CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR
TC Düşmanlığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TC Düşmanlığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

(güncellemedir) ABD, TSK'yı yeniden yapılandırıyor

12 Eylül askeri darbesini dönemin ABD Başkanı J. Carter'a duyuran Paul Henze'ın "Bizim çocuklar işi becerdi" anlamına gelen "Our boys have done it" biçimindeki sözleri, TSK ile ABD arasındaki ilişkinin niteliğini özetleyen en çarpıcı ifadelerden biriydi. Amerika’nın, kendisine sadakatinden şüphe etmediği Süleyman Demirel gibi siyasetçilerin devrilmesini bile onaylarken, Türkiye'de orduyu kendi stratejik çıkarları bakımından temel düzenleyici aygıt olarak gördüğü biliniyor.

Amerikan çıkarlarına bağlanan 24 Ocak türünden ekonomik programların yeniden hayata sokulacağı "istikrar" ortamı, ABD destekli cuntanın yönettiği baskı ortamında gerçekleşti.

Dahası, TSK-ABD ilişkileri, Türkiye'de orduya dayanarak politika yapan çevrelerin bütün iddialarını boşa düşürecek örneklerle de doludur. Örneğin, İP tarafından Anti-Amerikancı Kemalist bir darbe olarak desteklenen 28 Şubat müdahalesinin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, 1998 Temmuzu'nda "üstün hizmetleri" dolayısıyla ABD Genelkurmay Başkanı Hendry Shelton'dan üstün liyakat nişanı almıştı.

Karadayı'ya verilen "U.S. Legion of Merit" nişanının "Degree of Commander" "Kumandan Derecesi" adını taşıdığı belirtiliyordu. Bu nişanın ABD Genelkurmay Başkanlığı’nca ancak "müstesna-takdire şayan" davranışları tespit edilen kişilere verilebilen en yüksek paye olduğu açıklandı.

Karadayı ABD'den ilk defa madalya alıyor değildi. 1995 yılında dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Sullivan'ın elinden daha düşük dereceli bir liyakat nişanı almıştı. Ve ABD'den liyakat madalyası alan ilk genelkurmay başkanı da değildi.

1987 yılında da, dönemin Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay'a, ABD'nin o dönemki Genelkurmay Başkanı William Crowe tarafından nişan takıldı.

Ve bu madalya, son olarak geçen yıl, dönemin Genelkurmay Başkanı John M. Shalikashvili tarafından İsrail eski Genelkurmay Başkanı Amnon Şahak'a verildi.

Şimdiye kadar dünyada çok sayıda yabancı askeri lidere sunulan bu nişanı İngiltere ve Avustralya gibi bazı ülkeler kabul etmiyor.

ABD'NİN KAFAKOL PROGRAMI

Bu nişanların Amerikalılar açısından ne anlama geldiği konusunda bir fikir vermesi ve ABD'nin TSK'nın üst düzey subaylarına karşı yaklaşımını göstermesi bakımından, 2000 yılında Bilderberg toplantısına katılmış "derin" bir gazeteci olan Hürriyet'in Ankara temsilcisi Sedat Ergin'in imzası ile 21 Nisan 1989 günü Hürriyet gazetesinde 8 sütuna yayınlanmış bir manşet haberi hatırlamakta yarar var: "ABD'nin kafakol programı"

Haberin üst başlığı ise şöyleydi: "ABD subay eğitme bahanesiyle, dost ülkelerin gelecekteki yöneticilerini kendi saflarına çekiyor". Haberin spotunda ise şu ifadeler yer almıştı: "ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral William Crowe, Kongre'de yaptığı açıklamada, müttefik ülke subaylarına, Amerika'da eğitim görmeleri için verilen bursların amacını, 'Bu ülkelerin orduları, askeri ve siyasi lider kadrolarının üzerinde etki sağlama' olarak açıkladı. ABD'nin askeri burs verdiği ülkeler arasında Türkiye liste başında. Burslardan yararlanan Türk subaylarının sayısı ise 4 bin 461". Haberin içinde ise, 1950 yılından 1987 yılı sonuna kadar geçen 37 yıl içinde, ABD'nin Türk subaylarının Amerika'da eğitim ve talimleri için toplam 133 milyon dolar harcadığı belirtiliyordu. Manşet haberin devam eden bölümlerinde Senatör Nunn'un şu sözlerine yer veriliyordu: "Pek çok ülkede ordu, politikanın içinde olmasa bile, kimin siyasi lider olacağı ve ne kadar görevde kalacağı konusunda çok büyük etkiye sahip bulunmaktadır."

Pentagon'un raporundaki şu ifadeler de dikkat çekiciydi: "IMET (Uluslararası Askeri Eğitim ve Talim) programı diğer ülkelerin askeri ve sivil liderlerine gelecekte yaklaşabilmek bakımından da önemli imkânlar sağlamaktadır. ABD'de eğitim görmeleri için seçilen öğrencilerin çoğu zaten üst kademe askeri lider olma özelliğine sahip subaylardır. Bu programda ABD'de eğitim gören askeri liderler, geçmişte olduğu gibi gelecekte de ülkelerinde önemli görevler üstleneceklerdir. Örneğin bugün dünyada bakan, büyükelçi, kuvvet komutanı ve askeri okul komutanı pozisyonlarında IMET eğitimi görmüş 1500 kişi vardır. IMET, uzun vadeli bir yatırım olarak çok değerli bir güvenlik yardımı aracıdır ve ABD'ye sayısız yararlar sağlamaktadır."

1800'LERDE BAŞLAYAN İLİŞKİLER 2.DÜNYA SAVAŞI'NIN ARDINDAN BİR BAĞIMLILIK İLİŞKİSİNE DÖNÜŞTÜ

Türkiye'nin Marshall yardımından yararlanmaya başladığı 1947'den başlayarak, NATO'ya girdiği 1952'den bu yana süregiden ilişkilerde, ABD açısından yukarıda belirtilen yöntemler önemli olmuştu.

Ancak ABD ile Türkiye ilişkileri bundan da ötelere dayanıyordu. Amerika'nın Türkiye'yi kendisine bağımlı kılmasına giden tarihsel kökler, daha Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce alınan imtiyazlarla başlamıştı. İlk Amerikan Ticaret Odası 1811'de İzmir'de açılmış, 1827'de bunların sayısı dördü bulmuştu. Bu açıdan önemli bir belgesel çalışmada şöyle deniliyor: "İki ülke arasındaki ticaret ilişkilerinin yoğunlaşmasına bağlı olarak Amerikan hükümetinin Osmanlı İmparatorluğu'nda resmi bir konsolos bulundurma ve bir ticaret sözleşmesi imzalama yönündeki baskılarının da artığını görüyoruz. Böyle bir sözleşmenin imzalanmasına Osmanlı hükümetinin uzun süre yanaşmadığını, 1830 yılında Amerikan hükümetinin isteklerini kabul ettirmeyi başardığını biliyoruz. İşte, 1830 yılında imzalanan bu ilk ticaret sözleşmesi, iki ülke arasındaki ticaret ilişkilerini tam yüzyıl süreyle yönlendiren temel belge niteliğindedir: " (Doç. Dr. Oral Sander-Doç. Dr. Kurthan Fişek, "ABD Dışişleri Belgeleriyle Türk-ABD Silah Ticaretinin İlk Yüzyılı 1829-1929", Çağdaş Yay, 1977, sayfa 19)

Amerika'ya kapitülasyon niteliğinde haklar tanıyan bu sözleşme, ticarette Amerika'yı "en çok gözetilen ulus" olarak nitelendirmektedir. Sözleşmenin en önemli maddesi ise, dördüncü maddedir. Buna göre, Osmanlı yargı organları, Amerikan temsilciliğinin resmi tercümanı hazır bulunmadıkça, Amerikan ve Osmanlı uyrukları arasındaki davalara bakamayacak, Amerikan yurttaşlarını tutuklayamayacaktır; tutuklama yetkisi, ancak Amerikan diplomatik yetkililerince kullanılabilir.

Yine aynı çalışmadaki verilere göre, 1869 yılında Birleşik Amerika'nın Osmanlı İmparatorluğu'na toplam ihracatının yüzde 79.56'sı silah ve cephaneydi. ll. Abdülhamit'in tahta çıkmasının ilk ve ikinci yılında bu oran yüzde 90'ı aşıyordu.

