CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

KUZEY IRAK’TA EFELİKTEN EBELİĞE

KUZEY IRAK’TA  EFELİKTEN EBELİĞE

Av.Hüseyin Özbek
İstanbul Barosu Genel Sekreteri

      Yedi Uyurların hikayesini duymuşsunuzdur. Ashab-ı Kehf olarak da bilinen 7 arkadaş sığındıkları mağarada yüzyıllarca uyurlar.  Akşam yatmışçasına doğrulup kente indiklerinde paralarının geçmediğini, şerrinden kaçtıkları despotun tanınmadığını, çevrenin, toplumun tamamen değiştiğini görünce işi anlarlar.
    Türkiye’deki çarpıcı değişimi fark etmek için yüzyıllık uykuya gerek yok.  Gün be gün içinde yaşadığımızdan haşlanan kurbağa misali bizler fark etmesek de 5 yıllık arayla ülkemize yolu düşen bir yabancıyı bıraktığı ve karşılaştığı Türkiye farkı Yedi Uyurlardan daha çok şaşırtacaktır.
    Ülkedeki değişim ekonomik ve siyasal sistemle sınırlı kalmamaktadır. Türkiye gelinen aşamada varlık nedenini, kuruluş felsefesini reddetmektedir. Geçmişle hesaplaşmak söylemiyle kendisini var eden değerler bütününe savaş ilan etmektedir. Kendisi için var olma yerine “varlığım sistemin varlığına armağan olsun” tutkusuyla ABD’nin bölgesel çıkarlarının tetikçiliğine soyunmaktadır.
    Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana özenle sürdürülen komşuların iç işlerine karışmama politikası terk edilmekte, Ortadoğu’ nun etnik kaosuna, mezhep cepheleşmesine gönüllü yazılmaktadır. Atlantik ötesindeki kundakçının erinde gecinde kendisine de sıçratacağı yangınların körükçülüğüne soyunmaktadır. Dünyanın şaşkınlıkla, emperyalistlerin tebessümle izlediği bir tür devlet nihilizmiyle çöküşe doğru sürüklenmektedir. 
    Türkiye’yi yönetenlerin ülke çıkarlarının belirleyeceği bir yol haritası yerine ABD’nin bölgeye yönelik çıkarlarının belirlediği haritayı kabullendikleri anlaşılmaktadır. Emperyal sistem Türkiye’nin siyasi coğrafyasının küçültülmesini isterken siyasi iktidarın bu tasarımı reddeden bir tavrı görülmemektedir.  
    Türkiye yakın zamana kadar Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulmasına asla izin vermeyeceğini vurgulamıştır.  Kuzey Irak’taki aşiret liderleri bunun ne anlama geldiğini bildiklerinden tam siper uygun zamanı beklemişlerdir. Yaşanılan sürecin en uygun zaman olduğu anlaşılmaktadır. Milli hafızası kaybettirilen Türkiye epeydir kırmızıçizgilerini, komşuların toprak bütünlüğüne sayğıyı unutmuş gibidir.  Neye mal olursa olsun kendi toprak bütünlüğünün zarar görmesine izin vermeyeceğini de ifade etmemektedir.
      Bölücü terör örgütünün kamplarının bulunduğu Irak’ın kuzeyine düzenlenen askeri operasyonlar bir yönüyle de Türkiye’nin kararlılık gösterisiydi. Bir yandan terör unsurları etkisizleştirilirken, diğer yandan Türkiye’nin hasımlarına bu yolla dolaylı ama etkili mesajlar verilirdi. Barzani’lere her gece gördükleri asırlık rüyalarını gündüzleri unutturan Türkiye’nin derin belleği ile harmanlanan caydırıcı askeri gücü idi.
      Milli hafızasını kaybeden, tarihinin zimmetlediği iddialarından vazgeçen günümüz Türkiye’sinin hasımlarında rüyalarını gerçekleştirme hülyaları uyandırdığı anlaşılmaktadır. Türkiye’nin, Irak’ın siyasi bütünlüğünün ihlaline izin vermeyeceğini dünyaya ilan etmesinden aşiretten devlet yaratmanın ebeliğine soyunmaya geçişi son 10 yıl içinde cümle alemin gözü önünde gerçekleşmiştir.
      Irak’ın siyasi bütünlüğünün Arap – Kürt etnisitesi üzerinden parçalanması ilk adımdı. İkinci adımla Sünni-Şii ekseninde Arapların ayrıştırılması gerçekleştirildi.  Sünni Arapların da aşiretler üzerinden ufalanmasıyla yaşanacak etnik cehennemin kül edeceği coğrafyada ABD’nin vassalı petrol derebeyliklerinin doğumunda Türkiye’ye çıraklık yaptırılmaktadır!
    Tarihin acı tecrübelerinin, çileli deneyimlerinin ulus olarak yaşama zorunluluğunu dayattığı halklar siyasal ameliyatlarla –hem de narkozsuz - yeniden ayrıştırılmaktadır.  Kuzey Afrika’dan Irak’a kadar uzanan bölgede siyasi sınırlarını petrolün belirleyeceği nesebi gayri sahih minyatür devletçiklerin peş peşe doğumunun doğru analiz edilmesi gerekmektedir. 2011 yılında tuhaf bir referandumla ikiye bölünen Sudan’dan kuzeydekine çölün kumlarını, güneydekine petrolü bırakan sınır çizgisinin adil hakemi batı emperyalizminden kuşkusuz ki alınacak epeyce ibret dersi vardır!
   Habur Açılımının fikir babalarından kıdemli CİA ajanı Henri Barkey’in ; “Türkiye Kürt sorununu halledemezse Kürtler Arap Baharı benzeri bir isyana kalkışabilirler” sözü üzerinde düşünülmelidir. Barkey’in açıklamasının ardından Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Barzani’nin 21 Mart 2012 Nevruz kutlamalarının ardından; Bütün Kürtlerin “Kürtlük Şemsiyesi” altında bir araya gelip artık yeter deme zamanının geldiğini belirttikten sonra şu ifadeleri kullandı: ”Biz milletiz, özgür olmalı ve özgür yaşamalıyız. Kimsenin zulüm ve baskısını kabul etmeyiz. Müjde için de şunu söyleyebiliriz; muhakkak bir gün bu müjdeyi vereceğiz. Ama o günün doğru bir gün olması gerekiyor.”
     Amerikan Associated Press Ajansı Barzani’nin açıklamalarına karşı; “Bağımsızlık ilan etmedi ancak Bağdat’la ilişkilerin anlamsız olduğunu söyleyerek son sözü halka bırakabileceğinin altını çizdi” yorumunu yaptı.
     Türkiye’nin Erbil Başkonsolosu 2 yıl önce Türkiye’den gelen girişimcilerin Kuzey Irak’taki yatırımlarının 621 Milyon doları aştığını söylemişti. Şu anda 1 milyar dolar civarındaki yatırımla birlikte Türkiye’den bağlanan elektrik enerjisinin Barzani’nin siyasal enerjisini de hayli yükselttiği anlaşılıyor. 
    Bindiği dalı kesme yalnızca Nasreddin Hoca kıssalarında yaşanmaz. Devletler de zaman olur dallarını, kollarını kesip intihar ederler!

