm ömrü boyunca devam etmişti. Zübeyde Hanım’ın oğlu ile arasındaki saygı ve sevginin boyutları çok büyüktü. Atatürk’ün yaverlerinden Cevat Abbas Gürer “Bayan Zübeyde de hasta yatağında olsa dahi büyük bir ihtimamla Atatürk’ü kabule hazırlanırdı. Saçlarını taratır, işlemeli başörtüsünü örter, … Oğlunu beklediği haberini gönderirdi.” demişti. Zübeyde Hanım küçük yaşlardan beri çocukları için yaşamış ve özellikle yetim kalan oğlunun her durumuyla yakından ilgilenmişti. Atatürk’e tam anlamıyla hem analık hem babalık etmişti. Zübeyde Hanım oğluna “Mustafa’m”, “Sarı Mustafa’m” diye seslenmiş, çoğu zaman bunu az bularak “Paşam” veya “Sarı Paşam” da demiş ve bu isimlerle onu anmıştı.

Son döneminde onu canlı olarak görmüş olan Halide Edip Adıvar da Zübeyde Hanım’ı şu sözlerle anlatmıştı: “İhtiyar hanımın yüzü, ince, hareketli vücudu sıkılgan ifadesiyle, Mustafa Kemal Paşa’nın aynıydı. Yetmiş yaşında olmakla birlikte, süt gibi beyaz, pembe renkli cildinde bir tek buruşuk yoktu. Çok çabuk öfkelenir olmasına karşın koyu mavi gözlerinde ve ağzında bir şefkat duyulurdu. Beyaz entarisi, ütülü mendilleri, beyaz elleri büyükannemi hatırlatırdı. Tam Makedonyalı bir kadındı.”

Zübeyde Hanım’ın kabri Karşıyaka’dadır. İstasyondan Soğukkuyu tarafına giden Zübeyde Hanım Caddesi üzerindeki bir parkta ziyarete açıktır. Zübeyde Hanım’ın cenaze alayına İzmirliler kalabalık şekilde katılmışlardı. Vali, memurlar, komutanlar ve hocalar olduğu halde cenaze alayının uzunluğu bir kilometreyi bulmuştu. Okulların getirdiği çelenkler kabrin üstünde büyük bir örtü teşkil etmişti. Batı Cephesi Kurmay Başkanı Asım, Kazım (Özalp), Fahrettin (Altay), Mürsel (Bakü), İzzettin (Çalışlar), Abdurrahman Nafiz (Gürman) paşalar cenaze alayının önünde yürümüşlerdi.

Yıllar sonra İzmir Belediye Başkanı Behçet Uz, Atatürk’ün annesi için bir anıt-mezar yaptırmak amacıyla Fuar için getirtilen mimar Gautier’ye bir proje hazırlatmıştı. Bu proje, Atatürk’e gösterildiğinde O, projeyi çok süslü ve masraflı bulmuş ve sadece mezarın başına ağır bir taş parçası konulup “Atatürk’ün anası Zübeyde burada gömülüdür. Ölümü: 1923” yazdırılmasını ve Zübeyde Hanım çocukları çok sevdiği için de etrafının bir çocuk parkı ile süslenmesini istemişti.

Zübeyde Hanımın mezarı, 1933 yılında temeli atılarak mezar anıt şekline dönüştürülmüş ve 1940 yılında İzmir Belediyesi tarafından resmen açılmıştır. Hayatını kaybettiği Latife Hanım Köşkü de bugün müze halindedir.

Mehmet Emin ELMACI




Tarihte Bugün: TÜRK OLMAK


Tarihte bugün:

İnsanlık tarihinin en büyük kahramanlarından biri olan BEHİÇ ERKİN’in doğum günü [5 Nisan 1876] 

Behiç Erkin… Türkiye Cumhuriyeti‘nin kurucularından, Kurtuluş Savaşı‘nın lojistiğini başarıyla yöneten komutan… Devlet Demiryollarını ilk işleten, kuran ve millileştiren, İTÜ‘yü özerkleştiren ve lisanını Türkçeleştiren, genç cumhuriyetin ilk kamu müzesini (İnkılâp Tarihi Müzesi) kuran ve onbinlerce insanın hayatını kurtaran devlet adamı...

Behiç Erkin’in olağanüstü kişiliğiyle tanışıklığım aslında geçtiğimiz Ekim ayında başladı. Dostlarımdan biri Emir Kıvırcık adında bir arkadaşı olduğunu ve dedesinin biyografisini yazdığını söyledi. Hikayenin beni ilgilendirebileceğini düşünerek ana hatlarını anlattı. Şaşırmıştım. Tarih bilgimin derin olduğuna inanırdım ancak ne Behiç Erkin’in, ne de hayatını, bu eşsiz hikâyeyi insanlığa anlatmaya adayan ve bu iş için 9 senesini veren torunu Emir Kıvırcık’ın adını duymuştum daha önce…

Telefona sarıldım ve Emir’i aradım. Telefon görüşmemizden bir hafta sonra Emir’in ofisindeydim. Dedesini onun ağzından dinlediğimde önce şaşırdım, büyülendim ve niye yalan söyleyeyim ağladım...

