CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

ERMENİ KATLİAMLARINDAN SADECE BİTLİS, ERZURUM, HAKKARİ, TRABZON, VAN'DA OLANLARI





Bunları Tarih Boyu Hep Gizlediler Bizden 

1. Dünya Savaşı sırasında Trabzon, Erzurum, Bitlis, Van ve çevresindeki bölgelerde Ermeni mezaliminden kaçarak Anadolu’nun iç kısımlarına iltica eden Müslüman sayısının 1 milyon 236 bin olduğunu dile getirildi. Çalışmaya imza atan Karacakaya "Ermeni çetelerin katliam ve baskıları sonucu Müslüman ahaliden 1 milyon 200 binden fazlası tehçire uğradı. Bu nüfusun 605 bin kadarı yollarda ve kaçtıkları bölgelerde açlık, susuzluk ve salgın hastalıklardan zayi ve gaib oldu. 1914-1918 arasında doğu vilayetlerin 363 bin 141 Müslüman, 1918-1921 arasında ise 154 bin 964 olmak üzere toplam 516 bin 105 Müslüman katliama uğradı. Ermeni çete ve gönüllü alayları yüzünden toplamda 1 milyon 121 binden fazla Müslüman yaşamını kaybetmek durumunda kaldı" dedi.
"Savaş sonunda ortaya çıkan tablo"
Savaş sonunda ortaya çıkan tabloyu da arşiv belgelerine göre değerlendiren Karacakaya, şu bilgileri verdi:

10 Mart 1919'da Van Vilayeti "Harpten önce 308 bin olan Müslüman nüfusu savaş bittikten sonra 100 binden biraz fazla olduğu anlaşılmıştır. 200 bin kadar Müslümannın iç bölgelere iltica ettiği, 100 bin kadarının yaşamını yitirdiği ortaya konulmuştur."
24 Şubat 1919'da Bitlis Vilayeti
"488 bin kayıtlı nüfustan yüzde 74’ü (361 bini) Müslüman'dır. Müslümanlar'ın yüzde 30’u (108 bini) harbin etkisiyle vefat etmiş, yüzde 61’i (220 bin) iç kısımlara iltica etmiştir. Şu anda (o dönem) yüzde 29’unun (104 binin) Bitlis’te bulunduğu anlaşılmaktadır. Dönmesi muhtemel ise yüzde 15 (54 bin) Müslüman vardır."
30 Ocak 1919 Erzurum Vilayeti
"İç kısımlara iltica edenler 448 bin 207, dönenler 173 bin 304, dönmesi muhtemel bulunanların 108 bin 898, kayıp veya telef olanların sayısı da 207 bin105 kişi."
27 Ocak 1919 Trabzon Vilayeti

AKUT, “ERMENİ SOYKIRIMI” YALANLARINA KARŞI TÜRK ULUSUNU GÖREVE ÇAĞIRIYOR


11 Şubat 2005 Cuma 14:05

“Ermeni Sorunu, Ermeni ulusunun gerçek
çıkarlarından çok, dünya kapitalistlerinin
(emperyalistlerinin) ekonomik ve politik çıkarlarına
göre çözümlenmek istenmiştir.
                                                                                                                  Mustafa Kemal (1919)

Aziz ve Yüce Türk Milleti,

İçinde bulunduğumuz yıllar, tarihin çok acı bir döneminin, yakın coğrafyamızda yer alan diğer devletler ve milletlerle birlikte 1914 – 1918 yılları arasında dokuz ayrı cephede savaşarak, bizim de yaşamak zorunda kaldığımız 1. Dünya Savaşı çılgınlığının çeşitli dönem ve olaylarının 90. yıldönümlerine denk gelmektedir.

Hatırlayacağınız gibi, yine AKUT’un ve diğer pek çok sivil inisiyatif sahibi grubun ve yurtseverin öncülüğünde, 2004 yılının Aralık ayı sonlarında, “90. Yılda Sarıkamış Şehitlerini Anma Etkinlikleri”, Türkiye’nin dört bir tarafından gelen yurttaşların desteğiyle, bugüne dek hiç olmadığı kadar geniş bir katılım ve sahiplenme ile gerçekleştirildi. Türk askerinin hiç bir zaman unutmadığı aziz şehitlerimiz, 90 yıldır ilk kez sivil yurttaşların da yoğun katılımıyla layık oldukları şekilde anıldılar.

1915 yılı, o güne dek dünyanın gördüğü en güçlü donanmayı 18 Mart 1915’te Çanakkale Boğazı’nda durduran yiğit Türk askerini ve ardından dünyanın en kanlı savaşlarından birinin yaşandığı Gelibolu Savaşları’nda, askeri strateji, deha ve cesaretini, dünyanın en güçlü ordularına kabul ettiren o günün genç subayı, geleceğin devlet kurucusuMustafa Kemal’in ve emrindeki göğsümüzü her zaman kabartan Türk askerinin şahlandığı yıl olarak, bir daha hiç unutulmamacasına hafızalarımıza kazındı. 90 yıl öncesinin bu kahramanlık destanını ve bu vatan uğruna kendini feda eden o kahramanları anmak için, bu yıl 18 Mart 2005 tarihinde, hepimiz tek bir yürek ve tek bir ses olarak Çanakkale’de düzenlenecek etkinliklere katılmak için AKUT ailesi olarak orada olacağız.

Benzeri şekilde bu yıl, hepimizi yakından ilgilendiren, ancak ne yazık ki henüz tam olarak çözemediğimiz uluslararası ölçekte bir sorun karşımıza çıkmak üzere gün sayıyor. Ermeni diasporası, Türk Milletini dünya kamuoyunda özellikle son 30 yıldır rencide etmekte ve aşağılamaktadır. Tarihsel gerçekleri sadece kendi menfaatleri için saptırarak, bizleri bir soykırım uygulayıcıları olarak dünyaya tanıtmaya çalışmakta, hatta çeşitli politik ve ekonomik baskılarla bu yalan iddiaları için Batılı devletlerin parlamento ve bölge meclislerinden hiçbir anlamı olmayan onaylar ve yasalar çıkartmaktadır. Son derece fütursuzca, ama bugün için ciddiye alınarak bütün kaynaklarımızla mücadele edilmesi gereken bir ölçekte yalanlarını güçlendirmeye ve kendi lehlerinde bir dünya kamuoyu yaratmaya çalışmaktadırlar. 24 Nisan 1915’i sözde Ermeni Soykırım Günü ilan eden Ermeni diasporası, bu yıl 90. anma törenlerine hazırlanmaktadırlar. Oysa anılan gün, 1.Dünya Savaşı sırasında, Doğu Cephesi’nde Ruslarla savaşan Osmanlı Ordusu’nu her fırsatta arkadan vurarak ve casusluk yaparak devlet aleyhine faaliyette bulunan ve korumasız Müslüman köylerini basarak masum insanları katleden 2345 Ermeni komitecinin tutuklandığı gündür.

24 Nisan 2005’ten itibaren bizi, değil yapmak, aklımızdan bile geçirmediğimiz bir soykırım iddiası ile bütün dünyaya karşı küçük düşürme girişiminde bulunacak olan diaspora Ermenileri, iddialarını tanıtma, kabul ettirme ve en sonunda da Türkiye Cumhuriyeti’nden tazminat ve toprak talep etme planlarını da en güçlü şekilde karşımıza çıkartacaklarını söylemektedirler. 

