CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

Kısır çekişimelerden çıkış yolu

Toplumuzda karşılıklı bir güvensizlik hat safhaya ulaşmış, toplumumuz bir iç çekişme kıskacı içine düşmüştür. Bu sorunlar yumağından çıkılabilinmesi için bilimsel verilere dayalı bir çözüm formülü vardır, ama bu formül maalesef ilgililerce bilinmemektedir. İlgililer bilgisiz olunca da, hiçbir şey yapılamamaktadır. Bu nedenle bu çözüm formülünün ilgililere duyurulması için ne gerekiyorsa yapılması en acil işlem olmak zorundadır. Bunun için aşağıda sunulan bu formülü bizzat değerlendirip, bir yanlışlık veya hata bulamadığınız takdirde, tanıdığınız medya mensuplarına, siyasilere, yakınlarınız ve tanıdıklarınıza, vs. ulaştırmanız çocuklarınıza ve geleceğinize yapacağınız en büyük hizmet olacaktır.
Prof. Dr. İsmet Gedik
Sorunlarımız, nedeni ve çözümü
A- Sorunlarımız
Günümüzde toplumumuzu derinden etkileyen sorunların en önemlilerini önce kısaca sıralayalım:
1- Tarih boyunca faili meçhul (siyasi) cinayetler oluşması;
2- Yargıyı etki altına alma çabaları;
3- İnsanların sağ-sol, laik-şeriatçı, alevi-sünni, türk-kürt, vs. gibi kutuplaşmalara bölünmesi;
4- Devlet denetiminde bulunan fabrikaların özelleştirilmeleri sonucu fabrikalarda çalışanların işsiz duruma düşmeleri; kısaca işçi-işveren ilişkileri
5- Büyük bir çoğunluğun geçimini sağlayacak bir işi olmaması;
6- Öğrencilerin ve gençlerin sınavlarda başarısız olmaları ve istedikleri bir mesleğe kavuşamamaları;
7- Vs.

B- Neden(ler)i
Şimdi bu sorunları tek tek ele alıp, her birinin nedenini saptamaya çalışalım.
1- Tarih boyunca faili meçhul (siyasi) cinayetler oluşması.
İster faili belli olsun, ister olmasın, tüm siyasi cinayetler, iktidar dediğimiz devlet yönetimini ele geçirme mücadelelerinden kaynaklanırlar. Geçmiş tarihimize bakalım:
- Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey, amcası Dündar Beyi rakip gördüğünden onu öldürtür. Yerine oğlu Orhan Bey geçer,
- Orhan Beyden sonra tahta geçen 1. Murat hem oğlunu, hem kardeşini öldürten ilk padişah olarak bilinir. Kardeşleri İbrahim ve Halil ile oğlu Savcı Beyi öldürtmüştür.
- Yerine geçen Yıldırım Beyazıt, kardeşi Şehzade Yakupu öldürtür.
- Ondan sonra, kardeşlerini öldürterek tahta çıkan 1.Mehmet olmuştur.
- Ondan sonra tahta geçen 2. Murat amcası Mustafa Çelebiyi ve kardeşleri Ahmet, Yusuf ve Mahmutu boğdurtmuştur.
- Ondan sonra tahta geçen 2. Mehmet (Fatih), kundaktaki kardeşi Ahmeti boğdurtmuştur.
- Ondan sonra tahta geçen Yıldırım Beyazıt, Kardeşi Cem Sultanı öldürtür (Taht kavgasını kaybeden Cem, İtalyaya kaçar; Yıldırım Beyazıt da, Papa Alexandre Borgiaya 300 000 altın vererek, Cem Sultanı öldürtür (1495); cesedi Bursaya getirtilir.)
- Kardeşler (ve yakın kan-bağı olanlar) arasındaki iktidarı ele geçirme mücadeleleri bu şekilde devam ederken, Osmanlı Devletinin son yıllarına doğru, iktidarı ele geçirme mücadelesine saray erkânı ve askeri güç mensupları da dâhil olur. Padişahlara, sadrazamlara darbeler yapılarak iktidara sahip olma mücadeleleri devam eder.
- Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasıyla birlikte, asil-soyluluğa dayandırılan babadan oğula iktidar hakkı yerine, Cumhuriyet denilen halkın sahipliğine dayandırılan yeni bir devlet-yönetimi anlayışı oluşturulması çabaları başlar.
- Devlet yönetimini ele geçirme mücadeleleri bu yeni sistemde de devam eder; karşılıklı suikastlar gündemden eksilmez.
- Partili demokratik sisteme geçişle birlikte, halk farklı görüşlere bölünür ve iktidar mücadelesi halk arasına kadar indirgenir. Her bir siyasi parti devlet bürokrasisi içine kendi yandaşlarını yerleştirmeye başlar. Siyasi cinayet şebekesi zincirleri oluşur. Bu tür mücadeleler nedeniyle Sabahattin Aliler, Abdi İpekçiler, Turan Dursunlar, Doğan Özler, Uğur Mumcular, Gün Sazaklar hayatlarını kaybederler. Ve bu böylece hala devam etmektedir.
Uzatmaya gerek yok, iktidarı ele geçirmek için ilgililer arasında cinayetler işlenmesi, tarih boyunca hep olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Bu tür mücadeleler, sadece ülkemizde değil, dünyanın her yerinde, her ülkesinde olmaktadır. İktidarı ele geçirmek gibi bir hedefin yanlışlığının nerden kaynaklandığını, yani bu kısır döngüden nasıl çıkılabileceği konusunu (çözüm yolunu), diğer sorunların nedenlerini de ortaya koyduktan sonra, ortak bir çözüm formülü ile vereceğiz.
2- Yargıyı etki altına alma çabaları: yukarıda açıklanan, iktidarı ele geçirme mücadelelerinin bir başka ayağını oluşturur. Çözümü yukarıdaki sorunla beraber olacaktır.

3- Şimdi diğer soruna geçelim: İnsanların sağ-sol, laik-şeriatçı, alevi-sünni, türk-kürt, vs. gibi kutuplaşmalara bölünmesi olayı.
Bu durum, demokrasi denilen ve halkın idareyi ele alması olarak tanımlanabilinecek sistemin ortaya çıkmasıyla yaygınlaşan bir toplumsal sorundur. Asil-soyluluğa dayalı babadan oğula aktarılan yönetim hakkı, demokratik sistemlerde, particilik denilen farklı görüş sahipliğine yerini bırakır. Bunun sonucu, halk farklı görüşlere bölünmek durumunda kalır. Bu farklı görüşler, kâh sağcı-solcu, kâh laik-şeriatçı gibi farklı gruplaşma oluşumlarına yol açar. Etnik bölünmelerin nedeni de, lider, şıh-şeyh gibi tepede bulunan kişilerin yönlendirmeleri ve yandaş sahibi olmaya çalışmaları sonucu ortaya çıkarlar, yani halka gösterilen hedeflere göre, halkın farklı yönlenmelere gitmesi olayı söz konusudur. Hâlbuki hayat, daha rahat bir duruma ulaşabilme mücadelesinden oluşur ve daha rahat bir duruma nasıl ulaşılacağı, çözüm formülünde verilecektir.

4- Devlet denetiminde bulunan fabrikaların özelleştirilmeleri sonucu fabrikalarda çalışanların işsiz duruma düşmeleri (işçi-işveren ilişkileri).
Son çeyrek asır içinde, devlet yönetiminde olan işletmelerin, özel sektör işletmeleri karşısında gittikçe başarısızlığa düşmeleri nedeniyle, dünya genelinde, devlet sektörleri bu tür işletmeciliklerden çekilmeye ve işletmeleri özel sektörlere satmaya yönelmişlerdir ve özelleştirme denilen işlemler dünyada yaygınlaşmaya başlamıştır.
Acaba özel işletmeler neden devlet sektörüne bağlı işletmelerden daha verimli olmuşlardır? Burada önemli olan konu bu sorunun yanıtını bulmak ve ona göre davranmaktır.
Dünyamızda her şey sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir ve tüm işletmeler dünyadaki bu değişim-dönüşümleri dikkate alarak kendilerini yeniden re-organize etmek durumundadırlar. Özel işletmelerde, fabrikanın sahibi işletmesini yenilemek, dünya koşullarına uydurma konusunda, devlet işletmelerine göre, daha avantajlıdır, çünkü olayları takip edip, gereken önlemleri hemen alabilir. Hâlbuki devlete bağlı bir işletmede, müdür tepedekilerden müsaade isteyecektir; bürokrasi çarkı çok yavaş işler. Ayrıca tepedekiler demokratik seçimler nedeniyle sık-sık değişecektir. Her yeni gelen işlere uyum sağlayana kadar, atı-alan Üsküdarı geçmiş olur ve işletme zarar edecek duruma düşer.
Peki, günümüzde uygulandığı şekliyle özelleştirme yapılması doğru mu? Tekel işçileri olayında olduğu gibi, işçiler zararlı duruma düşmüyor mu? Bu konuyla yakından ilgili diğer sorun da şu: İşçi-işveren ilişkileri nasıl olmalı, grev-lokavt gibi hayatı ve toplumu kötü yönde etkileyen olaylar nasıl önlenir?
Bu soruların yanıtı bizi olayların özüne ve gerçeğe götürür. Doğadaki oluşumlarda, oluşturma ve sahiplenme erki hangi taraftadır, kimdedir? Hangi taraf hangi tarafa bağımlı olmak durumundadır? Bu sorunun yanıtı da, diğer tüm sorunların yanıtlarını içeren çözüm formülünde verilecektir.

5- Halkın büyük bir çoğunluğun geçimini sağlayacak bir işi olmaması; ve
6- Öğrencilerin ve gençlerin sınavlarda başarısız olmaları ve istedikleri bir mesleğe kavuşamamaları konularının nedeni, çözüm formülü içinde verilecektir.

C- Çözüm
Her şey bir sistem sorundur. Sistem kavramından şunun anlaşılması gerekir: Doğada işler nasıl yürür? Ne neye, kim kime bağımlı olarak gelişir?
Bu sorunun yanıtını verebilmek için, bedenimizle hücrelerimiz arası ilişkiye bir göz atalım.

