CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR
makaleler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
makaleler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

KIBRIS: KANLI NOEL



Krd2Nz
http://www.ilk-kursun.com/haber/247145/turker-erturk-kanli-noel/


Kıbrıs’a ilk defa tam tamına 30 yıl önce geldim. Burada, 1985-1987 arasında, iki yıl yaşadım ve görev yaptım. Çok olumlu ve güzel anılarla ayrıldım ve hala sürdürdüğüm dostluklar kazandım.

Dün (24 Aralık 2015), eski günleri anmak ve hafta sonunu geçirmek için, Kıbrıs’a geldim.İlk dikkatimi çeken; ekonominin bozukluğu ve insanların mutsuzluğu oldu. Halbuki 30 yıl önce; Kıbrıs ekonomisi çok canlıydı, insanlar mutluydu ve gelecekten umutluydu.

Bugün gördüğüm manzara; feci bir ekonomik durgunluk ve umutsuzluk. Bu biraz da; dış dinamiklerin yanında, içeriden kasti olarak yaratılıyor. Amaç; adanın kuzeyini, ‘Türk Tarafı’nı yani KKTC’ni güneye, Rumlara ve AB’ye satabilmek. Halk zor durumda olsun, güneyi bir cazibe merkezi olarak görsün ve güneyle birleşmeyi istesin diye. Bunun başat sorumluluğu; 13 yıldır iktidarda bulunan AKP’nin sürdürdüğü, yalan yanlış ve kökü dışarıda olan Kıbrıs politikalarıdır.

Ölmüş Eşek Fiyatına

AKP; esasında Annan Planı ile 2004’de, KKTC’ni sattı. Rum Tarafı; daha düşük bir maliyetle, doğrusunu söylemek gerekirse kuzeyi ölmüş eşek fiyatına almak istediğinden, o zaman referandumu reddetti ve almadı. Şimdi ise; zamanı geldi, KKTC’nin ve Türkiye’nin pazarlık gücü azaldı, almayı planlıyorlar.

Türkler, Kıbrıs’ta 444 yıldır var. Varın siz tahmin edin; şu anda yaşayan Kıbrıslı Türklerin, kaçıncı kuşak olduğunu. Ayrıca Kıbrıs; Rumlardan ve Yunanlardan değil, Venedik’ten alındı. Fethedilmesinin nedenlerinden biri de; ağırlıkla Ortodoks yerli halkın, Katolik Venedik yönetimi altında baskı görmesi ve yardım istemesiydi.

Padişah II. Selim’in 21 Eylül 1571 tarihli fermanı ile adaya; Anadolu’dan, Karaman vilayetinin belli yerlerinden, vasıflı ve seçilmiş ‘Müslüman-Türk’ aileler yerleştirilmiştir. Kıbrıs Türkleri, işte bu seçilmiş insanların genetik devamı ve torunlarıdır. Ayrıca Kıbrıs Türkleri; 1878’de başlayan İngiliz yönetimi altındaki ağır baskılar ve haksızlıklar, daha sonra Rum terörü nedeniyle çektikleri acılar ile kimliklerine sahibiyet konusunda gösterdikleri duyarlılıkla, rüştlerini ispatlamışlardır.

İfestos

Bugün birleşme adı altında; adanın asli sahibi olan Türkleri, önce azınlık statüsüne düşürmek ve sonrasında Kıbrıs’ın dışına sürmek istiyorlar. Dün gece, kaldığımız otelde yabancılar için Noel (Christmas) yemeği vardı. Barış ve huzur içinde yapıldı. Bir anda, 52 yıl öncesini anımsadım.

Kanlı Noel olarak tarihe geçen barbarlığın yıldönümüydü. Türkleri yok etmeye ve soykırıma tabi tutmaya yönelik saldırılar; 21 Aralık 1963’te başlamış ve 24 Aralık’ta vahşet, doruk noktasına ulaşmıştı. Saldırılar sırasında; Dr. Binbaşı Nihat İlhan’ın eşi ve üç çocuğunu da evde delik deşik ettiler ve banyo küvetinde katlettiler.

Kıbrıs’ta yaşayan Türkleri, soykırım yaparak ve göçe zorlayarak yok etmek istediler. Bu kötü niyetin inkâr edilemez belgeleri var. Soykırım planının adı; “AKRİTAS”. Bu planın bir de harekât emri var. Ayrıntıları içeren, hangi Türk köyünün hangi birlik tarafından imha edileceği ve hangi toplu mezarlara gömüleceği gibi! Onun adı da; “İFESTOS”. Bu belgeler ve deliller elimizde.

Saf ya da Satılmış ve Hain!

Farklı etnik yapılardan gelen, farklı kültürlere sahip, aynı dili konuşmayan, aynı dine inanmayan ve geçmişe yönelik kötü deneyimleri olan iki farklı toplumu niçin birleştirmeye çalışıyorsunuz? Bunu istemek ve desteklemek iyi niyetli bir yaklaşımın ifadesi olabilir mi? Size tecavüze yeltenen ve öldürmeye çalışmış birisi ile aynı evde yaşamanız önerilse ve istense, buna rıza gösterir misiniz?

Hiç aklınıza gelmiyor mu? Emperyalizm her yeri bölüp parçalamaya çalışırken, niye Kıbrıs’ta birleşme istiyor? Yugoslavya’yı yediye böldü, Libya’yı parçaladı, şimdilik en az üç parça gibi. Irak bölündü, Sudan aynı şekilde ve Suriye ameliyat masasında. Yüzyılın sonunda 2 bin devlete ulaşmayı planlıyorlar ve açıkça söylüyorlar. Yugoslavya’da; aynı etnik kökenden gelen, aynı dili konuşan ve aynı dine inananları bile birbirinden ayırdılar. Ama her şeyi farklı olan Rumlarla Türkleri birleştirmeye çalışıyorlar. Burada iyi niyet olduğuna inanmak için, ya saf olmak lazım ya da satılmış ve hain! Gerçekten, 1974’de yapılan ‘Barış Harekatı’ndan sonra, adaya barış gelmiştir. Sorun budur!


Saygılar sunarım.

Türker Ertürk
E. Amiral, Araştırmacı - Yazar
.

GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN ÖLÜM YILDÖNÜMÜ MESAJI

İnsani değerlere dayanan kültür ve medeniyeti ile güven ve huzur veren, adaletli yönetimi ile mazlum halkların güvencesi olan, insanlık ailesinin şerefli üyesi Kahraman Türk Milleti’nin mensupları;
 Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün 77. yıldönümünde Türkiye gerçeğini bilmek anlamak, görmek ve gereğini yapmak sorumluluğu, her vatan evladına düşen bir görevdir..
Dış güçlerin Türkleri Anadolu’dan atmak çabası; Malazgirt, Miryakefelon ve Sakarya savaşları sonucu başarısızlığa uğrayınca, kimliksizleştirme projesini uygulamaya koydular. Kimi batıcı, kimi Asyacı, kimisi de Arapçı kültürlerle şekillenerek gaflet, dalalet ve hıyanet içine girdiler..
 Amaçlarına ulaşamayan şer güçler; bu kez ortaçağ Arap kültürünü, kutsal İslam dini kamuflajı altında sahneye koydular. İslam dini’nin kutsal kitabı Kur’an ve önderi peygamberden uzak hurafelerle dolu düşünce ve yaşam biçimini öne sürdüler.. 
 İnsanlığın gelişim, değişim ve dönüşüm sürecinden habersiz, evrensel insanlık değerlerinden uzak, çağın gerçeklerinden habersiz, akıl ve bilimi bir tarafa bırakmış, adalet, hak, namus, dürüstlük kavramlarından uzak insanlar siyasi, ekonomik güç kazandılar..
 Azınlıklardan olupta gerçek kimliğini gizleyen dönmeler ile kökenleri belirsiz siyasal İslamcılar; nefret ve kinlerini kusmaya devam ediyorlar.. 
 Şimdi bu işbirlikçi dönmelerin torunları yeni fırıldak dönmeler; İslamcı kimlikte Türk Milleti’nin iyiniyetli, samimi duygularını istismar ederek, zehir kusmaya devam ediyorlar.. 
 İç ve dış bazı çevreler; asılsız iddialarla, Türk Milleti’nin liderlerini, milli ve manevi değerlerini karalamaya ve itibarsızlaştırmaya çalışmaktadırlar. Aslında saldırılan Türk Milleti’dir, Türk Kimliğidir, Türk tarihidir, Türk kültürüdür.
 Şer güçlerince;
Türkiye’nin Türk Milleti’nin vatanı, ülkesi olduğu gerçeği inkar edilmeye,
Türk Milleti bölünmeye, 
Tarih bilinci köreltilmeye,
Milli devlet tasfiye edilmeye,
Dinci tarikatçı cemaatçı vesayeti egemen kılınmaya, 
Çağdışı ortaçağ Arap hurafeleriyle beyinler yıkanmaya,
Bilim ve teknoloji yerine Arap masalları ile gençlik ve halk uyuşturulmaya,
Türk kahramanları yerine ortaçağ Arap önderleri kahraman gösterilmeye çalışılmaktadır...
 Çağdışı düşünce sahibi ucube tipler; halifelik mehdilik ümmetçilik İslamcılık gibi kavramlarla insanları aldatmaya yanıltmaya kandırmaya sürüleştirmeye devam ediyorlar..
 Türk Milleti, ortak tarih, ortak kültürle; bütün etnik toplulukların ortak adıdır.
Bütün toplulukların tamamını Türk bayrağı altında birlik ve beraberlik içerisinde bugünlere kadar getirmiş, son bin yılda gerek İslamiyet, gerekse insaniyet adına mührünü vurmuş kahramanlıkları içinde barındırmış, şerefli ve onurlu bir millet olan Türk Milleti isminden rahatsız olanlar vardır.. 
 Türk Milleti; bin yıldan bu yana bütün etnik unsurlarıyla beraber yaşamış ve bundan sonra da yaşayacaktır. Türk Milleti’nin isminden, birlik ve beraberliğinden rahatsız olanlar, mutlak ve mutlak pişman olacaklardır.
 Türk Milleti’nin mensubu olmak, şereflerin en büyüğüdür. Bu Şereften her insanın nasiplenmesi kendi lehinedir. 
 Başarının sırrı; bilgi, amaç, niyet, hedef, cesaret, plan, strateji, kararlılık, bir ve beraber hareket etmektir.
 Türkiye’nin; çağdaş dünyada saygın, onurlu yerine almak üzere, akıl ve bilim öncülüğünde, medeniyet ufkunda yeniden bir güneş gibi doğacağına olan inancım tamdır.
Türk Milleti’nin aydınlanma yolunda büyük yürüyüşü devam edecektir.
Türk Milleti; zekidir, çalışkandır, üretkendir, cesurdur. 
 Mete Han’ın, Atilla’nın, Bilge Kağan’ın, Alparslan’ın, Kılıçarslan’ın, Ertuğrul Gazi’nin, son halkası olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü ölüm yıldönümünde bir kez daha minnetle anıyoruz. 