Emir Kıvırcık önce Atatürk’ün en yakın dostunu, bir Kurtuluş Savaşı kahramanını, kısacık bir zamana sığan kocaman bir hayatı, hep halkının iyiliği için yaşayan, doğru bildiğinden karşısındaki kim olursa olsun kesinlikle vazgeçmeyen güçlü ve saygın bir devlet adamını anlattı bana…

Daha sonra ise Fransa’daki büyükelçilik yıllarında bir baba nasıl oğlunun üstüne titrerse, ölümün pençesinde olan Yahudiler için o derece uğraşan duygu dolu bir insanı anlattı. Bu kişi, Behiç Erkin’di…

Emir’in dedesini dünyaya anlatabilmek için gösterdiği çaba da takdire şayandı. 9 senelik yoğun araştırmasının emeği olan kitabı “Büyükelçi” Şubat ayında çıktı ve ülke çapında beklendiği üzere sansasyon yarattı. Kitap ilk etapta İngilizce, Fransızca, Almanca ve İbraniceye çevrilecek. Daha sonra ise tüm dünya dillerine… Çünkü Behiç Erkin’in hikayesi sadece Türkleri, Yahudileri, Fransızları ya da Almanları değil, tüm insanlığı ilgilendiriyor.

Bu kitap bir tokattı belki de… Bugünkü dünya yöneticilerine, bir arada yaşamayıp sürekli çatışan medeniyetlere… Güçsüzleri ezip güçlü olduklarını zannedenlere… İnsanlığını unutmuş adem oğullarına… Behiç Erkin’in hayat hikayesi herkese, hepimize en güzel yanıtı veriyor… Ama insanoğlu her zaman unutur! Tarihini, sevdiklerini hatta anılarını bile… Sağ olsun Emir Kıvırcık’ın çabalarıyla şimdi yeniden hatırlıyoruz, hem de bu kez hiç unutmamak üzere…

Birazdan okuyacaklarınız dünya üzerine ender gelen insanlardan birinin yaşam öyküsüdür. Konuyla ilgili daha fazla bilgi almak isterseniz Kıvırcık’ın Goa Yayınları’ndan çıkan kitabı Büyükelçi’yi okumanızı tavsiye ederim. Ama bu kitabı tarihsel bir gerçeği öğrenmek için değil, kendiniz, çocuklarınız ve hatta hayatınız için okuyun.

**

Kurtuluş Savaşı kahramanı, devlet adamı, Atatürk’ün yakın dostu Behiç Erkin

Behiç Erkin, 1876 yılında İstanbul’da doğar. Köklü bir aileden gelmektedir. Babası Cemil Bey, dedesi ise Osmanlı İmparatorluğu’nun ünlü komutanlarından Mareşal Ömer Fevzi Paşa’dır. Dedesi, Behiç Erkin’in birçok insanın kaderini etkileyecek olan cesur, inatçı, doğruluktan şaşmayan, araştırmacı, alçak gönüllü ve diplomat karakterini şekillendiren kişidir.

Behiç Erkin, Erkan-ı Harp (Kurmay) subayı olmak ister. Ancak küçükken çocuk felci geçirdiği için Osmanlı kanunlarına göre bu imkânsızdır. Yine de büyükbabasının Osmanlı Ordu Kumandanlığı yapmasının da etkisiyle özel bir kararla Askeri Okul’a alınır ve Erkan-ı Harp subayı olarak mezun olur. 1903’te Selanik’e 3. Ordu’ya tayini çıkar. Behiç Bey’e “hat komiserliği” görevi verilir. Bu o dönemde çok önemli bir görevdir zira Osmanlı’nın başkenti İstanbul’a ulaşan tüm yollar üç değişik yerden gelip Selanik’te birleşmekte ve oradan İstanbul’a gelmektedir. O dönemki lojistik hizmetleri açısından en önemli nokta, Selanik’tir… Aynı zamanda Behiç Erkin’in, Türk ulusunun ve Fransa’da yaşayan 18.000 Türk Yahudisi’nin de kaderini belirleyecek olan Selanik…

Behiç Erkin’in, demiryollarıyla ilk teması bu şekilde olur. 1907’de Mustafa Kemal Paşa Şam’da Yüzbaşı görevindeyken Kolağası (bugün olmayan bu rütbe binbaşı ile yüzbaşı arasında bir mevkidir) rütbesine terfi olur ve Selanik’e tayini çıkar. İki insan arasındaki dostluğun tohumları burada atılacaktır. Mustafa Kemal, Selanik’te Behiç Erkin’e komşu olur. Ayrıca 3. Ordu’da da beraber çalışmaya başlarlar ve aynı çadırı paylaşırlar. Osmanlı üzerine tartışırlar ve kişisel ilişkilerini dostluk seviyesine çıkarırlar. Hatta Mustafa Kemal, Trablusgarp’a Derne komutanı olarak gittikten sonra Behiç Bey’e birçok mektup yazar (İnkılâp Tarihi Müzesi’nde bu mektuplar halen görülebilir).

