Ermeni Soykırımını Tanıma yasası, tıpkı Fransa ve benzeri batılı Hıristiyan devletlerinde olduğu gibi ABD'de de önümüzdeki günlerde Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler komitesi tarafından yeniden ele alınacaktır.
Dr. M. Galip BAYSAN ANKARA, 09 Aralık 2007
( 19 YÜZYIL)
Yasa tasarısının Komiteye bağlı Avrupa Alt komitesinde Mart ayında ele alınması beklenmektedir. Diğer ülkelerde olduğu gibi ABD Temsilciler Meclisinin de bu sene kanun teklifini kabul etme ihtimalinin yüksek olduğu tahmin edilmekle birlikte, Türkiye ile ilişkilerin zarar görmemesi bakımından Hükümetin bu tasarıya karşı çıkacağına inanılmaktadır. Amerikan halkının bu konuya neden bu kadar ilgi gösterdiği ve 1915 olaylarını bir soykırım olarak tanımaya neden bu kadar hazır olduğu Türk kamu oyunca pek bilinmeyen ve garipsenen bir durumdur. Ancak geçmişte Ermeni olaylarının en fazla işlendiği toplum Fransa ve İngiltere'den de çok Amerikan halkıdır. Günümüzde ABD 'de meydana gelecek gelişmeleri değerlendirebilmek için olayların başlangıcı ile ilgili bilgilerin hatırlanmasının yararlı olacağına inanıyoruz.
E.M. Earle adlı bir bilim adamı bir yazısında bu konuda şu bilgileri veriyor:
"Yakın Doğu ile ilgili Amerikan kamu oyu hemen hemen bir asırdır misyonerler tarafından şekillendiriliyor. Eğer Amerikan Kamu oyu bir konuda habersiz kalmış,yanlış bilgilendirilmiş veya ön yargılı kılınmışlarsa bütün bunların ayıbı misyonerlere aittir. Hıristiyanlığı yayma amacı ile tarihin çarptırılması,Müslümanlar ve İslamiyet aleyhinde yetersiz, yanlış, bazen de kaba saba bir görünüm uyanmasına neden oluyordu. Bilinçli bir şekilde güzel düşünceler telkin etmeye çalışırken,bilinçsizce yanlış anlamaların tohumları ekiliyordu."(1)
Türkiye'ye gelen ilk Hıristiyan misyonerlerin "British And Foreign Bible Society" Britanya ve Yabancılar İncil Cemiyetine mensup oldukları ve bu teşkilatın 1804'te kurulmasından sonra İzmir'den Anadolu içine misyonerler yolladığı bilinmektedir. Osmanlı toplumunda ilk misyonerler 1819'da İzmir'de görüldüler. 1829'da İstanbul'da bir büro açtılar ve ilk misyonerleri Doğu Anadolu'ya gönderdiler. Misyonerler 1834'te İstanbul'da bir Ermeni Lisesi kurdular. Okul çok rağbet gördü ama Ermeni Patriğinin şikayeti üzerine kapatıldı.(2)
Osmanlı Devleti bünyesinde yaşayan Ermeniler, çoğunlukla 5.yy.da kurulan Ermeni Gregoryan Kilisesine bağlı iken, 19 yy. başlarından itibaren dışardan gelen misyonerlerin saldırısına uğradılar. Zaman zaman Patrikhanenin müdahalelerine rağmen Gregoryen Kilisesinin yanında, Fransızların çabası ile Katolik Kilisesi (1830),İngilizlerin himayeleri ve Amerikalıların yoğun çalışmaları sonucu Protestan Kilisesi(1850) oluştu. (3)
Müslümanları ve Yahudileri Hıristiyanlaştırmak ayrıca Ortodoks Rum,Bulgar ve Sırpları kendi mezheplerine çevirmek için Türkiye'ye gelen misyonerler (özellikle Amerikan Misyonerleri) başarısız oldular.Başarısız olacaklarını anlayınca da Osmanlı Topraklarında yaşayan Hıristiyan toplumların aralarına karıştılar ve dinsel faaliyetleri dışında eğitim faaliyetlerine ağırlık verdiler.Kiliselerin yanında okullar açmaya başladılar. Tanzimat ve Islahat Fermanları döneminin yarattığı hoşgörü ortamında, devletin kendilerine karşı gösterdiği anlayışı istismar ederek Türkler aleyhinde yoğun bir şekilde faaliyette bulunmaya başladılar.1860 yılından sonra eğitim faaliyetlerinin ön plana çıktığı bir döneme girilmiştir.(4)
Tesis edilen okullar başlangıçta birkaç öğrenci ile öğrenime başlamaktaydılar.Çoğunlukla misyoner veya misyonerlerin yaşadıkları evlerde faaliyete geçen okullar daha sonra büyütülüyor ve okul haline getiriliyorlardı. Bunlardan biri, daha sonra "Üsküdar Amerikan Kız Koleji" olarak tanımlanacak Gedik Paşa Kız Okulu 3,Mardin Erkek Lisesi ise 20 öğrenci ile küçük mekanlarda öğrenime başlamışlardı.(5) Okulları destekleyen yabancı devletlerin ve kilise örgütlerinin katkıları oldukça fazlaydı.Bu konuda katkılar bazen doğrudan doğruya okula, bazen de ilgili misyoner teşkilatına yapılabiliyordu. Fransa Hükümeti Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren kurumlara yılda 1.200.000 Frank katkıda bulunuyordu.Rusya buna yakın bir miktar,İtalya ise 1.000.000 Frank civarında bir meblağ ile faaliyetleri destekliyordu. Bölgede yaşayan zengin Gayrimüslimlerin de büyük katkıları oluyordu ama en büyük yardımlardan biri Okyanusun ötesinden,ABD'den geliyordu. Mesela sadece "1914 yılında Amerikan misyoner okullarına yapılan yatırım miktarı 39.524.000 Dolar" kadardı. (6)
1890'lı yıllarda Misyonerler bir uçtan diğerine bütün Osmanlı topraklarına yayılmış, sadece Ermenilerin değil bütün Hıristiyan toplumların yanı başında, her konuda onlara cesaret, destek, yön veren ve devlet aleyhinde harekete geçmeyi teşvik eden bir konumda bulunuyorlardı. Adli Kapitülasyonlar nedeni ile bir suç işlemeleri halinde tutuklanamıyor, yargılanamıyor ve bütün ülkelerin misyonları kendileri için olumsuz kabul ettikleri her olayda sıkı bir dayanışma içine giriyor,birbirlerine destek veriyorlardı. Osmanlı toprağında bu yıllardaki misyoner okulların sayısı 624'ü bulmuştu.Sadece Protestan okullarında okuyan öğrencilerin sayısı 27.000'i aşıyordu.(7) Bu misyoner teşkilatlarındaki öğretmenler Ermeni ve Hıristiyan gençlere sadece ihtilalci fikirler aşılamakla yetinmemiş, onları azgın bir Türk düşmanı olarak yetiştirirken diğer taraftan onlara silah yapmasını ve kullanmasını da öğretmişlerdir.(8)
Yine aynı dönemde Amerikan Misyonerlerin idaresinde 436 kilise ve okulu bulunurken, mahalli yardımcıları ile birlikte misyoner sayısı 1317'yi bulmuştu. Rus ve Fransız misyonerlerin sayısı da küçümsenmeyecek miktardaydı.(9) Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti, dünyanın hiçbir özgür ülkesinde, hiçbir zaman rastlanmayacak bir şekilde,devasa boyutta bir İngiliz, Fransız, Amerikan. Rus, Alman ve İtalyan Kilise örgütleri temsilcilerinin işgali altında bulunuyor gibiydi. Bu insanlar politika dışında olması gerekirken boğazlarına kadar din yanlısı bir politikaya bulaşmışlardı ve hatta yerli Gayrimüslim tebaayı, kendi devleti aleyhine isyana teşvik eden ve buna paralel olarak da dış dünyaya Türkleri kötü tanıtan, bütün bir Hıristiyan Batı Dünyasının görüşlerine değer verdiği en önemli kurum durumunda bulunuyorlardı. Bu konuda görevli elemanların kendi ifadeleri ile bir iki örnek vermek isteriz.
AMERİKAN VE DİĞER MİSYONER OKULLARIN ETKİNLİKLERİ
Kendisi de bir kilise adamı olan Henry Tozer Harputdaki Amerikan Koleji Müdürü M.Wheeler ile bir görüşmesinden sonraki izlemini şu sözlerle anlatıyor;
" ...Misyonerler prensip olarak politikanın dışında kalmakla beraber, dolaylı olarak Avrupa Konsoloslarına benzer bir etkiye sahiptiler.Mr.Wheeler bana Sir Henry Layard (1878-1880 yılları arasında İstanbul'daki İngiliz Büyükelçisi) ile sık sık yazıştığını söyledi. Bölgede ne olup bittiği hakkında kendisine bilgi verilmesini istiyormuş. Bu temaslar sayesinde, bir süre evvel misyonerlere karşı antipatisini açıkça belirtmekte olan bir Paşa, İstanbul'dan sert bir ihtar almıştı."(10)
Kapitülasyonlar sayesinde yabancılara tanınan hakları çok iyi bilen Robert Kolej Müdürü Cyrus Hamlin , Amerikan Elçisi Edward Joy Morrisi okulun haklarını yeterli ölçüde korumadığı, hatta Rom sevkıyatı işi ile okullardan fazla ilgilendiği gerekçesiyle Amerikan hükümetine şikayet etmiştir. (11)
Şu satırlar da Robert Kolejde yıllarca görev yapmış Bulgar asıllı George Washborn'un İstanbul'da 50 yıl / Fifty Years in Constantinopolis adlı kitabından alınmıştır. ( Bu kitap aynı zamanda batıya hitap eden kişilerin Türkleri nasıl tanıttığının en önemli belgelerinden birisi sayılmalıdır. Kitap o kadar düşmanca yazılmıştır ki 300 küsur sayfalık anılar arasında, Türklerin lehinde sayılacak bir tek cümle bile bulmak hemen hemen imkansızdır)
"1875 yılında kolej 137 yatılı ve 30 gündüz öğrencisi ile açıldı. Yatılı 137 öğrencinin 33'ü Bulgardı (Diğerleri Rum,Sırp;Romen ve Ermeni çocukları idi), 1976 yılında okul 15 mezun verdi; 7 Bulgar.7 Ermeni ve 1 Yunan. Bütün Bulgar öğrenciler Bulgaristan'da seçkin görevlerde bulundular.(12) Bu Sonbaharda okul seçkin İngiliz ziyaretçilerin akınına uğradı.Bunların arasında ünlü devlet adamları ve etkin kişiler vardı, Lord Campbell ve Lady Strongford ilk gelenlerdendi. Lady Strangford özellikle Balkanlarla ilgileniyordu ve Kolejimizin Bulgarlarla ilişkisi de esasen bütün Avrupa tarafından biliniyordu. Biz Bulgaristan'daki Soykırımı önlemek için her şeyi yaptık (1876). Yaptığımız her girişimi her hafta bay Roberte bildiriyor ve onun onayını alıyorduk. Türklerin en büyük destekçisi olan İngiliz Elçisi Sir Henry Elliot'u ve İngiltere'deki güçlü dostlarımızı etkilemeye çalıştık.Bundan daha onur verici bir iş yapabilir miydik? (bilemem ancak) Sir Henry Elliot ve İngiltere'nin Türkiye'ye karşı tutumu tamamen değişti."(13)
Gerçekten de İngiltere'nin Osmanlı Politikası 1878 yılından sonra tamamen değişmiş özellikle iktidarda da olsalar, muhalefette de kalsalar Gladstone ve Lord Salisbury liderliğindeki Muhafazakarlar ve Liberaller, Rusya'dan daha katı bir Türk Düşmanlığı Politikasını benimsemişlerdir.
Van Ermeni okulu öğretmeni Mıgırdıç Portakalyan 1885 senesinde Avrupa'ya kaçarak Armenia adında bir gazete çıkarmaya başladı. Minas Çeraz adlı bir başka Ermeni de Patiste yine ayni adla bir gazete çıkarmaya başladı. Bu gazeteler Doğu Anadolu'daki alelade zabıta olaylarına bölgedeki yabancı devletler konsoloslarının da yardımı ile siyasi bir renk vererek Türkiye aleyhinde yayınlar yapmaya başladılar. Bunlarla birlikte Avrupa ve Amerika'da yayınlanan basın organları "Zalim Türklerin masum Ermeni toplumuna zulüm yaptığını" söylemeğe başladılar. En fazla istismar ettikleri konular,Hıristiyan Batı dünyasını tahrik edercesine rahatsız edecek,Hıristiyan çocukların ailelerinden zorla alınıp Müslüman yapılması, kadınların yine zorla aile ve çocuklarından koparılarak Türklerin haremine dahil edilmesi, Müslümanlaştırılması, erkeklere işkence ve baskı uygulanması ve akla sığmayacak derecede zalimane tecavüz hikayeleri ard arda sıralanıyordu.(14)
1887 yılında Hınçak ve 1890 yılında da Taşnaksutyun ( veya kısaca Taşnak) adlı Ermeni örgütlerinin kurulmasından sonra Avrupa ülkeleri ve Amerikalı görevlilerin yardımı ile Ermeni direniş ve propagandası daha sistemli bir şekil almaya başladı. İngiltere Başbakanı, 1876 yılındaki Bulgar isyanı sırasında Türklerin Bulgarlara soykırım yaptığı iddiası taşıyan broşürleri bizzat kaleme alan ve piyasada 100.000 lerce nüsha satılan ve Hıristiyan dünyasını baştan başa etkileyen iddiaların sahibi Başbakan Gladstone,1894 yılında Ermeni temsilcileri Londra'ya davet etti ve onların hem Londra'da hem de diğer başkentlerde organize olmalarını sağladı. Kitab-ı Mukaddes'in yayılması için kurulmuş cemiyetler Ermeni konusunu kutsal bir dava kabul edip sahip çıktılar.(15) Bütün yayınların ve propaganda sisteminin temelinde ne olduğunu Fransa Dışişleri Bakanı M.Honatoux 3 kasım 1896 yılında Parlamentoda yaptığı konuşmada şöyle açıklıyor:
"Hedef alınan amaç şuydu: daima Osmanlı Devletinin haksızca davranışlarını, zulümlerini, kötülüklerini yayınlayıp Avrupa müdahalesini çekmek ve müdahale fikrini yavaş yavaş geliştirmek, Avrupa'ya Doğu işlerinde arzusunu kuvvetle duyurmak için bir çok defa yaptığı gibi Haçlılar fikrini aşılamaktır." (16)
Türkiye'deki misyonerler kendi ırksal ve dinsel üstün görme anlayışını yetiştirdikleri Ermenilere de aşılamışlar ve onların milliyetçilik duygularının gelişmesini sağlamışlardır. Amerikan Board'ın resmi bir yazısında Ermenilerden; "Doğunun Anglo Saxonları olarak tanımlanacak asil bir ırk" olarak söz edilmektedir. (17) Amerikan okullarının Ermeni milliyetçilerine endirekt yoldan yardımı, onların ABD'deki kurumlaşma çabalarını geliştirmek olmuştur. Misyonerler Protestan Ermenilerle kendi okullarında yetişen öğrencilerin Amerika'ya gitmelerine yardımcı olmuşlar ve böylece Osmanlı topraklarından Amerika'ya devamlı bir göç akımı sağlamışlardır. Bu gün ABD ve Kanada'da yerleşmiş olan Ermenilerin çoğunun ataları bu dönemlerde göçmüşler ve gittikleri bölgelerde resmi ve Kilise örgütlerinden büyük destek görmüşlerdir. Ermeni ihtilalci örgütleri Amerika'da oldukça faaldiler ve davaları için büyük miktarlarda yardım topladılar.Bundan da önemlisi geri dönenler Amerikan pasaportu alabiliyor ve Kapitülasyon haklarından yararlanarak hiçbir takibata uğramadan serbestçe faaliyet gösterebiliyorlardı.(18)
AMERİKAN MİSYONERLERİN ERMENİ İSYANLARINDAKİ ROLÜ
1878 Berlin Anlaşmasından birkaç ay geçmeden İngilizlerin Ermenilere ilgi duyması üzerine 8 İngiliz askeri konsolosu, Sultanın Doğu Anadolu'da reformlar yapmasını garantiye almak üzere göreve atandı. ( Burada neden normal sivil konsoloslar yerine askeri konsolosların atandığını açıklamaya gerek olmadığına inanıyoruz.) Diğer ülkelerde İngilizleri takip edince özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun pek çok şehrinde yabancı misyonerler yanında temsilcilikler de oluştu. Bunların gelişi bölgede faaliyet gösteren Ermeni Milliyetçilerini heyecanlandırdı ve yabancıların kendilerine duyduğu ilgiyi abartmalarına neden oldu.(19) 1890'lı yıllardaki isyanlar bu ekipler tarafından hazırlandı ve uygulamaya kondu. Konumuzla yakın ilgisi nedeni ile bunlardan sadece biri "Merzifon İsyanını" sırasındaki gelişmeleri sizlerle paylaşmak istiyoruz.
Ayaklanma 1893 yılının 5 Ocak günü başlayacaktı. Merzifon, Amasya, Sivas. Yozgat, Kayseri ve Çorum'da kalabalık cadde ve meydanların duvarlarına asılan ilan, levha ve pankartlarla isyanın başladığı Ermeni Tebaaya duyurulacak ve aynı anda hep birlikte Türklere karşı saldırıya geçilecekti. Ama olaylar planlandığı gibi gelişmedi. Durumu anlayan görevliler bildirileri yaymakla görevli 30 kişiyi faaliyet halinde ve ellerindeki beyannamelerle birlikte yakaladılar. Tutuklananlar yargılanmak üzere Ankara'ya yollandılar.Tahkikat sırasında bu ilanların Merzifon'daki Amerikan Kolejinde hazırlandığı ve basıldığı ortaya çıktı. Bölge halkı olayı protesto etmek için bir nümayiş yaptılar. Bu nümayiş sırasında okulun bitişiğindeki bir Ermeni'ye ait, inşa halindeki binalardan biri de Hıristiyan alemini harekete geçirmek maksadı ile yakıldı. (Bina Merzifon'da hükümet tabipliği yapan bir Ermeni vatandaşındı ve inşa halinde bulunduğu için içinde bekçiden başka kimse bulunmuyordu.) Tahkikat sırasında bekçinin imdat istemeğe başlaması üzerine okul personeli tarafından susturulduğu ve okulda yangın tulumbası olduğu halde kullanılmasına izin verilmediği açığa çıktı. Buna rağmen olay Batı dünyasına farklı şekilde duyuruldu hükümetin ve halkın gösterdiği tepki abartılı bir üslupla kamu oyuna duyuruldu. Mesela yanan boş bina kasıtlı olarak bir kız lisesine dönüştürüldü ve "Merzifon'daki kız lisesinin yerle bir edildiğinden" bahsedilmeye başlandı. Bundan sonra suçluların yargılanmaması için Osmanlı Devletine büyük bir baskı uygulandı. Olayların planlayıcısı olan Amerikan Konsolosu Kapitülasyonlar nedeni ile mahkemeye getirilemiyordu,kendisi de gitmemek için elinden geleni yaptı.Amaç davayı uzatmak ve bunu Osmanlı Devletinin kasıtlı olarak yaptığını duyurmaktı. Bu da başarıldı. Avrupa Başkentlerinde bu konuya büyük önem verildi. Hatta İngiltere Parlamentosunda, Osmanlı İmparatorluğunun Ermenileri yargılamasının Berlin Kongresinin kararlarına uygun olup olmadığı tartışıldı.(20)
New York ve Filadelfiya'da karamsarlık o kadar fazla idi ki .ABD eski İstanbul Büyükelçisini Dışişleri Bakanlığına yollayarak bu işin daha fazla dallanıp budaklandırılmadan kapatılmasını istediler.Almanlar İmparatorun yakınlarından ve Protestan Kilisesinin en nüfuzlu şahsiyetlerinden Rahip Hotmanı , Berlin'den Ankara'ya göndererek suçlularla görüşmesini sağladı.(21) Hükümet dış baskılara karşı koyamadı, suçlular serbest bırakılırken iki elebaşı Padişahın emri ile yurt dışına çıkarıldı. Bu olay Anadolu'nun büyük bir kısmında hükümet otoritesini iyice zayıflattı.İyice yüreklenen Ermeni örgütleri isyanı genelleştirirken, o zamana kadar bütün baskılara rağmen ülkesine bağlılığını sürdüren Ermeniler de yavaş yavaş isyancı tarafa doğru kaymaya başladılar. 1895 ve 1896 yılları ard arda büyük Ermeni isyanları ile dolu geçti.
Bu isyanları tek taraflı ve yakından izleyen Avrupa devletleri ve basını hükümetin isyanları bastırma teşebbüslerine daima karşı çıktılar ve olaylara tek bir isim verdiler, tıpkı günümüzdeki gibi "Soykırım". Osmanlı Sultanı II.Abdülhamit'e de kan dökücü Sultan anlamına gelen "Kızıl Sultan" lakabını yakıştırdılar. Avrupa siyaset dünyasının hedefi Osmanlı Sultanına gelince onun da olaylarla ilgili görüşleri şöyleydi:
"İmparatorluğumuzun şarkında Protestan dinini yaymak gayesiyle vaazlar veren Anglo-Amerikan misyonerler, Müslüman halkı tahrik edici tarzda hareket etmişler ve kabalıkları bütün İslam alemine hakaret şeklini almıştı. Daha sonra da Ermeniler de aynı küstahlıkla hareket edebileceklerini ve aynı şekilde cezasız kalabileceklerini zannetmişlerdir." (22) " Bizden Sırbistan, Yunanistan ve Romanya'yı almakla Avrupa ellerimizi ve bacaklarımızı kesmişti. Bütün bunlara karşı Osmanlı Milleti sessiz kalmıştır, Fakat bir Ermeni sorunu yaratmak için bağrımızı deşmek istiyorsunuz. İşte buna dayanamayız. Kendimizi savunmak zorundayız ve savunacağız." (23)
Aynı günlerde başta Londra olmak üzere Avrupa başkentlerinde, bu sözlerin sahibi Sultan II. Abdülhamit'in tahttan indirilmesi ve Türkiye'nin paylaşılması tartışmaları yapılmaktaydı.(24)
Avrupa ve Amerikalıların birer "soykırım" olarak vasıflandırdığı isyanlar ve olaylara gelince ; bu konuda tarafsız bazı gözlemcilerin görüşleri şöyledir:
İngiltere'nin Erzurum Konsoloslarından M.Graves, New York Herald Gazetesi muhabiri Sidney Witman'ın bir sorusuna "Ermeni komiteleri kurulup, Ermenileri isyana teşvik etmemiş olsaydı, ne çarpışmalar olurdu ne de bir tek Ermeni ölürdü." Cevabını vermiştir. Aynı gazeteci Trabzon'da bir Musevi'nin kendisine " Eğer bu hareketlerin bir teki Rusya'da yapılmış olsaydı, bir tek Ermeni sağ bırakılmazdı" dediğini nakletmektedir. (25)
Aynı konularda Rusya'nın Erzurum ve Van Konsolosu General Mayevski'nin de görüşleri de şöyledir:
" 1895 yılına kadar Ermenilerin Türkiye'de ızdırapları, sıkıntıları hep hayali ve uydurma masallardır.Türkiye'de Ermeniler diğer yerlerdeki Ermenilerden daha fena bir durumda değildirler... Yapılan propagandalarla Türk ve genellikle Müslüman barbarlığı fikri yayılmıştır.Türklerin 5-10 yıl dinlendikten sonra, birdenbire öfkelenip hep birden ayağa kalktıkları, nerede Hıristiyan varsa onları katletmek, sürmek gerektiğine inandıkları ve bu yüzden de hiçbir sebep yokken Hıristiyanların üzerine yürüdükleri fikri saf Hıristiyanların kafasına sokulmaya çalışılmıştır....Bütün Doğu Hıristiyanların anlayışı bundan ibarettir. Şayet Türkler de gazete muhabirlerinin zihniyetinde olsalardı ve Türkiye Hıristiyanlarının durumu bunların göstermeye çalıştıkları gibi olsaydı, Türkiye'de bu güne kadar Hıristiyan kalırmıydı?.... Binlerce Ermeni'nin sefalet içinde görünmesine karşılık ısrarla sözü edilen "Türk Barbarlığına" hiçbir yerde rastlanmamıştır. Gerçekten böyle bir "Türk Barbarlığı" mevcut değildir. Bu bilimsel olarak icat edilmiş politik bir masaldır." (26)
Ama yine de bu olayların Amerika'ya yansıtılması tamamen tek yanlı olmuş ve 1896yılında tıpkı günümüzdeki gibi birkaç yasa teklifi verilmiştir. Yazarlar aşırı milliyetçilik ve Monroe Doktrinini -değiştirip, nefret edilen İngilizlerle müşterek çalışma imkanı doğuncaya kadar konuyu tahrik etmenin uygun olmayacağını anladılar. Ama yine de Amerikan halkı ,kutsal Ararat Dağı çevresinde yaşayan Nuh Peygamberin torunları ve ilk Hıristiyan toplumlardan biri olan Ermeni halkının; sırf "dinlerine bağlı olmaları " yüzünden, tıpkı ilk Hıristiyan toplumların olduğu gibi, zalim bir ulus (Türkler) tarafından ezildiğine, acı çektiğine inanacaklardı.
Dr. Galip Baysan
DİPNOTLAR
1. : G.M.Earle : Ameriken Missions in The Near East,Vol.VII.No.3 April 1929,s.417
2. : Abdurrahman Çaycı: Türk Ermeni İlişkilerinde Gerçekler s.20 ( AAM Ankara-2000) ; M.Hidayet Vahaboğlu : Osmanlıdan Günümüze Azınlık ve Yabancı Okulları.s.20-22,72-73( Ankara-1990) ; Kamuran Gürün : Ermeni Dosyası,TTK Ankara-1983,s.43
3. : Dr.Erdal İlter: Armenian Churgh And Terorism s.24-25 ( Ankara-1999)
4. : Cem Tarık Yüksel: Bir Amerikan Misyonerinin Merzifon Amerikan Koleji Hatıraları ( Bilge Cilt-7 2001,s.11) ;
5. : M.H. Vahaboğlu,age.s.76-77
6. : Uygur Kocabaşoğlu: Kendi Belgeleriyle Anadoludaki Amerika s.176 ( İstanbul-1989)
7. : A.Çaycı age.s.20
8. : Ramazan Tosun: Ermeni Meselesi Çerçevesinde Kayseride Ermeni Olayları,s.14 ( Kayseri-1997)
9. : Azmi Süslü: Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı s.47 ( Van 100.Yıl üniversitesi-1990)
10. : K.Gürün age.s.230 ( Henry Fanshawe Tozer, Turkish Armenia And Eastern Asia Minor London 1881'den alıntı)
11. : Harry N. Howard The Bicentennial in American Turkish Relations, s.298" ( Middle East J.sayı 30(3) –1976)
12. : George Washburn DD. LL. D.: fifty Years in Constantinople And Recallections of Robert Collage s.100-114 ( Boston And New York-1909)
13. : Aynı Eser S.100-104
14. : A. Alper Gazigiray: Osmanlıdan Günümüze Kadar Vesikalarla Ermeni Terörünün Kaynakları, s.86-88 (İstanbul-1982)
15. : Esat Uras : tarihte Ermeniler ve Ermeni meselesi,s.427-428 ( 2.baskı, İstanbul-1987)
16. : Aynı Eser s.428-429
17. : Justin Mc Carthy And Carolyn Mc Carthy: Turks And Armenians, s.32 (Washigton-1989)
18. : Aynı Eser s.32
19. : Alan Palmer : Osmanlı İmparatorluğu, Son Üçyüz Yıl, Bir Çöküşün Tarihi,s.196 ( Sabah-1995)
20. : Gültekin Ural : Tarihin Işığında Ermeni Dosyası,s.127 ( Kamer Yay.İstanbul-1998)
21. : Aynı Eser s.128
22. : Sultan Abdülhamit : Siyasi Hatıralarım s.64-65 ( Hareket Yay. İstanbul-1974)
23. : M.Kemal Öke : Vambery, Belgelerle Bir Devletlerarası Casusun Yaşam Öyküsü,s.104 (İst-1968)
24. : Doğan Avcıoğlu : Türkiye'nin Düzeni,s.40 ( İstanbul-1987)
25. : S.Whitman :Turkish Memories,s.74-94; E.Uras age.426-427
26. : Aynı Eser s.429 ; Azmi Süslü : Ruslara Göre Ermenilerin Türklere Yaptığı Mezalim, s.89 ( Russian View on the Attroticies Committed by The Armenians Against The Turks, Ankara Üniversitesi Basımevi,Ankara-1987)
Bu milletin tek sahibi var: Kendisi!