Bu ağırlık, sonraki yıllarda, yerini belirli bir süre Almanya'ya bırakıyor. Ancak ll. Dünya Savaşı'ndan Almanya'nın yenik çıkması ve bu dönemin ardından ABD'nin de kapitalist bloğun patronu olmasıyla aynı dengeye geri dönülüyor. Bu ilişkinin, Türkiye'nin NATO'ya dahil olmasından sonraki yönü bakımından fikir vermesi açısında da, başka bir kaynaktaki şu tespitler önemli: "Türk-Amerikan ilişkilerinin özellikle askeri alanda gelişmesine paralel olarak iki ülke arasında çok sayıda askeri, ekonomik ve teknik ikili anlaşma imzalandı. 1950'lerin ortalarından itibaren TBMM'de ve kamuoyunda ikili anlaşmaların niteliği konusunda başlayan tartışmalar, Türkiye'de NATO ve ABD karşıtı görüşlerin yükselme süreci içerisinde 1970'lerin başlarına kadar devam etti. ABD'yle yapılan ikili anlaşmaların sayısı ve alanları konusunda bugün bile kesin rakamlar yoktur. Bu konuda çelişkili bilgiler ileri sürülmüştür. Süleyman Demirel'in 1966'da başbakanken açıkladığı kadarıyla, Türkiye ile ABD arasında 1952-1960 döneminde 54 ikili anlaşma yapılmıştır. 1970'te Türk yöneticilerin yaptıkları açıklamalara göre, bu sayı 91'dir. Sayıların çelişkili olmasının nedeni, anlaşmaların büyük bir çoğunluğunun TBMM'ye getirilmemesi ve gizli nitelikte olmasıdır." (Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşı'ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Editör: Baskın Oran, sayfa 556) Tüm bu veriler, ABD-Türkiye ilişkilerinde, askeri yönün ABD tarafından ne kadar kritik bir yere oturduğunu göstermenin yanında, giderek ABD'ye olan bağımlılığın derinleşen bir seyir izlediğini de gösteriyor. Ancak, ait olduğu tarihsel koşullardan bağımsız olarak belgelerin komplo teorisi fanatiklerinin vazgeçilmez aracı olduğunu gözden ırak tutmadan yapılacak her değerlendirme, ele aldığı belgenin ne anlama geldiğinin doğru bir analizini de içermelidir.

Bu açıdan değerlendirildiğinde, ABD ile Türkiye arasındaki ilk ilişkilerin yaşandığı 1980'lerin başları, “hasta adam” konumundaki Osmanlı'dan imtiyazlar kopararak nüfus elde etme arayışının bir ifadesi olarak ele alınabilir. Kurtuluş Savaşı yılları ise, bu savaşa kumanda eden Mustafa Kemal ve çevresinin, 1917'de gerçekleşen Ekim Devrimi ile kapitalist işgalci güçlere karşı Sovyetler Birliği'nin ulusal kurtuluş hareketini destekleme politikasının bir ürünü olan desteği arkasında bulduğu yıllardır. ABD'nin Türkiye üzerindeki nüfusunu yeniden tesis etme ve derinleştirme süreci ise, 2. Dünya Savaşı'ndan kapitalist bloğun patronu olarak çıkması ile başlıyor. Türkiye'nin temel bir tercih olarak ortaya koyduğu batı kapitalizmi zincirinin bir halkası olarak davranma politikasının doğal bir sonucu olarak girilen bu ilişkinin ilk diyeti, Amerikan çıkarları için Kore'de Türk gençlerinin can vermesi olmuştu. 26 Temmuz 1950 tarihinde Hürriyet gazetesinin sekiz sütuna manşet olarak"Kore'ye silahlı kuvvetler gönderiyoruz" başlığıyla haberini verdiği bu gelişme, ABD'nin TSK'yı kendi çıkarları için başka coğrafyalara sürmesinin, Türkiye ile hiçbir husumeti bulunmayan halkların üzerine göndermesinin ilk örneğiydi. Türkiye Kore'ye ilk aşamada 4500 asker gönderdi. 15 ülke içinde ABD'den sonra en çok asker yollayan ikinci devlet olan Türkiye'nin Kore'ye gönderdiği askerlerin sayısı, savaşın ilerleyen safhalarında 6000'in üzerine çıktı. 27 Temmuz 1953'te imzalanan ateşkese kadar, bu savaşta yaşamını yitiren Türk askeri sayısı 721 olurken, 672'si yaralanarak geri döndü. 234 asker esir düşerken, 175 asker kayboldu.

Türkiye askeri kurmaylarının bu dönem ve sonrasındaki temel politikaları, Amerikan işbirlikçisi iktidarlarla aynı minvalde, Türkiye'nin çıkarlarını ABD'nin çıkarları içinde gören, onun içinde eriten bir nitelik taşıdı.

SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE

TSK-ABD İLİŞKİLERİNİN KARAKTERİ

Ancak Sovyetler Birliği'nin varlığı ile biçimlenen güç dengeleri tarafından belirlenen iki kutuplu dünyada, Amerika'nın sürdürdüğü "Soğuk Savaş" politikası, Türk askeri birliklerinin kafasına çuval geçirmeyi değil, onları yazının girişindeki verilerde de ifadesini bulan biçimlerde "kazanmayı" gerektiriyordu. Kıbrıs'taki Amerikan dayatması karşısında İsmet İnönü'nün "Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini alır" sözleri de bu dengelerin sağladığı avantajlı koşullara dayanıyordu.

Sonuçta her bağımlılık ilişkisi, bağlı bulunduğu koşullar içinde gerçekleşir ve bağımlılığının niteliği ve düzeyi, o koşulların da etkisiyle belirlenir. Bu açıdan bakıldığında, Soğuk Savaş koşulları içinde TSK'nın ABD ile ilişkilerini belirleyen dışsal ve içsel yapıyı şöyle özetlemek mümkün:

Modernleşme çabalarında öndeki güç olan ve Kurtuluş Savaşı'nın da sağladığı pozisyonla, devlet politikalarının belirlenmesinde hükümetlerin de üzerinde vesayetçi bir konumda bulunan TSK, "ulus devletin" bekasından sorumlu temel güç olarak kendisini görmüştür. Bugün de, henüz köklü bir değişikliğe uğramamış olan TSK, NATO'ya dahil olduğu süreçle birlikte, eğitim müfredatında "Kemalizm"le Amerikan "müttefikliği"nin esaslarını yan yana ele almış, bunun sonucunda da, hem birlikleri Kore'ye gönderilebilen hem de "Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğünden" kendisini sorumlu hisseden bir yapı çıkmıştır ortaya. Anti-emperyalist gençlik hareketinin ortaya çıkışı ve ardından da Amerikan karşıtı devrimci muhalefetin güç kazanması sonucunda, bu etkinin belirlediği yıllarda, tarihsel gelenekleri ya da ABD etkisinin yanında devrimci muhalefetin yarattığı rüzgarın etkisini de saflarında hissetmiş olan TSK'da, Kemalizmle sosyalizmin harmanlanmasından oluşan görüşlerin taban bulmuş olması dönemin özelliklerine son derece uygundu. Ancak, 12 Eylül askeri darbesi bu etkinin sınırlı düzeyde potansiyel örgütlülüğünü de tasfiye etti.

TSK-ABD İLİŞKİLERİNİN 1989'U: SÜLEYMANİYE OLAYI

TSK-ABD ilişkileri açısından bir milat olarak kaydedilmesi gereken Süleymaniye olayının kaynaklarını ve sonuçlarını değerlendirir ve "Amerika'nın Türk askerlerine bu muameleyi yapması TSK-ABD ilişkilerinde nereye oturuyor?" sorusuna yanıt verirken, altı çizilebilecek temel nokta şudur: TSK, Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve duvarların yıkılması açısından bir milat olarak gösterilen 1989'un etkilerini yeni yeni yaşamaya başladı. "Kızıl tehdit"le mücadele adına ABD saflarında Kore'de can veren Türk birliklerinin başına bugün Amerikan birliklerince çuval geçirilmesine gelinen süreçte, Soğuk Savaş dengelerinin artık yerini başka bir sürece bırakmış olmasının payı belirleyicidir. Sovyetler Birliği'nin biçimsel olarak da varlığını sürdürdüğü koşullarda, ABD'nin bugünkü gibi, Sovyetler'in sınır komşularına doğrudan müdahale edememesi, Türkiye'yi de komşularıyla savaşa girecek bir pozisyona gelmekten koruyordu. Ve aynı dengeler, TSK'nın, görece de olsa, kendi “kırmızı çizgileri” olan bir "ulusal ordu" gibi davranabilmesine olanaklar sunabiliyordu.

Soğuk Savaş döneminin son bulması ve ABD'nin Irak'ı işgaliyle tetiklediği süreç, artık bundan önceki 50 yılın politikalarının ABD tarafından köklü bir değişime uğratılmak istendiği bir süreçtir. Amerika'nın kırmızı çizgileri karşısında, ABD ve en yakın müttefiki İngiltere'nin ağırlıklı etkisini taşıyan BM'nin bile ayak bağı olarak görüldüğü bir dönemde, Beyaz Saray'ın ve Pentagon'un şahinlerinin, TSK'nın “kırmızı çizgileri”ne prim vermesi beklenemez. Kaldı ki, TSK, kendi "güvenlik" ve "egemenlik" politikası bakımından ya da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün Kıbrıs konusunda ifade ettiği "vizyon" bakımından, görece de olsa Amerika'dan bağımsız bir adım atabilme koşullarını, Kore'ye asker gönderilmesinden başlayarak, kaybetmiş konumdadır.

