CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

MUSTAFA KEMAL EN LARMES / “MUSTAFA KEMAL GÖZYAŞLARI İÇİNDE”

MUSTAFA KEMAL EN LARMES

“MUSTAFA KEMAL GÖZYAŞLARI İÇİNDE”

Gençliğe Hitabe” Ucuz Politika Malzemesi Değildir!

“Gençliğe Hitabe”yi ortadan kaldırmak isteyenler kuşkusuz biliyorlardır, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’in nerede ve hangi açıklamalardan sonra gençliğe seslendiğini. Onlara karşı, “Yüreğin yetiyorsa kaldır!” diye bağırmakla yetinen (bu arada Amerika’yla gerdeğe girmek için de uğraşan) K. K. Kılıçdaroğlu da “Gençliğe Sesleniş”in Bağımsız Cum-huriyet Devleti’nin kuruluş savaşımının belgeleriyle anlatıldığı “Büyük Söylev”in sonundaki emir olduğunu unutmuş olabilir. Anımsatmak gerekiyor:

Gençliğe seslenişten hemen önceki yakıcı sözler ve yanağa süzülen ateş damlalarını anımsayana pek rastlamadım. Bilal N. Şimşir’in büyük belge-yapıtını okuyuncaya ve yabancı gazetele-rin kupürlerini görünceye dek ben de bilmiyordum. Şimdi o son anlara dönelim:

O gün, Gazi Mustafa Kemal, bir haftadır anlatmakta olduğu, bağımsızlık savaşı ve kuruluş tarihinin sonuna geldiğinde bir an duraklamış, başını şöyle bir kaldırmış, bakışlarını salondakilerin gözlerinden ayırmadan, kaldığı yerden sürdürmüştü “Büyük Söylevi”ni:

“Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyyidlerin, çe-lebilerin, babaların, emirlerin arkasından sü-rüklenen, kaderlerini ve hayatlarını falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacıların elleri-ne bırakan insanlardan meydana gelmiş bir topluluğa bir millet gözüyle bakılabilir mi?

Milletimizin kendine has niteliğini yanlış şekil-de gösterebilen ve yüzyıllarca göstermiş olan bu gibi unsurlar ve kuruluşlar, yeni Türk Dev-leti’nde Türkiye Cumhuriyeti’nde devam etti-rilmeli miydi?”

Gazi, bu sözleri, isyanları (1919-1927) anlattıktan sonra söy-lemiş; gericiliğin, istibdadın (baskının) kaldırılmasından söz etmiş ve başını kaldırmış; “Efendiler!” diyerek sesini yükselt-mişti:

“Bu beyanatımla, milli hayatı hitam (son) bul-muş farz edilen (sanılan) büyük bir mille-tin, istiklâlini nasıl kazandığını ve ilim ve fen-nin en son esaslarına müstenit (dayanan), milli ve asri bir devletin, nasıl kurulduğunu ifadeye (anlatmaya) çalıştım.

Bugün vasıl olduğumuz (ulaştığımız) netice, asırlardan beri çekilen milli musibetlerin inti-habın (felaketlerin yarattığı bilincin) eseri ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu neticeyi, Türk gençliğine emanet ediyorum.”

Gazi, yine duraklamıştı. Bakışları önden arkaya, dinleyenlerin gözlerinde gezinmiş ve yine ufuklara dalıp gitmiş gibiydi. “Ey Türk gençliği!” diye başlamıştı. Okudukça sesi buğulanıyor; sözcükler dudaklarından dökülürken gözyaşları da yanakların-dan süzülüyordu. Salondaki Cumhuriyet Halk Fırkası dele-geleri heyecan

la ayağa kalkmışlardı. Hepsinin gözlerinden yaşlar iniyordu.

Beş gündür Gazi’yi izleyen ve yayın organlarına günü gününe haber geçen Avrupalı, Asyalı gazeteciler şaşkınlık içindeydiler. O akşam, “Söylev’in son anını, gazetelerine heyecanla geçtiler. O gazetelerden Daily Telgraph’ın (22 Ekim 1927) manşeti:

“Mustafa Kémal En Larmes”

“Mustafa Kemal gözyaşları içinde”

İngiliz Büyükelçisi de olanları raporunda Dışişleri’ne şöyle bildiriyordu:

“Mr. Helms’in bildirdiğine göre, toplantının sonuna doğru Gazi’nin sesi neredeyse duyulmaz oldu. Fakat O, bitirmek için kendine hâkim olarak, ülke gençliğine seslendi. Onlara işgalcilerle karşılaşsalar bile cumhuriyeti koruma görevini verdi. Ve bu [sözler] dinleyicileri ve kendisini öylesine etkiledi ki, Gazi ve dinleyenlerin çoğu gözyaşlarını tutamadılar.”

“Gençliğe Sesleniş” o uzun Bağımsızlık ve Kuruluş savaşımı tarihinin anlatıldığı Büyük Söylev’in ayrılmaz parçasıdır!

Saldıranlar, bilinçsizce savunanlar ve “Gençliğe Sesleniş”i ucuz siyasal tartışmalarına sokak ağzıyla malzeme yapmaya kalkışanlar da bu gerçeği unutmasalar yeridir!

Tekkelerin, zaviyelerin açılmasına, Eşkıya Seyyidlerin “itibarlarının” iadesine, “iyi cemaat” – “kötü cemaat” ayrımcılığına pek meraklı K. K. Kılıçdaroğlu da, Orhan Pamuk-TESEV – At-lantik merakını bir yana bıraksa; Söylev’in son sayfalarını okusa ve sonra Alevi Bilgeleri Aşık Veysel’in, Aşık Mahsuni Şerif’in Atatürk’e sevgi – yobazlığa eleştiri seslenişlerine kulak verse daha iyi olmaz mı?

( alıntı)

Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu

Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu, Türk Tarih Kurumu’na yazdığı ve birkaç satırı hariç tam metni bugüne kadar hiç yayınlanmamış 21 sayfalık mektubun orijinali yer alıyor Atilla Oral'ın 2011 yılında yayınladığı kitapta. Atatürk'ün 1931 yılında Türk Tarih Kurumu Başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu'na yazdığı 21 sayfalık sansürlenen mektubu ilk kez yayınlanmıştır. 

 Oral, mektubun bulunuş hikâyesini şöyle anlatıyor: “Beyoğlu Hazzopulo Pasajı’nda düzenlenen kitap ve fotoğraf müzayedelerinin birinde Türk Tarih Kurumu eski Genel Sekreteri Uluğ İğdemir’e ait çeşitli belgeler satışa çıktı. Bu belgeler içinde Atatürk’ün el yazısı mektup sayfalarının yıllar önce çoğaltılmış eski kopyaları da vardı. Belgeleri satın aldım. Dokümanları müzayedeye getiren sahaf arkadaşım belgelerin çöpten çıktığını söyledi.’’ İlk Yayınlanma Tarihi: 2011



"Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir! Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen gerçek, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır. Siz buna razı mısınız?

Sert tepkilerle dolu bir mektup [*] yazıyor Atatürk, Türk Tarih Kurumu'na gönderiyor Yalova'dan, o mektupta bu satırlar da var.


Kendisine sunulan tarih müsveddeleri içinde yer alan "İslam Tarihi" ve "İslam Tarihinde Türklerin Yeri" adlı bölümleri bilime ve gerçeklere aykırı, korkakça ve yüzyıllar boyunca yapıldığı biçimde saptırıcı bulmuş Atatürk.


O bölümleri yazan kişinin adı: Zakir Kadiri. El-Ezher mezunu. Yusuf Akçura'nun hemşehrisi, Kazanlı bir Türk.