Yüksek Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur. Türk gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir. Biz de bunu görmekle bahtiyar olacağız. -Mustafa Kemal Atatürk
Türklere atılmış iftiralar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türklere atılmış iftiralar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Amerika, Sevres Antlaşması Ve "Ermenistan" Sınırları 2.Bölüm
Fahir Armaoğlu ANKARA, 27 Eylül 2007 Perşembe
Bu mesaja göre, Milletler Cemiyeti Konseyi, Müttefikler Yüksek Konseyi'ne başvurup, Ermenistan ile en fazla ilgilenen devletin kim olduğunu ve Ermenistan'ın bağımsızlık ve güvenliği için bu devletin neler yapabileceğini sormuş, imiş. Başta İngiltere'nin oynamak istediği basit oyunun, bizim dilimizdeki en hafif nitelendirmesi "tecahül-i arifane" dir.
Yine bu mesaja göre, Başkan Wilson'ın şimdiye kadar Ermenistan konusunda yaptığı çeşidi konuşmaları ve Amerikan Dışişleri Bakanı Colby'nin kullandığı deyimle "uygar dünyanın istek ve beklentileri" dolayısıyla, şimdi Yüksek Konsey Ermenistan mandasını Amerika'nın kabul edip etmeyeceğini soruyordu.
San Remo, bu kadarla da yetinmeyip, Ermenistan konusunda bir takım görüşler de belirtiyordu: Amerika şimdiye kadar hep "geniş" bir Ermenistan ilkesini savunmuştur. Bununla beraber, Kilikya'yı (Çukurova) Ermenistan'a vermek pratik bir yol görünmüyor[1]. Bu durumda, Ermenistan'a, Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis vilâyetlerinin verilmesi söz konusu olmakla beraber, önce Amerika'nın Ermenistan mandasını kabul etmesi ve ikinci olarak da bu bağımsız Ermenistan'ın sınırlarının Amerika Birleşik Devlederi Başkanı tarafından çizilmesi istenmekteydi.
Kısacası, Müttefîkler'in Osmanlı Devleti yerine bir "Ermenistan Devleti"ni ikame etmek isterlerken, bu işin, badireleri ve sonuçlan ile, bütün yükünü Amerika'nın sırtına yüklemeye çalıştıkları apaçık belliydi. Şunu da belirtelim ki, General Harbord'ın, bir "Bağımsız Ermenistan" mandasının ne denli sorunlar ortaya çıkaracağı hakkındaki raporu da, müttefiklerin elindeydi.
Nitekim, Yüksek Konsey'in kararına göre, Ermenistan sorunu yine de bu kadarla bitmiyordu. Türkiye ile barış imza edilir edilmez, Ermenistan'ın dış saldırılara karşı savunulması için gerekli askerî kuvvet ve ayrıca düzenli bir yönetim için malî yardım söz konusu olacaktı. Yani, Amerika, Ermenistan mandasını kabul ettiği takdirde, bu iki yükü de sırtlamak zorundaydı.
Yine Yüksek Konsey'e göre, Amerika'nın bu hususta acele karar vermesi gerekmiyordu. Ama Ermenistan halkı da büyük bir bekleyiş ve endişe içindeydi..
Müttefiklerin 27 Nisan mesajına, Amerika 17 Mayıs 1920'de cevap verdi ve bu cevapta "Ermenistan mandası" hakkında tek kelime mevcut değildi. Sadece, Amerika Cumhurbaşkanı'nın, Ermenistan'ın sınırları konusunda "hakem" olmayı ("to act as arbiter") kabul ettiği bildiriliyordu[2].
Söz konusu telgrafta Ermenistan mandası hakkında herhangi bir ifadenin bulunmamasının sebebi, bir yandan Amerikan Senatosu'nun bu konudaki olumsuz havası, diğer yandan da, Yüksek Konsey'in 27 Nisan 1920 günlü mesajı üzerine, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın, Harbiye Bakanlığı'na, Ermenistan mandası hakkındaki görüşünü sormasıydı. Harbiye Bakanı Baker'ın Dışişleri Bakanı Colby'ye gönderdiği 2 Haziran 1920 tarihli memoranduma göre[3], General Harbord, her ne kadar raporunda, Ermenistan mandası için 59.000 kişilik bir Amerikan kuvvetini gerekli görmüş ise de, bu miktar % 50 oranında azalülabilirdi ve Ermenistan'ın dış saldırılara karşı korunması için 27.000 kişilik bir Amerikan kuvveti yeterli olabilirdi. Ne var ki, Ermenistan'ın dış saldırılara karşı korunması evvelâ Milletler Cemiyeti'nin göreviydi ve ikinci olarak da, Bolşeviklerin şu anda Kafkaslar'da yarattığı tehlike dolayısıyla bu kadar bir Amerikan kuvvetinin orada bulundurulması pratik bir formül değildi. Bolşevikler Bakü'yü işgal etmişlerdi ve gazete haberlerine göre de, Ermenistan topraklarına girmeye başlamışlardı.
Ağustos ayı geldiğinde, artık Amerika'nın "Ermenistan mandası" söz konusu değildi. Fakat, Amerika'nın Avrupalı Müttefikleri, şimdi Türkiye için hazırlanmış olan bu barış antlaşmasının imzasından önce, Ermenistan sınırlarının çizilmesi işinin Amerika Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilip edilmediğini öğrenmek istediler[4].
Amerika'nın bu isteğe cevabı, hazırlanan barış antlaşmasının (yani Sevres Andaşması) 89'uncu maddesine göre, "Türkiye, Ermenistan ve diğer Yüksek Akit Taraflar", Ermenistan sınırlarının çizilmesi hususunda Amerika Birleşik Devletleri Başkanı'nın kararını kabul edeceklerine göre, Amerika Cumhurbaşkanı'nın bu görevi kabul edebilmesi için, önce söz konusu tarafların bu antlaşmayı imza etmeleri gerekir, şeklindeydi16. Başka bir deyişle, Başkan Wilson, Türkiye barışı imzalanmadıkça ve 89'uncu madde ile sınırların çizimi görevi veya "hakemliği"nin kendisine verilmesi "resmileşmedikçe", sınırların çizimi konusunda herhangi bir taahhüde girmek istemiyordu.
Bilindiği gibi, 10 Ağustos 1920'de İstanbul Hükümeti Sevres Antlaşması'nı imza etti ve aynı anda da, hatta daha Mayıs ayında, bu antlaşma Ankara Hükümeti, yani T.B.M.M. Hükümeti tarafından geçersiz ilân edildi. Fakat bütün bunların, Amerika'yı veya Başkan Wilson'ı etkilemediği görülüyor.
Lâkin, Sevres Antlaşması'na karşı Anadolu'da uyanan millî duygular ve Ankara'daki millî hükümet tarafından gösterilen tepkiler, işin başından beri Türkiye ile ilgili gelişmeleri, Waşington'dan çok daha farklı bir şekilde değerlendiren, Amerika'nın İstanbul'daki Yüksek Komiseri Amiral Bristol'ü, Waşington'u ciddi bir şekilde uyarma ihtiyacına sevketmiş görünüyor, Amiral Bristol'ün Waşington'a 18 Eylül 1920'de gönderdiği telgraf, özellikle Ermenistan konusunda şu noktaları vurgulamaktaydı [5]:
"Şu hususu kesin olarak belirtmek gerekir ki, Ermenistan'a (Anadolu'dan) toprak verilmesine karşı Doğu Anadolu vilâyetlerinde oluşan tepkiler, şimdiye kadar olduğundan çok daha acı ve kuvvetlidir. Ermenistan'a bırakılan toprakları, Türklerin, kuvvet zoru olmaksızın bırakacaklarına hiç kimse inanmamaktadır. Türklerin çok geniş bir çoğunluğunu temsil eden Milliyetçiler, İstanbul Hükümeti tarafından imza edilen anlaşmayı tanımamaktadırlar" ve çok muhtemeldir ki, Müttefikler, Yunanistan vasıtasıyla, bu anlaşmayı Türklere kabul ettirmeye zorlayacaklardır. Türkiye barışı, Ermenistan'a, Türkiye'nin, Başkan'ın hakemliği ile tespit edilecek doğu vilayetlerini vermektedir. Bu bölgelerde bugün fiilen Ermeniler yoktur ve Erivan "daki Ermenileri bu bölgelere yerleştirmek, yeterli koruma sağlanmadığı takdirde, karışıklıkların ortaya çıkması sonucunu verecektir".
Amiral Bristol'un bu son derece isabetli değerlendirmesi, Amerikan Hükümeti ve Başkan Wilson üzerinde tamamen etkisiz kaldığı gibi, Sevres Antlaşması'na ve Amerika'ya güvenen Rusya Ermenistam, 4 Ekim 192ü'de Türkiye'ye savaş ilân etti. Gürcistan da Ermenistan'ı destekleyeceğini bildirdi [6].
Amiral Bristol'un İstanbul'dan Waşington'a gönderdiği uyarıların, Başkan Wilson üzerinde hiç bir etkisi olmadığı anlaşılıyor. Çünkü, Başkan Wilson'ın, "önce Türkiye ile barış imzalansın" şartı üzerine, Barış Konferansı'nın Genel Sekreterliği, ilk defa olarak ve Sevres Antlaşması'nın imzasından iki ay sonra, Sevres Antlaşması'nın tam metnini, Amerika'ya vermiştir[7]. Verirken de, Sevres Antlaşması'nın 89. maddesinin, Amerika Cumhurbaşkanı'na, hem Ermenistan'ın sınırlarını çizme, hem Ermenistan'ın denize çıkmasının sağlanması ve hem de Ermenistan ile Türkiye arasındaki sınırda "gayrı askerî bölge"nin tesbiti görevini verdiği belirtilmekteydi.
Yaklaşık bir ay sonra, Amerikan Dışişleri Bakanlığı, Paris Büyükelçiliği vasıtasıyla, Başkan Wilson'ın, Ermenistan sınırları hakkında hazırlayıp, Müttefik Devletler Yüksek Konseyi'ne hitaben kaleme aldığı raporunu, söz konusu Konsey Başkanlığı'na sundu[8].
Wilson'ın Ermenistan sınırlarının çizimine ait raporunu ele almayı, yazımızın sonuna bırakarak, raporun Yüksek Konsey'e sunulmasından sonra ortaya çıkan bazı ilginç gelişmelere değinmek istiyoruz.
Başkan Wilson, 30 Kasım 1920 tarihinde Milletler Cemiyeti Konseyi Başkanı'na gönderdiği bir telgrafta[9], Ermenistan üzerinde bir Amerikan mandası tesisi teklifi, Amerikan Senatosu tarafından reddedilmiş olmakla beraber, Amerikan halkının, Ermenistan'ın kaderi ile çok yakından ilgilendiğini, fakat şu anda Ermenistan'a yardım bakımından Amerikan askerini kullanma yetkisine sahip olmadığını, ekonomik yardımın ise, yine Senato'nun kararına bağlı bulunduğunu, fakat bu karar konusunda şimdiden bir tahminde bulunamayacağını söylemiştir. Başkan Wilson, Senato'nun kesin muhalefetine rağmen, Ermenistan'a yardım için elinden gelen her türlü çabayı harcamaya kararlı görünüyordu.
Ne var ki, Wilson'ın Milletler Cemiyeti Konseyi Başkanı'na bu telgrafı gönderdiği, aynı 30 Kasım 1920 günü, İstanbul'daki Yüksek Komiser Amiral Bristol, 1 Aralık sabahı Waşington'a ulaşuğı anlaşılan telgrafında[10] şunları yazıyordu:
Ermenistan konusunun artık bittiği bildirilmektedir. Kars ve Gümrü'deki Ermeni kuvveden, çok üstün olmalarına rağmen, hezimete uğratılmış ve bir çok noktalarda Ermeni kuvvetleri kaçmıştır ("ran away"). Türkler Iğdır'ı ele geçirmiş olup, Aralık'tan bir kaç mil mesafede bulunmaktadır... Bir barış antlaşması müzakere edilmektedir. Türk hattı dahilindeki Amerikalıların güvenlikte olduğu bildirilmektedir. Bolşevikler ve Milliyetçi Türkler anlaşma içinde bulunuyor. Gümrü ve Kars'ın Ermeniler tarafından tekrar ele geçirildiğine dair haberler doğru değildir ve Ermenilerin bu iki şehri geri almaları ihtimali de mevcut değildir".
Tiflis'teki Amerikan Konsolosu Moser de, 4 aralık 1920 sabahı Waşington'a gönderdiği telgrafında şöyle demekteydi[11]:
Erivan'da resmen açıklandığına göre, Ermenistan bir Sovyet Cumhuriyeti olarak ilân edilmiştir... Sovyet Rusya Büyükelçisi'nin söylediğine göre, Sovyetler bu yeni Sovyet Cumhuriyed'ni resmen tanımışlardır. Bir hafta önce kurulan Ermeni hükümetinin devrilmesinin arkasından, Bakû'den gelen Rus kuvvetleri, Ermenistan'ın sınır bölgelerini işgale başlamıştır. Rusya bu harekâtı, Bakû'deki Ermeni Bolşevik Komitesi'nin isteği üzerine yapmıştır. Türkiye ile Ermenistan arasındaki barış müzakereleri sırasında, Gümrü'deki mahallî hükümet de Bolşeviklere katılmıştır..."
Bu gelişmeler karsısında Wilson'ın çizdiği Ermenistan haritasının havada kalması bir yana, Ermenistan'da bu gelişmeler olurken, "bağımsız Ermenistan"ın sınırlarının çizildiğinin açıklanması, hem Amerika ve hem de Müttefikler'in prestijine ağır bir darbe teşkil edecek ve bir "skandal" olacaktı. Bu sebeple, İngiltere hemen harekete geçerek, Wilson'dan, bu sınırların kamuoyuna duyurulmasının durdurulmasını istemiş ve Wilson da, çizmiş olduğu Ermenistan sınırlarını açıklamaktan vazgeçmiştir[12]. Böylece Wilson'ın çizmiş olduğu Ermenistan haritası, tarihin arşivine girecek bir belge niteliğini muhafazaya mahkûm olmaktaydı.
Wilson'ın, Ermenistan sınırlarını çizen raporuna gelince[13]: Rapor 22 Kasım 1920 tarihli olup, iki kısımdır. Raporun birinci kısmında Wilson, sınırları, yani Türkiye-Ermenistan sınırlarını çizerken, veya daha doğru bir deyişle bir kısım Türk topraklarını Ermenilere hediye ederken, hangi esas ve ilkeleri gözönünde tuttuğunu uzunca bir şekilde belirtmekte, ve ikinci kısımda ise, çizmiş olduğu sınırların geçtiği yerleri ve mevkileri, gayet ayrıntılı bir şekilde açıklamaktadır.
Bu yazımıza ek olarak verdiğimiz ve Başkan Woodrow Wilson tarafından çizildiği belirtilen ve onun imzasını taşıyan haritanın altındaki nottan, bu haritanın, Amerikan Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı tarafından, Amerikan Dışişleri Bakanlığı ile işbirliği yapılarak hazırlandığı ve bunun için de General Harbord'ın verdiği bilgilerden ve Türk Genelkurmayı'nın kullandığı 1/200.000 ölçekli harita ile, Almanların savaş sırasında yaptıkları 1/400.000 ölçekli haritalarla, İran ve Kafkaslara ait 1/1.000.000 ölçekli İngiliz haritalarından yararlandığı anlaşılmaktadır.
Wilson'ın gözönünde tuttuğunu söylediği ilke ve esasları şu şekilde özetleyebiliriz:
Sevres Antlaşması'nın 89'uncu maddesi, Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis vilâyetlerinin Ermenistan'a verilmesini öngördüğünden, sınırın çiziminde de bu dört vilâyet gözönünde tutulmuştur.
Kendi ifadesine göre, Wilson, Ermeni halkının çıkarlarına, en iyi şekilde hizmet etme endişesini taşımakla beraber, bitişik bölgelerdeki Türk, Kürt, Rum, v.s. halklara karşı da gayet adaletli davranmaya özen göstermiş.
Söz konusu dört vilâyet Ermenistan sınırları içine alınırken, sınırın çiziminde etnik yapı dikkate alınmamıştır. Çünkü bu dört vilâyette halklar, çeşidi sebeplerden, birbirine karışmıştır.
Keza, dört vilâyeti kapsayacak sınır çizilirken, "yeterli tebiî sınırlar" ve yeni devletin "coğrafi ve ekonomik vahdeti"nin asgari gerekleri gözönünde tutulmuştur.
Ermenilerin, Türklerin, Kürtlerin ve Rumların toprak isteklerini birbiriyle çatışması durumunda, Wilson, "müstakbel Ermeni Devletinin bir ekonomik hayata sahip olması" ilkesini, kesin bir faktör olarak tercih ettiğini belirtmektedir.
Sınır boyunca, Türkler ve Kürtlerle meskûn dağ ve vadilerin Türkiye'ye bırakılmasına çalışılmakla beraber, "ticaret merkezlerinin Ermenistan tarafına aktarılmasına" önem verilmiştir.
"Ermeni şehirleri (!) olan Bitlis ve Muş" un güneyinden geçen sınır çizgisi, Hakkâri ve Siirt sancakları ile, Van vilâyetinin hemen yansını Türkiye'ye bırakmıştır. Wilson için bunun gerekçesi de Siirt ve Hakkâri nüfusunun çoğunluğunun Kürt olması imiş.
Wilson, ilkeleri arasında, "Pontus Rumları" nın isteklerini de unutmadığını belirtmektedir. Zira, Pontus Rumlan, 1920 Marü'nda Londra'da yapılan Müttefikler Yüksek Konseyi toplantısına bir memorandum sunarak, Rumlarla meskûn Karadeniz kıyı bölgesinin bütünlüğünün korunmasını ve Rize'den Sinop'un batısına kadar olan bölgeye özerklik verilmesini istemişler. Lâkin, Wilson'a, Karadeniz kıyıları bakımından, sadece Trabzon vilâyeti için yetki verildiğinden, Karadeniz kıyılarının diğer kısımları için herhangi bir teklif yetkisi yokmuş. (Yani, teklif yetkisi verilse imiş, Rize'den Sinop'un batısına kadar olan Karadeniz kıyılarını da Rumlara vereceği anlaşılıyor).
Diğer taraftan Wilson, Trabzon'un nüfus çoğunluğunun Müslüman (Yani Türk) olduğunu, Trabzon'daki Ermeni nüfusun Rumlardan da az olduğunu belirtiyor, fakat, Ermenistan'ın Trabzon'dan denize çıkması hususunun en geniş şekilde ve Ermenistan'ın gelişmesini sağlayacak nitelikte olmasını istemekteydi. Bundan dolayıdır ki, Wilson, Giresun şehrinin doğusuna kadar olan, Anadolu'nun Doğu Karadeniz kıyılarını veriyordu. Ermenistan'a, denize çıkışını sağlamak için sadece Trabzon limanı değil, Anadolu'nun Karadeniz kıyılarının yaklaşık dörtte biri verilmekteydi. Wilson açısından, bunun gerekçesi de Ermenistan'ın ekonomik gelişmesinin sağlanmasıydı.
Bu surede, Wilson'ın, "gayet adaletli" davrandığı iddiasını kabul etmek için, insanın bütün gerçekleri ters-yüz etmesi gerekiyordu.
Yine, görüldüğü gibi, sınır çiziminde Wilson'ın gözönünde tuttuğu temel ilke ve esas, sadece ve sadece, Ermenistan'ın çıkarları idi. Başka bir deyişle, "her şey Ermenistan'a" ilkesi, sınır çizminin ana unsurunu teşkil etmekteydi. Dolayısıyla, Wilson'ın meşhur "milliyetler ilkesi" de tam anlamı ile bir komediye dönüşüyordu. Zaman zaman, "milliyetler ilkesi" ne ağırlık verir gibi görünmesine rağmen, çizdiği sınırların, gerçekten milliyetler ilkesine ne derece uygun düştüğü çok tartışma götürür. Meselâ Wilson, Sevres Antlaşması'nın, söz konusu dört vilâyetimizi Ermenistan'a vermesinin gerekçe ve mantığını, milliyetler ilkesi açısından hiç tartışmamış, sadece Ermeni iddialarını kendisine dayanak yapmıştır. Bitlis ve Muş'un "Ermeni" şehirleri olduğunu söylüyor, fakat bu iddiasını rakamlara ve belgelere dayandırmaktan kaçmıştır. Tarih hocalığı yapan ve 1890'da Princeton Üniversitesi'nden Profesör unvanını alan, yani güya bilim adamı olan bu zat, Ermeni propagandası ağzı ile, Bitlis ve Muş'un "Ermeni" şehirleri olduğunu söyleyip işin içinden sıyrılıveriyor. Herhalde, "milliyetler ilkesi"nin ciddi ve bilimsel uygulaması bu değildir.
Belirttiğimiz gibi ve kendisinin de raporunda sık sık kullandığı bir ifade ile, "Ermenistan'ın istikbâli ve ekonomik gelişmesi" endişesi, Wilson için, her türlü ilkenin önüne geçmiştir. Bir halde ki, Wilson, "Bağımsız Ermenistan'ın kurucu babası olmayı, siyasî kariyerinin en büyük hedefi ve ihtirası haline getirmiş görünmekteydi.
İlkeler ve esaslar konusunda belirtilmesi gereken son bir nokta da, Ermenistan sınırının çizilmesi dolayısıyla, yine Sevres'in 89'uncu maddesi ile, bir de Osmanlı Devleti (Türkiye) tarafında, "gayrı askerî bir bölgenin sınırlarının çizilmesi görevinin de Wilson'a verilmiş olmasıydı.
Wilson bu işe girişmemiştir. Gerekçesi ise, gayrı askerî bölge tesis etmenin, karmaşık tedbir ve düzenlemeleri gerektirmesiydi. (Şüphesiz bu, Ermenistan'a gelişigüzel toprak vermek gibi olmayacaktı). Bu ise Wilson'a göre, hem pratik değil ve hem de gereksizdi. Zira, Sevres Antlaşması'nın 177'nci maddesi, Türkiye'ye bırakılan topraklardaki bütün "kalelerin" ("existing forts") silahsızlandırılmasını öngördüğü gibi, bir "karışıklık" (yani bir Türk saldırısı) halinde, Müttefiklere müdahale hakkı veriyordu. Bunun için de bir Müttefiklerarası Kontrol Komisyonu kurulacaktı. Bu sebeplerden dolayı, Wilson'a göre, ayrıca bir de "gayrı askerî bölge" tesisine gerek yoktu.
Burada Wilson'ın peşin hükümlü ve peşin kararlı tutumu bir kere daha ortaya çıkmaktadır. "Gayrı askerî bölge" tesisi, Sevres Antlaşması'nın bir hükmü ve Ermenistan sınırlarının çizilmesiyle birlikte kendisinin hakemliğine, dolayısıyla görevine havale edilmiş bir husus olduğu halde, Wilson kendi takdiri ile bu konuyu bertaraf ediyor, fakat Bitlis ve Muş'un "Ermeni" olduğunu ileri sürerken ve Trabzon'da ancak bir avuç Ermeni bulunduğu halde, burasını da Ermenistan'a verirken, bütün bu hususları tarafsız bir analizden geçirerek, Sevres Antlaşması'nın mantıksızlığını tartışmaya yanaşmıyordu.
Wilson Raporu'nun ikinci kısmı, doğrudan doğruya sınırı ayrıntılı bir şekilde çizmekteydi. Raporun bu kısımının tercümesini vermek yerine, faksimilesini vermeyi tercih etük. Zira, Rapor'un sınır çizimine ait kısmında, bir çok köyler, yerleşimler ve fizikî coğrafya isimleri, o zamanki şekliyle yer almaktadır ve bunlardan bazılarının bugünkü isimlerini ve Rapor'daki telâffuzlarından o zamanki isimlerini dahi tespit etmek kolay değildir.
Nihayet, bu belgeler Türk Tarih'in birer kalıntısından ibarettir. Bizim burada asıl vurgulamak istediğimiz, Büyük Atatürk'ün başlattığı Türk Millî Mücadelesi'nin ve Millî Devlet kurma çabasının daha başlangıcında, Amerika'nın Türk Milleti'ne karşı tutumunu ortaya koymak ve bu tutumdan, günümüze bazı ışıklar getirmektir.
Bununla beraber, incelememizin sonuna, yine Amerikan belgeleri arasında yayınlanan ve Doğu Anadolu topraklarımızdan Ermenistan'a verilen, yani Türk Vatanı'ndan koparılmak istenen toprakları gösteren bir haritayı da koyduk[14]. Belgelerde, çizilen sınırın çok daha ayrıntılı bir haritasından söz edilmekte ise de, bu harita belgeler arasında yayınlanmamıştır[15].
Dipnotlar:
1 - Pratik görünmüyor, çünkü Fransızlar, 1919 Eylülü'nde İskenderun ve Mersin'e 12.000 kişilik bir kuvvet çıkararak Kilikya'yı kontrol alana almışlardı. Bu olay Amerika'yı şaşkına çevirdi. Çünkü, sanılmıştı ki, Fransızlar, bu bölgeleri Ermenistan için işgal etmekteydiler. Halbuki, bu sırada Fransa, Ermenistan'ı kurtarmak için Batum, v.s. ye asker gönderemeyeceğini söylemekteydi. Bak.: Papers....1920/111, p. 840; ayrıca bak.: Evans, adı geçen eser, p. 185.
2 - Amerika Dışişleri Bakanlığı'ndan Paris Büyûkelçiliği'ne 17 Mayıs 1920 günlü telgraf,
aynı kaynak, p. 783.
3 - Memorandumun metni: Papers....l920/III, p. 784-785.
4 - Waşinton'daki İngiliz Büyükeçiliği'nden Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na 6 Ağustos 1920 günlü nota, aynı kaynak, p. 787.
5 - Amerikan Dışişleri Bakanlığı'ndan İngiltere Büyükelçiliği'ne 13 Ağustos 1920 tarihli
nota, aynı kaynak, p. 787-788.
6 - Yüksek Komiser Bristol'den Waşington'a İS Eylül 1920 günlü telgraf, Papers...l920/III, p. 788.
7 - Amiral Bristol'un Dışişleri Bakanlığı'na 10 Ekim 1920 günlü telgrafı, aynı kaynak, p. 788- 789.
8 - Paris Büyükelçiliği'nden Dışişleri Bakanlığı'na 18 Ekim 1920 günlü telgraf, aynı kaynak, p. 789.
9 - Amerikan Dışişleri Bakanı'ndan Paris Büyükelçisi'ne 24 Kasım 1920 günlü telgraf
Papers...l920/III, p. 789-790.
10 - Telgrafın metni: aynı kaynak, p. 804-305.
11 - Telgrafın metni: aynı kaynak, p. 805.
12 - Telgrafın metni: aynı kaynak, p. 806-807. Bu telgraf Waşington'a 11 Aralık'ta ulaşmıştır. u Bak.: Papers...1920/111, p. 807-808.
13 - Raporun tam metni: aynı kaynak, p. 790-804.
14 - İncelememizin sonunda verdiğimiz harita: Papers...l920/IWün. sonunda yayınlanmıştır.
15 - Bak.: papeı?...1920/III, p. 790, 51 no.lu not.
hhtp://www.heddam.com
Bu mesaja göre, Milletler Cemiyeti Konseyi, Müttefikler Yüksek Konseyi'ne başvurup, Ermenistan ile en fazla ilgilenen devletin kim olduğunu ve Ermenistan'ın bağımsızlık ve güvenliği için bu devletin neler yapabileceğini sormuş, imiş. Başta İngiltere'nin oynamak istediği basit oyunun, bizim dilimizdeki en hafif nitelendirmesi "tecahül-i arifane" dir.
Yine bu mesaja göre, Başkan Wilson'ın şimdiye kadar Ermenistan konusunda yaptığı çeşidi konuşmaları ve Amerikan Dışişleri Bakanı Colby'nin kullandığı deyimle "uygar dünyanın istek ve beklentileri" dolayısıyla, şimdi Yüksek Konsey Ermenistan mandasını Amerika'nın kabul edip etmeyeceğini soruyordu.
San Remo, bu kadarla da yetinmeyip, Ermenistan konusunda bir takım görüşler de belirtiyordu: Amerika şimdiye kadar hep "geniş" bir Ermenistan ilkesini savunmuştur. Bununla beraber, Kilikya'yı (Çukurova) Ermenistan'a vermek pratik bir yol görünmüyor[1]. Bu durumda, Ermenistan'a, Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis vilâyetlerinin verilmesi söz konusu olmakla beraber, önce Amerika'nın Ermenistan mandasını kabul etmesi ve ikinci olarak da bu bağımsız Ermenistan'ın sınırlarının Amerika Birleşik Devlederi Başkanı tarafından çizilmesi istenmekteydi.
Kısacası, Müttefîkler'in Osmanlı Devleti yerine bir "Ermenistan Devleti"ni ikame etmek isterlerken, bu işin, badireleri ve sonuçlan ile, bütün yükünü Amerika'nın sırtına yüklemeye çalıştıkları apaçık belliydi. Şunu da belirtelim ki, General Harbord'ın, bir "Bağımsız Ermenistan" mandasının ne denli sorunlar ortaya çıkaracağı hakkındaki raporu da, müttefiklerin elindeydi.