1915 yılında Enver Paşa’nın Osmanlı Ordusu’nu Alman disipliniyle yapılandırma çalışmaları başlar. Alman kültürünü Osmanlı Ordusu’na uyarlama sorumluluğu verilen Kanengiesser Paşa’nın yardımcılığına ise Behiç Bey getirilir. Behiç Bey, 500 senelik Osmanlı kültürünün Alman disiplini tarafından ezilmemesi için çok mücadele eder. Almanları çok iyi tanır ve kültürlerini öğrenir.

29 Mart 1918 yılında Mareşal Liman Von Sanders, Gelibolu Savaşı’nda asker ve erzak sevkiyatının mükemmelliğine hayran kaldığı için Miralay Behiç Bey’e birinci dereceden Alman Demir Haç Madalyası takar. Bu madalya, Alman ulusu için çok değerlidir. Sadece önemli Alman devlet adamlarına verilen en üst seviyeden bu madalyanın bir yabancıya verilmesi o dönemde görülmemişti. Bu madalya, ileride Fransa’da yaşayan 18.000 Türk Yahudisi’nin kaderini belirleyecektir.

Behiç Bey, daha sonra Azerbaycan’a giderek, 1918’de ilk Azeri-Osmanlı düzenli ordusunu kurar. İngilizler İstanbul’u işgal edince şehre geri döner. Ancak hasta olduğu için Anadolu’ya kaçamaz. Mustafa Kemal, bunu bir fırsat olarak görür ve Anadolu’ya kaçırılmasını istediği meşhur “beyaz subaylar” listesini yakın dostu Behiç Bey’e gönderir. Behiç Bey’e bu görevinde yardımcı olan kişi de Azra Garih’tir (rahmetli Üzeyir Garih’in babası). İngilizler, Behiç Bey için ölüm ilanı çıkardıkları zaman, bir süre saklandığı ev de, ileride yazdığı hatıratlarında “kadim dostum” diyerek bahsettiği Azra Garih’in babası Üzeyir Garih Efendi’nin evidir.

Behiç Bey, Anadolu’ya geçer. Bursa’ya ulaştığında İsmet İnönü’den “Ankara’ya bir an önce gelmesi” konusunda bir telgraf alır. Ankara’ya vardığında Behiç Bey iki teklifle karşılaşır. İsmet İnönü, kendisine Erkan-ı Harp Umumiye İkinci Reisliği’ni (Genelkurmay İkinci Başkanlığı) teklif ederken, Fazıl Paşa ise demiryollarının başına geçmesini ister. Bu konuları konuşmak için Mustafa Kemal’in yanına çıkan Behiç Bey’e Başkomutan, o meşhur sözünü söyler: “Behiç Bey, ben cephede ne yapılacağını çok iyi biliyorum, fakat ordumuzu cepheye taşımaya nasıl muvaffak olacağımızı bilmiyorum. Zamanında sahip olduğunuz tecrübelerden bunu sizin başarabileceğinizi biliyorum. Sizin demiryollarının başına geçmenizi isterim. Var oluş savaşımızda ancak bu şekilde başarılı olabiliriz”. Bunun üzerine Behiç Bey, kimsenin işine karışmaması şartıyla bu görevi kabul edebileceğini söyler. Başkomutan, gülümser ve Behiç Bey’in elini sıkar. Bu konuşmanın üzerine Büyük Taarruz dahil olmak üzere cepheye asker sevkıyatı Behiç Bey tarafından mükemmel şekilde gerçekleştirilir.

Koşullar ne olursa olsun doğruları savunan Behiç Erkin, aynı zamanda tüm silah arkadaşlarına işine karışılmadığı müddetçe kendi doğru bildiğini en iyi şekilde yapabildiğini göstermiştir. Mustafa Kemal’le Kurtuluş Savaşı’nın en sıcak zamanında yaşadığı bir hikaye aslında bunu en iyi şekilde kanıtlamaktadır.