EMPERYALIZMLE SAVAŞ NASIL YAPILIR?

Bu sahsin su  http://www.youtube.com/watch?v=O6hIsF45Oew konusmalariyla,  Rockefeller ve Rothschild in Turkiye'yi de iceren dunya uzerindeki emelleri  hakkindaki (*) ifadeleri ayni: http://www.toplumsalbilinc.org/forum/index.php?topic=15841.msg31454#msg31454

Bu yuzunde zerre kadar nur olmayan sahis, emperyalistlerin som bir agzi olup, Ingilizin ahtapot kollariyla (tipki Ingiliz sovalyesi Abdullah Gul gibi) kol kola girmis DIN KIN IMAN YALAN DOLAN la kendisine inananlara da tuzak kurmus iblisin, dinci beser kisvesine burunmus yeryuzu temsilcilerinden biridir.

Seyhliginde, sihligind,a tekkenin de, tarikatinda ne islere yaradigi apacik ortadadir. Herseyde odugu gibi, tespitleriyle seyhler, sihlar, tekkeler, tarikatlar konsunda da gelecegi goren Mustafa Kemal Ataturk, bosuna tekkeleri tarikatlari kapamamistir; "Turkiye seyhler, dervisler, muritler ulkesi olmayacaktir" ilkesini koymamistir.

Emerperyalizm, katiksiz ahlaksizliktir. Zira, Her buyuk servetin arkasinda mutlaka buyuk suclar bulunur!

Goruldugu uzere, Para iyi bir kole, kotu bir efendidir!

Turkiye basta olmak uzere (zira emperyalizmin dusmani, antiempeyalist odevi - gorevi olan Turkiye'dir. Turkiye Cumhuriyeti, bu realiteyi gerceklestirmek uzere var olmustur.!) hercesit inanc sahipleri sIki bir yuksek ahlak sinavindan gecmektedir. 

Durust ruhlar, her zaman kazanir! 
Emperyalizmle savas, bununla yapilir!

Tum dedikleri gerceklesen Mustafa Kemal Ataturk ne demisti: "Somurgecilik ve emperyalizm yeryuzunden yok olacaktir!" Bu dedikleri de gerceklesecek. Gerceklesmesi icin de ne demisti:

"Asil ugrasmaya mecbur oldugumuz sey, yuksek kulturde ve fazilette dunya birinciligini tutmaktir.
"Kultur zeminle orantilidir. O zemin milletin seciyesidir.
"Bir milletin ahlak degeri, o milletin yukselmesini saglar.
"Bir millet, zenginligiyle degil, ahlak degeriyle olculur.
"Saygisizligin, saldirinin kucugu, buyugu yoktur.
"Medeniyetin esasi, ilerlemesi ve kuvvetin temeli, aile hayatindadir. Bu hayattaki fenalik mutlaka toplumsal, ekonomik ve politik beceriksizligi dogurur."

Dunya Tek Devleti olmaya soyunmus Ingiilizin seciyesi bellidir.. diger somurgenlerin oldugu gibi.

EY YUKSEK TURK, ACIK VE GIZLI TELKIN MEKANIZMASINI CALISTIRAN HIPNOZCU EMPERYALIZMIN TELKIN TUZAGINA DUSME! DAHA YUKSEK PERDEDEN, YUKSEK AHLAK ICIN KENDI ANTIEMPERYALIST SAVASINA DEVAM ET!

DURUST RUHLAR HER ZAMAN KAZANIR! EMPERYALİZMLE SAVAS BUNUNLA YAPILIR!