İçinde bulunduğumuz şu günlerde, Türkiye’yi sıkıntıya sokan, herhangi bir belgeye dayanmayan ve yalnızca iddia boyutunda kalan soykırım suçlamaları karşısında daha dikkatli ve birbirimize daha bağlı olmamız gereken bir sürece giriyoruz. Türk düşmanlığını bir geçim kaynağı haline getiren ve varlıklarını sürdürebilmek için, her gün yeni yalanlar ve sahte belgelerle dünya kamuoyunu yalan - yanlış yönlendiren diaspora Ermenilerine karşı yapmamız gerekenler şunlardır:

1-     1.Dünya Savaşı yıllarında bu tür bir soykırımın yapılmadığını, ancak Doğu Cephesi’nde savaş sırasında Rus ordusuyla birlikte Ermeni çetelerinin Müslümanlara saldırması ve onları katletmeleri sonucu, Osmanlı Devleti tarafından uygulanmasına karar verilen tehcir (göç ettirme) sırasında, daha önceki Ermeni saldırılarından kurtulan, çoğunluğu Kürt Aşiretlerinden oluşan bölge halkının intikam almak üzere Ermenilere saldırması, göç sırasındaki bulaşıcı hastalıklar, yiyecek sıkıntıları ve o günün koşullarının ağırlığı gibi sebepler sonucunda, asla planlı bir soykırım uygulaması olmayan, ama savaş koşullarının getirdiği ve tüm tarafların yaşamak zorunda kaldığı acı olaylar olduğu her türlü platformda savunulmalıdır.
2-     Birleşmiş Milletler'in 1948'de kabul ettiği ve Türkiye'nin de 1950'de kabul ederek yürürlüğe koyduğu "Soykırım Yasası" özetle, “hiçbir ayrılıkçı hareketi olmayan, silahlı örgütlenme ve devlete karşı çatışmaya girmeyen masum bir ulusal, etnik ya da dini bir grubun, yalnızca o guruba ait olduğu için kısmen ya da tamamen egemen devletin hükümetince ortadan kaldırılması” biçiminde tanımlanmıştır. Bu tanıma en uygun örnek de, Nazi Almanyası’nın hükümet politikası olarak, devletin örgütlü gücü ile yahudilere karşı uyguladığı planlı, organize soykırımdır ve bütün dünyada da bu şekilde kabul edilmektedir. Doğu Cephesi’ndeki savaş sürecinde Kürtlerle - Ermeniler arasında yaşanan karşılıklı katliam ile soykırım kavramının birbirine karıştırılmaması anlatılmalı, 1918'de göç ettirilen Ermenilerin eski yerlerine geri dönmeleri için çıkarılan yasa sonucu Türkiye'ye kendi istekleriye dönmeyen ve şimdi diaspora Ermenisi adını alan kitlenin bu tutarsız iddiasının ardında, Mustafa Kemal’in o yıllarda dediği gibi, Doğu Anadolu üzerinde oynanan emperyalist çıkarlar aranmalıdır.
3-      1918'de İstanbul'da kurulan Divan-ı Harp'te yargılanarak tutuklanıp Malta'ya sürülen Ziya Gökalp başta olmak üzere çok sayıda kişi, İngiliz Kraliyet Savcısı’nın soykırıma ilişkin bir belge bulamaması ve olayları “karşılıklı katliam” olarak nitelemesi sonucu serbest bırakılmışlardır. Ayrıca, İttihat ve Terakki Hükümeti'nin başlattığı soruşturmayla, tehcir sırasında gerekli önlemleri yeterince almayan çok sayıda idari görevli, idam cezası dahil çeşitli cezalara çarptırılmıştır. Özetle, Ermeni olaylarına ilişkin tüm sorunlar Cumhuriyet kurulmadan önce, uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde sonuçlanmıştır.
4-     Bu konularda çalışma yapan resmi, özel, sivil, askeri, akademik, profesyonel veya gönüllü her gruba ve kişiye destek verilmelidir. Bu destek için de en önemli ve olmazsa olmaz şart, öncelikle doğruları öğrenmek ve öğretmektir.
5-     Olayların üzerinden daha ancak bir insan ömrü kadar süre geçmesine ve her türlü bilgi ve belgesi hala mevcut olmasına rağmen, özelde 1. Dünya Savaşı sürecini yaşayan dedelerimize, genelde ise ulus olarak bütün Türk Milletine karşı yapılan tüm bu yalan iddiaların ve haksız suçlamaların tam tersine, gerçek insan sevgisi ve hoşgörü duygusu üzerine kurulmuş olan Türk Kültürünün hiç haketmediği bu hakaretlerden bir an önce kurtarılması sağlanmalıdır.
6-     Son aşamada da, en az 30 yıldır hepimizi huzursuz eden, tereddüte düşüren, diğer devletler ve milletler karşısında küçük düşüren ve olmadık yerlere anıtlar diktirerek onurumuzu kıran bu süreci yaşamamıza sebep olan ve destek veren bütün kişi, kurum ve devletlerden, uluslararası hukuk kuralları doğrultusunda tazminat talep edeceğimizi dünya kamuoyuna duyurmak olmalıdır.
7-     Nitekim, Ermeni soykırım iddialarını kanıtlamak üzere Haziran 2005’te Viyana’da yapılacak toplantıya belge sunacağını açıklayanErmenistan, soykırım belgesi bulamadığı için toplantıya katılmaktan vazgeçmiş bulunmaktadır. Böylece soykırım iddialarının kendi kaynağından çürütüldüğü de tüm dünya kamuoyuna duyurulmalıdır.
8-     Unutmamak gerekir ki, 2. Dünya Savaşı çılgınlığında, Nazi Almanya’sı işgali ve baskısı altında 20 civarında Avrupa devletinde 15.000’den fazla Yahudi Toplama Kampı’nın kurulduğu ve neredeyse bütün Avrupa’nın Yahudi öldürme veya olanlara seyirci kalma çılgınlığına giriştiği bir süreçte bile, Türkler merhamet ve zorda olana yardım etme duygularını yitirmemişlerdir. Öyle ki, bu soykırımdan kurtarabildikleri kadarını kurtarmak için, o günün koşullarının bütün elverişsizliğine rağmen, kendi canlarını bile tehlikeye atarak her türlü zorluğa ve baskıya direnmişlerdir. Bugün bizi barbar veya soykırım uygulayıcısı olarak suçlayanlara karşı tek yapmamız gereken şey, bu ve daha pek çok benzeri gibi kendi geçmişlerinin insanlığa sığmayacak kirli uygulamalarını gözler önüne sermek olmalıdır.

Tarihleri boyunca Partlar’ın, Selefküsler’in, Ruslar’ın, Persler’in, Araplar’ın, Bizanslılar’ın ve Romalılar’ın yönetimleri altında sürekli baskı ve din değiştirmeleri için işkenceye uğrayan Ermeniler, Selçuklu İmparatorluğu’nun yönetiminde tarihlerinde ilk kez rahat bir yaşam sürdürme olanağına, Fatih Sultan Mehmet zamanında 1461’de özgürce ibadet edebilmeleri için Patrikhanelerine kavuşmuşlardır. Ermeniler, 900 yıl Türklerin yönetiminde uyum içinde yaşamış ve 20 bin Ermeni, Osmanlı Devleti’nin çeşitli katmanlarında kamu görevi yapmışlardır. Cumhuriyet’in kurulmasıyla, Lozan Antlaşması çerçevesinde azınlık statüsü elde eden ve bugün için sayıları 70.000’in üstünde olan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı Ermenilerin günümüzde Türkiye sınırları içerisinde açık durumda 33 kilise, 16 okul, 11 dernek ve 8 gazeteleri bulunmaktadır.  

Ermenistan 1991’de bağımsızlığına kavuştuğunda toplam nüfusu 3.6 milyon iken, batılı ülkelere göç nedeniyle şimdilerde ancak 1.6 milyon nüfusa sahip bir ülkedir. Gerek 1918’de gerekse ikinci kez 1991’de bağımsızlığına kavuştuğunda, bir devlet olarak onu ilk tanıyan ve yardım eden Osmanlı hükümeti ve Türkiye Cumhuriyeti hükümeti olmuştur.

Bu konuda yorumunu size bırakmak üzere, Amerikalı tarih profesörü Justin Mc. Carthy’nin “Sürgün ve Ölüm - Osmanlı Müslümanlarının Etnik Temizliği – 1821 / 1922” kitabında geçen bir cümleyi de sizlerle paylaşmak istiyoruz; “Eğer 15. yüzyıl Türkleri o kadar hoşgörülü olmasaydı, 19. yüzyıl Türkleri bu kadar acı çekmezdi.” 

AKUT ailesi olarak, herşeyden daha çok değer verdiğimiz devletimize, milletimize ve kültürümüze yapılan bu ağır hakaretlere karşı buçağrıyı yapmayı, Türkiye’nin en etkin ve güçlü sivil toplum örgütlerinden biri olma bilinci ve sorumluluğu ile, üzerimize düşen bir görev olarak değerlendiriyoruz.