Savaşın ortasında Mustafa Kemal’den bir telgraf gelir. Telgrafın üstünde, “Dakika tehiri (gecikmesi) idamla cezalandırılacaktır” yazmaktadır. Telgrafın içeriği şu şekildedir: “Trenlerin son sürate çıkarılarak cepheye asker sevkıyatının hızlanması gerekmektedir”. Her zaman doğru olduğuna inandığı şeyi yapan Behiç Bey, Başkomutan’ın emrine şu şekilde cevap verir: “Hat, 40 km’den hızlı gitmeye müsait değildir. Eğer daha hızlı sevkıyat yapılmaya kalkışılırsa korkarım tek bir sevkıyat bile yapamayabiliriz. Emrinizi aldım. Bu şartlardan dolayı uygulamadım. İkinci bir emrinizi bekliyorum”. Başkomutandan ikinci bir telgraf gelir. Telgrafta aynen şu kelimeler yazmaktadır: “Siz nasıl uygun görürseniz Behiç Bey”…

Cumhuriyet döneminde Behiç Erkin, Devlet Demiryollarının kurucu genel müdürü olur. Demiryollarının Avrupai standartlarda çalışmasını isteyen İnönü’yü millileştirilmesi için ikna eden Erkin, bugün Devlet Demiryollarının başında “Türkiye Cumhuriyeti” yazmasının sebebidir. Atatürk, 10. Yıl Marşı’nda bir tek dizeyi değiştirmiştir. “Yurdun bütün tepelerinde dumanlar tütmektedir” yazan dizeyi çizmiş, “Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan” yazmıştır. Ardından Behiç Bey’e telefon açıp “Emeğinizi yeteri kadar yansıtmadığı için 10.Yıl Marşı’nda bir dize değiştirdim, size haber vermek istedim” demiştir.

Atatürk, soyadı kanunu çıktığında 37 kişiye neden o soyadını uygun gördüğünü birer mektupla belirtmiş ve bunu da Dil Tarih Coğrafya Enstitüsü’ne gönderip “Türkiye’nin ilk 37 soyadı olarak kaydedilsin” talimatını vermiştir. Bu soyadlardan dokuzuncusu Emir Kıvırcık’ın anne tarafına verilen ERKİN’dir. Bunun verilme sebebi olarak Atatürk şu notu düşmüştür: “Her şart altında kendi doğrularını dile getirme cesaretini gösteren, bağımsız kişi…”

Behiç Erkin’in kişiliğinin daha iyi anlaşılabilmesi için kronolojiyi biraz bozarak şu olayı anlatmakta da yarar görüyorum. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler, “Faciayı Araştırma Komisyonu” adıyla, soykırımı araştırmak için bir komisyon kurar. 18.000’e yakın Yahudi’yi soykırımdan kurtardığı için Behiç Erkin’in adını ölümsüzleştirmek isterler. Komisyon, Behiç Erkin’e yaptığı yardımlarla ilgili yanıtlanmak üzere 18 soruluk bir form verir. Erkin, BM yetkilisine teşekkür eder, dosyayı geri verir ve şu kelimeleri kullanır: “Ben yaşlı bir insanım ve zaten böyle şeyleri doldurmaya gerek yok. Sebebi de şudur; Biz Atatürk’ün önderliğinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmakta emeği geçenler, Musevilerin başına gelenlerin 460 yıl önce başlarına gelenlerden herhangi bir farkı olduğunu düşünmüyoruz. Dolayısıyla benim yaptığım, tarihimize, örf ve adetlerimize sahip çıkmak ve Türk ulusu adına insani görevimizi yerine getirmektir.”

Peki, Behiç Erkin, Fransa’da ne yapmıştı da 18.000 kişiyi “Nihai Çözüm”den kurtarmıştı? Bunu nasıl başarmıştı?

**

Bu yazıda, Fransa’ya Büyükelçi olarak atandıktan sonra Behiç Erkin’in, 75.000 Yahudi vatandaşını Alman otoritelerinin eline gözlerini kırpmadan teslim eden kraldan kralcı Fransızlarla ve “Nihai Çözüm”lerini uygulamak için hiçbir engel tanımayan işgalci Almanlarla nasıl nefes aldırmadan uğraştığını okuyacaksınız.

Sohbetimizde Emir Kıvırcık, çocukluğundan beri her fırsatta annesinden dedesinin hikayesini dinleyerek büyüdüğünü söyledi. Behiç Erkin, emekliye ayrıldıktan sonra her perşembe Fahrettin Altay Paşa, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay’la yaptığı toplantılarda Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve Fransa anılarını anlatırmış. Emir Kıvırcık’ın annesi de yakın tarihimizi belirleyen olayları, onu bizzat yazan canlı tanıklardan dinleyerek büyümüş.

Emir’e bundan sonraki projelerini sorduğumda öncelikle kitabının Fransa’da yayınlanacağı günü heyecanla beklediğini söyledi. Bu projeye Fransa büyükelçimizle, başkonsolosumuzun da sonuna kadar destek verdiğini ekledi. Fransa’yla eş zamanlı olarak kitabın ABD, İsrail ve Almanya’da da yayınlanacağını müjdeledi.