.

Atatürk'ün Cephelerde Verdiği Dört Emir..

       
Atatürk askerlik mesleğine yönelik, kesintisiz ve sistemli bir eğitim görmüştür. O tarihlerde kesintisiz eğitim görebilmek herkesin kavuşamadığı bir imkândı. Atatürk’ten birkaç sınıf önceki ve sonraki öğrencilerin büyük kısmı, harplerin yarattığı ihtiyaçlar sebebiyle öğrenimlerini tamamlayamadan cephelere görevle gönderilmişler veya kendileri eğitimlerini yarım bırakarak cephelere koşmuşlardır.

Ayrıca Atatürk, ilk, orta (rüştiye), lise (idadî), Harp Okulu ve Harp Akademileri gibi programları birbirini tamamlayan, batı ölçüleri ile de sistemli bir yapıya sahip eğitim kurumlarında eğitimini sürdürmüş ve tamamlamıştır. O tarihlerde İmparatorlukta çok mahdut lise ve birkaç yüksek okul bulunuyordu.

Atatürk’ün çocukluğu 1877-1878 Türk-Rus harbinin yıkıntıları, kıyımları ve göçleri ile ilgili izlerin canlılığım koruduğu, hatıraların canlı olarak yaşandığı, harplerin, hudut ve eşkıya olaylarının günlük konuları oluşturduğu bir ortamda geçmiştir. Atatürk döneminin ve önceki dönemlerin kuşakları, yıkılmakta olan büyük bir imparatorluğu kurtarmaya çalışan bahtsız, fakat inançlı insanlardı. Bu dönemlerde kurtarıcı ilk güç olarak ordu görülüyor, ülke çapında ve her konuda ordunun önceliği bulunuyordu.

Atatürk rütbelerinin en önemlilerini muharebe meydanlarında almış, mareşalliğe, gazi unvanına ulaşmıştır. Her kademedeki askerî birliği komutanlığı muharebe meydanlarında devralmış, muharebe meydanlarında devretmiş ve Başkomutanlığa kadar yükselmiştir.

Bütün muharebe şekillerini muharebe meydanlarında uygulamıştır: Stratejik taarruz, mahdut hedefli taarruz, karşı taarruz, başarıdan faydalanma, takip, stratejik savunma, mevzi savunması, kıyı savunması, oyalama muharebesi, geri çekilme, çölde muharebe, dağlarda muharebe vb.1

Atatürk, askerliğin ağırlık ve öncelik kazandığı bir siyasî durumda ve askerliği yücelten bir sosyal ortamda dünyaya gelmiş, gördüğü sistemli eğitimin verdiği birikimleri her düzeydeki komutanlık katında ve askerî harekâtın her türünde edindiği deneylerle geliştirmiş ender bir askerdir.

Atatürk’ün askerî alandaki düşünce ve uygulamaları bir bütün oluştururlar. Bir makale genişliğindeki bu incelemede, bunların içerisinden stratejik ve politik düzeyde etkili olan dört emri ele alınmış, şartlar ve ihtiyaçlardaki değişikliklerin uygulamada getirdiği farklılıklara dikkat çekilmek istenmiştir. Alınan örneklerde görüleceği gibi Atatürk’ün ilkeleri vardır fakat politik alanda olduğu gibi, askerlik alanında da saplantıları yoktur.

Düşüncede, amaçta ve uygulamada çok büyük farkları olan, bu farklar sebebiyle yanıltarak birbirinin karşıtı gibi görünen dört kararı ve bu kararları ile ilgili dört emri şunlardır: Çanakkale muharebeleri sırasında verdiği “Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum” emri; Kütahya-Eskişehir muharebelerinden sonra verdiği 100 km geriye, Sakarya doğusuna çekilme emri; Sakarya Meydan Muharebesi sırasında verdiği “Her karış toprak vatandaş kanı ile sulanmadıkça terk edilemeyeceği” emri; 30 Ağustos Başkumandanlık Meydan Muharebesinden sonra verdiği “Ordular.1 İlk hedefiniz Akdenizdir. İleri!” emri.

Görüldüğü gibi, dört emrin her biri çok farklı uygulamalara yöneliktir. Dördü de şartların ve ihtiyaçların gerektirdiği çok zor tedbirlerdir. Bu karar ve emirlerde kendisine ve emrini uygulayacaklara büyük bir güven, bilgi birikimi, deney zenginliği, ilkelere bağlılık, cesaret, askerî stratejinin gerekleri olan coğrafyaya (mekâna), zamana, kuvvete hâkimiyet vardır.

“Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum”.2

Atatürk’ün bu emri 25 (12) Nisan 1915 günü saat 10 (evvel) sıralarında Conkbayırında 57’nci Piyade Alayına vermiş olduğu anlaşılmaktadır. Aynı taarruza güney kanattan 27’nci Piyade Alayı da katılmıştır. Bu alaya ilk emirler irtibat subayı aracılığı ile gönderilmektedir. Aynı emrin bir subay vasıtasıyla 27’nci alaya da gönderilmiş olduğu düşünülebilir.

18 Mart 1915 Çanakkale Boğazı geçiş harekâtı başarısızlıkla sonuçlanınca, boğazın karadan açılması düşünceleri, bu düşünceye dayanan kararlar ve Mısır’da, Ege adalarında yapılan hazırlıklar bir ölçüde Türkler tarafından biliniyor ve gelişmeler takip ediliyordu.