Çağrımızın hepimize dostluk ve barış getirmesi dileğiyle,

Saygılarımızla,

AKUT

http://www.akut.org.tr/basin-bulteni/3/akut-ermeni-soykirim-yalanlarina-karsi-turk-ulusuna-cagri

Atatürk’ün Ermeni Konusuna Bakışı!… Batı’nın Türk düşmanlığı “Ermeni – Kürt meselesi” …

Batı’nın Türk düşmanlığı “Ermeni – Kürt meselesi” …
Oca 31, 2010
Atatürk’ün Ermeni Konusuna Bakışı!… “Kürt meselesi”
Atatürk’ün yazışma ve konuşmalarından Ermeni konusu üzerine neler dediğini tarayıp, bir kitapta topladım. Karşımıza önemli bir bilgi ve değerlendirme zenginliği çıktı. Bunlar konu başlıkları halinde şöyle sıralanabilir:

* Tehcir bir zorunluluktu.
* Tehcir’de Ermenilere katliam yapılmamıştır.
* Tehcir edilenler hayattadır.
* Tehcir, Ermeni çetelerinin Türklere yaptığı katliamlardan doğan kin ve düşmanlıktan dolayı, bir yönüyle Ermenilerin hayatını kurtarmıştır.
* Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşı sırasında katliama uğrayan, asıl soykırım girişimine tabi tutulan Türklerdir.
* Türkleri ve Ermenileri, birbirlerini kırmaları için Doğu’da önce Ruslar, sonra İngilizler, Güney’de Fransızlar kışkırtmışlardır.
* Ermeni kırımı yalandır, uydurmadır, iftiradır, İngiliz propagandasıdır.
* “Ermenilere kırım yaptınız” konulu saldırılar, tarihi gerçeklere değil, siyasi emellere dayanmaktadır.
* Siyasi emel topraktır, Türkiye’nin Doğusunda “Kafkas Seddi” oluşturmaktır.
* Bu projede, Kürtçülük ve Ermenicilik birer vasıtadır ve paralel kullanılmaktadırlar.
Bunlardan sadece son üçünü ana hatları ile ele alabileceğiz.
Türk ulusu, Ermenilere soykırım yaptınız iddialı saldırılara üçüncü kez muhatap olmaktadır. İlki 1915 Tehciri’nden sonra 1916′da başlar, 1918 Mondoros Mütarekesi’nden sonra yoğunlaşır.
İkincisi 1920′dedir. Türk ulusunun canını, namusunu, toprağını kurtarmak için Çukurova’da Antep, Maraş ve Urfa’da Fransız-Ermeni işgalcilerine karşı direnmesi üzerine ve özellikle Şubat 1920′de Maraş’tan Fransız-Ermeni işgalcilerini kovuncadır.
Üçüncüsü de 1965′te başlatılır ama asıl saldırı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin PKK terör örgütü ile ABD’nin ve AB’nin istediği şekilde bir diyaloğa girmeyip siyasi çözümü reddederek silahlı mücadeleyi sürdürme kararlılığı üzerine 1995′te başlatılır.
1995′e kadar, 30 yılda Türkler Ermenilere soykırım yapmıştır şeklinde karar alan veya bildiri yayınlayan sadece altıdır(1). 1995′ten 1998′e kadar karar alanlara dokuz ilave daha olur. 1999′da PKK başarısız olunca, Güneydoğu’yu Türkiye’den kopartamayınca yani PKK’ya verilen görev gerçekleşmeyince soykırımlı saldırılar bunaltıcı şekilde yoğunlaşır. Sadece 2000 yılında 7 karar çıkar. 2001 2006′da bunlara 17 karar daha eklenir.
1965′ten 2007′ye kadar toplam 39 karar çıkar, bunlara eyalet kararları dahil değildir. 39 kararın 6’sı 30 yılda, 1965-1994 arasında çıkar. 1995′te saldırılar yoğunlaştırılır, 4 yılda (1995-1998) 9 karar, 2000′de 1 yılda 7 karar, 2001 ve sonrasında ise 17 karar çıkartılır. 39 kararın 24′ü 1999 sonrasında, yani PKK başarısız kılındıktan, Türkiye AB’ye aday yapıldıktan sonradır. 1997′de adaylığı reddedilen Türkiye’nin 1999′da yani PKK başarısız kılındıktan sonra aday yapılmasının anlamı ve arkasından aday yapılan Türkiye’ye Ermeni soykırımı kartı ile siyasi saldırıların yoğunlaştırılması dikkat çekici ve uyarıcıdır.
Ayrıca 2000 yılında, soykırım suçlamasıyla yapılan siyasi saldırıların yanı sıra, Batılı sermayedarlarının çıkarttığı Kasım 2000 ve Şubat 2001 ekonomik krizleri ve sonuçları da göz önüne alındığında, Türkiye’nin planlı bir siyasi-ekonomik-sosyal tehditle karşı karşıya olduğu anlaşılmaktadır.
Saldırıların sürecine ve yoğunlaşma dönemlerine dikkat edilirse konunun tarihi bir hesaplaşma değil, siyasi bir hesap olduğu ortaya çıkmaktadır. Birinci ve ikinci saldırılar Sevr öncesidir. Üçüncü saldırı ise Kürdistan kurma öncesidir. Sözde Ermeni soykırımı konusu ile Kürdistan kurma konusunun ne ilgisi var denilebilir. İkiz konulardır. Tarihimizde paralel yürütülmüştür. Bu günde paralel yürütülmektedir.
Soykırımlı saldırılara Atatürk’ün bakışı, tarihi bir konu şeklinde değil, siyasi hedefleri gerçekleştirmede bir vasıta olarak kullanma şeklindedir. Yani mücadele alanı tarih değil, siyasettir demektedir. Ki kendisi de tarihle değil, siyasetle ve güçle çözmüştür.
Atatürk’ün sözde soykırım iddiaları üzerine tespit ve değerlendirmelerini sorularla açıklığa kavuşturalım. Biz soralım, O yanıtlasın.
Türkiye’ye yapmadığı ve yapmadığını bildikleri halde neden “Ermenilere soykırım yaptınız” suçlamaları ile saldırıyorlar. Bunları neden yapıyorlar?
“… Düşmanların bütün çalışması, barış esaslarının kararlaştırılacağı şu sıralarda memleketimizi dışarıda ve içeride güçsüz bir durumda bırakarak, istedikleri her şeyi kabul ettirmeyi amaçlıyor…” (24 Nisan 1920-TBMM)
O günlerde Sevr Anlaşması gündemdeydi. Sevr ile istediklerini kabul ettirmek için, “Ermenilere kırım yaptınız, yapıyorsunuz” saldırısı ile Türkiye’yi suçlu duruma düşürüp dıştan destek görmesini önlemeyi, hayır deme direncini kırmayı amaçlamışlardı.
Şimdi 1995′te yoğunlaşan, 2000′de doruğa çıkan saldırıların amacı daha iyi anlaşılmaktadır. 1995 yılı için Ata’nın açıklamasındaki, “barış esaslarının kararlaştırılacağı şu sıralarda” ifadesinin yerine “PKK ile silahlı mücadeleyi bıraktırıp, siyasi çözümün dayatıldığı şu sıralarda” ifadesi konularak okunması yeterli olmaktadır. 2000′li yıllar için konulacak ifadeler çoğalmaktadır.Birkaçını sıralayalım.
* “Kendisine verilen görevi PKK başaramayınca, PKK’nın yapamadığını bizzat yaptırmak için AB adaylığına kabul edilen Türkiye ile adaylık koşullarının belirleneceği şu sıralarda…”
* “AB’ye uyum paketleri adı altında verdirilecek ödünlerin Türkiye’ye kabul ettirileceği şu sıralarda…”
* “İncirlik Üssü kullanım koşullarının görüşüleceği şu sıralarda (2000 Baharı-ABD için)…”
* “BOP’un gerçekleştirileceği şu yıllarda…”
* “Kuzey Irak’ta bir devlet yapılanmasına başlanacağı şu sıralarda (2002)…”
* İran’a karşı ABD’nin yanında yer almasının sağlanacağı şu sıralarda…”
* “Kuzey Irak’taki devlet ilanının yapılacağı şu sıralarda…”
Atatürk’ün aynı konuşmasında sorumuzla ilgili iki yanıtı daha vardır.
“Geleceğe yönelik çıkarlarını, çeşitli baskılarla bütün dış ülkeleri aleyhimize çevirmekte gören bütün unsurlar, tümüyle yalan olan en son Ermeni kırımı uydurmasını (1920′yi kastediyor) düzenlediler… İngilizler, dış durumumuzu yani toplu öldürme iftiraları ile sarsarak, … tasarladıkları İstanbul işgalini kolaylıkla uygulayabilecek bir ortam hazırlıyorlardı…” (24 Nisan 1920-TBMM)
Başka bir konuşmasından bir alıntı daha yapalım.
“… Düşmanlarımız hakkımızda icat ettikleri iftiralarını bir Aralık Paris Konferansı’na da kabul ettirir gibi oldular. İhtimal bunun neticesi olarak, daha savaş esnasında birbirleriyle yaptıkları gizli anlaşmaların ve karşılıklı verdikleri sözlerin tatbikatına başlanmış idi. İzmir, Antalya, Adana, Antep, Urfa ve Maraş’ın işgalleri hep bir karşılıklı taahhütler neticesi…” (31 Aralık 1919 Ankara)
Ata’nın bu üç açıklamasından, Ermeni kırımı konulu saldırıların basit bir suçlamadan çok öte bir durum olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye üzerine niyet besleyenler, bunu araç olarak kullanmışlar. Güncel çıkarlarını sağlamak için bir tehdit aracı, uzun vadeli planlarını gerçekleştirmede de bir alt yapı aracı olarak kullanmışlar. Bugün de Türkiye’ye yönelik planlarını ki planlarını gizlemeye de gerek görmüyorlar, gerçekleştirmede bir araç olarak kullanmaktadırlar.
