CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

NEVRUZ BİR TÜRK GÜNÜDÜR




         Nevruz, Türklerin Bayramıdır. Kendisini bir başka şekilde tanımlasa bile, Nevruz’u bayram olarak kabul eden ve kutlayan herkes asıl kökenini açıklamış olur. Bu köken, Türk Boyu’dur.
         Yapılan tören ve eğlencelerin ortak ritüeli, demir dövülmesi ve ateş üzerinden atlanmasıdır. Bu "Ergenekon Destanı"nda yer alan ve Göktürkler'in Ergenekon'dan çıkışını yansıtan bir gelenektir.
         Nevruz ve diğer kutlamalarda genellikle kullanılan, “yeşil, kırmızı, sarı” renkleri geleneksel Türk renkleridir. Türkmenlerin giysi ve çadırlarında en çok kullanılan renklerdir. Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında da Türklerin kullandıkları atkılarda yer almaktadır. Her sene Söğüt’te yapılan törenlerde, halk ve Türk boyları tarafından halen kullanılmaktadır.
         Bir takım kasıtlı yanıltmalar, halk ve ülkeleri bölmek için kullanılan yöntemler ve bilgi noksanlığı yüzünden Türk’ün Bayramına değişik anlamlar yüklenmesi kabul edilemez bir hatadır.
         Nevruz Bayramında demir dövülmesi ve ateş üzerinden atlanması, lastik yakarak etrafı dumana boğmaya,
         Ergenekon Destanı, meçhul bir terör örgütüne,
         Geleneksel Türk renkleri, bölücülüğün simgesine dönüştürülmek istenmektedir.
         Nevruz, Ergenekon, yeşil-sarı-kırmızı renkli atkılar Türklerin ortak malı ve bayramıdır. Tamamen Türklere özgüdür. Türk adet ve geleneklerinden kaynaklanmıştır. Tarih boyunca gelmiş geçmiş bütün Türk Devletlerinde kutlanmış ve kutsanmıştır.
        Türkiye’de bir gelenek olarak devam etmekte olan Nevruz;  altı Türk Cumhuriyeti (Azerbeycan, Türkmenistan, Tataristan, Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan) ile dokuz Özerk Türk Cumhuriyetinde “Milli Bayram” olarak kutlanmakta ve “Genel Tatil” günü olarak kabul edilmektedir.
         Törenler, bütün insanlara yaygın ve coşkulu bir şekilde kutlanmakta, giysiler, oyunlar birbirine büyük ölçüde benzemektedir.
         Selçuklu ve Osmanlı’da da milli bayram olarak kutlanmıştır.
         Yeryüzündeki Türkler’de ve Türk kökenli tüm topluluklarda, bu günler birbirine benzer büyük şenliklerle kutlanır. Kutlamaların birbirine benzer olması, Türklere özgü ve ortak kökenli olduğunun ve bu günü kutlayanların Türk kökenli olduklarının göstergesidir.
         Günler öncesinden evler temizlenir, yeni giysiler giyilir, geleneksel Türk yemekleri yapılır, ikram edilir, ortak eğlenceler düzenlenir.
         Kelime olarak; yeni gün, toprağın ve hayatın canlanışı, baharın başlangıcı, yeni bir doğuş anlamına gelmektedir.    
         İlk Türk topluluk ve devletlerinde olduğu gibi M.Ö. 3.Yüzyılda Mete Han zamanında da bu kutlamaların büyük şenliklerle yapıldığına ilişkin bulgular mevcuttur.
         Ayrıca Türk edebiyatı ve musikisinde Nevruz, 700 yıllık geçmişe sahip olan ve bir çok türü olan bir "musiki makamı"dır.
         Kaşgarlı Mahmut, Divan-ı Lügati’t Türk isimli eserinde “Türklerde yılın başlangıcı Nevruz’dur” demektedir.
         Atatürk de, 22 Mart 1922 günü Ankara Keçiören’de Nevruz Şenlikleri düzenletmiş ve bizzat katılmıştır.
         2010'da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, asırlardan beri kutlanmakta olan Türk kökenli bu şenliği, Dünya Nevruz Bayramı ilan etmiştir. Bu suretle Türklerin, dünyaya bir medeniyet hediyesi daha olmuştur.
         Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere, Nevruz bir Türk günüdür ve bu günü
kutlayan ve tarihi bir gelenek olarak benimseyen herkes Türk kökenlidir. Her türlü yanıltma ve bölücülük çığlıklarını reddetmesi gerekir.             
         Bütün Türk Dünyasının ve insanlığın Nevruz Bayramını kutlarız.