Sofya’da askerî ataşe olarak bulunduğu sırada 1’inci Dünya Harbinin çıkması üzerine faal bir görev isteyen Yarbay Mustafa Kemal Gelibolu’da yeni teşkil edilen 19’uncu Tümen Komutanlığına tayin edilmişti. Atatürk, Kabatepe ve Arıburnu bölgelerini bir çıkarma harekâtı için çok hassas olarak değerlendirmekteydi.

25 (12) Nisan sabahı Arıburnu bölgesinden top sesleri duyulmaya başlanmıştı. Bu sırada alınan bir raporda bölgeye bir tabur sevk edilmesi öneriliyordu. Olayı çok önemli gören Atatürk hazır olan 57’nci Piyade Alayını bir top bataryası ve bir Süvari bölüğü ile takviye ederek Arıburnuna sevk etmiş, kendisi de maiyeti ile birlikte hareket etmiştir. Bölgenin en hâkim yeri olan Kocaçimen Tepesine geldiğinde denizdeki gemileri görüyor, ölü görüş sahası sebebiyle çıkarma bölgesini ve çıkarma birliklerini göremiyordu. Buradan yanındakilerle birlikte daha batıda bulunan Conkbayırına geldiği zaman kıyıdaki gözetleme erlerimizin cephaneleri kalmadığı için geri çekilmekte olduklarını görmüş, onları, kendilerini takip eden düşmana karşı yatırarak zaman kazanmış, ileriye intikalini hızlandırdığı 57’nci Piyade Alayını gözetleme erlerini takip eden düşmana taarruz ettirmiştir. Bu taarruza güney kanattan da 27’nci Alay katılıyordu. Bölgeye çıkan düşman tam teşekküllü 8 taburdur.

Atatürk verdiği emri şu şekilde açıklamaktadır. “Kumandanlara verdiğim sözlü emirlere şunu eklemişimdir. Ben size taarruz emretmiyorum ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar gelebilir.”

Bu emir üzerine yapılan taarruz hava kararırken sahile yakın ilk sırtlara kadar ulaşıyor ve Çanakkale savunmasının omurgası teşekkül etmiş oluyordu.

Bu olay için Atatürk “57’nci Alay meşhur bir alaydır. Çünkü hepsi şehit olmuştur” der. Alayın bir bölümünün Çanakkale muharebelerinin diğer safhalarında şehit oldukları anlaşılmaktadır.

Aynı taarruzu General Hamilton şöyle anlatıyor. “Gebe dağlar Türk doğurmakta devam ediyor.” 3

Atatürk’ün Bombasırtı taarruzunu tasviri Çanakkale muharebeleri sırasındaki Türk taarruzlarını anlatan bir örnektir. “Karşılıklı siperler arasındaki mesafemiz sekiz metre, yani ölüm muhakkak muhakkak Birinci siperdekiler hiçbiri kurtulmamacasına, hepsi düşüyor; ikincidekiler onların yerine giriyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğuk kanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir duraksama bile göstermiyor; Sarsılmak yok.”

Askerlerine “size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum” diyebilen bir komutan yoktur. Ölme emrini tereddütsüz yerine getiren Mehmetçik’ten başka bir asker, Türk milletinden başka bir millet de bulunamaz.

Çanakkale muharabeleri İstanbul’un 1915 yılında işgalini önlemiş, direnmenin devamını sağlamıştır. Atatürk bu muharebelerle ilgili olarak: “Biz orada, İngiliz-Fransız donanmasını boğazın dışında tuttuk ve onların müttefikleri Ruslarla irtibat kurmasını önledik. Rusya böylece çökmüş oldu.” der.

Kütahya-Eskişehir muharebelerinden sonra Ordunun 100 km geride, Sakarya doğusuna çekilme emri.4

1’inci ve 2’inci İnönü muharebelerinde Yunanlılar kuvvetlerinin tamamını kullanmadan harekâta girişmişler ve büyük kuvvet üstünlüklerine rağmen başarılı olamamışlardı. Kütahya-Eskişehir muharebelerinde ise bu hatalarını tekrarlamadılar. Bursa bölgesinde ve Uşak bölgesindeki kuvvetlerini aynı zamanda kullanarak başarı şanslarını artırdılar. Muharebe şartlarının aleyhimizde geliştiği sırada, 18 Temmuz 1921 günü Atatürk, İsmet Paşanın Karacahisar’da bulunan karargâhına giderek durumu incelemiş ve şu emri vermiştir. “Orduyu, Eskişehir’in kuzey ve güneyinde topladıktan sonra, düşman ordusuyla aramıza büyük bir açıklık bırakmak gerekir ki, orduyu derleyip toparlamak ve güçlendirmek mümkün olabilsin. Bunun için Sakarya’nın doğusuna kadar çekilmek yerindedir.” Atatürk bu emrini şu önemli gerekçe ile tamamlıyor. “Askerliğin gereğini kararsızlığa düşmeden uygulayalım. Başka türden sakıncalara karşı koyabiliriz.”

Atatürk bu emirle ilgili bilgi verirken Yunanlılara karşı bu devrede uygulanan stratejiyi de açıklamaktadır. “Uygun hareketler yaparak durdurup etkisiz bırakmak ve yeni orduyu kurmak için zaman kazanmak şeklinde özetleyebilirim.”