Arkadaşınız hasta ve ateşi var. Ateşini sürekli takip etmek için de koluna dijital bir termometre bağladınız ve her an ateşini ölçüyorsunuz. Onu rahatlatmak ve ortamın streslerinden uzaklaştırmak için piknik yapmaya karar verip orman kıyısındaki çimenler üzerinde sofra kurdunuz. Afiyetle yemeklerinizi yediniz. Mideleriniz tam doldu ve bedeninizdeki tüm kan aşırı faaliyet göstermek zorunda olan sindirim sistemi hücrelerine tahsis edildi. Diğer organlarından kan çekilince bedeninizde bir gevşeme duygusu, yorgunluk hissetmeye başladınız. Tam böylesine rahatladığınız ve gevşediğiniz anda, ormanın kenarından bir vahşi ayının size doğru yaklaştığını gördünüz.
Bakın şimdi ne olur. Siz daha akıl ve mantığınızı kullanıp, neyi nasıl yapmanız gerekir şeklinde bir düşünme sistemi içine girmeden, bedeninizdeki Hypothalamus-Pitiutary-Adrenal = HPA- ekseni harekete geçer.
Bir tehlike olduğunu fark eden Hypothalamus (H) hücreleri hemen, pitiutary (P) salgı bezini uyarır ve alarm vermesini söyler Bunun üzerine pitiutary (P) kan dolaşım sistemine adrenocorticotropic hormones (ACTH) salgılar. Bu mesajı alan böbrek-üstü-adrenal (A) bezi, kaçmak veya savaşmak konusunda bedenin karar vermesi için gerekli ayarlamalara başlar.
Sindirim sistemi organlarına tahsis edilen kan hemen geri çekilir; beyne ve kas hücrelerine yönlendirilir. Çünkü o an çalışması gereken bu iki sistemdir, tüm enerji onlara tahsis edilmelidir. Bu arada gözünüz arkadaşınızın kolundaki termometreye takıldı ve 1 dakika önce 39 derece olan ateşinin o anda 37 dereceye düşmüş olduğunu fark etti!
Peki ne oldu da arkadaşınızın ateşi aniden düşüverdi?
Bedenlerimizin sahipleri olan hücrelerimiz, tehlike anında tüm güçlerin tek bir amaç için harcanması gerektiğini çok iyi bildiklerinden, iç-güvenlikte (bağışıklık sisteminde) görev yapan hücrelerin görevlerini askıya alarak, enerji harcamasını durdurmalarını isterler. Bunun gereği için de Thymus (T) bezine sinyal gönderilerek bağışıklık sistemi faaliyetlerini durdur mesajı verilir.
Yani tehlike alarmı verilen bir bedende, o an grip, nezle, vs. gibi bir iç-savaş varsa, o savaşı yürüten bağışıklık sistemi hücreleri hemen enerji harcamasını durdururlar. Ateşi olan bir insanın ateşi düşer! Beyin tam faaliyetle çalışır ve kaçmak mı, yoksa savaşmak mı gerekiyor konusunda bir karar alınır. Yani çok önemli konularda bilinç-altı dediğimiz hücresel etkileşim sistemi devreye girer.
Şimdi bilinç ve bilinçaltı ayrımının nasıl oluştuğunu açıklayalım.
Bizler yeni bir şey öğrenirken epey zorlanırız. Örneğin araba kullanması olayına bakalım. Öğrenilmesi gereken işlev 5 tanedir. Gaz, fren, debriyaj, vites değiştirme ve direksiyon kontrolü. Bu 5 farklı faktörü el, ayak ve gözlerimizle birbirleriyle uyumlu olacak şekilde kontrol edebildiğimizde, araba kullanma denilen şeyi öğrenmiş oluruz. Dikkat edilmesi gereken konu sadece 5 faktör olmasına karşın, bu 5 faktörü birbiriyle uyumlu olacak şekilde davranmayı ancak aylar süren çabalar sonucu öğreniriz. (Hâlbuki hücrelerin dikkate alıp değerlendirmeleri gereken faktörler binlercedir!) Öğrenme olayı gerçekleştikten sonra, sık sık araba kullanmaya başladıysak, artık hiç zorluk çekmeyiz; arabaya biner binmez araba çalıştırılır ve hiç düşünmemize gerek kalmadan araba uygun vitese konur, gaz verilir ve istenilen yöne gidilir. Tüm bu işlemler yapılırken artık kişinin dikkatini bu olaylara ayırması gerekmez. Kişi yanındaki bir arkadaşı ile değişik konular üzerinde sohbet edebilir. Yani kişinin bilinci başka konular ile meşgul iken, kişi otomatik olarak arabayı kullanır. İşte bu durumda, araba kullanma olayı öğrenilmiş ve otomatik sisteme aktarılmış, sabitleştirilmiş olunur. Bu otomatik sistem ise bilinç-altı sistemidir ve sabitleştirme işlemi, belli kimyasal moleküllerin oluşturulmasıyla yapılır. Yani her yeni bir şey öğrendiğimizde, bedenimizde belli molekül düzenlemeleri gerçekleşir.
Yaşamımızda sık sık yaptığımız tüm eylemler hücrelerimiz tarafından alışkanlık dediğimiz otomatikleşmiş-sabitleştirilmiş bilinçaltı sistemine alınırlar.
Yıllardır oturduğunuz evinizde bir değişiklik yapıp, içe doğru açılan bir kapıyı dışa doğru olacak şekilde değiştirdiğinizi düşünün. Bu değişikliği yaptıktan sonra, günlerce o kapıya gelip açmaya çalıştığınızda, kapıyı önce kendinize doğru çekmeye kalkışırsınız, çünkü beyninizdeki hücreler böyle bir otomatik alışkanlık devresi oluşturmuşlardır. Bu alışkanlık devresinin kaldırılıp, yerine yeni bir devre oluşturulması, haftalar sürer. Ama hücreler değişim-dönüşüm içinde olan bir doğada yaşadıklarını bildiklerinden, eski alışkanlıklara dayalı olarak oluşturulmuş otomatik-sabit devreleri de, yeni uygulama sonucu, bu yeni duruma uyacak şekilde düzenlerler.
Özetleyecek olursak, biz insanların bilinci 4-5 faktörü ancak değerlendirip bunları birbirleriyle uyumlu olacak bir sırada işleme koymayı zar-zor becerirken, hücrelerimiz on binlerce faktörü aynı anda değerlendirip, birkaç salise içinde bir sonuca varabilmektedirler. Yani bizlerin tüm işlerini, tüm sorunlarını gerçekte bedenimiz içindeki hücrelerimiz üstlenip, onlar yapmaktadırlar.
Sonuç: Doğada her şey içindeki bileşenlerine bağımlıdır. Bu durumun sadece hücre-beden arası ilişkilerde değil, doğadaki tüm oluşum ve gelişimlerde böyle olduğu Theory of Integrated Levels (Feibleman 1954) tarafından teorik olarak da ıspatlanmıştır. (Hücre-beden) Alt-sistem - üst-sistem ilişkileri olarak bilinen bu ilkelerin en önemlileri şöyledir:
i-Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır.
ii-Her sistemde, üst düzey alt düzeye yön (hedef) gösterir.
iii-Herhangi bir düzeyin oluşumunda, oluşturma erki alt düzeydedir; üst düzey sadece hedef gösterir.

Toplumlarda yerleşik bir sürü geleneksel bilgiler vardır. Bu bilgilerin hangilerinin doğru (yararlı), hangilerinin yanlış (zararlı) olduğunu saptamak için, söz konusu bilginin yaşamınızı olumlu yönde mi, olumsuz yönde mi etkilediğine bakmak gerekir. Toplumlarda en yaygın bilgi olan doğadaki oluşturucu-yönlendirici güç sisteminin varlıkların dışında, yani varlığın dışında, üstünde, harici bir sistem olarak düşünülmesi olgusudur ki, tüm toplumlarda tepeye bağımlı sistem oluşumlarına yol açmıştır. Halbuki, beden-hücre ilişkisinde gösterildiği ve tümleşik sistemler teorisi (Theory of integrated levels) ilkelerinde ortaya konulduğu üzere, doğadaki tüm oluşum ve gelişimler tabana bağımlı olacak şekildedir. Dolayısıyla, tüm sorunlarımızın nedeni, doğa ve dünyadaki oluşum ve gelişimleri yanlış anlamak, yanlış yorumlamak ve bu yanlış sisteme göre toplumsal ilişkilerimizi düzenlemekten kaynaklanmaktadır. Çözüm formülü ise çok basittir: Her şeyi, doğadaki sisteme uygun yapmak; yani tabana dayalı örgütlenme ve yapısallaşmalara gitmek:
1-Devleti, daha rahat bir yaşam düzeyine ulaşmak amacına yönelik bir toplumsal birlik-bütünlük oluşturma işlemi olarak görmek;
2- Tek başına yaşayan bir insan sürekli bir koşuşturma içinde olmak zorundadır. Hem ihtiyacı olan sebzeleri, tahılları üretecek, hem tahılları öğütüp un yapacak, hem yiyeceği eti sağlayacak, hem ateş yakacak, hem yemek pişirecek bir fırın yapacak, hem tabak, kaşık yapacak, vs… Bu kadar farklı görevin hepsini bir insanın tek başına yapması imkânsızdır, çünkü buna ne zamanı, ne bilgisi ne de enerjisi yeterli değildir. Toplumsal bir sistem içinde yaşayan bir insan ise, bu görevlerden sadece birini yapar ve diğer insanlarla ürününü veya hizmetini takas ederek yaşar. Bu sayede hem daha az koşuşturur ve hem de çok daha rahat bir yaşam düzeyine kavuşmuş olunur. Bu nedenle toplum (devlet) iş ve meslek sahipleri arasındaki bir ortaklık sistemi olarak görülmelidir. Dolayısıyla yapısallaşması ve yönlendirilmesi tamamen iş-ve meslek dalları arası ilişkiler çerçevesinde olmak zorundadır. Toplum bu şekilde ve tabana bağımlılık çerçevesinde tanımlanıp yapılandırıldığında, 1, 2, 3,4 nolu sorunlar tamamen ortadan kalkar; çünkü
1-yönetimi ele geçirme mücadelesi artık söz konusu değildir, çünkü halk sistemin sahipliğinin bilincindedir ve tepe diye bir yetki ve bağımlılık merkezi yoktur;
2- Halk toplum yaşamının, daha rahat ve huzurlu bir düzeye ulaşmak amaçlı bir ortaklık olduğu bilinciyle yaşadığından, sağ-sol, din, ırk, vs gibi gereksiz parçalanmalarla, rahat ve huzurunun ortadan kaldırılmasına karşı koyar;
3- Bu sistemde her şey tabana bağımlı olarak oluşturulduğundan, tüm işyerleri, bizzat çalışanlar tarafından sahiplenilir ve işveren-işçi ayrımı gibi doğal olamayan durum ortadan kalkmış olur.

Şimdi de doğadaki tabana bağımlılık sisteminin diğer bazı özelliklerini ve bunların hayatımıza etkilerini görelim. Bir şeyi oluşturma-yapma erki alt sistemlerde olduğuna göre, bir şeyin yapılması için gereken bilgilerin de alt-sistemlerde depolanması, işleme konulması gerekir. Son yıllarda yapılan biyolojik-genetik ve fizik dalı araştırmaları bunun böyle olduğunu göstermiştir, Blobel 1999, Haken 2000, Kandel 2001, Andersonet al. 2007, Leek et al. 2007, Patel 2008, Li et al. 2010, vs.. Bu araştırmalara göre, bir bedeni oluşturacak olan hücreler, çevrelerindeki değişim-dönüşüm bilgilerini toplarlar, olasılık hesapları yaparak en olası duruma göre yeni oluşturacakları bedenin yapısallaşmasını gerçekleştirirler ve tüm bu bilgiler hücresel yapısallaşmalarda depolanırlar ve işlenirler. (Bu nedenledir ki, beyindeki her bir hücre yaklaşık 40-50 bin faktörü dikkate alarak bir olasılık hesabı yapar ve çıkan sonucu, diğer bir hücreye iletir; o hücre yine, kendisine gelen 40-50 bin veriyi değerlendirip bir olasılık hesabı yapar ve bir diğer görevli hücreye aktarır. Bu şekilde trilyonlarca veri bir-kaç salise veya saniye içinde işlenerek bir sonuca varılır ve beden o sonuca göre davranır!)
Doğa bilimlerindeki bu gelişmelerden anlaşılacağı üzere, biz insanların düşünce ve davranışları tamamen hücrelerimiz arasında ve içinde gerçekleşen yapısal-dokusal değişim-dönüşümler sayesinde oluşturulmaktadır. Bu değişiklikler genelde amino-asit sıralamalarında yapılan değişiklikler şeklinde olmaktadır.
Özet olarak şu sonuç ortaya çıkar: Bir bedenin çevresindeki değişim-dönüşümlere uyumunu sağlayan o bedenin içindeki hücreleridir. Bir insan toplum hayatında kendine bir iş veya meslek arıyorsa, yapması gereken, çevresine bakıp, hangi işlerin kendisine uygun olduğunu saptayıp, bu iş veya meslek hakkında gerekli bilgileri edinmeye çalışmasına bağlıdır. Bir kişiye neyin uygun olup olmadığı da yine, içindeki hücresel dürtülerle belirlenir, çünkü bir bedenin hangi konularda yetenekli olduğu, genetik olarak hücrelerin yapısallaşmalarıyla denetlenir.
Bedenlerle hücreleri arasındaki bu ilişkiyi de ortaya koyduktan sonra, 5 ve 6 nolu sorunların da ortadan kalkacağı görülür.
Sonuç: İnsanlığın tüm sorunları, doğadaki oluşum mekanizmasının tabana bağımlı olduğu gerçeğini bilmemesi, tam tersine, tepeye bağımlı olduğu şeklinde hatalı bir geleneksel bilgiye sahip olması ve ona göre davranmasından kaynaklanmaktadır. Çözüm yolu ise çok basittir: Doğadaki oluşum mekanizmasının nasıl olduğu konusunun toplumsal düzeyde işlenip, gelenek-göreneklere işleyecek derecede yaygınlaştırılması!

Bu konuda daha ayrıntılı bilgiler Doğadaki Oluşum Mekanizmasıyla İnsanlığın Sorunlarının Çözüm Yolu başlıklı kitapta bulunmaktadır.

Ismet Gedik

Kısır Çekişimelerden Çıkış Yolu

Toplumuzda karşılıklı bir güvensizlik hat safhaya ulaşmış, toplumumuz bir iç çekişme kıskacı içine düşmüştür. Bu sorunlar yumağından çıkılabilinmesi için bilimsel verilere dayalı bir çözüm formülü vardır, ama bu formül maalesef ilgililerce bilinmemektedir. İlgililer bilgisiz olunca da, hiçbir şey yapılamamaktadır. Bu nedenle bu çözüm formülünün ilgililere duyurulması için ne gerekiyorsa yapılması en acil işlem olmak zorundadır. Bunun için aşağıda sunulan bu formülü bizzat değerlendirip, bir yanlışlık veya hata bulamadığınız takdirde, tanıdığınız medya mensuplarına, siyasilere, yakınlarınız ve tanıdıklarınıza, vs. ulaştırmanız çocuklarınıza ve geleceğinize yapacağınız en büyük hizmet olacaktır.