Ne Mutlu Türküm Diyene….
Nurullah AYDIN
9 Kasım 2015-ANKARA


[Bu yazı Yuksek Turkiye Ideali Grubu n' dan alınmıştır. ]

.

TABLO / Mod. notu: 'Tablo' Cumhuriyetin 92. yılına dairdir /

Bir tabloya rengini veren ve asıl gerçeği yansıtan öyle bir renk, öyle bir hareket vardır ki çoğu zaman insanlar bunu göremezler. Görenlerin büyük kısmı da şöyle bir bakıp geçerler. Oysa o tablonun ruhu ve asıl gerçeklik; o renkte, o harekette gizlidir.

Seçim, meçim bir yana; Türkiye’nin içinde bulunduğu gerçeği, geçtiğimiz günlerde bir olayda yaşadık. Tablonun tamamını görmedik. Şöyle bir bakıp geçtik. Gereken teşhisi koyamadık.

Diyarbakır’ın Bağlar İlçesindeFatih İlköğretim Okulu’nun bahçesinde top oynayan 10- 12 yaşlarındaki dört çocuk, yere atılmış bir Türk Bayrağı görürler. Bayrağı alan çocuklar öperek başlarına koyarlar ve içlerinden birine destek vererek, bayrak direğine çıkmasını sağlayıp, bayrağı direğe asarlar. Bayrak asıldıktan sonra selam verir ve alkış tutarlar.

Bu sırada okulun kamerası kayıttadır. Olan biteni kayda alır. Daha sonra bu kaydı gören bir kişi medyaya ulaştırır ve çocuklar bir anda sanal medyanın gözdesi olurlar. İnternet, facebook sayfalarında görüntü ve resimleri yayınlanır, övgüler düzenlenir.

Buraya kadar olan kısmı güzel ama bundan sonrası tablonun asıl rengini ve biçimini yansıtıyor.

Çocuklar ve ana babaları, 29 Ekim Resepsiyonu için, Cumhurbaşkanlığı köşküne -pardon- Külliyesine davet edilirler.

Resepsiyona katılan baba ve çocuklar “tabloyu çizerler”:

Çocukların ve ana-babalarının anlatımlarından, bu olaydan sonra çocukların ve ailelerinin yaşamlarının tam bir “kabusa” yani “korkuya-cehenneme” çevrildiği meydana çıkar.

Terör örgütü mensupları ve yandaşları, bu aileleri büyük bir tehdit ve baskıya alarak hayatı dar etmişlerdir.

Çocuklar o günden bu yana aldıkları tehditler nedeni okula gidemez duruma gelmişler. “Bir daha okula gelirlerse orayı başınıza yıkarız” deniyor ve okul yönetimi çocukları okula almakta isteksiz davranıyormuş.

Diğer kardeşleri, anne ve babaları sokağa çıkamaz hale gelmişler. Konu, komşu korkudan selam vermiyor, konuşmuyor, yüzlerine bile bakmıyormuş.

Babaları “Seni burada çalıştırırsak, bizi de tehdit ederler, işyerimizi yakar, yıkarlar” denilerek işlerinden çıkarılmış.

Bir okulda “hademe” olarak çalışan anne işine gidemiyormuş.

Çocuklarda birinin babası “Kendisi olmadığı zaman karısı ve diğer çocuklarına bir şey yapılır korkusu ile Külliyedeki törene katılamadığını” söylemiş.

Külliyedeki törende anlatılanları dinleyen Sayın Recep Tayip Erdoğan, çocuklar ve ailelerle ilgilenileceğini söylemiş, ailelere başka bir şehirde iş ve barınma olanağı araştırılacakmış.

Bu çocukların bütün suçları, Türk Bayrağını alarak, öpüp başlarına koymak ve göndere asmak.

Kendi şehirlerinde, kendi ilçelerinde, kendi evlerinde yaşayamaz duruma gelmişler.

Bunları yapanlar ise orada, ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlar.

Cumhuriyetin 92. yılı bu renk ve çizgilerle kutlanıyor.

Ve bütün bunlara ek olarak, seçime gözlemci olarak gelen uluslararası heyet adına açıklama yapan Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) temsilcisi “AKPM heyeti olarak ne yazık ki vardığımız sonuç şu; seçim sürecindeki kampanya adil değildi. Bu süreçte çok fazla şiddet ve korku mevcuttu. Korku; demokrasinin ve serbest tercihin düşmanıdır. Sürecin kalitesinden dolayı hayal kırıklığına uğramış durumdayız.” Diyor.

Şimdi söyler misiniz;

Seçimi kim kazandı, nasıl kazandı.

Tabloya asıl rengini veren, gerçeği apaçık ortaya koyan renk ve çizimi gördünüz mü?

Gerisi “laf-ı güzaf” yani boş ve gereksiz sözlerdir.


Av.A.Erdem Akyüz  


[Bu yazı Yuksek Turkiye Ideali Grubu n' dan alınmıştır. ]

.

R.T. Erdoğan'nın sözünü ettiği, anlamını değiştirerek çıkar sağlamaya çalıştığı ATATÜRK'ün İNÖNÜ'ye yazdığı Telgraf ( mektup )

ATATÜRK'ün İNÖNÜ'ye yazdığı Telgraf TAMAMI


İnönü - Atatürk






Recep Rayyip Erdoğan'ın beş (5) yıl önce "mektup" dediği (*) o telgrafın tam metnine bakalım. Şöyle yazdırmış Atatürk: 

Konya: 19.2.1931

Başvekalete

Son tetkik seyahatimde muhtelif yerlerdeki müzeleri, eski sanat ve medeniyet eserlerini de gözden geçirdim. 1. İstanbul'dan başka Bursa, İzmir, Antalya, Adana ve Konya'da mevcut müzeleri gördüm. Bunlarda şimdiye kadar bulunabilen bazı eserler muhafaza olunmakta ve kısmen de ecnebi mütehassısların yardımı ile tasnif edilmektedir. Ancak memleketimizin hemen her tarafında emsalsiz defineler halinde yatmakta olan kadim medeniyet eserlerinin ileride tarafımızdan meydana çıkarılacak olanların ilmi bir surette muhafaza ve tasnifleri ve geçen devirlerin sürekli ihmali yüzünden pek harap hale gelmiş olan abidelerin muhafazaları için müze müdürlüklerinde ve hafriyat işlerinde kullanılmak üzere arkeoloji mütehassıslarına kat'i lüzum vardır. Bunun için Maarifçe harice tahsile gönderilecek talebeden bir kısmının bu şubeye tahsisinin muvafık olacağı fikrindeyim.