Nitekim, Yüksek Konsey'in kararına göre, Ermenistan sorunu yine de bu kadarla bitmiyordu. Türkiye ile barış imza edilir edilmez, Ermenistan'ın dış saldırılara karşı savunulması için gerekli askerî kuvvet ve ayrıca düzenli bir yönetim için malî yardım söz konusu olacaktı. Yani, Amerika, Ermenistan mandasını kabul ettiği takdirde, bu iki yükü de sırtlamak zorundaydı.
Yine Yüksek Konsey'e göre, Amerika'nın bu hususta acele karar vermesi gerekmiyordu. Ama Ermenistan halkı da büyük bir bekleyiş ve endişe içindeydi..
Müttefiklerin 27 Nisan mesajına, Amerika 17 Mayıs 1920'de cevap verdi ve bu cevapta "Ermenistan mandası" hakkında tek kelime mevcut değildi. Sadece, Amerika Cumhurbaşkanı'nın, Ermenistan'ın sınırları konusunda "hakem" olmayı ("to act as arbiter") kabul ettiği bildiriliyordu[2].
Söz konusu telgrafta Ermenistan mandası hakkında herhangi bir ifadenin bulunmamasının sebebi, bir yandan Amerikan Senatosu'nun bu konudaki olumsuz havası, diğer yandan da, Yüksek Konsey'in 27 Nisan 1920 günlü mesajı üzerine, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın, Harbiye Bakanlığı'na, Ermenistan mandası hakkındaki görüşünü sormasıydı. Harbiye Bakanı Baker'ın Dışişleri Bakanı Colby'ye gönderdiği 2 Haziran 1920 tarihli memoranduma göre[3], General Harbord, her ne kadar raporunda, Ermenistan mandası için 59.000 kişilik bir Amerikan kuvvetini gerekli görmüş ise de, bu miktar % 50 oranında azalülabilirdi ve Ermenistan'ın dış saldırılara karşı korunması için 27.000 kişilik bir Amerikan kuvveti yeterli olabilirdi. Ne var ki, Ermenistan'ın dış saldırılara karşı korunması evvelâ Milletler Cemiyeti'nin göreviydi ve ikinci olarak da, Bolşeviklerin şu anda Kafkaslar'da yarattığı tehlike dolayısıyla bu kadar bir Amerikan kuvvetinin orada bulundurulması pratik bir formül değildi. Bolşevikler Bakü'yü işgal etmişlerdi ve gazete haberlerine göre de, Ermenistan topraklarına girmeye başlamışlardı.
Ağustos ayı geldiğinde, artık Amerika'nın "Ermenistan mandası" söz konusu değildi. Fakat, Amerika'nın Avrupalı Müttefikleri, şimdi Türkiye için hazırlanmış olan bu barış antlaşmasının imzasından önce, Ermenistan sınırlarının çizilmesi işinin Amerika Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilip edilmediğini öğrenmek istediler[4].
Amerika'nın bu isteğe cevabı, hazırlanan barış antlaşmasının (yani Sevres Andaşması) 89'uncu maddesine göre, "Türkiye, Ermenistan ve diğer Yüksek Akit Taraflar", Ermenistan sınırlarının çizilmesi hususunda Amerika Birleşik Devletleri Başkanı'nın kararını kabul edeceklerine göre, Amerika Cumhurbaşkanı'nın bu görevi kabul edebilmesi için, önce söz konusu tarafların bu antlaşmayı imza etmeleri gerekir, şeklindeydi16. Başka bir deyişle, Başkan Wilson, Türkiye barışı imzalanmadıkça ve 89'uncu madde ile sınırların çizimi görevi veya "hakemliği"nin kendisine verilmesi "resmileşmedikçe", sınırların çizimi konusunda herhangi bir taahhüde girmek istemiyordu.
Bilindiği gibi, 10 Ağustos 1920'de İstanbul Hükümeti Sevres Antlaşması'nı imza etti ve aynı anda da, hatta daha Mayıs ayında, bu antlaşma Ankara Hükümeti, yani T.B.M.M. Hükümeti tarafından geçersiz ilân edildi. Fakat bütün bunların, Amerika'yı veya Başkan Wilson'ı etkilemediği görülüyor.
Lâkin, Sevres Antlaşması'na karşı Anadolu'da uyanan millî duygular ve Ankara'daki millî hükümet tarafından gösterilen tepkiler, işin başından beri Türkiye ile ilgili gelişmeleri, Waşington'dan çok daha farklı bir şekilde değerlendiren, Amerika'nın İstanbul'daki Yüksek Komiseri Amiral Bristol'ü, Waşington'u ciddi bir şekilde uyarma ihtiyacına sevketmiş görünüyor, Amiral Bristol'ün Waşington'a 18 Eylül 1920'de gönderdiği telgraf, özellikle Ermenistan konusunda şu noktaları vurgulamaktaydı [5]:
"Şu hususu kesin olarak belirtmek gerekir ki, Ermenistan'a (Anadolu'dan) toprak verilmesine karşı Doğu Anadolu vilâyetlerinde oluşan tepkiler, şimdiye kadar olduğundan çok daha acı ve kuvvetlidir. Ermenistan'a bırakılan toprakları, Türklerin, kuvvet zoru olmaksızın bırakacaklarına hiç kimse inanmamaktadır. Türklerin çok geniş bir çoğunluğunu temsil eden Milliyetçiler, İstanbul Hükümeti tarafından imza edilen anlaşmayı tanımamaktadırlar" ve çok muhtemeldir ki, Müttefikler, Yunanistan vasıtasıyla, bu anlaşmayı Türklere kabul ettirmeye zorlayacaklardır. Türkiye barışı, Ermenistan'a, Türkiye'nin, Başkan'ın hakemliği ile tespit edilecek doğu vilayetlerini vermektedir. Bu bölgelerde bugün fiilen Ermeniler yoktur ve Erivan "daki Ermenileri bu bölgelere yerleştirmek, yeterli koruma sağlanmadığı takdirde, karışıklıkların ortaya çıkması sonucunu verecektir".
Amiral Bristol'un bu son derece isabetli değerlendirmesi, Amerikan Hükümeti ve Başkan Wilson üzerinde tamamen etkisiz kaldığı gibi, Sevres Antlaşması'na ve Amerika'ya güvenen Rusya Ermenistam, 4 Ekim 192ü'de Türkiye'ye savaş ilân etti. Gürcistan da Ermenistan'ı destekleyeceğini bildirdi [6].
Amiral Bristol'un İstanbul'dan Waşington'a gönderdiği uyarıların, Başkan Wilson üzerinde hiç bir etkisi olmadığı anlaşılıyor. Çünkü, Başkan Wilson'ın, "önce Türkiye ile barış imzalansın" şartı üzerine, Barış Konferansı'nın Genel Sekreterliği, ilk defa olarak ve Sevres Antlaşması'nın imzasından iki ay sonra, Sevres Antlaşması'nın tam metnini, Amerika'ya vermiştir[7]. Verirken de, Sevres Antlaşması'nın 89. maddesinin, Amerika Cumhurbaşkanı'na, hem Ermenistan'ın sınırlarını çizme, hem Ermenistan'ın denize çıkmasının sağlanması ve hem de Ermenistan ile Türkiye arasındaki sınırda "gayrı askerî bölge"nin tesbiti görevini verdiği belirtilmekteydi.
Yaklaşık bir ay sonra, Amerikan Dışişleri Bakanlığı, Paris Büyükelçiliği vasıtasıyla, Başkan Wilson'ın, Ermenistan sınırları hakkında hazırlayıp, Müttefik Devletler Yüksek Konseyi'ne hitaben kaleme aldığı raporunu, söz konusu Konsey Başkanlığı'na sundu[8].
Wilson'ın Ermenistan sınırlarının çizimine ait raporunu ele almayı, yazımızın sonuna bırakarak, raporun Yüksek Konsey'e sunulmasından sonra ortaya çıkan bazı ilginç gelişmelere değinmek istiyoruz.
Başkan Wilson, 30 Kasım 1920 tarihinde Milletler Cemiyeti Konseyi Başkanı'na gönderdiği bir telgrafta[9], Ermenistan üzerinde bir Amerikan mandası tesisi teklifi, Amerikan Senatosu tarafından reddedilmiş olmakla beraber, Amerikan halkının, Ermenistan'ın kaderi ile çok yakından ilgilendiğini, fakat şu anda Ermenistan'a yardım bakımından Amerikan askerini kullanma yetkisine sahip olmadığını, ekonomik yardımın ise, yine Senato'nun kararına bağlı bulunduğunu, fakat bu karar konusunda şimdiden bir tahminde bulunamayacağını söylemiştir. Başkan Wilson, Senato'nun kesin muhalefetine rağmen, Ermenistan'a yardım için elinden gelen her türlü çabayı harcamaya kararlı görünüyordu.
Ne var ki, Wilson'ın Milletler Cemiyeti Konseyi Başkanı'na bu telgrafı gönderdiği, aynı 30 Kasım 1920 günü, İstanbul'daki Yüksek Komiser Amiral Bristol, 1 Aralık sabahı Waşington'a ulaşuğı anlaşılan telgrafında[10] şunları yazıyordu:
Ermenistan konusunun artık bittiği bildirilmektedir. Kars ve Gümrü'deki Ermeni kuvveden, çok üstün olmalarına rağmen, hezimete uğratılmış ve bir çok noktalarda Ermeni kuvvetleri kaçmıştır ("ran away"). Türkler Iğdır'ı ele geçirmiş olup, Aralık'tan bir kaç mil mesafede bulunmaktadır... Bir barış antlaşması müzakere edilmektedir. Türk hattı dahilindeki Amerikalıların güvenlikte olduğu bildirilmektedir. Bolşevikler ve Milliyetçi Türkler anlaşma içinde bulunuyor. Gümrü ve Kars'ın Ermeniler tarafından tekrar ele geçirildiğine dair haberler doğru değildir ve Ermenilerin bu iki şehri geri almaları ihtimali de mevcut değildir".
Tiflis'teki Amerikan Konsolosu Moser de, 4 aralık 1920 sabahı Waşington'a gönderdiği telgrafında şöyle demekteydi[11]:
Erivan'da resmen açıklandığına göre, Ermenistan bir Sovyet Cumhuriyeti olarak ilân edilmiştir... Sovyet Rusya Büyükelçisi'nin söylediğine göre, Sovyetler bu yeni Sovyet Cumhuriyed'ni resmen tanımışlardır. Bir hafta önce kurulan Ermeni hükümetinin devrilmesinin arkasından, Bakû'den gelen Rus kuvvetleri, Ermenistan'ın sınır bölgelerini işgale başlamıştır. Rusya bu harekâtı, Bakû'deki Ermeni Bolşevik Komitesi'nin isteği üzerine yapmıştır. Türkiye ile Ermenistan arasındaki barış müzakereleri sırasında, Gümrü'deki mahallî hükümet de Bolşeviklere katılmıştır..."
Bu gelişmeler karsısında Wilson'ın çizdiği Ermenistan haritasının havada kalması bir yana, Ermenistan'da bu gelişmeler olurken, "bağımsız Ermenistan"ın sınırlarının çizildiğinin açıklanması, hem Amerika ve hem de Müttefikler'in prestijine ağır bir darbe teşkil edecek ve bir "skandal" olacaktı. Bu sebeple, İngiltere hemen harekete geçerek, Wilson'dan, bu sınırların kamuoyuna duyurulmasının durdurulmasını istemiş ve Wilson da, çizmiş olduğu Ermenistan sınırlarını açıklamaktan vazgeçmiştir[12]. Böylece Wilson'ın çizmiş olduğu Ermenistan haritası, tarihin arşivine girecek bir belge niteliğini muhafazaya mahkûm olmaktaydı.
Wilson'ın, Ermenistan sınırlarını çizen raporuna gelince[13]: Rapor 22 Kasım 1920 tarihli olup, iki kısımdır. Raporun birinci kısmında Wilson, sınırları, yani Türkiye-Ermenistan sınırlarını çizerken, veya daha doğru bir deyişle bir kısım Türk topraklarını Ermenilere hediye ederken, hangi esas ve ilkeleri gözönünde tuttuğunu uzunca bir şekilde belirtmekte, ve ikinci kısımda ise, çizmiş olduğu sınırların geçtiği yerleri ve mevkileri, gayet ayrıntılı bir şekilde açıklamaktadır.
Bu yazımıza ek olarak verdiğimiz ve Başkan Woodrow Wilson tarafından çizildiği belirtilen ve onun imzasını taşıyan haritanın altındaki nottan, bu haritanın, Amerikan Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı tarafından, Amerikan Dışişleri Bakanlığı ile işbirliği yapılarak hazırlandığı ve bunun için de General Harbord'ın verdiği bilgilerden ve Türk Genelkurmayı'nın kullandığı 1/200.000 ölçekli harita ile, Almanların savaş sırasında yaptıkları 1/400.000 ölçekli haritalarla, İran ve Kafkaslara ait 1/1.000.000 ölçekli İngiliz haritalarından yararlandığı anlaşılmaktadır.
Wilson'ın gözönünde tuttuğunu söylediği ilke ve esasları şu şekilde özetleyebiliriz:
Sevres Antlaşması'nın 89'uncu maddesi, Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis vilâyetlerinin Ermenistan'a verilmesini öngördüğünden, sınırın çiziminde de bu dört vilâyet gözönünde tutulmuştur.
Kendi ifadesine göre, Wilson, Ermeni halkının çıkarlarına, en iyi şekilde hizmet etme endişesini taşımakla beraber, bitişik bölgelerdeki Türk, Kürt, Rum, v.s. halklara karşı da gayet adaletli davranmaya özen göstermiş.
Söz konusu dört vilâyet Ermenistan sınırları içine alınırken, sınırın çiziminde etnik yapı dikkate alınmamıştır. Çünkü bu dört vilâyette halklar, çeşidi sebeplerden, birbirine karışmıştır.
Keza, dört vilâyeti kapsayacak sınır çizilirken, "yeterli tebiî sınırlar" ve yeni devletin "coğrafi ve ekonomik vahdeti"nin asgari gerekleri gözönünde tutulmuştur.
Ermenilerin, Türklerin, Kürtlerin ve Rumların toprak isteklerini birbiriyle çatışması durumunda, Wilson, "müstakbel Ermeni Devletinin bir ekonomik hayata sahip olması" ilkesini, kesin bir faktör olarak tercih ettiğini belirtmektedir.
Sınır boyunca, Türkler ve Kürtlerle meskûn dağ ve vadilerin Türkiye'ye bırakılmasına çalışılmakla beraber, "ticaret merkezlerinin Ermenistan tarafına aktarılmasına" önem verilmiştir.
"Ermeni şehirleri (!) olan Bitlis ve Muş" un güneyinden geçen sınır çizgisi, Hakkâri ve Siirt sancakları ile, Van vilâyetinin hemen yansını Türkiye'ye bırakmıştır. Wilson için bunun gerekçesi de Siirt ve Hakkâri nüfusunun çoğunluğunun Kürt olması imiş.
Wilson, ilkeleri arasında, "Pontus Rumları" nın isteklerini de unutmadığını belirtmektedir. Zira, Pontus Rumlan, 1920 Marü'nda Londra'da yapılan Müttefikler Yüksek Konseyi toplantısına bir memorandum sunarak, Rumlarla meskûn Karadeniz kıyı bölgesinin bütünlüğünün korunmasını ve Rize'den Sinop'un batısına kadar olan bölgeye özerklik verilmesini istemişler. Lâkin, Wilson'a, Karadeniz kıyıları bakımından, sadece Trabzon vilâyeti için yetki verildiğinden, Karadeniz kıyılarının diğer kısımları için herhangi bir teklif yetkisi yokmuş. (Yani, teklif yetkisi verilse imiş, Rize'den Sinop'un batısına kadar olan Karadeniz kıyılarını da Rumlara vereceği anlaşılıyor).
Diğer taraftan Wilson, Trabzon'un nüfus çoğunluğunun Müslüman (Yani Türk) olduğunu, Trabzon'daki Ermeni nüfusun Rumlardan da az olduğunu belirtiyor, fakat, Ermenistan'ın Trabzon'dan denize çıkması hususunun en geniş şekilde ve Ermenistan'ın gelişmesini sağlayacak nitelikte olmasını istemekteydi. Bundan dolayıdır ki, Wilson, Giresun şehrinin doğusuna kadar olan, Anadolu'nun Doğu Karadeniz kıyılarını veriyordu. Ermenistan'a, denize çıkışını sağlamak için sadece Trabzon limanı değil, Anadolu'nun Karadeniz kıyılarının yaklaşık dörtte biri verilmekteydi. Wilson açısından, bunun gerekçesi de Ermenistan'ın ekonomik gelişmesinin sağlanmasıydı.
Bu surede, Wilson'ın, "gayet adaletli" davrandığı iddiasını kabul etmek için, insanın bütün gerçekleri ters-yüz etmesi gerekiyordu.
Yine, görüldüğü gibi, sınır çiziminde Wilson'ın gözönünde tuttuğu temel ilke ve esas, sadece ve sadece, Ermenistan'ın çıkarları idi. Başka bir deyişle, "her şey Ermenistan'a" ilkesi, sınır çizminin ana unsurunu teşkil etmekteydi. Dolayısıyla, Wilson'ın meşhur "milliyetler ilkesi" de tam anlamı ile bir komediye dönüşüyordu. Zaman zaman, "milliyetler ilkesi" ne ağırlık verir gibi görünmesine rağmen, çizdiği sınırların, gerçekten milliyetler ilkesine ne derece uygun düştüğü çok tartışma götürür. Meselâ Wilson, Sevres Antlaşması'nın, söz konusu dört vilâyetimizi Ermenistan'a vermesinin gerekçe ve mantığını, milliyetler ilkesi açısından hiç tartışmamış, sadece Ermeni iddialarını kendisine dayanak yapmıştır. Bitlis ve Muş'un "Ermeni" şehirleri olduğunu söylüyor, fakat bu iddiasını rakamlara ve belgelere dayandırmaktan kaçmıştır. Tarih hocalığı yapan ve 1890'da Princeton Üniversitesi'nden Profesör unvanını alan, yani güya bilim adamı olan bu zat, Ermeni propagandası ağzı ile, Bitlis ve Muş'un "Ermeni" şehirleri olduğunu söyleyip işin içinden sıyrılıveriyor. Herhalde, "milliyetler ilkesi"nin ciddi ve bilimsel uygulaması bu değildir.
Belirttiğimiz gibi ve kendisinin de raporunda sık sık kullandığı bir ifade ile, "Ermenistan'ın istikbâli ve ekonomik gelişmesi" endişesi, Wilson için, her türlü ilkenin önüne geçmiştir. Bir halde ki, Wilson, "Bağımsız Ermenistan'ın kurucu babası olmayı, siyasî kariyerinin en büyük hedefi ve ihtirası haline getirmiş görünmekteydi.
İlkeler ve esaslar konusunda belirtilmesi gereken son bir nokta da, Ermenistan sınırının çizilmesi dolayısıyla, yine Sevres'in 89'uncu maddesi ile, bir de Osmanlı Devleti (Türkiye) tarafında, "gayrı askerî bir bölgenin sınırlarının çizilmesi görevinin de Wilson'a verilmiş olmasıydı.
Wilson bu işe girişmemiştir. Gerekçesi ise, gayrı askerî bölge tesis etmenin, karmaşık tedbir ve düzenlemeleri gerektirmesiydi. (Şüphesiz bu, Ermenistan'a gelişigüzel toprak vermek gibi olmayacaktı). Bu ise Wilson'a göre, hem pratik değil ve hem de gereksizdi. Zira, Sevres Antlaşması'nın 177'nci maddesi, Türkiye'ye bırakılan topraklardaki bütün "kalelerin" ("existing forts") silahsızlandırılmasını öngördüğü gibi, bir "karışıklık" (yani bir Türk saldırısı) halinde, Müttefiklere müdahale hakkı veriyordu. Bunun için de bir Müttefiklerarası Kontrol Komisyonu kurulacaktı. Bu sebeplerden dolayı, Wilson'a göre, ayrıca bir de "gayrı askerî bölge" tesisine gerek yoktu.
Burada Wilson'ın peşin hükümlü ve peşin kararlı tutumu bir kere daha ortaya çıkmaktadır. "Gayrı askerî bölge" tesisi, Sevres Antlaşması'nın bir hükmü ve Ermenistan sınırlarının çizilmesiyle birlikte kendisinin hakemliğine, dolayısıyla görevine havale edilmiş bir husus olduğu halde, Wilson kendi takdiri ile bu konuyu bertaraf ediyor, fakat Bitlis ve Muş'un "Ermeni" olduğunu ileri sürerken ve Trabzon'da ancak bir avuç Ermeni bulunduğu halde, burasını da Ermenistan'a verirken, bütün bu hususları tarafsız bir analizden geçirerek, Sevres Antlaşması'nın mantıksızlığını tartışmaya yanaşmıyordu.
Wilson Raporu'nun ikinci kısmı, doğrudan doğruya sınırı ayrıntılı bir şekilde çizmekteydi. Raporun bu kısımının tercümesini vermek yerine, faksimilesini vermeyi tercih etük. Zira, Rapor'un sınır çizimine ait kısmında, bir çok köyler, yerleşimler ve fizikî coğrafya isimleri, o zamanki şekliyle yer almaktadır ve bunlardan bazılarının bugünkü isimlerini ve Rapor'daki telâffuzlarından o zamanki isimlerini dahi tespit etmek kolay değildir.
Nihayet, bu belgeler Türk Tarih'in birer kalıntısından ibarettir. Bizim burada asıl vurgulamak istediğimiz, Büyük Atatürk'ün başlattığı Türk Millî Mücadelesi'nin ve Millî Devlet kurma çabasının daha başlangıcında, Amerika'nın Türk Milleti'ne karşı tutumunu ortaya koymak ve bu tutumdan, günümüze bazı ışıklar getirmektir.
Bununla beraber, incelememizin sonuna, yine Amerikan belgeleri arasında yayınlanan ve Doğu Anadolu topraklarımızdan Ermenistan'a verilen, yani Türk Vatanı'ndan koparılmak istenen toprakları gösteren bir haritayı da koyduk[14]. Belgelerde, çizilen sınırın çok daha ayrıntılı bir haritasından söz edilmekte ise de, bu harita belgeler arasında yayınlanmamıştır[15].
Dipnotlar:
1 - Pratik görünmüyor, çünkü Fransızlar, 1919 Eylülü'nde İskenderun ve Mersin'e 12.000 kişilik bir kuvvet çıkararak Kilikya'yı kontrol alana almışlardı. Bu olay Amerika'yı şaşkına çevirdi. Çünkü, sanılmıştı ki, Fransızlar, bu bölgeleri Ermenistan için işgal etmekteydiler. Halbuki, bu sırada Fransa, Ermenistan'ı kurtarmak için Batum, v.s. ye asker gönderemeyeceğini söylemekteydi. Bak.: Papers....1920/111, p. 840; ayrıca bak.: Evans, adı geçen eser, p. 185.
2 - Amerika Dışişleri Bakanlığı'ndan Paris Büyûkelçiliği'ne 17 Mayıs 1920 günlü telgraf,
aynı kaynak, p. 783.
3 - Memorandumun metni: Papers....l920/III, p. 784-785.
4 - Waşinton'daki İngiliz Büyükeçiliği'nden Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na 6 Ağustos 1920 günlü nota, aynı kaynak, p. 787.
5 - Amerikan Dışişleri Bakanlığı'ndan İngiltere Büyükelçiliği'ne 13 Ağustos 1920 tarihli
nota, aynı kaynak, p. 787-788.
6 - Yüksek Komiser Bristol'den Waşington'a İS Eylül 1920 günlü telgraf, Papers...l920/III, p. 788.
7 - Amiral Bristol'un Dışişleri Bakanlığı'na 10 Ekim 1920 günlü telgrafı, aynı kaynak, p. 788- 789.
8 - Paris Büyükelçiliği'nden Dışişleri Bakanlığı'na 18 Ekim 1920 günlü telgraf, aynı kaynak, p. 789.
9 - Amerikan Dışişleri Bakanı'ndan Paris Büyükelçisi'ne 24 Kasım 1920 günlü telgraf
Papers...l920/III, p. 789-790.
10 - Telgrafın metni: aynı kaynak, p. 804-305.
11 - Telgrafın metni: aynı kaynak, p. 805.
12 - Telgrafın metni: aynı kaynak, p. 806-807. Bu telgraf Waşington'a 11 Aralık'ta ulaşmıştır. u Bak.: Papers...1920/111, p. 807-808.
13 - Raporun tam metni: aynı kaynak, p. 790-804.
14 - İncelememizin sonunda verdiğimiz harita: Papers...l920/IWün. sonunda yayınlanmıştır.
15 - Bak.: papeı?...1920/III, p. 790, 51 no.lu not.
hhtp://www.heddam.com
Amerika, Sevres Antlaşması Ve "Ermenistan" Sınırları 1.Bölüm
Fahir Armaoğlu ANKARA, 30 Ağustos 2007 Perşembe
1919 Ocak ayında toplantılarına başlayan Paris Barış Konferansı'nda Birleşik Amerika'nın Osmanlı Devleti'yle ilgili faaliyetlerini, Sevres Öncesi ve Sevres Sonrası diye ikiye ayırmak gerekmektedir.
Dünya Savaşı'nı sona erdiren barış antlaşmalarını hazırlamak üzere 1919 Ocak ayında toplantılarına başlayan Paris Barış Konferansı'nda Birleşik Amerika'nın Osmanlı Devleti'yle ilgili faaliyetlerini, Sevres Öncesi ve Sevres Sonrası diye ikiye ayırmak gerekmektedir. Başka bir deyişle, birincisi 1919 yılını kapsamakta, ikincisi de 1920 yılına ait bulunmaktadır.
Bu iki dönemde Amerika'nın Türkiye[1] ile ilgili faaliyetlerinin ortak noktası, Ermenistan faktörü'nün her iki dönemde de ağırlıklı bir unsur teşkil etmesidir. Yalnız bu ortak faktörün niteliği, 1919 ve 1920 yıllarında, yine birbirinden bir farklılık göstermektedir. 1919 yılında söz konusu olan, özellikle ve "soyut" olarak bir politik amaç veya bir politika faaliyeti olduğu halde, 1920'de, Amerika için söz konusu olan ise, bir antlaşmaya dayalı "somut bir faaliyet", veya bir icra'dır. Bu icra ise, Sevres Antlaşması'nın 89'uncu maddesi uyarınca, "Ermenistan"a Türkiye'den koparılıp verilen toprakların, yani "Türkiye-Ermenistan" sınırının çizilmesi yetkisinin veya görevinin, Amerika Cumhurbaşkanı'na, yani Woodrow Wilson'a verilmiş olmasıdır.
Bu incelememizde, Sevres öncesi dönem, yani 1919 yılı üzerinde fazla durmayacağız. Bilindiği gibi, bu dönemin Türkiye-Amerika münasebetleri, daha doğrusu Amerika ile Millî Mücadele arasındaki münasebetler bakımından en Önemli olayı, "Ermenistan sorunu" hakkında rapor hazırlamakla görevlendirilen General Harbord Misyonu'nun, 20 Eylül 1920 Sivas'ta Atatürk ile yaptığı ve 3-4 saat süren görüşmelerdir.
Harbord Misyonu konusu yeteri kadar incelendiği için, biz bu konu üzerinde fazla durmayacağız[2].
Yalnız şu kadarını belirtelim ki, Amerika'nın "Ermenistan" konusu üzerine eğilmesi, Başkan Wilson'ın "Milliyetler" ilkesi dolayısıyla ve Amerikan kamuoyunun ağır baskısı altında ortaya çıktığı gibi, yine çeşidi yardım kuruluştan ve Ermeni davasını destekleyen kuruluş ve politikacıların tahriki ile, konunun, 1919 Haziranı'ndan itibaren Paris Barış Konferansı'nın gündemine girmesiyle bir dinamizm kazanmıştır.
Ermeni davasını destekleyen bazı kuruluşların ve aynı zamanda Amerika'nın resmî yardım kuruluşlarının, Rusya Ermenistanı ile Türkiye sınırlarında 700-800 bin Ermeni mültecinin biriktiğini iddia etmesi, bunların açlıkla karşı karşıya kaldıklarını ve bunlara yardım yapılması gerektiğini bildirmeleri ve ayrıca, İngiltere'nin de, şüphesiz "Ermenistan yükünü", "Amerika hamalı"nın sırtına yüklemek amacı ile, Ermenistan'daki kuvvetlerini 1919 Ağustosu'ndan itibaren çekeceğini bildirmesi, bir yandan Ermeni mültecilerine yardım sorununu, diğer yandan da kurulacak "Bağımsız Ermenistanın kendisini dışarıya (yani Türklere karşı) karşı koruması sorununu ön plâna çıkarmış ve özellikle bu ikinci nokta da, baştan beri Ermenilere kanat germeye hevesli ve kararlı olan Başkan Wilson'ı Ermenistan üzerinde bir Amerikan "manda"sı sorunu ile karşı karşıya getirmiştir.