Prof. Dr. İsmet Gedik
Sorunlarımız, nedeni ve çözümü
A- Sorunlarımız
Günümüzde toplumumuzu derinden etkileyen sorunların en önemlilerini önce kısaca sıralayalım:
1-    Tarih boyunca faili meçhul (siyasi) cinayetler oluşması;
2-    Yargıyı etki altına alma çabaları;
3-    İnsanların sağ-sol, laik-şeriatçı, alevi-sünni, türk-kürt, vs. gibi kutuplaşmalara bölünmesi;
4-    Devlet denetiminde bulunan fabrikaların özelleştirilmeleri sonucu fabrikalarda çalışanların işsiz duruma düşmeleri; kısaca işçi-işveren ilişkileri
5-    Büyük bir çoğunluğun geçimini sağlayacak bir işi olmaması;
6-    Öğrencilerin ve gençlerin sınavlarda başarısız olmaları ve istedikleri bir mesleğe kavuşamamaları;
7-    Vs.

B- Neden(ler)i
Şimdi bu sorunları tek tek ele alıp, her birinin nedenini saptamaya çalışalım.
1- Tarih boyunca faili meçhul (siyasi) cinayetler oluşması.
İster faili belli olsun, ister olmasın, tüm siyasi cinayetler, iktidar dediğimiz devlet yönetimini ele geçirme mücadelelerinden kaynaklanırlar. Geçmiş tarihimize bakalım:
-    Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey, amcası Dündar Beyi rakip gördüğünden onu öldürtür. Yerine oğlu Orhan Bey geçer,
-    Orhan Beyden sonra tahta geçen 1. Murat hem oğlunu, hem kardeşini öldürten ilk padişah olarak bilinir. Kardeşleri İbrahim ve Halil ile oğlu Savcı Beyi öldürtmüştür.
-    Yerine geçen Yıldırım Beyazıt, kardeşi Şehzade Yakupu öldürtür.
-    Ondan sonra, kardeşlerini öldürterek tahta çıkan 1.Mehmet olmuştur.
-    Ondan sonra tahta geçen 2. Murat amcası Mustafa Çelebiyi ve kardeşleri Ahmet, Yusuf ve Mahmutu boğdurtmuştur.
-    Ondan sonra tahta geçen 2. Mehmet (Fatih), kundaktaki kardeşi Ahmeti boğdurtmuştur.
-    Ondan sonra tahta geçen Yıldırım Beyazıt, Kardeşi Cem Sultanı öldürtür (Taht kavgasını kaybeden Cem, İtalyaya kaçar; Yıldırım Beyazıt da, Papa Alexandre Borgiaya 300 000 altın vererek, Cem Sultanı öldürtür (1495); cesedi Bursaya getirtilir.)
-    Kardeşler (ve yakın kan-bağı olanlar) arasındaki iktidarı ele geçirme mücadeleleri bu şekilde devam ederken, Osmanlı Devletinin son yıllarına doğru, iktidarı ele geçirme mücadelesine saray erkânı ve askeri güç mensupları da dâhil olur. Padişahlara, sadrazamlara darbeler yapılarak iktidara sahip olma mücadeleleri devam eder.
-    Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasıyla birlikte, asil-soyluluğa dayandırılan babadan oğula iktidar hakkı yerine, Cumhuriyet denilen halkın sahipliğine dayandırılan yeni bir devlet-yönetimi anlayışı oluşturulması çabaları başlar.
-    Devlet yönetimini ele geçirme mücadeleleri bu yeni sistemde de devam eder; karşılıklı suikastlar gündemden eksilmez.
-    Partili demokratik sisteme geçişle birlikte, halk farklı görüşlere bölünür ve iktidar mücadelesi halk arasına kadar indirgenir. Her bir siyasi parti devlet bürokrasisi içine kendi yandaşlarını yerleştirmeye başlar. Siyasi cinayet şebekesi zincirleri oluşur. Bu tür mücadeleler nedeniyle Sabahattin Aliler, Abdi İpekçiler, Turan Dursunlar, Doğan Özler, Uğur Mumcular, Gün Sazaklar  hayatlarını kaybederler. Ve bu böylece hala devam etmektedir.
Uzatmaya gerek yok, iktidarı ele geçirmek için ilgililer arasında cinayetler işlenmesi, tarih boyunca hep olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Bu tür mücadeleler, sadece ülkemizde değil, dünyanın her yerinde, her ülkesinde olmaktadır. İktidarı ele geçirmek gibi bir hedefin yanlışlığının nerden kaynaklandığını, yani bu kısır döngüden nasıl çıkılabileceği konusunu (çözüm yolunu), diğer sorunların nedenlerini de ortaya koyduktan sonra, ortak bir çözüm formülü ile vereceğiz.
2- Yargıyı etki altına alma çabaları: yukarıda açıklanan, iktidarı ele geçirme mücadelelerinin bir başka ayağını oluşturur. Çözümü yukarıdaki sorunla beraber olacaktır.

3- Şimdi diğer soruna geçelim: İnsanların sağ-sol, laik-şeriatçı, alevi-sünni, türk-kürt,  vs. gibi kutuplaşmalara bölünmesi olayı.
Bu durum, demokrasi denilen ve halkın idareyi ele alması olarak tanımlanabilinecek sistemin ortaya çıkmasıyla yaygınlaşan bir toplumsal sorundur. Asil-soyluluğa dayalı babadan oğula aktarılan yönetim hakkı, demokratik sistemlerde, particilik denilen farklı görüş sahipliğine yerini bırakır. Bunun sonucu, halk farklı görüşlere bölünmek durumunda kalır. Bu farklı görüşler, kâh sağcı-solcu, kâh laik-şeriatçı gibi farklı gruplaşma oluşumlarına yol açar. Etnik bölünmelerin nedeni de, lider, şıh-şeyh gibi tepede bulunan kişilerin yönlendirmeleri ve yandaş sahibi olmaya çalışmaları sonucu ortaya çıkarlar, yani halka gösterilen hedeflere göre, halkın farklı yönlenmelere gitmesi olayı söz konusudur. Hâlbuki hayat, daha rahat bir duruma ulaşabilme mücadelesinden oluşur ve daha rahat bir duruma nasıl ulaşılacağı, çözüm formülünde verilecektir.

4-    Devlet denetiminde bulunan fabrikaların özelleştirilmeleri sonucu fabrikalarda çalışanların işsiz duruma düşmeleri (işçi-işveren ilişkileri).
Son çeyrek asır içinde, devlet yönetiminde olan işletmelerin, özel sektör işletmeleri karşısında gittikçe başarısızlığa düşmeleri nedeniyle, dünya genelinde, devlet sektörleri bu tür işletmeciliklerden çekilmeye ve işletmeleri özel sektörlere satmaya yönelmişlerdir ve özelleştirme denilen işlemler dünyada yaygınlaşmaya başlamıştır.
Acaba özel işletmeler neden devlet sektörüne bağlı işletmelerden daha verimli olmuşlardır? Burada önemli olan konu bu sorunun yanıtını bulmak ve ona göre davranmaktır.
Dünyamızda her şey sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir ve tüm işletmeler dünyadaki bu değişim-dönüşümleri dikkate alarak kendilerini yeniden re-organize etmek durumundadırlar. Özel işletmelerde, fabrikanın sahibi işletmesini yenilemek, dünya koşullarına uydurma konusunda, devlet işletmelerine göre, daha avantajlıdır, çünkü olayları takip edip, gereken önlemleri hemen alabilir.  Hâlbuki devlete bağlı bir işletmede, müdür tepedekilerden müsaade isteyecektir; bürokrasi çarkı çok yavaş işler. Ayrıca tepedekiler demokratik seçimler nedeniyle sık-sık değişecektir. Her yeni gelen işlere uyum sağlayana kadar, atı-alan Üsküdarı geçmiş olur ve işletme zarar edecek duruma düşer.
Peki, günümüzde uygulandığı şekliyle özelleştirme yapılması doğru mu? Tekel işçileri olayında olduğu gibi, işçiler zararlı duruma düşmüyor mu? Bu konuyla yakından ilgili diğer sorun da şu: İşçi-işveren ilişkileri nasıl olmalı, grev-lokavt gibi hayatı ve toplumu kötü yönde etkileyen olaylar nasıl önlenir?
Bu soruların yanıtı bizi olayların özüne ve gerçeğe götürür. Doğadaki oluşumlarda, oluşturma ve sahiplenme erki hangi taraftadır, kimdedir? Hangi taraf hangi tarafa bağımlı olmak durumundadır? Bu sorunun yanıtı da, diğer tüm sorunların yanıtlarını içeren çözüm formülünde verilecektir.

5-    Halkın büyük bir çoğunluğun geçimini sağlayacak bir işi olmaması; ve
6-    Öğrencilerin ve gençlerin sınavlarda başarısız olmaları ve istedikleri bir mesleğe kavuşamamaları konularının nedeni, çözüm formülü içinde verilecektir.

C- Çözüm
Her şey bir sistem sorundur. Sistem kavramından şunun anlaşılması gerekir: Doğada işler nasıl yürür? Ne neye, kim kime bağımlı olarak gelişir?
Bu sorunun yanıtını verebilmek için, bedenimizle hücrelerimiz arası ilişkiye bir göz atalım.

Arkadaşınız hasta ve ateşi var. Ateşini sürekli takip etmek için de koluna dijital bir termometre bağladınız ve her an ateşini ölçüyorsunuz. Onu rahatlatmak ve ortamın streslerinden uzaklaştırmak için piknik yapmaya karar verip orman kıyısındaki çimenler üzerinde sofra kurdunuz. Afiyetle yemeklerinizi yediniz. Mideleriniz tam doldu ve bedeninizdeki tüm kan aşırı faaliyet göstermek zorunda olan sindirim sistemi hücrelerine tahsis edildi. Diğer organlarından kan çekilince bedeninizde bir gevşeme duygusu, yorgunluk hissetmeye başladınız. Tam böylesine rahatladığınız ve gevşediğiniz anda, ormanın kenarından bir vahşi ayının size doğru yaklaştığını gördünüz.
     Bakın şimdi ne olur. Siz daha akıl ve mantığınızı kullanıp, neyi nasıl yapmanız gerekir şeklinde bir düşünme sistemi içine girmeden, bedeninizdeki Hypothalamus-Pitiutary-Adrenal = HPA- ekseni harekete geçer.
Bir tehlike olduğunu fark eden Hypothalamus (H) hücreleri hemen, pitiutary (P) salgı bezini uyarır ve alarm vermesini söyler Bunun üzerine pitiutary (P) kan dolaşım sistemine adrenocorticotropic hormones (ACTH) salgılar. Bu mesajı alan böbrek-üstü-adrenal (A) bezi, kaçmak veya savaşmak konusunda bedenin karar vermesi için gerekli ayarlamalara başlar.
Sindirim sistemi organlarına tahsis edilen kan hemen geri çekilir; beyne ve kas hücrelerine yönlendirilir. Çünkü o an çalışması gereken bu iki sistemdir, tüm enerji onlara tahsis edilmelidir. Bu arada gözünüz arkadaşınızın kolundaki termometreye takıldı ve 1 dakika önce 39 derece olan ateşinin o anda 37 dereceye düşmüş olduğunu fark etti!
Peki ne oldu da arkadaşınızın ateşi aniden düşüverdi?
Bedenlerimizin sahipleri olan hücrelerimiz, tehlike anında tüm güçlerin tek bir amaç için harcanması gerektiğini çok iyi bildiklerinden, iç-güvenlikte (bağışıklık sisteminde) görev yapan hücrelerin görevlerini askıya alarak, enerji harcamasını durdurmalarını isterler. Bunun gereği için de Thymus (T) bezine sinyal gönderilerek bağışıklık sistemi faaliyetlerini durdur mesajı verilir.
Yani tehlike alarmı verilen bir bedende, o an grip, nezle, vs. gibi bir iç-savaş varsa, o savaşı yürüten bağışıklık sistemi hücreleri hemen enerji harcamasını durdururlar. Ateşi olan bir insanın ateşi düşer! Beyin tam faaliyetle çalışır ve kaçmak mı, yoksa savaşmak mı gerekiyor konusunda bir karar alınır. Yani çok önemli konularda bilinç-altı dediğimiz hücresel etkileşim sistemi devreye girer.
Şimdi bilinç ve bilinçaltı ayrımının nasıl oluştuğunu açıklayalım.
Bizler yeni bir şey öğrenirken epey zorlanırız. Örneğin araba kullanması olayına bakalım. Öğrenilmesi gereken işlev 5 tanedir. Gaz, fren, debriyaj, vites değiştirme ve direksiyon kontrolü. Bu 5 farklı faktörü el, ayak ve gözlerimizle birbirleriyle uyumlu olacak şekilde kontrol edebildiğimizde, araba kullanma denilen şeyi öğrenmiş oluruz. Dikkat edilmesi gereken konu sadece 5 faktör olmasına karşın, bu 5 faktörü birbiriyle uyumlu olacak şekilde davranmayı ancak aylar süren çabalar sonucu öğreniriz. (Hâlbuki hücrelerin dikkate alıp değerlendirmeleri gereken faktörler binlercedir!) Öğrenme olayı gerçekleştikten sonra, sık sık araba kullanmaya başladıysak, artık hiç zorluk çekmeyiz; arabaya biner binmez araba çalıştırılır ve hiç düşünmemize gerek kalmadan araba uygun vitese konur, gaz verilir ve istenilen yöne gidilir. Tüm bu işlemler yapılırken artık kişinin dikkatini bu olaylara ayırması gerekmez. Kişi yanındaki bir arkadaşı ile değişik konular üzerinde sohbet edebilir. Yani kişinin bilinci başka konular ile meşgul iken, kişi otomatik olarak arabayı kullanır. İşte bu durumda, araba kullanma olayı öğrenilmiş ve otomatik sisteme aktarılmış, sabitleştirilmiş olunur. Bu otomatik sistem ise bilinç-altı sistemidir ve sabitleştirme işlemi, belli kimyasal moleküllerin oluşturulmasıyla yapılır. Yani her yeni bir şey öğrendiğimizde, bedenimizde belli molekül düzenlemeleri gerçekleşir.
Yaşamımızda sık sık yaptığımız tüm eylemler hücrelerimiz tarafından alışkanlık dediğimiz otomatikleşmiş-sabitleştirilmiş bilinçaltı sistemine alınırlar.
Yıllardır oturduğunuz evinizde bir değişiklik yapıp, içe doğru açılan bir kapıyı dışa doğru olacak şekilde değiştirdiğinizi düşünün. Bu değişikliği yaptıktan sonra, günlerce o kapıya gelip açmaya çalıştığınızda, kapıyı önce kendinize doğru çekmeye kalkışırsınız, çünkü beyninizdeki hücreler böyle bir otomatik alışkanlık devresi oluşturmuşlardır. Bu alışkanlık devresinin kaldırılıp, yerine yeni bir devre oluşturulması, haftalar sürer. Ama hücreler değişim-dönüşüm içinde olan bir doğada yaşadıklarını bildiklerinden, eski alışkanlıklara dayalı olarak oluşturulmuş otomatik-sabit devreleri de, yeni uygulama sonucu, bu yeni duruma uyacak şekilde düzenlerler.
Özetleyecek olursak, biz insanların bilinci 4-5 faktörü ancak değerlendirip bunları birbirleriyle uyumlu olacak bir sırada işleme koymayı zar-zor becerirken, hücrelerimiz on binlerce faktörü aynı anda değerlendirip, birkaç salise içinde bir sonuca varabilmektedirler. Yani bizlerin tüm işlerini, tüm sorunlarını gerçekte bedenimiz içindeki hücrelerimiz üstlenip, onlar yapmaktadırlar.
Sonuç: Doğada her şey içindeki bileşenlerine bağımlıdır. Bu durumun sadece hücre-beden arası ilişkilerde değil, doğadaki tüm oluşum ve gelişimlerde böyle olduğu Theory of Integrated Levels (Feibleman 1954) tarafından teorik olarak da ıspatlanmıştır. (Hücre-beden) Alt-sistem - üst-sistem ilişkileri olarak bilinen bu ilkelerin en önemlileri şöyledir:
i-Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır.
ii-Her sistemde, üst düzey alt düzeye yön (hedef) gösterir.
iii-Herhangi bir düzeyin oluşumunda, oluşturma erki alt düzeydedir; üst düzey sadece hedef gösterir. 