2. Konya'da asırlarca devam etmiş ihmaller sebebiyle büyük bir harabi içinde bulunmalarına rağmen sekiz asır evvelki Türk medeniyetinin hakiki şaheserleri kıymettar bazı mebani vardır. Bunlardan bilhassa Karatay Medresesi, Alaaddin Camisi, Sahipata medrese, cami ve türbesi, Sırçalı Mescid ve İnce Minare derhal ve müstacelen tamire muhtaç bir haldedir. Bu tamirin gecikmesi bu abidelerin kamilen inhirasını mucip olacağından evvela asker işgalinde bulunanların tahliyesinin ve kaffesinin mütehassıs zevat nezaretiyle tamirinin temin buyrulmasını rica ederim.''


Yazıldığı tarih ve şartlar dikkate alındığında normal bir insan zihni bu telgraftan ne anlar?

Kurtuluş Savaşı'nın harabeye çevirdiği Anadolu'da demek ki Türk Ordusu Ve Kuvvai Milliye, savunma sırasında ayakta kalan binaları, müzeleri, camileri, mescitleri sığınma yeri ve yığınak olarak kullanmış. Bütün bağımsızlık savaşlarında, o ülkenin yerli güçleri bunu yaparlar. Kurtuluş savaşının üzerinden yıllar geçmesine rağmen belli ki gerekli tamiratlar yapılamamış, askeri amaçlarla  kullanılan binaların bir kısmı  tahliye edilememiş. Aradan 8 yıl geçtikten sonra İsmet İnönü'nün Konya'ya yaptığı bir ziyaretten istifadeyle  Mustafa Kemal bu konuyu gündeme getiriyor ve Başvekil İnönü'ye buradaki tarihi eserlerin asker kullanımından arındırılıp tamir edilmesi talimatını veriyor. "Yer tutma", "yerleşip kalma" anlamındadır. Yoksa Başbakan'ın eline o konuşmayı tutuşturanların imâ etmeye çalıştığı gibi Türk Askeri, Millet'in manevi değerlerini hoyratça çiğniyor filan değildir. Ayrıca Amerikan askerlerinin Bağdat'ın camilerine postalla girmelerine sessiz kalanların, böyle bir çarpıtma üzerinden Türk Askeri ile Türk Milleti'ni karşı karşıya getirme çabalarını da kusura bakılmasın, kimse yemez…

Şimdi bu tarihi belgeden yola çıkarak Başbakan demek istiyor ki;

"Bakın, asker işte milletin camilerini, türbelerini böyle işgale etmişti, bu zihniyeti halen de devam ettiriyorlar: Mustafa Kemal, bu durumdan rahatsızdı ama İnönü arka çıkıyordu. Demek ki neymiş? Biz Atatürk'e bir şey demiyoruz, o iyi niyetliydi ama İnönü suçludur. Dolayısıyla hesabımız Atatürk ile değil, İnönü'yledir..."
Teşekkür ederiz Atatürk'ü (şimdilik) koruduğunuz için!

Bu ülkenin cahil insanları olarak tarihimizin böyle sorunlar içerdiğini bilmiyorduk, siyasi birtakım hesaplaşma istekleri vesilesiyle öğrenmiş olduk!

Peki nereden çıktı şimdi bu İsmet İnönü meselesi?

ABD ile AKP arasında bir balerin zerafeti ile duran bayan gazeteciden öğrenelim işin aslını...

(beş / 5 yıl önce)  Aslı Aydıntaşbaş dün şöyle yazdı:

İnönü eleştirisi gündem değiştirme amaçlı değil. Muhafazakârlar, AK Parti’nin iktidara gelmesiyle Kemalizm’in tüm sıkıntılarını Atatürk yerine İnönü’ye mal etme eğiliminde Erdoğan, duygularını gizlemeyen bir lider; kızdı mı kızan, sevindi mi sevinen biri. İnönü meselesini pek öyle sadece gündem değiştirmek amacıyla ortaya attığını sanmıyorum. Duyduğum kadarıyla Erdoğan, CHP lideri Deniz Baykal’ın kendisini Churchill, Erdoğan’ı da Hitler’e benzeten sözlerine çok bozulmuş.  

Freud’un dediği gibi, “Bazen bir puro, sadece bir purodur.”  İnönü-Hitler benzetmesinin altında da sanırım Erdoğan’ın Baykal’a kızgınlığı ve Türkiye’deki muhafazakâr hareketin yıllardır devam eden İnönü takıntısı var. Gerçekten de son yıllarda AK Parti ya da muhafazakâr kesimden biriyle tarih sohbetine girdiyseniz, 1980 ve 90’lı yıllarda İslami kesimin Atatürk’le ilgili eleştirilerinin, artık neredeyse tamamen İsmet İnönü’ye yöneltildiğini görmüşsünüzdür. Herhalde iktidar partisi olmanın doğal bir sonucu bu Atatürk’ü sahiplenme gereği. Ancak bir zamanlar çeşitli nedenlerden dolayı Cumhuriyet ideolojisi ve Kemalizm’i despotizmle suçlayanlar, şimdi ‘Atatürk iyi, kabahat İnönü’de” formülüne sarılmış gözüküyor. Peki Türkiye’de muhafazakârlar neden sevmiyorlar Cumhuriyet’in en önemli ikinci ismini? Sorumu, bir başka muhafazakâr siyasetçi yanıtlıyor:

“İki nedeni var. Muhafazakârlar Kemalizm’i Atatürk değil İnönü’nün eseri olarak görürler. Kemalizm’deki çatışmacı ve dinle problemli laiklik anlayışı da bu ideolojinin bir unsurudur. Uygulamaları da bunun göstergesidir. İkinci neden ise, 1960 darbesi İnönü’nün onayı ve rızası olmadan yapılamazdı. Chp + Ordu = İktidar formülünün kökeni İnönü’dür.”

Gördüğünüz gibi  "muhafazakârların"  geneline mal edilmek istenen bu yaklaşımı tedavüle sürme zamanı gelmiş. Başbakan burada sadece  "Baykal'a kızmış öfkeli bir adam…"

İyi de… 

"Kemalizmin çatışmalı ve dinle polemikli olduğu" ön kabulü de nereden çıktı?

Taşlar yeniden döşeniyor. Hepimize layık görülen de figüran rolü…

--
(*) : Dip not:

 Erdoğan'ın önceki gün başlattığı İsmet İnönü tartışmasına dönelim.

Başbakan, konuyu dün de devam ettirdi. Vakıflar Haftası nedeniyle düzenlenen törende yaptığı konuşmada yine İsmet İnönü'den bahsetti ve Atatürk'ün 19 Şubat 1931'de İnönü'ye  yazdığı bir telgrafı  (Başbakan, o telgrafa   "mektup" dedi) gündeme getirerek şöyle dedi:

"Şu 7,5 yıl içinde Türkiye'nin her köşesinde, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün İsmet İnönü'ye yazdığı o mektuptaki o incelik var ya... Ah ah, o mektubu iyi incelemek lazım, teferruatına girmeyeceğim. Hani diyor ya, 'o camiler, kervansaraylar askerlerden boşaltılsın...' Sadece o değil, orada daha başka şeyler de var. Onu eğer incelersek, araştırırsak onların içinde nelerin olduğunu görürüz. İşte biz, oraları onlardan temizliyoruz. Ve bu nesile onları kazandırdık, şimdi de geleceğe kazandırıyoruz. Fark bu. 7,5 yıl içinde tarihi eserlerimiz yeniden hayata döndü. Bunlar ahır olarak kullanılıyordu. Bu ahırlardan temizledik. Bu tarihe ihanet değil midir? İşte bunlardan temizleyerek onları bugüne ve geleceğe kazandırdık. Yeniden can suyuna kavuştular."


Alıntı: http://ahmetdursun374.blogcu.com/ataturk-un-inonu-ye-yazdigi-telgraf-tamami/7798350

.