Büyük bir geri çekilme, zor ve tarihî bir karardı. Karardaki güçlük, bu kadar büyük bir geri çekilmenin askerî gereklerini TBMM’ye anlatabilme zorluğundan -TBMM’deki görüşmeler askerî başarılara bağlı olarak sertleşiyor veya yumuşuyordu-, mukavemetin ve harbin asıl kaynağı olan millette yaratacağı düş kırıklığından, Yunanlılara ve diğer yabancılara güç ve umut verilmesinden ve TBMM Hükümetinin dış ülkelerle müzakere gücünün zayıflamış olmasından kaynaklanıyordu. Ayrıca, bir yurt parçasının düşmana bırakılmasının maddî etkileri de olacaktı.

Bütün bu olumsuz yönlerine karşılık, Atatürk askerî zorunlulukla bu kararı almak durumunda kalmış ve askerî şartları Türk ordusu yararına düzeltmiştir. Bu kararla muharebe, Türk kuvvetleri için zor olan Yunanlılar için uygun olan bir ortamdan Türk kuvvetleri için daha uygun Yunanlılar için daha zor olan bir ortama intikal ettirilmiştir. Türk kuvvetleri düşmanın gelişen taarruzlarının tehdidinden kurtarılmış, Sakarya’nın doğusunda yeniden tertiplenmesi sağlanmış ve savunma güçlendirilmiştir. Bir nehrin gerisinde, aynı zamanda Eskişehir-Kütahya bölgesine nazaran savunmaya daha elverişli bir arazi seçilmişti. Yunanlılar ise menzillerini uzatmışlar, ulaştırma şartları zor bir araziden ilerlemek, ikmal yapmak durumunda bırakılmışlardır. Yunanlılar için önemli bir kayıp da taarruz tertiplerini yenilemek, değiştirmek mecburiyetini duymaları, Sakarya’daki taarruz için öncekinden farklı bir taarruz düzenine geçmek mecburiyetinde kalmalarıdır.

Kütahya-Eskişehir muharebelerinden sonra Türk birlikleri Sakarya nehri gerisine çekilinceye kadar taciz harekâtına dahi maruz kalmamışlardır. Bu çekilme ile, Kütahya-Eskişehir muharebelerindeki Yunan taarruzu kesin bir sonuca ulaşmadan, Yunanlılar için taktik düzeyde bir başarı olarak kalmıştır.

Atatürk “ Tedbir düşünürken acı da olsa gerçekleri görmekten bir an bile uzak kalmamalıdır” der. İstiklâl Harbi sırasında önemli olan husus, sonucu sağlayacak olan ordunun korunması ve geliştirilmesiydi. Bu askerî gereğe uyarak Atatürk, toprak terk etmiş, fakat aynı toprakları ve diğer toprakları geri almak için gerekli olan ordusunu korumuştur.

“ Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça terk olunamaz.” Kütahya-Eskişehir muharebelerinden sonra kuvvetlerini 100 km geriye, Sakarya doğusuna çekmekle Atatürk, düşmanı kendi istediği yerde, kendi istediği şartlarda muharebeye mecbur etmişti. Gerçekte askerî harekât yönetiminde çok önemli bir güç olan ve sahip olana büyük imkânlar sağlayan “inisiyatif, taarruz eden tarafın elindedir. Kuvvetlerin Sakarya doğusuna çekilmesi Yunanlıların inisiyatiften yararlanmasını çok büyük ölçüde sınırlamış, bir ölçüde de olsa savunmada olmalarına rağmen Türk kuvvetlerinin iradesine bağlı kalmışlardır.

Sakarya nehri doğusunda uygulanan askerî harekât savunma, mevzi savunmasıdır. Bu tür harekâtta önemli olan savunma arazisini, hatta ilk savunma hattını korumaktı. Atatürk bu sert savunma ilkesini bir ölçüde yumuşatmış fakat aynı zamanda bu tür askerî harekâttan beklenen amacı koruyan bir ilke geliştirerek uygulamıştır.

“Savunma hattına çok ümit bağlamak ve onun kırılmasıyla, ordunun büyüklüğü ölçüsünde çok gerilere çekilmek gerektiği teorisini çürütmek için memleket savunmasını başka türlü ifade etmeyi ve bu ifademde direnerek şiddet göstermeyi yararlı ve etkili buldum. Dedim ki hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça terk olunamaz”

Atatürk mevzi savunmasının ön cephesini (AMH) mutlaka elde bulundurmak yerine her karış toprağı savunmayı, savunmasının bir hatta değil, karış karış derinlikte yapılmasını istemiştir. Bu, değişik ve daha akılcı bir mevzi savunmasıdır. Belirlenen ilke meydan muharebesi süresince başarıyla uygulanmıştır.

Bugünün zırhlı ve motorize birlikleri ve uçar birlikleri, savunmanın, aynı ilkeye bağlı kalarak fakat mevcut hareket gücü imkânlarından en çok yararlanacak bir uygulama içerisinde yönetilmesini düşündürmektedir. Şüphesiz, savunma sathının hudutları ve derinliği hareket gücü ile orantılı olarak büyüyecektir.