Atatürk'ün mektubunda Kadiri hakkında sert ifadeler kullanılıyor:


"Camii Ezher kaçkınını bulan sizsiniz. Eseri diye Ankara'dan ayrıldığım son günde önüme koyduğunuz örümcek yazılı paçavraları okuduğum zaman derhal itirazımı serdetmiştim. Bunu nazarı dikkate alacağınızı vaat etmiştiniz! İncelemenizden geçtikten sonra bana verilen yazılar o kadar sersem ve cahil ve Camii Ezher kaçkını bu adamın mahsulü olduğunu gördüm..."

"İlim alanında vesveseli olmak, Mısır'ın Camii Ezher mezunlarına inanmaktan daha iyidir."

Atatürk, Kadiri'nin metinlerinde, "Çıplak ve çıfıt Araplığın" yüceltildiğini, İslam'dan önceki evrensel Türk uygarlığının belgelerinin Araplar tarafından yok edildiği gerçeğinin dillendirilmediği, Arap ordularında bulunan Türk kölelerin övünç nedeni gibi değerlendirildiğini de belirtiyor. Osmanlı sultanlarının halifelik unvanını almasını ise "maskaralık" olarak değerlendiriyor.

Atatürk'ün bu mektubu, Tarih Kurumu'nun belgeleri arasına konuyor, yazımın başına aldığım satırların "Siz buna razı mısınız?" bölümü kırpılıp Tarih Kurumu binasının giriş holüne yazılıyor. Mektup sansürleniyor sonraki yıllarda ve Atatürk'ün "Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir..." diye başlayan sözü hangi tarihte, hangi sebep ve bağlamda söylediği unutturuluyor... 


Sebep, o mektupta kullanılan bazı ifadeler... Atatürk'ün sakıncalı görmediği o ifadeleri Türk Tarih Kurumu'nun ileri gelenleri sakıncalı buluyorlar. Kim onlar? Uluğ İğdemir, Ekrem Akurgal, Enver Ziya Karal...

Ve yıllar sonra, Atilla Oral adlı yazar, çöpten çıkarılıp müzayedeye sunulan o mektubu satın alıyor ve "Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu" (Demkar Yayınları) adıyla kitaplaştırıyor ve o mektuba sansürsüz olarak koyuyor bu kitaba.


Bu kitabı okuyunuz mutlaka, okuyunuz çünkü o sansürcü kafalar bugün de var, Atatürk'ün gerçek yönlerini yine gizlemeye uğraşıyorlar. Atatürk çok ve farklı kaynaklardan okunarak yeniden keşfedilir, doğru anlaşılır, yalnızca Nutuk okuyarak Atatürk öğrenilmez, Atatürk'e dair en az 50 adet kitabınız olmalı.


Atatürk'ten bugüne ve bu yazıya pek uyan iki özdeyişle bitirelim, çok ihtiyacımız var onlara:


"Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacılara talih ve hayatlarını emanet eden insanlardan mürekkep bir kütleye, medeni bir millet nazariyle bakılabilir mi?"

"Kabul ediyorum ki; insan imansız yaşayamaz; ama gene inanıyorum ki, Türkler tarihleri boyunca kutsal sayılan bütün inançlara saygı göstermişlerdir. Onun dini, özellikle şu veya bu din değildir, bütün dini inançlar onun için değerlidir."

Kaynak: Atatürk'ün sansürlenen mektubu... - Cazim GÜRBÜZ




Notlar:

Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'ne Yazdığı Mektubu

Atatürk'ün Türk Tarih Kurumu'na yazdığı mektupAraştırmacı yazar Atilla Oral, "Atatürk'ün Sansülenen Mektubu" adlı kitabında; Mustafa Kemal Atatürk'ün 16-17 Ağustos 1931 tarihinde Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Yüksek Başkanlığı'na kendi el yazısıyla yazdığı 21 sayfalık mektubun orjinal halini ve günümüz Türkçe'sine çevrilmiş halini yayınlamıştır. Sayfamızda bu mektubun tamamına ulaşabilirsiniz.
Atatürk'ün Türk Tarih Kurumu'na yazdığı mektup

Tarihi Tetkik Cemiyeti Yüksek Başkanlığı'na

Mektubumuzda heyetinizin gözlemine çok şeyler arz olunduğunu zannederim. Bu görüşleri içeren mektup yazılıp zarfa konulduktan sonra çok önemli olduğu düşüncemizde bir defa daha beliren noktaları dikkatinize sunmayı önemli gördük. Son senelerde İstanbul’da yayınlanan gazetelerde Roman diye okuduğumuz bazı eserler vardır ki, bunlar şüphesiz yüksek heyetinizin gözleminden kaçmış değillerdir; Bu roman sayfaları bence gerçek tarih belgelerinin yorumudur; bu roman sayfalarında görülen şeyler yaklaşık şöyle açıklanabilir. Arabistan yarımadasının kumsal çöllerinden; (Ikre, Bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır. Bu zihniyetle hareket edenler İslam'dan önce Türk uygarlığının bütün belgelerini imha etmekte engel görmediler.

Yazacağınız İslam tarihinin de bu doğrultuda toplayabileceğiniz belgelere dayanarak açıklanmasını önemli görürüm.

Kudüs’ün teslim olunması için Patrik'inin koyduğu şart üzerine Kudüs önlerine gelen Halife Ömer'in kölesi ile ortaklaşa ve değişerek bir deveye binerek yol aldığını ve asıl kilise yakınına gelindiği zaman deveye binmek sırası köleye geldiğinden ötürü Ömer'in yürüyerek Arap ırkından başka ve yüksek ırklardan oluşan ordunun yüksek ve muhteşem huzurunda o ordunun kumandanlarına karşı yerden taş alarak atmak suretiyle gösterdiği çıplak ve çıfıt Araplık, malumunuzdur. Bunu artık Türk çocuklarına bir erdem gibi okutmakta ısrar gösteren notları göz önüne almalısınız.Bir hırka ve bir hurma hikayesi artık bir insanlık erdemi olarak gösterilmek felsefesi esas tutularak tarih yazılmamalıdır. Bunun gibi Arap ordularının bir çok esirlerinden bir köle sınıfı vücuda geldiğinden bahsedilirken bu kölelerin Türk çocukları olduğu dile getirilerek hangi taraf için ne anlamda bir övünme nedeni arandığı araştırılıp incelenmeden Türk tarihi içine konulmamalıdır.Şüphesiz Türkler için çok kahraman evlatlar, şu ve bu tarzda Arap halifelerinin sarayının içine hükümetinin teşkilatının ve Arap adına fetholunan birçok vilayet ve eyaletlerde bütün zaferleri sağ­layan kuvvetlerin kalbinin içine girmişlerdir. İlim, sanat ve bilhassa askerlik ve başkumandanlık mevkilerini elde etmişlerdir ve sonuç­ta Arap İmparatorluğu unvanını taşıyan bütün memleketlerde bi­rinci derecede güç ve hakimiyet sahibi olmuşlardır.En nihayet Muhammed'in Halifesi unvanını taşımak maskara­lığında bulunanları emir ve iradelerine boyun eğdirmişlerdir.

Eğer bunu yapmış olan insanlara köle demek uygunsa herkes bir şart dahilinde köleliği öğünerek kabul eder. Efendiye, sahibe, hakime köle demek ve esir, önemsiz, değersiz adamlara efendi de­mek, tarihin ifade etmemizi emrettiği bir gerçeklik midir?

Bu münasebetle yüksek heyetinizin başkanı bulunan size hatır­latırım ki, yeni dünya ufuklarına açacağınız yeni tarih semasında dikkatli olunuz. Sonradan uydurma bir eser meydana getirerek ardından pişman olmaktansa hiçbir eser meydana getirememek beceriksizliğini itiraf etmek daha iyidir.