Kıvırcık’ın ikinci projesi ise Hollywood stüdyolarında çekilecek olan bir belgesel. Birebir olayı yaşayanların ağzından anlatılacak olan belgeselin çalışmaları devam ediyor.

Son ve en büyük projesi ise bir Hollywood filmi. En iyi artistler, senaryo yazarları ve yönetmenlerle görüşmelere başlandı bile… Çoğu Yahudi kökenli olan bu kişilerin projeyi büyük heyecanla karşıladıklarını söyleyebilirim. Projeyi okuyan Amerika’nın en büyük üç yapımcısından biri bütün işini bırakarak beş saatlik bir uçuştan sonra apar topar Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği’ne gider. Büyükelçi Nabi Şensoy ve altı kişilik ekibiyle görüşüp “Büyükelçi” kitabında anlatılanların doğru olup olmadığını ve Türkiye’nin Emir Kıvırcık’a arşivleri açıp açmadığını sorar. Şensoy, hepsinin doğru olduğunu söyleyince, ünlü yapımcı “Sayın Büyükelçi, siz nasıl bir hazinenin üzerinde oturduğunuzu biliyor musunuz?“ cevabını verir.

Yad Vaşem Müzesi’nde Behiç Erkin’in yaptıkları ile ilgili birçok belge bulunduğunu belirten Kıvırcık, buna karşın müzenin kurtarıcıları resmi olarak tanıması için üç canlı tanık istediğini belirtti. Şu an Türkiye’de yaşayan Robert Lazare Rousseau ile Fransa’da yaşayan bir tanığı olduğunu ekledi ve Ankara’daki İsrail Büyükelçiliği’nin yardımı ve özellikle sayın büyükelçinin şahsi desteğiyle tüm dünyada Behiç Erkin’in trenleriyle kurtulan son bir yaşayan tanık aradıklarını vurguladı.

İnsanlığın unutulduğu bir dönem… Fransa ve Behiç Erkin

1939’da Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Avrupa’daki karışıklığı göz önüne alarak Behiç Erkin’e Almanya ya da Fransa’ya büyükelçilik teklifi sunar. Erkin, bu teklifi şöyle yanıtlamıştır: “Ben Almanca bilmem, Almanları da fazla sevmem, Fransızca konuşmayı da biliyorum o yüzden Paris’i tercih ederim.”

Erkin, 31 Ağustos 1939’da Paris’te göreve başlar. Ertesi gün ise Almanya, Polonya’ya girer ve 2. Dünya Savaşı başlar. Türkiye’nin o dönemde Avrupa’da prestiji yüksektir. Zira savaş bu kadar yakın olmasına rağmen, birçok gazetenin manşetinde 31 Ağustos günü “Nouvel Ambassadeur de la Turquie – Yeni Türkiye Büyükelçisi” başlığıyla Erkin’in göreve başladığı duyurulur. Hatta gazetelerden bir tanesi Kurtuluş Savaşı’nda yaptıklarından dolayı “L’Ambassadeur Extraordinaire-Olağanüstü Büyükelçi” manşetini atar. Gazete, geleceği görmüştür…

Göreve başlamasından birkaç ay sonra Almanlar Fransa’ya girer. Paris işgal edilir. Hükümet Vichy’ye taşınır. Fransız Hükümeti de aynı kentte bulunan Park Hotel’e yerleşir. Almanlar, ülkeye girer girmez Yahudilerin haklarını kısıtlayan kanunlar çıkmaya başlar. İlk çıkan Yahudi kanunları, Yahudilerin kamu hizmetlerinden, işlerinden çıkarılması ve sahip oldukları işletmelere geçici Hıristiyan yöneticiler atanması şeklinde olur. Bununla beraber Yahudilerin bankalardaki paralarına da el koyulmaya başlanır.

Türk kökenli Yahudilerin bu kanunlar yüzünden mağduriyet yaşadığını gören Erkin ilk itirazlarını resmi olarak yapar. “Bu kanunları Türk Yahudilerine tatbik edemezsiniz. Çünkü benim ülkemde din, dil ırk ayrımı yoktur. Benim vatandaşlarımın belirli bir kısmına belirli zorunluluklar dayatmak bizim kanunlarımıza aykırıdır” der.

İtirazı Alman ve Fransız otoriteleri tarafından kabul görmez. Bu sefer Erkin, başka bir itiraz yöntemi bulur: Israr! Sürekli otoritelere itiraz mektupları gönderir. Bu itirazları uluslararası platformda da dikkat çekmeye başlar. Amerikan Büyükelçisi, bir gün ziyaretine gittiği Erkin’e şöyle sorar: “Bu kanun kendi içerisinde bir ayrımcılık yapmadığı için niye itiraz ediyorsunuz?” Bunun üzerine Behiç Bey: “Sayın büyükelçi, bizim ülkemizde din, dil, ırk ayrımı yoktur ve Yahudilere bu yapılan yanlıştır, insanlık dışı bir şeydir! Benim esas anlamadığım sizin ABD olarak bu insanlık dışı uygulamalara nasıl itiraz etmediğinizdir” der.