Ve "Kemalist" müfredatla Amerikancı askeri külliyatın harmanlanmasından oluşan bir eğitimle yetişmiş olan Türk subaylarının bugün karşı karşıya bulundukları nokta, "Amerikancılık"la "Kemalizmin" eskisi kadar "barış içinde bir arada" duramayacağı bir noktadır. Çünkü Amerika'nın Bush kabinesi ile birlikte devreye soktuğu yeni dönem politikalarında, Türkiye'ye ve TSK'ya, kendi çıkarlarını Amerikan çıkarları içinde eritme olanağı bile tanınmamakta, ondan, taşıdığı "ulusal" endişeleri buharlaştırması, bir tarafa bırakması istenmektedir. Bulunduğu bölge ile birlikte Türkiye'yi de yeniden yapılandırmak isteyen ABD yönetimi, ekonomiden siyasi alana kadar, bütün "ulusal" nitelikleri bir "tortu" olarak görüp tasfiye etmeyi dayatırken, bu yapıya kumanda eden askeri alanda "ulusal" politikalara hiç tahammül etmeyeceğini göstermek istemiştir. Bu yanıyla değerlendirildiğinde, Süleymaniye olayına temel gerekçe olarak yorumlanan, Amerika'nın, Irak'ı işgali sırasında asker gönderme tezkeresi konusunda Türk Genelkurmayı'ndan beklediği düzeyde bir desteği görememiş olması, aslında bir vesile olmuştur. Amerika açısından bundan sonraki süreç, TSK'da soğuk savaş döneminin tutum ve davranışları ile belirlenen bütün yapısal özellikleri düzleyerek, Kore'leri Türkiye'nin sınırına taşıma dönemidir.

Bu yönüyle bakıldığında, “stratejik bir psikolojik operasyon” olarak adlandırılan Süleymaniye baskınının hedeflerinden belli başlılarını, şu biçimde sıralamak mümkündür:

a) Türkiye’nin bölgesel, bağımsız politika üretmesinin önlenmesi,
b) TSK’yı Kuzey Irak’ta Amerika'nın mutlak denetimini kabule zorlamak,
c) Pentagon’daki yeni-muhafazakâr ekibin TSK’dan intikam alması,
d) TSK’da bulunduğuna inanılan ve yer yer Amerikan basınına yansıyan haber ve yorumların da konusu olan "Amerika'ya direnen" ekibe gözdağı vermek.

ABD KARA KUVVETLERİ

YAYIN ORGANINDAN YANSIYANLAR

Süleymaniye olayına gelinen süreçte, ABD’deki Türkiye uzmanları arasında ortaya çıkan bir yaklaşım, Türkiye’nin askerî anlamda gittikçe güçlendiği, güçlendikçe ve iddiaları artıkça tek başına Orta Doğu’ya yönelik politikalar geliştirmeye başladığı ve daha güçlü Türkiye’nin daha zor ve hatta daha da güvenilmez bir müttefik hâline geldiği görüşünü savunmaktaydı.

Michael Robert Hickok tarafından ABD Kara Kuvvetleri’nin resmî yayın organı olan Parameters dergisinde, 2000 yılında yayımlanan"Yükselen Hegemon: Türk Stratejisi İle Askerî Modernizasyon Arasındaki Uçurum" adlı makale bu görüşün savunulduğu metinlerden birini oluşturuyor.
v Dr. Hickok’a göre, Soğuk Savaş boyunca NATO stratejileri çerçevesinde silahlanan, eğitilen ve NATO konseptine bağlı olan Türkiye, NATO dışında "inandırıcı şekilde gücünü yansıtamadığını” gördü. Bundan dolayı Türkiye, "1990’ların başında Kafkaslar ve Balkanlar’da etkisiz kaldı". Öte yandan, Soğuk Savaş sonrasında, "Türk karar alıcılar, Batı ve NATO ile olan ilişkilerinde bir değişiklik olmaksızın, Atatürk’ün, Türkiye’nin geleceğinin sadece Batı’da olduğu" yolundaki sözlerini yumuşatmaktadır (...)

Resmî askerî belgeler günümüzde, Türkiye’yi bir Avrasya ülkesi olarak nitelemekte ve hem Batı hem de Doğu’yla ilişkilerini korumak ve geliştirmek zorunda olduğunu belirtmektedirler. 70 yıllık alışılmış politikadaki bu sapma, Türk stratejik düşüncesinde önemli bir dönüm noktası” olarak nitelendirilmektedir.

Dr. Hickok’a göre, "daha aktif politika izleme girişimi, her tür siyasî görüşten sivil ve askerî lideri yeni politikalar denemeye teşvik etmiş olmakla birlikte, büyük ölçüde orduya aittir ve eski Osmanlı toprakları üzerinde yoğunlaşmaktadır". Yazar, Türkiye-İsrail ilişkilerinin de, bu iddialı politikanın bir parçası olduğunu ileri sürmektedir.

1990’lı yıllar boyunca gerçekleştirilen “ihtiraslı ulusal güvenlik stratejisi ve kanıtlanmış askerî yetenekleri, tüm bölgede yeniden bir jeopolitik yapılanmayı zorlarken", "Türk ordusu, sadece sınırları dışında faaliyet gösterme gücüne sahip değil, aynı zamanda bu konuda isteklidir de" denilmektedir.

Ancak, "Türkiye’nin bölgede bağımsız bir güvenlik aktörü olarak yükselmesi, komşuların dikkatinden kaçmaz iken, Türkiye’nin bölgesel hâkim güç olarak ortaya çıkma olasılığı, Batı için müspet ve menfî tarafları olan karmaşık bir durumdur. Washington, uzun zamandan beri Türkiye’nin uluslararası alandaki en güvenilir müttefikidir; ancak, Amerikalı karar alıcılar, Türkiye’nin dış politikada ve güvenlik konularında giderek daha aktif olmasına hazırlıksızdır... Türkiye’nin müttefik olarak gerçek değeri artarken, Ankara, daha az güvenilir bir güvenlik ortağı olmuştur" yargısı gündeme getirilmektedir.

Dr. Hickok’un çalışması kadar önemli bir diğer çalışma ise, Amerikan Hava Kuvvetleri’nin malî desteği ile çalışan ve ona bağlı olan, RAND Ulusal Güvenlik Araştırmaları Bölümü’nün, 2002 sonunda, tanınmış iki Türkiye uzmanına yaptırmış oldukları “Turkish Foreign Policy in an Age of Uncertainty” adlı kitaptır.

Bu çalışmada da Türkiye’nin uluslararası planda gittikçe daha iddialı ve bağımsız hale geldiği, bunun en çok Orta Doğu bölgesinde kendisini gösterdiği ileri sürülmektedir. Yazarlar, eskiden sadece Batı’ya bakan Türkiye’nin, şimdi Doğu ve Güney’e de çekildiğinden söz etmektedirler. Yazarlar, Türkiye’nin, 1990’lı yıllarda Kafkasya, Orta Asya ve Balkanlar’da ABD ile işbirliğine girerek "anahtar bir stratejik müttefik" olduğunu; ama Irak ve İran konusundaki farklı algılamalarının, iki ülkenin "gerçek bir stratejik ortaklık" kurmalarını engellediğini belirtmektedirler. Yazarlara göre, Türkiye, artık Ortadoğu’ya uzanmak için ne bir köprü, ne de Ortadoğu yolunu kapatan bir bariyerdir. Gittikçe güçlenen ve bağımsızlaşan önemli ve muhtemelen çok daha zor bir müttefiktir.

Bu iki çalışmadan çıkan sonuç, ABD’nin ama özellikle de Amerikan Silahlı Kuvvetleri’nin içinde bir grubun, Orta Doğu politikalarında bağımsız ve kendi amaçlarını gerçekleştirmek amacı ile hareket eden bir Türkiye’den rahatsız olduğudur. Bu anlamda Süleymaniye’deki saldırı eylemi, sadece Irak Savaşı ve sonrasının dinamikleri içinde değil, onu çok aşan ilişkiler çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Bu çerçeveyi şöyle özetlemek mümkündür: "TSK'yı, ABD'nin yeni dönem hedeflerine uygun bir biçimde yeniden yapılandırmak."

Amerika'nın açık desteğini almış olan ve gerek asker gönderme tezkeresi konusunda, gerekse uyguladığı ekonomiden dış ilişkilere kadar bütün alanlarda savunduğu politikalar açısından katıksız Amerikancı bir hükümetin iktidarda olması da, Amerika'nın bu konudaki avantajlarını çoğaltmaktadır. Asker gönderme kararının Meclis'ten geçmesi, ardından da İncirlik'in Amerika'nın yeni taleplerine açılması, ABD'nin TSK'yı Süleymaniye öncesine göre yeniden yapılandırmada attığı adımların somut birer işaretidir. Ayrıca Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün Türkiye açısından yayılmacı bir vizyon meselesi olarak değerlendirdiği Kıbrıs konusunda da MGK'dan Amerika'nın istediği yönde bir kararın çıkmış olması, bu açıdan bir başka göstergedir.

ABD'nin Irak'a saldırısı öncesinde Türkiye'nin en çok tirajlı gazetelerinin sürmanşetlerine taşınan haberler arasında yer alan, Kuzey Irak'ta MGK'da belirlenen “kırmızı çizgileri” değiştirmeye yönelik herhangi bir gelişmenin savaş nedeni sayılacağı yönündeki haberler dönemi artık geride kalmış görünüyor. Türkiye-ABD ilişkilerinde, Kuzey Irak'ın, bugün Kıbrıs'ta verilecek tavizler karşılığında garantiye alınmak istenen bir bölge olması gerçeği, bunu değiştirmez. Burada kastedilen şey, artık ABD'nin nüfuz kurmaya yöneldiği bölgeler söz konusu olduğunda, TSK içinden basın aracılığıyla bile olsa "kafa tutan" haberler döneminin büyük ölçüde geride kaldığıdır.

