CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

NARSİZM VE TÜRKİYE GERÇEĞİ

Hon.Prof.Dr.Nurullah AYDIN
7 Mayıs 2012-ANKARA

Toplum da denge bozulmuş, insanlar şaşkındır. Bugününden endişeli, yarınlarından emin değildir. Milli ve manevi değerler altüst edilmiş durumdadır. Türk kimliği, Türk tarihi, Türk mitolojileri, Türk kahramanları, Türk kültür ve değerleri bırakılmış, bir kesim Avrupa/ABD kültür ve değerleri peşinde, bir kesim ise Arapçılığı İslam diye benimsetme çabasındadır.


İnsanlar arası güvensizlik kuşku artmış, kin nefret ve öfke dalgaları toplumun hemen her kesiminde yayılmış durumdadır.

Toplumda doğal olarak farklılar vardır, olacaktır. Bu toplumun zenginliğidir. Ancak bir görüş bir kimlik bir anlayışın despotik olarak egemen kılınması toplum dengesini bozar.

Küçük farklılıklar narsizminin toplumlarda Grup Narsizmi olarak tezahür ettiğini ilk tespit eden de Eric Fromm'dur. Eric Frokmm Sevgi ve Şiddetin Kaynağı adlı eserinde Freud'un teorilerini temel almış, bu teorilere kendi psiko-analitik kavramlarıyla açıklık getirmiştir. Hayatı boyunca karıncayı bile incitmemiş bir İnsan nasıl oluyor da savaş sırasında onlarca İnsanı öldürmeyi göze alabiliyor sorusuna yanıt aramıştır.

İnsanların şiddete yöneliminde üç olgu vardır.Bunlar; ölüm sevgisi, hastalıklı narsizm ve sembiotik ensest saplantısıdır. Fromm'a göre; bu üç yönelim bir araya geldiğinde çürüme sendromu oluşur. Çürüme sendromuna karşı olmak için de Gelişme sendromu olarak ifade edilen bir terim kullanır. Gelişme sendromu ölüm sevgisine karşı hayata bağlılık, narsizme karşı insan sevgisi ve sembiotik ensest saplantısına karşı ise bağımsızlık duygusunu ifade eder.

Çürüme ve Gelişme sendromları konularını ilgilendirmesi bakımdan bireysel ve toplumsal narsizmi incelemeye devam edersek, aşın narsist kişi dış gerçeklerle bütün bağlarını koparmış ve gerçeğin yerine kendini koymuştur. Narsist kişilerin genellikle önemsiz bir söz ettiği zaman dahi, sanki çok önemli bir şey söylemiş gibi hissettiği gözlenir. Narsist bireyde dikkati çeken bir başka husus ise yaptıkları ve ürettikleri ile değil, sahip olduklarıyla övünmesidir. Böyle bir kişi; sahip olduğu bir özellikten ötürü zaten büyük olduğunu ve bu yüzden yeni birşeyler başarmak için çaba göstermesine gerek olmadığını düşünür.

Aşırı narsist bir birey, eleştirilince yoğun öfkeyle, şiddetle tepki gösterir. Kısaca aşırı narsizmin sonuçları adaletsizlik, öfke ve depresyondur.

Bireysel narsizmin biyolojik bir fonksiyonu olduğu gibi toplumsal narsizmin de toplumsal bir fonksiyonu vardır. Ekonomik ve kültürel açıdan yoksul olan toplumun üyeleri için tek doyum kaynağı o topluma ait olmaktan kaynaklanan narsist gururdur. Bu grubun narsizmi, yaralandığı zaman bireysel narsizmde rastlanılan öfke ve şiddet tepkisi görülür. Tarihe göz attığımızda bir bayrağın çiğnenmesi, inanılan tanrıya, krala ya da öndere hakaret, v.b toplumlarda şiddetli intikam duyguları yaratmış bu da sonuçta savaşlara yol açmıştır.

Çünkü; yaralı narsizm, ancak saldırgan ezilirse, ya da hakaret geri alınırsa iyileşebilir

Grup narsizmi tarihte birçok şekil almıştır: dinsel, milli, siyasal gibi. İnsanın tam olarak olgunlaşması, hem bireysel hem de grup bağlamında Narsizmden kurtulmasına bağlıdır.

Dini ve Etnik Bölücülük, Türk toplumundaki Freud ve Fromm'un açıkladığı' Bireysel ve Grup Narsizmini kamçılayarak fay hatları oluşturmaya çalışmaktadır. Esas olan küçük farklılıkları görmeye çalışmaktan ziyade daha fazla olan müşterekleri ortaya çıkarmaktır. 

Dini ve Etnik bölücülük emperyalizme ne kadar muhtaçsa, emperyalizm de etnik bölücülüğe o kadar muhtaçtır. O bakımdan milletler için geçerli olan milli yapının korunmasında esas olan, Milli devletin kurumları güçlendirilmelidir. Bu da ancak Milli devlet temelinde yetişmiş bilinçli insanlarla olur.  Türkiye’nin gerek kendi içinde gerekse bölgesinde yol haritası gereklidir. Emperyalizme karşı mücadelenin tek yolu ezilen milletlerin ittifakından geçmektedir. 

Şurası unutulmamalıdır ki; anti-emperyalist olmadan milli/Ulusalcı/milliyetçi olunmaz. Her anti-emperyalist mücadele de adına ne denirse desin, Milli/Ulusalcı/Milliyetçi bir mücadeledir.

Her türlü psikolojik savaş saldırılarına rağmen, Milli Devlet, Güçlü İktidar, Milli Ekonomi, Milli Ordu yolunda ısrarla yürüyenler her zaman olmuştur. Yine olacaktır.

Günün Sözü: Milli ve manevi değerlerini savunan, koruyan, egemen kılan toplumlar, mutlu,  güçlü ve saygın olurlar.

.

Deniz'in Babasına Mektubu

Turhan Feyizoğlu 6 Mayıs 2007

Deniz Gezmiş'in 1971 yılında babasına yazdığı mektuptan:

"Baba, sana her zaman müteşekkirim. Çünkü Kemalist düşünceyle yetiştirdin beni.

Küçüklüğümden beri evde devamlı Kurtuluş Savaşı anılarıyla büyüdüm. Ve o zamandan beri yabancılardan nefret ettim.

Baba, biz Türkiye'nin 2. kurtuluş savaşçılarıyız.

Elbette ki hapislere atılacağız, kurşunlanacağız da. Tıpkı 1. Kurtuluş Savaşı'nda olduğu gibi.