Bozkurt Efsanesi


Bozkurt Efsanesi / Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan

Bozkurt, Türk milletinin totemidir. Totem, içtimaî mana taşıyan bir semboldür. Bozkurtun totemliği de ayrı Türk zümrelerinde başka başka anlaşılmıştır. Göktürklerde dişi kurt, bir cedde (büyük anne); Uygurlar için erkek kurt, bir ceddir. Oğuzlarda ise erkek bozkurt büyük seferlerde önderlik eden bir millî kılavuzdur. Türklerin, kurdu totem olarak melafetmelerinin manası yabancılar tarafından izah edilmiştir. Arap tarihçisi Mesudî’ye göre bu, Türkleri diğer milletlerden ayıran bir millî karakterin ifadesidir. O, eski Kuşanlara ait bir hikâye anlatıyor ve diyor ki:

“Türklerin en büyük padişahlığı Çin ile komşu olan Kuşan Devleti olmuştur. Ona Dokuzoğuz da diyorlar. Bunlara yırtıcıların ve atların padişahı derler (Melik üs’süba ve’lhiyet). Çünkü dünya devletleri arasında onlardan daha kudretli, daha şevketli ve şiddetli, memleket idaresinde onlar kadar mazbut bir devlet yoktur. Ve dünyada en çok at yetiştiren millet de bu Kuşa n Türkleridir”. Burada milâttan evvelki Kuşanlarla milâdî X. yüzyıla (yani Dokuzoğuzlara) kadar Kansu ve Çin arasında yaşamış olan devlet irade olunmuş. Bunlara Altın Han demişler. Mısırlı Aybek oğlu Abdullah’ın naklettiği rivayetlerde Çengiz’in büyük ceddi olarak tanıttığı Kara Alp Arslan da arslanlar ve diğer yırtıcı hayvanlar arasında dağlık yerlerde yetişmiş bir kahraman olarak tanıtılmıştır. Oğuz Destanı’nda Kül Erkin Han’ın oğlu olan Tuman Han hakkında, yırtıcı hayvanların dillerini bildiği; bir ihtiyar kurdun üç genç kurtla kendi aralarındaki konuşmalarını dinleyerek memleketin refahını temin eden tedbirler aldığı anlatılmıştır.

Kurt, başlıca harplerde yol gösteren bir kılavuzdur. Uygurca Oğuz Destanı’nda Oğuz Han’ın her seferinde bir mavi kurdun orduya rehberlik ettiği, seferin sonu gelince bu kurdun yere oturduğu anlatılmıştır. XI. yüzyılda Semerkant’ta yaşayan Süryanî metropolidi Michael, Selçukîlerin İran’ı istilalarını anlatırken onların eski cedlerine İran seferlerinde köpeğe benzer bir hayvanın (yani kurdun) yol gösterdiğini anlatırken, kurdun rehberlik ettiği bu seferin Muhammed Peygamber’den 100 sene evvel, yani milâdî V. yüzyıl ortalarında, vaki olduğunu ifade etmiştir. O diyor ki: “Bu yırtıcı hayvan bir sefer zamanı gelince, Oğuzlara yakın gelerek Türk dilinde, ‘Göç! Göç!’, yani göç edeceksiniz, diye ulurmuş. Oğuzlar bu hayvana tam yanaşmıyorlardı. Ancak göz görecek yerden onu takib ederler. Sefer tamam olunca oturur. Oğuzlar da durur. Sonra bu hayvan kaybolur ve ikinci bir sefer zamanı gelinceye kadar görünmez”.

Oğuz Destanı, böyle seferlerin sadece kurdun işaretiyle başladığını anlatır. Uygurca Oğuzname’de seferlerin başında kurdun resmi de konulmuştur. Yoksa sefer hakanın isteğiyle ve halkın uymasıyla başlar. Sefer kararlaştırıldıktan sonra kurt ortaya çıkar ve kılavuzluk eder. Yani bir seferin zarureti, kurt tarafından ilham edilmez.

Göktürklerde, Karluk ve Halaçlarda bozkurt, bir mürebbiyedir. Büyük ced bir mağarada doğuyor. Oraya dişi kurt gelip, sütü ile çocuğu büyütüyor. Kurdun iki çocuğu vardır, Türkün ceddi de onların yanında üçüncü oluyor. Bu gibi akideler eski Etrüsklerden Romalılara geçmiş ve böyle iki yavruyu emziren bir kurdun resmi, geçen sene Türkistan’da ve Ora Tepe şehrinin yanında yapılan kazılarda bir duvarda bulunmuştur.

Bu duvar IX. yüzyılda yapılmış, belki daha eski, bir binaya aitmiş. Geçen sene (1968’de) Tahran’da toplanan İran Sanatı Kongresi’nde Rus profesörü Belenitski, “Bu resim Roma efsanesinin Türkistan’dan geldiğini ifade edebilir.” demişti. Çünkü bu tip resmin Sasanîler zamanından kalan bir örneği Roma kurdundan farklı imiş. O hâlde Ora Tepe kurdu, eski Roma’dan daha eski bir resimden alınmış olabilir. Bu kurda Moğol ve Türkler, her iki dilde müşterek olan bir kelime olmak üzere “Açina” (Moğollarda Açino); Hudud’ülÂlem kitabında “Asena” demişler. Göktürklere ait rivayette kurdun Türk olan çocuğu ve on iki kabilenin reisi sıfatıyla on iki çocuk bu kurttan doğmuş veyahut onun tarafından emzirilerek beslenmiş.

Kurt tarafından beslenilmiş olan ilk Türke Böri Tekin, yani “Kurt Prens” denilmiş. Cengiz’in Türk olan

ecdadına ait rivayetlerde Türkçe kelimeler, Böri Tekin hanedanının tebaası olan Şivei, sonraki isimleriyle Moğol dilinde değişikliklere uğramıştır. Türkçe börü kelimesine (kurt manasında), bu cedde ait Çin rivayetlerinde “Fuli” denilmiştir. Fakat “Açena” kelimesi de Göktürklerde kullanılmış. Açina da Türkçe bir kelimedir. Budha kültü ile bağlı hüyüklere “acina” demişler. Son zaman Özbekleri Arapça “cin” kelimesiyle bağlamak isteyerek buna “Acinna” demişler. Fakat “cin” kelimesinin “acinna” şeklinde bir çoğulu yoktur. Her hâlde açina, yani Türklerin ceddi, yahut ceddesi olan Açena, Budizm kültürü ile bağlanmıştır. “Tegin” kelimesi mesela Ot Tegin’in “Ot Çegin” telaffuzunda olduğu gibi, “t” harfi, “ç” telaffuz edilmiştir. Cengiz’in ecdadına ait rivayetlerde birçok Türkçe kelimelerde başlangıç “T”, “Ç” harfi ile telaffuz edilmiştir. “Börü Tekin” ismi “Börü Çegin” ve sadece Börçegin telâffuz olunmuş ve bunun manasını bilmeyen Moğollar “Mavi gözlü” olduğuna dair etimoloji uydurmuşlar.

Börü Tekin ismi Göktürk ve Karahanlıların prenslerine verilen maruf bir isimdir. Merkezi şimdiki Kabil yanında Begram (daha eski ismiyle Kaisa) olan İndoskit krallarının ceddinin adı da Börü Tekin imiş. El Biruni, bunu “Borıh Tekin” olarak yazmış ve bunun doğduğu ve Türk askeri elbisesi giymiş hâlde halkın huzurunda sürünerek dışarı çıktığı mağaranın bu eski Kâbil yanında gösterildiğini ve kendisine BWR denildiğini, yani El Biruni zamanında daha herkesin bildiği bir yer olarak gösterildiğini kaydetmiştir. Benim bizzat 1914 yılında Şarkî Buhara’da Feyzabad ve Dihnev mıntıkasında yaşayan Karlukların bir mağarada dişi kurt tarafından beslenen prensi “Bayburı” tesmiye ettiklerini işitmiştim. Milâttan önceki Usun (Vusun) Türklerinde de bozkurt dişi annedir. (yani kola mensup olan Göktürklerinki gibidir). Çengiz’in cedleri olan Börü Tekinlerde de Göktürk ve Usunlarda olduğu gibi bozkurt bir ceddedir. Göktürklerin eski bir kolundan ayrılmış olarak gösterilen eski Tibet hükümdar sülâlesi de kendilerinin bozkurt anneden gelmiş olduklarına inanmışlardır.

Prof. Marquart, Uygurların ceddi sayılan erkek kurdun Müslümanlığın tesiriyle bazı kaynaklara arslan olarak geçtiğini ileri sürmüş. Mısır Memlûklerinden Aybek oğlu Abdullah Türk ve Moğolların menşelerine ait naklettiği rivayetlerinde de dişi kurt yerine dişi arslandan türemiş olduğunu düşünerek olsa gerek, kurt yerine arslanı almıştır, fakat hikâyenin Moğolca ve Çağatayca asıllarında hep dişi kurt bahis konusudur. Zamanımızdaki bazı Marksistler gibi Süryani Papazı Michael ve İranlı Gerdizi, Oğuz ve Kırgızların menşelerine dair naklettikleri rivayetlerde, bunları küçümseyerek “kurt” yerine, “it” kelimesini almışlardır. Gerdizi bu Kırgızların “Saklap” dedikleri herhalde eski Saklardan gelmiş olduklarından, cedlerine Farsça “sek” yani köpek demiştir. Fakat bu yabancılar, Türklerde ayrı kabilelerin veyahut milletin totemlerinin muayyen hayvanlardan geldiğinin ve bunun değiştirilemediğinin farkında değildirler. Yani kat’i olarak Türk kavimlerinin müşterek totemi kurttur.