Toplumlarda yerleşik bir sürü geleneksel bilgiler vardır. Bu bilgilerin hangilerinin doğru (yararlı), hangilerinin yanlış (zararlı) olduğunu saptamak için, söz konusu bilginin yaşamınızı olumlu yönde mi, olumsuz yönde mi etkilediğine bakmak gerekir. Toplumlarda en yaygın bilgi olan doğadaki oluşturucu-yönlendirici güç sisteminin varlıkların dışında, yani varlığın dışında, üstünde, harici bir sistem olarak düşünülmesi olgusudur ki, tüm toplumlarda tepeye bağımlı sistem oluşumlarına yol açmıştır. Halbuki, beden-hücre ilişkisinde gösterildiği ve tümleşik sistemler teorisi (Theory of integrated levels) ilkelerinde ortaya konulduğu üzere, doğadaki tüm oluşum ve gelişimler tabana bağımlı olacak şekildedir. Dolayısıyla, tüm sorunlarımızın nedeni, doğa ve dünyadaki oluşum ve gelişimleri yanlış anlamak, yanlış yorumlamak ve bu yanlış sisteme göre toplumsal ilişkilerimizi düzenlemekten kaynaklanmaktadır. Çözüm formülü ise çok basittir: Her şeyi, doğadaki sisteme uygun yapmak; yani tabana dayalı örgütlenme ve yapısallaşmalara gitmek:
1-Devleti, daha rahat bir yaşam düzeyine ulaşmak amacına yönelik bir toplumsal birlik-bütünlük oluşturma işlemi olarak görmek;
2- Tek başına yaşayan bir insan sürekli bir koşuşturma içinde olmak zorundadır. Hem ihtiyacı olan sebzeleri, tahılları üretecek, hem tahılları öğütüp un yapacak, hem yiyeceği eti sağlayacak, hem ateş yakacak, hem yemek pişirecek bir fırın yapacak, hem tabak, kaşık yapacak, vs… Bu kadar farklı görevin hepsini bir insanın tek başına yapması imkânsızdır, çünkü buna ne zamanı, ne bilgisi ne de enerjisi yeterli değildir. Toplumsal bir sistem içinde yaşayan bir insan ise, bu görevlerden sadece birini yapar ve diğer insanlarla ürününü veya hizmetini takas ederek yaşar. Bu sayede hem daha az koşuşturur ve hem de çok daha rahat bir yaşam düzeyine kavuşmuş olunur. Bu nedenle toplum (devlet) iş ve meslek sahipleri arasındaki bir ortaklık sistemi olarak görülmelidir. Dolayısıyla yapısallaşması ve yönlendirilmesi tamamen iş-ve meslek dalları arası ilişkiler çerçevesinde olmak zorundadır. Toplum bu şekilde ve tabana bağımlılık çerçevesinde tanımlanıp yapılandırıldığında, 1, 2, 3,4 nolu sorunlar tamamen ortadan kalkar; çünkü
1-yönetimi ele geçirme mücadelesi artık söz konusu değildir, çünkü halk sistemin sahipliğinin bilincindedir ve tepe diye bir yetki ve bağımlılık merkezi yoktur;
2- Halk toplum yaşamının, daha rahat ve huzurlu bir düzeye ulaşmak amaçlı bir ortaklık olduğu bilinciyle yaşadığından, sağ-sol, din, ırk, vs gibi gereksiz parçalanmalarla, rahat ve huzurunun ortadan kaldırılmasına karşı koyar;
3- Bu sistemde her şey tabana bağımlı olarak oluşturulduğundan, tüm işyerleri, bizzat çalışanlar tarafından sahiplenilir ve işveren-işçi ayrımı gibi doğal olamayan durum ortadan kalkmış olur.

Şimdi de doğadaki tabana bağımlılık sisteminin diğer bazı özelliklerini ve bunların hayatımıza etkilerini görelim. Bir şeyi oluşturma-yapma erki alt sistemlerde olduğuna göre, bir şeyin yapılması için gereken bilgilerin de alt-sistemlerde depolanması, işleme konulması gerekir. Son yıllarda yapılan biyolojik-genetik ve fizik dalı araştırmaları bunun böyle olduğunu göstermiştir, Blobel 1999, Haken 2000, Kandel 2001, Andersonet al. 2007, Leek et al. 2007, Patel 2008, Li et al. 2010, vs.. Bu araştırmalara göre, bir bedeni oluşturacak olan hücreler, çevrelerindeki değişim-dönüşüm bilgilerini toplarlar, olasılık hesapları yaparak en olası duruma göre yeni oluşturacakları bedenin yapısallaşmasını gerçekleştirirler ve tüm bu bilgiler hücresel yapısallaşmalarda depolanırlar ve işlenirler. (Bu nedenledir ki, beyindeki her bir hücre yaklaşık 40-50 bin faktörü dikkate alarak bir olasılık hesabı yapar ve çıkan sonucu, diğer bir hücreye iletir; o hücre yine, kendisine gelen 40-50 bin veriyi değerlendirip bir olasılık hesabı yapar ve bir diğer görevli hücreye aktarır. Bu şekilde trilyonlarca veri bir-kaç salise veya saniye içinde işlenerek bir sonuca varılır ve beden o sonuca göre davranır!)
Doğa bilimlerindeki bu gelişmelerden anlaşılacağı üzere, biz insanların düşünce ve davranışları tamamen hücrelerimiz arasında ve içinde gerçekleşen yapısal-dokusal değişim-dönüşümler sayesinde oluşturulmaktadır. Bu değişiklikler genelde amino-asit sıralamalarında yapılan değişiklikler şeklinde olmaktadır.
Özet olarak şu sonuç ortaya çıkar: Bir bedenin çevresindeki değişim-dönüşümlere uyumunu sağlayan o bedenin içindeki hücreleridir. Bir insan toplum hayatında kendine bir iş veya meslek arıyorsa, yapması gereken, çevresine bakıp, hangi işlerin kendisine uygun olduğunu saptayıp, bu iş veya meslek hakkında gerekli bilgileri edinmeye çalışmasına bağlıdır. Bir kişiye neyin uygun olup olmadığı da yine, içindeki hücresel dürtülerle belirlenir, çünkü bir bedenin hangi konularda yetenekli olduğu, genetik olarak hücrelerin yapısallaşmalarıyla denetlenir.
Bedenlerle hücreleri arasındaki bu ilişkiyi de ortaya koyduktan sonra, 5 ve 6 nolu sorunların da ortadan kalkacağı görülür.
Sonuç: İnsanlığın tüm sorunları, doğadaki oluşum mekanizmasının tabana bağımlı olduğu gerçeğini bilmemesi, tam tersine, tepeye bağımlı olduğu şeklinde hatalı bir geleneksel bilgiye sahip olması ve ona göre davranmasından kaynaklanmaktadır. Çözüm yolu ise çok basittir: Doğadaki oluşum mekanizmasının nasıl olduğu konusunun toplumsal düzeyde işlenip, gelenek-göreneklere işleyecek derecede yaygınlaştırılması!

Bu konuda daha ayrıntılı bilgiler Doğadaki Oluşum Mekanizmasıyla İnsanlığın Sorunlarının Çözüm Yolu başlıklı kitapta bulunmaktadır.

Inkilap Nedir, Ihtilal Nedir? Ve,

inkılap : 1. değişme, bir durumdan başka bir duruma geçme. 2. toplum ve devlet hayatında kısa sürede meydana getirilen değişiklik.


İnkılap, kelime anlamı ile değişme, bir halden başka bir hale dönmeyi ifade eder. İnkılap; Arapça “ kalp” kelimesinden gelmiş olup, bir milletin sahip olduğu siyasi, sosyal ve askeri alanlardaki kurumların devlet eliyle makul ve ölçülü metotlarla köklü bir şekilde değiştirilmesi olarak tanımlanmaktadır. İnkılap ve devrim kelimelerinin Fransızca karşılığı “révolution”, İngilizce karşılığı “revolution”dur. Kelime Latince kökenli olup, revolvere kelimesinden gelmektedir. Revoultion kelimesi, ani ve şiddetli, kökten bir değişikliği ifade etmek üzere ilk defa 1789 Fransız İnkılabı ile kullanılmaya başlanmıştır. Kelime genel olarak, inkılabı ifade etmek için kullanılmışsa da, büyük harfle yazıldığında da Fransız inkılabını ifade eder. Fransız inkılabına Fransız ihtilali de denilmektedir. Dilimizde kullanılan inkılap kelimesi de bu yüzden, çok defa ihtilal kelimesi ile karıştırılmaktadır. Bazı yazarlarların eserlerinde, Türk İnkılabı, ihtilal olarak ifade edilmektedir. Aslında inkılap ve ihtilal aynı şeyleri ifade etmez. Ihtilal, inkılabın bir evresini, mevcut otoriteye karşı gelmeyi, zora başvurmayı öngörür. İhtilal kelimesinin Fransızca ve İngilizce tam karşılığı mevcut değildir.

Bir başka anlamı ile ihtilal, karıştırmayı, düzensizliği ve karışıklığı ifade eder. İnkılap sözcüğünün karşılığı ise, “yerleşik toplumsal düzeni köklü, hızlı ve geniş kapsamlı olarak niteliksel değiştirme ve yeniden biçimlendirme eylemi” olarak açıklanmaktadır. Türk hukuk lugatına göre, “inkılap, eski bozuk düzenin, köhnemiş düzenin yıkılmasından sonra yapılan yenileştirme hareketidir.” Bu anlamda inkılap, ne hazırlık safhasını ne de aksiyon safhasını içermemektedir. İnkılap, basit bir olay değildir. Bir ülkenin sosyal bünyesinin kökten ve genel olarak değişikliğini ifade eder. Önemli bir Halk hareketi olarak görülür ve genellikle kuvvet kullanımını gerekli kılar. İnkılap, yeni bir sosyal düzenin yerleşmesi amacına yönelik olarak da bir tür iktidarı ele geçirme tekniğidir. İnkılap deyimi, belirli alanlarda sosyal yönden, önemli değişiklikleri de ifade etmek üzere de kullanılır.