Camii Ezher varlığı ve prensipleri, mevhum denecek kadar hiç olan İsa'yı yaratan apotrlar yetiştirmeye ne yazık ki kaynak olama­mıştır.

Halbuki biz tarih yazarken Apotr değil; bizzat fiiller ve hadise­ler sahibi arayan adamlarız. Eğer bunları bulamazsak meçhuliyeti ve bu noktada cehaletimizi itiraf etmekten çekinmeyelim. Apotr yaratmaya kalkışmayalım çocuğum! Bizim mesleğimiz bu değildir. Biz daima gerçeği arayan ve onu buldukça; ve bulduğumuza inan­dıkça ifadeye cesaret gösteren adamlar olmalıyız!

Batı'nın, herhangi dilinde yazılmış olursa olsun, gözünüzden mütalaanızdan geçmiş olması doğal bulunan tarih belgelerine dik­kat etmiyor musunuz? Yüksek heyetiniz üyeleri içinde bu belgeler­den görüşünü heyetiniz huzurunda söyleyenler az mıdır? Bu sözler o yalnız heyetinizin değil, bütün Türk milletinin ilgisini çekmeye layıktır! Bunu yalnız aranızda değil, bütün Türk milleti önünde be­lirtiniz! Bu büyük gerçeği bütün insanlığa tanıtınız! Kuruluş amacı­nızın büyük hedefi budur zannederim.

Her şeyden önce kendinizin dikkatle ve itina ile seçeceğiniz bel­gelere dayanınız! Bu belgeler üzerinde yapacağınız incelemede her şeyden ve herkesten önce kendi karar verme yetkinizi ve ince mil­li süzgecinizi kullanınız! Sizi büyük hedefe ancak bu görüşlerden, kıskanç olmak ulaştırabilir. Yoksa dünyanın bin bir şarlatanı ve bin bir milletin tarihşinas yaşayan sokak politikacısının ve bunları yük­sek ölçekte temsil eden Camii Ezher kaçkınının oyuncağı kılar.
Bana bu kadar çok söz söyleten nedeni açıklayayım:

Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir! Yazan, yapana sa­dık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır. Siz buna razı mısınız?
Türkiye'de yüksek başkanlığınızda ilk meydana getirilen Tarih Cemiyeti büyük dikkat uyanışını kullanarak şimdiye kadar bütün dünya milletleri içinde kurulmuş benzerlerini aşan bir konum ala­cağına emin olduğum Türk uygarlığının sevdalılarına hürmet ve muhabbetlerimi lütfen iletiniz.


Gazi M. Kemal

16/17.8.1931
(Yalı ova)

Atatürk'ün, Türk Tarih Kurumu'na yazdığı mektubun orjinal hali ve günümüz Türkçe'sine çevrilmiş halleri

Atatürk'ün kendi el yazısıyla Türk Tarih Kurumu'na yazdığı mektup  Atatürk'ün Türk Tarih Kurumu'na yazdığı mektubun günümüz Türkçe'sine çevrilmiş hali



kaynak: http://www.beycan.net/1140/mustafa-kemal-ataturkun-turk-tarihi-tetkik-cemiyetine-yazdigi-mektubu.html

.

"KİMİN ŞEHRİNİ KİME VERİYORLAR" İZMİR'E DOĞRU -2

"KİMİN ŞEHRİNİ KİME VERİYORLAR"

İZMİR'E DOĞRU-2

Değerli Arkadaşlarım, Dünkü paylaşımımız da Kurtuluş Savaşı hazırlıklarını ve Büyük Atatürk'ün önderliğinde Kahraman Türk askerinin kazandığı Büyük zaferin anlatmıştık. Bu gün İzmir'e doğru yaşananları ve Kahraman Ordumuzun İzmir'e girişi ile ilgili tarihi gerçekleri paylaşacağız..

ZULUM VE VAHŞET

Sevgili Okurlar,

Tarih 1 Eylül 1922. Topunu, tüfeğini ve bayrağını bırakarak sadece canını kurtarma derdine düşmüş ve hızla batıya doğru çekilmeye çalışan perişan, bitkin, dağınık; ancak halâ kanlı ve zalim mahlukat sürüsü, geçtiği yerleri kan ve ateş içerisinde bırakarak suçsuz insanları ihtiyar, genç, kadın ve çocuk farkı gözetmeden öldürererek, her tarafı yağma ederek, şoselerden, patikalardan, keçiyollarından ve sarp vadilerden denize doğru koşuyordu..

Yüzlerce yıl, Türk insanı ile huzur içerisinde kardeşçe ve yanyana yaşadıktan sonra, Yunan ordusunun gelişiyle canavarlaşan ve bu ordu ile işbirliği yaparak silahsız Türk halkının boğazına sarılan, on binlercesini insafsızca öldüren; ancak yaptıklarının hesabını vermesinin artık mümkün olmadığını bilen, eskiden vatandaşımız olan Rumlar'da Yunan ordusunun bazen önünde, bazen de onlara yetişmek istercesine arkasında denize doğru yol alıyordu..

Ormanda ve sarp arazilerde, günlerden beri kaçmaya çalışan iskarpinlerinin topukları kırılmış, ipekli ve şeffaf elbiseler giymiş, Rum kadınlar, sanki kendi yurtlarında seyahât ediyormuş gibi, Afyon'da düzenlenecek balo için Yunanistan'dan gelmiş generallerin ve askerlerin eşleri ve metresleriydi. Onlar da güneşin battığı yere doğru can havliyle kaçmaktaydılar...

Kaçan Yunan askerleri ve Rumlar'ın yaptıkları vahşet, akıllara durgunluk verecek mahiyette idi.(1) Konuyu izleyen sonra da gördüklerini kitaplaştıran yazarlar bile, vahşetin bu kadarını kabullenemiyorlardı.

T.Ambelas isimli İngiliz (2), Yunanlılar'ın Anadolu'dan kaçarken daha önce yakmadıkları evleri ve köyleri yaktıklarını, halkı işkence ile öldürdüklerini söyledikten sonra; "Kral Konstantin ve askerleri, pek fena muhariptirler. Fakat soyuculuk ve kitalde, birinci mevkii ihraz ederler, duçar oldukları felâkete lâyıktırlar."demiştir.

Bakınız Besim Atalay, Meclis'teki konuşmasında ne diyor: "Alçak düşman!.. Uşak'tan çekilirken Validemi ve hemşiremi kurşunla şehit etmiş, evlerini ve dükkanlarını yakmıştır. Memleket haraptır. Namussuzlar, yerlerde kül yüreklerde kin bırakmıştır."(3)

Öldürülen Türkler’in sayısı binleri aşmıştır. Türklerin bir çoğu, işkence yapılmak suretiyle öldürülmüştür. Bunlardan, mezarları kendilerine kazdırıldıktan sonra süngülenerek veya kurşunla vurularak öldürülenler olduğu gibi, petrole bulanarak yakılanlar, topuzla başlarına vurulmak ve derileri yüzülmek suretiyle öldürülenler vardır.

Karatepe köyü halkından 200 kişi, Cami'ye toplanmış, sonra cami ile birlikte yakılmıştır. Bir Türk çocuğu benzine bulanmış, sonra burnundan tutuşturularak yakılmıştır. Çocuğun çığlıkları, Rumları kahkaha ile güldürmüştür. Ölüleri mezardan çıkararak soymuşlar, bir defasında iki yaşındaki bir çocuğu sırığa geçirerek sokaklarda dolaştırmışlardır.(4)

Tecavüz edilen kadınlar sayısızdır. Alaşehir'de mukim Taşçı Kasap Mehmet namında bir Türk'ün hanımına tecavüze başlamışlar; gördükleri mukavemet üzerine, memelerini süngü ile yaralayıp göğsünü barutla yakmışlardır. Elleri avret mahallinde olarak süngülenen bu genç kadın bilahare ecnebi tetkik heyetleri tarafından da görülmüştür.(5)

Alaşehir'de, Jandarma Giritli Hüseyin Çavuş'un 2 çocuğunu, annelerinin gözü önünde bacaklarından ikiye ayırmışlar ve kadının üzerine atmışlar, sonrada kadını süngülemişlerdi.(6)
Tarihi vesikaları incelediğimizde görüyoruz ki, Alaşehir'deki 4500 evden 4300' ü kül olmuştu. Kasaba'da 3.000.Kişi katledilmişti. Halk, canını kurtarmak için dağlara kaçmış, günlerce dağlarda aç susuz bir şekilde pençeleriyle düşmanla savaşmıştı.