Ama bu toprakları yabancılara bırakmıyacağız. Ve bir gün mutlaka yeneceğiz onları.

Düşün baba, bugün hükümet, işini gücünü bırakmış bizimle uğraşıyor.

Çünkü bizden başka gerçek muhalefet kalmamış durumda.

Ve hepsi Kemalist çizgiden sapmışlar. Ve tarih önünde hüküm giymiş durumdadırlar.

Biz çoktan onları tarihin çöplüğüne atmış durumdayız.

Baba, mektubuma son verirken seni, annemi, Bora'yı, Hamdi'yi devrimciliğimin olanca ateşiyle kucaklarım.

Ya vatan ya ölüm."

*

Deniz'in dedeleri İkizdere'nin Cimil köyünden.

Konya'dan Cimil'e gelen ailenin en büyüğü Mustafa Ağa'dır.

Gezmiş ailesi, Oğuz Türklerinden.
*

Gezmiş ailesi, zaman içerisinde Cimil köyünden Türkiye'nin değişik bölgelerine ekonomik nedenlerle göç ettikleri zaman Deniz Gezmiş'in dedesi de Erzurum'a gitmiş.

Deniz Gezmiş'in dedeleri, ilk önce Erzurum'un Ovacık nahiyesi Çıkrıklı köyüne yerleşmiş.

*

Gezmiş ailesi, Çıkrıklı köyünde uzun bir süre yaşadıktan sonra Birinci Dünya Savaşı ile Türk Kurtuluş Savaşında yaşanan olaylar nedeniyle Ilıca'ya bağlı Beypınar (Eski adı Öznü) köyüne yerleşmişti.

Birinci Dünya Savaşı ve Türk Kurtuluş Savaşı döneminde Ermeni çetecilerin yaptığı katliamlara bölgedeki Türkler direnmişlerdi.

Gezmiş ailesi de, diğer yurttaşlarında katılımıyla-desteğ iyle birlikte direnerek Ermeni çetecileri Ovacık bucağına sokmamışlardı.

Türk direnişçiler, Ermeni çetecilerin Erzurum Aşkale'den İspir'e giden yol bağlantısını kesmişler İspir bölgesinde büyük katliamlara yol açmalarını bir ölçüde engellemişlerdi.

*

Fakat Ermeni çeteleri, Erzurum bölgesinde Türk katliamları yaptı.

Erzurum ovasında Alaca köyü ve çevresinde katliamlar yapan Ermeni çeteler Efraim Gezmiş'i bu direniş sırasında katletmişlerdi.

*

Cemil Gezmiş, yaptığı bir açıklamada, Kurtuluş Savaşı döneminde Gezmiş ailesinin katkılarını şöyle anlatmıştı:

"Anne tarafından dedem, Balkan Savaşı'na askeri lise öğrencisi olarak katılmış, Kurtuluş Savaşı'nda yaralanmış ve İstiklal Madalyası almış şerefli bir subaydır.

Baba tarafından dedem, Sarıkamış Muhaberebesi'nde Moskof ordularına karşı savaşırken esir düşmüş ve üç yıl Sibirya ormanlarında işkence çekmiştir.

Gezmişoğulları Birinci Dünya Savaşı'nda onaltı şehit bir vermiş bir ailedir.

Babamın üç dayısı Erzurum'un geri alınmasında Ermeniler tarafından şehit edilmişti."

*

Erzurum Kongresi'nde Mustafa Kemal'e yardımcı olanlardan birisi de Deniz'in babası Cemil Gezmiş'in amcası Tabip Tevfik Bey'di.

Erzurum'un ilk baş tabibi olan Tevfik Bey, Erzurum Kongresindeki katkılarının yanı sıra Mustafa Kemal'in çok önem verdiği uçak sanayisinin oluşturulması amacıyla kurdurduğu Tayyare Cemiyeti'nin Erzurum Şube Başkanlığ'ını yapmıştı.

*

Deniz de, Türk Kurtuluş Savaşı'nın hedefiyle yetişmişti.

Deniz'in dedeleri birinci kurtuluş savaşçısıydı Deniz de ikinci kurtuluş savaşçısıydı.

Türkiye'nin bağımsızlığı için yaşamı pahasına mücadele veren herkesi sevgiyle anıyorum.

*

Turhan Feyizoğlu


.

Bir de Burdan Bak ve Dusun !. / Enkarnasyon Bilgisi İle Kisa Bir Analiz ve Hirant Dink Sembolu

Bu yazi, bu blogun baglanti grubu olan http://groups.yahoo.com/group/YuksekTurkiyeIdeali/  inde Hirant Dink'in karisinin "duygusal bir hak arayis" konusmasi uzerine gonderilmisti. 
Gundemde baska seyler olsa bile, mesele, ilk gunku tazeligini korudugu icin, alttaki yazi tekrar dikkatlerinize sunulmustur. Ermeniler'in ve diger etnik topluluklarin ve onlari haksiz yere destekleyenlerin, siddetini ve dozunu artirarak insanlik dusmanligi yapmaya devam ettikleri malumunuzdur.


Bir de burdan bak ve dusun !.


Ataturk'un Turkiye Cumhuriyetini secerek Turkiye'ye dogmus Turkler oz eletistirlerini yapiyorlar.

Acaba Ataturk'un Turkiye Cumhuriyeti'ni secerek Turkiye'ye dogmus olan Ermeniler- Hirant Dink'ler, Yahudiler ve digerleri, Turkiye Cumhuriyeti'ne karsi olan sorumluluklarini yerine getiriyorlar mi ? Turkiye Cumhuriyetinin vatandasi olarak, Turkiye Cumhuriyetinin ilelebet payidar kalmasi icin ne yapmislar ve halen ne yapiyorlar? Hele simdi tam zamani,  Yurtta sulh cihanda sulh icin ne yapiyorlar? hangi elle tutulur gozle gorulur somut cabalarin icindeler? Lafla peynir gemisi yurumez. Ne gibi icraatlari var bir de onlara bakin. Biliyoruz, "kor olur badem gozlu olur". Boyle demek ikiyuzluluktur.Neyse onu soylemek lazim. Ne Hirant'a ne diger Ermenileriler'e ne de diger "yurttaslari" hak etmedigi mevkiye koymak, en buyuk haksizliktir, zulumdur. Yanlis anlamayin, Adalatten kil kadar sasmaz yasalariyla evrenleri cekip ceviren Guc, hic bir varligin onune hak etmedigini komaz, hak etmedigini yasatmaz.