Bu sırada Amerikan Senatosu'nda, Başkan Wilson'ın Avrupa politikasına fazla "bulaştığı" yolunda eleştirilerin artması ve "inziva" (Isolation) politikasına dönülmesi eğilimlerinin kuvvetlenmesi dolayısıyla, Başkan Wilson, General Harbord başkanlığında kalabalık bir heyeti, Anadolu dahil, bölgeye göndererek, "Ermenistan Mandası"nı ve muhtemel sorunlarını yerinde inceletmiştir. Harbord Misyonu'nun askerî niteliği, Ermenistan'ın özellikle dışarıya karşı korunmasının, Wilson'ın başlıca endişesini teşkil ettiğini göstermekteydi[3].
General Harbord, gezisinin sonunda uzun bir rapor hazırlayarak bir nüshasını Paris'teki Barış Konferansı'na, bir nüshasını da Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na vermiştir[4].
General Harbord, raporunda[5], bir hayli tarafsız davranarak, sade Türklerin Ermenilere saldırmadığını, bir çok yerlerde Ermenilerin de Türklere saldırmakta olduklarını örnekleriyle belirtmiş ve, yukarda da değindiğimiz gibi, Ermenilere yardım kuruluşları ile Ermeni davasını destekleyen Amerikan politikacıları, Rusya Ermenistanı'na sığınan Ermeni mültecilerin sayısını 700-800 bin olarak iddia ettikleri halde, General Harbord bu miktarın 300 bin civarında olduğunu söylemiş tir.
Manda konusunda ise, "Ermeni sorunu Ermenistan'da çözülemez" diyen Harbord, Fransa ve İngiltere tarafından işgal edilmiş olmaları sebebiyle, Suriye ve Mezopotamya hariç, İstanbul ve Rumeli (Trakya) dahil, bütün Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde bir manda rejiminin kurulması gerektiğini ileri sürmüştür.
Fakat bu ifade, Harbord'ın, Amerikan mandası konusundaki iyimserliğinin bir işareti değildi. Generalin belirttiğine göre, manda yönetimini üzerine almakla Amerika, en az bir kuşak boyu bu işe bulaşmış olacaktı ve askerî bakımdan da, değişen şartlara göre, 25.000 ile 200.000 arasındaki bir askerî kuvvede bu rejimi desteklemek zorunda kalacak, ve nihayet, manda yönetiminin ilk beş yılında Amerika'nın 756 milyon dolarlık bir malî yükü de sırtlaması gerekecekti.
Harbord'ın raporundan yaklaşık bir ay sonra, Amerikan Senatosu'nun, bir yandan 28 Haziran 1919 tarihli Versay Anlaşması'nı ve bir yandan da, ona bağlı olan Milleler Cemiyeti Paktı'nı onaylamayı 19 Kasım 1919'da reddetmesi ile, Amerika'nın "Ermeni Mandası" hikâyesi de sona eriyordu.
Çünkü, Amerika Milletler Cemiyeti'ne üye olamıyordu. Halbuki "manda" rejimleri Milletler Cemiyeti'ne bağlı bir sistemdi.
Senato'nun bu kararı üzerine, Amerika, Aralık 1919'da Paris Barış Konferansı'ndan çekildi.
Başkan Wilson, özellikle Milletler Cemiyeti Paktı'nı Senato'ya onaylatmak için bir kaç teşebbüste daha bulunduysa da, bütün teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlandı.
Fakat, başta İngiltere olmak üzere, Amerika'nın Avrupalı müttefikleri, Amerika'nın ve özellikle Başkan Wilson'ın yakasını bırakmadılar.
Paris Konferansı, "Türkiye Sorunu"nu, yani Osmanlı Devleti'yle yapılacak barışı 1920 Ocak ayından itibaren ele aldı. Almasıyla birlikte, "Ermenistan" konusu ve dolayısıyla Amerika, tekrar gündeme geldi[6].
İngiltere, Fransa ve İtalya, yani Barış Konferansı'nın "Yüksek Konseyi" ("Supreme Council"), Şubat ve Mart aylarında Londra'da ve Nisan ayında da San Remo'da (İtalyan Rivierasında) toplanarak, Türkiye ile barışın esaslarını tespit etmişlerdir. Amerika, San Remo toplantıları ile temaslarını, Roma Büyükelçisi vasıtasıyla sürdürmüştür.
Yüksek Konsey'in Londra toplantılarından sonra, Fransa'nın Waşington Büyükelçisi, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na verdiği 9 Mart 1920 tarihli bir notada, Türkiye ile barış konusundaki çalışmaların bir hayli ilerlediğini, bu durumda, Fransa'nın (Yüksek Konsey Başkanı), Amerika'nın "Doğu Sorunları" ile ilgilenip ilgilenmediğini veya bu sorunlarla ilgisini devam ettirip Konferansa katılıp katılmayacağını öğrenmek istediğini bildirdi. Amerika ise, bu notaya cevabında, Müttefiklerin Türkiye ile barış konusundaki düşüncelerini bilmediğini söyleyince[7], Fransa'nın Waşington Büyükelçisi, 12 Mart 1920 tarihli bir nota ile[8], tespit edilen bazı esasları Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na bildirmiştir. Nota'ya göre, Türkiye barışı konusunda Londra'da tespit edilen esaslar şöyleydi:
1) Türkiye'nin Avrupa sınırları, Midye-Enez çizgisi, fakat muhtemelen Çatalca Hattı olacaktır.
2) Türkiye'nin Asya tarafındaki sınırlan, kuzeyde ve batıda Karadeniz, Marmara ve Akdeniz, doğuda Ermenistan sınırı (yani bağımsız Ermenistan), güneyde ise, Ceyhan Nehri'nden başlayıp, Antep, Birecik, Urfa, Mardin ve Cezire-i İbni Ömer'in kuzeyinden geçen çizgidir.
3) Padişah İstanbul'da kalabilecek, fakat burada Padişah'ın muhafız kuvvetlerinden başka kuvvet bulunmayacaktır. Müttefikler, Avrupa Türkiyesi (Trakya) ile Marmara ve Boğazlann güneyindeki bölgeleri işgal etme hakkını mahfuz tutarlar.
4) Boğazlardan geçiş, savaşta ve barışta serbest olacak, bir Boğazlar Komisyonu kurulacak ve Padişah'ın Boğazlar üzerindeki egemenlik hakkını, Padişah adına bu Komisyon kullanacaktır. Bu Komisyon'da, bazı şartlarda Amerika ve Rusya da temsil edilecektir. Komsiyon'un başkanı ancak büyük devletlerden biri olacaktır.
5) Trakya'nın Türklere bırakılan kısımlarının dışında kalan kısımlar Yunanistan'a verilecek, Edirne'deki Türkler ("Osmanlılar" deniyordu) için özel garantiler sağlanacak ve Bulgaristan'a da Trakya'da bir serbest liman verilecekti.
6) Bağımsız bir Ermenistan kurulacak ve bu devletin denize çıkışını sağlamak için de, Lâzistan'da (yani Trabzon) kendisine bazı özel haklar tanınacaktır.
7) Türkiye; Mezopotamya, Arabistan, Filistin, Suriye ve bütün adalar üzerindeki haklarından feragat edecektir.
8) Aydın bölgesi hariç, İzmir bölgesi, Padişah'a bağlı olarak Yunanistan'ın yönetimine verilecek ve İzmir Liman'ında Türkiye'ye de ayrı bir kısım ayrılacaktır.
Bundan sonra da Osmanlı borçlarına ait bazı malî hükümler söz konusu olmaktaydı.
Barış Konferansı'ndan çekilmiş olmasına ve ancak "uzaktan gözlemci" statüsünde bulunmasına rağmen, Amerikan hükümeti bu barış esaslan hakkında şu görüşleri bildirdi[9].
1) İstanbul bölgesi dışındaki Trakya topraklarının Yunanistan'a verilmesini Amerika kabul etmekle beraber, bu bölgenin kuzey kısmı halkı Bulgar olduğundan (!), Edirne ve Kırklareli (Kırkkilise) ve havalisi Bulgaristan sınırları içine katılmalıdır. Çünkü Bulgaristan'ın, tamamen Bulgarlarla meskûn olan batı topraklan Sırbistan'a verildiğinden, Bulgaristan'a yapılan bu haksızlık Trakya'da telâfi edilmelidir.
2) Amerika, Ermenistan konusu ile çok yakında ilgilidir. Ermenistan'ın sınırları, Ermeni halkının meşru (!) isteklerini karşılayacak ve kolay ve engelsiz bir şekilde denize çıkışını sağlayacak şekilde çizilmelidir. Denize çıkışı sağlamak için Lazistan'da Ermenistan'a özel haklar tanımak yeterli değildir. Venizelos, bu bölge Rumları adına, Trabzon'un Türklere verilmektense Ermenistan'a verilmesini tercih ettiğini bildirdiğine göre, Trabzon, doğrudan doğruya Ermenistan'a verilmelidir.
3) Amerikan hükümeti, elinde çok sınırlı bilgi olduğundan İzmir konusunda görüş bildirebilecek durumda değildir.
4) Eski Osmanlı imparatorluğu topraklarında ne şekilde bir düzenleme yapılırsa yapılsın (kime ne toprak verilirse verilsin), Amerikan vatandaşları ve şirketleri, diğer devletlerinkinden daha az müsait durumda kalmamalıdır. Yani Amerika, ekonomik ve ticarî bakımdan, "Açık Kapı" veya "fırsat eşitliği" ilkesinin uygulanmasını istiyordu.
Toplantılarına San Remo'da devam etmekte olan Konsey, Amerika'nın bu görüşlerine verdiği cevapta[10], Türkiye ile âdil ve kalıcı (!) esasları kapsayan bu barış antlaşmasını, Amerika'nın da imzalayacağı ümidini izhar ettikten sonra, tespit ettikleri ve 12 Mart'ta Amerika'ya bildirdikleri barış esaslarını savunuyorlardı. Bundan başka, Bulgaristan'a Edirne ve Kırklareli (Kırkkilise) nin verilmesi hususundaki Amerikan isteğine karşı da, kendilerindeki istatistik bilgilere göre, bu iki şehir ve havalisinin çoğunluğunun Türk olduğunu belirtiyorlardı.
İlginç bir nokta da, Amerika'nın Avrupalı müttefiklerinin, Amerikan Senatosu'nun Versay Antlaşması'nı onaylamayı reddetmesinin anlamını hâlâ anlamamış olmaları veya anlamamazlıktan gelmeleriydi.
Bağımsız Ermenistan konusunda Müttefiklerin de Amerika ile aynı görüşü paylaştıklarını ve halihazır ihtiyaçları ve gelecekteki gelişmesi (expansion) bakımından "haklı olarak (!) iddia ettiği" toprakları Ermenistan'a vermeyi ciddi bir şekilde arzu ettiklerini bildirmekteydiler.
Sorun bir al gülüm - ver gülüm hikâyesine dönüşmüştü. Avrupalılar, müstakbel Sevres Antlaşması'na Amerika'yı da bağlamak ve bu antlaşma ile Yakın Doğu'da yapacakları karmaşık ve tehlikeli düzenlemede Amerika'ya da sorumluluk yüklemek için, Amerika'ya şirin görünmenin her türlü çabasını harcamaktaydılar.
Yalnız, Müttefiklerin bu 27 Nisan 1920 günlü cevaplarında, İzmir ile ilgili yeni açıklamalar dikkati çekmekteydi. İzmir ile bazı komşu ilçelerin (kazaların) nüfus çoğunluğunun Rumlarda olması ve Türkiye'nin bu Rumlara fena muamelede bulunması sebebiyle, İzmir'in Yunan yönetimine verildiği belirtildikten sonra, İzmir'in bütün Anadolu'nun ekonomisinde önemli bir yeri olması ve İzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinin millî tepkilere sebep olmasının, Türkiye ile barışın uygulanmasını imkânsız kılmasa bile, güçleştirmesi ihtimali dolayısıyla, İzmir'in Padişaha bağlı hale getirildiği ve aynı zamanda Türklere de İzmir Limanı'nda imkânlar sağlandığı belirtilmekteydi. Burada "millî tepkiler" den duyulan endişe dikkati çekmektedir.
Amerika'yı Türkiye ile barış sorununa "bulaştırmak" ve konunun içine çekmek için, Nisan 1920 sonunda, İngiltere'nin egemen olduğu Milletler Cemiyeti'nin de kullanılmak istendiği de görülüyor. Çünkü, San Remo'dan 27 Nisan'da Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na gönderilen uzun bir mesajda[11]., Ermenistan konusunda, Amerika bir karar verme zorunluluğu ve dolayısıyla, Türkiye barışı ile karşı karşıya bırakılıyordu.
DİPNOTLAR
1 - Gerek Amerikan belgelerinde, gerek Paris Barış Konferansı ile ilgili belgelerde, Osmanlı
Devleti, daima "Türkiye" adı ile zikredildiğinden ve hatta 1920 yılında, sonradan Sevres
Antlaşması adını alacak antlaşmanın adı daima "Türkiye ile barış" (Peace with Turkey, Peace
Setdement with Turkey) diye zikredildiğinden, biz bu incelememizde, Osmanlı Devleti yerine,
Türkiye deyimim kullandık.
2 - Bu konuda bak.: Dr. Fethi Tevetoğlu, Millî Mücadelede Mustafa Kemal Paşa-Ceneral
Haıbord Görüşmesi, TÜRK KÜLTÜRÜ, Yıl VII, Sayı 76, Şubat 1969, s. 257-267; Yıl VII, Sayı 77,
Mart 1969, s. 321-334; Yıl VII, Sayı 80, Haziran 1969, s. 525-545; Yıl VII, Sayı 81, Temmuz 1969, s. 589-603. Bizim incelediğimiz Amerikan belgelerinde, General Harbord'un raporunun metni verilmekte, fakat, başka hiç bir bilgi verilmemektedir.
3 - Bütün bu gelişmelere ait Amerikan belgeleri için bak.: Papers Relating to the Foreign Relations of the United States, 1919, Washington, D.C., Government Printing Office, 1934, Vol. II, p. 817-841.
4 - General Harbord Misyonu, Başkan Wilson'ın onayı ile gönderilmekle beraber, esasında Paris Barış Konferansı adına görev yapmıştır. Bu sebeple, 16 Ekim 1919 tarihli olan raporunun imzalı nüshasını Paris Barış Konferansı'na sunmuş, imzasız bir nüshasını da Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na vermiştir. Bu konuda bak.: aynı kaynak, Vol. II, p. 841, 24 no.lu dipnotu.
5 - Raporun metni: aynı kaynak, p. 841-889. Ayrıca bak.: Maj. Gen. James G. Harbord, Conditions in the Neaı- East: Repon of the American Military Mission to Armenia, U.S. Senate, 66th Congress, 2d Session, Document No. 266; Washington, Government Printing Office, 1920; Brig. Gen. George Van Horn Moseley, Mandatory över Armenia: Report made to Maj. Gen. James. G. Haıobrd, Senate, 66th Congress, 2d Session, document No. 281, Washington Government Printing Office, 1920.
6 - Bundan sonraki açıklamalarımızı, şu kaynakta yer alan belgelere dayandıracağız: Papers Relating to the Foreign Relations ofthe United States, 1920, Washington, D.C., Government
Printing Office, 1936, Vol. III, p. 748-809. Bu kaynağı bundan sonra kısaca "Papers... 1920/IU"
Şeklinde zikredeceğiz.
7 - Laurence Evans, United States Policyand the Paıtition ofTurkey, 1914-1924, Baltimore,
The John Hopkins Press, 1965, p. 278.
8 - Notanın metni: Papers... 1920/111, p. 748-750.
9 - Amerikan Dışişleri Bakanlığı'ndan Fransız Büyükelçiliği'ne 24 Mart 1920 tarihli nota, Papers... 1920/III, p. 750–753.
10 - Roma'daki Büyükelçi Johnson'dan Washington'a 27 Nisan 1920 günlü telgraf, Papel?1920/III, p. 753–756.
11 - Roma Büyükelçiliği'nden Waşington'a 27 Nisan 1920 günlü telgraf, Papers...l920/M, p.
779-783.
1919 Ocak ayında toplantılarına başlayan Paris Barış Konferansı'nda Birleşik Amerika'nın Osmanlı Devleti'yle ilgili faaliyetlerini, Sevres Öncesi ve Sevres Sonrası diye ikiye ayırmak gerekmektedir.
Dünya Savaşı'nı sona erdiren barış antlaşmalarını hazırlamak üzere 1919 Ocak ayında toplantılarına başlayan Paris Barış Konferansı'nda Birleşik Amerika'nın Osmanlı Devleti'yle ilgili faaliyetlerini, Sevres Öncesi ve Sevres Sonrası diye ikiye ayırmak gerekmektedir. Başka bir deyişle, birincisi 1919 yılını kapsamakta, ikincisi de 1920 yılına ait bulunmaktadır.
Bu iki dönemde Amerika'nın Türkiye[1] ile ilgili faaliyetlerinin ortak noktası, Ermenistan faktörü'nün her iki dönemde de ağırlıklı bir unsur teşkil etmesidir. Yalnız bu ortak faktörün niteliği, 1919 ve 1920 yıllarında, yine birbirinden bir farklılık göstermektedir. 1919 yılında söz konusu olan, özellikle ve "soyut" olarak bir politik amaç veya bir politika faaliyeti olduğu halde, 1920'de, Amerika için söz konusu olan ise, bir antlaşmaya dayalı "somut bir faaliyet", veya bir icra'dır. Bu icra ise, Sevres Antlaşması'nın 89'uncu maddesi uyarınca, "Ermenistan"a Türkiye'den koparılıp verilen toprakların, yani "Türkiye-Ermenistan" sınırının çizilmesi yetkisinin veya görevinin, Amerika Cumhurbaşkanı'na, yani Woodrow Wilson'a verilmiş olmasıdır.
Bu incelememizde, Sevres öncesi dönem, yani 1919 yılı üzerinde fazla durmayacağız. Bilindiği gibi, bu dönemin Türkiye-Amerika münasebetleri, daha doğrusu Amerika ile Millî Mücadele arasındaki münasebetler bakımından en Önemli olayı, "Ermenistan sorunu" hakkında rapor hazırlamakla görevlendirilen General Harbord Misyonu'nun, 20 Eylül 1920 Sivas'ta Atatürk ile yaptığı ve 3-4 saat süren görüşmelerdir.
Harbord Misyonu konusu yeteri kadar incelendiği için, biz bu konu üzerinde fazla durmayacağız[2].
Yalnız şu kadarını belirtelim ki, Amerika'nın "Ermenistan" konusu üzerine eğilmesi, Başkan Wilson'ın "Milliyetler" ilkesi dolayısıyla ve Amerikan kamuoyunun ağır baskısı altında ortaya çıktığı gibi, yine çeşidi yardım kuruluştan ve Ermeni davasını destekleyen kuruluş ve politikacıların tahriki ile, konunun, 1919 Haziranı'ndan itibaren Paris Barış Konferansı'nın gündemine girmesiyle bir dinamizm kazanmıştır.
Ermeni davasını destekleyen bazı kuruluşların ve aynı zamanda Amerika'nın resmî yardım kuruluşlarının, Rusya Ermenistanı ile Türkiye sınırlarında 700-800 bin Ermeni mültecinin biriktiğini iddia etmesi, bunların açlıkla karşı karşıya kaldıklarını ve bunlara yardım yapılması gerektiğini bildirmeleri ve ayrıca, İngiltere'nin de, şüphesiz "Ermenistan yükünü", "Amerika hamalı"nın sırtına yüklemek amacı ile, Ermenistan'daki kuvvetlerini 1919 Ağustosu'ndan itibaren çekeceğini bildirmesi, bir yandan Ermeni mültecilerine yardım sorununu, diğer yandan da kurulacak "Bağımsız Ermenistanın kendisini dışarıya (yani Türklere karşı) karşı koruması sorununu ön plâna çıkarmış ve özellikle bu ikinci nokta da, baştan beri Ermenilere kanat germeye hevesli ve kararlı olan Başkan Wilson'ı Ermenistan üzerinde bir Amerikan "manda"sı sorunu ile karşı karşıya getirmiştir.
Bu sırada Amerikan Senatosu'nda, Başkan Wilson'ın Avrupa politikasına fazla "bulaştığı" yolunda eleştirilerin artması ve "inziva" (Isolation) politikasına dönülmesi eğilimlerinin kuvvetlenmesi dolayısıyla, Başkan Wilson, General Harbord başkanlığında kalabalık bir heyeti, Anadolu dahil, bölgeye göndererek, "Ermenistan Mandası"nı ve muhtemel sorunlarını yerinde inceletmiştir. Harbord Misyonu'nun askerî niteliği, Ermenistan'ın özellikle dışarıya karşı korunmasının, Wilson'ın başlıca endişesini teşkil ettiğini göstermekteydi[3].
General Harbord, gezisinin sonunda uzun bir rapor hazırlayarak bir nüshasını Paris'teki Barış Konferansı'na, bir nüshasını da Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na vermiştir[4].
General Harbord, raporunda[5], bir hayli tarafsız davranarak, sade Türklerin Ermenilere saldırmadığını, bir çok yerlerde Ermenilerin de Türklere saldırmakta olduklarını örnekleriyle belirtmiş ve, yukarda da değindiğimiz gibi, Ermenilere yardım kuruluşları ile Ermeni davasını destekleyen Amerikan politikacıları, Rusya Ermenistanı'na sığınan Ermeni mültecilerin sayısını 700-800 bin olarak iddia ettikleri halde, General Harbord bu miktarın 300 bin civarında olduğunu söylemiş tir.
Manda konusunda ise, "Ermeni sorunu Ermenistan'da çözülemez" diyen Harbord, Fransa ve İngiltere tarafından işgal edilmiş olmaları sebebiyle, Suriye ve Mezopotamya hariç, İstanbul ve Rumeli (Trakya) dahil, bütün Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde bir manda rejiminin kurulması gerektiğini ileri sürmüştür.
Fakat bu ifade, Harbord'ın, Amerikan mandası konusundaki iyimserliğinin bir işareti değildi. Generalin belirttiğine göre, manda yönetimini üzerine almakla Amerika, en az bir kuşak boyu bu işe bulaşmış olacaktı ve askerî bakımdan da, değişen şartlara göre, 25.000 ile 200.000 arasındaki bir askerî kuvvede bu rejimi desteklemek zorunda kalacak, ve nihayet, manda yönetiminin ilk beş yılında Amerika'nın 756 milyon dolarlık bir malî yükü de sırtlaması gerekecekti.
Harbord'ın raporundan yaklaşık bir ay sonra, Amerikan Senatosu'nun, bir yandan 28 Haziran 1919 tarihli Versay Anlaşması'nı ve bir yandan da, ona bağlı olan Milleler Cemiyeti Paktı'nı onaylamayı 19 Kasım 1919'da reddetmesi ile, Amerika'nın "Ermeni Mandası" hikâyesi de sona eriyordu.
Çünkü, Amerika Milletler Cemiyeti'ne üye olamıyordu. Halbuki "manda" rejimleri Milletler Cemiyeti'ne bağlı bir sistemdi.
Senato'nun bu kararı üzerine, Amerika, Aralık 1919'da Paris Barış Konferansı'ndan çekildi.
Başkan Wilson, özellikle Milletler Cemiyeti Paktı'nı Senato'ya onaylatmak için bir kaç teşebbüste daha bulunduysa da, bütün teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlandı.
Fakat, başta İngiltere olmak üzere, Amerika'nın Avrupalı müttefikleri, Amerika'nın ve özellikle Başkan Wilson'ın yakasını bırakmadılar.
Paris Konferansı, "Türkiye Sorunu"nu, yani Osmanlı Devleti'yle yapılacak barışı 1920 Ocak ayından itibaren ele aldı. Almasıyla birlikte, "Ermenistan" konusu ve dolayısıyla Amerika, tekrar gündeme geldi[6].
İngiltere, Fransa ve İtalya, yani Barış Konferansı'nın "Yüksek Konseyi" ("Supreme Council"), Şubat ve Mart aylarında Londra'da ve Nisan ayında da San Remo'da (İtalyan Rivierasında) toplanarak, Türkiye ile barışın esaslarını tespit etmişlerdir. Amerika, San Remo toplantıları ile temaslarını, Roma Büyükelçisi vasıtasıyla sürdürmüştür.
Yüksek Konsey'in Londra toplantılarından sonra, Fransa'nın Waşington Büyükelçisi, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na verdiği 9 Mart 1920 tarihli bir notada, Türkiye ile barış konusundaki çalışmaların bir hayli ilerlediğini, bu durumda, Fransa'nın (Yüksek Konsey Başkanı), Amerika'nın "Doğu Sorunları" ile ilgilenip ilgilenmediğini veya bu sorunlarla ilgisini devam ettirip Konferansa katılıp katılmayacağını öğrenmek istediğini bildirdi. Amerika ise, bu notaya cevabında, Müttefiklerin Türkiye ile barış konusundaki düşüncelerini bilmediğini söyleyince[7], Fransa'nın Waşington Büyükelçisi, 12 Mart 1920 tarihli bir nota ile[8], tespit edilen bazı esasları Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na bildirmiştir. Nota'ya göre, Türkiye barışı konusunda Londra'da tespit edilen esaslar şöyleydi:
1) Türkiye'nin Avrupa sınırları, Midye-Enez çizgisi, fakat muhtemelen Çatalca Hattı olacaktır.
2) Türkiye'nin Asya tarafındaki sınırlan, kuzeyde ve batıda Karadeniz, Marmara ve Akdeniz, doğuda Ermenistan sınırı (yani bağımsız Ermenistan), güneyde ise, Ceyhan Nehri'nden başlayıp, Antep, Birecik, Urfa, Mardin ve Cezire-i İbni Ömer'in kuzeyinden geçen çizgidir.
3) Padişah İstanbul'da kalabilecek, fakat burada Padişah'ın muhafız kuvvetlerinden başka kuvvet bulunmayacaktır. Müttefikler, Avrupa Türkiyesi (Trakya) ile Marmara ve Boğazlann güneyindeki bölgeleri işgal etme hakkını mahfuz tutarlar.
4) Boğazlardan geçiş, savaşta ve barışta serbest olacak, bir Boğazlar Komisyonu kurulacak ve Padişah'ın Boğazlar üzerindeki egemenlik hakkını, Padişah adına bu Komisyon kullanacaktır. Bu Komisyon'da, bazı şartlarda Amerika ve Rusya da temsil edilecektir. Komsiyon'un başkanı ancak büyük devletlerden biri olacaktır.
5) Trakya'nın Türklere bırakılan kısımlarının dışında kalan kısımlar Yunanistan'a verilecek, Edirne'deki Türkler ("Osmanlılar" deniyordu) için özel garantiler sağlanacak ve Bulgaristan'a da Trakya'da bir serbest liman verilecekti.
6) Bağımsız bir Ermenistan kurulacak ve bu devletin denize çıkışını sağlamak için de, Lâzistan'da (yani Trabzon) kendisine bazı özel haklar tanınacaktır.
7) Türkiye; Mezopotamya, Arabistan, Filistin, Suriye ve bütün adalar üzerindeki haklarından feragat edecektir.
8) Aydın bölgesi hariç, İzmir bölgesi, Padişah'a bağlı olarak Yunanistan'ın yönetimine verilecek ve İzmir Liman'ında Türkiye'ye de ayrı bir kısım ayrılacaktır.
Bundan sonra da Osmanlı borçlarına ait bazı malî hükümler söz konusu olmaktaydı.
Barış Konferansı'ndan çekilmiş olmasına ve ancak "uzaktan gözlemci" statüsünde bulunmasına rağmen, Amerikan hükümeti bu barış esaslan hakkında şu görüşleri bildirdi[9].
1) İstanbul bölgesi dışındaki Trakya topraklarının Yunanistan'a verilmesini Amerika kabul etmekle beraber, bu bölgenin kuzey kısmı halkı Bulgar olduğundan (!), Edirne ve Kırklareli (Kırkkilise) ve havalisi Bulgaristan sınırları içine katılmalıdır. Çünkü Bulgaristan'ın, tamamen Bulgarlarla meskûn olan batı topraklan Sırbistan'a verildiğinden, Bulgaristan'a yapılan bu haksızlık Trakya'da telâfi edilmelidir.
2) Amerika, Ermenistan konusu ile çok yakında ilgilidir. Ermenistan'ın sınırları, Ermeni halkının meşru (!) isteklerini karşılayacak ve kolay ve engelsiz bir şekilde denize çıkışını sağlayacak şekilde çizilmelidir. Denize çıkışı sağlamak için Lazistan'da Ermenistan'a özel haklar tanımak yeterli değildir. Venizelos, bu bölge Rumları adına, Trabzon'un Türklere verilmektense Ermenistan'a verilmesini tercih ettiğini bildirdiğine göre, Trabzon, doğrudan doğruya Ermenistan'a verilmelidir.