Türk Büyükelçiliği Vichy’ye taşınmadan önce Ankara’dan Paris’e bir mektup gelir. Mektupta taşınma esnasında Paris’teki temsilciliğin tamamen kapanması istenmektedir. Behiç Erkin, bu emre uymaz, inisiyatifini kullanır ve Ankara’ya “Buradaki tebaamızın Almanlar burada oldukları müddetçe mutlaka ve mutlaka bir konsolosluğa ihtiyaçları olacaktır” cevabını verip, Cevdet Dülger’i Paris’te başkonsolos olarak bırakır. İleride Paris ve civarında yaşayan Yahudilerin Türk kimliği alıp hayatta kalabilmelerini sağlayan Behiç Erkin’in bu inisiyatifi olmuştur.

Almanların Yahudilere karşı çıkardıkları ilk kanunlardan en önemlisi, Yahudi işletmelerine geçici birer Hıristiyan yönetici atamalarıdır. Bu kişiler, işletmenin satılışına kadar tüm söz hakkına sahip olacaklar, işletme satıldıktan sonra elde edilen gelirin Fransa hazinesine iletilmesinden sorumlu olacaklardır.

Bu kanuna karşı çıkan Erkin yazışmalarında hep şu düşünceyi savunur: “Türk Yahudilerinin elinden alınan müesseseler Türk vatandaşlarına aittir, Türkiye’nin hazinesidir. Siz bu müesseselere el koyamazsınız. Bu kanun illa uygulanacaksa, müesseselerin başına geçici olarak Yahudi olmayan Türklerin atanması gerekir.”

Behiç Erkin bu durumu Ankara’ya 15 Mayıs’ta resmi bir mektupla bildirir ve mektubunda şöyle bir öneri getirir: “Türkiye’de ne kadar Fransız yaşıyorsa, tümünün malına mülküne el koyalım!” O dönemde Fransızların Türkiye’de Osmanlı Bankası gibi önemli işletmelere sahip olduğu düşünüldüğünde böyle bir hareketin Fransızlar için kabul edilemez boyutlarda bir tehdit olduğu daha iyi anlaşılabilir. Erkin, büyükelçilik çalışanı olan Türk Yahudi’si Leon Mandil’e kendisine bir tarihçi, bir de uluslararası hukukçu bulmasını ister. Mandil, gerekli kişileri bulur ve Behiç Erkin, bir hafta bu kişilerle kapalı kapılar ardında çalışır.

Behiç Erkin, 16 Mayıs’ta Vichy Hükümet başkanı Laval’i Büyükelçiliğe yemeğe davet eder ve müsteşarından yemek esnasında bir önceki gün Ankara’ya gönderdiği mektubu hazır etmesini ister. Yemeğin bitiminde Erkin, Laval’i odasına davet eder (Tarihte “katil Laval” lakabı ile anılan Laval dönem Fransa’sının en güçlü kişilerindendi. Savaş biter bitmez düşmanla işbirliği yaptığından dolayı apar topar idam edilmiştir).

Erkin, Laval’e duvarda asılı duran bir tabloyu gösterir. Tabloda bir Osmanlı Paşa’sı resmedilmiştir. Erkin, Laval’e şu konuşmayı yapar: “İki ülke halkının 400 seneye varan bir dostluğunun olması ne kadar güzel değil mi Sayın Fransa Hükümeti Başkanı? Bu duvarda gördüğünüz 15. yüzyılda Fransa’ya atanan ilk Osmanlı mümessilidir. O tarihten itibaren hep mükemmel ilişkilerimiz olmuş, hatta sadece Fransa için geçerli olan kapitülasyonlar çıkarılmıştır. Buna göre hiçbir Fransız vatandaşının malı mülkü, bu kişi ölse dahi, Padişah’ın servetine kaydedilemez maddesi konmuştur. Aynı şekilde Fransa’da yaşayan Osmanlı tebaası içinde aynı şart konmuştur”.

Daha sonra konuyu mallarına el konulan Türk Yahudilerine getirir. Behiç Erkin sözlerine şöyle devam eder: “Zamanında iki ülke halkı dostluk içinde yaşamıştır. Karşılıklı olarak anlaştığımız kapitülasyonlar varsa, şimdi de aynı konu söz konusudur. Sayın Laval, lütfen tarihinize sahip çıkın. Ay yıldız kimliği olan hiçbir vatandaşımın, bizim için Yahudi olup olmadığı fark etmez, işletmesine herhangi bir geçici Hıristiyan yönetici atanmasın. Eğer gerekiyorsa Türkleri atayalım ve bu iş bizim kontrolümüzde kalsın. Zira buradaki tebaamızın önce canları, sonra ise malları ve mülkleri bizim milli servetimizdir ve bizim sorumluluğumuzdadır.”