İnkılap, evrim veya tekamül (evolution) ve ıslahattan (reforme) farklıdır. Evrim veya tekamül genel anlamda tedrici gelişmeyi, değişikliği ifade eder. “Yavaş yavaş açılma ve şekil alma” anlamına gelir. Reform veya eski deyimle ıslahat, toplum hayatında belirli alanlarda yapılan düzeltmelerdir. Reformlar, o ülkenin hukuk düzenine uygun olarak yapılır, tedricidir, zorlayıcı değildir. İnkılap, hükümet darbesinden de ayrı ve farklı bir anlam taşır.

Hükümet darbeleri sadece iktidardaki kişileri değiştirirler. Toplumdaki sosyal, ekonomik yapıya ilişmezler. İnkılap ise her şeyden önce siyasal ve Sosyal Yapının kökten değiştirilmesini amaç edinir.
Geniş anlamda anılan inkılap kelimesi yanı sıra dilimizde bir de dar anlamda inkılap kelimesi kullanılır. Dar anlamda inkılap, sosyal hayatta ve sosyal müesseselerde belli yönlerden kökten değişmedir. Bu değişme, gelişme şeklinde ve genel anlamda inkılabın ana amacına uygun olarak gelişir. Milliyetçilik prensibinin tabii bir sonucu olarak dil ve Tarih inkılapları, batılaşma prensibinin de sonucu olarak Şapka ve Harf inkılabının kabulü ve devletin laikleştirilmesi, dar anlamda inkılabı ifade eder. 1961 anayasasında da yer alan “Atatürk devrimleri” deyimi, dar anlamda anılan inkılapların topunu birden belirtmek üzere kullanılmıştır. Türk İnkılabı veya Atatürk İnkılabı denildiğinde, geniş ve şümullü anlamı ile Kurtuluş Mücadelesini de içine alan Büyük Türk İnkılabı ifade edilir. 

Sonuç olarak inkılap basit ve sadece bir olay değildir. Yeni bir hukuki düzenlemenin aynı zamanda hareket noktasıdır ve idare edenlerin hukuk anlayışına karşı da müeyyidedir. Toplum mevcut olduğu andan itibaren fiil olarak inkılap da mevcut olmuştur. İnkılap fiili, inkılap fikrinden öncedir. İlkel toplumlarda bu tür hareketler, ya topluluğun ihtiyaçlarının tatmin olmamış olmasından veya politik grupların ihtiraslarından doğan şuursuz hareketleridir. Ancak XVIII’ inci yüzyıldan itibaren toplumda gelişmeler, topluma yeni bir yön vermenin zorunluluğunu ortaya koymuştur. Amerikan ve Fransız inkılapları yeni bir fikrin, yeni bir dünya anlayışının zaferidir. Toplumu geliştirmek için insan aklının düşündüğü reformlar, aynı zamanda toplumu düzenleyen kuralları da değiştirmek gücüne sahip olmak istemişlerdir. Gelişmeye toplum düzeninin sert bir şekilde engel oluşu, iktidarların tarihi ve sosyal gelişme önünde direnmeleri inkılabı Halk hareketi olarak zorunlu kılmıştır. İnkılap kaçınılmaz bir gelişmenin biraz sert ve fakat çabuklaştırılmış şeklidir. İnkılap, topluluğun hastalığına bir çaredir. İnkılap, iktidarı yenileştirme ve kuvvetlendirme gibi tarihi bir fonksiyonu da yerine getirir. 

İnkılabın Unsurları

İnkılap, Halk hareketi olarak mevcut düzeni zor kullanarak yıkmayı ve yıkılan düzen yerine yeni bir düzen kurmayı ifade eder. Bu tarife göre inkılap olayının unsurları şunlardır:

a. İnkılap önce bir Halk hareketidir. Hareketten maksat ani ve enstantane bir hareket değildir. Modern inkılap teorisi, inkılabın sanıldığının aksine ani bir olay, birden patlak veren bir hareket olmayıp için için gelişen, oldukça uzun bir sürecin eseri oluğunu ortaya koymaktadır.
Buna göre bir inkılapta bir hazırlık, patlama ile başlayan bir uygulama devresi mevcuttur.
İnkılabın en başta gelen bir özelliği de topluma mal edilmesi, toplumca yapılan bir hareket olmasıdır. Bir kişiye, bir zümreye, bir sınıfa dayanılarak yapılan inkılap, toplumca benimsenmedikçe gerçek anlamda bir inkılap niteliğini taşımaz.

b. İnkılap mevcut düzeni yıkma olayıdır. Mevcut düzenin yıkılması, mevcut hukuk düzenine karşı gelmeyi, kanuna, aykırı olan harekete geçmeyi gerekli kılar. Dayanağını direnme hakkında bulan bu toplum hareketi, eskimiş, yıpranmış ve iktidarda bulunanların zorla devama çalıştıkları eski düzenin yıkılmasını öngörmektedir.

c. İnkılap, yıkılan düzen yerine yeni bir düzen kurmayı amaç edinir. İnkılap, yıkılan düzen yerine yeni bir düzen kurmayı amaç edinmekle inkılabın yeni bir hukuki düzen olduğu,
gelecek hukuk düzeninin geçerliliğinin temelini teşkil ettiği anlaşılır. İnkılap, eski hukuk düzeninin enkazı üzerinde yeni hukuk düzeninin kuruluşudur.

İnkılabın Evreleri (Safhaları)

İnkılap üç evrede gerçekleşir;

a. Birinci Evre: Birinci evreyi teşkil eden fikri cephe, cemiyette değişiklik fikrinin tohumlarının atıldığı ve geliştirildiği devredir. Düşünürlerin, yazarların ve filozofların hazırladıkları ve yön verdiği devredir. İnkılaplar önce akla dayanan yeni bir sosyal düzen arayan fikirler olarak doğar. Ölçülü bir istek ve şüphe iken, taraftar bulunca iman ve ihtiras haline gelir. İnkılap fikirleri Halk yığınlarınca benimsenirse güç ve kuvvet kazanır.

b. İkinci Evre: İkinci evre, hazırlık evresinin tamamlanmasından sonra gelir ve aksiyon safhasıdır. Dar anlamı ile ihtilali ifade eder. İhtilal başarı gösterirse meşruluk kazanır. Modern ihtilaller bir tabiye ve taktik işidir. Disiplinli ihtilalciler ister.

c. Üçüncü Evre: Üçüncü evreyi, yıkılan, bozulan düzenin yerine bir yenisini kurma fiili teşkil eder. Yeniden kurma ile inkılap başarılmış olur. İhtilal kelimesi, canlı ve enerjik bir hareketin ifadesi olmakla beraber, inkılabın ancak bir safhasını, daha doğrusu tamamlanmamış durumunu ifade eder. İnkılap siyasi ve hukuki hüviyeti olan bir topluluk içerisinde eskilerin yerini yeni bir idarenin, yeni bir düzenin ve yeni müesseselerin almasıdır. İnkılapta topluma yeni ve ileri bir fikre dayanan yeni bir düzen ve değer getirilmiş olur.

İnkılapçılık ise; kurucu ve yapıcı bir düşünceyle modern toplum hayatında yeni ilerleme ve gelişmelere imkan hazırlamaya yönelik bir düşünceyi benimsemektir. İnkılapçılık bir taraftan uygarlık gereği yeni inkılapları öngörürken, diğer taraftan da ileriye yönelmeyi gerekli kılmaktadır. İnkılapçılıkla, Türk toplumu endüstri, bilim, teknoloji, tıp ve sanayi gibi her
alanda, her türlü gelişmeye yabancı kalmayacak kendini çağın gereklerine göre yenileyecektir. Bu anlamda, inkılapları sevmeyi ve korumayı, onları medeni ve insani
yaşayışın gereği olarak savunmayı öngörür. İnkılapçılık diğer bütün ilkeleri içine alır yani hepsini kapsayan genel bir ilkedir.

Türk İnkılabının Özelliği 

Türk inkılabı, bir diriliş ve yenilik hareketidir. Milli bağımsızlık ve milli egemenlik mücadelesidir. Dışarıda işgalciye, içeride Sultan – Halifeye karşı birlikte, bir arada yapılmıştır. Milleti batıya – batı kültürüne, batı zihniyetine götüren kökten sosyal bir deşişikliktir. “Türk inkılabı Türkiye’de doğu kültürü yerine batı kültürünü kurmuş, softa zihniyeti yerine, modern zihniyeti getirmiş ve şeriat zihniyetinin söndürdüğü milli şuuru, milletin ruhunda uyandırmıştır.” Paul Gentizon (Pol Jantizon) “Hulasa, 1922’den 1928’e kadar Türkiye’de cereyan eden hadiselere benzer bir sey bütün dünyada vukua gelmiş değildir. Tabiri caiz ise, bütün bir millet derisini değiştirmiştir.” Türk inkılabı, amaç, hazırlanış ve uygulama yönünden diğer inkılaplardan çok farklılık gösterir. Fikir yönünden hazırlık, inkılabın kaynağını teşkil eder. Fransiz ihtilalini hazirlayan fikirleri, Fransız yazar ve fikir adamları Voltaire (Volter) ve Montesquieu (Monteskiyö), diderot (Didero), Jena Jacques rousseau (Jan Jak Ruso) yüzyıllar boyunca çalışma ve eserleriyle ortaya koymuşlardır. Türk inkılabı bir doktrin hareketinin sonucu değildir ve bir doktrine de bağlı değildir. Türk inkılabı Osmanlı Devleti’nin tarihi kaderine tabi olmasi sonucu olarak önce bir vakia ve daha sonra bu vakiaya bağlı bir fikir olarak ortaya çıkmıştır. 

Türk inkılabını bir başka özelliği de ondaki paragmatik durum ve her türlü teorik ve ideolojik hazırlığın yokluğudur. Öyle ki, Türk inkılabı hiç meydanda yokken, birden hakikat olmuştur. Tarih böyle bir ideolojik hazırlık için, ne Mustafa Kemal’e ne de Türk milletine vakit bırakmamıştır. Her ikisi de inkılap yapmak vaziyetine getirilerek Tarih içinde irticalen birtakım işler yaratmak mecburiyetinde bırakılmışlardır.” 

19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Atatürk’ün esas amacı yeni bir Türk devleti kurmaktı. Yeni Türk devleti bir taraftan milli egemenlik diğer taraftan da milli bağımsızlık mücadelesi ile birlikte kurulmuştur. Yeni devletin kuruluşunun baş özelliği inkılaplarla birlikte, bir arada kurulmuş olmasındandır. Türk inkılabının amacı sona eren Osmanlı İmparatorluğu yerine özgür ve bağımsız yeni ve modern bir devlet kurmaktı. Yeni Türk Devletini kurma amacı Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi görevinin sona ermesi ile ortaya çıkmıştır. Esas problem, Osmanlı İmparatorluğu yıkıldığı için bu devleti yeniden kurmak değil, yıkılmaya yüz tutan ve fiilen yıkılan bir devletin yerine yeni ve modern bir devletin kurulmasıdır. Türkler, bu bakımdan sürekli bir devlet Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerine kurulan yeni Türk devleti, Türk milletinin devlet kurma konusunda kabiliyetine ve üstün başarısına bağlı kalmıştır. İnkılapla Türk Milleti siyasi ve hukuki topluluk olarak modern bir devlet, sosyal yönüyle ileri ve medeni bir toplum olma tercihini yapmıştır.

1789 Fransız ve 1917 Rus inkılaplarından farklı olarak Türk inkılabında, inkılabın hazırlığını yapanlar, fikri yönden olgunlaştıranlar ve onu aksiyon alanında başarıya götürenler aynı kişilerdir. Büyük Atatürk, Türk inkılabının hem fikri hazırlığını yapmış, hem de aksiyon alanında onu başarıya ve zafere ulaştırmıştır. İnkılapçı Atatürk, artık zamanını tamamlamış olduğuna inandığı bir imparatorluğun üzerine yepyeni temellere dayanan bir devlet kurmuştur. Atatürk, inkılabı başarıya ulaştırırken aynı zamanda özgür, bağımsız, modern ve yeni bir devlet kurmuştur. Yeni devletin kuruluşu önce fikri yönden bir hazırlık çalışması gerektirmiştir. Türk inkılabının amacını teşkil eden yeni devlet kurma fikri Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihe intikali ile ortaya çıkmıştır.