3) Amerikan hükümeti, elinde çok sınırlı bilgi olduğundan İzmir konusunda görüş bildirebilecek durumda değildir.
4) Eski Osmanlı imparatorluğu topraklarında ne şekilde bir düzenleme yapılırsa yapılsın (kime ne toprak verilirse verilsin), Amerikan vatandaşları ve şirketleri, diğer devletlerinkinden daha az müsait durumda kalmamalıdır. Yani Amerika, ekonomik ve ticarî bakımdan, "Açık Kapı" veya "fırsat eşitliği" ilkesinin uygulanmasını istiyordu.
Toplantılarına San Remo'da devam etmekte olan Konsey, Amerika'nın bu görüşlerine verdiği cevapta[10], Türkiye ile âdil ve kalıcı (!) esasları kapsayan bu barış antlaşmasını, Amerika'nın da imzalayacağı ümidini izhar ettikten sonra, tespit ettikleri ve 12 Mart'ta Amerika'ya bildirdikleri barış esaslarını savunuyorlardı. Bundan başka, Bulgaristan'a Edirne ve Kırklareli (Kırkkilise) nin verilmesi hususundaki Amerikan isteğine karşı da, kendilerindeki istatistik bilgilere göre, bu iki şehir ve havalisinin çoğunluğunun Türk olduğunu belirtiyorlardı.
İlginç bir nokta da, Amerika'nın Avrupalı müttefiklerinin, Amerikan Senatosu'nun Versay Antlaşması'nı onaylamayı reddetmesinin anlamını hâlâ anlamamış olmaları veya anlamamazlıktan gelmeleriydi.
Bağımsız Ermenistan konusunda Müttefiklerin de Amerika ile aynı görüşü paylaştıklarını ve halihazır ihtiyaçları ve gelecekteki gelişmesi (expansion) bakımından "haklı olarak (!) iddia ettiği" toprakları Ermenistan'a vermeyi ciddi bir şekilde arzu ettiklerini bildirmekteydiler.
Sorun bir al gülüm - ver gülüm hikâyesine dönüşmüştü. Avrupalılar, müstakbel Sevres Antlaşması'na Amerika'yı da bağlamak ve bu antlaşma ile Yakın Doğu'da yapacakları karmaşık ve tehlikeli düzenlemede Amerika'ya da sorumluluk yüklemek için, Amerika'ya şirin görünmenin her türlü çabasını harcamaktaydılar.
Yalnız, Müttefiklerin bu 27 Nisan 1920 günlü cevaplarında, İzmir ile ilgili yeni açıklamalar dikkati çekmekteydi. İzmir ile bazı komşu ilçelerin (kazaların) nüfus çoğunluğunun Rumlarda olması ve Türkiye'nin bu Rumlara fena muamelede bulunması sebebiyle, İzmir'in Yunan yönetimine verildiği belirtildikten sonra, İzmir'in bütün Anadolu'nun ekonomisinde önemli bir yeri olması ve İzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinin millî tepkilere sebep olmasının, Türkiye ile barışın uygulanmasını imkânsız kılmasa bile, güçleştirmesi ihtimali dolayısıyla, İzmir'in Padişaha bağlı hale getirildiği ve aynı zamanda Türklere de İzmir Limanı'nda imkânlar sağlandığı belirtilmekteydi. Burada "millî tepkiler" den duyulan endişe dikkati çekmektedir.
Amerika'yı Türkiye ile barış sorununa "bulaştırmak" ve konunun içine çekmek için, Nisan 1920 sonunda, İngiltere'nin egemen olduğu Milletler Cemiyeti'nin de kullanılmak istendiği de görülüyor. Çünkü, San Remo'dan 27 Nisan'da Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na gönderilen uzun bir mesajda[11]., Ermenistan konusunda, Amerika bir karar verme zorunluluğu ve dolayısıyla, Türkiye barışı ile karşı karşıya bırakılıyordu.
DİPNOTLAR
1 - Gerek Amerikan belgelerinde, gerek Paris Barış Konferansı ile ilgili belgelerde, Osmanlı
Devleti, daima "Türkiye" adı ile zikredildiğinden ve hatta 1920 yılında, sonradan Sevres
Antlaşması adını alacak antlaşmanın adı daima "Türkiye ile barış" (Peace with Turkey, Peace
Setdement with Turkey) diye zikredildiğinden, biz bu incelememizde, Osmanlı Devleti yerine,
Türkiye deyimim kullandık.
2 - Bu konuda bak.: Dr. Fethi Tevetoğlu, Millî Mücadelede Mustafa Kemal Paşa-Ceneral
Haıbord Görüşmesi, TÜRK KÜLTÜRÜ, Yıl VII, Sayı 76, Şubat 1969, s. 257-267; Yıl VII, Sayı 77,
Mart 1969, s. 321-334; Yıl VII, Sayı 80, Haziran 1969, s. 525-545; Yıl VII, Sayı 81, Temmuz 1969, s. 589-603. Bizim incelediğimiz Amerikan belgelerinde, General Harbord'un raporunun metni verilmekte, fakat, başka hiç bir bilgi verilmemektedir.
3 - Bütün bu gelişmelere ait Amerikan belgeleri için bak.: Papers Relating to the Foreign Relations of the United States, 1919, Washington, D.C., Government Printing Office, 1934, Vol. II, p. 817-841.
4 - General Harbord Misyonu, Başkan Wilson'ın onayı ile gönderilmekle beraber, esasında Paris Barış Konferansı adına görev yapmıştır. Bu sebeple, 16 Ekim 1919 tarihli olan raporunun imzalı nüshasını Paris Barış Konferansı'na sunmuş, imzasız bir nüshasını da Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na vermiştir. Bu konuda bak.: aynı kaynak, Vol. II, p. 841, 24 no.lu dipnotu.
5 - Raporun metni: aynı kaynak, p. 841-889. Ayrıca bak.: Maj. Gen. James G. Harbord, Conditions in the Neaı- East: Repon of the American Military Mission to Armenia, U.S. Senate, 66th Congress, 2d Session, Document No. 266; Washington, Government Printing Office, 1920; Brig. Gen. George Van Horn Moseley, Mandatory över Armenia: Report made to Maj. Gen. James. G. Haıobrd, Senate, 66th Congress, 2d Session, document No. 281, Washington Government Printing Office, 1920.
6 - Bundan sonraki açıklamalarımızı, şu kaynakta yer alan belgelere dayandıracağız: Papers Relating to the Foreign Relations ofthe United States, 1920, Washington, D.C., Government
Printing Office, 1936, Vol. III, p. 748-809. Bu kaynağı bundan sonra kısaca "Papers... 1920/IU"
Şeklinde zikredeceğiz.
7 - Laurence Evans, United States Policyand the Paıtition ofTurkey, 1914-1924, Baltimore,
The John Hopkins Press, 1965, p. 278.
8 - Notanın metni: Papers... 1920/111, p. 748-750.
9 - Amerikan Dışişleri Bakanlığı'ndan Fransız Büyükelçiliği'ne 24 Mart 1920 tarihli nota, Papers... 1920/III, p. 750–753.
10 - Roma'daki Büyükelçi Johnson'dan Washington'a 27 Nisan 1920 günlü telgraf, Papel?1920/III, p. 753–756.
11 - Roma Büyükelçiliği'nden Waşington'a 27 Nisan 1920 günlü telgraf, Papers...l920/M, p.
779-783.
Tarihte Türklere Karşı Soykırım İddialarının Mimarı, Portreler "Alman Rahip Lepsius"
Dr. M. Galip BAYSAN ANKARA, 01 Kasım 2007 Perşembe
Ermeni meselesi de tıpkı rahip Pierre L'Ermite gibi bölge ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgili kişiler tarafından inanılmaz seviyede istismar edilmiş ve bu konuda batı dünyasında bir numaralı isimler olarak kabul edilmiş ve destek görmüşlerdir.
XI'nci yüzyılda Müslüman Türklerin, Hıristiyan Bizans'ı ağır bir yenilgiye uğratıp Anadolu'yu kontrol altına alması, Kudüs ve kutsal toprakların Müslüman Arapların elinde bulunması üzerine Papa II Urban'ın çağrısı ve Pierre L'Ermite adında bir rahibin bütün Avrupa'yı dolaşarak, yoksul halkın arasından parlak vaatlerle bir milyon kişiyi ayaklandırmayı başardı. I. Haçlı Seferi (1096-1099) bu ayaklandırılan insanlarla başlatıldı.
Ermeni meselesi de tıpkı rahip Pierre L'Ermite gibi bölge ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgili kişiler tarafından inanılmaz seviyede istismar edilmiş ve bu konuda batı dünyasında bir numaralı isimler olarak kabul edilmiş ve destek görmüşlerdir. Bu kişiler 1915-1917 savaş yıllarının yeni Piyer Lermit'leri veya Gladstone'ları kabul edilebilir. Türkler aleyhinde her söyledikleri kabul edilmiş, destek görmüş ve "Türk düşmanlığı bayrağı" bu kişiler vasıtasıyla Avrupa ve Amerika'da günümüze kadar elden ele taşınarak gelebilmiştir. Bu kişilerin en ünlüleri bir müttefik ülke rahibi Lepsius, bir İngiliz yazar ve Politikacı Brice ve yardımcısı bir savaş propaganda elemanı tarihçi A. Toynbee ve bir Amerika'lı büyük elçi Morgenethau'dur. Bu isimleri, faaliyetlerini, arkalarında onları yönlendiren güçler ve bu güçlerle ilişkilerini izlemek, öğrenmek kanaatimizce AB ve ABD'de "soykırım iddiaları" ile ilgili talihsiz gelişmeler dikkate alındığında , günümüz Türk aydınları için milli bir görev olmalıdır.Biz bu yazımızda Ermeni meselesinde adeta tek kişilik bir ordu gibi faaliyet gösteren, bütün ömrünü Ermenileri savunmaya adamış ve inanılmaz seviyede başarılı olmuş bir dost ülke rahibi olan Lepsiusu tanıtmaya çalışacağız.
Almanya'nın ünlü bir bilim adamlarından Karl Richard Lepsius (1810-1884) un(1) oğludur. Baba Lepsius eski Mısır uygarlığı uzmanı ve modern bilimsel arkeolojinin kurucularındandı. 1843-45 yılları arasında Mısır ve Sudan'a düzenlenen arkeolojik keşif gezilerine başkanlık etti. Lepsius'un yönetiminde Berlin müzesindeki Mısır koleksiyonu dünyanın en iyi koleksiyonlarından biri oldu(2). Oğul Dr. Johannes Lepsius daha 1890'larda Ermeni meselesinin hararetli bir savunucusu olmuştu. 1896 yılında Lozan'da "L'Armenie et L'europe" adlı bir kitap hazırlamış ve kitabı ertesi yıl "Armenie And Europe / Ermeniler ve Avrupa" adı altında yayınlamıştır. Aynı yıllarda Ermeni Hınçak,Taşnak" gibi örgütlerin Avrupa'da tanınmaya çalıştığını sonucunda Gladstane'un himayesiyle Londra'da üstlendiğini hatırlıyoruz. Buna paralel olarak tabii ki o şehirler çevresindeki kilise örgütlerinin büyük desteği ile; Paris, Londra, Brüksel, Berlin, Leipzig, Cenevre, Zurih, Roma, Milano'da Ermeni davası için elverişli ortam hazırlandı. Jaures (Jean, Fransız devlet adamı, 1893'te Fransız meclisinde Bağımsız sosyalistler grubuna dahildi)(3), Elise Reclus (Fransız Coğrafyacı (1830-1905) düşünceleri nedeniyle anarşist kabul ediliyordu, 1851'de Fransa'yı terk etmek zorunda kalmıştı. Komünist Enternasyonala Bakunin'in kanadında katıldı. 1875-1894 arasında yazdığı "Dünya Coğrafyası" adlı eseri ile ünlendi.)(4), gibi birçok temsilciler bulundu. Fransa, İngiltere, İtalya, Belçika, Hollanda Parlamentolarında Ermeniler hakkında açıklamalar yapıldı. Bunlardan başka Jaures, Victor Berard ve Pierre Geillard gibi Fransız ileri gelenlerin demeçleri, konferans ve eserleri, İngiltere'de Lord Bryce (üzerinde duracağımız ikinci isim), Rusya'da Gamarofski, Belçika'da Roland-Jaqumann, Almanya'da da Papaz Lepsius'un faaliyetleri dikkati çekiyordu. A. Çobanyan'ın, Portakalyan'ın, Minas Çeraz'ın yazıları, eserleri, propagandaları ile öne çıkan ve bu isimlerin hazırladıkları bilgilerle Ermeniler lehine eserler yazan Avrupalılar da bulunuyordu. Ancak bu kişiler kendi hükümetlerinin siyasi menfaatlerine uygun düştüğü sürece Ermenileri desteklemişler ve bir yarar görmedikleri zaman da Ermenileri terk etmişlerdir. (5)
Ermenilerin 1900'lü yılların başlarında Avrupa'nın değişik şehirlerinde yapılan destek toplantılarında seçkin isimler eksik olmuyordu. 15 Şubat 1903'te Paris'te Chateau D'eau Tiyatrosu'nda yapılan toplantıya Millet vekillerinden F. Pressense" J. Jaure's, Destournel de onstant, Denis Cochin, Profesör ve yazar Leroiy-Beaulieu gibi isimler katılmıştı. Bu toplantıda da "Türkiye'de bütün insanlığa karşı yapılan haksızlık ve zulümleri" önlemekten bol bol bahsedildi. Bir yıl önce de (31 Mart 1902'de Cenevre'de ve 17 Temmuz 1902'de Brüksel'de "Ermeni dostu Avrupalılar" adına toplanan kongrelerde). Avrupa'nın ünlü yazarlarına "Ermenistan ve Ermeni Sorunu" adlı büyük bir eser hazırlatılması kararı alındı ve pek çok ünlü yazarın bu konuda yardım vaat ettiği belirtildi. Basın ve konferanslar tertip ederek Ermeniler lehinde açıklamalarda bulunmak için bütün ülkelere hitap edecek bir bildiri hazırlanması ve "haksızlığa uğramış Ermeni milletinin katliamlarla yok edilmemesi" için ne yapılması gerektiği görüşüldü. (6)
1913 yılında Mandelstam planının tartışıldığı ve Doğu Anadolu'daki altı il'de bir "Ermeni Devleti" nin kurulması aşamasına gelindiği bir dönemde, Avrupa başkentlerindeki Ermeni taraftarları, artık her fırsatta "Ermenistan" olarak anılan bu toprakları Türklerin hakimiyetinden çıkarıp Çarlığın kontrolüne almak için bütün Avrupa'nın mutabakatını sağlamaya çalışıyorlardı. "British Armenian Committee/Britanya Ermeni Komitesi" nden başka Dr. Lepsius'un "Deutsche Orient Mission"u da bu konuda Bogos Nubar Paşa'yı destekliyordu. 30 Aralık 1913'te Fransız Asyası Komitesinin Paris'te General Lacroix'nun başkanlığında düzenlediği "Uluslar arası Ermeni Toplantısı"nda Alman Dışişleri Bakanlığından ilham alan iki Alman, Lepsius ve Rohrbach, harekete taraftar olduklarını ifade etmişlerdir. Toplantı sırasında Rahip Lepsius bir adım daha ileri giderek bölgeyi Rusya'nın işgal etmesinin lehinde konuşmuştur. Osmanlı Devleti'nin 1/3'ünün koparılıp alınması anlamına gelen böyle önemli bir konuda söz sahibi olabilmek için Almanlar da Ermenilere yakın bir görünümde olmak istiyorlardı.
İngiliz Milletvekili Q'Connor, Whyte ve Williams, Ermeni halkının koruyuculuğu için Rus temsilcisi Miliukof ile adeta rekabet halindeydiler. Ermenistan'a bir gezi yapmış olan Buxton kardeşlerde farkına varmadan Çarlık politikasına hizmet ediyorlardı. Nitekim Harold Buxton yaptığı bir konuşmasında "Rus Orduları sınırı geçtiği anda Doğu Anadolu'da dost ve kurtarıcı olarak selâmlanacaklardır." Demekten kendini alamamıştır. (7)
Amacımız okuyucularımıza, üzerinde durma zorunluğu hissettiğimiz Rahip Lepsius ve Bryce gibi isimlerin yirmi yılı aşkın bir süredir "Ermeni meselesinin Militan bir taraftarı" olduklarını ve her fırsattan istifade ederek bütün Avrupa ve hatta dünyayı Türkiye'de "masum bir Hıristiyan topluma, zalim bir ırk, Türkler tarafından sık sık soykırım uygulandığının kabul edilmesi ve gelecek yıllar içinde de Ermeni milletinin "soykırımlarla yok edileceği" beklentisi içine sokulmasıdır. 1915 Olayları haklı da olsa, haksız da olsa bu gelişmeler sonucunda ismi zaten hazırdır. "Soykırım". Türkiye'de arzu ettikleri propaganda malzemesi hazırdır, yapılacak iş gayet basittir. Gidip o malzemeyi İstanbul'dan (patrikhane ve çevresinden) almak ve Avrupa başkentlerinde satmaktır. İşte Rahip Lepsius bu işi başarabilecek çapta, tecrübeli bir isimdir.
Bir Alman Protestan papazı olan Lepsius; bazı protestant Evangelik Cemiyetler üyesi olarak Ermenistan'a gitmesine müsaade edilmiş bir yazar ve yakın doğu uzmanıydı. Hem kendisi ve hem de onu referans alan yazarlar (mesela Ulrich Trumpener (8) ve ondan yararlanan Frank G. Weber (9) gibi yazarlar, bu nedenle onun Avrupa'da yaptığı konuşmalar ve 1918 yılında yazdığı, Paris'te yayınlanan "Le rapport secret du Dr. Johannes Lepsius sur les massacres d'Armenie" (Ermeni Soykırımı konusunda Dr. Lepsius'an Gizli Raporları)(10) ve 1919 yılında yayınlanan "Deutschland und Armenien" (Almanya ve Ermenistan), 1914- 1918 (11) kitabındaki hikayeleri bizzat gözlemelerine dayanarak yazdığını kabul etmekte ve birinci derecede kaynak değeri vermek gibi büyük bir hata içine düşmektedirler.
Bu kitapların tamamlandığı yıllarda (1918, 1919) Rahip Lepsius, 1915 yılının ilk ayları için bakın ne gibi bilgiler veriyor. Enver Alman Elçisi'nin takip ettiği politikayı iyi biliyordu bu nedenle Almanya Bulgaristan'la bir askeri anlaşma yapmadan Ermeni ırkının "tamamen tasfiye edilmesi için" sabırsızlanıyordu. Bulgaristan'ın savaşa girmesi halinde ikmal ihtiyaçlarının karşılanması sağlanacak ancak aynı zamanda Türkiye'ye gelecek Alman birlikleri Türklerin bu caniyane plânını önleyebilecekti. (12) (Lepsius'un bu görüşü neye dayanıyordu anlamak zor. Çünkü Bulgaristan'ın savaşa girip girmeyeceği tamamen Çanakkale muharebelerinin gidişatına bağlıydı. Antante devletlerin Boğazı geçemeyeceği, Ağustos saldırılarından sonra anlaşılınca Bulgaristan 3 Eylül 1915'te imzaladığı bir anlaşma ile Meriç batısındaki Dimetoka'yı Osmanlı Devleti'nden aldı, 12 Ekim 1915'te Sırbistan'a karşı savaşa başladı. (13) Bu nedenle böyle bir düşünce tarzının gerçeklerle ne derece bağdaşabileceğini okurlarımıza bırakıyoruz.)
İstanbul'da zorunlu göç kararı alınması üzerine Alman- Ermeni Cemiyeti Başkanı ve Alman Doğu misyonunun başı durumunda bulunan Lepsius, Wilhelmstrasse (Bab-ı Âli gibi Alman hükümeti'nin bulunduğu mevki)'de iyi ilişkiler içinde bulunduğu dostlarına müracaat ederek olayları yakından izlemek için İstanbul'a gitme izni istedi. Onun planının Türk ve Ermeniler arasında aracı rolü üstlenmek olduğu iddia ediliyordu. Bab-ı Âli olaylara kimsenin karışmasına müsaade etmiyordu. Lepsius vazgeçmedi, aralarında ünlü Paul Rohrbach'ın da bulunduğu Alman- Ermeni Cemiyeti ve Doğu Misyonu müdürlerinin de desteği ile isteğini tekrarladı. 13 Haziranda Zimmerman (Dışişleri Bakanı, Wangenheim'in (İstanbul'daki Alman Elçisi) Lepsius'un ziyaretinin belki de yararlı olabileceği nedeni ile Elçiliğin Bab-ı Âli'nin iznini almak için gayret göstermesini istedi. Sonunda Bab-ı Âli'den gerekli izin alındı ve Lepsius İsviçre, Bükreş ve Sofya'ya uğrayarak ve konu ile ilgili kurumlarla görüşerek 24 Temmuz'da İstanbul'a geldi.
İstanbul'da Amerikan Elçisi dahil, Patrikhane ve Ermeni örgütlerinden Ermeni göçü ile ilgili bilgileri topladı ve 10 Ağustos ta Enver Paşa ile de görüştü.(14) Lepsius bu görüşmeyi ve kendisine gösterilen iltifatı ileride her yerde istismar edecek. Ermeni propagandası için abartılı ifadelerle aleyhte kullanılacaktır. Hatta bu sahne Ermeni dünyasının ünlü propaganda yayını olan Franz Werfel'in Musa Dağında kırk gün adlı romanında şu sözlerle anlatılır; Bu sözlerle aynı zamanda bu kişinin savaşta ülkesinin müttefiki bir ulus için neler düşündüğünün izlerini de bulmak mümkün olacaktır.
Eğer Kuzey İran, Kafkasya, Kaşgar ve Türkistan'a gidilirse, buralarda çadırlarda yaşayan "Türk Irkına" mensup bütün halklar ve Avrupa'nın yarısı kadar bir alanı kaplayan bozkırda, oradan oraya yaşayan göçerlerle birlikte 20 milyonu bulmaz bir sayı.... Böyle düşleri "milliyetçilik" adlı uyuşturucu üretiyor diye düşünüyor Lepsius. Aynı zamanda karşısındaki bu narin yapılı savaş tanrısına, bu çocuksu "Hıristiyanlık Düşmanına" acıma duygusu sarıyor benliğini, Johannes Lepsius ses tonu şimdi yavaşlıyor, bir şeyleri biliyor olmanın ağırlığını taşıyor sanki.
Yeni bir İmparatorluk kurmak istiyorsunuz ekselans. Fakat bu İmparatorluğun temelinde Ermeni halkının cesedi olacak. Bu hayır getirir mi? Hiç olmazsa şimdiden sonra barışçıl bir yol bulmak olanaksız mı?
..........
-İnsanlarla Veba mikrobu arasında barış olmaz.
-Demek ki siz, harbi Ermeni milletini tamamen yok etmek için kullanmak istediğinizi kabul ediyorsunuz.
-Benim kişisel görüşlerim ve amaçlarım, hükümetimizin bu konuya ilişkin yayınladığı resmi bildiride yer almıştır. Uzun süre göz yumup bekledikten sonra, savaş ve öz savunma koşulları altında hareket ediyoruz. Devletin yıkılması için faaliyet gösteren yurttaşlar, her yerde yasaların sertliğine maruz kalırlar. Buna göre hükümetimiz yasalara uygun hareket etmektedir."(15)
Yazarın bu sahneyi Lepsius'un hatıralarından biraz süsleyerek almış olması muhtemeldir. Türklerle ilgili olumsuz görüşler sadece Lepsius veya onun ağzından yazan Franz Werfel ile sınırlı kalmıyor. Türkiye'deki müttefik ülkelerin elçileri de maalesef aynı hamurla yoğrulmuş gibiler.
"Türkler aptallık yapıyorlar, Enver toplama kampları tesis etmeğe çok hevesli biri. Wangenheim bu safhada olayların Türk'ün esasen barbar olduğunu ispat ettiğini müşahede etti. Onların hırsı ve sadizmi Alman prestijine ve sulh için uzlaşma çabalarına büyük zarar verebilecekti."(16)
Vangenheim sonradan Bethman Hollweg'e gönderdiği bir raporda olaylara hala farklı bir gözle baktığının işaretini veriyor. Vangenheim Bab-ı Âli'nin gerçekten Türk İmparatorluğu'nda yaşayan Ermeni ırkını imha etmeye çalıştığına şüphesi kalmadığını beyan ile, Almanya için Türklerin yaptığını tasvip etmediğini gösteren belgelere sahip olması gerektiğini söylüyor.(17) Elçi Wangenheim olayın bir "Hıristiyan soykırımı yapılıyor" görüntüsü vermemesi dileğinde bulunuyor ve Van'daki olaylardan habersiz görünüyor. Ancak bölgedeki olaylar hakkında bilgiyi Erzurum Konsolosu Max Erwin Von Scheupner-Richter'den alıyor ve onu bölgede olacak "Soykırım" ve benzeri olaylara müdahale etmesi için uyarıyor.(18) Bu kişi de olayları daima tek yanlı ve abartılı bir üslupla aktarmayı tercih edecektir.(19) Ermeni konusunda Alman Elçisi Wangenheim, Amerikan Elçisi Morgenthau ile çok yakın bir iş birliği içinde ve Avusturya Elçisi Pallavicini ile de yakın ilişki içinde bulunuyordu. Her ikisi de Papanın temsilcisi ile temas halinde bulunuyorlardı.(20).
Avusturya Elçisi 1 Mayıs 1915 günü Viyana'ya gönderdiği bir yazısında "Ben Türkleri Türkiye'deki Hıristiyan'lara karşı alınacak bir sert tedbirin genel durumu etkileyebileceğini ve düşmanlarımızın bütün güçleri ile Türkiye karşısında olacağı konusunda dostça uyardım."(21) diyordu. Bu sözlerin anlamı açıkça "aman Hıristiyanlar ne yaparsa yapsın onlara dokunma yoksa!... biz bile yanınızda olamayız" dan başka bir şey değildi. Nitekim bütün tehdit ve uyarılara rağmen İttihatçı liderler zorunlu göç tedbirlerini başlatınca Pallavicini Osmanlı liderlerini 8 Temmuz 1915'te Avusturya-Macaristan Dışişleri Bakanı Stefan Count Burion'a şikayet edecektir.(22)
Dikkat edilirse olay bir Türk-Ermeni meselesi olmaktan çıkmış ve kasıtlı olarak bir Hıristiyan-Türk çatışması haline dönüştürülmüştür. Hal böyle olunca dost da olsa, düşmanda olsa ve farklı mezhepten de olsa Hıristiyan bir ülkenin görevlileri otomatik olarak Ermenilerin yanında yerini almaktadır. Mesela Alman Elçisi Wangenheim bir ara hastalanır, ülkesine döner ve yerine Prince zu Hohenlohen-Langenburg görevlendirilir. 20 Temmuz'da İstanbul'a varan bu zat, hiç vakit kaybetmeden hemen "Ermeni sorunu"na el atar.(23)
İşte Lepsius;görüştüğü Ermeni çevrelerinden elde ettiği bilgileri bu görüşteki Elçilik mensuplarına aktarır ve onları topyekün bir soykırım yapıldığı şeklinde uyarmaya çalışır. Lepsius artık tam bir Ermeni sözcüsü olmuştur. Çanakkale'de Türk ve Alman askerlerinin itilaf askerleriyle boğaz-boğaza yaptığı mücadele, Doğu Anadolu'daki Rus, Irak'taki İngiliz saldırıları bu kişiyi zerrece ilgilendirmeyecektir. Bundan sonra ki bütün konuşmalarında ve yazılarında Türklerle ilgili olumlu bir tek cümle bile bulmak mümkün değildir. O artık bir Alman değil, fanatik bir Hıristiyan'dır. Söyledikleri, yazdıkları Ermenileri, Protestanlar başta olmak üzere Avrupalıları mutlu edecektir ancak aklı başında hiç kimsenin inanacağı gerçekler değildir. Tam bir propaganda cihazı ve modern çağın yeni "Pier Lermit" idir.