Av.A.Erdem Akyüz

 
.

'Kemalizmden Kurtulmak' Mı? / Prof. Dr. Türkkaya ATAÖV




Eşsiz Mustafa Kemal Türkiye için tam zamanında gelmişti; ama bize benzeyen topluluklar için erkendi. Asya ve Afrika neredeyse tüm sömürge, Latin Amerika ve Çin de yarı sömürge. Ama Kemalizmin uluslararası anlamı o zaman da vardı, şimdi de var. 

Biri “Çok şükür Kemalizmden kurtulduk” buyurmuş. Önce de bir başkası “1923’lerde yabancı işgali olsaydı da din serbestliğine kavuşsaydık” demişti. Dürrizade Abdullah türünden bu yana başkaları da var. Irak’ta az bilinenleri özetleyip konuyu yukarıdaki sözlere bağlayalım.

ABD yönetiminin uydurmalarıyla Irak’a saldırıp işgal eden askerlerin Bağdat’ta ilk eylemleri, petrol kuyusu haritalarına el koymak ve ünlü müzeyi soymaktı. Irak ve Hazar çevresi petrol dolu; Dicle - Fırat suları da var; üs olanakları hazır; gir ve iktidarını kur! Bağdat Müzesi’nden çalınan parmak büyüklüğünde 5 bin antika mühürden biri bile New York’ta yaklaşık 750.000 dolara satıldı. Küçük bir aslan heykeli de 57.2 milyon dolara. Ya ötekiler? Yalnız bu talan üstüne kitaplar yazılır.

Irak’ta olanlar

O kadar mı? Asıl, eğitim düzenine yabancıların bilinçli zararını özetleyelim. Amaç Irak’ın kişiliğini öldürmek. Üniversite gibi kurumlardaki yazanaklar, belgeler, çalışma araçları yok edildi. Iraklı bilimciler, üniversite ve ortaöğretim üyeleri ile seçkinlerin adları, iş ve ev yerleri saptanarak öldürüldüler; askerler laboratuvarları makinelilerle taradılar, 30 bin bilgisayarın parçası kalmadı. Brüksel Mahkemesi’ndeki belgeye göre 30 Ocak 2012’ye değin öldürülmüş olan üniversite hocalarının sayısı 467. İlk ABD genel yöneticisi Paul Bremer 15 bin araştırmacı, bilimci ve öğretmeni işten atmıştı. 20 bin öğretmen ve orta sınıfın yüzde 40’ı ülkeden kaçtı. Gidenlerin emeklilik hakları silindi. İşgalci daha başında Andrew Erdmann adlı hiç ders vermemiş, okullarda yöneticilik yapmamış, Arapça da bilmeyen birini eğitim bakanlığı başdanışmanı yaptı. Önceki bakan tutuklandığından bu Amerikalı fiilen bakandı. Bütçe, atamalar, programlar ve ders kitapları onun elindeydi.

UNESCO’nun yazanağı

UNESCO’nun 28 Mart 2003 tarihli yazanağı diyor ki: “İlköğretimde yüzde 100 yazılma olan Irak’ta eğitim çöktü.” Okuma yazma oranı 25 yıl öncesine geriledi. Özellikle okullar, kültür kurumları bombalandı, yakıldı, soyuldu. Irak’ın eski övünç kaynağı Bağdat Üniversitesi şimdi üst sıradaki 12 bin dünya üniversitesinin arasına bile giremiyor. Mustansıniyye Üniversitesi’ndeki kıyım Saddam’ın düştüğü 9 Nisan 2003 gününde yaşandı. Binlerce öğrenci, hele kızların yüzde 75’i okulları bıraktı. Okulların yüzde 80’i kullanılamaz durumda. Kuzeydeki Kürt yönetiminde Arapça eğitimi geçmişte kaldı. Ayrıca, 2 bin doktor, yüzlerce hukukçu, 376 gazeteci ve binlerce meslek sahibi planlı biçimde öldürüldüler