Kütahya Eskişehir muharebelerinde zor şartlar doğunca geri çekilme yapılmıştı. Atatürk Sakarya’da verdiği yeni emirle, her zor şartta geri çekilinmeyeceğini, Sakarya doğusunda kesin sonuçlu muharebenin kabul edileceğini açıklamış, hükümet merkezinin Kayseri’ye götürülmesi tartışmalarının yarattığı etkiyi silmeyi amaçlamış ve başarmıştır.

Kazanılan Sakarya Meydan Muharebesi, Türk ve dünya tarihinde önemli bir yer işgal eder.

Batılılar, Türkleri başlangıçta kendileri için bir tehdit olarak, daha sonra genişlemelerine ve yayılmalarına bir engel olarak görmüşlerdir. Türk gücü bertaraf edilmeden doğuda hâkimiyet gerçekleştirilemeyecekti. Bunun için Türkleri önce Avrupa’dan, sonra Anadolu’dan atmak gerekiyordu.

Viyana’dan dönüşün durdurulduğu yer Sakarya’dır. Sakarya Meydan Muharebesi yalnız Türk tarihinin değil, dünya tarihinin de büyük bir dönüş, büyük bir doruk noktasıdır.

1’inci Dünya Harbinin gururlu galipleri, bu galibiyetlerinden dört yıl sonra, asırlardır görmedikleri yenilgiyi Sakarya’da tatmışlardır.

Sakarya Meydan Muharebesi Türk milleti geliştikçe, ilerledikçe, doğunun mazlum milletleri kurtuldukça büyüyecektir.

“Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. Herif”

26 Ağustos 1922’de başlayan Afyon-Dumlupınar taarruzu, 30 Ağustos Başkumandanlık Meydan Muharebesi ile kesin sonuca ulaştırılmış ve meydan muharebesinden kurtulabilen Yunan birlikleri hızla çekilmeye başlamışlardı.

Başkumandanlık Meydan Muharebesinden sonra dağınık olarak çekilen birliklerin derlenip toparlanmasına ve herhangi bir hatta tutunmasına engel olmak, Yunan birliklerinin Milne (Akhisar-Salihli-Ödemiş) hattında veya İzmir yakınlarında savunma tedbiri alma ihtimalini kırmak gerekiyordu. Ayrıca Doğu Trakya’da bulunan üç Yunan tümeni Anadolu’ya getirilmeden sonuç alınmalıydı. Yunanlıların müttefiki olan Batılıların ateşkes zorlamalarını bertaraf etmek ve onların da karşı tedbir almasına imkân vemeden Misakı Millî sınırlarının gerçekleştirileceği ortamın yaratılması için gizliliğe ve sürate önem verilmesi zorunluluğu bulunuyordu.

Bu sebeple Atatürk o gün için en uzak noktayı hedef göstermişti. “Bütün arkadaşlarımın Anadolu’da daha başka meydan muharebeleri verileceğini nazarı dikkate alarak ilerlemelerini ve herkesin akıl kuvvetini ve yurtseverlik kaynaklarını kullanarak yarışmaya devam etmelerini isterim. Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!”

Baskın ilkesi, karşı tarafın tedbir almasına fırsat vermeden sonucu sağlayacak noktaya gelmeyi gerektirir. Yunanlılar Trakya’daki üç tümenlerinin bir kısmını ancak adalara getirebilmişler, Batılıların ateşkes teklifi Başbakan Rauf bey tarafından Atatürk’e bildirildiği zaman askerî harekât Atatürk’ün “ihtiyaç kalmadı “ cevabını verebileceği gelişmeye ulaşmıştı.

15 Mayıs 1919’da muntazam kuvvetlerin mukavemeti olmadan Anadolu’ya çıkan Yunanlıların 18 Temmuz 1921’e kadar (Kütahya-Eskişehir muharebelerinin sonu) 26 ayda katettikleri mesafeyi Türkler, Yunan savunma cephesine taarruza başladıktan sonra, bir meydan muharebesini de sonuçlandırarak 14 günde katetmişlerdir.

istiklâl Harbini sonuçlandıran bu hareketle,Üçüncü Dünyada kurtuluş harpleri dönemi başlamıştır. Böylece istiklâl Harbi, millî tarihimizi aşarak evrenselleşmiş, Üçüncü Dünyanın doğuşuna öncülük etmiş, örnek olmuştur.

Atatürk klâsik askerî harekâtın en büyük ustasıdır. Bu makalede Atatürk’ün sadece dört emri incelenmiştir. Bunlar harp yönetimini de etkileyen, politik değerleri ve ağırlıkları olan emirlerdir.

İstiklal Marsi yildonumunde, hürriyetin farkına varmak

Istiklal Marsi yildonumunde, hurriyetin farkina varmak... Safahatdan bir bölümü okuyalım ve gerçeklere bakalım:

Eşeklerin canı yükten yanar, aman, derler,
Nedir bu çektiğimiz dert, o çifte çifte semer!

Biriyle uğraşıyorken gelir çatar öbürü;
Gelir ki taş gibi hain, hem eskisinden iri.

Semerci usta geberseydi… Deymeyin keyfe!
Evet, gebermelidir inkisar edin herife.

Zavallı usta göçer bir gün akıbet, ancak,
Makamı öyle uzun boylu nerde boş kalacak?

Çırak mı, kalfa mı, kim varsa yaslanır köşeye;
Takım biçer durur artık gelen giden eşeğe.

Adam meğer acemiymiş, semerse hayli hüner;
Sırayla baytarı boylar zavallı merkepler.