Lepsiusun Ermeni kilise çevrelerinden ve misyonerlerden sonra en önemli kaynağı Amerikan Elçiliği ve bizzat Morgenthau olmuştur. Onunla bir çok defa buluştu. Amerikan Elçisi'nin 31 Temmuz 1915 tarihli mektubunda ilk görüşmeleri şöyle anlatılıyor: "Öğleden sonra 3 sıralarında Potsdam'dan Dr. Johannes Lepsius telefon etti. Bize Ermeni meselesi konusunda pek çok şey söyledi ve bu konuda bilgimizin neler olduğunu sordu. Lepsius gerçekten bir şeyler yapmaya hevesli görünüyordu. O buradan Cenevre'ye gidip, Uluslararası Kızıl Haça, tarafsız ülkeler başkanlarına ve Papaya hep birlikte evrensel bir protestoda bulunulması amacıyla müracaat etmeyi teklif etti... Lepsius'un Yunanlılara nasıl davranıldığını öğrenmek istemesi üzerine ona Yunan İşleri Sorumlusu Tsamados'tan bir randevu aldım"(24)
Lepsius'un Anadolu'ya gitme isteği İçişleri Bakanı Talat Paşa tarafından reddedildi.(25) İstanbul'da bir ay kadar kaldıktan sonra topladığı bütün bilgilerle Almanya'ya döndü. Kendisi Anadolu'yu görmedi, Anadolu'daki Alman misyoner teşkilatı da oldukça küçüktü buna rağmen elindeki belgelerin çoğu Anadolu'daki Protestan Misyonerlerin mektuplarıydı, çünkü Lepsius en büyük yardımı Amerikan Elçisi'nden almıştı. Morgantheu'nun 9 Ağustos 1915 tarihli mektubuna göre Amerikan Dışişlerine müracaat ederek Lepsiusa bilgi verip veremeyeceğini sormuş ve Lepsius'un desteklenmesi istenince 6 Ağustosta kendisine "kalın bir dosya" vermiştir.(26) Okuyucumuzun unutmamasını istediğimiz en önemli gerçeklerden biri budur. Yani Lepsius bundan sonraki çalışmalarında dayanak olacak kaynak ve bilgiler, İstanbul'da Amerikan Elçisi Morgenthau ve kilise örgütleri tarafından temin edilmiştir.
Lepsius Almanya'ya dönüşünde "Türklerin çirkin davranışları" konusunda kilise çevrelerinde yoğun bir kampanya başlattı. Tabii müttefik bir ülke aleyhine yapılan bu davranışlar Berlin Dışişleri çevrelerini zor bir pozisyona soktu. Ama Lepsius'u susturmak mümkün olamıyordu. 22 Eylül günü Basel'deki Alman konsolosluğundan gelen bir rapor; geçenlerde İsviçre'yi ziyareti sırasında Ermeni soykırımının tasarlanmış olduğunu, Alman Hükümeti'nin de gerçekleri bildiğini ancak müttefiki olan bir ülkeye etkili olmadığını yazdığını belirtiyordu. (27)
Lepsius asıl karışıklığı Almanya'da çıkarmağa başlıyordu. Pek çok kaynaktan Alman hükümetine "Ermeni sorununda hükümetin ne yaptığı" sorusu sorulmaya başlanırken; Alman Zeitungsverlag müdürü Dr. Faber, gazetesinde olayı nasıl işleyebileceğini soruyor, Ermenistan'dan haber almak için bazı görevliler hazırlandığını belirtiyordu.(28) Bu sırada Van'da Türklerin 150.000 -180.000 insanının Ermeniler tarafından katledildiği ortaya çıkınca Lepsius Türk iddilarına karşı yapabileceği en iyi direnci gösterdi, reddetti. Ekim 1915'te Berlin'de gazete temsilcilerini topladı ve onlara Türkleri ve bu konuda bir şey yapamayan Alman hükümetini şikayet etti. Halkı tahrik etti ve "Alman hükümetinin Bab-ı Âli'de hizmetçi muamelesi gördüğü" gibi çarpıcı ifadelerde bulundu. Basın'ın baskı yapması üzerine Alman hükümeti, Dışişleri Bakanı Zimmerman; Zeitungsverlag müdürü Dr. Fabere nazik bir mektup gönderdi. Kısaca Ermenilerin sorunları ile gönüllü olarak ilgilendiklerine temas ettikten sonra,"Ermeniler bize kendi çocuklarımızdan ve kardeşlerimizden daha az yakındırlar. Onlar Fransa ve Rusya ile yapılan kanlı mücadelede dolaylı olarak Türklerin askeri desteğinden yardım görüyorlar." (29) diye bazı gerçekleri hatırlatmak gereğini duydu. Ekim sonunda Wangenheim'in vefatı üzerine Wolff-Metternich elçi olarak atandı ve İstanbul'a gelir gelmez kendine verilen talimat gereğince "Ermeni sorunu ile" ilgilenmeğe başladı. Lepsius sanki bütün Almanya'ya "bir soykırım yapıldığı" iddiasını kabul ettirmiş gibiydi. Özellikle kilise çevrelerinin baskısı hükümeti çok zorluyordu. Ancak Osmanlı Hükümeti doğru bildiği istikametten şaşmadı, her şeyden evvel "Türk halkını iç ve dış tehditlere karşı korumak ilk ve en öncelikli görevleriydi." Ermenilerse dev bir iç tehdit oluşturuyordu. Hıristiyan ülke temsilcilerinin müracaatları anlayışla karşılanıyordu, ancak bu bir iç güvenlik sorunuydu ve taviz vermek mümkün değildi, Amerika, İsviçre, Avusturya ve Almanya kilise çevreleri, basın ve siyasiler, 1916-1917 yıllarında bile "Ermeniler konusunda" baskı altına alındılar, teşebbüslere giriştiler, göçmenlere yardım için izin koparmaya çalıştılar. Nisan 1916'da teklif Osmanlı Hükümeti tarafından reddedildi. Çünkü böyle bir yardım, Ermeni toplumunu yeniden dış dünyaya güvenerek yeni isyanlar başlatmasına sebebiyet verebilirdi.(30)
Lepsius, 1916 yazında "Bericht über die Lage des Armenischen Volkes in der Turkei/ Turkiye'deki Ermeni Halkının Durumu Hakkında Rapor) adlı çalışmasını tamamladı, binlerce Alman'a ulaştırdı. Postdam'daki protestan mezhebi temsilciliğine 20.000 kopya teslim edildi. Türk Elçisi Hakkı Bey'in Lepsius'un davranışını, düşmanca bir davranış olarak değerlendirmesi ve şikayeti üzerine hükümet duruma müdahale etti ve Bericht (Mein Besuch in Konstantinopel) adlı yeni risalesinin basımını önledi. Lepsius'un yapıtları baştan aşağı dinsel motifler taşıyordu. Yazar Ulrich Tumpener, Bericht adlı yapıtın sadece önsöz kısmının bile bütün Osmanlı -Alman dostluğunu paramparça edecek bir dinamit olduğunu iddia etmektedir.
"Hıristiyan aleminin en eski milleti, Türk idaresinde yaşadığı sürece yok edilme tehdidi altındadır. Ermeni halkının yedide altısının mal ve mülkleri soyuldu, evlerinden ve yuvalarından kovuldular ve İslâmiyet'i kabul edenler hariç diğerleri öldürüldüler ve çöle sürüldüler. Halkın sadece yedide biri zorunlu göçten kurtulabildi... Bundan başka, Suriyeli Nestoryanlar ve kısmen Yunan Hıristiyanları da zulümlerle taciz edilmişlerdir."( Okuyucularımız AB Parlamentosundaki Soykırım iddialarının nereden kaynaklandığını artık iyice anlamışlardır.)
Bütün Hıristiyan ulusları arasından sadece Almanya talihsiz Ermenilere yardım hizmetleri verebilir. Biz Ermeni milletinin yarısının boğazlanmasını önlemeye muktedir değiliz. Bizim vicdani isteklerimiz geri kalan yarısını kurtarmaktır. Bu ihtiyaçlar için şimdiye kadar hiçbir şey yapılamadı.
Biz açlık çeken kadın ve çocuklar için ekmek, hasta ve ölenler için de yardım yapılmasını istiyoruz. Dul ve yetimlerden ibaret bir halk, kendilerine yardım etme imkanına sahip yegane millet Alman haklına ellerini uzatmışlar. Onlara yardım etme arzusunda olan diğer milletler için yollar kapatılmıştır.
Biz geçici bir yardımın değil devamlı yardımın imkanlarını arıyoruz..." Lepsius sonunda bireylerin insanlığa ve Hıristiyan vicdanlarına hitap ederek yardım talep edince. Vicdan sahibi Hıristiyanlar harekete geçtiler. Bunlardan biri "Grand Dushes Luise of Baden" derhal Dışişleri Bakanı Benthman Hollweg'e bir mektup yazarak "neden Alman hükümetinin bir şey yapmadığını sordu ve açıklama istedi." Lepsius'un çıkardığı kargaşa Alman hükümetini iyice rahatsız etmeye başlayınca onun yurt dışına çıkış izni kaldırıldı. Ama bu karar geç kalmıştı. Lepsius iki hafta evvel Hollanda hududunu geçti ve oraya yerleşti. (31)
Ancak o güne kadar ki çalışmaları ile Papaz Lepsius ilk başta söylediğimiz şekilde, "tek başına bir ordu" gibi çalışmış, Ermeni meselesinde ismi efsane haline gelmiştir. Ermeniler konusunda anlattığımız gerçeklere rağmen daima ve bütün yabancı yazarlar tarafından birinci kaynak olarak kabul edilmiş ve saygı görmüştür. Bu gün, Almanya, Fransa, İsviçre gibi ülkelerdeki 1915 yılında bir soykırım yapıldığı iddialarına karşı olan kesin ve inançlı tutumlarının sebebi tamamen bu Rahibe karşı duyulan sevgi ve güvendir.Bize göre o çok iyi bir din adamı, bir vaizdir, öyle kalmalı ve öyle kabul edilmelidir.Ama tarihsel gerçeklere sırt çevirerek, sırf "Din kardeşlerini koruma ve onlara destek verme" amacıyla, ülkesinin büyük bir savaştaki en samimi dostu ve müttefiki olan bir ulusa, haksız yere vurduğu darbeler bağışlanamaz, unutulmamalı ve bağışlanmamalıdır.
DİPNOTLAR:
(1) Büyük Larousse, Cilt 14, s.7439.
(2) Ana Britannica Cilt-20, s.354.
(3) Büyük Ansiklopedi, Cilt 7, s.2681.
(4) Büyük Larousse, Cilt 19, s.9733.
(5) Esat .Uras: Tarihte Ermeniler ve Ermeni meselesi,, s.451( 2.Baskı,Belge Yayınları,İstanbul-1987)
(6) Aynı Eser, s.543-544.
(7) Edgar Granville, Çarlık Rusyası'nın Anadolu'daki oyunları, s.68-69( Ankara-1967)
(8) Ulrich Trumpener, Germany And The Otoman Empire, (1914-1918) ( Princetown University Press-1968)
(9) Frank G. Weber, Eagles on The Crescent, s.151 (Cornel University Pres, London- USA- 1970).
(10) Dr. Johannes Lepsius, Le Rapport Secret du Dr. Johannes Lepsius sur les massacres of "Armenia (Paris -1918).
(11) Johannes Lepsius, Deutschland and Armenian, 1914-1918 (Potsdam 1919).
(12) Aynı Eser, s.XXVII.
(13) Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, 1914 - 1918, s.118 -119 ( İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul ¬"1985)
(14) U.Trupener a.g.e., s.217, Dip Not: 43.
(15) Franz Werfel, Musa Dağında Kırt Gün, s.136-137.(Belge Yayınları İstanbul-1997)
(16) Eagles on The Crescent, s.113.
(17) Wangenheim "den Bethmann Hollweg'e 7 Temmuz 1915, No-433. 26. Haziran 1915'te Wangenheim Kilikya'daki Katolik Ermeni Patriği ile görüşürken Bab-ı Âli'ye bir başvuruda bulunacağı vadinde bulundu. (U.Trupener, a.g.e., s.213).
(18) U.Trumpener, a.g.e., s.207.
(19) Aynı Eser, s.209.
(20) Eagles on THe Crescent, s.152.
(21) U. Trumpener, a.g.e, s.208.
(22) Aynı Eser, s.215.
(23) Aynı Eser, s.216.
(24) Salahi Sonyel, The Great War and The Tragedy of Anatolia, p.155 (Türk Tarih Kurumu Ankara -2000).
(25) Aynı Eser, s.155.
(26) Aynı Eser, s.155.
(27) Fo, Türkei 183, Bd. 38, Consul General, Basel, to Bethman Hollweg, 22, Sept 1915.
(28) W.Trumpener a.g.e, s. 221.
(29) Aynı Eser, s.221-226
(30) Aynı Eser, s.238
(31) Aynı Eser S.240-242
Dr.M.Galip BAYSAN
Ermeni meselesi de tıpkı rahip Pierre L'Ermite gibi bölge ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgili kişiler tarafından inanılmaz seviyede istismar edilmiş ve bu konuda batı dünyasında bir numaralı isimler olarak kabul edilmiş ve destek görmüşlerdir.
XI'nci yüzyılda Müslüman Türklerin, Hıristiyan Bizans'ı ağır bir yenilgiye uğratıp Anadolu'yu kontrol altına alması, Kudüs ve kutsal toprakların Müslüman Arapların elinde bulunması üzerine Papa II Urban'ın çağrısı ve Pierre L'Ermite adında bir rahibin bütün Avrupa'yı dolaşarak, yoksul halkın arasından parlak vaatlerle bir milyon kişiyi ayaklandırmayı başardı. I. Haçlı Seferi (1096-1099) bu ayaklandırılan insanlarla başlatıldı.
Ermeni meselesi de tıpkı rahip Pierre L'Ermite gibi bölge ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgili kişiler tarafından inanılmaz seviyede istismar edilmiş ve bu konuda batı dünyasında bir numaralı isimler olarak kabul edilmiş ve destek görmüşlerdir. Bu kişiler 1915-1917 savaş yıllarının yeni Piyer Lermit'leri veya Gladstone'ları kabul edilebilir. Türkler aleyhinde her söyledikleri kabul edilmiş, destek görmüş ve "Türk düşmanlığı bayrağı" bu kişiler vasıtasıyla Avrupa ve Amerika'da günümüze kadar elden ele taşınarak gelebilmiştir. Bu kişilerin en ünlüleri bir müttefik ülke rahibi Lepsius, bir İngiliz yazar ve Politikacı Brice ve yardımcısı bir savaş propaganda elemanı tarihçi A. Toynbee ve bir Amerika'lı büyük elçi Morgenethau'dur. Bu isimleri, faaliyetlerini, arkalarında onları yönlendiren güçler ve bu güçlerle ilişkilerini izlemek, öğrenmek kanaatimizce AB ve ABD'de "soykırım iddiaları" ile ilgili talihsiz gelişmeler dikkate alındığında , günümüz Türk aydınları için milli bir görev olmalıdır.Biz bu yazımızda Ermeni meselesinde adeta tek kişilik bir ordu gibi faaliyet gösteren, bütün ömrünü Ermenileri savunmaya adamış ve inanılmaz seviyede başarılı olmuş bir dost ülke rahibi olan Lepsiusu tanıtmaya çalışacağız.
Almanya'nın ünlü bir bilim adamlarından Karl Richard Lepsius (1810-1884) un(1) oğludur. Baba Lepsius eski Mısır uygarlığı uzmanı ve modern bilimsel arkeolojinin kurucularındandı. 1843-45 yılları arasında Mısır ve Sudan'a düzenlenen arkeolojik keşif gezilerine başkanlık etti. Lepsius'un yönetiminde Berlin müzesindeki Mısır koleksiyonu dünyanın en iyi koleksiyonlarından biri oldu(2). Oğul Dr. Johannes Lepsius daha 1890'larda Ermeni meselesinin hararetli bir savunucusu olmuştu. 1896 yılında Lozan'da "L'Armenie et L'europe" adlı bir kitap hazırlamış ve kitabı ertesi yıl "Armenie And Europe / Ermeniler ve Avrupa" adı altında yayınlamıştır. Aynı yıllarda Ermeni Hınçak,Taşnak" gibi örgütlerin Avrupa'da tanınmaya çalıştığını sonucunda Gladstane'un himayesiyle Londra'da üstlendiğini hatırlıyoruz. Buna paralel olarak tabii ki o şehirler çevresindeki kilise örgütlerinin büyük desteği ile; Paris, Londra, Brüksel, Berlin, Leipzig, Cenevre, Zurih, Roma, Milano'da Ermeni davası için elverişli ortam hazırlandı. Jaures (Jean, Fransız devlet adamı, 1893'te Fransız meclisinde Bağımsız sosyalistler grubuna dahildi)(3), Elise Reclus (Fransız Coğrafyacı (1830-1905) düşünceleri nedeniyle anarşist kabul ediliyordu, 1851'de Fransa'yı terk etmek zorunda kalmıştı. Komünist Enternasyonala Bakunin'in kanadında katıldı. 1875-1894 arasında yazdığı "Dünya Coğrafyası" adlı eseri ile ünlendi.)(4), gibi birçok temsilciler bulundu. Fransa, İngiltere, İtalya, Belçika, Hollanda Parlamentolarında Ermeniler hakkında açıklamalar yapıldı. Bunlardan başka Jaures, Victor Berard ve Pierre Geillard gibi Fransız ileri gelenlerin demeçleri, konferans ve eserleri, İngiltere'de Lord Bryce (üzerinde duracağımız ikinci isim), Rusya'da Gamarofski, Belçika'da Roland-Jaqumann, Almanya'da da Papaz Lepsius'un faaliyetleri dikkati çekiyordu. A. Çobanyan'ın, Portakalyan'ın, Minas Çeraz'ın yazıları, eserleri, propagandaları ile öne çıkan ve bu isimlerin hazırladıkları bilgilerle Ermeniler lehine eserler yazan Avrupalılar da bulunuyordu. Ancak bu kişiler kendi hükümetlerinin siyasi menfaatlerine uygun düştüğü sürece Ermenileri desteklemişler ve bir yarar görmedikleri zaman da Ermenileri terk etmişlerdir. (5)
Ermenilerin 1900'lü yılların başlarında Avrupa'nın değişik şehirlerinde yapılan destek toplantılarında seçkin isimler eksik olmuyordu. 15 Şubat 1903'te Paris'te Chateau D'eau Tiyatrosu'nda yapılan toplantıya Millet vekillerinden F. Pressense" J. Jaure's, Destournel de onstant, Denis Cochin, Profesör ve yazar Leroiy-Beaulieu gibi isimler katılmıştı. Bu toplantıda da "Türkiye'de bütün insanlığa karşı yapılan haksızlık ve zulümleri" önlemekten bol bol bahsedildi. Bir yıl önce de (31 Mart 1902'de Cenevre'de ve 17 Temmuz 1902'de Brüksel'de "Ermeni dostu Avrupalılar" adına toplanan kongrelerde). Avrupa'nın ünlü yazarlarına "Ermenistan ve Ermeni Sorunu" adlı büyük bir eser hazırlatılması kararı alındı ve pek çok ünlü yazarın bu konuda yardım vaat ettiği belirtildi. Basın ve konferanslar tertip ederek Ermeniler lehinde açıklamalarda bulunmak için bütün ülkelere hitap edecek bir bildiri hazırlanması ve "haksızlığa uğramış Ermeni milletinin katliamlarla yok edilmemesi" için ne yapılması gerektiği görüşüldü. (6)
1913 yılında Mandelstam planının tartışıldığı ve Doğu Anadolu'daki altı il'de bir "Ermeni Devleti" nin kurulması aşamasına gelindiği bir dönemde, Avrupa başkentlerindeki Ermeni taraftarları, artık her fırsatta "Ermenistan" olarak anılan bu toprakları Türklerin hakimiyetinden çıkarıp Çarlığın kontrolüne almak için bütün Avrupa'nın mutabakatını sağlamaya çalışıyorlardı. "British Armenian Committee/Britanya Ermeni Komitesi" nden başka Dr. Lepsius'un "Deutsche Orient Mission"u da bu konuda Bogos Nubar Paşa'yı destekliyordu. 30 Aralık 1913'te Fransız Asyası Komitesinin Paris'te General Lacroix'nun başkanlığında düzenlediği "Uluslar arası Ermeni Toplantısı"nda Alman Dışişleri Bakanlığından ilham alan iki Alman, Lepsius ve Rohrbach, harekete taraftar olduklarını ifade etmişlerdir. Toplantı sırasında Rahip Lepsius bir adım daha ileri giderek bölgeyi Rusya'nın işgal etmesinin lehinde konuşmuştur. Osmanlı Devleti'nin 1/3'ünün koparılıp alınması anlamına gelen böyle önemli bir konuda söz sahibi olabilmek için Almanlar da Ermenilere yakın bir görünümde olmak istiyorlardı.
İngiliz Milletvekili Q'Connor, Whyte ve Williams, Ermeni halkının koruyuculuğu için Rus temsilcisi Miliukof ile adeta rekabet halindeydiler. Ermenistan'a bir gezi yapmış olan Buxton kardeşlerde farkına varmadan Çarlık politikasına hizmet ediyorlardı. Nitekim Harold Buxton yaptığı bir konuşmasında "Rus Orduları sınırı geçtiği anda Doğu Anadolu'da dost ve kurtarıcı olarak selâmlanacaklardır." Demekten kendini alamamıştır. (7)
Amacımız okuyucularımıza, üzerinde durma zorunluğu hissettiğimiz Rahip Lepsius ve Bryce gibi isimlerin yirmi yılı aşkın bir süredir "Ermeni meselesinin Militan bir taraftarı" olduklarını ve her fırsattan istifade ederek bütün Avrupa ve hatta dünyayı Türkiye'de "masum bir Hıristiyan topluma, zalim bir ırk, Türkler tarafından sık sık soykırım uygulandığının kabul edilmesi ve gelecek yıllar içinde de Ermeni milletinin "soykırımlarla yok edileceği" beklentisi içine sokulmasıdır. 1915 Olayları haklı da olsa, haksız da olsa bu gelişmeler sonucunda ismi zaten hazırdır. "Soykırım". Türkiye'de arzu ettikleri propaganda malzemesi hazırdır, yapılacak iş gayet basittir. Gidip o malzemeyi İstanbul'dan (patrikhane ve çevresinden) almak ve Avrupa başkentlerinde satmaktır. İşte Rahip Lepsius bu işi başarabilecek çapta, tecrübeli bir isimdir.
Bir Alman Protestan papazı olan Lepsius; bazı protestant Evangelik Cemiyetler üyesi olarak Ermenistan'a gitmesine müsaade edilmiş bir yazar ve yakın doğu uzmanıydı. Hem kendisi ve hem de onu referans alan yazarlar (mesela Ulrich Trumpener (8) ve ondan yararlanan Frank G. Weber (9) gibi yazarlar, bu nedenle onun Avrupa'da yaptığı konuşmalar ve 1918 yılında yazdığı, Paris'te yayınlanan "Le rapport secret du Dr. Johannes Lepsius sur les massacres d'Armenie" (Ermeni Soykırımı konusunda Dr. Lepsius'an Gizli Raporları)(10) ve 1919 yılında yayınlanan "Deutschland und Armenien" (Almanya ve Ermenistan), 1914- 1918 (11) kitabındaki hikayeleri bizzat gözlemelerine dayanarak yazdığını kabul etmekte ve birinci derecede kaynak değeri vermek gibi büyük bir hata içine düşmektedirler.
Bu kitapların tamamlandığı yıllarda (1918, 1919) Rahip Lepsius, 1915 yılının ilk ayları için bakın ne gibi bilgiler veriyor. Enver Alman Elçisi'nin takip ettiği politikayı iyi biliyordu bu nedenle Almanya Bulgaristan'la bir askeri anlaşma yapmadan Ermeni ırkının "tamamen tasfiye edilmesi için" sabırsızlanıyordu. Bulgaristan'ın savaşa girmesi halinde ikmal ihtiyaçlarının karşılanması sağlanacak ancak aynı zamanda Türkiye'ye gelecek Alman birlikleri Türklerin bu caniyane plânını önleyebilecekti. (12) (Lepsius'un bu görüşü neye dayanıyordu anlamak zor. Çünkü Bulgaristan'ın savaşa girip girmeyeceği tamamen Çanakkale muharebelerinin gidişatına bağlıydı. Antante devletlerin Boğazı geçemeyeceği, Ağustos saldırılarından sonra anlaşılınca Bulgaristan 3 Eylül 1915'te imzaladığı bir anlaşma ile Meriç batısındaki Dimetoka'yı Osmanlı Devleti'nden aldı, 12 Ekim 1915'te Sırbistan'a karşı savaşa başladı. (13) Bu nedenle böyle bir düşünce tarzının gerçeklerle ne derece bağdaşabileceğini okurlarımıza bırakıyoruz.)
İstanbul'da zorunlu göç kararı alınması üzerine Alman- Ermeni Cemiyeti Başkanı ve Alman Doğu misyonunun başı durumunda bulunan Lepsius, Wilhelmstrasse (Bab-ı Âli gibi Alman hükümeti'nin bulunduğu mevki)'de iyi ilişkiler içinde bulunduğu dostlarına müracaat ederek olayları yakından izlemek için İstanbul'a gitme izni istedi. Onun planının Türk ve Ermeniler arasında aracı rolü üstlenmek olduğu iddia ediliyordu. Bab-ı Âli olaylara kimsenin karışmasına müsaade etmiyordu. Lepsius vazgeçmedi, aralarında ünlü Paul Rohrbach'ın da bulunduğu Alman- Ermeni Cemiyeti ve Doğu Misyonu müdürlerinin de desteği ile isteğini tekrarladı. 13 Haziranda Zimmerman (Dışişleri Bakanı, Wangenheim'in (İstanbul'daki Alman Elçisi) Lepsius'un ziyaretinin belki de yararlı olabileceği nedeni ile Elçiliğin Bab-ı Âli'nin iznini almak için gayret göstermesini istedi. Sonunda Bab-ı Âli'den gerekli izin alındı ve Lepsius İsviçre, Bükreş ve Sofya'ya uğrayarak ve konu ile ilgili kurumlarla görüşerek 24 Temmuz'da İstanbul'a geldi.
İstanbul'da Amerikan Elçisi dahil, Patrikhane ve Ermeni örgütlerinden Ermeni göçü ile ilgili bilgileri topladı ve 10 Ağustos ta Enver Paşa ile de görüştü.(14) Lepsius bu görüşmeyi ve kendisine gösterilen iltifatı ileride her yerde istismar edecek. Ermeni propagandası için abartılı ifadelerle aleyhte kullanılacaktır. Hatta bu sahne Ermeni dünyasının ünlü propaganda yayını olan Franz Werfel'in Musa Dağında kırk gün adlı romanında şu sözlerle anlatılır; Bu sözlerle aynı zamanda bu kişinin savaşta ülkesinin müttefiki bir ulus için neler düşündüğünün izlerini de bulmak mümkün olacaktır.
Eğer Kuzey İran, Kafkasya, Kaşgar ve Türkistan'a gidilirse, buralarda çadırlarda yaşayan "Türk Irkına" mensup bütün halklar ve Avrupa'nın yarısı kadar bir alanı kaplayan bozkırda, oradan oraya yaşayan göçerlerle birlikte 20 milyonu bulmaz bir sayı.... Böyle düşleri "milliyetçilik" adlı uyuşturucu üretiyor diye düşünüyor Lepsius. Aynı zamanda karşısındaki bu narin yapılı savaş tanrısına, bu çocuksu "Hıristiyanlık Düşmanına" acıma duygusu sarıyor benliğini, Johannes Lepsius ses tonu şimdi yavaşlıyor, bir şeyleri biliyor olmanın ağırlığını taşıyor sanki.
Yeni bir İmparatorluk kurmak istiyorsunuz ekselans. Fakat bu İmparatorluğun temelinde Ermeni halkının cesedi olacak. Bu hayır getirir mi? Hiç olmazsa şimdiden sonra barışçıl bir yol bulmak olanaksız mı?
..........
-İnsanlarla Veba mikrobu arasında barış olmaz.
-Demek ki siz, harbi Ermeni milletini tamamen yok etmek için kullanmak istediğinizi kabul ediyorsunuz.
-Benim kişisel görüşlerim ve amaçlarım, hükümetimizin bu konuya ilişkin yayınladığı resmi bildiride yer almıştır. Uzun süre göz yumup bekledikten sonra, savaş ve öz savunma koşulları altında hareket ediyoruz. Devletin yıkılması için faaliyet gösteren yurttaşlar, her yerde yasaların sertliğine maruz kalırlar. Buna göre hükümetimiz yasalara uygun hareket etmektedir."(15)
Yazarın bu sahneyi Lepsius'un hatıralarından biraz süsleyerek almış olması muhtemeldir. Türklerle ilgili olumsuz görüşler sadece Lepsius veya onun ağzından yazan Franz Werfel ile sınırlı kalmıyor. Türkiye'deki müttefik ülkelerin elçileri de maalesef aynı hamurla yoğrulmuş gibiler.