BM istatistikleri

Irak özellikle çocukların cehennemi. UNICEF’e göre çoğu açlık çekiyor, kaçırılıyor, satılıyor, öldürülüyor, uyuşturucu satıcılığına zorlanıyor ve küçük kızlar kiralanıyor. Anasız-babasız çocuklar beş milyon. 500 bini sokakta yaşıyor ve dileniyor. Ülke içinde göçmüş ailelerin 93 bin 500 çocuğundan haber yok. Ruhsal hastalıklar yaygın, ama hiçbir ruhsal bakım merkezi yok. Irak’ın geleceğini bu kuşaklar mı kuracak? ABD’nin ambargodan bu yana hazırlığı buydu. Bu yazdıklarım Birleşmiş Milletler istatistiklerine ve yazanaklarına dayalıdır. Kimi bölümlerini hazırlayan uluslararası örgütün 1976’dan bu yana merkez yöneticilerindenim.

Sahte diplomalılar

Irak’taki sözde İslamcıların bir bölümü işgalcilerle birlik oldu. İslamcı partiden sonraki yerli Eğitim Bakanı Ali El-Edip ABD işgalinin başında umutlarla Irak’a döndü. İlgili müdürden medrese çıktılarının doktora diploması sayılmasını istedi. Reddeden Davut Salman Rahim 31 Temmuz 2011’de öldürüldü. Bu cinayetten sonra medrese eğitimi doktora sayıldı. Boşalan yerleri birtakım sahte diplomalılar doldurdular. Bakan Edip’in diplomasının da sahteliği üstüne BM belgesinde iddia var. Paul Wolfowitz 2003’te ne demişti: “Irak’ta devlete son vereceğiz!” İşgalciler toplumsal yapıyı, birliği, eğitim ve sağlık düzenini bilerek yıktılar. Bir ABD’li keskin nişancı CNN’de “Dün 146 kişiyi öldürdüm” diye övünmüştü. Bu yabanıllık antlaşmalara, din öğretilerine ve insanlık ölçülerine aykırı. Bunları yapanlara sıradan Iraklılar şu adı takmış: “Harami!”

Eşsiz Mustafa Kemal Türkiye için tam zamanında gelmişti; ama bize benzeyen topluluklar için erkendi. Asya ve Afrika neredeyse tüm sömürge, Latin Amerika ve Çin de yarı sömürge. Ama Kemalizmin uluslararası anlamı o zaman da vardı, şimdi de var. Keşke oralarda da Atatürk gibileri olsaydı, Güney Kore’de Rhee, İran’da Zahidi, Lübnan’da Çamun, Mısır’da Mübarek yerine. Onun olmadığı, ama yabancı işgalcilerin girdikleri yerlerde güney sınır komşumuz Irak’takine benzer acıların yaşanacağı, örneklerle iyi bilinmelidir.

Prof. Dr. Türkkaya ATAÖV, 27 Şubat 2013

.

PAPA 2.JOHN PAULUN GİZLİ KARDİNALLERİ - Aytunç Altındal

[Editörün notu: 
Bilgi güçtür kuvvettir. Bilgilenin! Dünyanın çatısı Everest Tepesi değil İstanbul'dur. Doğu ve Batı'nın savaşı din eksenli değil zenginlik temellidir.

. ]


PAPA 2.JOHN PAULUN GİZLİ KARDİNALLERİ

16 Nisan 1995 te Papa 2.John Paul,VATİKAN St.PeterMeydanını dolduran 200.000 kişilik bir kalabalığa,Paskalya mesajını okudu.Papa ilk kez bu paskalya mesajında siyasal haklar edinmek için silahlı mücadele veren örgütleri bizzat dile getirdi.Papa aynen şunları söyledi.