Ancak, TSK'yı ABD'nin yeni dönem politikalarına uygun olarak yeniden yapılandıran bu sürecin, ordu içinde yansımaları olmaması da düşünülemez. Basına yansıyan kimi haberler, bu sürecin sancılarının yer yer Genelkurmay'ın komuta kademesi ile daha alt kesimler arasında gerilimlere neden olduğunu göstermektedir. Bu gerilimin, "anti-Amerikancı" bir darbeye yol açabileceği yolunda kimi çevrelerce yapılan yorum ve değerlendirmeler ise, hem nesnel dayanaktan yoksun, hem de TSK'nın iç yapısı göz önüne alındığında gerçek dışı değerlendirmelerdir.

Fatih Polat

http://bit.ly/22w68im

.

TÜRK HALKI YÜZYILLARDIR ALLAH İLE ALDATILIYOR

TÜRK HALKI YÜZYILLARDIR ALLAH İLE ALDATILIYOR

Türk halkı dini konusunda asırlardır sürekli bicimde aldatılıyor, Allah ile aldatılıyor. 
Allah ile aldatılanların en büyük sorunu aldatıldıklarının farkında olma imkânından büyük ölçüde yoksun bulunmalarıdır. Çünkü derinden inandıkları ve içtenlikle teslim oldukları bir değer yani din, kendilerinin aleyhinde kullanılıyor. 
Bunu fark etmeleri kolay değildir.

Çünkü Türk halkı İslam’a duyduğu teslimiyet yüzünden çoğu kez savunma, eleştirme güçlerini kullanmıyor. Daha önemlisi Allah ile aldatanlara karşı aklını kullanmıyor.

Oysa –Kur’an’da vurgulanıyor- bu tuzağa düşülmemesi ve bu belanın aşılması için gerekli olan iki hayati donanım vardır:

-Aklın işletilmesi,

-Takvanın (dindarlığın) insanlar arasında üstünlük ölçüsü olmaktan çıkarılması.

Akıl işleyecek, dindarlık insanlar arası bir değer ölçüsü olmaktan çıkarılacaktır ki, kitleler Allah ile aldatma tezgâhlarının maskesini düşürebilsin, arka planını görebilsin. Maske düşürülüp arka plan görülmediği sürece Allah ile aldatılmak kaçınılmazdır.

Allah ile aldatma zulmünün aşılması için sadece temel çare değil, tek çare aklı işletmektir. Kur’an “Allah, aklını işletmeyenler üzerine pislik indirir.” der.

Aklın devrede olması ve işletilmesi için ise laiklik temel şarttır. Aksi halde duygu egemen kılınmak suretiyle din aklın önünü kesme aracı olarak kullanılır, yani kitle Allah ile aldatılır.

Türk halkı asırlardır Kur’an’dan uzak tutulmuş onu okuyup anlamaktan yoksun bırakılmıştır. Türk halkının Kur’an’dan tek istediği ve beklediği, o kitabın Arap harfleriyle telaffuzunu başarıp ‘sevap’ kazanmak olmaktadır. Türk halkı Allah ile aldatma tezgahlarının ustalıkla işlettikleri bu 'sevap' oyunuyla avunurken, yaşadığı dinin Kuran’la ilgisi büyük ölçüde yok edilmiş, dinde Kur’an’ın yerini Arap-Emevi saltanat ideolojisinin kutsallaştırılmış sloganlarıyla İslam dışı örflerin uydurmaları almıştır. 

Türk halkı bugün tıpkı birçok Müslüman halk gibi Ortadoğu despotizmlerinin hesabına uygun olarak kutsallastırılmıs buyrukları din biliyor, onları yaşıyor.

Bu durumu çok iyi bilen aldatma sektörleri sürekli dini-imanı kullanarak yaklaşıyor. Türk halkına ve onu daha ilk anda elsiz-dilsiz hale getirerek istediği şekilde ve istediği oranda aldatıp sömürüyor.

Türk halkının en büyük zaafı dinini uyanma ve sorgulama aracı olarak değil de uyuma ve susma aracı olarak kullanmasıdır. Sadece Türk halkının değil, bütün Müslümanların en büyük zaaflarından biri belki de birincisi işte budur.

Bugün insanlık ve o arada bizim insanımız Allah ile aldatılmanın en zorlu devresini, küresel ve organize aldatma sektörlerinin faaliyette olduğu bir süreci yaşıyor.

Kaynak: Yasar Nuri Öztürk, Türkiye’yi Kemiren İhanet: Allah ile Aldatmak, 15. Baskı, Yeni Boyut, İstanbul, 2008, ss. 7-9 (özet).

Erdoğan’ın yargıyla imtihanı - Soner Yalçın

[ Editörün notu: Demokrasi bir trendir. Amacımıza vardığımızda o trenden ineriz, demişti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan politik kariyerine başladığı ilk yıllarda.
 Peki, demokrasi treni son istasyona ulaşır mı?
17 Temmuz 2106]




5 Haziran 2016

Yük­sek yar­gı baş­kan­la­rı­nın Cum­hur­baş­ka­nı Er­do­ğa­n'­la Ri­ze ge­zi­si­ne ka­tıl­ma­sı hâ­lâ tar­tı­şı­lı­yor. Er­do­ğan, eleş­ti­ri­le­re “a­lı­şa­cak­la­r” di­ye ya­nıt ver­di. Er­do­ğan mah­ke­me kar­şı­sı­na çok çık­tı. Yar­gı­lan­ma­ya alış­mış mıy­dı? Pe­ki, Er­do­ğa­n'­ın po­li­tik yük­se­li­şin­de yar­gı­nın ro­lü ol­du mu? Bun­lar­dan bi­ri­ni yaz­ma­lı­yım! Bu da­va­nın sa­nık­la­rı; ve o da­va­la­rın ha­kim­le­ri, sav­cı­la­rı, bi­lir­ki­şi­si bu­gün ne­re­de, ne ya­pı­yor?..

Tayyip Erdoğan
Tayyip Erdoğan


Ta­rih: 13 Ha­zi­ran 2007.
Yer: Uk­ray­na.
Se­yir ha­lin­de­ki oto­mo­bil bek­len­me­dik şe­kil­de şa­ram­po­le yu­var­lan­dı.
Ne ol­muş­tu?
Ön­ce, bom­ba­lı sal­dı­rı ol­du­ğu id­di­ası du­yul­du.
Son­ra, şüp­he­li tra­fik ka­za­sı ol­du­ğu be­lir­til­di.
Son­ra unu­tul­du git­ti.
Ölen ki­şi­nin adı, Meh­met Bö­lü­k'­tü.
Meh­met Bö­lü­k'­ün kim ol­du­ğu­nu an­la­mak için fil­mi ge­ri­ye sar­ma­lı­yım.
Ka­mu­oyu onu Er­do­ğan hak­kın­da­ki id­di­ala­rıy­la ta­nı­dı:
“Si­ya­si gö­rüş­ten kay­nak­la­nan amaç­la; cü­rüm iş­le­mek için de­va­sa bir te­şek­kül (çe­te) oluş­tur­mak; ve bu te­şek­kü­lün li­der­li­ği­ni, be­le­di­ye baş­ka­nı se­çil­di­ği 01.04.1994'ten 06.11.1998 ta­ri­hi­ne ka­dar fii­len ak­tif bir şe­kil­de yap­tı…”
Meh­met Bö­lü­k'­ün id­di­ala­rı ga­ze­te man­şet­le­ri­ne yan­sı­yor­du:
“İs­tan­bul hor­tum­cu­su­”, “İs­tan­bu­l'­un pa­ra­sı­nı iş­te bu ah­ta­pot yi­yo­r”, “Hor­tum­la­ma­dı­ğı yer kal­ma­dı­” gi­bi…
Ha­ber­le­rin öze­ti şuy­du:
“İs­tan­bul Bü­yük­şe­hir Be­le­di­ye­si'ne ait pa­ra­lar ge­le­ce­ğin baş­ba­ka­nı­nı ha­zır­la­yıp ci­hat ha­zır­lı­ğı yap­mak üze­re Al­bay­rak gi­bi şir­ket­le­re ak­ta­rıl­dı. Al­bay­rak şir­ke­ti­ni in­ce­le­yen mül­ki­ye mü­fet­tiş­le­ri­nin DGM'­ye gön­der­di­ği ra­por­lar, akıl al­maz bağ­lan­tı­la­rı göz­ler önü­ne ser­di. Bu­na gö­re, Er­do­ğan ile be­le­di­ye baş­kan­lı­ğı dö­ne­min­de çok sı­kı iliş­ki­ler için­de olan Al­bay­rak­la­r'­ın şu an elin­de tut­tu­ğu pa­ra 1 mil­yar do­lar.”
O dö­nem… Tür­ki­ye'nin gün­de­mi Er­do­ğa­n'­ın pa­ra­la­rıy­dı.