Yeni Türk Devleti’nde yapılan inkılapları; siyasi alanda, hukuk alanında, eğitim ve kültür alanında, sosyal alanda ve ekonomi ve sağlık alanında yapılanlar olmak üzere beş ana grupta toplamak mümkündür. Bu inkılaplar gruplarına göre şunlardır;

A) Siyasi Alanda Yapılan İnkılaplar

1)Saltanatın kaldırılması (1 Kasım 1922)
2)Cumhuriyetin ilanı (29 Ekim 1923)
3)Halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924)
4)Yeni Türk Devleti’nde anayasa hareketleri
4.a)İlk anayasanın kabulünden önce çıkarılan anayasa niteliğindeki kanunlar
4.b)20 Ocak 1921 anayasası (Teşkilat-ı Esasiye)
4.c)20 Nisan 1924 anayasası (İkinci anayasa)
5)Çok partili rejim denemeleri ve sonuçları
5.a)TBMM’de çeşitli grupların ortaya çıkışı
5.b)Müdafa-I hukuk Grubu’nun kuruluşu ve bunun Halk fırkasına dönüşmesi
5.c)Terakkiperver Cumhuriyet Fıkrası
i.Fırkanın kuruluşu
ii.Şeyh Sait İsyanı ve fırkanın kapatılması
5.d)Atatürk’e süikast girişimi
5.e)Serbest Cumhuriyet Fırkası
5.f)Menemen Olayı


B) Hukuk Alanında Yapılan İnkılaplar

1)Medeni Kanunun kabulü
2)Ceza Kanunun kabulü
3)Hakimler Kanun kabulü
4)Ticaret Kanunun kabulü
5)Borçlar Kanunun kabulü
6)İcra ve İflas Kanunun kabulü

C) Eğitim ve kültür Alanında Yapılan İnkılaplar

1)Eğitim alanında yapılan inkılaplar
1.a)Tevhid-I Tedrisat (Eğitim ve öğretimin birleştirilmesi) Kanunun kabulü
1.b)Latin harflerinin kabulü
1.c)Üniversite reformu
2)Kültür alanında yapılan inkılaplar
2.a)Türk tarihi alanında yapılan çalışmalar
2.b)Türk dili alanında yapılan çalışmalar

D) Sosyal Alanda Yapılan İnkılaplar

1)Kılık kıyafette yapılan değişiklik
2)Tekke zaviye ve türbelerin kapatılması
3)Takvim, saat, ölçüler ve rakamlarda değişiklik
4)Soyadı Kanunun kabulü
5)Milli bayramlar ve tatil günlerinin belirlenmesi
6)Kadın haklarının kabulü

E) Ekonomi ve Sağlık Alanında Yapılan İnkılaplar

1)Ekonomik alanda yapılan çalışmalar
2)Sağlık alanında yapılan çalışmalar

Atatürk’e Göre İnkılapçılık

Atatürk’e göre; Türk inkılabı, Türk Milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak, yerlerine milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseleri koymuş olmaktır. Atatürk bu anlatımı ile inkılabın, basit bir yönetim değişikliği olmadığını, temel kurumlarda da bir değişmeyi ifade ettiğini ve Türk inkılabının çağdaşlaşmaya yönelik karakterini de vurgulamıştır. Atatürk, kendisinin gerçekleştirmeye çalıştığı fikir ve prensiplerin, Türk milletinin mefkure ve emellerinin özeti olduğunu çeşitli şekillerde açıklamıştır. Atatürk kendi eseri olan inkılabın belirli niteliklerini 5.12.1925 de Ankara hukuk Fakültesi’nin açılışında şu sözlerle anlatmıştır:

Türk İnkılabı nedir? Bu inkılap kelimenin vehleten (ilk anda) ima ettiği ihtilal manasından başka ondan daha geniş bir tahavvülü ifade etmektedir. Milletin mevcudiyetini idame etmek için fertler arasında düşündüğü müşterek rabıta, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştirmiş, yani millet dini ve mezhebi irtibat yerine Türk Milliyeti rabıtasıyla efradını toplamıştır.” “Altı sene Zarfında büyük milletimizin hayat cereyanında vücuda getirdiği bu tahavvüller herhangi bir ihtilalden çok fazla yüksek olan muazzam inkılaplardandır”. “Çok milletlerin kurtuluş ve yükseliş mücadelesinde mütehevvir oldukları görülmüştür. Fakat bu tehevvür Türk Milletinin şuurlu tehevvürüne benzemez”.

Atatürk’ün inkılapçılık anlayışının temelinde Türk Milletini, dünya kültür ve medeniyetlerinden yararlandırma düşüncesi vardır. Türk inkılabı toplum hayatında ortaya çıkan teorik ve pratik sorunları, ihtiyaçları karşılamak ve problemleri çözmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Atatürk yeri ve zamanı uygun oldukça gerçekleştirdiği inkılaplar ile, Türk Milletini çağdaş medeniyet seviyesine getirmeyi planlamıştır. Bu sebepten bütün inkılaplar, Türk Milletinin ilerlemesini sağlamaya yönelik gerçekleştirilmiştir.

Türk Milletinin ilerleyerek devam etmesi ve bunu sağlayan inkılapların korunması için, inkılapçılık ilkesini, Türkiye Cumhuriyetinin temel ilkelerinden birisi olarak Anayasaya koydurmuştur.

Vizyon; Kapinin anahtarlari; Zaman-mekan paradokslari


Yuksek Turkiye ulkusu olan Degerli Arkadaslarim,

Alttaki yaziyi lutfen etraflica ve derin dusunerek okuyunuz. Zira basari yada basarisizliklarimizdaki, ruhsal yasayi anlatmaktadir:


Gelecege ait programi olmak:


Zaman-mekan paradokslarini cok iyi anlamak gerekir. Ama maalesef, bizlerin, zihin yapisi oldukca daginik ve beyinlerimiz pek cok konuda tersine calisiyor. Burada bir yasa var; eger insan kendini konsantre edebilirse imkanlari yaratir, ama bizler beyne (dusunce beyinde uretilmez, ruhta uretilir) bedene bagli varliklar olarak bir turlu gercek konsantrasyonu basaramamaktayiz. Zihniyetimiz hep kisir cekismelerle, ruhsuz dunya isleri ve vesevese ile
doludur. (bkz. siyasamiz).

Bilindigi uzere biz sadece bedensel yasamla sinirli degiliz. Bu yasamla birlikte, ruhen, pekcok seyleri de beraber yasiyoruz. Bagli (yani bedene, dunyaya bagli) ve serbest (ruhsal) suurumuzla saniye ve saniye bircok islerin icindeyiz. Basarili oldugumuz butun islerde ruhsal
konsantrasyon vardir.
Yani bir iste basari elde etmissek, az da olsa, belli oranda kendimizi ruhen konsantre etmisiz demektir.

Gereken yogunlukta bir konsantrasyon gucu elde edebilirsek, Ataturkten manevi mirasimiz olan gerekli devrimi gerceklestirebiliriz. Ve karsi devrimi yaratan bizdeki-milletteki nedenlerin tespiti icin zamanda dort bes alti deterministik hayat geriye gidebiliriz. Bunu gerceklestiren insanlarin basinda yuce varligimiz Ataturk vardir. 

Zira su evrensel yasayi, gorkemli idrakiyle bilmektedir ki sartlar ve olaylar, var olus nedenleri degistigi takdirde degisime tabidirler. Gerileten, kayip ettiren sartlar ve olaylarin var olma nedenlerini degistirmeden, sartlari ve olaylari degistiremeyiz.

Atamizin manevi mirascilari olan sizler de tekamul gucunuzun yettigi oranda, o imkani buyutup kucultebilirsiniz. Yani zaman ve mekani tekamulunuz oraninda degistirebilirsiniz.

Zaman ve mekan rolatiftir, degiskendir. Zaman hem uzar, hem kisalir; mekan hem buyur, hem kuculur. Biz farkina bile varamayiz.

Zaman-mekan rolativitesi, Dogallik ilkesi ve imkanlar konusunda kati hukumler verirsek hedefimize yetisemeyiz. Cunku paradokslarla tekamule hizmet diye bir yasa vardir ve bu yasa bizler tarafindan iyice ogrenilip anlasilmadikca KENDIMIZI GECME vazifesini yerine getirmemiz cok zor olur.

Evrende Hak Esitlemesi vardir. Pozitifle negatif birbirini esitler.

Tekrar hatirlatalim ki tarih boyunca Goksel Mudahaleler, Ataturk gibi seckin ruhlarin ortaya cikisi seklinde olmustur.

Ataturk timsali yucelerin gosterdigi kapidan gecmek rahat, ama bu kapinin anahtarini elde etmek icin ruhsal yonde bilgisine kavusmak sarttir.

Ruhsal yonde bilgisi olmayanin vizyonu da yoktur. Ataturk gibi vizyon sahibi olmamiz ile ancak Atamizin miraslarina sahip olabiliriz ve bunu gelistirerek medeniyet ufkunda parildatabiliriz.

Oysa aksi durum ortadadir: Ataturk'un mirasini sahip cikanlarin degil Ataturk'un mirasini yiyenlerin yonetimi altinda olmamiz buyuk gostergedir. 

Ataturk'un mirasinin yenilip tuketimesine seyirci kalmamak icin ne gerekiyorsa onu derhal ogrenip uygulamaya koymamiz sarttir. Bunun icin gereken imkanlardan en onemlisi olan zaman ve mekanin rolatifligi, vizyonumuzu - dusuncelerimizi gerceklestimede bize en buyuk yar ve yardimcidir. Gerceklestirilecek olana konsantrasyon sarttir.

Dejenere bir millet mi olduk? (Gön. notu: Atatürk'e borçlarımızı ödeyebilmeye basladıgımızda dış borçlarımızı da anca ödemeye başlayabiliriz.)

Bir ülkenin kalkınmasında sadece ekonomi, sanayi ve ticarette değil; sosyal ve özellikle kültürel alanda gerçekleştirilecek çalışmaların ve ulaşılacak başarıların da büyük bir rol oynadığı hususu, dünyaca kabul edilen bir gerçektir. Hatta, hemen her konudaki faaliyetler için kültür; reel ve rasyonel çerçevede, yol gösterici bir dinamizm kaynağıdır. 

Tarihi, askeri ve siyasi planda değişme ve gelişmelerle dolu Türk milleti; yüksek kültürünü de etle tırnak gibi varlığının ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir. Bu hususta, tarih boyunca yüzlerce fikir ve sanat adamı yetişmiş, binlerce kültür ve sanat eseri ortaya konulmuştur.

Bilindiği üzere; milletin, kendi varlık şuuruna ermesinin en tabii sonucu milliyetçilik; milliyetçiliğin kaynağı ise "milli kültür"dür. Milli kültürü, o milletin eseri olan dil, edebiyat, resim, mimari, müzik, gelenek, görenek ve her türlü el sanatları oluşturur. 

İşte Cumhuriyetimizin kurucusu büyük önder Atatürk; sadece bir asker ve devlet adamı hüviyetiyle değil, aynı zamanda milli kültür ve sanatımıza karşı beslediği engin saygı ve hayranlık ile de milletimizin gönlünde ayrı bir yer tutmuştur.

O, modern bir çağın getirdiği bilgi ve imkanlarla bir yandan bilimde, fende, sanayide, teknikte, eğitim ve kültürde ilerleyen, yükselen Batı'nın çalışmalarını yakından hayranlıkla izlemiş; diğer yandan, kendi milli kültürümüzü, sanatımızı koruyup geliştirerek , çağdaş medeniyete önce ulaşmak, sonra da onun üzerine çıkma gerektiği inancını çeşitli vesilelerle dile getirmiştir. 

Bu çerçevede;

"Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür." 1 

diyerek, kurduğu yeni rejimin özünü kültürün oluşturduğunu önemle vurgulamış ve:

"Milli kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türkiye Cumhuriyeti'nin temel direği olarak temin edeceğiz." 2 kesin kararlı ifadesiyle de, bu konuda ulaşılacak hedefi göstermiştir. 

Atatürk'ün milli kültür anlayışı ve bu anlayışın dayandığı yüksek felsefe; spekülatif, yani tahminlere dayalı "kurumsal" bir düşünce sistemi değildir. O'nun milli kültür anlayışının özünde, yüce milletimizin bizzat yaşadığı gerçekler ve bu gerçeklerle oluşmuş engin tecrübeler yer alır. 