 ‘’Özellikle Kürtleri,Filistinlileri ve Latin amerikadaki gurupları siyasal haklar elde etmek için silahlı mücadelede bulunmaya son vermeye çağırıyorum.Toplumda karşılıklı kabule ve saygıya dayalı kullanılabilir (equitable) çözümün tek yolu vardır.Diyalog.Ben onları bir an önce diyalog başlatmaya davet ediyorum.’’

Bu Papalık çağrısından sonra ilginç gelişmeler oldu.İlkin Belçikada,sonra da Almanyada ‘’Diyalog’’ gurupları oluştu.Hemen ardından 1995 yılının Eylül ayında ‘’Pkk diyalog istiyor’’ sesleri yükseltilmeye başlandı.Bunları ‘’Türkiye diyalogdan kaçıyor’’ şeklindeki batı basınının manüpile edilmiş haberleri izledi.Türkiye yeniden insan hakları örgütlerinin boy hedefi haline getirildi.

Vatikanın ve onun bürokrasisinin Türkiyedeki siyasi gelişmelerle doğrudan ve açıklanmış iradeyle ilgilenişi işte bu 16 nisan paskalya konuşmasından sonra hız kazandı.Ne hikmetse bu güne değin ‘’Diyalog’’ sözcüğünü telaffuz bile edemeyen bazı çevreler ‘’Din’’ aşkına ‘’Diyalog ve Hoşgörü’’ toplantıları düzenlemeye başladılar.

Papanın ne tür bir diyalog çağrısı yaptığı ise Katolik Kilisesi tarafından yayınlanan resmi belge ve yayınlardan anlaşıldı.Katolik aleminde en ciddi ve en çok izlenen yayın organı olan ‘’THE CATHOLİC WORLD REPORT’’ (Abd tarafından finanse ediliyor) Mayıs 1995 sayısında Türkiyeyi tek taraflı suçlayan bir haber yayınladı (ss.13-14).Haberde Amerikalı Cumhuriyetçi Senatör John Porterin ‘’Türkiyede Kürtlere Jenosist uygulanıyor’’ şeklindeki demeci verildikten sonra Müslüman Türklerin elindeki Ankara Hükümetinin başta Kürtlere,Aramilere,Ermenilere,Süryanilere ve Rumlara baskı yapmakta olduğu vurgulandı.(Aynı senatör bilindiği üzere ABD de Ermeni soykırımı tezini savunur.İki ay önce (1998 yılı) eşiyle gelerek Türkiyedeki bazı Kürt liderleriyle görüşmüştü.Aynı dergi haziran 1995 sayısında ise tam altı sayfalık bir yazıyla Türkiyenin AB ye girmesini engelleyeceğini duyurdu.Papanın diyalog çağrısının böylece kasıtlı bir Anti-Türkiye kampanyasını seslendiren bir ‘’monolog’’ olduğuda anlaşıldı.

Rastlantı buya 1995 ten buyana Türkiyede diyalogla yatıp,hoşgörüyle kalkanlar,ne hikmetse tıpkı VATİKAN ağzıyla konuşarak terörist bir örgütle Türkiye Cumhuriyetini ‘’Diyalog ve Hoşgörü’’ yutturmacasıyla kendi deyimleriyle ‘’Diplomatik’’ görüşmelerde bulunmak üzere eşit taraflar olarak ‘’Diyalog masasına’’ oturtmaya uğraştılar.Hala da uğraşıyorlar…

Vatikan bu gelişmeleri nasıl değerlendirdi bilinmez .Ama ölmeden evvel Papa 2.Jean Paul sessiz sedasız bir atama yapmıştı.21 şubat 1998 de resmiyet kazanarak yürürlüğe giren bu atama olayı ile Kardinaller Kolejine (Vatikanın senatosu) 20 yeni kardinal daha atandı.Böylece bu PAPA nın ölümünden sonra yapılacak olan seçimde oy kullanma hakkına sahip olan kardinal sayısı 122 ye yükseltildi.(Gerçekte 166 kardinal var.Bunlardan 80 yaşının üstündekiler oy kullanamıyorlar.).Yeni kardinallerin ikiside Amerikalıydı.Bunlardan biri Türkiyedeki ‘’Diyalog ve Hoşgörücüleri’’ yakından tanıyan Chicagolu Francis Kardinal George diğeride eski Denver Başpiskoposu James Kardinal Satfford du.