Kurt efsanesinin teferruatına gelince, bunun erkek kurt şeklini yaşatmış olan Uygurların, Çin kaynaklarında kayıtlı rivayetlerine göre; Hun Yabgusu’nun (yani hükümdarının) çok güzel iki kızı olmuş ve onları isteyenlere vermeye kıyamamış. Bunlar ancak bir Tanrı’ya zevce olmaya layıktır, demiş ve memleketin kuzey tarafında yüksek bir kale yaptırıp iki kızını oraya hapsettirmiş. Tanrı’ya niyaz etmiş ve kızlarına gelmesini, onlarla evlenmesini rica ederek dualarda bulunmuş. Nihayet bu kale etrafında ihtiyar bir kurt dolaşmaya başlamış. İki kızın küçüğü ablasına “Bize gönderilecek olan mabud herhalde şu kurttur.” demiş ve her iki kız kurdun yanına gelerek onunla evlenmişler. Bu temastan Huihu (Uygur) kabileleri vücuda gelmiş. Bu sebepten Uygurların şarkıları kurt ulumasına benzermiş.

Erkek kurt efsanesinin güzel bir şekli, Çengiz’in ecdadına ait hikâyelerde bulunur. Börçegin sülâlesi arasında taht kavgası çıkınca, davanın çözülmesi işine erkek bozkurt karışıyor. Duyun (tüyün) Bayan ismindeki Hanın ölümü esnasında oğullarından hiçbirisi padişahlığa layık görünmediğinden, ölümünden sonra kadını Alangua’nın çadırına ışık deliğinden bir nur olarak gelip, kurt olarak çıkacağını söylemiş. Gerçekten de böyle geliyor, kadın hamile kaldıktan sonra kurt olarak çıkıp gidiyormuş.

Dişi kurt efsanesine gelince, Göktürk tarihinin başlangıcına dair yine Çin kaynaklarında naklolunan rivayetlere göre Göktürklerin babaları “Batı Denizi” (Sihay) sahilinde otururlarmış. Komşu hükümdarlardan birisi ansızın hücum edip bunların hepsini kılıçtan geçirmiş. Yalnız, on yaşında bir çocuk kalmış. Onun da el ve ayaklarını kesmişler. Ona doğru bir kurt gelip bunu Batı Denizi’nin doğu tarafına nakletmiş. Hem Kaoçang yani Uygur yolunun kuzey tarafındaki dağlardan birinin mağarasında yerleştirmiş. Burada takriben 100 km çevresinde mümbit bir ova varmış. Etrafı hep kayalarmış. Kurt bu çocukla birleşerek on oğul doğurmuş. Bunlardan birisinin ismi Asena, yani kurt, imiş. Bu çocuklar mağaradan çıkıp etraftaki kabilelerden kız kaçırıp çoğalmışlar. Nihayet AHienŞe adlı birisi bunları mağaradan çıkarmış. Bunlar Kienşan (yani Altın) dağlarında yerleşmişler ve demircilikle meşgul olmuşlar. Buradaki KaoTschang, şimdiki Urumçi tarafları demek olduğundan, bunun kuzeybatısı Kuzey Tiyanşan dağlarına rastlar. Altın dağları ise Thomsen ve Parker’in fikirlerince şimdiki Doğu Türkistan’ın güneydoğusunda bulunan dağlar olacak. Asena’nın oğulları bayraklarının mızrağına bir kurt başı takarlarmış. Çinlilerin Wei Sülâlesi tarihi ilklerden bahsederler (bunlar prenstir). Bunlardan biri Çuce, Türk destanlarında “Şu” ismiyle maruf olan ve Orta Tiyanşan’ın “Çu” havzasında hükümdarlık eden sülâlenin ismi ceddi olacak. Dördüncü küçük kardeşleri IÇiniSetu, kurt anneden doğmuş imiş. Komşuları olan düşmanlarının hücumuna uğrayınca bunların hepsi ölmüş. Yalnız on yaşında olan küçükleri IÇiniSetu sağ kalmış. Buna bir dişi kurt rast gelmiş; onu bir mağaraya götürüp emzirip beslemiş. Büyüyünce bu ana kurttan dört oğlu doğmuş. Bu prenslerin dördüncüsü NaTuluşa (İslami rivayetlere göre Nutel; “şe” de Türkçe “şad” demektir: Nutelşad), halkını kurt annesinin vatanı olan Basısişı dağlarında yerleştirdi. Bu dağlar Issık Göl mıntıkasının dağları olacak. Halkı ona “Türk” ismini ve AHienŞe lâkabını verdi.

Dişi kurttan türeyen Börçegin sülâlesi, yani Çengiz’in ecdadına ait rivayetler, daha çok çeşitlidir. Burada zikri geçen coğrafî isimlerin yerleri tespit edilebiliyor. Bu ülke, Tibet ile Çin arasındaki Kokenor (yani Gökçegöl) mıntıkasıdır ki burasına “BörüTibet”de denilmiştir. Moğolca Altantopçu rivayetine göre sülâlenin ceddi olan Börçegin (yani BörüTekin) bir dişi kurt tarafından beslenmiştir. Birçok rivayetlerin anlattığına göre, bunlar Tengiz denilen Batı denizinin (yani Kökenor) batısında idiler. Tengelek ismindeki bir ırmağın boyunda yaşıyorlardı. Bu Tengelek, bugün Saydam ile Kokenor arasında aynı ismi muhafaza etmiştir. Düşman olan komşu milletler hücum edince Bozkurt, bu prensi bu denizin şarkına geçirmiştir. Orada dağlar arasındaki meralarda birkaç nesil barınmışlar ve çoğalmışlar. Yani Göktürk rivayetindeki 200 li (100 km) çevresinde olan mümbit saha Reşideddin ve başkalarının rivayetine göre Ergenekon’un kendisidir. Bu Ergenekon, Smith’in tetkikine göre bugün Kunerkin ismini taşıyan yer olacaktır ki Hun hükümdarlarının Nanşan dağlarındaki esas vatanlarına yakın bir yerdi.

Çengiz’in ecdadına ait rivayetlerde Altın Han ile hanımı Kurleviç, Alamelik Körklü ismindeki güzel kızları güneşten hamile kalınca, bunu bir sandık içine koyup Tengelek nehrine atmışlar. Fakat bunu Kıyat kabilesinden Dunbavul Mergen ile Türkmenlerden Şibasokur (Tepegöz) yakalamışlar ve kız, Dunbavul’un karısı olmuş.

Abdulah’ın naklettiği rivayetlerde, yukarda zikrettiğimiz gibi, dişi kurt yerine “dişi arslan” ibaresi kaydedilmiş. Bir Tibetli olan annesi tarafından Karatdağ dağlarında bırakılınca, bunu dişi arslan beslemiş. Onun zaten iki tane yavrusu varmış. Büyüyünce Alp Kara Arslan ismini alan bu genç, üç erkek, üç kadın ve bir kızdan ibaret olan Tatarlara rastlamış ve bu kızla evlenerek bundan on iki oğlu olmuş.

Oğullarından Çengiz temirci imiş (yani demirci). Bu Cengiz, sonraki Cengiz Han’ın büyük ceddi ve bu isim de “Tengiz” demek imiş. Bunların yaşadığı göl çevresinde “Izırmak” ismindeki şehirde kendi imali olan demir silâhları satmakla geçinen Cengiz Han, bu gölün ortasındaki adada beslenen ve “Otatı” ismindeki at sürülerinin de sahibi imiş. Hikâyede bu atlar Arapça olarak “Deniz atları” (Birdhevn albahri) olarak isimlendirilmiştir.

Kökenor’un ortasındaki gölden çıkan aygırla kısrakların birleşmesinden doğan bu atlar ve demircilik, Çin kaynaklarında da zikredilmiştir.

Dişi kurttan türeyen Börçegin sülalesine ait hikâyeler bir taraftan Tiyenşan dağlarında diğer taraftan Kokenor mıntıkasında, üçüncü olarak da Kâbil mıntıkasında milâttan evvelki yüzyıllardan başlayıp gelişmiştir.