Kültür'ü; "Okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden anlak çıkarmak, intibah almak, düşünmek, zekayı terbiye etmek" tarzında tarif eden Gazi'ye göre; "İnsan olabilmenin en esaslı unsuru"nu da, böylece gene kültür teşkil etmektedir. Bunu açıklığa kavuşturmak hususunda ise şunları kaydeder: 

"Kültür tabiatın yüksek feyizleriyle mesut olmaktır. Bu ifade içinde çok şey yer alır: Temizlik, saflık, yükseklik, insanlık v.s. Bunların hepsi insanlık vasıflarındandır. İşte kültür kelimesini mastar şekline soktuğumuz zaman, tabiatın insanlara verdiği yüksek vasıfları kendi çocuklarına ve geleceğine vermesi demektir. Buraya kadar anlatmak istediğimiz kültürel insanlardır. Yani hem kendileri kültür sahibidirler, hem de bu hususiyeti çevrelerine ve bütün Türk milletine yaymakta olduklarına inanmışlardır." 3 

Edebiyat ve fikir hayatımızda, "hars" adını verdiği kültür ile medeniyet kavramları etrafında ilk defa ayrıntılı bir şekilde duran Ziya Gökalp; bunların, birleşme ve ayrılma noktaları bulunduğuna temasla şu görüşlere yer verir:

"Milli kültür ile medeniyet arasındaki birleşme noktası, ikisinin de bütün sosyal hayatları içine almasıdır. Sosyal hayatlar şunlardır: Dini hayat, ahlaki hayat, hukuki hayat, rasyonel hayat, iktisadi hayat, lisani hayatı, fenni hayat. Bu sekiz türlü sosyal hayatın bütününe milli kültür adı verildiği gibi medeniyet de denilir. Kültür milli olduğu halde medeniyet milletlerarasıdır. Kültür yalnız bir milletin dini, ahlaki, hukuki, akli, estetik, lisanî, iktisadi ve fenni hayatlarının ahenkli bir bütünüdür. Medeniyet ise, aynı medeniyet dairesine giren birçok milletlerin sosyal hayatlarının müşterek bir yekûnüdür. Mesela, Avrupa ve Amerika medeniyet dairesinde bütün Avrupalı milletler arasında müşterek bir Batı Medeniyeti vardır. Bu medeniyetin içinde birbirinden ayrı ve müstakil olmak üzere bir İngiliz kültürü, bir Fransız kültürü, bir Alman kültürü ilh. Mevcuttur. (...) 


Milli kültüre dahil olan şeyler ise, usul ile fertlerin iradesiyle vücuda gelmemişlerdir. Suni değillerdir. Bitkilerin, hayvanların organik hayatı nasıl kendiliğinden ve tabii bir surette gelişiyorsa, milli kültüre dahil olan şeylerin teşekkül ve tekamülü de tıpkı öyledir. Mesela dil, fertler tarafından, usulle yapılmış bir şey değildir. Dilin bir kelimesini değiştiremeyiz. Onun yerine başka bir kelime icat edip koyamayız. Dilin kendi tabiatından doğan bir kaidesini de değiştiremeyiz. Dilin kelime ve kaideleri ancak kendiliklerinden değişirler. Biz, bu düşünceye seyirci kalırız. Fertler tarafından yalnız bir takım terimler yani lafızlar ilave olunabilir. Yalnız bu lafızlar ait olduğu meslek zümresi tarafından kabul edilmedikçe, lafız mahiyetinde kalarak kelime mahiyetini alamaz. Yeni bir lafız, bir meslek zümresi tarafından kabul edildikten sonra da bir zümre kelimesi mahiyetini alır. Ancak, bütün halk tarafından kabul edildikten sonradır ki, müşterek kelimeler arasına girebilir. (....)

Medeniyet usulle yapılan ve taklit vasıtasıyla bir milletin diğer millete geçen kavramların ve tekniklerin bütünüdür. Milli kültür ise, hem usulle yapılamayan, hem de taklitle başka milletlerden alınamayan duygulardır.

Görülüyor ki, milli kültür ile medeniyeti birbirinden ayıran milli kültürün bilhassa duygulardan, medeniyetin bilhassa bilgilerden mürekkep olmasıdır. İnsanda, duygular usule ve iradeye bağlı değildir. Bir millet başka milletin dini, ahlaki ve estetik duygularını taklit edemez.(.....)

Bir kültürü meydana getiren çeşitli sosyal hayatlar arasında içten bir bağımlılık deruni bir ahenk vardır. Türkün dili nasıl sade ise, din, ahlak, güzellik, siyaset, iktisat, aile hayatları da hep sade ve samimidir.

Türk'ün hayatındaki sevimlilik ve orjinallik bu hakim karakterini bir tecellisinden ibarettir. 

Fakat milli kültürün unsurları arasında bu ahenge bakıp da medeniyetin de ahenkli unsurlardan meydana geldiğini zannetmek doğru değildir. Bir medeniyet ancak milli kültüre aşılanırsa ahenkli bir birliğe kavuşur. Mesela İngiliz medeniyeti, İngiliz kültürüne aşılanmıştır. Bundan dolayı, İngiliz kültürü gibi İngiliz medeniyetinin unsurları arasında bir ahenk vardır.

Milli kültür ile medeniyet arasında bir münasebet de şudur: Her kavmin, ilk önce, yalnız milli kültürü vardır. Bir kavim, kültür bakımından yükseldikçe siyasetçe de yükselerek kuvvetli bir devlet vücuda getirir. Diğer taraftan da, kültürün yükselmesinden medeniyet doğmaya başlar. Medeniyet, başlangıçta milli kültürden doğduğu halde, sonradan komşu milletlerin medeniyetinden de birçok müesseseler alır. Fakat, bir cemiyetin medeniyetinden fazla bir gelişmenin süratle meydana gelmesi zararlıdır. Ribot diyor ki: "Zihnin fazla gelişmesi seciyeyi bozar". Fertte zihin ne ise, cemiyette de mili kültür odur. Buna göre, zihnin fazla gelişmesi de milli kültürü bozar. Milli kültürü bozulmuş olan milletlere "dejenere milletler" denir. 

Milli kültür ile medeniyetin sonuncu bir münasebeti de şudur: Milli kültürü kuvvetli, fakat medeniyeti zayıf bir milletle, milli kültürü bozulmuş, fakat medeniyeti yüksek olan başka bir millet, siyasi mücadeleye girince, milli kültürü kuvvetli olan millet daima galip gelmiştir. Mesela, Eski Mısırlılar, medeniyette yükselince milli kültürleri bozulmaya başladı. O zaman yeni doğan Fars Devleti ise, medeniyetten henüz geri olmakla beraber, kuvvetli bir milli kültüre malikti. Bu sebeple, Farslılar, Mısırlıları yendiler. Birkaç yüzyıl sonra, İran’da medeniyet yükseldi, buna karşılık milli kültürleri henüz bozulmaya başladığından, gerek Yunanlılar, gerek İranlılar, kuvvetli bir milli kültürle meydana çıkan medeniyetsiz Makedonyalılara yenildiler. 4

Bu konuda Atatürk, Ziya Gökalp'ten farklı bir görüşü benimser. "Medeniyeti kültürden ayırmanın güç ve lüzumsuz" olduğuna temasla: kültür'ün unsurları etrafında, şunları kaydeder: 

"Hars (kültür): 

a) Bir insan cemiyetinin devlet hayatında;

b) Fikir hayatında, yani ilimde, sosyolojide ve güzel sanatlar;

c) İktisadi hayatta, yani ziraatte, ticerette, kara, deniz ve hava ulaşımında yapabildiği şeylerin toplamıdır." 

Sayın, Dr. Müjgan Cunbur'un da isabetle kaydettiği gibi, Atatürk'ün, ilk kültür tarifinde "psikolojik bir görüş, bir eğitimci görüşü hakimken" bu ikinci tarifte, "bir sosyologun anlayışıyla karşılaşılmaktadır." 5 

Nitekim Atatürk'e göre; Medeniyet denildiği zaman; devlet, fikir ve iktisat hayatında görülen üç tür faaliyet söz konusudur. Diğer taraftan; "şüphesiz her insan cemiyetinin hars yani medeniyet derecesi bir olmaz. Bu farklar devlet, fikir, iktisadi hayatların her birinde ayrı ayrı göze çarptığı gibi, bu fark üçünün neticesi üzerinde de görülür. Mühim olan neticeler üzerindeki farktır. Yüksek bir hars (kültür) onun sahibi olan millete kalmaz. Diğer milletlerde de tesirini gösterir. Büyük kıtalara yayılır. Belki bu itibarla olacak, bazı milletler yüksek harsa(kültüre) medeniyet diyorlar. 

Avrupa medeniyeti [asr-ı hazır (şimdiki 20. yüzyıl) medeniyeti gibi)] tarzında "sentezci" bir tavır takınır. 

Türk milli kültürünün, Türk gençliğinin zihninde ve Türk Milletinin şuurunda daima canlı bir halde tutulması gereğine gönülden inanan Atatürk; bunun, "Üniversitelerimize ve yüksekokullarımıza düşen başlıca vazife olduğunu" söyler. Bunları gerçekleştirmek için de, Türkiye'nin üç büyük kültür bölgesine ayrılmasının; "İstanbul'a ek olarak Ankara'da ve Doğu bölgelerinde (Van'da) kurulacak Üniversitelerle modern bir kültür şehri yaratılmasının gereğine" 6 işaret eder. 

Milli kültür programlarının, kültürden sanata uzanan bir çizgide ele alınması ile ilgili olarak da:

'Türk Tarih ve Dil Kurumları'nın Türk milli varlığını aydınlatan çok kıymetli ve mühim birer ilim kurumu mahiyetini aldığını görmek, hepimizi sevindirici bir hadisedir. 

Türk Tarih Kurumu; yaptığı kongre, kurduğu sergi, yurt içindeki kazılar, ortaya çıkardığı eserlerle şimdiden bütün ilim dünyasına kültürel vazifesini yerine getirmeye başlamış bulunuyor.

İlk resim galerimizi de bu yıl (1937'de) açmış bulunuyoruz. 

Geçen yıl Ankara'da kurulan Devlet Konservatuarı'nın; müzikte sahnede, kendisinden beklediğimiz teknik elemanları süratle verebilecek hale getirilmesi için, daha fazla gayret ve fedakarlık yerinde olur.' 7 tarzında memnuniyetini dile getirir. 

Derin ve engin bir geçmişe sahip bulunan Türk milletinin tarihi dönemleri içerisinde, kültür ve medeniyet kavramlarını bir bütün olarak gören ve değerlendiren Atatürk'ün isabetli tespitleri çerçevesinde; 'Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkı medenidir. Tarihte medenidir, hakikatte medenidir.' 8 Ayrıca: 

"Türkler bütün dünya medeniyet ve insanlığı için bir imtisal (gereğini yerine getirme) örneğidir. Yalnız bu kadar değil; Türkler tarihin çok eski devirlerinde insanlığa karşı yaptıkları vazifeleri yeniden, fakat bu sefer daha iyi bir şekilde yapmaya hazırlanan yüksek bir varlıktır." 9 

şeklinde, milletimize beslediği büyük taktir ve hayranlık duygularını ortaya koyar. Bunu takiben "medeniyetin esasının, özünün ilerleyip, yükselme ve gücünün temelinin de aile hayatında olduğunu" 10 vurgular. 

Bu bakımdan; aileden başlamak ve bütün milleti içine alacak şekilde, "Medeniyet yolunda yürümenin ve başarılı olmanın hayatın şartı olduğunu" 11 dile getirdikten sonra, ulaşılacak hedefleri tam bir kararlılıkla şöyle gösterir. 

"Artık duramayız, behemahal (mutlaka) ileriye gideceğiz. Geriye ise hiç gidemeyiz. Çünkü ileri gitmeye mecburuz. Millet vazıhan (açık olarak) bilmelidir; medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona bigane (ilgisiz) olanları yakar ve mahveder. 

İçinde bulunduğumuz aile-i medeniyette (medeni dünyada) layık olduğumuz yeri bulacak ve onu muhafaza ve ilan edeceğiz. Refah, saadet ve insanlık buradadır." 12 

İşte bütün bunlar için, medeniyet ve onunla bütünleştiğine inandığı kültür konusunda, şu kesin hükümleri verir:

"Gözlerimizi kapayıp mücerred (her şeyden sıyrılmış halde) yaşadığımızı fart edemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp cihan ile alakasız yaşayamayız. Aksine; ilerlemiş, medeni bir millet olarak medeniyet sahasının üzerinde yaşayacağız. 

Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve milletin her ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt (sınırlama) ve şart yoktur." 13 

"Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşid (yol gösterici) ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde mürşid aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir (sapıklıktır)." 14 

Atatürk'e göre; edebiyat, resim, heykel, müzik, tiyatro, mimari gibi bütün güzel sanatları, kültürün oluşumu içinde ele almak ve değerlendirmek gerekir. 