Ancak ilginç olan bu değildi.Papa 2.john paul neredeyse 100 yıldır uygulanmayan bir ‘’Papalık Hakkını’’ da bu atamalarda kullanmıştı.Vatikan terminolojisinde ‘’in pectore’’ diye bilinen bu uygulamaya göre Papa 20 Kardinale ek olarak ikide ‘’in pecture’’ yani GİZLİ kardinal atamıştı.Söz konusu sözcük Latince ‘’Kilisenin bağrına bastığı gizli evladı’’anlamına gelmektedir.

Diğer bir anlatımla ‘’in pecture’’ ile yıllardır Vatikanın ‘’gizli’’ hizmetinde çalışan ve / fakat KENDİ ÜLKESİNDE KİMLİĞİNİ GİZLEYEN BAŞKA DİNE MENSUP iki kişi şu anda Vatikanda kardinal yapılmış bulunuyorlar.

Papanın özel ‘’audiance=görüşme’’ yapmasından sonra kardinalliğe getirmeye uygun gördüğü bu kişilerin kim oldukları şu anda PAPA dahil sadece 7 kişi tarafından biliniyor.Geleneğe göre papanın bu şahısların kimliklerini ölümünden önce açıklaması gerekiyor,yoksa bu kişilerin ‘’in pecture’’ statüleri kimlikleri açıklanmadan sürecek.

Yıllardır vatikanın isteklerini yerine getirerek ‘’gizli katolik’’ olarak çalıştıkları ve bizzat papanın dediğine göre gerçek kimliklerinin açıklanması halinde ihanetleri nedeniyle kendi ülkelerinde ÖLDÜRÜLEBİLECEKLERİ ihtimali bulunan bu iki kişi acaba kimdir?.Bunlardan birinin Çin Halk Cumhuriyetindeki bir din adamı olduğu tahmin ediliyor.Diğeride acaba Orta Doğudan Müslüman bir lider,kral ve / veya bir din adamı mıdır.Soğuk savaş yıllarında CİA adına çalıştığı bilinen Papa 2.John Paulun Vatikandaki mafyası ‘’OPUS DEİ’’nin orta doğuda hangi liderlerle kolkola ve sermayesiyle iç içe olduğu biliniyor.Bir kaç yıl içinde çok hazin bir ‘’ALDANIŞ’’ la karşılaşmasınlar diye orta doğunun Müslümanları bu soruyu kendilerine sorsalar iyi ederler,kanısındayım..

Aytunç Altındal

Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri (sayfa115-116-117)

















.

Osmanlıca Hayranlarına karşı Türkçeyi Savunmak

Osmanlı Hayranlarına karşı Türkleri,
Osmanlıca’ya karşı Türkçeyi Savunmak

Yazının tamamamını okumak için tıklayınız:

..

Ey Türk Gençliği, Yapacağimiz İş Daha Güçlü Bir Türk Devleti İnşa Etmek,

Prof. Dr. Nurullah Çetin, (*) diyorki:

  
Büyük Türk Atatürk’ün dehasının tezahürlerinden biri daha bugünlerde ortaya çıkmış durumdadır. Başbuğ, Gençliğe Hitabe’sinde diyor ki, “Bir gün, istiklâl (bağımsızlık) ve Cumhuriyet'i müdafaa (savunma) mecburiyetine düşersen, vazifeye (göreve) atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin (durumun) imkân ve şerâitini (şartlarını) düşünmeyeceksin!”

Bugün Türkiye’mizde Türk düşmanlığına dayalı etnikçi siyaset oyunları oynanıyor. Türk’süz anayasa çalışmaları ile, Türk milletinin egemenlik hakkının PKK adlı eşkıya örgütüyle pazarlıkla paylaşım tezgâhlarıyla, siyasetimizden kültürümüze, ekonomimizden ordumuza kadar bütün bağımsız millî değerlerimiz, tam teslimiyetçi bir ruhla gâvura teslim ediliyor. Bütün bunların sonucu olarak istiklâlimizin yok edildiği, millî Türk devletimizin bize özgü yerli ve millî bütün kurumlarımızın tasfiye edilerek cumhuriyetimizin yıkım çalışmalarının hızlandığı bir dönemdeyiz. O halde Gençliğe Hitabe’yi yeniden okumak ve günümüz şartlarına uyarlamak durumundayız.