Bu durum karşısında dehşete düşen 1 Ordu komutanı Nurettin Paşa, verdiği raporda "Yunanlılar’ın önceden tesbit ettikleri plan çerçevesinde Halkımızı ve millî servetimizin tamamını imha etmek üzere hareket ettiklerini" yazıyordu.
Manisa'daki 14.000 evden, sadece 1.400 tanesi ufak zararlarla kurtulabilmişti.

Kınlarından çekilmiş kılıçlarını havada sallıyarak dört nala düşmana yetişmeye çalışan Türk süvarileri ve silahları elde koşan Türk piyadelerine, yanan evlerin enkazı arasından fırlayan insanlar ellerindeki odunlarla, hançer, kama ve bıçaklarla eşlik ediyorlardı. Bunlar, zorla evden alınarak kirletilen sonrada öldürülen veya ölümü seçen kadınların kocaları, çocukları gözlerinin önünde parçalanan analardı. Türk milleti, bir sel dalgası halinde batıya doğru kaçan Yunan'ı kovalıyordu.

Dağlardan, tepelerden, vadilerden, ovalardan göğe doğru yükselen dumanlar ve bunların arasında şimşek gibi parlayan alevler, gökyüzünü kaplamıştı. Duman bulutları, 3.000 metre civarına kadar yükselmişti. Gökyüzü simsiyahtı. Uşak yanıyor, Eskişehir yanıyor; Aydın, Alaşehir, Turgutlu, Ahmetli, Salihli, Manisa Yanıyordu. Kısaca bütün Batı, cayır cayır yanıyordu...

MUSTAFA KEMAL VE TRİKOPİS

Sevgili Okurlar,

Mustafa Kemâl'in çadırı, savaş alanına yakın harap olmuş bir köyde kurulmuştu.(2 Eylül 1922) Çevresinde toplanan köylü kadınlar ona bakıyor, bugüne kadar çektikleri zulmün intikamının alınmasını istiyorlardı. Paşa, savaşı kazanmıştı; ancak çok üzgündü.. Bir türlü sevinemiyordu. Milleti bu kadar keder ve elem içerisindeyken o nasıl sevinebilirdi ki. Perişan vaziyette gelen Yunan esirlerini görünce önce halkının intikamını almak istercesine gerildi, sonra Başkumandan olduğunu hatırlayarak sakinleşti.

Paşa, bir Yunan'ın yakasına yapışsa bütün dünya Türker'e yapılan zulmü unutur; Paşa'nın sadizminden, Türklerin barbarlığından bahsederdi. Bu nedenle, Başkomutan'ın kızmaya dahi hakkı olamazdı.

Gelen esirlerin içerisinden birisi, Selanik'ten tanıdığı bir Rum subaydı. O da Osmanlı’ya ihânet etmiş, Yunan'la birlik olmuş, bugünde Türklere esir düşmüştü. Üniformasında herhangi bir rütbe bulunmayan Mustafa Kemal'i görünce yanına yaklaşarak "Mustafa sen ne arıyorsun burada Tanrı'nın işine bak! Mustafa Sen hangi rütbeyle savaşıyorsun" diye (Türkçe olarak) sordu. Tabii olarak yıllar önce tanıdığı teğmen Mustafa'nın rütbesini merak etmişti. Cephenin ortasında savaşan genç bir subay olsa olsa albay olurdu. Mustafa Kemâl, mütevazi bir şekilde; "Başkomutan ve Mareşâl olarak savaşıyorum." diye cevap verdi.

Sevgili Okurlar,
Yunan ordusu Başkumandanı, General Hacı Anesti idi. İzmir'de oturan Başkumandan'ın muharebeyi idare edemediğini gören Yunan Genelkurmayı, cepheye daha yakın bulunan General Tirikopis'i Başkumandan tayin etmişti. Fakat Yunan ordusu, baskına uğradığından Tirikopis Başkumandan yapıldığına dair emri tebellüğ edememişti; yani haberi yoktu.
Beşinci Kafkas tümeni, 2 Eylül'de saat 16’da Uşak'a bağlı Karlık köyüne doğru yaklaşmıştı.

Tümen'in keşif süvari komutanı, bir Yunan sözcüsü ile birlikte tümen karargahına gelerek, iki Yunan generalinin teslim alınmak üzere beklediklerini söyledi. Bunun üzerine tümen komutanı yanında bulunan tugay komutanı Ali Rıza Paşa’yı Yunan generallerini almaya memur etti. Generallerden birisi, Başkumandan Tirikopis'ti. Diğeri de, yardımcısı Korgeneral Dionisis'ti.

Yunan generaller ve 96 subay, Batı Cephesi Kumandanı Asım Gündüz Paşa'nın huzuruna getirildiler. Asım Gündüz Paşa, "Sizleri muntazam bir ordunun zabitleri diye mi, yoksa hunhar bir çetenin efradı olarak mı karşılayayım. Bunda mütereddidim" diye gürledi. Generaller, önce İsmet Paşa'nın; sonra da, o sırada Uşak'ta bulunan Mustafa Kemâl Paşa'nın huzuruna götürüldüler.

Yunan generaller getirildiğinde Mustafa Kemâl Paşa, Fevzi Paşa ile İsmet Paşa'nın arasında idi. Tutsak generallerin bir yanında Birinci Ordu Komutanı Nureddin Paşa, diğer yanında da Dördüncü Kolordu Komutanı Kemalettin Sami Paşa dimdik duruyordu. Bu suretle sahne, hem hazin hem de muhteşem bir hâl almıştı. Mustafa Kemâl Paşa'nın kendi deyimiyle "Caniler ve katiller"'in yöneticilerine karşı nasıl bir tavır takınacağını kimse bilmemekteydi.

İsmet Paşa ve Fevzi Paşa, ufak bir selam vermişler ancak ellerini vermemişlerdi.

Mustafa Kemâl Paşa, burada da büyüklüğünü gösterdi. Biraz önce acıdan ve sinirden gerilmiş halini terkederek Yunan generallere gülümsedi, elini uzattı. "Oturun General, yorulmuş olacaksınız" dedikten sonra kendilerine sigara uzattı, kahve ısmarladı. Yunan General ile, sanki kendi silah arkadaşları arasında sohbet ediyormuş gibi davranarak sorular sordu. İki komutanın tartışması koyulaştı.

Tirikopis, "Sizin Savaşı cepheden yürüttüğünüzü söylediler doğru mu?" diye sordu. Mustafa Kemâl, "Evet" diye cevap verince, hayretini gizleyemedi. Hâlbuki Mustafa Kemâl, o güne kadar bütün savaşlarının en önemli saatlerini cepheden, bazen cephenin en önünden; yani düşen güllelerin vızıldayan mermilerin arasından yürütmüştü.

İki başkomutan savaşı ve uygulanabilecek bütün taktikleri yeniden tartıştılar. Ancak tartışmanın sonucunda, Mustafa Kemâl'in Trikopis'e ait bütün saldırı ve savunma planlarını önceden hesap ettiği ve Yunanlılar'ın her ne surette olursa olsun yenilmeye mahkûm olduğu ortaya çıktı.