Peki, bu soykırım iddiaları doğru mudur?
“Türkler tarafından Ermeniler aleyhinde katliam (İddiaları), uydurulmuş rivayetler ve bir takım yalan ve iftiralardan ibarettir.” (17 Ocak 1921-Demeç)
O halde Ermeni sorunu nedir?
“Ermeni sorunu, Ermeni milletinin gerçek olmayan isteklerinden çok, dünya kapitalistlerinin ekonomik yararlarına göre çözülmek istenen sorun(dur).” (1 Mart 1922-TBMM)
Ermeni sorununu dayandırdığınız Emperyalistlerin ekonomik çıkarları nedir?
“Ermeniler Van ve Bitlis’i ele geçirince, Irak’taki İngilizlerle birleşeceklerinden dolayı bütün Yakındoğu’da İngilizlerin yeri çok sağlamlık kazanacaktır.” (1 Aralık 1920)
“Ermenistan’ı Mezopotamya’da yerleşmiş İngilizlere yaklaştıracak surette uzatmak, Moskova ve Ankara hükümetlerine pek çok nahoş sürprizler yaratmak demek olur.” (27 Aralık 1920)
“Taşnakların, İtilaf devletlerinin entrikalarına alet olmaktan vazgeçmeyip… Sevr’de İstanbul hükümetine imza ettirilen anlaşma hükümlerine dayanarak Doğu vilayetlerimizi işgal için fırsat kollamaları, bu suretle Basra Körfezi’nden Karadeniz’e kadar Doğu ile Türkiye arasında itilaf devletleri nüfuz ve himayesi altında büyük bir kütle husule getirip Yunanistan’ın Rumeli ve Batı Anadolu’da oynadığı rolü Kafkasya, Doğu Anadolu ve İran’da oynamaya azmetmiş olmaları …” (6 Ekim 1920)
“Musul (Vilayeti-bugünkü Kuzey Irak) bizim için çok kıymetlidir… Birincisi, civarında sonsuz servet teşkil eden petrol kaynakları vardır. İkincisi bunun kadar önemli olan Kürtlük meselesidir. İngilizler orada bir Kürt hükümeti teşkil etmek istiyorlar. Bunu yaptıkları takdirde bu fikir bizim hududumuz dâhilindeki Kürtlere de sirayet edebilir. ” (16 Ocak 1923)
Atatürk’ün bu dört açıklamasını, Sevr haritasını ve 1918′den sonraki bilgileri yan yana getirdiğimizde emperyalistlerin ekonomik çıkarları ortaya çıkmaktadır.
İngiltere Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın elindeki tüm petrol yataklarını; Arabistan Yarımadası, Basra ve Musul’u; ele geçirir. Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan sonra, Osmanlının 1918 yazında işgal etmiş olduğu Bakü petrol bölgesini, Osmanlıya boşattırarak işgal eder.
Ele geçirdiği Hazar petrol bölgesi ile Ortadoğu petrol bölgesi arasını kendi kontrolünde tutup, iki bölge arasında fiziki bağı kurmak için, 1918′de kendisi tarafından kurulan Ermenistan’ı, Karadeniz kıyılarından Van Gölü’ne kadar uzatmak, Van Gölü güneyi ile Irak arasındaki boşluğu doldurmak için burada bir Kürdistan kurmak ister. Sevr haritasının doğusu işte bunu gerçekleştirmektedir.
Atatürk, bu planı anladığı içindir ki; Moskova’yı birkaç kez uyarır, uyarıları sonuç doğurur, Ankara – Moskova işbirliği gelişir ve senaryonun Ermeni ayağı kırılır.
Kürdistan’ın kurulmasını önlemek için de, Musul vilayetini Misak-ı Milli içine alır ve Türkiye’ye dâhil etmek ister. Musul alınamaz ama Sevr ile kurulmak istenen Kürdistan oyununu bozar.
Görüldüğü gibi emperyalistlerin ekonomik çıkarı, petroldür, Karadeniz’de egemenliktir. Diğer öğeler figürandır, kullanılandır. 1920′lerde bu senaryoyu Atatürk bozmuştur. Günümüzde de aynı senaryo oynanmakta, aynı figüranlar kullanılmaktadır. Sadece filmin esas oğlanı değişmiştir. O yıllarda İngiltere idi, bugün ABD’dir. İngiltere yardımcı oyuncu olmuştur. Amaçları arasına “su”ilave olmuştur.
Atatürk’e sorularımızı sürdürelim. Bu senaryo içersinde Ermenilerin rolü nedir?
“Rum ve Ermeni, Batı emperyalistlerinin hizmetçisi olan uluslar(dır).” (1 Aralık 1920-Ankara)
“Ermenistan, Doğu’da büyük bir inkılâp gayesi için çalışan mazlum milletler arasında, … bozguncu bir unsur vazifesi yapıyordu. Doğu milletlerinin temasına engel oluyordu. Doğu’da İngiliz emperyalistleri için bir dayanak noktası hizmeti görüyordu…
Ermenistan, Doğu ihtilal makinesinin iyi işlemesine mani olmak için, bu ihtilalden etkilenecek olacaklar tarafından makinenin çarkları arasına sıkıştırılmış ecnebi bir cisimden başka bir şey değildir…” (13 Kasım 1920-Hakimiyeti Milliye)
Atatürk, Ermenilerin emperyalistlerin bir maşası olduğunu, kullanıldıklarını tespit ediyor; ki bu tespitini sıkça tekrarlar, gerçeği gören Ermeniler de bu yönde açıklamalar yapar; kullanılma amaçlarının da bir siyasi hedefin gerçekleşmesi için olduğunu belirtiyor. Bu siyasi hedefin tam açıklamasını, hedefi belirleyenin ağzından verelim.
Sevr Anlaşması’nı hazırladıkları konferanslarda İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, 16 Şubat 1920′de şöyle diyor:
“Müttefiklerin uğrunda savaştıkları… Amaçları arasında bağımsız bir Ermenistan devletinin kurulması da vardır. Bu amacın gerçekleşmesine tüm müttefikler aynı derecede ant içmiş durumdadır.”
Aynı kişi, bu devletin kurulma amacını da, 22 Nisan 1920′de şöyle belirtir :
“Büyük bir Pan-İslam ya da Pan-Turan hareketi ortaya çıkabilir ve böyle bir halde, Londra Konferansı, genellikle dünya barışı bakımından, Türkiye Müslümanları ile daha doğudakiler arasına sokulmak üzere bir Hıristiyan toplumunun sıkıştırılmasının yerinde bir girişim ve bunun da yeni bir Ermeni devleti olabileceğini düşünmüştü.”
Atatürk; bu toplantı tutanaklarından haberi olmaksızın, emperyalistlerin Ermeniler üzerine neden oynadıklarını, siyasi hedeflerinin ne olduğunu tam isabetle tespit etmiş ve buna göre cephe tutmuş, bu plandan Türkiye kadar zarar görecek olan Rusya ile işbirliği yapmış ve planın gerçekleşmesini engellemiştir.
Bugün de Ermeni kartının tekrar Türkiye’nin önüne konulması, Ermenilerin tekrar kullanılmaya başlanmasının arkasında, daha önce açıklanan ekonomik çıkarlarının yanı sıra, L. Curzon’un ikinci sözündeki amaç aranmalıdır. Bundaki doğru tespit, Atatürk’ün yaptığı gibi, doğru cephe tutmayı, doğru hedefe saldırmayı sağlayacaktır.
“Kürtlerin devletten ayrılarak İngilizlerin himayesinde bağımsız Kürdistan kurmaları teorisini tasvip etmem. Çünkü bu teori, … Ermenistan lehine İngilizler tarafından tertip edilmiş bir plandır.” (16 Haziran 1919)
“… Kürtleri Osmanlı (Türk) camiasından ayırmak, İngiliz boyunduruğuna sevk etmek, neticede Doğu Anadolu’muzu Ermenilere çiğnetmeye yol açacak(tır).” (9 Kasım 1919)
“… Basra Körfezi’nden Karadeniz’e kadar Doğu ile Türkiye arasında İtilaf devletleri nüfuz ve himayesi altında büyük bir kütle husule getir(mek)…” (6 Ekim 1920)
İngiltere, Hazar ile Basra petrol havzaları arasını kendi kontrolünde bir coğrafi bağ ile birleştirmek ve Anadolu Türklüğünün Kafkas ve Orta Asya Türkleri ile fiziki bağını kesmek için, Ermenicilik ve Kürtçülük hareketini paralel yürütmüştü. Her iki hareketi kendi emperyalist politikaları için bir vasıta olarak kullanmıştı.
Atatürk, sözünü ettiği “Doğu ile Türkiye arasında büyük bir sed meydana getirme” projesini görmüş, Ermenicilik ve Kürtçülük hareketlerinin bu seddi oluşturmak için İtilaf devletleri (yani İngiltere) tarafından tezgâhlandığını ve Türkiye için tehlikelerini anlamış, inşa aşamasında seddi yıkmıştır.
Bu seddin yapılmasını önlemedeki kesin kararlılığını şöyle ifade eder :
“Kafkasya seddinin yapılmasını Türkiye’nin kati mahvı projesi sayıp, bu seddi İtilaf devletlerine yaptırmamak için en son vasıtalara müracaat etmek ve bu uğurda her türlü tehlikeleri göze almak mecburiyetindeyiz.”
Bugün de emperyalizmin bu iki vasıtası, Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde aynı kaynaklardan, aynı amaçlarla ve yine paralel yürütülmektedir ve 2007 yılı itibarı ile önemli mesafe kat etmiştir. Türkiye, Atatürk’ün kesin kararlılığını gösterme zamanını geçirmektedir.