Türk milleti ve onun en dinamik unsuru olan Türk genci, kendi vatanında sömürge, köle, esir olmamak, bağımsızlığını, istiklâlini korumak ve savunmak için içinde bulunduğu şart ve imkânların elverişli olup olmadığını düşünmeyecektir. Zira ataları, şart ve imkânlara esir olan imansız pozitivist ve determinist değillerdi. Onlar, bütün şart ve imkânları da yaratan bir tek Allah’a inanıyorlardı. Sadece O’na inandıkları için üstündüler. “Eğer inanıyorsanız üstünsünüz…” (Al-i İmran, 139) 


Türk genci, gücünün azlığına çokluğuna bakmayacaktır. İmkânsızı mümkün kılmak için var gücüyle Türk vatanında bağımsız ve hür Türk olarak yaşama kararlılığını ortaya koyacak ve bunun gereği neyse onu yapacaktır. Zira Atatürk ve arkadaşları şanlı ve destanî Millî Mücadele’yi en zor şartlar altında, en uygunsuz şartlarda, imkânsızlıklar, yokluklar içinde verdi ve başardı. Demek ki mühim olan güç, imkân ve şart değil; imandır, inanmaktır, Allah’a ve kendine güvenmektir. 


Büyük Millet Meclisinde Millî Mücadele’nin tam ortasında yılgınlık gösteren milletvekillerine hitaben Atatürk şöyle dedi: 


“Arkadaşlar, işittim ki, bazı arkadaşlar yoksulluğumuzu bahane ederek memleketlerine dönmek istiyormuş. Ben kimseyi zorla Millî Meclise davet etmedim. Herkes kararında hürdür. Bunlara başkaları da katılabilir. Ben o takdirde, asker Mustafa Kemal mavzerini eline alır, fişekliklerini göğsüne dizer, bir eline de bayrağı alır, Elmadağı’na çıkar, orada tek kurşunu kalıncaya kadar vatanı müdafaa eder, kurşunlarım bitince bu aciz vücudumu bayrağıma sarar, düşman kurşunlarıyla yaralanır, temiz kanımı kutsal bayrağıma içire içire tek başıma can veririm. Gelecekte ‘Burada can verenler vatanlarını kurtarmaya çalışanlardır’ diye yazılı bir taşa sahip olunabilirse mükâfatlarını bulmuş olurlar!”


Destansı Millî Mücadelemiz, her türlü yokluğa, yoksulluğa rağmen, şartların, ortamın, durumun en zor ve sıkışık olduğu dönemde verildi. 1911 Trablusgarp, 1912 Balkan, 1914 Birinci Dünya paylaşım savaşına girmiş, hepsinden yenik çıkmış bir millet idi. Taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmamıştı. 13-14 yaşlarında erkek çocuklarımız bile cepheye sürülmüştü. Millî Mücadeleye atıldığımızda ordularımız dağıtılmıştı, para yok, silah yok, ekmek yok, elbise, potin yoktu ama bir tek şey vardı: 


İman!.  

Dedelerimiz bu en büyük hazine olan imanla istiklâlini korumak ve kendi bağımsız cumhuriyetini kurmak azmindeydi. Bu büyük azmin önünde hiçbir engel, hiçbir olumsuzluk, hiçbir kötü durum duramadı. Kuva-yı Milliyeci atalarımız, içinde bulundukları en kötü şartları, imkân ve şartların olabilecek en kötü seviyesini de gördüler ama ona bakmadılar. Onlar, görünen imkân ve şartlara, yani fiziksel şartlara, yani görünen maddi sebep ve şartlara inanan ve ona göre hareket eden imansız pozitivistler, görünen fiziksel şartlara esir olan zavallı deterministler değillerdi. Onlar “inanıyorsanız üstünsünüz” ilkesine tereddütsüz iman etmiş istiklâl fedaileri idi.