Düşman, Türk Paşaların gözü önünde sanki bir kez daha yenilmişti. Tirikopis, yenilmez bir komutanla, bir savaş ustasıyla tartışmasının kendisini ne kadar zor duruma soktuğunu anlamış, mahçup bir vaziyette boynunu bükmüştü.
Artık söyleyecek bir sözü kalmamıştı; düşüncelere daldı. O sırada, hadisenin canlı tanığı olan Halide Edip, bu tartışmayı; "Bir profesyonelin bir amatör ile konuşması"gibi değerlendiriyordu.

Mustafa Kemal, Türklerin Başkomutanı'na yakışır bir tavırla ayağa kalktı, "size nasıl yardımcı olabilirim General "dedi. Trikopis, "İstanbul'daki eşine sağ olduğunun bildirilmesini" istedi.

İki ay sonra Hacı Anesti, Gounaris ve kabineden dört nazır, bir Yunan mahkemesi tarafından idama mahkûm edildiler. Savaşı kaybedenlere, cezalarını ödeme sırası gelmişti. Belki de bu, Anadolu'daki yaptıkları zulmun (dünyadaki) ilâhi neticesi idi. General Trikopis, Yunan mahkemelerinden canını zor kurtardı. Yıllar sonra yaptığı açıklamalarda, "Anadolu'ya karşı yapılan Yunan saldırısının ve vahşetinin yanlış olduğunu, Batılı devletlerin oyununa geldiklerini," söyledi.
Bizim de kaybettiğimiz savaşlar oldu. Tarihte, Türkler’in vahşet sergilediği bir tek hadise yoktur.
Türkler, Balkan Savaşı'nı kaybettiklerinde öylesine mazlum bir geri çekiliş sergilediler ki, bütün dünya hayretler içerisinde kaldı. Dağınık bir halde Anadolu'ya ulaşmaya çalışan askerlerimizin çoğu, yollarda soğuktan açlıktan öldüler. Bir tek kapıyı çalıpta içeri girip, bir dilim ekmek istemediler. Ellerinde ki bir dilim kuru ekmeği bile kedilerle paylaştılar.

Avrupa'nın tanınmış gazetlerinden birisinin muhabiri, düşe kalka yürüyen bir Türk askerine yanındaki çikolatayı uzattı. Mehmetçik teşekkür etti almadı. Muhabir, "Olanlara inanamıyorum... Ben böyle asil bir millet görmedim. Biraz sonra açlıktan öleceğini biliyordu. Ancak son nefesine doğru yol alırken bile, hala başı dik ve asalet timsali gibiydi" diyordu.

SİYAH ÖRTÜ KALKTI

Türk ordularının batıya doğru başlamış harekâtı karşısında direnme imkânı bulamayan Yunanlılar, 1 Eylül'de Kütahya ve Uşak'ı, 2 Eylülde Eskişehir'i, 3 Eylül'de İnönü mevzilerini terk etmek zorunda kalmış, 4 Eylül'de bir kül yığını haline getirdikleri Salihli ve Alaşehir'i bırakmışlardı. 6 Eylül günü Yunanlılar Manisa'yı ateşe verdiler. Aynı gün, İngiliz konsolosu, İzmir'deki İngilizlerin İzmir'den ayrılmalarını tavsiye etti.

6 Eylül’de bir başka hadise de, T.B.M.M.’de meydana geldi.Meclis kürsüsüne yas sembolu olarak örtülen siyah örtü kaldırılarak, yerine yeşil bir örtü konuldu.

Mustafa Kemâl Paşa, 26 Ağustostan bu yana müdahale olur endişesiyle harekâtı oldukça küçük göstermeye gayret etmişti. Ancak, artık böyle bir duruma imkân kalmamıştı. Bu arada, Müttefikler Mütareke talep etmişler, bilahere bunu nota mahiyetinde sunmuşlardı.

Rauf (Orbay) Bey, durumu Mustafa Kemâl'e bildirmiş talimatını istemişti. Gazi Paşa, cevap olarak; "Anadolu diye bir sorunları bulunmadığını Trakya'da 1914 öncesi sınırlarına kadar Türk memurlarına teslim edildiği, esirler iade edildiği,Yunanlıların yaptığı tahribatın ödendiği taktirde görüşmelere başlayabileceğini" söyledi. Bu, Müttefik kuvvetlere ağır bir restti.

İstanbul'da, hadiselerin sonucuna pek güvenilmiyordu. Halâ Venedik'te düzenlenecek konferanstan netice umanlar bulunduğu gibi, mütareke taraftarları da bulunuyordu. Saltanat yanlıları, saldırıyı çılgınca bir durum olarak görüyor, "Boş verin nasıl olsa ağızlarının payını alır otururlar" diyorlardı.
İstanbul'da, Çatalca'daki Yunan ordusunun güvencesinde olduklarını sanan Yunanlılar, şehir kulüplerinde savaşın şerefine şampanya patlatıyorlardı..

Ankara'da, Mecliste, "Yeter, ümmeti Müslümanı kırdırmayın bu savaş kazanılmaz" diyen sözde islamcı güruh, savaşın kazanıldığını görünce, Bu gün bu muazzam savaşı değğersizleştirmek için her yolu deneyen vatan haini meczuplar gibi "Yahu bu savaşa ne gerek vardı..İngilizler zaten bize İzmir'i verecekti...Bu kadar basit bir hadiseyi büyütmeyin" diyorlardı.

Hâlbuki değersizleştirilmeye çalışılan Kurtuluş Savaşı bütün dünyayı ayağa kaldırmış Türk Milletinin gücünü dünyaya göstermiş, Son 200 yıldır düveli muazzama devletlerinin başı görülen ve "Güneş Batmayan İmparatorluk denilen, Büyük Biritinya- İngiliz imparatorluğunun ağır bir mağlubiyete uğramasıyla sonuçlanmasıydı.

Türk Orduları İzmir'e gireceğinin belli olduğu 7- 8 Eylül günleri Avrupa'da hükümetler teyakkuz halinde gece gündüz toplantılar yapıyor milletvekilleri mecliste sabahlıyordu. Toplantılar hararetle devam ediyor biri biterken diğeri başlıyor koşuşturan yöneticiler şaşkın bir vaziyette ne yapacaklarını tartışıyorlardı.

Müttefiklerin en modern şekilde donattıkları Yunan ordusu perişan olmuştu. Hadise, bütün gazetelerde büyük puntolarla manşet oldu. Yenildi, yok oldu denilen bir milletin kararlı komutanı Dünyaya Türk varlığını,Türk gücünü bir defa daha gösteriyordu.

KİMİN ŞEHRİNİ KİME VERİYORLAR?

İngiltere'de hükümet sallantıya girmiş; İngilizler, ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Dünya, yeniden çıkacak büyük bir savaşı, nefesini tutmuş bekliyordu.

İzmir'deki Levantenler, son dakikaya kadar sorunun bir konferansla çözüleceği düşüncesine saplanıp kalmışlar; içlerine güven verecek şekilde duran Müttefik savaş gemilerinin, Türker’in şehre girmesini önleyeceğini ummuşlardı. Yıllarca Anadolu'yu sömüren bu alçaklar sürüsü 7 Eylül günü bile depolarına kuru üzüm ve incir dolduruyorlardı. Bir sorun olsa İtalya'dan, Hollanda'dan, Almanya'dan gemiler, sonbahar yüklerini almak için limana gelirler miydi?..