GİZ­Lİ KA­YIT

Tür­ki­ye çal­ka­la­nı­yor­du.
İçiş­le­ri Ba­kan­lı­ğı, “Er­do­ğan dö­ne­mi­ni in­ce­le­si­n” di­ye, 17 Ocak 2001 ta­ri­hin­de Mül­ki­ye Baş­mü­fet­ti­şi Meh­met Gü­nay­dı­n'­ı gö­rev­len­dir­di.
Meh­met Gü­nay­dın 5.5 ay id­di­ala­rı araş­tır­dı. İs­tan­bul Bü­yük­şe­hir Be­le­di­ye­si'ne ait İS­Kİ, İETT ve iş­ti­ra­ki bu­lu­nan 19 şir­ke­ti tet­kik et­ti. Ve “yol­suz­luk yo­k” di­ye ra­por ver­di.
Dos­ya ka­pa­na­cak­tı ki…
Baş­mü­fet­tiş Gü­nay­dı­n'­ın ye­ri­ne; Su­sur­luk Çe­te­si­'nin si­lah ve ma­zot ka­çak­çı­lı­ğı gi­bi önem­li olay­la­rı so­ruş­tu­ran İçiş­le­ri Ba­kan­lı­ğı Mül­ki­ye Baş­mü­fet­ti­şi Can­dan Eren gö­rev­len­di­ril­di.
Baş­mü­fet­tiş Eren, 62 gün sü­ren yo­ğun in­ce­le­me so­nun­da, 36 kla­sör bil­gi ve bel­ge top­la­dı; ve es­ki ra­po­ru yır­tıp çö­pe at­tı.
Baş­mü­fet­tiş Eren “yol­suz­luk yo­k” ra­po­ru­na rağ­men, bu so­nu­ca na­sıl ulaş­tı?
As­lın­da bir te­sa­düf ese­ri ol­du.
Her şey Can­dan Ere­n'­in, İs­tan­bul Bü­yük­şe­hir Be­le­di­ye­si'n­de Ge­nel Sek­re­ter Yar­dım­cı­sı olan -bir dö­nem bir­lik­te mül­ki­ye mü­fet­ti­şi ola­rak ça­lış­tı­ğı- Mah­mut Ku­ş'­u zi­ya­ret et­me­siy­le baş­la­dı. Kar­şı­lık­lı içi­len çay­lar­dan, dün­de ka­lan ha­tı­ra­la­rı anan ko­nuş­ma­lar­dan son­ra söz dön­dü do­laş­tı, be­le­di­ye­nin iha­le­le­ri­ne gel­di.
Mah­mut Kuş bil­dik­le­ri­ni, mes­lek­ta­şı­na 2.5 sa­at bo­yun­ca çe­kin­me­den an­lat­tı.
Mehmet Bölük
Mehmet Bölük
Mü­fet­tiş Eren, Mah­mut Ku­ş'­tan ta­nık­lık yap­ma­sı­nı is­te­di. “A­man be­ni ka­rış­tır­ma­” ya­nı­tı­nı al­dı; “Son­ra ba­şım ağ­rır. Zor­da ka­lı­rım, sı­kın­tı çe­ke­rim…”
Mü­fet­tiş Eren, o ge­ce uyu­ya­ma­dı…
Er­te­si sa­bah ilk işi İs­tan­bul Em­ni­yet Mü­dü­rü Ha­san Öz­de­mi­r'­den ran­de­vu al­mak ol­du. İçiş­le­ri Ba­kan­lı­ğı'nın ken­di­si­ne ver­di­ği gö­re­vi söy­le­di ve ak­lı­na ge­len pla­nı an­lat­tı. Mah­mut Ku­ş'­a yi­ne gi­de­cek­ti ama bu kez se­si­ni kay­de­de­cek­ti. Em­ni­yet Mü­dür­lü­ğü'n­de üze­ri­ne giz­li ka­yıt sis­te­mi yer­leş­ti­ri­len Eren, ye­ni­den Mah­mut Ku­ş'­u zi­ya­re­te git­ti.
Ar­ka­da­şı Kuş iki gün ön­ce an­lat­tık­la­rı­nı tek­rar­la­dı.
Teyp tüm soh­be­ti kay­det­miş­ti.
Sı­ra­da bir baş­ka isim var­dı: Al­bay­ra­k­la­r'­ın es­ki mu­ha­se­be­ci­si Ze­ki Ni­giş…
O da ta­nık ol­mak is­te­mi­yor­du.
Can­dan Eren bu­nun için yi­ne po­lis­ten yar­dım is­te­di. Mu­ha­se­be­ci Ni­giş giz­li ka­me­ra­ya alın­dı. Ere­n'­in şim­di elin­de bi­ri ses, di­ğe­ri gö­rün­tü ol­mak üze­re iki ka­set var­dı.
Ama o bun­lar­la ye­tin­me­di; bir­çok ki­şi­yi din­le­di ve so­nun­da so­ruş­tur­ma­yı bi­ti­rip dos­ya­yı yaz­dı.
Ve, 31.08.2001 ta­rih­li Ön İn­ce­le­me Ra­po­ru­'nu İçiş­le­ri Ba­kan­lı­ğı'na gön­der­di. Er­do­ğan hak­kın­da; “cü­rüm iş­le­mek için te­şek­kül oluş­tur­ma­k” su­çun­dan “so­ruş­tur­ma iz­ni ve­ril­me­si­” ta­lep edil­di.

Hüseyin Karakullukçu
Hüseyin Karakullukçu

DA­NIŞ­TAY BAŞ­KA­NI

İçiş­le­ri Ba­kan­lı­ğı, 07.09.2001 ta­ri­hin­de “ta­mam­dı­r” ka­ra­rı­nı ver­di.
Ay­rı­ca… Ma­li­ye He­sap Uz­man­la­rı Ku­ru­lu'nun da, İG­DA­Ş'­ta 22.5 tril­yon li­ra­lık do­lan­dı­rı­cı­lık ve yol­suz­luk ya­pıl­dı­ğı­nı açı­ğa çı­ka­ran ra­po­ru var­dı. İn­ce­le­me­yi se­kiz he­sap uz­ma­nı yap­mış­tı.
Fa­kat…
İçiş­le­ri Ba­kan­lı­ğı'nın 07.09.2001 ta­ri­hin­de ver­miş ol­du­ğu so­ruş­tur­ma iz­ni, -Er­do­ğa­n'­ın baş­vu­ru­su üze­ri­ne- Da­nış­tay 2. Da­ire­si'nin ka­ra­rı ile kal­dı­rıl­dı. (-İle­ri­de Da­nış­tay Baş­ka­nı ola­cak- Hü­se­yin Ka­ra­kul­luk­çu 31 Ağus­tos 2000'de Da­nış­tay 2. Da­ire­si'n­de gö­re­ve baş­la­dı ve bak­tı­ğı ilk dos­ya­lar­dan bi­ri Er­do­ğan da­va­sı ol­du!)
Da­nış­tay 2. Da­ire­si'nin ver­di­ği ret ka­ra­rı­nı Yar­gı­tay Cum­hu­ri­yet Baş­sav­cı­sı Sa­bih Ka­na­doğ­lu 13 Mart 2002 ta­ri­hin­de boz­du. Er­do­ğa­n'­ın suç­la­rı­nı TCK 313'ün­cü mad­de­ye sok­tu: “Ni­te­lik­li zim­met, dev­let alım ve sa­tım­la­rın­da çı­kar sağ­la­mak, rüş­vet al­mak, gö­rev­de yet­ki­yi kö­tü­ye kul­lan­mak, ar­tır­ma ve ek­silt­me­ye hi­le ka­rış­tır­mak, cü­rüm iş­le­mek için te­şek­kül mey­da­na ge­tir­mek ve bu te­şek­kü­lü yö­net­mek…”
Bu ara­da… Er­do­ğa­n'­ın avu­kat­la­rı ve med­ya­da­ki yan­daş­la­rıbü­yük bir kam­pan­ya baş­lat­tı.
Baş­sav­cı Ka­na­doğ­lu ge­ri adım at­ma­dı. Er­do­ğa­n'­ın si­ya­si he­def­le­ri için “çe­te­” oluş­tur­du­ğu; hak­sız iha­le­ler­le el­de edi­len pa­ra­lar­la “ge­le­ce­ğin baş­ba­ka­nı­” ol­ma­yı plan­la­dı­ğı­nı be­lirt­ti.
Sü­reç tek­rar baş­la­dı.
So­nuç­ta Er­do­ğan hak­kın­da çe­şit­li da­va­lar açıl­dı.
Er­do­ğan DGM'­de de yar­gı­lan­dı.
İş­te bu da­va­lar­dan bi­ri de…
Üs­kü­dar Cum­hu­ri­yet Baş­sav­cı­lı­ğı'nın; Yar­gı­tay Cum­hu­ri­yet Baş­sav­cı­lı­ğı'nın 13 Mart 2002 ta­ri­hin­de gön­der­di­ği “ka­ra­r” doğ­rul­tu­sun­da, Er­do­ğan ile bir­lik­te top­lam 38 be­le­di­ye gö­rev­li­si hak­kın­da; “zim­met, ka­mu ta­şı­ma bi­let­le­rin­de kal­pa­zan­lık, res­mi ev­rak ve ka­yıt­lar­da sah­te­ci­lik ve cü­rüm iş­le­mek için te­şek­kül oluş­tur­ma­k” id­di­asıy­la yaz­dı­ğı id­di­ana­mey­di.