Turkiye Cumhuriyeti'nin Kurulus Ilkeleri icinde yasamayi hak edip dogdu Hirantlar da. Gene yanlis anlamayin, Hirant Dink sadece bir semboldur. Karisi da.  Bu semboller, PKK ile olan mucadelenin neresindeler? Hirant Dink'in karisi elindeki metinden okudu ve "birilerini" karanlik guc olmakla sucladi. Mealen, "Bebekler temiz dogar ama onlari kocami, kardeslerimizi oldurecek sekilde yetistiren karanlik gucu sorgulamak gerekir." dedi. Bak sen. Karanlik guc yuvarlak bir laf. Bunu, "ayrim yapmadim" demek icin kullandi.  Halbuki kullanma sebebi belli. Ilk egitim ve ogretim, suurlati yazilimi nerde baslar? Ana kucaginda baba ocaginda. Sorumlulugu, Turk ana kucagi baba ocagina ve Turkler'e yikti gitti. Metindeki bakis, "Medeniyet, dunya insanligi birdir." gercegi ile hic alaka kurmamis. Sanki Turkler'le ayni gok catinin altinda , ayni topraklarin her yerinde yasamiyorlar. Oyleyse, biz de onlarin anlayabildikleri dille konusalim: Kendilerinin "Asala teror orgutu"  Turk elcileri oldururken, elciliklerimiz kan golu icinde birakilirken, Hirant'in karisinin demecinin aynisini neden yoktu?

Fransizlar "o yasa" yi cikarma karari alirlarken, Turkiye Cumhuriyeti Yurttasi olarak, bir iki ciliz laf disinda hangi guclu, etkili faaliyette bulundular? ve Hirantin karisinin demecinin aynisini neden yoktu? Bu, çifte standarttır.

Kendilerini, Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşı olarak da sorumlu hissetmiyorlar; "Yurtta sulh, cihanda sulh" için Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşlarıyla  işbirliği yapmak için elle tutulur gözle görülür herhangi bir samimi çabalarını gösterin, gösteremezsiniz çünkü yok.

Kendilerine Turk demeyen yurttaslar, Turkiye Cumhuriyeti bireyleri olarak bu Yurdun tum nimetlerinden fazlasiyla yararlaniyor. Durum boyle iken, Ermeni ve kendine Turk demeyen diger yurttaslardan Turkiye Cumhuriyetinin ilelebet payidar kalmasi icin canini disine takmis, bedenini siper etmis mucadele veren bir tane de olsa bir isim gosterin? Gosteremeyeceginizi sizlerde biliyorsunuz.  

Turkiye Cumhuriyeti'nde ilelebet payidarligi  icin ne yaptiklarina bakiyorum. Sulh icin laf etmis bir iki isim verilmeye kalkilsa bile, bunlar, Ugur Mumcular gibi Turkiye Cumhuriyeti'nin ilelelebet payidar kalmasina ve Yurtta sulh, Cihanda sulha kendini vakfetmis midirler ?!  Azicik da olsa icten, gercek anlamda cabalarini gormedik bu yolda. Ornek vereyim, PKK teroruyle olan mucadelede ne yarim agiz lafla ne de  "gosteris icin olsun" diye bile olsa hic ortalikta yoklar.

Ermeni yurttaslar ve kendilerine Turk demiyen diger yurttaslar, ve uluscu olmayan yurttaslar, kendilerinin de  haklarini PKK terorune karsi savunurken sehit olmus Mehmetciklerin cenazelerinde nedense ortalikta yoklar. Benim mi gozumden kacti bilmek isterim. Yanlis anlasilmasin, 'ben Turkum' demeyen, Ataturk'un milliyetcilik anlayisina ulasamayan yurttaslari suclamiyorum.  Turk olarak, siyasi bilincsizligimizin; merhametimizin, bilincsiz sevecenligimizin; adam sendeciligimizin, baskalarina inanmak icin inanmamizin bize asilsiz suclama olarak, kursun olarak donmekte oldugunun  gorulmesini istiyorum.

Size anlatmak istedigim herseyi ifade eden alttaki forward yaziyi tekrar okuyun lutfen.

"Varliklar enkarne olurken onlari kendine ceken sey, beseri planda mevcut olan enerji alanlari yani bilgi alanlaridir.

Yani, beseri plandaki hangi alanin icersinde kendilerini gelistirebileceklerini veya hangi alanin gelisimine katkida bulunabileceklerini daha onceden kararlastirmakta ve ona gore dogus planini yapmaktadir varliklar.  Ve tabiidir ki icersine enkarne olacagi alanin muphemligini de yuklenme soz konusudur boylece.

Durum boyle olunca, o alanda acilan ilerleme imkaninin sorumluluklari ile tanisip, o sorumluluklari tasima faaliyetleri icersine girebildigi olcude varlik, ilerlemeler kaydedebilir.

Kisacasi sorumluluklar, ilerleme taslaridir !.

Ataturk’un Kurdugu Turkiye Cumhuriyetini secerek enkarne olmus varliklar olarak her birimiz, Alanimizin bize actigi ilerleme, ilerletme imkanlarinin sorumluluklarinin idrakinde - suurunda miyiz? ne kadarinin suurundayiz?

Ozetle demek istedigim o ki, bu enkarnasyonumuzun hakkini verebiliyor muyuz? "

--

Sinirlarinin baska insanlarin sinirlari icersinde yok olup gitmesine asla izin verme!

Nurgul Erdat
.

TÜRK MİLLETİ’NİN MANEVİ GÜCÜ VE DİSİPLİNİ

Hon.Prof.Dr.Nurullah AYDIN

29 Nisan 2012-ANKARA



Türk Milleti; tarihin her safhasında, her coğrafyada bulunmuş, devletler kurmuş, adaletin, güvenin, huzurun düzenini kurmuştur.

Türk’ün en önemli özelliği; manevi değerlere sahip olması, savaşçı özelliği ve disiplinidir.

Bakın; ABD’de 1957 yılında yayınlanan MC CALL isimli dergide; Kore Savaşı sırasında Çin’deki esir kamplarında geçen bir olay şöyle anlatılır.

...Kampta, kızılların yaptıkları ilk iş, Birleşmiş Milletler ordularından esir alınan askerlerin kendi memleketlerine ait üniforma ve rütbelerini sökmek olmuştu. Bunların yerine herhangi bir rütbe işareti olmayan düz ve tek tip elbise dağıtılmıştı.