Derken Limana, bir Yunan hastane gemisi geldi. Yaralılar ve kaçanlar, yavaş yavaş gelmeye, kanlı savaşlar üzerine hikâyeler anlatmaya başlamıştı. Ortalıktaki söylentiler çoğalmış, kahvehanelerde tüccarlar birbirlerine Türkler gelirse acaba stoklara el koyar mı diye sormaya başlamışlardı.
Derken borsa birden duruverdi. İçeriden gelen yüklü vagonlar gelmez oldu. Ertesi gün, çoşkuyla seyrettikleri ticaret gemileri demir alıp hızla uzaklaştılar.

Yalnız eğlenceler durmuyordu. Otel Naim'in taraçasında danslı yemekler veriliyor, Sporting Clup'ta bir İtalyan grubu La Tarvita'yı oynuyor, kahvelerde gitarla şarkılar söyleniyor, sabaha kadar dans ediliyordu. Bütün bunlara rağmen sanki, gelen kötü bir rüzgar herkezi sarmıştı. Şavaşın kaybedilmişliği bir panik halinde hissediliyor, yavaş yavaş "Yahu ne oluyor acaba, böyle giderse ne olacak, gerçekten yok oldu bitti denilen Türkler İzmir'e mi geliyor" sözcükleri ortada dolaşmaya başlamıştı.

Yunan çekilişi bir hafta sürdü. Türkler, Yunanlılar'ın önüne geçebilmek için çok çaba gösterdiler..Ancak yayla ile deniz arasındaki 300 Km mesafe, çok dönemeçli ve engebeli arazileri içine alıyordu. Ordu, üç günde yüzelli km yürümeyi başarabilmiş ancak yine de düşmanı yakalayamamıştı.
Düşman yakarak, yok ederek, vahşet sergileyerek gidiyordu. Manisa'da, 18000 evden sadece 500 tanesi ayakta kalmıştı. O da, harap vaziyette idi. Ancak, asker ne kadar gayret etse de, düşmana yetişmeyi başaramadı.

Mustafa Kemâl, karargâhına gelen ordunun daha ilerisine Nif'e taşınmıştı. Müttefiklerden, İzmir limanındaki Fransız Edgar Quinet zırhlısı kanalıyla bir telgraf gönderildi. Konsoloslarından, İzmir'in Türk ordusuna teslimi konusunda görüşmek için yer ve zaman istiyorlardı. Hristiyan halkı, nasıl koruyacakları hususunda da bilgi istiyorlardı.

Çoğu komutanın sevinçle karşılayacağı bu haber, Mustafa Kemal'de şok etkisi yaptı. Masaya bütün gücüyle yumruğunu vurdu ve kükredi; "Kimin şehrini kime veriyorlar."

Mustafa Kemal Paşa, 9 Eylül günü İzmir’deydi.. Türk Askeri gelemezler giremezler dedikleri İzmir'e gelmiş, İzmir'e girmişti..
Ancak bu geliş, şerefli ve tavizsiz bir gelişti..

Değerli Arkadaşlarım,

Yarın Türk tarihinin muhakkak iyi bilinmesi gereken bir sayfasını daha sizlerle paylaşacak, Türk Ordusu İzmir'e girdikten sonra yaşananları ve Mudanya restleşmesini anlatacağız.
Yarın görüşmek üzere Sevgiler Saygılar

10 Eylül Saat 17.05

TANER ÜNAL


(1)19 T.B.M.M: Zabıt Ceridesi c 23 s.273
(2)Çanakkale olayları Çeviren M.Ali Baykal İstanbul 1970
(3)17.9.1922 T.Bm:m.Zabıt Ceridesi C.23. S.108
(4)(5)(6) Matbuat Müdüriyet-i Umumiyesi Yunun Zulm ve Vahşeti S245-293














İZMİR'E DOĞRU

İZMİR'E DOĞRU

Değerli Arkadaşlarım,

Bildiğiniz gibi "Türk Gözüyle Türk tarihi ve Milli meselelerimiz" adını verdiğimiz 12 Cilt kitap çalışmamız devam ediyor. Konuyla ilgili olarak kendi arşivimiz haricinde önemli belgelerin yer aldığı bazı özel arşivlerde araştırma yapıyoruz. Kitapların evrakların arasına girdik bölünmemek bakımından ayrılamadık bu sebeple yaklaşık 4 ayı geçkin bir süredir sizlerden ayrıyız.
Her gün yeni bir konuda sizlerle birlikte olmanın mutluluğunu yaşarken bu ayrılık bizim içinde çok zor oldu ancak süremiz kısıtlı olduğu ve bölünmemek için mecburen burada olamadık.
Bizi beğenileri ve paylaşımları ile onurlandıran yokluğumuz sırasında bizi arayan tüm değerli arkadaşlarımızı ayrı ayrı özledik.
Bu zoraki ayrılık sebebiyle Çok Kıymetli Arkadaşlarımızın ve Sevgili Okurlarımızın affına sığınıyoruz.

Değerli Arkadaşlarım ,

Bu gün Türk Milleti için çok önemli bir tarihi gündeyiz. Tarihimizin emsalsiz zaferlerinden birini kutluyoruz.

Bu vesileyle İzmirli değerli arkadaşlarım başta Tüm çok kıymetli arkadaşlarımızın çoşkusuna yürekten katılıyor "İZMİR'İN KURTULUŞUNU YÜREKTEN KUTLUYORUM.
İzmir'in kurtuluş günü vesilesiyle sizler için iki bölümlük bir çalışma hazırladık. İlk bölümü bu gün sunuyoruz.

İZMİR’E DOĞRU

Sevgili Okurlar,

Samsun'a Çıkış, Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri, Birinci Meclisin teşkili ve yürütülmesi İnönü, Sakarya derken son Türkler'in son kurtuluş ümidi olan kader savaşı'nın günü gelip çatmıştır.Artık hedef bellidir.. Önce İzmir sonra Trakya ..


KARA JUMBO

Kurtuluş Savaşı yıllarında İngilizler'in, Türkiye'de "Kara (Black) Jumbo" isimli bir casusluk teşkilâtı vardı. O yılların gizli raporlarında ve Harington'un şifreli telgraflarında bile hep bu Kara Jumbo adı geçiyordu.
İçinde kimler vardı bilemiyoruz; ancak Kara Jumbo, çok faâl bir teşkilattı. Meclisin gizli oturumlarında görüşülenler bile, gününde İngiltere'ye ulaştırılıyordu.

Sakarya Savaşı'nda, batı cephesi komutanlığın’daki harp planlarımız bile, General Harrington'a gününde ulaştırılmıştı. Hâttâ Türk karargâhındaki faaliyetler, saati saatine İngilizler'e iletilmişti.
İşte bu "Kara Jumbo" bir defaya mahsusen atlatıldı. Hemde fena atlatıldı. Kara Jumbo'nun ve diğer haberalma örgütlerinin faaliyetlerinden ve meclisteki hainlerden haberdar olan Başkomutan Mustafa Kemâl, Büyük Taarruz hazırlıklarına "Kara Jumbo"yu atlatarak büyük gizlilik içerisinde başlamıştı.
6 Ağustos 1922 günü, Batı Cephesi Komutanı, ordulara saldırıya geçmek üzere hazır ol emri verdi. 13 Ağustos günü Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Ankara'dan cepheye intikâl etti. Ancak Kara Jumbo'nun henüz haberi yoktu.