BİR BİT DA­VA­SI

Üs­kü­dar Ağır Ce­za Mah­ke­me­si'n­de ka­mu da­va­sı açıl­dı.
Ney­di bu da­va?
Be­le­di­ye'nin Bİ­T'­le­rin­den bi­ri Ak­bil…
Ya­ni, akıl­lı bi­let…
Açı­lan da­va­nın ko­nu­su şuy­du:
CHP, İs­tan­bul Bü­yük­şe­hir Be­le­di­ye­si'nin top­lu ta­şı­ma araç­la­rın­da kul­la­nı­lan elek­tro­nik ge­çiş sis­te­min­de yol­suz­luk ya­pıl­dı­ğı id­di­asıy­la, İs­tan­bul Cum­hu­ri­yet Baş­sav­cı­lı­ğı'na Er­do­ğan hak­kın­da suç du­yu­ru­sun­da bu­lun­du.
Üs­kü­dar Cum­hu­ri­yet Sav­cı­sı Ab­dur­rah­man Gün­do­ğanha­re­ke­te geç­ti. Po­lis, Ah­met Al­bay­ra­k'­ın da
ara­la­rın­da bu­lun­du­ğu 58 ki­şi­yi gö­zal­tı­na al­dı.
Se­be­bi şuy­du:
İlk kez 1994'te Er­do­ğa­n'­ın baş­kan­lı­ğı dö­ne­min­de kul­la­nı­lan Ak­bil, İs­tan­bul Bü­yük­şe­hir Be­le­di­ye­si iş­ti­rak­le­rin­den BEL­BİM ta­ra­fın­dan ge­liş­ti­ril­miş­ti.
İd­di­aya gö­re; 1997-1999 dö­ne­min­de 2.6 tril­yon li­ra­lık Ak­bil ka­zan­cı bu­har­laş­mış­tı. He­sap­lar ara­sın­da pa­ra trans­fe­ri var­dı; ör­ne­ğin, BEL­Bİ­M'­e ve­ya İET­T'­ye pa­ra gön­de­ril­miş gi­bi bel­ge dü­zen­le­nip, ka­yıt­dı­şı pa­ra­lar yan­daş şir­ket­le­re ya da par­ti­ye ak­ta­rıl­mış­tı. Uzat­ma­ya­yım.
Er­do­ğan hak­kın­da, “zim­me­ti­ne pa­ra ge­çir­mek ve­ya mal edin­me­k” ge­rek­çe­siy­le 14 yıl­dan az ol­ma­mak üze­re ağır ha­pisce­za­sı ta­lep edil­di.
Yar­gı­la­ma baş­la­dı. Ve…
Üs­kü­dar 2. Ağır Ce­za Mah­ke­me­si, 37 sa­nık hak­kın­da açı­lan da­va­yı; Er­do­ğan baş­ba­kan ol­duk­tan son­ra 1 Ara­lık 2003'te ka­ra­ra bağ­la­dı: Be­ra­at!
Be­ra­at ka­ra­rı­na im­za atan ha­kim İs­ma­il Rüş­tü Ci­rit; bu­gün Yar­gı­tay Baş­ka­nı!
Ci­rit 2010 yı­lın­da, bir dö­ne­min sa­nı­ğı Al­bay­rak Hol­din­g'­in dü­ğü­nü­ne ka­tıl­dı ve Ah­met Al­bay­rak ile bir­lik­te ni­kah şa­hi­di ol­du.
Adı med­ya­da, “17 Ara­lık Ope­ras­yo­nu'n­dan son­ra Er­do­ğan ta­ra­fın­dan Sav­cı Ze­ke­ri­ya Öz'­e gön­de­ri­len iki ha­kim­den bi­ri ola­ra­k” çık­tı.
Da­va­yı açan Üs­kü­dar Baş­sav­cı­sı Ha­di Sa­li­hoğ­lu, ka­ra­rı tem­yi­ze gön­der­me­di! 17 Ara­lık Ope­ras­yo­nu'n­dan son­ra İs­tan­bul Baş­sav­cı­sı ol­du.
Dos­ya için bi­lir­ki­şi­lik ya­pan Adem Sö­zü­er, son­ra­ki yıl­lar­da pro­fe­sör­lü­ğü­nü ka­zan­dı ve İs­tan­bul Üni­ver­si­te­si Hu­kuk Fa­kül­te­si De­ka­nı ol­du. Er­do­ğa­n'­a hu­kuk da­nış­man­lı­ğı yap­tı!
Bu yar­gı­la­ma hâ­lâ ka­mu­oyun­da tar­tı­şı­lı­yor.
So­nuç­ta…
Er­do­ğan ve ar­ka­daş­la­rı­nın yar­gı önü­ne çık­ma­sı için ge­ce gün­düz ça­lı­şan, -Baş­mü­fet­tiş Can­dan Ere­n'­e kay­nak ola­cak ki­tap­la­ra im­za atan- ki­şi, CHP İs­tan­bul İl Baş­ka­nı Meh­met Bö­lük idi..
Mi­ma­r'­dı ve Er­do­ğan baş­ba­kan ol­duk­tan son­ra İs­tan­bu­l'­da­ki in­şa­at şir­ket­le­rin­den iş ala­ma­dı. “Gö­rün­mez el­le­r” işi­ni tı­kı­yor­du.
Ge­çin­mek için git­ti­ği Uk­ray­na'da, es­ra­ren­giz ka­za­da ha­ya­tı­nı kay­bet­ti.
Son söz­le­rin­den bi­ri şuy­du:
“Tay­yip bi­lin­me­yen bir ki­şi de­ğil­dir. Yol­suz­luk­la­rıy­la, be­ce­rik­siz­lik­le­riy­le İs­tan­bu­l'­a dam­ga­sı­nı vu­ran Tay­yi­p'­in, baş­ba­kan olun­ca Tür­ki­ye'yi de İs­tan­bul gi­bi yö­ne­te­ce­ği­ni dü­şün­dük­çe tüy­le­rim di­ken di­ken olu­yor. Al­lah Tür­ki­ye'yi El Tay­yi­p'­ten ko­ru­sun…”