Bugün, Büyük Ortadoğu Projesi içinde oluşturulmak istenen Doğu Seddini önlemek için “her türlü tehlikeleri göze almak mecburiyetinde” olduğunu anlamalıdır. Varlığını devam ettirmek için buna zorunludur. Geç kalmanın bedelini halkına kanla ödettirmemek için zorunludur. Doğu Seddini önlemek zorundadır. Önlemenin nasılı, ne yapılacağı da Atatürk’tedir. Atatürk gibi önce bağımsızlığımızı kurtarmak gerekmekte ve bunu yapabilecek teslimiyetçi olmayan bir hükümeti iş başına getirmek, yurttaşlık görevimiz olmaktadır.
Yrd. Doç. Dr. İsmet Görgülü
Atatürkçü Düşünce Derneği

İZMİR’İ ERMENİLER YAKMIŞTIR. Halûk Tarcan (CNRS-Paris)

İZMİR’İ ERMENİLER YAKMIŞTIR

Yangından sonra İzmir sokaklarından iki görünüş (Prf. E. Feigl, In Mythe dela Terreur -  Druchaus Nontal Salzburg 1991)
İzmi’i Ermenilerin yaktığını saklamak için hemen; Şehri, geri alan Türk Ordusunun yaktığı yalan ve iftirası atılmış, dünya bu yalanı mutlulukla karşılayıp yutmuştur.

Büyük Yalan. İğrenç İftira: "Yeryüzünde hangi kumandan düşmandan geri aldığı kendi şehrini yakmıştır?"