O, Edebiyat'ı "askerlik gibi yüksek idealist bir meslek için bile uyandırıcı, hedeflendirici, yürütücü ve nihayet fedakar ve kahraman yapıcı" aktif bir unsur sayarak; "her insan cemiyeti ile bu cemiyetin, o gününü ve geleceğini koruyan ve koruyacak olan her kuruluş için en esaslı terbiye vasıtalarından biri" kabul eder. 15 Bunun içinde, Milli Eğitim Bakanlığı'nın, edebiyat öğretimine özel bir önem ve değer vermesi gerektiğini belirttikten sonra; ulaşılacak sonucu şu satırlarında hükme bağlar: 

"Türk çocuğu konuşurken, onun beyan ve anlatış tarzı; Türk çocuğu yazarken, onun ifade üslubu; kendisini dinleyenleri onun yürüdüğü yola götürebilecek, bu kabiliyeti sayesinde Türk çocuğu kendisini dinleyen veya yazısını okuyanları, peşine takarak yüksek Türk ülküsüne iletebilecek ulaştırabilecektir." 

"Bu edebiyat anlayışı, böyle bir edebiyat öğretimi sayesindedir ki, edebiyatın masasından anlaşılan gayeye varmak mümkün olabilir." 16 

Edebiyat başta olmak üzere bütün güzel sanatları milli kültürün öz, ayrılmaz bir parçası kabul etmiştir. Bu inançla; "bir milleti yaşatmak için bir takım temeller lazımdır ve bilirsiniz ki, bu temellerin en mühimlerinden biri sanattır. Bir millet sanat ve sanatkardan mahrumsa, tam bir hayata malik olamaz." Diyerek; kültür platformunda, sanata ve sanatkara verdiği üstün değeri, veciz bir şekilde dile getirmiştir. 

Gazi; daha okul sıralarından itibaren, resmi ve özel hayatında edebiyatın daha ziyade şiir ve özellikle hitabet yönü ile ilgilenmiştir, diyebiliriz. O şiiri, tıpkı çok sevdiği Namık Kemal gibi vatan ve millet yolunda heyecan uyandırıcı bir sanat olarak kabul etmiştir. Çok takdir ettiği Tevfik Fikret gibi bilim, fikir ve vicdan hürriyetinin kazanılmasında, korunup gelişmesinde başlıca faktörlerden birisi olarak görmüştür. Hitabet sanatını ise, asker ve devlet adamı vasfını tamamlayan vazgeçilmez bir unsur saymıştır. Şiirle ilgisi dolaylı, hitabet ile doğrudandır. Yani şiir, zaman zaman söylemekten, söyletmekten, dinlemekten zevk aldığı, heyecan duyduğu, derin saygı ve sevgi beslediği edebi türlerin başında gelmiş; hitabet ise, baştan itibaren bizzat meşgul bulunduğu, son derece hoşlandığı bir edebiyat alanı olmuştur.

Nihayet, edebiyatı, "kültürlü medeni toplumların ayrılmaz bir parçası" sayarak, şöyle tarif eder: 

"Söz ve manayı, yani insan dimağında yer eden her türlü bilgileri ve insan karakterinin en büyük duygularını, bunları dinleyenleri ve okuyanları çok alakalı kılacak surette söylemek ve yazmak sanatı. Bunun içindir ki edebiyat; ister nesir halinde olsun, ister nazım şeklinde olsun, tıpkı resim gibi heykeltraş gibi, bilhassa musiki gibi güzel sanatlardan sayıla gelmektedir." 17 

Güzel sanatlarda başarılı olmayan milletlerin, medeniyet alanında yüksek insanlık sıfatıyla tanınmalarının imkansız olduğu 18,, haklı inancını taşıyan Atatürk; sanatın ve sanatkarın büyüğü, küçüğü olamayacağını, 3 Nisan 1922'de Konya Askeri Nalbant Mektebi’ndeki diploma töreninde aynen şöyle ifade eder: 

"Sanatın en basiti, en şereflisidir. Kunduracı, terzi, marangoz, saraç, demirci, sosyal hayatımızda, askeri hayatımızda hürmet ve haysiyet mevkiine en layık sanatkardır." 19 

Ayrıca:

"Sanatkar, cemiyete uzun cehd (çalışma) ve gayretlerden sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır." 20 

anlamlı tarifini takiben:

"Sanatsız kalan bir milletin, hayat damarlarından biri kopmuş demektir." 21 

haklı teşhisini koyar. Hele elini öpmek isteyen bir sanatçıya:

"Sanatçı el öpmez. Sanatçının eli öpülür." 22 

demesi, olgunluğunun zirvesinde sanata ve sanatkara duyduğu saygının en seçkin bir delili olarak değerlendirilmek durumundadır.

Resim ve heykel sanatları konusunda takındığı son derece olumlu ve destekleyici tavrını da, çeşitli vesilelerle ortaya koymuştur. Nitekim 1923 yılında, heykel ve ondan hareketle resim sanatı ve heykeltraş hakkında:

"Dünyada mütemeddin (medeni), müterakki (gelişmiş) ve mütekamil (olgun) olmak isteyen herhangi bir millet, mutlaka heykel yapacak ve heykeltraş yetiştirecektir." 

Dedikten sonra; bu sanatın "dine aykırı olduğunu" iddia edenlere de, şu karşılığı verir: 

"Âbidelerin şuraya buraya tarihi hatıra olarak dikilmesinin dine aykırı olduğunu iddia edenler, İslami hükümleri layıkıyla tetkik etmemiş olanlardır. Cenab-ı Peygamberin İslam dinini tesisinden bu ana kadar bin üç yüz bu kadar sene geçmiştir. Hazret-i Peygamberin ilahi emirleri tebliği esnasında karşısındakilerin kalp ve vicdanında putlar vardı. Bu insanları Hak Yola davet için evvela o taş parçalarını atmak ve bunları ceplerinden kalplerinden çıkarmak mecburiyetinde idi. İslami hakikatler tamamiyle anlaşıldıktan ve hasıl olan vicdani kanaat kuvvetli hadiseler ile de kuvvetlendikten sonra, birtakım münevver insanların böyle taş parçalarına tapınmasını zannetmek İslam alemine hakaret etmek demektir. Münevver ve dindar olan milletimiz, gelişmenin sebeplerinden biri olan heykeltraşlığı azami derecede ilerletecek ve memleketimizin her köşesi atalarımızın ve bundan sonra yetişecek evlatlarımızın hatıralarını güzel heykellerle dünyaya ilan edecektir. 

Bu işe çoktan başlanmıştır. Mesela Sivas'tan Erzurum'a giderken yol üzerinde güzel bir heykele tesadüf edersiniz. Sonra Mısırlılar İslam değil midir? İslamlık, yalnız Türkiye ve Anadolu halkına mı mahsustur? Seyahat edenler pekâlâ bilirler ki, Mısır'da birçok büyük adamların heykelleri vardır. Milletimiz din ve dil gibi, kuvvetli iki fazilete maliktir. Bu faziletleri, hiçbir kuvvet, milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.İnsanlar olgun olmak için bazı şeylere muhtaçtır. Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki fennin icab ettirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki o milletin ilerleyip yükselme yolunda yeri yoktur. 

Halbuki bizim milletimiz, hakiki vasıflarıyla medeni olmaya yükselmeye layıktır ve olacaktır.” 23

Sanatçıların, his ve heyecan dünyasına, sanat kabiliyetlerine verdiği değer ise, her türlü takdirin üstündedir. Nitekim, bir gün ressam İbrahim Çallı kendisine " Türk milletinin gönlündeki Mustafa Kemal'in portresini yapmama izin verir misiniz Paşam? Sorusunu yönelttiğinde O'na: "Madem ki gönüllerde yaşayan Mustafa Kemal'i çizmek istiyorsun, benim modelliğime ihtiyaç yok!" 24 anlamlı cevabını verir. 

Heykel, resim gibi musiki konusuna da ayrı bir değer ve önem veren Atatürk; 1925 yılında kendisine, "Hayatta musiki lazım mıdır?" Sorusunun sorulması üzerine: 

"Hayatta musiki lazım değildir. Çünkü hayat musikidir. Musiki ile alakası olmayan mahlukat insan değildir. Eğer söz konusu olan hayat insan hayatı ise, musiki mutlaka vardır. Musikisiz hayat, zaten mevcut olamaz. Musikinin çeşidi tektik edilmeye değer." 25 hükmüne ulaşır.  

Birçok konuda olduğu gibi, müzik alanında da Batıya yönelmek gerektiği inancı ile:

"Bizler alaturka musikiye alışmışız, ama yeni nesiller alafranga musikiye çalışmalıdırlar." 

ve:

"Çocuklarımızın, gelecek nesillerin musikisi, Garb medeniyetinin musikisidir." 26 demiştir. 

Bununla birlikte, bir gün Çankaya Köşkü'ndeki İncesaz Heyeti fiefi Emekli Binbaşı Hafız Yaşar Okur'a: 

"Biz Garb'ınkini hürmetle dinlediğimiz gibi, bizim musikimiz de bütün dünyada hürmetle dinlenecek bir halde olmalıdır." 27 tarzındaki, sentezci tavrını da ortaya koymuştur. 

Klasik Türk müziğinin üstad sanatçılarından Mesut Cemil Bey'in de içinde bulunduğu bir grubun konserini takiben, kendilerine hitaben söylediği şu sözler de aynı anlayışın bir başka ifadesidir: 

"Biz çok defa musikisin tam haysiyetini (itibarını, değerini) bulamıyoruz. İşte bu dinlediğimiz, hakiki Türk Musikidir ve şüphesiz yüksek bir medeniyetin musikisidir. Bu musikiyi, bütün dünyanın anlaması lazımdır. Fakat, onu bütün dünyaya anlatabilmek için, bizim milletçe, bugünkü medeni dünyanın seviyesine yükselmemiz lazımdır." 28 

Nihayet, sanat alanındaki çalışmaları yönlendirmek ve yeni sanatçıların yetişmesini sağlamak yolunda, Ankara'da 1924'de bir Musiki Muallim Mektebi kuruldu ve okul 1936'da Devlet Konservatuarı haline getirildi. Daha sonra buradan mezun olan sanatçılardan oluşan Devlet Tiyatrosu, Devlet Operası ve Balesi kuruldu. 

Öte yandan, Cumhuriyetin ilk yıllarında açılan Gazi Terbiye Enstitüsü'nde Resim-İş, Müzik bölümleri ile de çalışmalara öğretmen yetiştirmek yolunda hız verildi. 

Ayrıca, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası kuruldu. Bütün sanat dallarında, uluslararası çapta değer taşıyan sanatçılar, Türkiye'ye davet edildi. Devlet Resim ve Heykel sergilerinin açılması girişimlerinde bulunuldu. Her alanda yurtdışına gönderilen sanatçılarla da, Türk kültür ve sanatının uluslar arası boyuta ulaşması hususunda çok ciddi ve önemli adımlar atıldı. 

Sonuç olarak diyebiliriz ki; Türk Millleti, her konuda olduğu gibi, Türk kültüründe ve onunla bütünleşen bir çizgide Türk sanatında da büyük Atatürk'e çok şey borçludur ve ona minnettardır.   

Prof. Dr. Önder GÖÇGÜN

Pamukkale Üniversitesi Rektör Yardımcısı, Denizli - TÜRKİYE. 



DİPNOTLAR:

1 Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Ankara 1959, s. 261.

2 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri. Cilt:1, Ankara, s. 372. 

3 Afet İnan, a.g.e., s. 261-262.

4 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, (Haz. Prof. Dr. Mehmet Kaplan), İstanbul 1970, s. 30 v.d.

5 Müjgan Cunbur, Atatürk ve Milli Kültür, Ankara 1973, s.10.

6 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt 1. s. 401 

7 A.g.e., s. 411

8 A.g.e., Cilt:II, s. 212.

9 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:4, Ankara 1972, s. 591.

10 A.g.e., Cilt II, Ankara 1961, s. 183.

11 A.g.e., Cilt II, s. 183.

12 A.g.e., aynı cilt, s. 210.

13 A.g.e., aynı cilt, s. 44.

14 A.g.e., aynı cilt, s.197.

15 Afet İnan, M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, İstanbul, 1971, s. 50.

16 A.g.e., s. 50-51.

17 A.g.e., s. 49.

Bu hususlar etrafında, ayrıntılı bilgi için bkz. Göçgün, Edebiyat Dünyası ve Atatürk, Ankara 1995, s. V, v.d.

18 U tkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 3. baskı, Ankara 1984. s. 128.

19 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: II., s. 32.

20 Utkan Kocatürk, a.g.e., s. 144-145.

21 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II., s. 125.

22 Vasfi Rıza Zobu, O Günden Bu Güne, İstanbul 1977, s. 323.

23 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II. S. 66.

24 Metin Toker, “Emekliye Ayrılan Çallı’nın Hayatı”, Cumhuriyet Gazetesi, 13 Temmuz 1947, s. 2.

25 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II. S. 235.

26 Utkan Kocatürk, a.g.e., s.150.

27 A.g.e., s. 150.

28 A.g.e., s. 150.

e-kaynak: http://www.akmb.gov.tr/turkce/books/turkkong4-4/tk4-4-21-gocgun.htm
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...