Bu durumda, Çinlilerin ilk anda bekledikleri gerçekleşti. Birleşmiş Milletler ordusunu oluşturan çeşitli ülkelerin askerlerinde, rütbesiz olmanın getirdiği disiplinsizlik başladı. Arkadan rütbe otoritesinin yerini pazu kuvveti aldı. Güçlü olanın sözü geçmeye başladı. 100 kişilik bir esir grubuna 10 kişilik yemek verildi. Dağıtılmayıp ortaya konan bu yemeği, bileği güçlü olanlar aldı. Diğerleri aç kaldı. Hasta olanlar bakıma alınmadı. Kendi hallerine terk edildi. Sık sık ölümler görüldü.

Yalnız bu esirler arasında bir grup hemen dikkati çekiyordu... Bunlar Türklerdi... Üniformaları yoktu. Rütbe işaretleri yoktu. Ama, Yüzbaşı yine Yüzbaşı, Onbaşı yine Onbaşıydı. Rütbeli gibi davranışları vardı. Esir kampındaydılar ama sanki barış şartlarındaki bir kışlada yaşıyormuşçasına disiplin içindeydiler. Sabahları alışılagelmiş tekmiller alınıyor, sabah sporu yapılıyordu. Hasta olanlar ayrılıyor, yine kendi içlerinden belirledikleri görevlilerle bakımları ve tedavileri yapılıyordu. Kendilerine göre bir eğitim programları vardı. Spor yapıyor, güreş tutuyor, oyun oynuyorlardı. Yemek zamanı gelince ekmek ve yemek ortaya konuyor, gözetim altında eşit olarak bölüşülüyordu. En sonunda da Yüzbaşı, diğerleri ne kadar aldıysa o kadar alıyordu.

Bu durum, Çinli subay ve yöneticilerin dikkatini çekmekte gecikmedi.

Yüzbaşıyı, grubun başından alıp hapsettiler.

Ama, durumda bir değişiklik olmadı. Bu sefer en kıdemli bir Teğmendi. Başa hemen o geçti. Her şey hiçbir şekilde bozulmadan aynen devam etti. Teğmeni de hapsettiler.

Bu sefer, başa en kıdemli olan bir Başçavuş geçti. Ne var ki, diğer Birleşmiş Milletler ordusu askerlerinin şaşkın bakışları arasında, yine tekmiller alınıyor, sporlar yapılıyor, hasta ve yaralıların bakımları yapılmaya çalışılıyor, herkesin birbirine sevgi ve saygısı hiçbir şey olmamışçasına devam ediyordu.

Nihayet, üniversitelerden gelen psikolog ve terbiyecilerden oluşan bir grubun önünde, hapisten çıkarılan Yüzbaşı sorguya çekildi. Neydi bu olayın sırrı? Diğer ülke askerleri arasında en ufak bir birlik bulunmazken, her yerde bileği güçlü olanın sesi çıkarken, diğer ülke askerleri arasındaki hasta ve yaralılarla kimse ilgilenmezsen, nasıl oluyordu da Türk askeri böyle davranıyordu?

Yüzbaşı, bu soruyu gülümseyerek cevapladı: "- Bu davranışların kökü, Türk askerinin kışlada aldığı askeri terbiyeden evvel, evinde aldığı geleneksel Türk aile terbiyesine dayanır. Bütün ülkelerde askerlik hayatı ile sivil hayat arasında büyük farklar vardır. Onlarda disiplin hayatı üniforma giydikten sonra başlar. Halbuki biz onu evvelâ anamızdan öğreniriz. Aile içinde uygularız. Evde herkesin yeri ve sırası bellidir. Sıra değişmez. Görev devreder. Köylerimizdeki kahvelerde, camilerimizde bile davranışlarımızın özel bir sırası, düzeni vardır. Hastalarımıza dağ başlarındaki köylerimizde doktor bulamayız. Kendi imkânlarımızla biz bakarız. Köylerimizde gece görülen tek ışık, hasta beklenen evlerimizdedir. Bizde en ümitsiz hasta bile kendi haline terk edilmez. Başkasının hakkını yemek, yanımızdaki aç iken kendi karnımızı doyurmak dini ve milli ahlâkımıza uymaz."

MC CALL Dergisi, kendi halkına sorar: "...Anadolu bozkırının ortasında doğan, bin bir mahrumiyet içerisinde yetişen Türk çocukları bizim her türlü imkânları, rahatlıklı hayatı vererek yetiştirdiğimiz çocuklarımızla aynı şartlar altında, aynı sınavı geçirdiler. Onlar muvaffak oldular. Tam gittiler, tam olarak geri dönmesini becerdiler. Bizimkiler birbirlerine ellerini uzatmadılar. Yalnız kendileri için, bireycilik ve bencillikle yaşamanın örneklerini verdiler. Nedir bu bizim cemiyetimizin zayıflığının ve çürüklüğünün sebebi? Nedir bir türlü çözülemeyen Türkün kuvveti, manevi gücünün sırrı?”

İşbirlikçi ve döneklerce, devletin sarsıldığı, değerlerin altüst edildiği günümüzde; Türk Milleti’nin asil evlatlarının bir kez daha kutsal görev zamanı gelmiştir.

Türk Milleti’nin varlığı ve bekasının tehdit altında tehlikede olduğu bugünlerde; birlik ve beraberliğimizi bozmak, milli ve manevi manevî değerlerimizi parçalamak isteyen şarlatanlarca, ileri demokrasi, açılım saçılım, yeni anayasa adıyla yürütülen ihanet uygulaması karşısında Türk Milleti; sahip olduğu disiplinle hareket edecektir.

Günün Sözü: Doğru strateji, disiplin, sakinlik zafere giden yoldur.

.

HITLERIN IMAMLARI

Hitler’in Müftüsü Hacı Emin El Hüseyni, Hitler yok edildikten sonra, Rusya’ya karşı Amerikan hizmetine girip, “Müslüman Kardeşler” örgütünün temellerini atacak ve “İslam Birliği Konferansları” örgütlemekle meşgul olacaktı.

BUGÜN ÇEŞİTLİ KILIKLAR, KİSVELER ALTINDA GÜNÜMÜZ HİTLERLERİNİN ÜLKEMİZDE ÇEŞİTLİ KILIKLAR, KİSVELER ALTINDA İMAMLARI MEVCUTTUR. YÜKSEK TÜRKİYE İDEALİMİZE ENGEL BU İMAMLARDAN KURTULMAK HER YAŞTAN GENCİN VAZİFESİDİR.!