İşte Ermenistan, ermeniler ve
Erivan Metrosu!...
Bunun mantıkla ilgisi var mıdır? Bu, kiracısından evini geri alan ev sahibinin evini yakmasına benzer!….
Örneğin: Fransız generali LECLER(lökler) Paris’i, Almanlardan geri aldığında şehri yakmış mıdır ?. Hürriyet’te sayın gazeteci Yaşar Aksoy’un verdiği bilimsel ve tarihsel cevapları  takdirle karşılıyoruz, nefes alıyoruz..
İzmir’i yakanların Ermeniler olduğunu gösteren belgeler 1989 yılına kadar Amerikan senatosunda gizli tutulmuştur. İşte belgeler ve şahitler:
1.İzmir İtfaiyesini  organize etmek üzere gelmiş olan Grescovtch’in 12/13 Eylül’de çıkan ve 3 gün süren yangının görgü ve yangın söndürmekle görevli  şahidi anlatıyor :
Yangından önce örgütlü bir grup Ermeni genci, şehir Türklerin eline geçerse yakmaya and içmişlerdi… Bu plân acımasızca uygulandı.
Yangının ilk gün ve ikinci gecesinde 25 kadar yangının eş zamanda çeşitli yerlerden parladığını gördük.
Ermeni okul ve kiliselerine girdiğimde benzin tenekeleri ve hazırlanmış kundaklar bulduk,
Kadın kılığına girmiş ve yangın çıkartmakta olan çok sayıda Ermeni yakalandı ve bir çoğu hemen kurşuna dizildi.
Ermeni hastahanesinin Türkler tarafından yakıldığı büyük yalandır. Ben, askerlerin yaralıları disiplinli bir şekilde Ermeni hastahanesine yerleştirildiklerini gördüm.
2.   8 Eylül 1922’de bir Amerikan destroyeri ile İzmir, yakın doğu yardım komitesi  üyesi olarak gelen Mark.O. Prentiss, Amiral Bristol’a 11 Ocak 1923’te gönderdiği mektupta İzmir’i Yunalıların yaktığını açıklar.
 3-Görgü şahidi, “near east relief of America” gazetesinin iki muhabiri A.Tallen ve  Miss Fl.Billing: Yunanlıların 1919 -1922 işgâllerinde ve kaçarken çeşitli şehirlerde yaptıkları toplu öldürme, ırza geçme, yangın, yağmalamalarla ilgili olarak İstanbul’a gönderdikleri raporlar
8-16 tarihleri arasında İzmir’de olayları bizzat yaşamış olan Amiral Bristol’un Kurmay Başkanı Yüzbaşı A.J Hepburn, 25 Eylül 1922’de 47 sahife halinde hazırladığı raporu bizzat Amiral Bristol’e kendisi vermiştir.
O zamanın Amerikan konsolos yardımcısı Maynard Barnes tarafından İzmir’i Ermenilerin yaktığını bildirir raporu.
Bu belgeleri Amerikalı araştırmacı Heath W. Lovry ortaya çıkarmıştır.(U.S.N.A.)
Büyük Britanya’nın, o zamanki  deyimle Türklerin bir numaralı “hunhar” düşmanı Lloyd CORC hemen bir sirkülerle aşağıdaki yasakları koymuştur:
Ermenilerin hazırlıklı ve plânlı bir şekilde İzmir’i yaktıklarını,
Amerikalı gazetecilerin, Yunanlılar kaçarken işledikleri cinayetleri,
İzmir’de şehirde, Yunan/ Ermeni işbirliği sonucu yaptıkları katliam, ırza geçme, yıkım ve yağmalarını içeren,
Amiral Bristol’ün raporunun yayımlanması yasaktır.(Foreign Office 371 /3404 /16247 - // Clair Price,The Rebird Of Turkey  N.York1923.s. 189 - Kamûran Gürün  Le Dossier Arménien TTK, 1983 Ankara )
Bu rapor, yalnız başına İzmir’in Ermeniler tarından yakılıp işlenen cinayetleri kat’i ve bilimsel bir şekilde açıklayan, tarihsel değerde bir belgedir ve suçluları Britanya hükûmetinin başbakanının imzasıyla açığa çıkarmaktadır..
İngiliz araştırma heyeti:
6 mart 1919’da İngilizler ve müttefikleri İstanbul’un işgâlinde Uluslarası bir mahkemede Osmanlı hükûmetini mahkûk etmek Soykırımını ispatlayacak belgeleri toplamak, bunun için,
Patrik Zaven efendi başkanlığında  2yıl süren araştırma yapmışlar;
Ayni zamanda Soykırım zanlısı  118 Kişiyi maltaya sürmüşlerdir:
Sonuç: Osmanlı Arşivinde Osmanlı Hükûmetini  Soykırımla suçlayacak hiçbir belge bulamamışlardır.        
Bu kere İngilizler Washinton’a başvurmuşlar: ingiliz büyükelçisi Londra’dan 1 haziran 1921 tarih ve F.O 371 / 65039/747// E.6311)sayılı belge ile ABD Senato arşivinde Osmanlı Hükûmetini suçlayacak hiçbir belge yoktur.Ermenlerin belgeleri, ”duyduğuma göre”diye  başlayan dedikodu çerçevesinde kalan söylentilerden ibarettir.
Bu durumda  İngilizler Malta Sürgünlerinin suçlayacak belgeler aramışlar Foreign Office. 371 7 6503 / 9647/ E. 6311 / 132/ 44) sayılı belge ile Malta sürgünlerini mahkûm edecek hiçbir belge bulunmadığını öğrenmişlerdir.
Fransa devlet arşivinde de hiçbir belge bulunamamıştır ; Zaten Fransız Devlet arşivinda her hangi bir belge bulunsaydı Franszılar hemen Osmanlı Hükûmetini  mahkûm ederlerdi( bu Fransa palamentosu bu Tarihi gerçeğe rağmen Sykırımını kabu etmiştir… Ermeni oylarını kazanmak için(!?)..
İngiliz Tahkik hey’eti  29 Temmuz 1921’de Osmnalı hükûmetini soykırımı kararı almadıklarını Hukuken ortaya koymuşlardır( f.o. 371 7 6504 7 9697/ E. 8745- K. Gürün)
24  ekim 1921’de Malta sürgünleri salıvrilmiştir.
Osmanlı Hükûmeti 18 şubat 1919’da Soykırımı işlememiş olan Osmanlı Hükû meti
Danimarka , Hollanda,ispanya ve isveç’ten Uluslar arası araştırma hhey’eti istemiştir. İngiltere Diplomatik yolla buan engel olmuştur(F.O. 371 / 4173 i XM, 08936/4791 K. Gürün)
1919 Sonbaharında Genral J. Hatbord başkanlığında ABD araştırma heyeti Doğu Anadolu’da Yaptıktan son kere 43 köyün ahalisiyel fakılmış olduğunu gördükten sonar gerekli raporu verir. Ermenleri Öldürüdükleri Türk sayısı Türklerin öldürdüklerinde kat kat  üstündür
Ermeniler Doğu Anadolu’da zaınlıky tadırlar devlet kuramazlar( J.G Harbord, international Conciliation june 1919 Washington- K. Gürün)  
3-  26.9.1919’da Welligton House’dan , A.J.Tonybee aşağıdaki memorandum2u gönderir :
Ermenilerin ihanetini gösterir hiçbir haberin verilmemesi Araplar hakkında ayni dikkatin gösterilmesi; Aksi davranışlar köklü “anti-Türk” davamız aihanetolacaktır. ( F.O.371 / 3404 / 16247 – K. Gürün)
Bilimsel değerde olan pek çok sayıdaki belgelerden vatandaşlarımızı ilk hamlede akıllarında tutabilcekleri bu yukarıdaki belgeleri verdik.
Vatandaşlarımızın dikkat edecekleri çok önemli bir nokta daima gözden kaçmaktadır:
Ermeni  Soykırımı yapmadık demek Osmanlı Hükûmetleri asla Ermenileri nazilerin yaptığı gibi bir soykırımına tâbi kılmamışlardır.
Halkımız hemen “biz de Ermenleri öldürdük deyip maalesef kemiklerimize işlemiş olan Osmanlı imparatorluüğun son döenminden kalm Avarupa şağılık duygusuyla herket etmektedirler.
Evet biz de Ermenleri öldürüdük. Fakat, Ermenileri öldürenler aileleri Ermeni komitacılar tarafıdan yakılan, yıkılan mahalle köy kasabadaki sivil vatandaşlar, askere alınma yaşını geçmiş olanlardır.
Eğer Ermeniler kıyım yıkım yapmamış olsalardı Sivil vatandaşların Ermenileri öldrümek aklılarından bile geçmezdi, Sivil vatandaşın yaptığı Ölmemk için öldürmek ve intikam almak için öldürmektir buna vendetta, intikam denir,
Ermeni komitacıların yaptıkları daha önceden hazırlanmış bir plan dahilinde , Tosmnalı çoğunluğunu azınlık hâline getirmek için hukukî deyimle TAAMÜDEN yaptıkları öldürmelerdir.
Türk Soykırımı konusunda yazılacak ortaya konacak bilimsel ve hukıkî değerde çok sayıda makale ve kitap vardır.
Biz, hiç olmazsa ilk sırada akılda tutulacak gerçekleri zöet halinde verdik Bunların belleklere işlenmiş olması gerekir.
Başvurulacak eserler:
K3amuran Gürün, Ermeni dosyası TTK 1983 Ankara – Prof.erich Feigl, bri terrör Efsanesi , un Mythe de la terreur Druchaus nontal Salzburg  1991 – Bilâl Şimşir , Aperçu Historique sur la questionne Armenienne ttk 186- Abdullah Yaman , Ermeni meseledi Otağ y. 1916-1973 – Orly saldırıdı Ank.Siyasl Bilg. Üniversitesi 1985 – Prof. Türkkaya ataöv Orly davasında sunduğu belgeler 1985 Ankara-Talât paşanın telgrafları Şinasi Orel, Süreyya Yuca TTK 1985 – Kara şemsi Tük ve Ermeniler tarih önündeCenevre İmpi Nat, 1919 –  Rus generali mayevski Ermenileri yaptıkları katliamlar   St. Petersburg Askeri Akademi 1916 – Dr.Azmi Süslü, uslara göre Ermneilerin Türkler yaptıkları mezalim, a.Ü. İnlıl3ap Ens. – Halil Kemal Türközü    osmanlı ve Rus kaynaklarına Ermeni Mezalimi TKAE: 1992 ank.
Ve Şükrü Server Aya- tamamen batı kaynaklarına dayanan  kitapları (şükrü sever aya.. sükruayaOperonline.com)
Mehmet Perinçek’in Rus kaynaklarında çıkardığı belgeler  çok sayıda kitap -  Kaynak yayınları…
Halûk tarcan (CNRS-Paris)

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Kuruluşu, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız

Dünyada çocuklarına bayram hediye eden tek lider Atatürk! 

Ulu Önder Atatürk, büyük devlet adamı, büyük komutan, eşsiz bir eğitimci ve dünyada çocuklarına bayram hediye eden tek liderdi.










Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, büyük devlet adamı, büyük komutan, eşsiz bir eğitimci, çağdaşlığın, bilimselliğin, aydınlığın ve gelişmenin öncüsü eşsiz bir liderdi. Milleti uğruna yaptığı her mücadeleden zaferle çıkan Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Atatürk, yaptıklarıyla, konuşmalarıyla ve davranışlarıyla sadece Türk milletine değil tüm dünya milletlerine örnek oldu. 23 Nisan da bu eşsiz liderin çocuklara en büyük armağanı… Çocukları çok seven, Atatürk, onlara büyük değer veriyor, onlarla vakit geçirmekten büyük mutluluk duyuyordu. O, Cumhurbaşkanlığı sırasında da gittiği her yerde okulları mutlaka ziyaret ediyor çocuklarla yakından ilgileniyordu.

23 Nisan 1920 tarihi hem ülkemizin kurtuluşuna, hem de yeni bir devletin kuruluşuna öncülük eden büyük bir olaydır. TBMM’nin açılması ile halk egemenliğine dayalı demokratik ve özgürlükçü bir rejimin temelleri atılmıştı. Ve bu durum ileride çocuklarımızın daha özgür bir ortamda yaşamasını, geliştirmesini ve eğitim görmesini sağlayacaktı. Kurtuluş Savaşında gözlerini kırpmadan canlarını verenler, kuşkusuz ki bunu vatanlarının geleceği için yapmışlardı. Bu memleketin geleceğini de çocuklar temsil ediyordu.

*

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Kuruluşu

İstanbul'un işgalinden üç gün sonra, Atatürk ünlü 19 Mart 1920 tarihli bildiriyi yayımladı. Bildiride,"olağanüstü yetkiler taşıyan bir Meclisin Ankara'da toplanacağı, Meclis'e katılacak üyelerin nasıl seçilecekleri, seçilerin engeç onbeş gün içinde yapılması gereği, kesin ve kararlı ifadelerle yer alıyordu.