KİM BUGÜN NEREDE


Nurettin Canikli
Nurettin Canikli
Er­do­ğan dö­ne­min­de açı­lan da­va­lar­da bir­çok İs­tan­bul Bü­yük­şe­hir Be­le­di­ye­si bü­rok­ra­tı yar­gı­lan­dı. Bü­yük ço­ğun­lu­ğu AKP mil­let­ve­ki­li ol­du. Do­ku­nul­maz­lık zır­hı­nı ku­şan­dı­lar.
Kim­di bu bü­rok­rat­lar? Ba­zı­la­rı­nı ya­kın­dan ta­nı­yor­su­nuz:
Nu­ret­tin Ca­nik­li: Al­bay­rak­lar Gru­bu ma­li ko­or­di­na­tö­rüola­rak gö­rev ya­pı­yor­du. Yar­gı­la­nır­ken Gi­re­su­n'­dan mil­let­ve­ki­li se­çi­le­rek Mec­li­s'­e gir­di ve Al­bay­rak­lar da­va­sın­da sa­nık ol­mak­tan kur­tul­du. Bu­gün Baş­ba­kan Yar­dım­cı­sı ola­rak SPK, BDDK, TMSF'­den so­rum­lu!
Ke­mal Una­kı­tan: Hak­kın­da do­kuz ay­rı da­va var­dı. AKP hü­kü­me­tin­de ye­di yıl Ma­li­ye Ba­kan­lı­ğı yap­tı. Ço­cuk­la­rı­nın kur­du­ğu şir­ket­ler­le adı sık sık gün­de­me gel­di.
Hil­mi Gü­ler: İG­DAŞ sa­nı­ğıy­dı. Ye­di yıl bo­yun­ca Ener­ji ve Ta­bi­i Kay­nak­lar Ba­kan­lı­ğı yap­tı. Si­ya­set­ten ko­pun­ca SPK ka­ra­rıy­la, Turk­cel­l'­in Yö­ne­tim Ku­ru­lu Üye­si ol­du.
Mus­ta­fa Açı­ka­lın: AK­BİL, İG­DAŞ ve Al­bay­rak da­va­la­rı sa­nı­ğı iken kaç­tı. AK­P'­den mil­let­ve­ki­li ol­du. TMSF ta­ra­fın­dan sa­tı­şa çı­ka­rı­lan Çu­ku­ro­va Kim­ya şir­ke­ti­ni sa­tın al­dı.
Hü­se­yin Bes­li: İG­DAŞ da­va­sı sa­nı­ğıy­dı. AK­P'­den mil­let­ve­ki­li ol­du. Er­do­ğa­n'­ın ha­ya­tı­nı ki­tap­laş­tır­dı.
İd­ris Na­im Şa­hin: Ak­bil ve Al­bay­rak da­va­la­rı sa­nı­ğıy­dı. İçiş­le­ri Ba­ka­nı ol­du. 17-25 Ara­lık Ope­ras­yo­nu son­ra­sın­da AK­P'­den is­ti­fa et­ti. Ce­ma­at­çi ol­du­ğu or­ta­ya çık­tı!
Akif Gül­le: Bill­bo­ard da­va­sı sa­nı­ğıy­dı.
AK­P'­den mil­let­ve­ki­li ol­du. Şu an AKP Ge­nel Baş­kan Da­nış­ma­nı.
Mi­ka­il Ars­lan: Ak­bil da­va­sı sa­nı­ğıy­dı. Ha­len AKP mil­let­ve­ki­li.
Mus­ta­fa Ilı­ca­lı: Al­bay­rak da­va­sı sa­nı­ğıy­dı. Uzun sü­re Ka­dir Top­ba­ş'­ın da­nış­man­lı­ğı­nı yap­tı. Şu an AKP mil­let­ve­ki­li.
Zül­fü De­mir­bağ: Al­bay­rak da­va­sı sa­nı­ğıy­dı. AK­P'­den mil­let­ve­ki­li ol­du.
Se­la­mi Uzun: Al­bay­rak da­va­sı sa­nı­ğıy­dı. AK­P'­den mil­let­ve­kil­li­ği ol­du.
Nev­zat Pak­dil: Bill­bo­ard da­va­sı­nın sa­nı­ğıy­dı. AK­P'­den mil­let­ve­kil­li­ği ve TBMM Baş­kan­ve­kil­li­ği yap­tı.
Adem Baş­türk: İG­DAŞ da­va­sı sa­nı­ğıy­dı. AK­P'­den mil­let­ve­ki­li ol­du.
Ali Te­mur: Er­ba­ka­n'­la bir­lik­te RP'­ye öde­nen Ha­zi­ne yar­dı­mı­nın usul­süz kul­la­nıl­ma­sı­na iliş­kin açı­lan da­va­da bir yıl ha­pis ce­za­sı al­dı. İka­met­ga­hı­nı Hol­lan­da gös­ter­di. Po­lis ken­di­si­ni arar­ken o se­çim kam­pan­ya­sı sür­dü­rüp Gi­re­su­n'­dan AKP mil­let­ve­ki­li se­çil­di.
Bi­na­li Yıl­dı­rım: İDO ge­nel mü­dü­rü idi, İçiş­le­ri Ba­kan­lı­ğı Mül­ki­ye Mü­fet­tiş­le­ri ta­ra­fın­dan ha­zır­la­nan ra­por­lar­da, yol­suz­luk yap­tı­ğı be­lir­ti­li­yor­du; gö­rev­den alın­dı. Şu an Baş­ba­kan.
Meh­met Sek­men: Yol­suz­luk ve gö­re­vi kö­tü­ye kul­lan­mak suç­la­rın­dan gö­rev­den alın­dı. Mah­ke­me ka­ra­rıy­la gö­re­vi­ne dön­dü. Hak­kın­da­ki so­ruş­tur­ma­lar de­vam edi­yor­ken o AK­P'­den mil­let­ve­ki­li ol­du. Er­zu­rum Bü­yük­şe­hir Be­le­di­ye Baş­kan­lı­ğı yap­tı.
Ha­lil Ürün: Ata­tür­k'­e ha­ka­ret et­mek su­çun­dan mah­kum­du; ce­za­sı Şart­lı Sa­lı­ver­me Ya­sa­sı ge­re­ği er­te­len­di. Hak­kın­da yol­suz­luk so­ruş­tur­ma­sı bu­lu­nu­yor­du; AK­P'­den mil­let­ve­ki­li ol­du.
Yah­ya Baş: Gün­gö­ren be­le­di­ye baş­ka­nıy­dı; hak­kın­da yol­suz­luk ve gö­re­vi kö­tü­ye kul­lan­mak id­di­ala­rıy­la açıl­mış çok sa­yı­da da­va var­dı. AK­P'­den mil­let­ve­ki­li ol­du.
Re­cep Ko­ral: Ga­zi­os­man­pa­şa be­le­di­ye baş­ka­nıy­dı; yol­suz­luk ve gö­re­vi kö­tü­ye kul­lan­mak­tan yar­gı­la­nı­yor­du. AK­P'­den mil­let­ve­ki­li ol­du.
Ham­za Al­bay­rak: Gö­re­vi kö­tü­ye kul­lan­mak su­çun­dan yar­gı­la­nı­yor­du. AKP mil­let­ve­ki­li ol­du.
Ke­ma­let­tin Gök­taş da Al­bay­rak Gru­bu'n­day­dı; AKP mil­let­ve­ki­li ol­du.
Mil­let­ve­ki­li ola­ma­yan ye­di­si Al­bay­rak­la­r'­dan, dör­dü be­le­di­ye­den top­lam 11 ki­şi var­dı ve hep­si ce­za al­dı. Al­bay­rak­la­r'­a bir yıl iha­le­le­re gir­me ya­sa­ğı ge­ti­ril­di.
Al­bay­rak­lar, bu­gün Tür­ki­ye'nin en bü­yük ti­ca­ri grup­la­rın­dan bi­ri.

TÜRKİYE’NİN SORUNLARI

BAKIN, OKTAY AKBAL BUNDAN 40 YIL ÖNCE NASIL UYARMIŞ ATATÜRKÇÜYÜM DİYEREK MANGALDA KÜL BIRAKMAYANLARI … SANKİ BUGÜN VE BUGÜNKÜLER İÇİN YAZILMIŞ GİBİ…

OKUYAN MI VAR, DERS ALAN MI VAR, KILINI KIPIRDATAN MI VAR, ÜZERİNE ALAN MI VAR!…

-Çirkin politikacılık, particilik, demokrasi maskesi altında nasıl da sardı bizi! Nasıl da yeni çıkmazlara iteledi bizi! Atatürk’ün kesilmiş olan yolu açılmadı, daha da kapandı o yol; tıkandı, örtüldü dört yandan. Adı var, kendi yok bir duruma getirildi Atatürkçülük.

-Gençlikle Atatürk bir bütündü. Ayırmaya çalışanlar oldu bu iki ölümsüz gücü. Ayırdılar da Ata’yla gençliği birbirinden. Bütün çabaları şudur: Gençlik Atatürk diye bir mitosa, kupkuru soğuk bir büste, bir heykele bağlansın. Fikirleri, görüşleri, istekleri, özlemleri, vasiyeti unutturulsun, yok edilsin. Atatürk’ün yozlaştırılmış bir görüntüsü, yorumu sunulsun gençliğe!

-Vakit geçiyor, tehlike çanları çalmakta. Bırakın aranızdaki kısır çekişmeleri! Karşınızda cephe kurmuş dinciler, ırkçılar, çıkarcılar, renksizler, fırsatçılar, Atatürk düşmanları ortaklığını görün artık! Sizler doktrin tartışmalarıyla zamanı harcarken, karşı-devrimci güçler eyleme geçmiş, köşe başlarını, dorukları, geçitleri tutmuşlar. Bunu ulusun desteğini sağlayarak da yapmış değiller. Buna rağmen arkalarını sermaye güçlerine dayamışlar, partizan birlikleriyle dehşet saçıyorlar. Atatürk Cumhuriyeti’nin temellerini çökertme mücadelesi veriyorlar.

Kaynak: Oktay Akbal, Atatürk Yaşadı mı? Cumhuriyet Kitapları, 2000, s.85, 87, 93.


Prof. Dr. Cihan Dura

.

ABD, TSK'yı yeniden yapılandırıyor

12 Eylül askeri darbesini dönemin ABD Başkanı J. Carter'a duyuran Paul Henze'ın "Bizim çocuklar işi becerdi" anlamına gelen "Our boys have done it" biçimindeki sözleri, TSK ile ABD arasındaki ilişkinin niteliğini özetleyen en çarpıcı ifadelerden biriydi. Amerika’nın, kendisine sadakatinden şüphe etmediği Süleyman Demirel gibi siyasetçilerin devrilmesini bile onaylarken, Türkiye'de orduyu kendi stratejik çıkarları bakımından temel düzenleyici aygıt olarak gördüğü biliniyor.

Amerikan çıkarlarına bağlanan 24 Ocak türünden ekonomik programların yeniden hayata sokulacağı "istikrar" ortamı, ABD destekli cuntanın yönettiği baskı ortamında gerçekleşti.

Dahası, TSK-ABD ilişkileri, Türkiye'de orduya dayanarak politika yapan çevrelerin bütün iddialarını boşa düşürecek örneklerle de doludur. Örneğin, İP tarafından Anti-Amerikancı Kemalist bir darbe olarak desteklenen 28 Şubat müdahalesinin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, 1998 Temmuzu'nda "üstün hizmetleri" dolayısıyla ABD Genelkurmay Başkanı Hendry Shelton'dan üstün liyakat nişanı almıştı.