Bütün o beller, omuzlar çürür çürür oyulur;
Sonunda her birinin sırtı yemyeşil et olur.

‘Giden semerciyi derler, bulur muyuz şimdi?
Ya böyle kalfa değil, basbayağ muallimdi.

Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik , tuhaf iş;
Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş’

Nasihatim sana: Herzeyle iştigali bırak;
Adamlığın yolu nerdense, bul da girmeye bak.

Adam mısın: Ebediyen cihanda hürsün, gez;
Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez.

Adam değil misin, oğlum: Gönüllüsün semere;
Küfür savurma boyun kestiğin semercilere
!


Mehmet Âkif Ersoy; Safahat; Asım bölümü

SEVGİLİ DÜŞMANIM: CHARLES RYAN

Atatürk'e ilişkin anılar, yabancı gözüyle

SEVGİLİ DÜŞMANIM: CHARLES RYAN


Eski bir ordu mensubu olan Baha Vefa Karatay, Türkiye’nin ilk Avustralya Büyükelçisi olarak atanır. Cumhuriyetimizin kuruluşunun üzerinden yarım yüzyıl kadar bir zaman geçmiştir…

Sidney’deki ilk gününde yaşadığı bir olay Atatürk hakkında duyduğum en güzel ama az bilinen hikayelerden biridir. 
Bunu paylaşarak başlamak istiyorum izninizle…

Büyükelçimizin henüz birinci günüdür Sidney’de. 
Ankara’ya postalamak istediği kartlar için pul alması gerekir.

Bir dükkana girer… 
Dükkanın sahibi zarfın üzerinde ANKARA ismini görünce mırıldanır bir tonla “ hmmm Ankara… Ankara …” diye tekrar eder ve Elçimize sorar “Neredeydi bu şehir?”. Aldığı cevaptan sonra : “anladım, Yani Gelibolu’nun bulunduğu memleket.” Ve devam eder: “Dayım Gelibolu’ya katılmış bir Anzak’tı. Yaralı olarak dönmüştü. Türk Askeri'nin kahramanlığını ve dürüstlüğünü överdi.”. 
Bir süre dayısının anılarını anlattıktan sonra sorar:

“O savaş’ta sizin “Kemal” adında genç bir komutanınız varmış, 
Dayım ondan büyük hayranlıkla bahsederdi, sonra ne oldu ona?”. 
Dükkan sahibi aldığı cevap karşısında şunları söyler:

“Hiç şaşırmadım! 
Dayım onun büyük işler yapabilecek biri olduğunu söylerdi…”
Evet hikaye böyle işte…

İlerleyen günlerde Büyükelçimiz Avustralya Genel Valisi Lord Casey (İngiltere Kraliçesi’nin Avustralya valisi) ve eşi Leydi Casey ‘nin de olduğu bir akşam yemeğine katılır. 

Lord Casey Büyükelçimizi salonda sakin bir yere alır ve bu yazıya konu olan Charles Ryan’ın Çanakkale Savaşlarındaki gerçek hişkayesini anlatır. Büyükelçimiz hikayeyi ilk kez duymaktadır. ..

O dönem Lord Casey 1. Avustralya Tümen Komutanı’nın emir subaylığını yapmaktadır. Savaş başlamadan bir gün önce, akşam gemide subaylara yemekli davet verilir. Davetliler arasında tümen baştabibi Doktor Charles Ryan’ın göğsünde büyük bir Osmanlı Madalyası görenler hayretler içinde kalırlar. Bir gün sonra savaşacakları, düşmanları olan bir devletin madalyasını göğsünde taşımakta neyin nesidir ?!! Doktor Charles Ryan gayet sakin ve kararlı bir tutum içinde tepkileri şöyle yanıtlar: 

“Ben bu madalyayı, o ünlü Plevne savunmasında, 
Osman Paşa’nın emrinde ve kahraman Türk askeriyle omuz omuza savaşarak kazandım. 

Aradan geçen kırk yıla yakın bir zamanda bugün onlara karşı savaşmaya gidiyorsam, bu Plevne’de silah arkadaşlığı yapmaktan daima onur duyduğum Türklere karşı bir düşmanlık nedeni ile değil, sadece asker olarak aldığım emrin gereğini yerine getirmek içindir !” 

Lord Casey’nin anlatımı bitince eşi Leydi Casey gözleri dolu dolu bir şekilde büyükelçimize döner ve şöyle der:
“Sayın Büyükelçi, biliyor musunuz o Doktor Charles Ryan benim babamdır !”

Konuşulacak çok şey vardır, sohbet saatlerce sürer…
Charles Ryan'ın Çanakkale cephesinde yaşadığı bir başka olay ise şöyle...

Çanakkale savaşlarının en kanlı günlerinin yaşandığı bir dönemde karşılıklı olarak cesetlerin toplanması için kısa süreliğine ateş kes ilan edilir. 

Aşırı sıcak havada cesetler çok daha hızlı çürümektedir 
ve koku dayanılmaz hale gelmiştir... 

Anzaklar adına savaş alanına giden subaylardan biri de Doktor Ryan’dır. Görevini yapmaktayken kendisi gibi görevli olan Türk subayları onun göğsündeki Osmanlı nişanını görür ve şaşkınlıkla yanına gidip hikayesini sorarlar. 