Ayrıca, dağılan Meclis-i Mebusan'ın üyeleri de Ankara'daki Meclis'e katılabileceklerdi.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş temelleri Ankara'daki bu ilk tarihi binada atıldı. Birinci Meclis Binası, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın yönetim yeri olarak pek çok tartışma ve millî kararlara sahne oldu: Bu yapı bugün Kurtuluş Savaşı Müzesi olarak, ilk yılların anılarını sergiliyor.

İllerde seçilen temsilciler ve Meclis-i Mebusan'ın bir kısım üyeleri Ankara'ya geldiler.

Ankara'nın o günkü şartları içinde Meclis'in toplanabileceği elverişli bir bina yok gibiydi. Sonunda, İkinci Meşrutiyet döneminde, İttihat ve Terakki Cemiyeti kulübü olarak yapılmış tek katlı bir bina uygun görüldü. Eksik kalmış yapı tamamlandı, okullardan toplanan ve halkın katkısıyla sağlanan eşyalarla donatıldı.

Hazırlıklar tamamlanınca, Atatürk 21 Nisan'da yayınladığı ikinci bir bildiri ile, Meclis'in 23 Nisan günü toplanacağını ve açılış töreninin nasıl yapılacağını duyurdu.

Türkiye Cumhuriyeti'nin  sahnesine çıkışını sağlayan en önemli güç olduğundan dolayı meclisimiz bizim için dünyadaki her milletten daha fazla önemlidir.

Birlikte eda ettikleri Cuma namazından sonra kurbanlar kesilip, dualar okunarak, Meclis binası girişinde gözleri yaşartan muhteşem bir törenle açıldı



























23 Nisan 1920 Cuma sabahı erken saatlerde, Ankara'da bulunan herkes Meclis Binası çevresinde toplandı.

Halk, kendi kaderine sahip çıkmanın coşkusu içindeydi. Hacı Bayram Camii'nde kılınan öğle namazından sonra, Meclis binası girişinde gözleri yaşartan muhteşem bir tören yapıldı.

Saat 13.45'de, Ankara'ya gelebilen 115 milletvekili Meclis salonunda toplandı.
Parlamento geleneklerine göre, en yaşlı üye olan Sinop Milletvekili Şerif Bey (1845), Başkanlık kürsüsüne çıktı ve aşağıdaki konuşmayı yaparak Meclis'in ilk toplantısını açtı:


Burada Bulunan Saygıdeğer İnsanlar,

Istanbul'un geçici kaydiyle yabancı kuvvetler tarafından işgal olunduğu ve bütün temelleri ile halifelik makamının ve hükümet merkezinin bağımsızlığının yok edildiği hepimizce bilinmektedir. Bu duruma baş eğmek, milletimizin, teklif olunan yabancı köleliğini kabul etmesi demektir. Ancak tam bağımsızlık ile yaşamak için kesin olarak kararlı bulunan ve ezelden beri hür ve başına buyruk yaşamış olan milletimiz, kölelik durumunu son derece ve kesinlikle reddetmiş ve hemen vekillerini toplamaya başlıyarak Yüksek Meclisimizi meydana getirmiştir.

Bu Yüksek Meclisin en yaşlı üyesi sıfatıyla ve Allah'ın yardımıyla milletimizin iç ve dış tam bağımsızlık içinde alın yazısının sorumluluğunu doğrudan doğruya yüklenip, kendi kendisini yönetmeye başladığını bütün dünyaya ilan ederek, Büyük Millet Meclisi'ni açıyorum.

Bu açış konuşmasında, millî egemenliğe dayalı yeni Türk parlamentosunun adı da "Büyük Millet Meclisi" olarak konulmuştu. Bu ad herkesçe benimsedi. Daha sonra Atatürk'ün tüm konuşmalarında yer aldığı şekliyle ve ilk kez 8 Şubat 1921 tarihli Bakanlar Kurulu Kararnamesinde de yazılı olarak, "Türkiye Büyük Millet Meclisi" (TBMM) adı kalıcılık kazandı.

TBMM, 24 Nisan 1920 günü yaptığı ikinci toplantısında Mustafa Kemal Paşa'yı (Atatürk), başkanlığa seçti. Mustafa Kemal Paşa, kendi öncülüğünde kurulan TBMM'nin başkanlığını Cumhurbaşkanı seçildiği gün olan 29 Ekim 1923 tarihine kadar sürdürdü.


TBMM, açılışından iki gün sonra, sadece yasama değil, yürütme gücüne de sahip olacak hukukî ve siyasî yapısını düzenleme çalışmalarına başladı. Bu düzenlemeler, TBMM'nin tam bir güçler birliği ilkesini benimsediğini göstermişti.

2 Mayıs 1920'de Bakanlar Kurulunun seçilmesi hakkındaki yasa çıkarıldı. 11 Bakandan oluşan "Meclis Hükümeti", 5 Mayıs'da TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa'nın başkanlığında ilk toplantısını yaptı.

TBMM'nin açılışı ile birlikte, millî egemenliğe dayalı yeni Türk Devleti doğmuş oluyordu. Birinci TBMM'nin iki temel hedefi, kesin zaferi kazanmak ve yeni devletin otoritesini güçlendirmek, kalıcılığını gerçekleştirmekti. Öncelikle, ülke topraklarının yabancı işgalinden kurtarılması gerekiyordu.


Savaş Ve Barış

3 Aralık 1920'de Ermenistan Cumhuriyeti ile imzalanan Gümrü Barış Andlaşması, TBMM'nin yaptığı ilk uluslararası andlaşmaydı. Böylece Doğu cephesi kapandı. 16 Mart 1921'de imzalanan Moskova Andlaşması ile Rusya, yeni Türk Devletini ve Misak-ı Millî ilkelerini tanıdı. 6-11 Ocak 1921'de Birinci İnönü, 23-31 Mart 1921'de İkinci İnönü ve 13 Eylül 1921'de Sakarya Zaferleri sonucunda, 20 Ekim 1921'de imzalanan Ankara Andlaşması ile Fransızlar savaştan çekildi. Aynı yılın sonunda İtalyanlar da TBMM hükümetiyle işbirliğine giriştiler. 1922 yılında, Yunanistan ve İngiltere dışında, TBMM, tüm ülkelerle iyi ilişkiler içindeydi,TBMM Orduları, 26 Ağustos 1922'de Büyük Zaferi kazandılar. 9 Eylül'de İzmir kurtarıldı.

18 Eylül'de ise Anadolu'da hiçbir yabancı askerî güç kalmamıştı. Yeni Türk Devleti'nin bu başarıları karşısında İngiltere de dahil olmak üzere İtilaf Devletleri ile 11 Ekim 1922'de Mudanya Mütarekesi imzalandı. Doğu Trakya kurtuldu. İtilaf Devletleri, 27 Ekim'de Lozan'da barış görüşmelerinin yapılmasını kararlaştırdılar. Uzun süren görüşmeler sonundama 24 Temmuz 1923'de imzalanan Lozan Barış Andlaşması 24 Ağustos 1923'de TBMM'de onaylandı. Yeni Türk Devleti, askerî, siyasî ve ekonomik özgürlüğüne kavuştu.


1921 Anayasası

TBMM'nin yaptığı ilk Anayasanın görüşmeleri, 19 Kasım 1920'de başladı ve 20 Ocak 1921 günü yapılan oylamayla kabul edildi. Böylece millî egemenlik ilkesine dayalı ilk Anayasa yürürlüğe girdi.

1921 Anayasası
1921 Anayasası 23 maddeden oluşan oldukça kısa bir metindi. İlk dokuz maddesi devletin dayandığı temel ilkeleri sayıyordu.

Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu, yasama ve yürütme yetkilerinin milletin tek ve gerçek temsilcisi olan TBMM'de toplandığı esasları, halka dayalı devlet ve güçler birliği ilkelerini en kesin ve açık biçimde ifade ediyordu Ancak, 1921 Anayasasında, Devlet başkanının bulunmayışı, vatandaşların hak ve özgürlüklerinin düzenlenmeyişi, yargı ile ilgili hükümlerin olmayışı önemli eksikliklerdi.


Cumhuriyetin İlanı

1921 Anayasası'nın getirdiği millî egemenlik ilkesi ile padişah iradesi ortaya bir çelişki çıkardı. Saltanat makamı boşlukta kalmıştı. 1 Kasım 1922'de TBMM aldığı kararla saltanatı kaldırdı. Padişahlık lağvedilmiş, kişisel egemenlik hukuken tarihe karışmıştı. Bu kararın doğal sonucu, Cumhuriyet rejiminin kurulması olacaktı.