HITLERIN IMAMLARI



ABD Milli Arşivşeri tarafından geçtiğimiz günlerde bir rapor hazırlandı. Adı: Hitlerin gölgesi:  Nazi savaş suçluları, Amerikan istihbaratı ve soğuk savaş binlerce belgeden yararlanarak yazılmış.Norman J.W. Goda ve Richard Breitman  adlı iki Amerikalı üniversite profesörünün yazdığı raporö bu konuda yayınlanan 2004'teki bir rapora ek. Önemi de Kudüs müftüsünün Hitlerle yaptığı işbirliğini ispatlaması.

 Belgelere göre Naziler Ortadoğuyu ele geçirip orada yaşayan 250,000 yahudiyi öldürdükten sonra müftüyü Arapların lideri yapmaya taahhüt etmişler.  1940ilarda bir Alman subayının aylık maaşının 25,000 mark olduğu zamanlarda Naziler Husseyniye aylık 50,000 mark maaş bağlamışlar, ve özel masrafları için aylık 80,000 mark daha vermişler.

Müftünün faaliyetleri arasında 1943 te Alman müttefiği olan Hırvatistanda SS Boşnak - Müslüman 13 üncü dağcı birliğini kurmak

Aşağıdaki metin Cengiz ÖZAKINCI nın bu konudaki çalışmasından alınmıştır.

                                        

                      
                     
 Hitler’in ordusunda örgütlenen Müslüman askerlerin üniforma ve  fes başlığında Nazi kartalı, gamalı haç ve kurukafa vardı.

Kudüs Müftüsü olarak anılan Muhammed Emin el Hüseyni (1895 -1974) Kahire’de El-Ezher üniversitesinde bir yıl kadar İslam Hukuku okumuş; 1913’te 18 yaşlarında Mekke’ye gidip hacı olmuş, İstanbul’da öğrenimini sürdürürken I. Dünya Savaşı patlak verince topçu subayı olarak İzmir’de görev yapmıştı.
                                    
                 Hacı Emin El-Hüseyni, 1. Dünya Savaşı başında Osmanlı subayı üniformasıyla

Kasım 1916’da, savaş sürerken “hastalık” bahanesiyle Osmanlı ordusundaki görevini bırakıp Kudüs’e yerleşen Hüseyni, birden bire “iyileşerek”, İngiliz uydusu Şerif Hüseyin’in Osmanlı’ya karşı ilan ettiği Cihad’a katılarak İngiliz ordusuna hizmet etmeye başlamış, İngiliz işbirlikçisi Emir Faysal’ın ordusuna asker toplamış ve İngilizlerin safında Osmanlı’ya karşı savaşmıştı.1917’de Filistin’i ellerine geçirip orada bir Manda yönetimi kuran İngilizler, Hacı Emin El-Hüseyni’yi İngiliz işgal ordusunda görevlendirmişlerdi.                         
1921’de Kudüs’te İngiliz yönetimi altında yapılan müftülük seçimlerine aday olarak katılan Hüseyni en az oyu almasına karşın, İngiliz yönetimi bu seçimi geçersiz sayıp kendi adamları olan Hüseyni’yi Kudüs Müftüsü olarak atamışlardı. 1931’de Kudüs’te İngilizlerin güdümünde bir “İslam Kongresi” toplayan Hüseyni, yazışmalarda “Yüksek İslam Konseyi Başkanı” ve İngiliz yönetimin kendisine verdiği “Kutsal Toprakların Müftüsü” ünvanlarını kullanıyordu. Hüseyni 1931’de topladığı İngiliz güdümlü İslam Kongresi’ne o sırada Fransa’da sürgünde yaşayan son Halife Abdülmecid Efendi’yi de çağırmış, Atatürk Türkiyesi buna şiddetle karşı çıkarak Hüseyni’nin Hilafeti diriltmesine izin verilmeyeceğini açıklamıştı.

                          
II. Dünya Savaşı patladığında Hüseyni, Yahudi karşıtı bir çizgi izleyen Almanya’yla bağlantı kurmuştu. Mayıs 1941’de Müslüman Arapları eski efendileri İngiltere’ye karşı Almanya’nın safında savaşa çağırarak Cihad ilan eden Hüseyni, dört gün sonra İngiliz ordusu Irak’ı işgal edince, önce İran ve Türkiye üzerinden İtalya’ya gidecek, Hitler’in faşist yoldaşı Mussolini ile görüşmeler yapacak ve oradan Almanya’ya geçecekti. 

Müslümanlar arasında Hitler yandaşlığı uyandırmak üzere yayınlara başlayan Hüseyni, her gün Alman radyosunda konuşarak Balkanlarda yaşayan Müslümanları Hitler’in komutası altında İslam Cihadı’na çağırıyordu. Çağırılarını Kudüs Müftüsü olarak yapan Hüseyni’nin yayınları Balkanlardaki Müslümanlar üzerinde oldukça etkili olmuş, genç Müslümanlar silah altına girerek Müslüman Nazi Bölükleri oluşturmuşlardı. Hüseyni, Cihad çağırısına koşan bu Müslüman gençlere ilk iş olarak Alman propaganda bakanlığınca basılan “İslam ve Yahudilik” adlı kitabı okutarak onları Yahudi düşmanlığıyla dolduruyordu. 

                           
   Nazi ordusuna katılan Müslüman askerler, Almanya’da Hüseyni’nin verdiği “İslam ve       
  Yahudilik” kitabını okuyor.
           
Hüseyni tarafından Yahudi düşmanlığıyla doldurulan Müslüman gençler, doğrudan Hüseyni’nin denetiminde yürütülen silahlı eğitimlerden geçerek Almanya safında cepheye sürülüyordu. Hitler ordusunda “Hancar” (Hançer) adıyla anılan Bosnalı Müslüman askerlerden oluşan birliklerin Hüseyni tarafından çizilen bir de bayrağı vardı. Bu bayrakta bir Gamalı Haç ve kılıç sallayan bir el yer alıyordu.
                      
                              Hançerli gamalı haçlı Müslüman Hitlercilerin bayrağı

20 Kasım 1941 günü Nazi partisinden Ribbentrop ile görüşen Hüseyni, 28 Kasım 1941’de Hitler’le de görüşecek ve yalnızca Balkanlardaki Müslümanları Alman askerine dönüştürmekle yetinmeyip, Ortadoğu’daki bütün Arapları da Almanya’nın safında savaşa sokabileceğini söyleyecekti.
Bu görüşmede Hitler,Hüseyni’yi “Araplarla ilgili konularda karar verecek kişi ve Arapların önderi” olarak tanıdığını bildirmiş, gelgelelim Arap devletlerinin bağımsızlığı için kendisine herhangi bir söz vermemiş; “Alman ordusu güney Kafkasya’ya (yani Bakü petrollerine) ulaşana dek, Arapların bağımsızlığı sözünü açıkça söyleyemeyiz” demişti. Bunun anlamı açıktı: Hitler’in Rusya’ya karşı açtığı savaş, kendi topraklarında hiç petrol bulunmayan Almanya’nın Kafkas/Hazar petrollerine ulaşmasını amaçlıyordu. 
                        