Türk siperlerine davet edilen Charles Ryan bir süre subaylarımızla sohbet edip Plevne anılarını anlatır. Kendisine ikramlarda bulunulur. Duygulu anlar yaşanır ve sıcak bir vedalaşmanın ardından herkes görevinin başına, kendi savaş cephesine döner. Savaş sürmektedir ...

Charles Ryan bütün tepkilere rağmen savaş sonuna kadar madalyasını göğsünden çıkarmayacaktır…

Şimdi biraz da Charles Ryan’ın bu madalyayı aldığı süreçten, onun kısa bazı anılarından ve Türkler hakkındaki düşüncelerinden bahsetmek istiyorum.

1870’li yıllarda İngiltere’de tıp eğitimini tamamlayan genç Charles Ryan, 
İş bulmak için gittiği İtalya’da Osmanlı Ordusu’nun yabancı uyruklu doktor aradığını öğrenmiştir. Kısa zamanda işlemlerini tamamlar ve Tuna Nehri yoluyla İstanbul’a ulaşır.

Savaşta adeta bir Türk subayı gibi hareket etmiş ve bu Osman Paşa’nın da dikkatini çekmiştir. 

Ateş hatlarında bile korkusuzca aktif olarak bulunur. 
Zaferle sonuçlanan savaşın sonunda madalyayı hak etmiştir. 
Hayatının geri kalanında Türk dostu olarak kalır ve anlattığı anılar nedeniyle dostları ona “Plevne Ryan” diye hitap eder. 

Doktor Ryan’ın kaybolmasına, unutulup gitmesine gönlü razı olmadığı ve bu nedenle kaleme aldığı anı kitabından bazı bölümleri sizlerle paylaşmak istiyorum.

“Türk askerlerinin sabır ve tahammülüne, yiğitliğine, vatanseverliğine yakından tanık ve hayran olmadıkça, benim çektiklerime hiç kimse dayanamazdı…”

“Türkiye üzerine çöreklenmiş olan kara bulutlar arasında hala parlamakta olan yıldızları seçmekteyim. 

Çünkü silah arkadaşlığı yaptığım bu insanların sahip bulundukları yüksek şeref ve namus duygularıyla, eşsiz yiğitlik ve sadakatleriyle, üstün vatanseverlikleriyle gönlümde gururla muhafaza ettiğim üstün hasletlerine güvenim sonsuzdur.”

“Hiçbir uyuşturucu kullanmadan ameliyatını yapmak zorunda kaldığım bir Türk askeri, ben kesik bacağının derilerini sökerken, o bir taraftan yaralıların isimlerini, birliklerini yazmak üzere gelen yüzbaşının sorularına matanetle cevap vermekteydi. Bir süre sonra bu askerin Rus süngülerinin üzerine nasıl yiğitçe atıldığına da şahitlik etmiştim.”

“Bütün doktorluk hayatım boyunca en büyük acılara tahammül bakımından Türk askeri ile kıyaslanabilecek insanlara rastlamadığım gibi, korkunç ağır yaralardan onlar kadar olağanüstü hızla iyileşip, kurtulanları da görmedim.”

Chales Ryan daha sonra Erzurum’da görevlendirilir. 
O dönemde ortaya atılmaya başlanan sözde soykırım haberlerine verdiği sert tepki de kitabında anlatılmaktadır. 

Doktor Charles Ryan 1926 yılında kalp krizi sonucu hayatını kaybeder. Osmaniye ve Mecidiye nişanları sahibi olan Ryan’ın hikayesi ne yazık ki günümüzde, Stephan Spielberg ‘in “Er Ryan’ı kurtarmak” filmindeki Ryan kadar bile bilinmiyor.

O’nun anılarının yer aldığı kitabın çok kısa özeti Büyükelçimizin “Mehmetçik ve Anzaklar” kitabında anlatılıyor. Basım tarihi 1987. Bu kitap dışında Dr. Ryan’ın hikayesinin anlatıldığı hiçbir kitap duymadım. Babamın kütüphanesinde bulunan bu değerli eseri okuduğumda en çok etkilendiğim hikayelerden biriydi Dr Ryan’ın hikayesi.

Neyse ki 2005 yılında İş Bankası bu çok önemli eseri dilimize bütün olarak çevirdi ve “Plevne’de bir Avustralyalı” adıyla yayınladı. Gururla, acıyla, gözyaşlarıyla ve ibretle okuyacağınız bir kitap diye düşünüyorum.

Bu ilginç insanın hikayesinin yaygınlaşması, daha çok bilinmesi için bir şeyler yapmak istedim ve bu yazıyı kaleme aldım.

Son centilmenler savaşı olarak da bilinen Çanakkale Savaşları’ndan Anzaklar ve Türkler adına mutlaka bilinmesi gereken bir hikaye onunki… 

Savaşta insanlık namına onurlu bir duruş sergileyen Charles Ryan’ın belki küçük bir heykeli de dikilir birgün onca hizmet ettiği bu aziz topraklarda.

Işıklar içinde uyusun…
Sevgili düşmanım CHARLES SNODGRASS RYAN Saygılarımla

Ayla Çağlayan
(Bu vesile ile adları anılan velinimetimiz, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü, Bütün Çanakkale Savaşı şehitlerimizi, Osman Paşa’yı, Büyükelçimiz Baha Vefa Karatay’ı da saygı ile anıyor Tanrı’dan rahmet diliyorum. )
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...