20 Ağustos günü, Mustafa Kemâl, Ankara'dan gizlice ayrılmış. Batı Cephesi'nde toplantı yapmıştı. Yanlış kaynaklardan haber alan Kara Jumbo ise, aynı saatlerde Paşa'nın Çankaya'da çay partisi verdiğini, İngiltere'ye haber olarak geçiyordu. Özetle söylemek gerekirse uzun süredir Kara Jumboyu takip eden Mustafa Kemâl, bu sefer bu gizli istihbarat örgütünü tesirsiz hale getirivermişti..
26 Ağustos günü, 5.30’da Türk ordularının Büyük Taaruz'u başlamıştı. Kara Jumbo'nun bu hadiseden de haberi olmamıştı. İngilizler, haber alamayınca tabii olarak Yunanlılar'da gafil avlanmışlardı. 26 Ağustos günü boyunca İngilizler, Yunanlılar'a saldırıda bulunulduğunu haber alamadılar.
27 Ağustos Pazar günü İngilizler, yine cepheden haber alamamışlardı. Mustafa Kemâl'in Büyük Taaruz'u, hafta sonu tatiline rastlamıştı. Atina, İstanbul ve İzmir'deki İngiliz diplomatlarıyla askerleri, Büyük Taaruz'dan habersiz tatil yapıyorlardı.

28 Ağustos günü halen, normal diplomatik temaslar devam ediyordu. Yapılan yazışmalarda, Lord Curzon'un Venedik Konferans'ı konusunda Fransa'dan alınan cevabı tartıştığını görüyoruz. Yani harekât başlıyalı, üç gün dolmak üzeredir; ancak halen İngilizler'in haberi olmamıştır. Aynı gün geç saatlerde, İzmir Başkonsolosu Sir H. Lamb, ilk defa kısa bir haber verdi. Haberde "26 Ağustos günü Türkler’in. Uşak doğusunda demiryolunu keserek Afyon Karahisar'ı tecrit ettiklerini öğrendim" diyordu. Evet, Büyük Taaruz'u İngiltere'ye haber veren ilk belge, öğrendiğimiz kadarıyla budur.

29 Ağustos günü, telgraflar birbirini kovalıyordu. İngiltere'ye bomba düşmüş gibiydi. Anlaşıldığı kadarıyla, Yunan Genelkurmayı, Büyük Taaruz'un başladığını 3 gün sonra kamuoyuna açıklıyordu. Bunun sebebinin, Yunan kamuoyunu yılgınlığa sevk etmemek ve Yunanistan'ı diplomatik alanda küçük düşürmemek olduğunu sanıyoruz. Çünkü Fransa, Yunanistan'ın Anadolu'yu boşaltması için sürekli baskı yapıyordu. Saldırıyı gizli tutmak, Yunanlıların işine geliyordu. Nasıl olsa olan bir kere olmuştu. Bu saatten sonra yardım gelmesi de çok zordu. Artık kaderleriyle baş başaydılar...

30 Ağustos günü, İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiserliğice harekâtla ilgili haberleri vermeye başlamıştı. Çekilen telgraflar, Lord Curzon'un eline 31 Ağustos günü geçmişti. Telgraflarda "Anadolu'daki Yunan Cephesine karşı, oldukça geniş çaplı olduğu sanılan Kemâl'in saldırıları başlamıştır. Anadolu ile bağlantı kesiktir. Limanlar kapatılmıştır, bir İtalyan gemisi Antalya limanına dahi sokulmamıştır."diyordu. Yüksek Komiser Sir H. Rumbold, "Venedik Konferansı'nda, İngilizlerin, Yunanlıların Anadolu'yu boşaltmalarına müsaade etmemeleri gerekir" şeklinde bir ifadeyi de son telgrafına ilave ediyordu.

Sevgili Okurlar,

Türk Ordusu, Yunan'ı önüne katmış kovalamaya başlamışken dahi hem Atina'da hem de İngiltere'de halen, İstanbul'un kimde kalacağının pazarlığı yürütülüyordu. Yunanlılar, İngilizlerin sayesinde Kral Konstantin ile Kraliçe Sophia'nın Ayasofya kilisesinde yapılacak merasimle Bizans İmparatoru ve İmparatoriçesi ilân edilmesi hususunda ısrar ediyorlardı.

Atina'daki İngiliz Maslahatgüzarı Bentinck, 29 Ağustos günü Lord Curzon'a çektiği gizli telgraflarda "Bu sorunun bütün gerçeklerini gözden geçirdikten sonra şu sonuca varmak zorundayım ki, tahmin ettiğim gibi kendimiz İstanbul'un işgalini sonsuza dek sürdürmek amacında değilsek İstanbul'u Yunanlılara devretmek, sorunun tek çözüm yoludur. Lord Hazretleri'nin bildiği gibi, Sevr Antlaşması'nın 36.Maddesinde bu çeşit bir çözüm yolu ima edilmişti."diyordu.

Sevgili Okurlar,

Büyük Taaruz'un dördüncü gününde, Atina ile İstanbul'daki İngiliz diplomatlarının getirmek istedikleri sözde çözüm yolları bunlardı. İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri, sözde azınlıkların haklarını koruma adına, Ege'de İyonya adında bir devlet kurma gayreti içerisindeyken; Atina'daki İngiliz Maslahatgüzarı, Bizans İmparatorluğu'nu diriltmeye çalışıyordu.

Eğer Mustafa Kemâl, bütün Paşalar karşı çıktığı halde "Tarih önündeki bütün sorumluluğu üzerime alıyorum" diyerek Büyük Taaruz'u başlatmasaydı, Türk'ün makûs talihini yenmesi çok zordu.

TÜRKLER’İN KADER SAVAŞI

Sevgili Okurlar,

26 Ağustos, Malazgirt Meydan Muharebesi'nin yıldönümü olmakla birlikte, milletçe önemini taktir ve idrak ettiğimiz Büyük Taaruz'un da başlangıç günüdür.

Malazgirt, Türk tarihi için ne kadar önemliyse; Büyük Taaruz da, en az o kadar önemlidir.
Mustafa Kemâl, 16 Haziran 1922 tarihinde, İzmit-Adapazarı seyahatine çıkarken Büyük Taaruz'a karar vermiş ve bu kararını Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Batı Cephesi Komutanı İsmet İnönü ve Millî Savunma Bakanı Kazım Özalp Paşa'ya açıklamış; yapılan toplantı neticesinde Paşalar, Büyük Taaruz'la ilgili hazırlıklara başlamışlardır.

Taaruz planı ve tarihi, öylesine gizli tutuluyordu ki bu sıralarda Konya'ya gelerek kendisi ile görüşmek isteyen İngiliz generali Townshend'le görüşmek için, Ankara'dan iki gün ayrılacağını 24 Temmuz tarihli yazı ile açıklıyordu. Halbuki 23 Temmuz'da, Akşehir'de harekât hakkında yapılan hazırlıkları denetlemişti.

Mustafa Kemâl, 24 Temmuz'da Konya'ya gelerek İngiliz generali ile görüştü.
Aynı gün, İngltere'ye bir telgraf çeken General Townshend "Mustafa Kemal'de büyük bir ruh kudreti var. Böyle bir Kumandanın yenilmesi imkansızdır. İzmir Vilayeti'nin ve Anadolu'da işgâl altında bulunan yerlerin derhâl tahliyesinde fayda vardır. Paşa ve milleti, şerefli bir sulh arzu ediyor. Fransızlarda benim noktai nazarıma iştirak ediyorlar. 17 senedir, Türkler ve Araplar arasında edindiğim tecrübe ile söylüyorum... " diyordu.
Sevgili Okurlar,
28 Temmuz günü, Akşehir'de, subaylar arasında bir futbol maçı düzenlendi. Bu maçı seyretmek bahanesi ile, ordu komutanları ile bazı kolordu komutanları Akşehir'e davet edildiler. Maç, Kolorduların subayları ile Batı Cephesi subayları arasında yapıldı. Bu maç'a iştirak edenler arasında Mustafa Kemâl, Fevzi Çakmak, İsmet, Nurettin ve Şevki Yakup Paşa'lar bulunmaktaydı. İngilizler ve Yunanlılar, Türkler’in bu garip davranışlarına komedi gözüyle bakarken aynı gece komutanlar, Taarruzun planları üzerinde önemli çalışmalar yapıyorlardı.