                                          Hüseyni, Hitlerle başbaşa - 28 Kasım 1941


                              
  Hüseyni, Himmer’le çektirdiği bu imzalı fotoğrafları Alman desteğinin
   kanıtı olarak Müslüman gençlere gösteriyordu.

                                         
Büyük Müftüye: Büyük Almanya’nın Nazi Hareketi bayrağının üzerinde en başından beri Dünya Yahudiliğine karşı savaşmayı yazmıştır. Özgürlüksever Arapların özellikle Filistin’de Yahudilere karşı mücadelesine özel bir yakınlık duyarız. Büyük Nazi Almanyası ile Özgürlüksever Araplar arasında bu konuda dünya çapında bir doğal uzlaşı vardır. Sizi sonuna dek destekliyoruz. İmza: Reichsfuehrer S.S. Heinrich Himmler.”

            
Naziler 18 Aralık 1942’de Berlin’de bir “İslami Merkez Enstitüsü” kurmuş,başına Hüseyni’yi getirmişler; enstitünün açılışında Nazi Propaganda BakanıGoebbels de hazır bulunmuş ve Hüseyni, yaptığı açış konuşmasında: “Yalnızca Nazi’lerle Araplar ortak düşmana sahip değil, aynı zamanda Nazizm ile İslam da, idealler, disiplin, toplum düzeni, itaat ve yönetim ruhunda ortak zemine sahiptir,” demişti. 
                    
                                Hüseyni Berlin’de İslam Merkez Enstitüsü’nün açılış
                                      konuşmasını yapıyor. 18 Aralık 1942
Hüseyni, öyle ya da böyle, tıpkı Enver Paşa gibi Almanya’nın başarısına bel bağlamış ve yine tıpkı Enver Paşa gibi Almanya’nın güdümünde “Cihad” ilan ederek Müslümanları Almanya’nın safında savaşa çağırmıştı. II. Wilhelm’in gözünde Enver Paşa neyse, Hitler’in gözünde Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni oydu. Almanlar Müslümanları kendi ordularına asker yazmak için Hüseyni’ye büyük değer verdiklerini duvarlara büyük yaftalar basıp çoğaltarak gösteriyorlardı.

                         
                   “Nazi Müftüsü”ne dönüşen Hüseyni, Müslüman askerleri “Heil Hitler”
                          diye selamladığı gibi Müslüman askerler de Hüseyni’yi Nazi selamı
                          vererek “Heil Hitler” diye karşılıyordu 

Hüseyni’nin Hancar (Hançer) ve Waffen olarak anılan Müslüman Nazi birliklerini denetlerken çekilmiş görüntüleri Alman propaganda bakanlığı tarafından yayımlanan dergilerde, gazetelerde yer alıyordu. Bu fotoğraflarda ilgimizi çeken en anlamlı yön, Hüseyni’nin denetlediği Müslüman Nazi birliklerinin önünden “Nazi Selamı” vererek geçmesiydi. “Selâm-ı Aleyküm” ya da “Aleyküm Selâm”ın yerini de Almanca “Heil (Yaşasın) Hitler” almıştı.

                   

                  Hüseyni, Alman saflarında çarpışmak üzere cepheye giden Müslüman askerleri
                  ”Heil Hitler” diye  uğurluyor.
                  

Hüseyni, Nazi ordusunda görev yapan Müslüman subayları topluyor, onları “İslam İlkeleriyle Nazi ilkelerinin birbirlerine çok benzediği, bir Müslüman’ın Hitler tarafından belirlenen Nazi ilkelerine uymakla Allah’ın buyruğunu da yerine getirmiş olacağı” yalanıyla aldatarak savaşa sürüyordu. Bosna’ya da giden Hüseyni, oradaki Müslüman Nazi (Hancar-Waffen) birliklerini yerinde denetlemiş ve Hitler’in ordusunda savaşmanın bir Müslüman için “Mukaddes Cihad” olduğunu söylevlerle beyinlerine kazımıştı.
                   
Almanya’da Hitler için çalışan tek Müslüman din adamı Hüseyni değildi kuşkusuz. Irak’lı Seyyid Abdülvahab el-Geylani’nin oğlu Seyyid Raşid el-Geylani de Hitler’in hizmetine koşanlar arasındaydı. 1933-1941 arası üç kez Irak Başbakanlığı koltuğuna oturmuş olan Seyyid Raşid el-Geylani; Hüseyni’nin 1930’ların sonunda Irak’ta kurduğu İngiliz karşıtı darbeci gizli örgütün üyelerindendi. Hüseyni Mayıs 1941’de Irak’ta İngilizler’e karşı cihad ilan ettikten sonra İngilizler Irak’ı işgal etmiş, önce Hüseyni ve ardından iki hafta sonra da Seyyid Raşid el-Geylani Berlin’e gelmişti. Hitler ve Ribbentrop Geylani’yi Almanya’da iyi karşılamış, iyi ağırlamış; o da tıpkı Hüseyni gibi Arap Müslümanları Hitler ordusunda savaşa çağırma göreviyle radyo yayınları yapmaya koyulmuştu.


                              
                Seyid Raşid El-Geylani Hitler ve Ribbentrop’la Berlin Karargahında (Aralık 1941)
                       

                      Hüseyni (soldan 2.) SS yemeğinde Nazi karavanasına kaşık sallıyor.

İslam dünyasında daha önce Alman İmparatoru II. Wilhelm tarafından oynanan oyun 1930’ların ortalarından başlayarak, yine Almanya tarafındanbu kez Hitler eliyle sahneye konulmuştu. Katolikleri Papa XII. Pius, Evangelikleri Frank Buchman, Arap Müslümanları Kudüs Müftüsü Hacı Emin El-Hüseyni ve Türk Müslümanları Cevat Rıfat Atilhan aracılığıyla denetimleri altına almayı amaçlıyordu Naziler. I. Dünya Savaşı yıllarında Filistin cephesinde görev yapmış bir Osmanlı subayı olan Cevat Rıfat Atilhan, Hitler’in buyruğunda çalışan Arap Irkçısı İslamcı Hacı Emin el-Hüseyni gibi, Hitler’in koruyucu kanatları altında bir Dünya İslam Birliği kurulmasına çalışıyordu. 