13 Ekim 1923'de Ankara'nın başkent olması kararı alındı.

29 Ekim 1923'de Atatürk ve arkadaşlarının, Anayasanın bazı maddelerini değiştiren teklifi TBMM'de alkışlarla ve oybirliği ile kabul edildi.

Anayasanın birinci maddesinde, "Türkiye Devletinin hükümet biçimi, Cumhuriyettir" hükmü yer aldı. Aynı günün gecesi, Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanlığına seçildi.

Saltanatın kaldırılması ve cumhuriyetin. ilanı ile, sistem içinde varlığını sürdüren "Halifelik" de gereksiz ve işlevsiz bir duruma gelmişti. 3 Mart 1924'de Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi ve arkadaşlarının verdikleri kanun teklifi TBMM'de kabul edilerek, hilafet kaldırıldı, halifelik de tarihe karıştı.


1924 Anayasası

TBMM'nin 1921 tarihli ilk anayasası sadece 3 yıl yürürlükte kalabildi. Gelişmelerin gerisinde kalmış ve önemli eksiklikleri vardı, yetersizdi. Bütünüyle bir yeni anayasa hazırlıklarına girişildi. Cumhuriyet döneminin anayasası, 20 Nisan 1924'de TBMM'de büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Yeni anayasa, cumhuriyet rejimi içinde güçler birliği esasına dayandırıldı.105 maddeden oluşmuştu.1924 Anayasası, Türk siyasî yaşamının gelişmesinde önemli rol oynadı. Siyasî partilerin kurulmasına ve dolayısıyla demokrasiye açıktı. Klasik hak ve özgürlüklere yer veriyordu. Ancak, bunların korunmasına ilişkin düzenlemeler yine yoktu. Ayrıca, ekonomik ve sosyal haklar da Anayasada bulunmuyordu. Bu konuda tek güvence, egemenliğin sadece TBMM tarafından kullanılmasıydı. TBMM'nin üstünlüğü, tıpkı 1921 Anayasasında olduğu gibi sarsılmaz bir durumdaydı.

1924 Anayasası

Yasaların, Anayasaya aykırılığını önleyecek, denetleyecek mekanizmalar bulunmuyordu. 1928,1934 ve 1937 yıllarında yapılan değişikliklerle 1924 Anayasasına başka bazı temel ilkeler getirildi.10 Nisan 1928 değişikliği, Devlete laik bir karakter verdi. 5 Aralık 1934 tarihli değişiklikle, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tam olarak tanındı. 5 Şubat 1937 değişikliği ise, Devletin "cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkilapçı" niteliklerini belirliyordu.

1924 Anayasası eksiklik ve değişiklikleri ile, Türk Anayasa tarihinin en uzun ömürlü metni oldu. Tam ve kesintisiz olarak, 36 yıl yürürlükte kaldı.

Çok Partili Döneme Geçiş 

Cumhuriyetin ilanından önce yeni Türk Devletinin ilk siyasî partisi "Halk Partisi" adı altında (daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi adını aldı) 23 Ekim 1923'de resmen kurulmuştu. Başkanlığına da Mustafa Kemal Atatürk seçilmişti.1945 yılına kadar siyasî parti kurma denemeleri ne yazık ki başarılı olamadı.


İkinci Dünya Savaşının bitiminden sonra çok partili yaşama geçme eğilimi güç kazandı. Bu dönemin ilk siyasî partisi 18 Temmuz 1945'de "Millî Kalkınma Partisi" oldu. Daha sonra da 7 Ocak 1946'da "Demokrat Parti" kuruldu.

14 Mayıs 1950'de yapılan seçim sonucunda, 487 milletvekilliğinin 397'sini kazanan Demokrat Parti, 24 yıl kesintisiz iktidarda kalan Cumhuriyet Halk Partisinin yerine iktidara geldi. Demokrat Parti iktidarı, 27 Mayıs 1960'da yapılan askerî darbe ile sona erdi.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde birden fazla partinin katıldığı ilk seçim ise, 21 Temmuz 1946 tarihinde yapıldı. Bu seçimle birlikte çok partili hayat kısa sürede benimsendi.1950 yılına kadar ülkede 25 siyasî parti daha kuruldu.


1961 Anayasası

27 Mayıs ihtilali ile ülke yönetimine el koyan askerî güç, yeni bir anayasa yapmak için "Kurucu Meclis" oluşturdu. Bir yıl içinde hazırlanan yeni anayasa, 9 Temmuz 1961'de halk oyuna sunuldu. Seçmenlerin yüzde 81'inin katıldığı oylamada, yeni anayasa yüzde 61,5 "Evet" oyu ile kabul edildi.

1961 Anayasası





Böylece Türk tarihinde, ilk kez bir kurucu meclis anayasa hazırlamış ve bu anayasa halkoyu ile kabul edilmişti.

1961 Anayasası uzun ve ayrıntılı bir metindi. Önemli yenilikler getiriyordu. Millet egemenliğinin "yetkili organlar eliyle kullanılacağı" hükmü ile ılımlı bir kuvvetler ayrılığı prensibi yer aldı.

Yasama ve denetim yetkisi TBMM; yürütme Meclisin içinden çıkmakla birlikte ayrı bir organ olarak Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu; yargı yetkisi ise bağımsız mahkemelerce yerine getirilecekti.

Önemli değişikliklerden biri de, TBMM'nin "Millet Meclisi" ve "Cumhuriyet Senatosu"ndan oluşan "çift meclisli" bir yapıdan kurulması idi. Ayrıca, yasaların Anayasaya aykırı olup olmadığını tespit etmek üzere "Anayasa Mahkemesi" kurularak, yargısal denetime ağırlık verildi.

Temel hak ve özgürlükler, o güne kadar hiç bir Türk anayasasında görülmemiş biçimde ayrıntılı olarak düzenleniyordu. Temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmalarına da sınırlar konuluyordu. Anayasa ayrıca Devlete pek çok sosyal ödevler yüklüyordu.

1961 Anayasası, 1971 yılındaki değişiklikleriyle birlikte 1980'de yapılan ikinci bir askerî darbeye kadar yürürlükte kaldı.


1982 Anayasası

1961 Anayasasının uzun ve ayrıntılı hükümleriyle kurulan mekanizmalar iyi işleyemedi. Egemenliğin çeşitli organlar arasında bölünmesi nedeniyle, kurumlar arasında uyumlu çalışma ortamı sağlanamıyordu. Siyasî ve sosyal istikrarsızlık, bunalımlara yol açtı. Sonuçta, ülke 12 Eylül 1980'de ikinci bir askerî darbeyle karşılaştı. Anayasa askıya alındı, siyasî partiler kapatıldı. Siyaset adamlarının büyük bir bölümüne siyasî yasaklar getirildi.

Yönetime el koyan askerî güç,1960'da olduğu gibi yeni bir anayasa için "Kurucu Meclis" oluşturdu. İki yıl içinde yeni anayasa hazırlandı ve 7 Kasım 1982'de halk oyuna sunuldu. Oylamaya katılma oranı yüzde 91.27 idi. Sonuçta,1982 Anayasası geçerli oyların yüzde 91.37 "Evet" oyu ile kabul edildi.

Böylece Türk tarihinde bir anayasa ikinci kez doğrudan doğruya halkın oyu ile kabul edilmişti.

1982 Anayasası ile getirilen en büyük yenilik, tek Meclis sistemine, yani Cumhuriyet geleneğine geri dönülmesiydi. Yürütme biraz daha güçlendirildi. Özgürlüklerin sınırlandırılması konusunda yeni ve daha keskin ölçüler getirildi. Özerk kuruluşlara yeni statüler verildi. Bunlar dışında,1982 Anayasası büyük bölümüyle 1961 Anayasasına benzemektedir.

1982 Anayasasının yürürlüğe girmesinden sonra, ilk milletvekili seçimi, daha önce kapatılmış bulunan siyasî partilerin dışında, yeni kurulan Milliyetçi Demokrasi Partisi, Halkçı Parti ve Anavatan Partisinin katılmasıyla, 6 Kasım 1983'de yapıldı. Demokratik süreç yeniden başlamıştı.

20 Ekim 1991'de yapılan Milletvekili Genel Seçimleri ise, serbestçe kurulmuş çok sayıda siyasî parti ve daha önce siyaset yapma hakları ellerinden alınmış, tüm siyaset adamlarının yeniden özgürlüklerine kavuşmalarıyla gerçekleşti. Parlamenter demokrasi tüm gerekleriyle işlerliğe kavuştu.

MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...