Ama bugün, o kutlu İslâm mücahitlerinin torunlarının zihinleri, bilinçleri esir alındı. Sayısız televizyon, sayısız gazete, sayısız uzman azman, sayısız siyaset çığırtkanı ile zihinleri, kafaları, ruhları, özgüvenleri alabora edildi. Türkiye’yi Türksüzleştirmek ve Türk milletini istiklâlinden yoksun bırakmak isteyen dış emperyalist odaklar ve onların iç yardakçıları, öyle bir hava oluşturdular ki, tek çare ve tek çözüm onların dayattıkları idi. Bu tamamen psikolojik, zihinsel ve sanal bir esaret kafesidir. İşte Atatürk’ün Türk gençliği, bu kafesi paramparça etmek zorundadır.


Bugün bombardımana maruz kaldığımız yoğun propaganda şudur: Anayasadan Türklüğü çıkarın, Türk’üm demeyin, hepimiz Ermeniyiz deyin, filanım deyin, Türk millet birliğini etnik, mezhepsel ve coğrafi özelliklerine göre paramparça edin, vatan topraklarını bütün kaynaklarıyla birlikte gâvura satın, bağımsız siyasi karar almayın, kendi millî İslamî kültürel yapılarınızı yok edin, kaynak ve para yönetiminizi gâvura verin, Atatürk’ün kurduğu millî Türk devletini yani cumhuriyeti yıkın, parçalayın, ülkeyi karmakarışık kozmopolit bir çorbaya döndürün.


Bugün uygulanan politika, yapılan işler, sürüklendiğimiz uçurum siyasi, kültürel, ekonomik, askerî istiklâlimizi yok etmek ve Atatürk’ün büyük projesi millî Türk cumhuriyetini yerle bir etmektir. 


Şeytanların projesi ne kadar karanlık, ne kadar boğuntulu, ne kadar ümit kırıcı olursa olsun, istiklâline, milliyetine ve dinine tam inanmış Kuva-yı Milliye torunları birlik, bütünlük, kararlılık, azim ve sebat içinde çok kuvvetli bir umut ışığı yaktıkları takdirde, koyu karanlıklar birden bire şaşkınlık içinde panikleyecektir.


Bugün Türk gençliğinin yapacağı bir tek şey var: Liberal faşistlerin, Türk’ten intikam peşindeki Ermeni ırkçılarının, PKK’cı etnik ırkçıların, PKK’nın gizli müttefiki İslamcı görünümlü ibişlerin kendi üzerinde kurduğu propaganda ağını paramparça etmektir. Yüzde yüz yerli, yüzde yüz millî ve yüzde yüz İslamî bir ruh kuşanarak her alanda tam istiklâlci bir şuur, bilgi ve bilinç direnişi ile Türk milletini uyandırmak, aklını başına getirmektir. Millî Türk devletinin gevşetilmiş bütün unsurlarını yeniden tahkim ederek daha güçlü bir Türk devleti inşa etmek, yok oluşumuzu hazırlayan bütün bölünme projelerine karşı, yeniden var oluşumuzu kuvvetlendirecek büyük Türk-İslam birliği bütünleşmesiyle oyunu bozmaktır.  


Yapılacak iş
, kırmadan dökmeden, demokratik, hukukî, kanunî sınırlar içinde Türk milletini bilgilendirmek ve bilinçlendirmektir. Kurtuluşun zemini budur. Bu yapılmadığı için bu hâldeyiz. Bu yapılmadığı için sadece şikâyet ediyoruz, ya da netice vermeyecek hayalî senaryolar peşindeyiz. Bugün milliyet şuurunu koruyan Türk’ün elinde televizyonu yoksa, gazetesi yoksa, şu imkânı, bu şartı yoksa çocuğuna, eşine dostuna, arkadaşına, akrabasına anlatacak gücü demi yok? Atatürk’ü, Kuva-yı Milliyeyi, Millî Mücadeleyi yeniden okuyun ve dirilin, şikâyet edip sızlanmayın. Kıyama durun ey ehl-i vatan!.. 



20 Şubat 2013
(*) http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12004754

.

MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...