                            
Hitler’in yükselişi onu tıpkı I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi yeniden Almanlarla çalışmaya yöneltmiş, 1935 yılında Berlin’de yapılan bir Uluslararası Nazi Kongresine delege olarak katılmıştı. Hitler yönetimiyle yakın ilişkiler kuran Atilhan, Ribbentrop’la ailecek tanışıyor ve görüşüyordu.

“Dünya İhtilalcileri: İsrail” adlı kitabında bu yakınlığı şu sözlerle açıklamıştı Atilhan:“Nüremberg’de idam edilen von Ribbentrop’un karısı, 1962’de neşretmiş olduğu 540 sahifelik “Verschwörung Gegen den Frieden” isimli kitabını bana hediye etmiştir; içinde öyle korkunç ifşaatlar vardır ki, insanın tüyleri ürpermeden okuması mümkün değildir.”

Cevat Rıfat Atilhan, Hitler’in finansörü Henry Ford’u da Hitler denli övüyor; onu “servetinden daha büyük bir ruha sahip olan Amerikalı milyarder Henry Ford” diye anıyor ve “Büyük ve mümtaz insan Hery Ford’un ‘Beynelmilel Yahudi’ isimli meşhur eseri”nden söz ediyordu sık sık kitaplarında. Ancak ortada ilginç bir durum vardı. Atilhan, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’ya karşı İngilizler’le birlik olup kurşun sıkan Yahudiler’e kızıyor; fakat tıpkı bu Yahudiler gibi İngilizler’le birlik olup Osmanlı’ya kurşun sıkan Müslüman Araplar’a hiç kızmıyordu. 

Dahası, İngiliz buyruğuna girip Osmanlı’ya kurşun sıkanların elebaşılarından olan Arap Irkçı Hacı Emin el-Hüseyni ile birlikte, yanyana, omuz omuza çalışıyordu Hitler’in buyruğunda... Avukatının açıkladığı üzere, Siyonizm’e karşı olduğu için Hitlerin yanında yer alan Atilhan Almanya'ya davet edilmiş, büyük bir itibar gösterilmiş, Hitler ile tanıştırılmış ve emrine açık ve istediği kadar para çekebileceği çek verildiği halde bunların hiç birisini kabul etmemişti.

                                       
                         Hitlerin müftüsü Hüseyni Almanya’da bir NAZİ partisi toplantısında.

Nazi’ler bir yandan Kafkaslara, diğer yandan Ortadoğu’ya egemen olma düşlerinin bir parçası olarak, yine bol bol Alman altınlarıyla, Müslüman Türkleri ve Müslüman Arapları Alman yayılmacılığının paralı askerleri olarak kullanmayı başarıyordu. Kudüs Müftüsü Hacı Emin El Hüseyni ‘Hitler savaşı kazanırsa Yahudileri Filistinden çıkartır’ düşüncesiyle destekliyordu Almanya’yı... 
Tıpkı I. Dünya Savaşı’nda Almanya ile işbirliği yapan Osmanlı, Alman İmparatoru II. Willhelm’i müslüman dünyaya “Gizli Müslüman Hacı Willhelm” diye tanıttığı gibi; II. Dünya Savaşı’nda bu kez de Hitler’in gizli Müslüman olduğu yayılmaya başlamıştı İslam dünyasında. Nasıl 1920’lerde hatasını anlayan Mehmet Akif 1910’lu yıllarda dünya Müslümanlarını Alman İmparatoru’nun buyruğuna sokmak için çabalamışsa, 1930’lu,1940’lı yıllarda da Kudüs Müftüsü Hacı Emin El Hüseyni de Hitler başarılı olursa Filistin’de Yahudi sorunu kalmaz düşüncesiyle Hitler’le buluşmuş, görüşmüş, düşünce birliğine varmış, desteklemiş; Nazi propaganda takımına katılmış, Alman radyolarından Müslümanlara seslenerek tüm Arap dünyasına Hitler’in komutasında savaşa katılmaları çağırısında bulunmuştu. 

                     
       Hacı Emin El-Hüseyni, yüzbinlerce Müslüman’ı Alman ordusu saflarına katma
            başarısı nedeniyle Nazi subayları tarafından kutlanıyor.


Hacı Emin El-Hüseyni’nin propaganda çalışmaları sonucu ilk adımda Bosna, Kosova, Makedonya, Bulgaristan, Romanya, Batı Trakya, vb. gibi Avrupa topraklarında yaşayan Müslümanlardan yaklaşık yüzbin kişi Hitler’i İslam’ın kurtarıcısı sayarak Nazi birliklerine katılmıştı. Hüseyni’nin Ortadoğu Araplarına yönelik propaganda çalışması, “Hitler  gelecek, Araplar İngiliz ve Yahudi boyunduruğundan kurtulacak” savına dayanmış, Hitler’in Müslüman dostu ve kurtarıcısı olduğu yargısı beyinlere kazınmıştı.
Bunlara göre, “Mussolini aslında gerçek adı Musa Nili olan bir Müslüman’dı. Hitler de Haydar adıyla gizlice Müslümanlığı seçmişti. Müslüman belledikleri Hitler’i “Haydar” diye adlandıranlar olduğu gibi, ona “Ebu Ali” adını verenler de vardı. Daha beteri, Hitler’in Mısır’lı yandaşları Tanta’da bir evi, Hitler’in annesinin doğduğu ev olarak gösterip, o evi Kabe gibi tavaf etmeye başlamışlardı. Hitler’in Müslüman Arap yandaşları, onu peygamber kertesinde ululayan marşlar söylüyorlardı:
“Ne Monşer, ne Mister! Gökte Allah, Yerde Hitler!”
          
Sovyetler Birliği’nde yaşayan Müslüman Türklere yönelik çalışma ise; “Rusların dinsiz oldukları, komünizmin dinsizlik olduğu, Müslüman Türkleri dinsiz Rusların boyunduruğundan kurtaracak biricik gücün, Haydar adıyla gizli Müslüman olan Hitler olduğu” propagandasıydı.
Sovyetler’de yaşayan Müslüman Türkler, bu çalışmalar sonucu Hitler’i ve Almanya’yı tıpkı Birinci Dünya Savaşı yıllarında Wilhelm Almanyası’nı olduğu gibi İslam’ın dünya üzerindeki biricik koruyucusu olarak görmüş ve Alman ordusundaki özel Müslüman birliklerinde yüzbin üzerinde Müslüman Türk de yer almıştı.