Laval, Behiç Bey’in bu sözlerini kabul eder ve Müsteşarı Rochat ile yemekte bulunan bir devlet bakanına konuyu ivedilikle halletmelerini söyler. Bir ay geçmeden Behiç Erkin’in bu talebi Fransız resmi makamları tarafından yazılı olarak büyükelçiliğe iletilir. Daha sonra Erkin, “yedieminler” başlıklı bir emir yazarak tüm konsolosluklara tebliğ eder. Emirde, 10 yıldan uzun süredir Fransa’da yaşayan, 5 senedir aynı yerde oturan, 3 senedir aynı işte çalışan, kötü sicili olmayan, evli ve çocuklu olan Müslüman Türklerin listesinin çıkarılmasını ister. Liste çıkarıldıktan sonra Erkin, bu kişileri toplar ve onlara Yahudi vatandaşların başına gelenlerin kabul edilemez ve omuzlarına alacakları yükün büyük sorumluluğu olduğunu söyler. Bu işin Türkiye için yapılması gerektiğini belirtir. Odada oturan yediemin adaylarının büyük çoğunluğu görevi kabul eder.

Almanlar, Yahudilerin mallarına göz koyduklarında karşılarında Behiç Erkin’i bulurlar. Öyle ki Erkin, büyük bir dirayetle “katil” lakaplı Fransa hükümet başkanı Laval’in karşısına çıkıp Yahudilerin mallarına el konulmamasını resmi olarak sağlar.

Ancak her geçen gün Fransa’da yaşayan Yahudiler için çember daralır. “Nihai Çözüm” planları yapılmış ve mallardan sonra sıra canlara gelmiştir. Yahudiler, artık rast gele sokaklardan toplanmaya başlamıştır. Erkin tüm elçilik ve konsolosluk çalışanlarını görevlendirir. Gerekirse bu kişileri toplama kamplarının içine kadar sokar ve görevde kaldığı süre boyunca diplomatik gücünü kullanarak Alman ve Fransız otoriteleriyle yazışır. Böylece kamplara atılmış Türk Yahudilerinin serbest bırakılmasını sağlar. Toplama kampına götürülen Türk Yahudilerini kurtarmak için vagona atlayıp onlarla beraber giden ve daha sonra o vagondaki 80 kişinin kurtulmasını sağlayan diplomat Necdet Kent de Behiç Bey’in bu emriyle hareket etmiştir.

Erkin, Yahudi dükkânlarına “Burası bir Yahudi Müessesesidir” yazılı tabela asılmasına da şiddetle karşı çıkar. Behiç Bey emir verir ve Türk vatandaşı olan Yahudilerin işletmelerinin kapısına “Burası bir Türk Müessesesidir”, evlerin kapısına da “Burası bir Türk vatandaşının evidir” yazılı tabela asılmasını sağlar.

Sonunda olan olur ve Behiç Bey’i, çalışmalarından dolayı Almanya’ya şikayet ederler. Berlin, “Dokunmayın ancak yakından takip edin” emrini gönderir. Bunun üzerine (daha sonra Vichy’yi de işgal eden) Almanlar, bu şehirdeki Nazi Karargahını Türk Büyükelçiliği’nin hemen yan binasına taşırlar.

O dönemde Behiç Bey’in Yahudilere yardım ettiği tüm Fransa’da duyulur. Öyle ki Fransa’nın 1936’da Başbakanı olan Leon Blum, arkadaşlarıyla birlikte sokakta rast gele çevrilip toplama kampına atılan oğlu için Türk Büyükelçiliği’nden yardım ister. Erkin, konu üzerine konuşmaya gelen Blum’un gelinine “Ben şu anda buradaki Türk Yahudi tebaası adına hükümetin en yüksek mevkileri nezdinde ciddi uğraşlar veriyorum. Fakat, sizin bahsettiğiniz konu, bir Fransız Başbakanı’nın oğludur. Eğer, ben devreye girersem, benim sahip çıkmaya çalıştığım binlerce insan konusunda sağladığım dengeleri bozabilir. Bu dengeleri iyi idare etmem lazım. Müsaade ederseniz bu konuya ben müdahil olmayayım. Ancak başbakanınız, bizim Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’ye bir mektup yazsın. Mektubu bana getirin. Benim yazacağım bir ön notla beraber eski dostum olan Cumhurbaşkanıma göndereyim ve bunu Türkiye’den halledelim. Binlerce insanın kaderiyle oynamayalım.” Sonuç olarak, İnönü’nün çabaları sonucu Blum’un oğlu kamptan kurtulur.