"Türkler aptallık yapıyorlar, Enver toplama kampları tesis etmeğe çok hevesli biri. Wangenheim bu safhada olayların Türk'ün esasen barbar olduğunu ispat ettiğini müşahede etti. Onların hırsı ve sadizmi Alman prestijine ve sulh için uzlaşma çabalarına büyük zarar verebilecekti."(16)
Vangenheim sonradan Bethman Hollweg'e gönderdiği bir raporda olaylara hala farklı bir gözle baktığının işaretini veriyor. Vangenheim Bab-ı Âli'nin gerçekten Türk İmparatorluğu'nda yaşayan Ermeni ırkını imha etmeye çalıştığına şüphesi kalmadığını beyan ile, Almanya için Türklerin yaptığını tasvip etmediğini gösteren belgelere sahip olması gerektiğini söylüyor.(17) Elçi Wangenheim olayın bir "Hıristiyan soykırımı yapılıyor" görüntüsü vermemesi dileğinde bulunuyor ve Van'daki olaylardan habersiz görünüyor. Ancak bölgedeki olaylar hakkında bilgiyi Erzurum Konsolosu Max Erwin Von Scheupner-Richter'den alıyor ve onu bölgede olacak "Soykırım" ve benzeri olaylara müdahale etmesi için uyarıyor.(18) Bu kişi de olayları daima tek yanlı ve abartılı bir üslupla aktarmayı tercih edecektir.(19) Ermeni konusunda Alman Elçisi Wangenheim, Amerikan Elçisi Morgenthau ile çok yakın bir iş birliği içinde ve Avusturya Elçisi Pallavicini ile de yakın ilişki içinde bulunuyordu. Her ikisi de Papanın temsilcisi ile temas halinde bulunuyorlardı.(20).
Avusturya Elçisi 1 Mayıs 1915 günü Viyana'ya gönderdiği bir yazısında "Ben Türkleri Türkiye'deki Hıristiyan'lara karşı alınacak bir sert tedbirin genel durumu etkileyebileceğini ve düşmanlarımızın bütün güçleri ile Türkiye karşısında olacağı konusunda dostça uyardım."(21) diyordu. Bu sözlerin anlamı açıkça "aman Hıristiyanlar ne yaparsa yapsın onlara dokunma yoksa!... biz bile yanınızda olamayız" dan başka bir şey değildi. Nitekim bütün tehdit ve uyarılara rağmen İttihatçı liderler zorunlu göç tedbirlerini başlatınca Pallavicini Osmanlı liderlerini 8 Temmuz 1915'te Avusturya-Macaristan Dışişleri Bakanı Stefan Count Burion'a şikayet edecektir.(22)
Dikkat edilirse olay bir Türk-Ermeni meselesi olmaktan çıkmış ve kasıtlı olarak bir Hıristiyan-Türk çatışması haline dönüştürülmüştür. Hal böyle olunca dost da olsa, düşmanda olsa ve farklı mezhepten de olsa Hıristiyan bir ülkenin görevlileri otomatik olarak Ermenilerin yanında yerini almaktadır. Mesela Alman Elçisi Wangenheim bir ara hastalanır, ülkesine döner ve yerine Prince zu Hohenlohen-Langenburg görevlendirilir. 20 Temmuz'da İstanbul'a varan bu zat, hiç vakit kaybetmeden hemen "Ermeni sorunu"na el atar.(23)
İşte Lepsius;görüştüğü Ermeni çevrelerinden elde ettiği bilgileri bu görüşteki Elçilik mensuplarına aktarır ve onları topyekün bir soykırım yapıldığı şeklinde uyarmaya çalışır. Lepsius artık tam bir Ermeni sözcüsü olmuştur. Çanakkale'de Türk ve Alman askerlerinin itilaf askerleriyle boğaz-boğaza yaptığı mücadele, Doğu Anadolu'daki Rus, Irak'taki İngiliz saldırıları bu kişiyi zerrece ilgilendirmeyecektir. Bundan sonra ki bütün konuşmalarında ve yazılarında Türklerle ilgili olumlu bir tek cümle bile bulmak mümkün değildir. O artık bir Alman değil, fanatik bir Hıristiyan'dır. Söyledikleri, yazdıkları Ermenileri, Protestanlar başta olmak üzere Avrupalıları mutlu edecektir ancak aklı başında hiç kimsenin inanacağı gerçekler değildir. Tam bir propaganda cihazı ve modern çağın yeni "Pier Lermit" idir.
Lepsiusun Ermeni kilise çevrelerinden ve misyonerlerden sonra en önemli kaynağı Amerikan Elçiliği ve bizzat Morgenthau olmuştur. Onunla bir çok defa buluştu. Amerikan Elçisi'nin 31 Temmuz 1915 tarihli mektubunda ilk görüşmeleri şöyle anlatılıyor: "Öğleden sonra 3 sıralarında Potsdam'dan Dr. Johannes Lepsius telefon etti. Bize Ermeni meselesi konusunda pek çok şey söyledi ve bu konuda bilgimizin neler olduğunu sordu. Lepsius gerçekten bir şeyler yapmaya hevesli görünüyordu. O buradan Cenevre'ye gidip, Uluslararası Kızıl Haça, tarafsız ülkeler başkanlarına ve Papaya hep birlikte evrensel bir protestoda bulunulması amacıyla müracaat etmeyi teklif etti... Lepsius'un Yunanlılara nasıl davranıldığını öğrenmek istemesi üzerine ona Yunan İşleri Sorumlusu Tsamados'tan bir randevu aldım"(24)
Lepsius'un Anadolu'ya gitme isteği İçişleri Bakanı Talat Paşa tarafından reddedildi.(25) İstanbul'da bir ay kadar kaldıktan sonra topladığı bütün bilgilerle Almanya'ya döndü. Kendisi Anadolu'yu görmedi, Anadolu'daki Alman misyoner teşkilatı da oldukça küçüktü buna rağmen elindeki belgelerin çoğu Anadolu'daki Protestan Misyonerlerin mektuplarıydı, çünkü Lepsius en büyük yardımı Amerikan Elçisi'nden almıştı. Morgantheu'nun 9 Ağustos 1915 tarihli mektubuna göre Amerikan Dışişlerine müracaat ederek Lepsiusa bilgi verip veremeyeceğini sormuş ve Lepsius'un desteklenmesi istenince 6 Ağustosta kendisine "kalın bir dosya" vermiştir.(26) Okuyucumuzun unutmamasını istediğimiz en önemli gerçeklerden biri budur. Yani Lepsius bundan sonraki çalışmalarında dayanak olacak kaynak ve bilgiler, İstanbul'da Amerikan Elçisi Morgenthau ve kilise örgütleri tarafından temin edilmiştir.
Lepsius Almanya'ya dönüşünde "Türklerin çirkin davranışları" konusunda kilise çevrelerinde yoğun bir kampanya başlattı. Tabii müttefik bir ülke aleyhine yapılan bu davranışlar Berlin Dışişleri çevrelerini zor bir pozisyona soktu. Ama Lepsius'u susturmak mümkün olamıyordu. 22 Eylül günü Basel'deki Alman konsolosluğundan gelen bir rapor; geçenlerde İsviçre'yi ziyareti sırasında Ermeni soykırımının tasarlanmış olduğunu, Alman Hükümeti'nin de gerçekleri bildiğini ancak müttefiki olan bir ülkeye etkili olmadığını yazdığını belirtiyordu. (27)
Lepsius asıl karışıklığı Almanya'da çıkarmağa başlıyordu. Pek çok kaynaktan Alman hükümetine "Ermeni sorununda hükümetin ne yaptığı" sorusu sorulmaya başlanırken; Alman Zeitungsverlag müdürü Dr. Faber, gazetesinde olayı nasıl işleyebileceğini soruyor, Ermenistan'dan haber almak için bazı görevliler hazırlandığını belirtiyordu.(28) Bu sırada Van'da Türklerin 150.000 -180.000 insanının Ermeniler tarafından katledildiği ortaya çıkınca Lepsius Türk iddilarına karşı yapabileceği en iyi direnci gösterdi, reddetti. Ekim 1915'te Berlin'de gazete temsilcilerini topladı ve onlara Türkleri ve bu konuda bir şey yapamayan Alman hükümetini şikayet etti. Halkı tahrik etti ve "Alman hükümetinin Bab-ı Âli'de hizmetçi muamelesi gördüğü" gibi çarpıcı ifadelerde bulundu. Basın'ın baskı yapması üzerine Alman hükümeti, Dışişleri Bakanı Zimmerman; Zeitungsverlag müdürü Dr. Fabere nazik bir mektup gönderdi. Kısaca Ermenilerin sorunları ile gönüllü olarak ilgilendiklerine temas ettikten sonra,"Ermeniler bize kendi çocuklarımızdan ve kardeşlerimizden daha az yakındırlar. Onlar Fransa ve Rusya ile yapılan kanlı mücadelede dolaylı olarak Türklerin askeri desteğinden yardım görüyorlar." (29) diye bazı gerçekleri hatırlatmak gereğini duydu. Ekim sonunda Wangenheim'in vefatı üzerine Wolff-Metternich elçi olarak atandı ve İstanbul'a gelir gelmez kendine verilen talimat gereğince "Ermeni sorunu ile" ilgilenmeğe başladı. Lepsius sanki bütün Almanya'ya "bir soykırım yapıldığı" iddiasını kabul ettirmiş gibiydi. Özellikle kilise çevrelerinin baskısı hükümeti çok zorluyordu. Ancak Osmanlı Hükümeti doğru bildiği istikametten şaşmadı, her şeyden evvel "Türk halkını iç ve dış tehditlere karşı korumak ilk ve en öncelikli görevleriydi." Ermenilerse dev bir iç tehdit oluşturuyordu. Hıristiyan ülke temsilcilerinin müracaatları anlayışla karşılanıyordu, ancak bu bir iç güvenlik sorunuydu ve taviz vermek mümkün değildi, Amerika, İsviçre, Avusturya ve Almanya kilise çevreleri, basın ve siyasiler, 1916-1917 yıllarında bile "Ermeniler konusunda" baskı altına alındılar, teşebbüslere giriştiler, göçmenlere yardım için izin koparmaya çalıştılar. Nisan 1916'da teklif Osmanlı Hükümeti tarafından reddedildi. Çünkü böyle bir yardım, Ermeni toplumunu yeniden dış dünyaya güvenerek yeni isyanlar başlatmasına sebebiyet verebilirdi.(30)
Lepsius, 1916 yazında "Bericht über die Lage des Armenischen Volkes in der Turkei/ Turkiye'deki Ermeni Halkının Durumu Hakkında Rapor) adlı çalışmasını tamamladı, binlerce Alman'a ulaştırdı. Postdam'daki protestan mezhebi temsilciliğine 20.000 kopya teslim edildi. Türk Elçisi Hakkı Bey'in Lepsius'un davranışını, düşmanca bir davranış olarak değerlendirmesi ve şikayeti üzerine hükümet duruma müdahale etti ve Bericht (Mein Besuch in Konstantinopel) adlı yeni risalesinin basımını önledi. Lepsius'un yapıtları baştan aşağı dinsel motifler taşıyordu. Yazar Ulrich Tumpener, Bericht adlı yapıtın sadece önsöz kısmının bile bütün Osmanlı -Alman dostluğunu paramparça edecek bir dinamit olduğunu iddia etmektedir.
"Hıristiyan aleminin en eski milleti, Türk idaresinde yaşadığı sürece yok edilme tehdidi altındadır. Ermeni halkının yedide altısının mal ve mülkleri soyuldu, evlerinden ve yuvalarından kovuldular ve İslâmiyet'i kabul edenler hariç diğerleri öldürüldüler ve çöle sürüldüler. Halkın sadece yedide biri zorunlu göçten kurtulabildi... Bundan başka, Suriyeli Nestoryanlar ve kısmen Yunan Hıristiyanları da zulümlerle taciz edilmişlerdir."( Okuyucularımız AB Parlamentosundaki Soykırım iddialarının nereden kaynaklandığını artık iyice anlamışlardır.)
Bütün Hıristiyan ulusları arasından sadece Almanya talihsiz Ermenilere yardım hizmetleri verebilir. Biz Ermeni milletinin yarısının boğazlanmasını önlemeye muktedir değiliz. Bizim vicdani isteklerimiz geri kalan yarısını kurtarmaktır. Bu ihtiyaçlar için şimdiye kadar hiçbir şey yapılamadı.
Biz açlık çeken kadın ve çocuklar için ekmek, hasta ve ölenler için de yardım yapılmasını istiyoruz. Dul ve yetimlerden ibaret bir halk, kendilerine yardım etme imkanına sahip yegane millet Alman haklına ellerini uzatmışlar. Onlara yardım etme arzusunda olan diğer milletler için yollar kapatılmıştır.
Biz geçici bir yardımın değil devamlı yardımın imkanlarını arıyoruz..." Lepsius sonunda bireylerin insanlığa ve Hıristiyan vicdanlarına hitap ederek yardım talep edince. Vicdan sahibi Hıristiyanlar harekete geçtiler. Bunlardan biri "Grand Dushes Luise of Baden" derhal Dışişleri Bakanı Benthman Hollweg'e bir mektup yazarak "neden Alman hükümetinin bir şey yapmadığını sordu ve açıklama istedi." Lepsius'un çıkardığı kargaşa Alman hükümetini iyice rahatsız etmeye başlayınca onun yurt dışına çıkış izni kaldırıldı. Ama bu karar geç kalmıştı. Lepsius iki hafta evvel Hollanda hududunu geçti ve oraya yerleşti. (31)
Ancak o güne kadar ki çalışmaları ile Papaz Lepsius ilk başta söylediğimiz şekilde, "tek başına bir ordu" gibi çalışmış, Ermeni meselesinde ismi efsane haline gelmiştir. Ermeniler konusunda anlattığımız gerçeklere rağmen daima ve bütün yabancı yazarlar tarafından birinci kaynak olarak kabul edilmiş ve saygı görmüştür. Bu gün, Almanya, Fransa, İsviçre gibi ülkelerdeki 1915 yılında bir soykırım yapıldığı iddialarına karşı olan kesin ve inançlı tutumlarının sebebi tamamen bu Rahibe karşı duyulan sevgi ve güvendir.Bize göre o çok iyi bir din adamı, bir vaizdir, öyle kalmalı ve öyle kabul edilmelidir.Ama tarihsel gerçeklere sırt çevirerek, sırf "Din kardeşlerini koruma ve onlara destek verme" amacıyla, ülkesinin büyük bir savaştaki en samimi dostu ve müttefiki olan bir ulusa, haksız yere vurduğu darbeler bağışlanamaz, unutulmamalı ve bağışlanmamalıdır.
DİPNOTLAR:
(1) Büyük Larousse, Cilt 14, s.7439.
(2) Ana Britannica Cilt-20, s.354.
(3) Büyük Ansiklopedi, Cilt 7, s.2681.
(4) Büyük Larousse, Cilt 19, s.9733.
(5) Esat .Uras: Tarihte Ermeniler ve Ermeni meselesi,, s.451( 2.Baskı,Belge Yayınları,İstanbul-1987)
(6) Aynı Eser, s.543-544.
(7) Edgar Granville, Çarlık Rusyası'nın Anadolu'daki oyunları, s.68-69( Ankara-1967)
(8) Ulrich Trumpener, Germany And The Otoman Empire, (1914-1918) ( Princetown University Press-1968)
(9) Frank G. Weber, Eagles on The Crescent, s.151 (Cornel University Pres, London- USA- 1970).
(10) Dr. Johannes Lepsius, Le Rapport Secret du Dr. Johannes Lepsius sur les massacres of "Armenia (Paris -1918).
(11) Johannes Lepsius, Deutschland and Armenian, 1914-1918 (Potsdam 1919).
(12) Aynı Eser, s.XXVII.
(13) Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, 1914 - 1918, s.118 -119 ( İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul ¬"1985)
(14) U.Trupener a.g.e., s.217, Dip Not: 43.
(15) Franz Werfel, Musa Dağında Kırt Gün, s.136-137.(Belge Yayınları İstanbul-1997)
(16) Eagles on The Crescent, s.113.
(17) Wangenheim "den Bethmann Hollweg'e 7 Temmuz 1915, No-433. 26. Haziran 1915'te Wangenheim Kilikya'daki Katolik Ermeni Patriği ile görüşürken Bab-ı Âli'ye bir başvuruda bulunacağı vadinde bulundu. (U.Trupener, a.g.e., s.213).
(18) U.Trumpener, a.g.e., s.207.
(19) Aynı Eser, s.209.
(20) Eagles on THe Crescent, s.152.
(21) U. Trumpener, a.g.e, s.208.
(22) Aynı Eser, s.215.
(23) Aynı Eser, s.216.
(24) Salahi Sonyel, The Great War and The Tragedy of Anatolia, p.155 (Türk Tarih Kurumu Ankara -2000).
(25) Aynı Eser, s.155.
(26) Aynı Eser, s.155.
(27) Fo, Türkei 183, Bd. 38, Consul General, Basel, to Bethman Hollweg, 22, Sept 1915.
(28) W.Trumpener a.g.e, s. 221.
(29) Aynı Eser, s.221-226
(30) Aynı Eser, s.238
(31) Aynı Eser S.240-242
Dr.M.Galip BAYSAN
Türklere Karşı Soykırım İddialarının Mimarı Portreler Amerikan Büyükelçisi Henry Morgenthau
Dr. M. Galip BAYSAN ANKARA, 01 Kasım 2007 Perşembe
İngiltere ve Almanya'da, Türkler aleyhinde ve Ermeniler lehindeki "soykırım propaganda" faaliyetlerinin temel taşlarından biri olduğunu açık bir şekilde gördüğümüz İstanbul'daki tarafsız ülke!
ABD'nin Büyük Elçisi Henry Morgenthau; New York'ta gayrimenkul komisyonculuğu yaparken, Woodrow Wilson'un 1912 Başkanlık seçimi sırasında, "Demokrat Partinin mali komite başkanlığını" yapmıştır. Wilson'un başkan seçilmesinden sonra Amerika'da Yahudilere açılan tek mevki olarak Osmanlı Büyükelçiliği ile mükafatlandırılmıştır. Morgenthau (1856- 1946) ailesi, Alman Yahudi'si olup Amerika'ya göçenlerdendir. (Belki de bu kişinin gerek Türk, gerekse Almanlara karşı davranışlarının ve ABD'yi İtilaf Devletleri'nin yanında savaşa sokmayı isteyen grupta yer almasının nedenlerinden biri, bu geçmişten gelen bir olumsuzluk olabilir.) Sadece Wilson'un şahsi müdahalesi ve New York şehri Hahamı Stephen Wise'in ısrarları sonunda Morgenthau'ya bu görev ayarlandı. 27 Kasım 1913'te İstanbul'a gelen Büyükelçi, Türkiye'de 26 ay kadar görev yaptıktan sonra Şubat 1916'da Amerika'ya döndü. Daha sonra "Büyükelçi Morgenthau'nun Hikayesi" adı ile yazdığı kitap o dönemde çok ilgi uyandırdı. 1920 li yıllarda siyasi kararları dahi etkiledi, halen günümüzde dahi okunabiliyor. Morgenthau'nun o dönemde İstanbul'da bulunması, olaylara birinci elden şahit olduğu izlenimi vermesi, Ermeniler için yine büyük bir şans ve Türkler için yine büyük şanssızlıklardan biri olacaktır. Çünkü Morgenthau'nun hatıraları 1915 yılında Jön Türklerin Ermenilere önceden tasarlanmış ve planlanmış bir soykırım uyguladığı konusunda bir numaralı kaynak kabul edilecektir. (1)
Kitabın hazırlanması ABD'nin savaşa girmesinden sonra 26 Kasım 1917'de Başkan Wilson'a gönderdiği bir mektupla gündeme geldi. Bu mektubunda Morgenthau; ABD'nin savaş gayretlerini desteklemek amacıyla Alman ve Türk aleyhtarı bir propaganda kitabı yazmak arzusunda olduğunu bildirdi. Wilson'un olumlu yanıtı üzerine hatıralar bir ekip halinde kaleme alındı. Antant savaş gayretlerine destek sağlayan bir savaş propaganda aracı olarak kabul edildi.
Morganthau'nu hatıraları "günlük" ve "mektupları" olarak bilinen iki koleksiyon, zamanın ünlü yazar, tarihçi ve gazetecilerinden Pulitzer armağanı sahibi Burtan J. Hendrick ve yanındaki büyük sayıdaki yardımcılarına teslim edildi. Kitap Burton J. Hendrick'in kaleminden çıktı. Yardımcıları arasında bizzat Morgenthau'da vardı. Ayrıca kendisinin İstanbul'dan beri yanında olan ve kitap bitene kadar onunla birlikte kalan Hagop S. Andonyan da ona yardım etti. Hakkında pek az şey bilinen Agop Efendi bize göre Büyükelçi Morgenthau olayının temel taşlarından biridir ve üzerinde dikkatle durmamız gereken bir isimdir, küçük yaşına rağmen Ermeniler hesabına muazzam işler başarmıştır.
Morganthau "günlük" veya "mektuplar"ın da kendisinden genellikle "benim sekreterim" sözleriyle bahsetmektedir. Aslında gerçek görevi "Dragomandır" (tercüman) tıpkı geçmişte Ermeniler ve diğer Hıristiyan toplumlara büyük destek sağlamış olan, İngiliz Elçiliği Dragomonı Fritz Maurice ve Rusya sefareti Drogomanı Mandelstam gibi bir tercümandı. Andonyan büyükelçinin sofrasının müdavimlerinden biri idi ve bazı geceler film seyrederken ona refakat ediyordu. Yirminci yüzyıla girilen günlerde İstanbul Amerikan Robert Koleji öğrencilerinden biriydi.
Morgantau'nun yanına katıldığı zaman otuz yaşlarında kadardı. Büyükelçi'nin İstanbul'dan ayrıldığı 8 Şubat 1916 günü onunla beraber Amerika'ya gitti. O günlerde gemide verilen bir maskeli balo'ya Marganthau bir Yunan erkeği, Andonyan da bir "Türk kadını" gibi giyinerek katıldılar. (2)
Morgenthau'nun mektuplarından 9 Ocak 1918 tarihli biri Dışişleri Bakanlığı üçüncü sekreterine yazılmıştır ve sekreteri Agop S. Andonyanın askerliğinin tecili için yardım talep etmektedir. Morgenthau mektubunda bu konudan şöyle söz etmektedir:
"Belki biliyorsunuz, ben başkan Wilson'un onayı ile bir kitap yazma görevi aldım. Doğuya ait samimi bilgisi ve olağanüstü tecrübesi nedeni ile bay Andonyan bu çalışmada bana yardımcı oluyor ve onun bu konuda bana yardımı zaruridir." (3)
Türk –Ermeni konusunda bilgi sahibi olanlar Agop Andonyanla "Naim Bey'in hatıraları" adlı düzmece mektubu 1920 yılında ortaya çıkaran Aram Andonyan arasında bir ilişki olup olmadığını merak edebilirler. Yazarımız Heat W. Lowry; bunun yaygın bir soyadı ilişkisi dışında, ikisi de İstanbullu bu iki Andonyan arasında bir ilişki bulunamadığını belirtiyor.(4) Biz de bu görüşe katılıyoruz.
Morgenthau olayında yer alan mektubun hazırlanmasında çok önemli katkısı, olan diğer bir kilit şahıs, yine bir Türk Ermenisi Arshag K. Schamavoniandır. Bu kişi 1918 yılında Washington Dışişleri Departmanında "özel müşavir" unvanı ile çalışıyordu. İstanbul'da büyük elçinin tercümanı idi ve Türk görevlileri ile yapılan resmi görüşmelerde daima onun yanında bulunuyordu. Schmavonian hem Morgenthau'nun İstanbul'da olduğu dönemde hem de daha sonra onun arkadaşı, en güvendiği kişi ve danışmanı olmuştu. Bunu büyükelçinin bütün yazılarında görmek mümkündür. Osmanlı başkentinde konuşulan ana diller olan Türkçe; Fransızca, Yunanca veya Ermenice dillerinin hiç birini bilmediği için, Morganthau tamamen Schmaveniana bağımlı idi ve bu şahıs onun gözü, kulağı olmuştu.
Morgenthau'nun günlüğünde Arshag K. Schmavonianın adının geçmediği bir sayfa bulmak zordur. Jön Türk hükümet üyeleriyle yaptığı bütün görüşmelere katıldı. Amerikalı iş adamları ile yapılan toplantılara katıldı. Amerikalı misyonerlerin yasal işleri dahil bütün konulardaki işlerini takip etti. Washington'a gönderilen ve devlet arşivlerinde muhafaza edilen telgrafları o gönderdi. Morganthau ona gönderdiği mesajlarda "Sevgili Mr.Schmovian!" diye hitap ederken o da büyükelçi'ye gönderdiği mesajlarda "Sevgili Şefim" ifadesini kullanıyordu.(5)
Bu kişinin Morgenthau üzerindeki etkisinin büyüklüğünü, bizzat kendisi Amerika'ya döndükten sonra Ermenistan ve Suriye yardım komitesine gönderdiği maddi yardımlar nedeniyle yaptığı bir konuşmada şu sözlerle itiraf etmektedir:
"Elçilikte bütün konularda kendisine güvenebileceğim ilk adam, Amerikan Elçiliği'ne sadakatle hizmet etmiş olan bir Ermeni idi. Schmovanian elçiliğimizle on altı seneden beri ilişkili bulunuyordu. Kendisini Türk otoritelerinden saygı gören olağanüstü bir insan olarak tanıdım. Benim özel sekreterim (Andonian)'da bir Ermeni idi.
Bu iki adam vasıtasıyla bazı Ermeni din adamları, vatanseverler ve profesörlerle tanıştım onlara sadece saygı duymayı, değil Ermenileri sevmeyi ve takdir etmeyi de öğrendim." (6)
Türklerin kaderi olsa gerek, İngilizler, Ruslar, Fransızlar, İtalyanlar, Balkan ülkeleri ve Müslüman isyanları yetmiyormuş gibi, dünyanın öbür ucundaki bir devletin (ABD) Cumhurbaşkanı'nın dostu, siyaset ilminin hiç bir inceliğine vakıf olmayan ve devlet tecrübesi de bulunmayan dil bilmez, yol bilmez bir "emlak komisyoncusu" bir "musevi" vatandaşını, bin bir entrikanın çevrildiği, İstanbul'a büyükelçi olarak gönderecek ve kendisinden hizmet bekleyecektir. Bu adam geldiği gün bir imdat simidi gibi Ermenilere sarılmış, o onları kullanırken, temsilcilerde onu Ermenileştirmişlerdir. Ermeniler zaten bin bir tane olan korolarına bir güçlü ses daha kazanmışlardır.
Bu ikilinin ilişkisi Morgenthau'nun Türkiye'den ayrılmasından sonra da devam etti. Morgenthau'nun Başkan Wilson tarafından Avrupa'ya gönderilmesi üzerine 1917 yılında tekrar birleştiler ve Schmavonian yeniden tercüman rolü ile ona katıldı. Aynı yıl Türkiye ile Amerika arasındaki ilişkilerin kesilmesinden sonra Amerika'ya transfer oldu ve 1917 yılı sonundan öldüğü 1922 yılına kadar orada "özel müşavir" görevi ile kaldı. Morganthau ölüm nedeni ile yazdığı anma yazısında onu göklere çıkarıyordu. (7)
1922 yılında French Strother ile birlikte yazdığı kendi otobiografisinde Morgenthau kitabın birçok yerinde Schmavonian'dan bahsetme ihtiyacını duymuştur. (8) Belli ki kendisine çok güçlü bağlarla bağlıdır. Ancak bu dostluğun Türk ulusuna verdiği zarar inanılmaz boyutlarda olmuştur. Türkler Dünyada hiç bir ulusun karşılaşması mümkün olmayan büyük bir oyunla karşı karşıyadır. Dev bir tarihi olgunun son sayfası yazılmak üzeredir. O güne kadar ayakta kalmayı başarmış yeryüzünün son büyük Müslüman halkı, bütün bir Hıristiyan alemine karşı tek başına bir var veya yok olma mücadelesi vermektedir. (9) İzlediğimiz şekilde Osmanlı devleti en büyük darbeyi yüzyıllarca koynunda beslediği kendi azınlıklarından yemektedir.
Görüldüğü gibi Avrupa'yı Türkler karşısında abartılı, uydurma soykırım hikayeleri ile iğrenç bir taktikle, 800-900 yıllık bir müsamahaya gözlerini ve kulaklarını kapayarak kin ve nefret duyguları eken, iki ana referans kabul edilen isimler Lepsius ve Lord Bryce'ın kitaplarına konu olan malzeme büyük ölçüde İstanbul'daki tarafsız olması gerektiği halde inanılmaz bir taraflılık sergileyen büyük elçi Henry Morgenthau tarafından temin edilmiştir. İstanbul'dan dışarı adımını dahi atmamış olan bu kişi (10) bu bilgi ve belgeleri tabii ki ilişkilerine üzerinde ısrarla durduğumuz yanında çalışan iki Ermeni yardımcısı vasıtasıyla, Ermeni kilisesi ve Hınçak, Taşnak gibi Ermeni örgütlerinden temin etmiştir. Ayrıca bunlara destek olarak Amerikan Kolejleri ve konsolosluklardan gönderilen yine Ermeni elemanları tarafından hazırlanmış yazı ve abartılı, abartısız raporlar destek dokümanları olarak kullanılmıştır. Morganthau, Lepsius, Lord Brice ile A. Toynbee'nin ün kazanmış, konuda çalışma yapan hemen hemen bütün yabancı kaynakların referans olarak baş vurduğu ve % 90'a yakın yazılanların etkisinde kalmış izlenimi veren vahşet hikayelerinin mimarlarının İstanbul'daki Amerikan Konsolosluğu'nda görevli "iki Ermeni olduğu" gerçeği inanılmaz bir olay gibi görünüyorsa da maalesef ki çok yakından izlediğimiz şekilde doğrudur. Osmanlı Devleti'nin içindeki ejderlerden biri olan "dragomanlığın" son temsilcileri, Ermeniler hesabına muhteşem bir görev başarmışlardır.