Bu kurt ced ve ceddi hakkındaki kayıtlar Prof. J. Marquart tarafından Uber Das Volkestum der Komanen, s. 3036, 7071 ve 142; Sir Gerard Clauson’un 1964 yılında Helsinki’de basılan Turks and Volves ismindeki eserinde de Moğol rivayetleri, H. H. Howorth’un Journal Royal Asiatic Society 1908 yılı cildinde; Göktürklere ait rivayetler, Bahaeddin Ögel’in Belleten, cilt: 21 (1957) “Doğu Göktürkleri Hakkında Vesikalar ve Notlar” isimli eserinde toplanmıştır. Kıpçak rivayetleri ve Aybek ile Abdullah’ın verdiği malûmatlar daha neşredilmiş ve tahlil edilmiş değildir. 470

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 3 S.544-546

Rum okulu, kilise, Ruhban okulu açılması üzerine - Ümit Yalım


Yunanistan Türk okullarını kapatırken Türkiye'nin Rum
Okulu açması,

Rumlar camileri kapatırken Türkiye'nin Kiliseleri açması,

üstüne de  Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması
tartışmaları karşısında, Araştırmacı Ümit
Yalım  diyor ki FENER RUM PATRİKHANESİ AYNOROZ'A
TAŞINMALIDIR!

İşte yazısı:
Patrik Bartholomeos, geçtiğimiz  günlerde bir gazete muhabiri
ile yaptığı söyleşide, Ruhban Okulunu kastederek "Okulumuz
nerede" diye sitemde  bulunmuş. Gazete, haberi iki gün arka
arkaya manşetten verdi.

Öncelikle, Patrikhane'nin Birinci Dünya Harbi
sırasında, Osmanlı İmparatorluğu'nun düşmanları
ile işbirliği yaptığını,

İstiklal Savaşı  sırasında da Patrik Melitios'un

İstanbul'a kan kusturduğunu hatırlatalım ve
gerçeklerin ortaya çıkması için, Patrik'e konu ile
ilgili sorular soralım.

Soru 1:

Patrik, Ruhban Okulu'nun 1844-1971 yılları  arasında
faaliyet gösterdiğini ve 1971'de anormal bir siyasi durum
varken Ankara'da  kapatıldığını iddia ediyor . Peki Ruhban
Okulu'nu kim kapattı ?

Patrikhane'nin destek ve yönetimindeki Ruhban Okulu  1844
yılında açılmış,

1950 yılına kadar orta dereceli okul hüviyetinde hizmet
vermiştir.

1950 yılından itibaren okulun lise kısmına bir yıl ilave
ile "Yüksek Teoloji Bölümü"  kurulmuştur.

Anayasa Mahkemesi, 1971 yılında Türkiye'deki tüm
özel okulların kapatılması kararını vermiştir.
Anayasa Mahkemesinin kararı üzerine  hemen 1472 sayılı
intibak yasası çıkarılmıştır.

Bu yasaya göre gerekli koşulları  yerine getiren Özel
Yüksek Okullar kısa zamanda üniversite bünyesi içinde yer
almışlardır.

Bakanlık, Teoloji Bölümü için yapılacak işlem
içinde, o tarihte kuruluşunda İlahiyat Fakültesi bulunan tek
üniversite konumundaki Ankara  Üniversitesi'nden karar
istemiştir.

Üniversite Senatosu, Teoloji Bölümü'nün liseye
dayalı dört yıllık bir yüksekokul olduğunu teyit
etmiş ve Lozan Barış Andlaşması Md. 40'ın  "eşit
haklardan yararlanma" hükmüne dayanarak bu okulun da
üniversiteye bağlanmasına  karar vermiştir.

Ancak Teoloji bölümü üniversiteye bağlanma kararına
karşı çıkarak bu  kararı benimsememiş ve okulu
kapatmıştır.

Görüldüğü gibi Ruhban Okulu'nu kapatan Anayasa  Mahkemesi
veya Bakanlık değil, Üniversite Senatosu kararını
benimsemeyen  Patrikhane'dir.

Ortodoksluğun kalesi olan Yunanistan'da dahi tüm  dini
okulların Eğitim ve Din İşleri Bakanlığı'na bağlı
bulunmasına ve kiliseye bağlı  dini okul bulunmamasına
rağmen Patrikhane okulun, Heybeliada Ruhban Okulu'nda ve devlet
denetiminde olmaksızın açılması için özel bir çaba
sarf etmektedir.

Ruhban Okulu bizzat Patrikhane tarafından  kapatılmasına
rağmen Patrik hangi gerekçe ile sitem ediyor ?

Patrik, "din özgürlüğümüz nerede, eğitim
özgürlüğümüz nerede" diye soru soruyor.

Halbuki, İstanbul'da yaşayan yaklaşık 3 bin Rum
vatandaşımız  kiliselerde ibadetlerini rahatlıkla yapmakta, Rum
okullarında eğitimlerini  sürdürmektedir.

Soru 2:

Batı Trakya, Rodos ve İstanköy Adası'nda  yaşayan
Türk soydaşlarımızın din özgürlüğü nerede,
eğitim özgürlüğü nerede ? Bu bölgelerde  İslam Dinine
yapılan saygısızlığı, Patrik neden görmezden geliyor ?

Kuzey Yunanistan ( Güney Makedonya, Selanik,  Kavala, Batı Trakya
), Girit ve onikiada bölgesi ruhani bakımdan Patrikhane'ye
bağlı olup  Patrik Bartholomeos'un dini otorite alanı
içindedir. Bu bölgelerde görev yapan Metropolitler  Patrik
Bartholomeos'a bağlıdır.

Patrik Bartholomeos'un dini otorite alanında olan
Kavala'daki Pargalı İbrahim Paşa isimli Türk Camisi, Aya
Nikola Kilisesi olmuş.

Batı  Trakya'da yaşayan 150 bin Türk ve Müslüman
soydaşımıza dini hakları ve eğitim  hakkı verilmiyor.

Seçilmiş Müftü yerine Yunan  Hükümeti'nin
atadığı Müftü görev yapıyor. Okullardan "Türk"
ismi kaldırılmış. Batı Trakya'da İmam Hatip  Okulu da
yok, İlahiyat Fakültesi de yok.

Yaklaşık 4 bin Türk soydaşımızın yaşadığı
Rodos'ta  Türk okulu yok.

Mevcut 27 camiden sadece biri, İbrahim Paşa Camisi ibadete
açık,

o da bayram  ve Cuma namazları ile sınırlı. Cami
Müezzini'nin minareden ezan okumasına müsaade  edilmemekte,
müezzin ezanı ancak cami avlusundan okuyabilmektedir.

Ayrıca Rodos limanının  hemen yakınında surlar içinde
bulunan Türk camisi, Yunanlılar tarafından AB fonları
kullanılarak AVM ve meyhaneye dönüştürülmüş.

İstanköy'deki Türk Defterdar Camisi Alışveriş
Merkezi yapılmış ve soydaşlarımızın ibadetine
kapatılmış.

Yaklaşık 2 bin Türk soydaşımızın  yaşadığı
İstanköy'de soydaşlarımızın ibadet

edebilecekleri tek bir cami yok, din özgürlükleri  yok, Türk
okulu hiç yok.

Buna karşılık adadaki Rum kiliseleri ticari maksatla
kullanılmıyor ve Yunanlıların ibadetine açık.

Gökçeada'da Rum Okulu'nun açılmasına izin
verilirken,

Rodos ve İstanköy Adası'nda bulunan 7 Türk okulu neden
kapatıldı ?

Soru 3:

Patrik, Sen Sinod Meclisi'ne neden altı  yabancı metropolit
atadı,

Lozan Barış Andlaşması'nın 40 ncı maddesindeki
"eşit haklar" ve  45 nci maddesindeki "mütekabiliyet
(karşılıklılık) " ilkesini neden ihlal etti  ?

Patrik Bartholomeos, Patrikhane Meclisi olan Sen  Sinod'a, Türk
vatandaşı olma zorunluluğuna rağmen, Cumhuriyet tarihinde ilk
kez altı yabancı  metropolitin atanmasını
sağlamıştır.

Bunlar ABD, İngiltere ve Girit Başpiskoposları ile  Rodos,
Finlandiya ve Yeni Zelenda Metropolitleridir. Bunlardan ikisi Yunanistan
vatandaşıdır.

Patrikhane bu altı papazdan ikisini İznik ve Bursa  Metropoliti
olarak atamıştır. Oysa Lozan Andlaşması ile İstanbul
dışında tüm Rumlar  mübadeleye tabi tutulmuşlar ve tüm
dini örgütleri lağvedilmişti.

Bu ödün ile Lozan Andlaşmasına  aykırı olarak, hem de
uluslararası planda,

Patrikhane'nin Türkiye içinde Metropolitlerinin  olduğu
kabul edilmiştir.