Bu arada Güney Fransa’da işler yine karışır. Yahudi Komiserliği’nin başına tarihin gördüğü en büyük antisemitlerden biri olan Xavier Vallat getirilmiştir. Vallat, Güney Fransa’da 1941’de bir nüfus sayımı yapar ve Türk nüfusunun yoğun olduğunu görür. 1938 senesindeki nüfus kayıtlarını açtırır ve tek tek karşılaştırma yapar. 1941 sayımında Türk tebaası olduğunu söyleyen 20.000 kişinin yarısı, 1938 sayımında Fransız olduğunu tebliğ etmiştir. Vallat, bu bilgiyi derhal Almanlara iletir ve Türk Büyükelçiliği ve konsolosluğunun önünde neden kuyruklar olduğunu bu şekilde tespit ettiğini belirtir. Bu kişilerin “sahte Türk vatandaşı” olduğunu ve bu kişilere sahte belgeler tanzim edildiğini söyler. Bu kişilerin “vatansız” kabul edilip Polonya’ya gönderilmesini önerir.

Bu kişilere Türk vesikası verilme hikayesi şöyledir: Almanlar, Fransa’ya girince Osmanlı kökenli Fransız Yahudileri konsolosluklara akın etmeye başlar. Behiç Erkin, bu kişilere derhal Türk kimliği verilmesini emreder. Dönemin birinci katibi Fatin Rüştü Zorlu: “Efendim, bize kimliklerini almak için başvuran bu kişilerin çoğu Türkçe bile konuşamıyor” dediğinde, büyükelçi o meşhur sözünü söyler: “Almanlar dil bilmez, Türkçeyi de hiç anlamazlar. Dolayısıyla bu vatandaşlarımız altı kelime ezberlesinler yeterlidir: Ben Türküm! Akrabalarım Türk Topraklarında Yaşıyorlar! Bize gelen, Türkçe konuşamayan herkese bu cümleyi öğretiniz ve vesikayı veriniz!” Bu şekilde büyükelçilik ve konsolosluğa başvuran Türk olan, olmayan herkese vesika verilmiştir.

Vallat’ın bu hamlesinden sonra çanlar gayrimuntazam Türk vatandaşı olan Yahudiler için çalmaya başlar. Ancak Behiç Bey, Vallat’tan önce davranmış ve haberi bile olmadan bu sorunu daha önce yaptığı bir manevrayla halletmiştir. Behiç Bey, Fransız topraklarındaki en yetkili Alman yöneticilerinin önüne çıkar, Çanakkale Zaferi sonrası Almanlar tarafından kendisine verilen birinci dereceden Alman Demirhaç Madalyası’nı masanın üzerine vurarak, trenlerle bu insanları Türkiye’ye gönderme planlarını kabul ettirir.

Tarihte “Büyükelçi’nin Trenleri” adıyla anılan ilk tren 1942 yılında Türkiye’ye doğru yola çıkar. Bu trenin yolcularından biri de bugün hala hayatta olan ve İstanbul’da yaşayan Robert Lazare Rousseau’dur. Büyükelçinin trenleri yaşama gitmektedir… Yolda karşılaştıkları trenler ise ölüme…

Ancak trenlerin yola çıkışına kadar Almanya-Fransa-Behiç Erkin üçgeninde birçok eşi benzeri olmayan olay yaşanır. Yad Vaşem müzesinin kayıtlarında Gayrimuntazam 10.000 Türk Yahudi’sinin bir ya da iki eksiğiyle tamamen Türkiye’ye getirildiği yazmaktadır. Bunun yanında Türk pasaportunu hiçbir zaman bırakmamış olan 8000’e yakın “muntazam” Türk vatandaşı Yahudi de sağ salim ülkeye getirilmiştir. Toplamda 18.000 kişi!

Başta Behiç Erkin olmak üzere, Fransa’da bulunan tüm Türk büyükelçilik ve konsolosluk çalışanları Fransa’da yapılan ırkçı uygulamalara dirayetle karşı durarak kendi öz evladını düşünen bir baba gibi Yahudilerin önce mallarını, daha sonra canlarını kurtarırlar. Bu kişiler, dünyaya insanlık dersi vermişlerdir. Bugün hepsini saygı ve minnetle bir kez daha anıyoruz.

Eğer siz de 2. Dünya Savaşı sırasında “Büyükelçinin Trenleriyle” Holokost’tan kurtulanlardansanız, ya da kurtulanlardan birini tanıyorsanız, dünyanın neresinde yaşıyor olursanız olun, lütfen Şalom Gazetesi ile bağlantıya geçiniz!

Vedat Levent

Emir Kıvırcık kitapları — BEHİÇ ERKİN ile birlikte.

MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...