Fahrettin Altay Paşa, hatıralarında Komutanlardan birinin (Bizce Fevzi Paşa olabilir) "Milletin nesi var nesi yoksa hepsi bu..Askeri bu, silahı bu..Elimizde olan her şeyi bir tek savaş için harcayamayız. Kaybedersek ne olacak. Her şey biter" dedi.

Aslında Paşaların hepsi, Büyük Taaruz'a karşıydılar. Tartışılan Büyük Taaruz'un nasıl yapılacağından çok, yapılmasının riskleri üzerinde yoğunlaşıyordu. Paşalar, bu savaşın kazanılacağına inanmıyorlardı.

Bir komutanın "Taaruz fikrinin bir hata olduğu ve bu hatanın tarih önünde büyük bir mesuliyet getireceğini" söylemesi üzerine Mustafa Kemâl, çelik gibi gerildi ve karalı bir ifadeyle; "Tarihe karşı bütün mesuliyeti ben üzerime alıyorum. Son karar hakkı başkumandan'ındır. Sizler Başkumandanınıza uymak zorundasınız. Toplantı bitmiştir. Hazırlıklara devam ediniz" dedi.

Sevgili Okurlar,

İşte Kurtuluş Savaşı'nı kazandıran bu yiğit sestir.

Eğer Mustafa Kemâl olmasaydı, Büyük Taaruz olmazdı. Büyük Taaruz olmasaydı, Yunan İzmir'de denize dökülemez, Mudanya'da İngilizler pes ettirilemezdi. Bugün sahip olduğumuz hür ve bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmaz, esareti benimsemiş başı eğik bir milletin evlatları olurduk.
Bu zafer, Etnik veya dini taassubu Türklüğe karşı bir silah olarak kullanan hainlerin dediği gibi "Ucuz bir zafer" değil; Milletin bütün varlığını ortaya koyduğu ve kaybedildiği taktirde Anayurt mücadelesinin biteceğinin idrakinde bulunduğu bir zaferdir.
Birinci Dünya Savaşı, bazı tarihçilerimizin dediği gibi "Osmanlı’nın parçalanarak içinde petrol olan yörelerin ele geçirilmesi savaşı" değildir. Ben bu düşünceyi pek zararlı, gayri millî ve çok yanlış buluyorum.

Savaşın tek sebebi vardı. O da Türkler’in Anadolu'dan Orta Asya'nın çorak kalmış yörelerine sürülmesi idi. Onların korktuğu Türkler’di... Yenmek istedikleri Türklerdi... Açınız kayıtları inceleyiniz, Müttefikler savaş kayıtlarında ve Parlementolarındaki toplantılarda hep Türklerden bahsederler.

Sevgili Okurlar,

Eğer Kurtuluş Savaşı kazanılmasa düşman 9 Eylül günü denize dökülmeseydi Kırım Türkler’i'nin veya Ahıska Türkler’i'nin akibeti ne olmuşsa Türkiye Türkleri'nin akibeti daha beter olurdu.
Amerikan manda'sı gelse de, İngilizler'le tabiyet antlaşmaları yapılsa da Türkler’in Anadolu'da yaşatılması artık mümkün değildi. Çünkü Bu kararlar, yıllar önce verilmiş olup herhangi bir tashihata gidilmemiş veya fikir değişikliği olmamıştı. Osmanlı saltanatının kurtuluşu ve Türk Milleti’nin yokedilmesi uğuruna Mondros'u bir zafer kazanmış edasıyla imzalayan Paşaların yanında, "Büyük Türk Milleti" ve kurulacak "Türkiye Cumhuriyeti Devleti" gerçeğini idrak etmiş tek kumandan vardı. O da, Mustafa Kemâl Paşa idi. .

Değerli Arkadaşlarım,

İzmir'in kurtuluşuna ile ilgili özet çalışmamıza yarın devam edeceğiz. Görüşmek üzere Sevgiler Saygılar..

9 Eylül 2017 Saat 14.30







30 Ağustos Zafer Bayramı Kutlu Olsun !

30 Ağustos Zafer Bayramı Kutlu Olsun !

Zafer Bayramı, Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ulusal bayramıdır.    
 Her yıl 30 Ağustos günü kutlanır. Zafer Bayramı, 1922 yılında 26 Ağustos'ta başlayıp, 30 Ağustos'ta Dumlupınar'da Mustafa Kemal'in başkumandanlığında zaferle sonuçlanan Başkomutanlık Meydan Muharebesi'ni (Büyük Taarruz) anmak için kutlanan bayramdır. İşgal birliklerinin ülke sınırlarını terketmesi daha sonra gerçekleşse de, 30 Ağustos sembolik olarak ülke topraklarının geri alındığı günü temsil eder.

Zafer Bayramı, ilk defa 30 Ağustos 1923 günü Afyonkarahisar, Denizli, Kahramanmaraş, Ankara ve İzmir'de kutlanmıştır. Resmî olarak Zafer Bayramı ilân edilmesi 1935 yılının Mayıs ayında olmuştur. Zafer Bayramı, tüm yurtta törenlerle kutlanır. Devlet erkânı ve yurttaşlar, Ankara'da Anıtkabir'i, diğer illerde de anıt ve şehitlikleri ziyaret edip, Mustafa Kemal Atatürk'e, silah arkadaşlarına ve komutasında savaşmış askerlere şükranlarını sunar. Hemen hemen her yerleşim yerinde, askerî birlikler geçit törenlerine katılır. Ayrıca dış temsilciliklerde de çeşitli kutlamalar yapılır. 30 Ağustos günü, Türkiye'de resmî tatildir.

Her yıl, Harp Okulları ve Astsubay Meslek Yüksekokulları bu tarihte mezun verir. Tüm subay ve astsubay rütbe değişiklikleri bu tarihte geçerli olur.

23 Ağustos - 12 Eylül 1921 tarihleri arasında yapılan Sakarya Savaşı'yla Yunan orduları gerilemek zorunda kaldı. Bu uzun zamandır Türk ordularının elde ettiği ilk başarıdır. TBMM tarafından Sakarya Savaşı'ndan sonra Mustafa Kemal'e mareşal ve gazi unvanları verildi. Tarihin bu dönüm noktasından sonra Yunan ordusunun ve diğer işgalci güçlerin topraklardan atılma kararı alınır. Sad planı adı verilen taaruz planı ocak ve nisan aylarında iki kez ertelenir. Tarruzun hazırlıkları tam anlamıyla ağustos ayında tamamlanır. Batı cephesinin kuzeyindeki ve güney cephesindeki Türk birlikleri, büyük bir gizlilik içinde Kocatepe bölgesine kaydırıldı. İstanbul'daki cephane depolarından silah ve cephane gizlice Anadolu topraklarına getirtildi. İtilaf Devletleri tarafından tahrip edilerek kullanılmaz hâle getirilen toplar onarıldı. Yeni silahlar satın alındı. Orduya taarruz eğitimi yaptırıldı. Gazi Mustafa Kemal'in başkomutanlığını yaptığı Türk ordusu, 26 Ağustos 1922'de düşmana saldırdı. Birkaç saat içinde düşman mevzileri ele geçirildi. 30 Ağustos'ta düşman çember içine alındı. Sağ kalanlar esir alındı. Esirler arasında Yunan Başkomutanı Trikopis de vardı.

Bu savaş, Atatürk'ün başkomutanlığında yapıldığı için Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak adlandırıldı.

Büyük Taarruz'un başarıyla sonuçlanmasından sonra Yunan orduları İzmir'e kadar takip edildi. 9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtarılmasıyla Türk toprakları Yunan işgalinden temizlenmiş oldu.

MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...