Böylece Lozan'a aykırı bir şekilde Rum göçmen
ailelerinin geri  getirilmesinin yolu açılmıştır.

Bursa'da "olmayan Rum cemaati" için atanan  Metropolit
Elpidophoros Lambriniadis'in, Bizans dönemi Bursa haritası ile
Yunanca ve İngilizce  broşür bastırması,
Megalo-İdea'nın ayak sesleridir.

Patrikhaneye 6 yabancı Metropolit atanırken, Rodos  Adası'nda
1972 yılından beri, tam 41 yıldır Müftü yok. Lozan
Andlaşması'nın 40 ncı  maddesindeki "eşit
haklar" ve 45 nci maddesindeki "mütekabiliyet" ilkesi
neden  uygulanmıyor ?

Soru 4:

Patrik ve Patrikhane'nin, Türk adalarının  Yunanistan
tarafından işgal edilmesi

faaliyetlerinin içinde yer alması ne anlama  geliyor, Patrikhane
neden siyasi faaliyetler ile uğraşıyor ?

Patrikhane'nin internet sitesine girince ilginç bir  durumla
karşılaşıyoruz.

Site İngilizce ve Yunanca, Türkçe yok!..

Ayrıca Bartholomeos  internet sitesinde ekümenik olduğunu
çoktan ilan etmiş.

Ancak ilginç bir ayrıntı daha var.

Sitede, Batnoz  Adası ( Patmos ) Patrikliği'nin; Eşek
Adası ( Agathonision ) ve Nergizçik Adası ( Arkioi  ) ile
birlikte etrafındaki küçük adaların da doğrudan Ekümenik
Patrikliğin yetkisi / yönetimi  altında olduğu
belirtilmiş.

Ayrıca,

Patrikhane'nin dini otorite alanı içinde olan Eşek  ve
Nergizçik Adalarındaki kiliselerin telefon numaraları da
verilmiş. Bu bilgiler, Patrikhane'nin işgalin içinde
olduğunu  açıkça göstermektedir.

Yunanistan'ın Türk adalarını işgal etmesi
Megalo-İdea'nın bir  uygulaması olup siyasi bir olaydır.

Patrikhane'nin siyasi bir olayın içinde olması
Lozan'da varılan mutabakata aykırıdır.

Rıza Nur Bey'in Lozan Konferansı'nda, Patrikliğin her
zaman siyasal çabalar göstereceği tezi doğrulanmıştır.

Tarih bir kez daha tekerrür etmiş  ve Patrikhane'nin gerçek
yüzü ortaya çıkmıştır.

Patrikhane, Lozan Mutabakatına göre, İstanbul'da  ikamet
etme hakkını hukuken kaybetmiştir.

Patrikhane, en kısa zamanda ait olduğu yere,  Aynoroz'a
taşınmalıdır.

Bu bağlamda Ruhban Okulu'nun da yeniden açılması
mümkün  değildir.

Ümit YALIM

.


Ulu önderin mal varlığını diline dolayan mürtecilere duyurulur.


Özel yasa çıkarttırarak kendine özel çıkarlar sağlayan devlet adamlarına, dünyanın her yerinde dün de, bugün de rastlanıyor, yarın da rastlanacak...

Ama özel yasa çıkarttırarak nesi var nesi yok milletine bağışlayan devlet adamına, ne Atatürk’ten önce, ne de sonra bir daha rastlanmamıştır.

Atatürk; 1927 yılında Büyük Nutku’nu okuduğu C.H.P’nin 2.ci Kurultayı’nda, taşınır-taşınmaz tüm mal varlığını C.H.P.’ne bağışlayacağını duyurmuştu.
Daha ileride, bu partinin artık devletle tamamen bütünleştiğini görerek fikrini değiştirmiş ve mal varlığını C.H.P’ye değil, Hazine’ye bağışlamaya karar vermişti.
İşte 1933 yılında bu konuda ilk adımı atmış ve gereken hukuki hazırlığı yapmasını da Genel Sekreter’i Hasan Rıza Soyak’a emretmişti.(Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, s.754).

Soyak, Atatürk’ün bu emrinin yerine getirilebilmesinin mümkün olmadığını, Miras Hukuku’nda “mahfuz hisse” denen bir kavram bulunduğunu, buna göre kız kardeşi Makbule Hanım sağ olduğu için mal varlığının yüzde 25’inin Makbule Hanım’a ait olduğunu, o nedenle tümünü değil ama kendi tasarrufundaki yüzde 75 üzerinde dilediğini yapabileceğini uzun uzun anlatmıştır.

Atatürk tatmin olmamış, tüm varlığını milletine yani hazineye bağışlamak konusunda ısrar etmiştir..
Sonunda; “...Her neyse, bir çaresini bulmalı ve mutlaka benim istediğim gibi bir vasiyetname yapmalıyız. Sen bu işle meşgul ol...” demiştir.
Emir kesindir.

Hasan Rıza; bunun üzerine bir hukuk bilgini olan Saruhan (Manisa) milletvekili Mustafa Fevzi Efendi’ye danışmış, konuyu inceleyen M. Fevzi Efendi şöyle bir öneri sunmuştur:

“Miras Hukuku hükümleri çok açık.
Oradan bir çıkış göremiyorum.
Yalnız aklıma bir başka nokta geliyor:
TBMM Gazi için özel bir kanun çıkartsın.
Sorun herhalde o zaman çözülebilir.”

Atatürk’ün de uygun görmesi üzerine konu Meclis’e götürülmüş ve bu kanun çıkartılmıştır.(Kabul Tarihi:12.6.1933, numarası:2307.)

Atatürk’ün mal varlığının tamamını hazineye bağışlayabilmesi için Atatürk’ün isteği ile Meclis tarafından çıkarılan 2307 nolu kanunun maddeleri şunlardır:

Madde 1:Gazi Mustafa Kemal Hazretleri’nin, Kanunu Medeni’nin 452.maddesi dairesindeki tasarrufları, mahfuz hisseler hakkındaki hükümden müstesna olup, bütün mallarında muteberdir.

Madde 2:Bu kanun neşri tarihinden itibaren muteberdir.

Madde 3:Bu kanunun hükümlerini icraya, İcra Vekilleri Heyeti memurdur.

Tüm mal varlığının ulusa yani hazineye ait olduğu, 1933’te çıkarılan işte bu yasayla hüküm altına alınmış oluyordu.

İntikallerin tamamlanması ise 12 Haziran 1937’de bitmiştir.

Atatürk, kâğıt üzerinde nice mal-mülk sahibi görünüyor olsa da 1933’ten itibaren O’nun artık bir dikili ağacı bile yoktur.

Atatürk’ün, yaptığı bağışlara temel olan yasayı Meclis’ten rica ederek çıkarttırdığı tarih;
12 Haziran 1933’tür...
Yani, Cumhuriyet henüz 10 yaşındadır.
Hastalık belirtileri de daha ortaya çıkmamıştır.
Çiftliklerinin zarar etmesi diye bir durum da söz konusu değildir, çünkü daha çiftlikler yeni kuruluş aşamasındadır.
Atatürk, bilerek, isteyerek, daha işin başında malını mülkünü milletine bırakmaya karar verniştir.

Aslına bakılacak olursa Atatürk’ün mal varlığının çoğu kendisine bağış ve hediye olarak verilen köşklerden, evlerden, bağlardan bahçelerden oluşmuştur.
Prof.Orhan Çekiç’in de belirttği gibi:
‘Atatürk’ün zaman zaman ziyaret ettiği yerler belediyelerinin kendisine “yörenin bir şükran ifadesi olarak” köşkler hediye etmişlerdir.
Atatürk nezaketen kabul ettiği bu köşklerin tümünü ilk fırsatta belediyelere iade etmiş, buraları o belediyeler tarafından ya “Atatürk Evi” olarak muhafaza edilmiş veya müzeye dönüştürülmüştür.
Bugün Anadolu’nun neredeyse her ilinde bir Atatürk Evi ve Müzesi olmasının nedeni bundandır.

Atatürk; kendine hediye edilenler bir yana dursun, kendi parasıyla edindiklerini bile ya Yalova’da, Mersin’de olduğu gibi yöre köylüsüne veya yukarıda belirtildiği gibi hazineye bağışlamıştı.
Örneğin, o günlerde bataklık olan bugünkü Etimesgut’un tüm arsalarını, bedelini ödeyerek parsel parsel satın almış, ıslah ettirmiş ve buralara Rumeli’den göç eden muhacir hemşerilerini yerleştirmiştir.
Aynı şeyi Yalova için de yapmıştır ve Yalova’ya ilk gidişinin nedeni, bu bölgeye yerleştirilen Rumeli göçmenlerinin durumunu görmek içindir.
Kooperatif kurulmasına öncülük etmiş 1 numaralı üyeliği kendisi almış ve bu yoldan da köylüye örnek olmuştur.
Kendi çiftlikleri başarılı bir düzeye geldiğinde de bunları o yörenin köylerine bağışlamıştır.
.