       Kafkaslardaki Türk Müslümanlara yönelik İslamcı Nazi propaganda afişi
                           
Nazi Almanyasını, hem Arapları İngiliz boyunduruğundan hem Türkleri Sovyet boyunduruğundan kurtaracak tek güç ve Müslümanlığın dünya üzerindeki koruyucusu olarak gösteren yayınlar Kafkaslarda Sovyet yönetiminde yaşayan çok sayıda Müslüman’ın Nazi ordusuna katılmasını ve Sovyet sosyalizmine karşı bayrak açan General Vlasov komutasında cepheye sürülmesini kolaylaştırmıştı.

I. Dünya Savaşı’nda Almanların Türk Müslümanları, İngilizlerin ise Arap Müslümanları kendi dünya egemenliği amaçları doğrultusunda cepheye sürüp savaştırma yöntemi, 20 yıl sonra Adolf Hitler tarafından kullanılırken, II. Wilhelm’le Adolf Hitler arasındaki tek ayırım, Hitler’in Hazar ve Sibirya petrollerini birincil önemde, Ortadoğu petrollerini ikincil önemde görerek, tüm gücüyle Sovyetlere saldırıp, öncelikle Hazar ve Sibirya petrollerini ele geçirmeye yönelmesiydi. 



                                                 Nazi ordusunda Kafkas Türkleri

Bu durum, Ortadoğu petrollerine bulaşmaması koşuluyla, Rusya’ya yönelik işgal girişiminin Amerika, İngiltere ve Fransa tarafından desteklendiği anlamına geliyordu.
Hitler’in Ortadoğu’da Müslüman Araplardan önce Balkanlar ve Kafkasya’da Müslüman Türkleri kendi yanına çekme çabasının özü buydu. Tıpkı 1914’te Osmanlı’yı Almanya’nın yanında savaşa sokmak için 5 milyon altın verildiği gibi, 5 Aralık 1942’de Alman Dışişleri Bakanlığı’ndan Türkiye Büyükelçisi Von Papen’e Türkiye’deki Alman dostlarına dağıtılmak üzere 5 milyon altın Alman markı gönderilmiş ve bu para Türkiye’de Alman yandaşlığını örgütlemekte kullanılmıştı. 
                      
 Türk ordusunda, bürokrasisinde, aydın ve yazarları arasında Alman altınlarıyla beslenen bir Alman yandaşlığı akımı yayılmıştı. Türkçülük, Turancılık, İslamcılık, o yıllarda Alman yandaşlığını savunmuş; öyle ki, Cumhuriyet gazetesi başyazarı Yunus Nadi bile, Türkiye’nin Hitler’le anlaşıp Rusya’ya karşı savaşa katılması gerektiğini savunan başyazılar yazmıştı. Ama, hiç biri işe yaramayacak; Hitler’in Amerika tarafından kendisine şırınga edilen İslamcılar dahil bütün dinlerin önderlerini tavlayarak dünyaya egemen olma düşleri çökecekti.
                         
             Hitlerci Müftü Hitler ordusuna aldığı müslüman gençlere silah kullanmayı öğretiyor.

Hitler, kendisini kışkırtıp para ve teknoloji sağlayarak Rusya’ya saldırtan Amerika tarafından ortadan kaldırılacak; Almanya, savaş sonunda bir Amerikan yarı-sömürgesi olacak; İngiltere ve Fransa, Almanya’ya kaptırmaktan korktukları sömürgelerini, kurtarıcı olarak gördükleri Amerika’ya kaptıracaklardı.Hitler’i besleyip, palazlandırıp, Rusya’ya karşı savaşa süren Amerika’nın daha sonra onu diktatör ilan ederek Almanya’ya saldırması ve işgal etmesi, günümüz  insanı için anlaşılmaz bir durum değil; bunun örneklerini içerisinde yaşadığımız dönemde de gördük.

Humeyni devrimiyle İran’dan kovulan Amerika, her türlü silahla donattığı Saddam’ı tam sekiz yıl boyunca İran’a saldırttı, sonra da onu diktatör ilan ederek Irak’ı işgal etti. Rusya’ya karşı Usame Bin Ladin’i yıllarca destekleyen Amerika, sonra onu en büyük terörist ilan ederek yok etmeye yöneldi.
             
   Hitler’in yenilmesinden sonra Gehlen gibi pek çok Nazi istihbarat görevlisiyle  Amerikan hizmetine alınan Hacı El-Hüseyni 1946 yılında Amerika’nın Rusya’ya  karşı kullandığı ”İslam kartı”nın önde gelen örgütleyicilerinden biri olarak görevinin başında.
Hitler’in başına gelen neyse, Saddam’ın ve Usame Bin Ladin’in başına gelen de oydu. Tarih, dış güçlerin kışkırtmasıyla dünyanın ya da herhangi bir bölgenin egemenliğine soyunacaklar için derslerle dolu.
Hitler’in Dünya İmparatorluğu düşlerini önce kışkırtıp sonra öldüren Amerika, hemen ardından Osmanlı İmparatorluğu’nu diriltme düşleri kurduracaktı Türkiye’ye...

                              

                  Hitlerci müftü Hüseyni, Hitler yok edildikten sonra Amerikan hizmetinde.

Hitler’in Müftüsü Hacı Emin El Hüseyni, Hitler yok edildikten sonra, Rusya’ya karşı Amerikan hizmetine girip, “Müslüman Kardeşler” örgütünün temellerini atacak ve “İslam Birliği Konferansları” örgütlemekle meşgul olacaktı.

Dünya imparatorluğu düşleriyle savaş alanlarına sürdüğü Hitler’i yok eden Amerika; II. Dünya Savaşı sonrasında kendisi dünyanın tek egemeni olmaya  soyunacaktı.... Ve tabii tıpkı Napolyon, II. Wilhelm, Hitler, vs. gibi yine dinleri kullanarak... Nasıl mı? “Türkiye’nin Siyasi İntiharı: Yeni-Osmanlı Tuzağı” kitabımda uzun uzun yazdım; ama, Hacı Emin El-Hüseyni’nin o kitabımdan özetlediğim şu Hitler macerası bile, dinin hangi amaçlarla, kimler tarafından, nasıl kullanılabildiğini kavramaya yetmez mi?
                                         
                                         

Metin Yazarı:Cengiz ÖZAKINCI (kısaltılarak alınmıştır)


http://www.hasturktv.com/anti_semitizm/1372.htm
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...