Genel bir açıdan bakılınca görülen esaslar şunlardır: Lepsius, Bryce ve Toynbee ve nihayet Morganthau ve arkadaşlarının kitaplarında belirli kurallar vardır. Öldürülmüş işkence edilmiş, tecavüze uğramış bir Türk göremezsiniz. Ölenler hep Ermeniler veya Anadolu'da yaşayan Hıristiyanlardır. Referans olarak verilen bilgilere bakılırsa bu sonuç gayet normaldi. (11)
Verilen bilgilerin kaynakları çoğunlukla bilinmiyor, bazen % 10-20 arası kaynak dahi belirtilmiyordu. Ancak usta taktiklerle okuyucu aldatılabiliyordu. Raporlarda belirtilen bütün isimlerin (uydurma da olsa, gerçek de olsa) tanınan kişiler olduğu ve kendilerine bir zarar getirilmemesi amacıyla, isimlerinin ifşa edilmediği gibi bir imaj yaratılarak okuyucu yanıltılmaya çalışılmıştır. (12)
Morgenthau'nun kitabının çıktığı 1918 Aralığına kadar Amerika'da en etkin propoganda kitabı Bryce'ın "The Treatment of Armenians in the Ottoman Empire / Osmanlı İmparatorluğu'nda Ermenilere Karşı yapılan Muamele" adlı hazırlanışını yakından izlediğimiz kitap oldu.
Kitaplar, raporlar propaganda yazıları maalesef gerçek gibi kabul edilecek ve yıllar sonra bu konuda bilimsel çalışmalar yapan bazı yazarları da etkileyecektir. Meselâ bunlardan biri olan Howard M. Sachar, The Emergence of The Middle East 1914-1924 (Orta Doğunun Doğuşu) adlı kitabında bakın ne diyor:
"Türk –Ermeni ilişkileri savaşın başlamasından birkaç ay sonra, Türklerin Ermenileri sistematik olarak katletmeleri sonucu bozuldu. 1915 yılında katliamlar Amerikan misyonerleri tarafından duyuruldu. Onların bildikleri hem Amerikan basını, hem de Bryce Raporu ile geniş ölçüde kamuya duyuruldu. Böylece ABD'nin en büyük şehirlerinde zincirleme bir yoğun sempati (Ermenilere) hareketi başladı. Başkan Wilson, kurbanların yararına müdahale etmesi için halktan ve dinsel kuruluşlardan on binlerce mektup aldı. Bu normal olmayan bir reaksiyondu. Çağdaş batı yaşamında böyle büyük çaplı bir şehitlik ve vahşilik örneği mevcut değildi. ABD'nin Hıristiyan halkına Ermeniler, tarihi (dinsel, yer altı sığınakları, mezarlıklar arenalar ve gladyatörlerin işkencesi altında acı çeken ilk Hıristiyanları) hatırlatıyordu. Sanki bu yirminci yüzyıl versiyonuydu." (13)
İnanması imkansız ama dünyada kendi dinsel inançlarının emirlerine göre başka dinlere Anadolu'ya hükmettikleri 900 yıla yakın bir süre içinde olağanüstü bir özgürlük, sosyal haklar ve tolerans tanıyan dünyanın tek ulusu Müslüman Türkler, birkaç kişinin yalanları, uydurmaları, iğrenç niyet ve iftiralarının kurbanı olmuş, Neronun Romalıları gibi Hıristiyanlara zulmeden bir duruma düşürülmüştü. Bunu da yapan Avrupa'nın zulmünden bıktığı için tam yüzyıl Avrupa – Amerika ilişkilerini belirli bir seviyede donduran 20. yy.'ın en modern devleti olmaya aday genç ABD ve onun siyaset ve basın yayın organları idi. Hiç bir araştırma, hiç bir soruşturmaya gerek dahi duymadan ve Türklerin durumuna karşı en ufak bir insani yaklaşım göstermeden kin ve nefret ordusuna koca bir ulus daha katılmıştı.
Ağustos 1915'te Morgenthau'nun teşviki ve Cumhurbaşkanı'nın hararetli konuşması sonrasında bir Yakın Doğu (daha ziyade Suriye ve Ermeniler için ) Yardım Fonu oluşturuldu. Türk zulmünün kurbanları için bağış toplanmaya başlandı. Tarihte halkın büyük bir cömertlikle gönülden katıldığı böyle bir genel yardımlaşma zor görülebilir. Ülkenin en büyük şehirlerinde New York'un Amsterdam Opera Binası, Philadelphia Stadyumu, Detroit'deki Billy Pazar Çadırı ve diğer meydanlarda toplantılar yapıldı. Başkan Wilson ve Theodore Roosevelt telgrafla, Morganthau ateşli bir konuşma ile katıldılar. Sonunda bu kampanyalardan milyonlarca dolar yardım toplandı.(14)
Toplanan paralar İstanbul'daki Amerikan Büyükelçisi Morgenthau'ya gönderiliyor ve Osmanlı devleti içinde dağıtımı o ayarlıyordu. (Tabii ki paraların nereye gittiğini ve gerçek dağıtımın örgütlere mi, kiliseye mi, yoksa bütün bu olaylar yüzünden yollara düşen, gerçek ihtiyaç sahibi insanlara mı gideceğini tahmin etmek cidden zordur.) Osmanlı yöneticileri (büyük bir insanlık örneği göstererek) paranın alınmasına ve dağıtılmasına itiraz etmediler. 1917 yılında bir ayda 100.000 dolar gelmeye başladı. (15) Morgenthau gelen yardım paralarının (önemli) bir kısmını Filistin'deki Musevi örgütlerine aktardı (16) Çünkü bölgede başka büyük oyunlar oynanıyordu. Batılı Güçlerin himayesinde Filistin'de Yahudi çoğunluğa dayanan yeni bir devletin kurulması ve Ortadoğu'da yeni keşfedilen "Petrol Bölgelerinin" ele geçirilmesi gibi oyunlar.
DİPNOTLAR:
(1) Ambassador Morgenthau's Story, Edited by Burton J. Hendrick (İssue of Detroit Michigan News –1918).
Heath W. Lowry, The Story Behind, Ambassader Worgenthau's Story, s. V, VI (The İsis Press, İstanbul – 1990).
(2) Aynı Eser, s. 11-12.
(3) Aynı Eser, s. 12-13.
(4) Aynı Eser, s. 14.
(5) Aynı Eser, s.16.
(6) Aynı Eser, s.16.
(7) Aynı Eser, s. 16-17.
(8) Henry Morgenthau (in colaboration with French strother) All in a Life Time, s.178, 187, 215, 216, 224, 227, 259 ve 266 (New York, Doubleday, Page Co-1922).
(9) William M. Sloane, Bir Tarih Laboratuvarı Balkanlar, s..175 (Sürey Yayıncılık, İstanbul – 1987).
(10) Orly Saldırısı, Davası 19 Şubat –2 Mart 1985, Şahit ve Avukat Beyanları, s. 15 (Mümtaz Soysal'ın ifadesi).
(11) Osmanlı'dan Günümüze Ermeni Sorunu, Justin Mc Carthy, Birinci Dünya Savaşı'nda İngiliz Propagandası ve Bryce Raporu, s.32 (Editör, Hasan Celal Güzel, 2. Baskı, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara- 2001).
(12) Osmanlıdan Günümüze Ermeni Sorunu,s.34, Justin Mc Carthy: Birinci Dünya Savaşında İngiliz Propagandası ve Bryce Raporu ( Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2001)
(13) Howard M. Sachar, The Emergence of The Middle East, 1914-1924, s.342 (The Penguin Press, Washington – 1969).
(14) Aynı Eser, s. 343.
(15) Aynı Eser, s.343.
(16) Aynı Eser, s.194.
İngiltere ve Almanya'da, Türkler aleyhinde ve Ermeniler lehindeki "soykırım propaganda" faaliyetlerinin temel taşlarından biri olduğunu açık bir şekilde gördüğümüz İstanbul'daki tarafsız ülke!
ABD'nin Büyük Elçisi Henry Morgenthau; New York'ta gayrimenkul komisyonculuğu yaparken, Woodrow Wilson'un 1912 Başkanlık seçimi sırasında, "Demokrat Partinin mali komite başkanlığını" yapmıştır. Wilson'un başkan seçilmesinden sonra Amerika'da Yahudilere açılan tek mevki olarak Osmanlı Büyükelçiliği ile mükafatlandırılmıştır. Morgenthau (1856- 1946) ailesi, Alman Yahudi'si olup Amerika'ya göçenlerdendir. (Belki de bu kişinin gerek Türk, gerekse Almanlara karşı davranışlarının ve ABD'yi İtilaf Devletleri'nin yanında savaşa sokmayı isteyen grupta yer almasının nedenlerinden biri, bu geçmişten gelen bir olumsuzluk olabilir.) Sadece Wilson'un şahsi müdahalesi ve New York şehri Hahamı Stephen Wise'in ısrarları sonunda Morgenthau'ya bu görev ayarlandı. 27 Kasım 1913'te İstanbul'a gelen Büyükelçi, Türkiye'de 26 ay kadar görev yaptıktan sonra Şubat 1916'da Amerika'ya döndü. Daha sonra "Büyükelçi Morgenthau'nun Hikayesi" adı ile yazdığı kitap o dönemde çok ilgi uyandırdı. 1920 li yıllarda siyasi kararları dahi etkiledi, halen günümüzde dahi okunabiliyor. Morgenthau'nun o dönemde İstanbul'da bulunması, olaylara birinci elden şahit olduğu izlenimi vermesi, Ermeniler için yine büyük bir şans ve Türkler için yine büyük şanssızlıklardan biri olacaktır. Çünkü Morgenthau'nun hatıraları 1915 yılında Jön Türklerin Ermenilere önceden tasarlanmış ve planlanmış bir soykırım uyguladığı konusunda bir numaralı kaynak kabul edilecektir. (1)
Kitabın hazırlanması ABD'nin savaşa girmesinden sonra 26 Kasım 1917'de Başkan Wilson'a gönderdiği bir mektupla gündeme geldi. Bu mektubunda Morgenthau; ABD'nin savaş gayretlerini desteklemek amacıyla Alman ve Türk aleyhtarı bir propaganda kitabı yazmak arzusunda olduğunu bildirdi. Wilson'un olumlu yanıtı üzerine hatıralar bir ekip halinde kaleme alındı. Antant savaş gayretlerine destek sağlayan bir savaş propaganda aracı olarak kabul edildi.
Morganthau'nu hatıraları "günlük" ve "mektupları" olarak bilinen iki koleksiyon, zamanın ünlü yazar, tarihçi ve gazetecilerinden Pulitzer armağanı sahibi Burtan J. Hendrick ve yanındaki büyük sayıdaki yardımcılarına teslim edildi. Kitap Burton J. Hendrick'in kaleminden çıktı. Yardımcıları arasında bizzat Morgenthau'da vardı. Ayrıca kendisinin İstanbul'dan beri yanında olan ve kitap bitene kadar onunla birlikte kalan Hagop S. Andonyan da ona yardım etti. Hakkında pek az şey bilinen Agop Efendi bize göre Büyükelçi Morgenthau olayının temel taşlarından biridir ve üzerinde dikkatle durmamız gereken bir isimdir, küçük yaşına rağmen Ermeniler hesabına muazzam işler başarmıştır.
Morganthau "günlük" veya "mektuplar"ın da kendisinden genellikle "benim sekreterim" sözleriyle bahsetmektedir. Aslında gerçek görevi "Dragomandır" (tercüman) tıpkı geçmişte Ermeniler ve diğer Hıristiyan toplumlara büyük destek sağlamış olan, İngiliz Elçiliği Dragomonı Fritz Maurice ve Rusya sefareti Drogomanı Mandelstam gibi bir tercümandı. Andonyan büyükelçinin sofrasının müdavimlerinden biri idi ve bazı geceler film seyrederken ona refakat ediyordu. Yirminci yüzyıla girilen günlerde İstanbul Amerikan Robert Koleji öğrencilerinden biriydi.
Morgantau'nun yanına katıldığı zaman otuz yaşlarında kadardı. Büyükelçi'nin İstanbul'dan ayrıldığı 8 Şubat 1916 günü onunla beraber Amerika'ya gitti. O günlerde gemide verilen bir maskeli balo'ya Marganthau bir Yunan erkeği, Andonyan da bir "Türk kadını" gibi giyinerek katıldılar. (2)
Morgenthau'nun mektuplarından 9 Ocak 1918 tarihli biri Dışişleri Bakanlığı üçüncü sekreterine yazılmıştır ve sekreteri Agop S. Andonyanın askerliğinin tecili için yardım talep etmektedir. Morgenthau mektubunda bu konudan şöyle söz etmektedir:
"Belki biliyorsunuz, ben başkan Wilson'un onayı ile bir kitap yazma görevi aldım. Doğuya ait samimi bilgisi ve olağanüstü tecrübesi nedeni ile bay Andonyan bu çalışmada bana yardımcı oluyor ve onun bu konuda bana yardımı zaruridir." (3)
Türk –Ermeni konusunda bilgi sahibi olanlar Agop Andonyanla "Naim Bey'in hatıraları" adlı düzmece mektubu 1920 yılında ortaya çıkaran Aram Andonyan arasında bir ilişki olup olmadığını merak edebilirler. Yazarımız Heat W. Lowry; bunun yaygın bir soyadı ilişkisi dışında, ikisi de İstanbullu bu iki Andonyan arasında bir ilişki bulunamadığını belirtiyor.(4) Biz de bu görüşe katılıyoruz.
Morgenthau olayında yer alan mektubun hazırlanmasında çok önemli katkısı, olan diğer bir kilit şahıs, yine bir Türk Ermenisi Arshag K. Schamavoniandır. Bu kişi 1918 yılında Washington Dışişleri Departmanında "özel müşavir" unvanı ile çalışıyordu. İstanbul'da büyük elçinin tercümanı idi ve Türk görevlileri ile yapılan resmi görüşmelerde daima onun yanında bulunuyordu. Schmavonian hem Morgenthau'nun İstanbul'da olduğu dönemde hem de daha sonra onun arkadaşı, en güvendiği kişi ve danışmanı olmuştu. Bunu büyükelçinin bütün yazılarında görmek mümkündür. Osmanlı başkentinde konuşulan ana diller olan Türkçe; Fransızca, Yunanca veya Ermenice dillerinin hiç birini bilmediği için, Morganthau tamamen Schmaveniana bağımlı idi ve bu şahıs onun gözü, kulağı olmuştu.
Morgenthau'nun günlüğünde Arshag K. Schmavonianın adının geçmediği bir sayfa bulmak zordur. Jön Türk hükümet üyeleriyle yaptığı bütün görüşmelere katıldı. Amerikalı iş adamları ile yapılan toplantılara katıldı. Amerikalı misyonerlerin yasal işleri dahil bütün konulardaki işlerini takip etti. Washington'a gönderilen ve devlet arşivlerinde muhafaza edilen telgrafları o gönderdi. Morganthau ona gönderdiği mesajlarda "Sevgili Mr.Schmovian!" diye hitap ederken o da büyükelçi'ye gönderdiği mesajlarda "Sevgili Şefim" ifadesini kullanıyordu.(5)
Bu kişinin Morgenthau üzerindeki etkisinin büyüklüğünü, bizzat kendisi Amerika'ya döndükten sonra Ermenistan ve Suriye yardım komitesine gönderdiği maddi yardımlar nedeniyle yaptığı bir konuşmada şu sözlerle itiraf etmektedir:
"Elçilikte bütün konularda kendisine güvenebileceğim ilk adam, Amerikan Elçiliği'ne sadakatle hizmet etmiş olan bir Ermeni idi. Schmovanian elçiliğimizle on altı seneden beri ilişkili bulunuyordu. Kendisini Türk otoritelerinden saygı gören olağanüstü bir insan olarak tanıdım. Benim özel sekreterim (Andonian)'da bir Ermeni idi.
Bu iki adam vasıtasıyla bazı Ermeni din adamları, vatanseverler ve profesörlerle tanıştım onlara sadece saygı duymayı, değil Ermenileri sevmeyi ve takdir etmeyi de öğrendim." (6)
Türklerin kaderi olsa gerek, İngilizler, Ruslar, Fransızlar, İtalyanlar, Balkan ülkeleri ve Müslüman isyanları yetmiyormuş gibi, dünyanın öbür ucundaki bir devletin (ABD) Cumhurbaşkanı'nın dostu, siyaset ilminin hiç bir inceliğine vakıf olmayan ve devlet tecrübesi de bulunmayan dil bilmez, yol bilmez bir "emlak komisyoncusu" bir "musevi" vatandaşını, bin bir entrikanın çevrildiği, İstanbul'a büyükelçi olarak gönderecek ve kendisinden hizmet bekleyecektir. Bu adam geldiği gün bir imdat simidi gibi Ermenilere sarılmış, o onları kullanırken, temsilcilerde onu Ermenileştirmişlerdir. Ermeniler zaten bin bir tane olan korolarına bir güçlü ses daha kazanmışlardır.
Bu ikilinin ilişkisi Morgenthau'nun Türkiye'den ayrılmasından sonra da devam etti. Morgenthau'nun Başkan Wilson tarafından Avrupa'ya gönderilmesi üzerine 1917 yılında tekrar birleştiler ve Schmavonian yeniden tercüman rolü ile ona katıldı. Aynı yıl Türkiye ile Amerika arasındaki ilişkilerin kesilmesinden sonra Amerika'ya transfer oldu ve 1917 yılı sonundan öldüğü 1922 yılına kadar orada "özel müşavir" görevi ile kaldı. Morganthau ölüm nedeni ile yazdığı anma yazısında onu göklere çıkarıyordu. (7)
1922 yılında French Strother ile birlikte yazdığı kendi otobiografisinde Morgenthau kitabın birçok yerinde Schmavonian'dan bahsetme ihtiyacını duymuştur. (8) Belli ki kendisine çok güçlü bağlarla bağlıdır. Ancak bu dostluğun Türk ulusuna verdiği zarar inanılmaz boyutlarda olmuştur. Türkler Dünyada hiç bir ulusun karşılaşması mümkün olmayan büyük bir oyunla karşı karşıyadır. Dev bir tarihi olgunun son sayfası yazılmak üzeredir. O güne kadar ayakta kalmayı başarmış yeryüzünün son büyük Müslüman halkı, bütün bir Hıristiyan alemine karşı tek başına bir var veya yok olma mücadelesi vermektedir. (9) İzlediğimiz şekilde Osmanlı devleti en büyük darbeyi yüzyıllarca koynunda beslediği kendi azınlıklarından yemektedir.
Görüldüğü gibi Avrupa'yı Türkler karşısında abartılı, uydurma soykırım hikayeleri ile iğrenç bir taktikle, 800-900 yıllık bir müsamahaya gözlerini ve kulaklarını kapayarak kin ve nefret duyguları eken, iki ana referans kabul edilen isimler Lepsius ve Lord Bryce'ın kitaplarına konu olan malzeme büyük ölçüde İstanbul'daki tarafsız olması gerektiği halde inanılmaz bir taraflılık sergileyen büyük elçi Henry Morgenthau tarafından temin edilmiştir. İstanbul'dan dışarı adımını dahi atmamış olan bu kişi (10) bu bilgi ve belgeleri tabii ki ilişkilerine üzerinde ısrarla durduğumuz yanında çalışan iki Ermeni yardımcısı vasıtasıyla, Ermeni kilisesi ve Hınçak, Taşnak gibi Ermeni örgütlerinden temin etmiştir. Ayrıca bunlara destek olarak Amerikan Kolejleri ve konsolosluklardan gönderilen yine Ermeni elemanları tarafından hazırlanmış yazı ve abartılı, abartısız raporlar destek dokümanları olarak kullanılmıştır. Morganthau, Lepsius, Lord Brice ile A. Toynbee'nin ün kazanmış, konuda çalışma yapan hemen hemen bütün yabancı kaynakların referans olarak baş vurduğu ve % 90'a yakın yazılanların etkisinde kalmış izlenimi veren vahşet hikayelerinin mimarlarının İstanbul'daki Amerikan Konsolosluğu'nda görevli "iki Ermeni olduğu" gerçeği inanılmaz bir olay gibi görünüyorsa da maalesef ki çok yakından izlediğimiz şekilde doğrudur. Osmanlı Devleti'nin içindeki ejderlerden biri olan "dragomanlığın" son temsilcileri, Ermeniler hesabına muhteşem bir görev başarmışlardır.
Genel bir açıdan bakılınca görülen esaslar şunlardır: Lepsius, Bryce ve Toynbee ve nihayet Morganthau ve arkadaşlarının kitaplarında belirli kurallar vardır. Öldürülmüş işkence edilmiş, tecavüze uğramış bir Türk göremezsiniz. Ölenler hep Ermeniler veya Anadolu'da yaşayan Hıristiyanlardır. Referans olarak verilen bilgilere bakılırsa bu sonuç gayet normaldi. (11)
Verilen bilgilerin kaynakları çoğunlukla bilinmiyor, bazen % 10-20 arası kaynak dahi belirtilmiyordu. Ancak usta taktiklerle okuyucu aldatılabiliyordu. Raporlarda belirtilen bütün isimlerin (uydurma da olsa, gerçek de olsa) tanınan kişiler olduğu ve kendilerine bir zarar getirilmemesi amacıyla, isimlerinin ifşa edilmediği gibi bir imaj yaratılarak okuyucu yanıltılmaya çalışılmıştır. (12)
Morgenthau'nun kitabının çıktığı 1918 Aralığına kadar Amerika'da en etkin propoganda kitabı Bryce'ın "The Treatment of Armenians in the Ottoman Empire / Osmanlı İmparatorluğu'nda Ermenilere Karşı yapılan Muamele" adlı hazırlanışını yakından izlediğimiz kitap oldu.
Kitaplar, raporlar propaganda yazıları maalesef gerçek gibi kabul edilecek ve yıllar sonra bu konuda bilimsel çalışmalar yapan bazı yazarları da etkileyecektir. Meselâ bunlardan biri olan Howard M. Sachar, The Emergence of The Middle East 1914-1924 (Orta Doğunun Doğuşu) adlı kitabında bakın ne diyor:
"Türk –Ermeni ilişkileri savaşın başlamasından birkaç ay sonra, Türklerin Ermenileri sistematik olarak katletmeleri sonucu bozuldu. 1915 yılında katliamlar Amerikan misyonerleri tarafından duyuruldu. Onların bildikleri hem Amerikan basını, hem de Bryce Raporu ile geniş ölçüde kamuya duyuruldu. Böylece ABD'nin en büyük şehirlerinde zincirleme bir yoğun sempati (Ermenilere) hareketi başladı. Başkan Wilson, kurbanların yararına müdahale etmesi için halktan ve dinsel kuruluşlardan on binlerce mektup aldı. Bu normal olmayan bir reaksiyondu. Çağdaş batı yaşamında böyle büyük çaplı bir şehitlik ve vahşilik örneği mevcut değildi. ABD'nin Hıristiyan halkına Ermeniler, tarihi (dinsel, yer altı sığınakları, mezarlıklar arenalar ve gladyatörlerin işkencesi altında acı çeken ilk Hıristiyanları) hatırlatıyordu. Sanki bu yirminci yüzyıl versiyonuydu." (13)
İnanması imkansız ama dünyada kendi dinsel inançlarının emirlerine göre başka dinlere Anadolu'ya hükmettikleri 900 yıla yakın bir süre içinde olağanüstü bir özgürlük, sosyal haklar ve tolerans tanıyan dünyanın tek ulusu Müslüman Türkler, birkaç kişinin yalanları, uydurmaları, iğrenç niyet ve iftiralarının kurbanı olmuş, Neronun Romalıları gibi Hıristiyanlara zulmeden bir duruma düşürülmüştü. Bunu da yapan Avrupa'nın zulmünden bıktığı için tam yüzyıl Avrupa – Amerika ilişkilerini belirli bir seviyede donduran 20. yy.'ın en modern devleti olmaya aday genç ABD ve onun siyaset ve basın yayın organları idi. Hiç bir araştırma, hiç bir soruşturmaya gerek dahi duymadan ve Türklerin durumuna karşı en ufak bir insani yaklaşım göstermeden kin ve nefret ordusuna koca bir ulus daha katılmıştı.
Ağustos 1915'te Morgenthau'nun teşviki ve Cumhurbaşkanı'nın hararetli konuşması sonrasında bir Yakın Doğu (daha ziyade Suriye ve Ermeniler için ) Yardım Fonu oluşturuldu. Türk zulmünün kurbanları için bağış toplanmaya başlandı. Tarihte halkın büyük bir cömertlikle gönülden katıldığı böyle bir genel yardımlaşma zor görülebilir. Ülkenin en büyük şehirlerinde New York'un Amsterdam Opera Binası, Philadelphia Stadyumu, Detroit'deki Billy Pazar Çadırı ve diğer meydanlarda toplantılar yapıldı. Başkan Wilson ve Theodore Roosevelt telgrafla, Morganthau ateşli bir konuşma ile katıldılar. Sonunda bu kampanyalardan milyonlarca dolar yardım toplandı.(14)
Toplanan paralar İstanbul'daki Amerikan Büyükelçisi Morgenthau'ya gönderiliyor ve Osmanlı devleti içinde dağıtımı o ayarlıyordu. (Tabii ki paraların nereye gittiğini ve gerçek dağıtımın örgütlere mi, kiliseye mi, yoksa bütün bu olaylar yüzünden yollara düşen, gerçek ihtiyaç sahibi insanlara mı gideceğini tahmin etmek cidden zordur.) Osmanlı yöneticileri (büyük bir insanlık örneği göstererek) paranın alınmasına ve dağıtılmasına itiraz etmediler. 1917 yılında bir ayda 100.000 dolar gelmeye başladı. (15) Morgenthau gelen yardım paralarının (önemli) bir kısmını Filistin'deki Musevi örgütlerine aktardı (16) Çünkü bölgede başka büyük oyunlar oynanıyordu. Batılı Güçlerin himayesinde Filistin'de Yahudi çoğunluğa dayanan yeni bir devletin kurulması ve Ortadoğu'da yeni keşfedilen "Petrol Bölgelerinin" ele geçirilmesi gibi oyunlar.
DİPNOTLAR:
(1) Ambassador Morgenthau's Story, Edited by Burton J. Hendrick (İssue of Detroit Michigan News –1918).
Heath W. Lowry, The Story Behind, Ambassader Worgenthau's Story, s. V, VI (The İsis Press, İstanbul – 1990).
(2) Aynı Eser, s. 11-12.
(3) Aynı Eser, s. 12-13.
(4) Aynı Eser, s. 14.
(5) Aynı Eser, s.16.
(6) Aynı Eser, s.16.
(7) Aynı Eser, s. 16-17.
(8) Henry Morgenthau (in colaboration with French strother) All in a Life Time, s.178, 187, 215, 216, 224, 227, 259 ve 266 (New York, Doubleday, Page Co-1922).
(9) William M. Sloane, Bir Tarih Laboratuvarı Balkanlar, s..175 (Sürey Yayıncılık, İstanbul – 1987).
(10) Orly Saldırısı, Davası 19 Şubat –2 Mart 1985, Şahit ve Avukat Beyanları, s. 15 (Mümtaz Soysal'ın ifadesi).
(11) Osmanlı'dan Günümüze Ermeni Sorunu, Justin Mc Carthy, Birinci Dünya Savaşı'nda İngiliz Propagandası ve Bryce Raporu, s.32 (Editör, Hasan Celal Güzel, 2. Baskı, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara- 2001).
(12) Osmanlıdan Günümüze Ermeni Sorunu,s.34, Justin Mc Carthy: Birinci Dünya Savaşında İngiliz Propagandası ve Bryce Raporu ( Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2001)
(13) Howard M. Sachar, The Emergence of The Middle East, 1914-1924, s.342 (The Penguin Press, Washington – 1969).
(14) Aynı Eser, s. 343.
(15) Aynı Eser, s.343.
(16) Aynı Eser, s.194.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:
Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,
Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.
Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!
Ne mutlu Türküm diyene!.
Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,
Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.
Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!
Ne mutlu Türküm diyene!.
Bunları Biliyor muydunuz?
Bunları Biliyor muydunuz?
* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”
* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,
* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,
* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,
*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,
* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,
* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...
* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”
* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,
* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,
* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,
*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,
* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,
* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...