30 AĞUSTOS, ZAFER BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN


30 AĞUSTOS, ZAFER BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN
 
Siyasi ve askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa kazanılan zaferler kalıcı olmaz, az zamanda kaybedilir.
(1923, İzmir) Mustafa Kemal ATATÜRK
 
Güzel ülkemizin doğasında da Mustafa Kemal ATATÜRK var!
Her yıl, 15 Haziran ve 15 Temmuz tarihleri arasında Ardahanın Damal ilçesinde,
Karadağ eteklerine güneşin yansımasıyla saat 17.32de oluşmaya başlayan görüntü
saat 17.50 sıralarında Atatürk silüetini ortaya çıkartıyor.
 
Değerli arkadaşlar,
Yüce önderimiz 26 Ağustos 1921 de Sakarya meydan savaşında “Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh da bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanı ile ıslanmadıkça terk olunamaz” diyerek ülkemizin her yerinde savunma yapılması gereğini vurgulamıştır. Bu savunma taktiği dünya harp sistemine yeni bir anlayış getirmiştir.
 
Bu savunma anlayışıyla hareket eden ordumuz, hem savunmasını ve hem de büyük taaruz için gereken hazırlıklarını yapmıştır. Bir yıl sonra Mustafa Kemalin yönetiminde Büyük Taaruza, 26 Ağustos 1922 de Dumlupınar Meydan Muharebesi ile başlamış, 30 Ağustos da zaferle sonlandırmıştır. Bu zaferden sonra da Yunan ordusunu 9 Eylülde, İzmirde denize dökmüştür. Sonra da Türkiye Cumhuriyetini kurmuş ve bizlere emanet etmiştir.
 
Tüm dünya ülkelerine bağımsızlıkları için örnek olan bu süreçte, yüce önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK ile onun emrinde güzel ülkemiz için kanlarını ve canlarını veren tüm şehitlerimizi ve gazilerimizi, hasretle anarken, şükranlarımızı sunuyoruz.
 
Sevgi ve saygılarımla (29.08.2012).
Prof.Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR

ÖNEMLİDİR - ZEMZEM KUYUSUNU PİSLEMEK

HUKUKUN EGEMENLİĞİ DERNEĞİ
Society Of LawSovereign-Societe Du Droit Souverain-Verein Des Souveraenen Rech


* ATATÜRK'ÜN NERELİ OLDUĞU YOLUNDAKİ YAPAY TARTIŞMALAR KARŞI DEVRİMİN SON PROMOSYONUDUR

* ZEMZEM KUYUSUNU PİSLEMEK

Atatürk'ün nereli olduğu ve anne ve babasına dair yazılan bir kitabın basın organlarında yer alması üzerine açıklama yapan Hukukun Egemenliği Derneği Genel Başkanı Av.A.Erdem Akyüz , bu güne kadar adı sanı bilinmeyen, nasıl ve hangi suretle araştırmacı yazar olduğu anlaşılmayan bir kişinin yazdığını iddia ettiği kitabın reklamının yapılmasının, Atatürk'e yöneltilen kirli kampanyaların son promosyonu olduğunu ifade etti.

İsminden söz ettirmek ve tarihe geçmek için saçma sapan ve yersiz olarak yapılan işlere bir örnek olmak üzere "zemzem kuyusunu pislemek" şeklinde bir deyim olduğunu ifade eden Akyüz yapılan bu son işin de bu örnekten farksız olduğunu ifade ederek "Atatürk'ün devrimlerini anlamayan, içine sindiremeyen kişi ve çevreler şimdi onun geçmişine sanal bir karanlık getirmek istemektedirler. Yapılan bu işin, eski deyimi ile zemzem kuyusunu pislemek'ten farkı yoktur. Ancak nasıl ki, zemzem kuyusunu pislemek isteyen kişinin bu gün adı sanı bilinmemesine rağmen, zemzem kuyusunun kudsiyetinin artarak devam etmesi gibi, Atatürk'e ilişkin unutturma ve karalama çalışmaları da hiç bir sonuç vermeyecektir. Bu işi yapan kişilerin isimleri tarihin çöplüğünde unutulacak ancak Atatürk bir yıldız gibi parlamaya devam edecektir" şeklinde açıklamalarda bulunmuştur.

.

Her yakalanan PKK’lı 4 teröristen 2 tanesinin yabancı kökenli

Değerli arkadaşlar,
Güzel ülkemiz, 1973 ile 1984 arasında saygıdeğer 43 diplomatımızı şehit eden ASALA ve JCAG (Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları) gibi terör örgütlerinin eylemleriyle ilk kez uluslararası terörle tanıştı.
 
1984 den sonra da yani 28 yıldır AB-D emperyalizminin organize ettiği ve güzel ülkemizi bölmeye yönelik yeni bir terörizm belası ile başbaşayız. Özellikle, her yakalanan PKK’lı 4 teröristen 2 tanesinin yabancı kökenli olması çok önemli. Yabancı kökenlilerin İran, Suriye, Irak, Ermenistan ve bazen de İsrail uyruklu olduklarını İçişleri bakanımız açıkladı.
 
Ne yazık ki bugüne kadar PKK terörünü kullanan AB-D emperyalizmi yüzünden 6482 şehit verdik, 5660 sivil vatandaşımızı kaybettik. 25000 PKK’lı terörist de öldürüldü. Terör yüzünden bu süreçte yaklaşık 300 milyar $’lık maddi kaybımız var. Yani AB-D emperyalizmi bizleri birbirimize kırdırmaya devam ediyor. Ve ilk kez bir Milletvekilimiz PKK tarafından kaçırıldı, 2 gün sonra serbest bırakıldı. Bu yıl 145 kişi kaçırılmış ve kaçırılanlardan 25 kişi de PKK tarafından halen salınmadı. Umarım onları da en kısa sürede salarlar.
 
Değerli arkadaşlar,
Güzel ülkemizde yaşadığımız kanlı terörün önlenmesi konusunda 2005 yılında yazmış olduğum bir yazımda, teröre bulaşmış tüm vatandaşlarımıza seslenerek; “Emperyalist ülkelerin kendi çıkarlarını korumak uğruna yaptıkları çeşitli ayak oyunları ile ülkemizde kandırdıkları yurttaşlarımızı uyararak; Lütfen, gün gelecek emperyalistlerin sizi nasıl kandırdıklarını algılayacaksınız. Onların kirli istekleri için kaç tane yurttaşımızın boş yere canını kaybettiğini göreceksiniz. Sonunda onların çıkarı kalmayınca sizleri bırakıp gidecekler, bizler baş başa kalacağız. Yine sizlere, yüzyıllardır akraba ve arkadaş olan bizler sahip çıkacağız. Ama yaptıklarınızdan utanıp yüzümüze nasıl bakacaksınız? O nedenle sonradan üzüleceğiniz ve utanacağınız eylemler için bir kez daha düşünmenizi istiyorum” demiştim.
 
Terörizme karşı en önemli aşı, ulusal birlik ve bütünlüğün pekiştirilmesidir. Bu birlik ise terörizme karşı toplumsal anlaşma ve sorunlara ulusal güvenliğimiz ve ulusal birlikteliğimizin sağlanması ön koşulu ile bakmamızı gerektirir.
 
Ayrıca T Ü R K ve K Ü R T kelimelerinin aynı harflerden oluştuğunu görmemiz gerekir. Yani yüzyıllardır aynı ülkede yaşayan, aynı havayı soluyan ve aynı suyu paylaşan, akraba ve kardeş olan yurttaşların oluşturduğu bir ulus olduğumuzu bilmemiz gerekiyor.
 
Yüce önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK, ulusal birlikteliğimizi NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE özdeyişi ile dile getirmiştir. Bu ana fikrin tüm yöneticilerimlz tarafından da kabul edilmesi ve güzel ülkemizin korunması, Türkiye Cumhuriyetinin sonsuza dek yaşamasına neden olacaktır. Huzur ve barış dolu günler icin tüm vatandaşlarımızı terörizme karşı gücbirliğine davet ediyorum.
 
Değerli arkadaşlar,
Bayramlar, ülkemizin birlik ve beraberliğini pekiştiren en önemli sosyal olgulardır. En fazla ulusal birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde, bu istek ve umutla, ŞEKER BAYRAMINIZI kutlar, sağlık, mutluluk ve huzur dolu günler dilerim.
 
Sevgi ve saygılarımla (15.08.2012).
Prof.Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR

.
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...