Karadayı'ya verilen "U.S. Legion of Merit" nişanının "Degree of Commander" "Kumandan Derecesi" adını taşıdığı belirtiliyordu. Bu nişanın ABD Genelkurmay Başkanlığı’nca ancak "müstesna-takdire şayan" davranışları tespit edilen kişilere verilebilen en yüksek paye olduğu açıklandı.

Karadayı ABD'den ilk defa madalya alıyor değildi. 1995 yılında dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Sullivan'ın elinden daha düşük dereceli bir liyakat nişanı almıştı. Ve ABD'den liyakat madalyası alan ilk genelkurmay başkanı da değildi.

1987 yılında da, dönemin Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay'a, ABD'nin o dönemki Genelkurmay Başkanı William Crowe tarafından nişan takıldı.

Ve bu madalya, son olarak geçen yıl, dönemin Genelkurmay Başkanı John M. Shalikashvili tarafından İsrail eski Genelkurmay Başkanı Amnon Şahak'a verildi.

Şimdiye kadar dünyada çok sayıda yabancı askeri lidere sunulan bu nişanı İngiltere ve Avustralya gibi bazı ülkeler kabul etmiyor.

ABD'NİN KAFAKOL PROGRAMI

Bu nişanların Amerikalılar açısından ne anlama geldiği konusunda bir fikir vermesi ve ABD'nin TSK'nın üst düzey subaylarına karşı yaklaşımını göstermesi bakımından, 2000 yılında Bilderberg toplantısına katılmış "derin" bir gazeteci olan Hürriyet'in Ankara temsilcisi Sedat Ergin'in imzası ile 21 Nisan 1989 günü Hürriyet gazetesinde 8 sütuna yayınlanmış bir manşet haberi hatırlamakta yarar var: "ABD'nin kafakol programı"

Haberin üst başlığı ise şöyleydi: "ABD subay eğitme bahanesiyle, dost ülkelerin gelecekteki yöneticilerini kendi saflarına çekiyor". Haberin spotunda ise şu ifadeler yer almıştı: "ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral William Crowe, Kongre'de yaptığı açıklamada, müttefik ülke subaylarına, Amerika'da eğitim görmeleri için verilen bursların amacını, 'Bu ülkelerin orduları, askeri ve siyasi lider kadrolarının üzerinde etki sağlama' olarak açıkladı. ABD'nin askeri burs verdiği ülkeler arasında Türkiye liste başında. Burslardan yararlanan Türk subaylarının sayısı ise 4 bin 461". Haberin içinde ise, 1950 yılından 1987 yılı sonuna kadar geçen 37 yıl içinde, ABD'nin Türk subaylarının Amerika'da eğitim ve talimleri için toplam 133 milyon dolar harcadığı belirtiliyordu. Manşet haberin devam eden bölümlerinde Senatör Nunn'un şu sözlerine yer veriliyordu: "Pek çok ülkede ordu, politikanın içinde olmasa bile, kimin siyasi lider olacağı ve ne kadar görevde kalacağı konusunda çok büyük etkiye sahip bulunmaktadır."

Pentagon'un raporundaki şu ifadeler de dikkat çekiciydi: "IMET (Uluslararası Askeri Eğitim ve Talim) programı diğer ülkelerin askeri ve sivil liderlerine gelecekte yaklaşabilmek bakımından da önemli imkânlar sağlamaktadır. ABD'de eğitim görmeleri için seçilen öğrencilerin çoğu zaten üst kademe askeri lider olma özelliğine sahip subaylardır. Bu programda ABD'de eğitim gören askeri liderler, geçmişte olduğu gibi gelecekte de ülkelerinde önemli görevler üstleneceklerdir. Örneğin bugün dünyada bakan, büyükelçi, kuvvet komutanı ve askeri okul komutanı pozisyonlarında IMET eğitimi görmüş 1500 kişi vardır. IMET, uzun vadeli bir yatırım olarak çok değerli bir güvenlik yardımı aracıdır ve ABD'ye sayısız yararlar sağlamaktadır."

1800'LERDE BAŞLAYAN İLİŞKİLER 2.DÜNYA SAVAŞI'NIN ARDINDAN BİR BAĞIMLILIK İLİŞKİSİNE DÖNÜŞTÜ

Türkiye'nin Marshall yardımından yararlanmaya başladığı 1947'den başlayarak, NATO'ya girdiği 1952'den bu yana süregiden ilişkilerde, ABD açısından yukarıda belirtilen yöntemler önemli olmuştu.

Ancak ABD ile Türkiye ilişkileri bundan da ötelere dayanıyordu. Amerika'nın Türkiye'yi kendisine bağımlı kılmasına giden tarihsel kökler, daha Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce alınan imtiyazlarla başlamıştı. İlk Amerikan Ticaret Odası 1811'de İzmir'de açılmış, 1827'de bunların sayısı dördü bulmuştu. Bu açıdan önemli bir belgesel çalışmada şöyle deniliyor: "İki ülke arasındaki ticaret ilişkilerinin yoğunlaşmasına bağlı olarak Amerikan hükümetinin Osmanlı İmparatorluğu'nda resmi bir konsolos bulundurma ve bir ticaret sözleşmesi imzalama yönündeki baskılarının da artığını görüyoruz. Böyle bir sözleşmenin imzalanmasına Osmanlı hükümetinin uzun süre yanaşmadığını, 1830 yılında Amerikan hükümetinin isteklerini kabul ettirmeyi başardığını biliyoruz. İşte, 1830 yılında imzalanan bu ilk ticaret sözleşmesi, iki ülke arasındaki ticaret ilişkilerini tam yüzyıl süreyle yönlendiren temel belge niteliğindedir: " (Doç. Dr. Oral Sander-Doç. Dr. Kurthan Fişek, "ABD Dışişleri Belgeleriyle Türk-ABD Silah Ticaretinin İlk Yüzyılı 1829-1929", Çağdaş Yay, 1977, sayfa 19)

Amerika'ya kapitülasyon niteliğinde haklar tanıyan bu sözleşme, ticarette Amerika'yı "en çok gözetilen ulus" olarak nitelendirmektedir. Sözleşmenin en önemli maddesi ise, dördüncü maddedir. Buna göre, Osmanlı yargı organları, Amerikan temsilciliğinin resmi tercümanı hazır bulunmadıkça, Amerikan ve Osmanlı uyrukları arasındaki davalara bakamayacak, Amerikan yurttaşlarını tutuklayamayacaktır; tutuklama yetkisi, ancak Amerikan diplomatik yetkililerince kullanılabilir.

Yine aynı çalışmadaki verilere göre, 1869 yılında Birleşik Amerika'nın Osmanlı İmparatorluğu'na toplam ihracatının yüzde 79.56'sı silah ve cephaneydi. ll. Abdülhamit'in tahta çıkmasının ilk ve ikinci yılında bu oran yüzde 90'ı aşıyordu.

Bu ağırlık, sonraki yıllarda, yerini belirli bir süre Almanya'ya bırakıyor. Ancak ll. Dünya Savaşı'ndan Almanya'nın yenik çıkması ve bu dönemin ardından ABD'nin de kapitalist bloğun patronu olmasıyla aynı dengeye geri dönülüyor. Bu ilişkinin, Türkiye'nin NATO'ya dahil olmasından sonraki yönü bakımından fikir vermesi açısında da, başka bir kaynaktaki şu tespitler önemli: "Türk-Amerikan ilişkilerinin özellikle askeri alanda gelişmesine paralel olarak iki ülke arasında çok sayıda askeri, ekonomik ve teknik ikili anlaşma imzalandı. 1950'lerin ortalarından itibaren TBMM'de ve kamuoyunda ikili anlaşmaların niteliği konusunda başlayan tartışmalar, Türkiye'de NATO ve ABD karşıtı görüşlerin yükselme süreci içerisinde 1970'lerin başlarına kadar devam etti. ABD'yle yapılan ikili anlaşmaların sayısı ve alanları konusunda bugün bile kesin rakamlar yoktur. Bu konuda çelişkili bilgiler ileri sürülmüştür. Süleyman Demirel'in 1966'da başbakanken açıkladığı kadarıyla, Türkiye ile ABD arasında 1952-1960 döneminde 54 ikili anlaşma yapılmıştır. 1970'te Türk yöneticilerin yaptıkları açıklamalara göre, bu sayı 91'dir. Sayıların çelişkili olmasının nedeni, anlaşmaların büyük bir çoğunluğunun TBMM'ye getirilmemesi ve gizli nitelikte olmasıdır." (Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşı'ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Editör: Baskın Oran, sayfa 556) Tüm bu veriler, ABD-Türkiye ilişkilerinde, askeri yönün ABD tarafından ne kadar kritik bir yere oturduğunu göstermenin yanında, giderek ABD'ye olan bağımlılığın derinleşen bir seyir izlediğini de gösteriyor. Ancak, ait olduğu tarihsel koşullardan bağımsız olarak belgelerin komplo teorisi fanatiklerinin vazgeçilmez aracı olduğunu gözden ırak tutmadan yapılacak her değerlendirme, ele aldığı belgenin ne anlama geldiğinin doğru bir analizini de içermelidir.

Bu açıdan değerlendirildiğinde, ABD ile Türkiye arasındaki ilk ilişkilerin yaşandığı 1980'lerin başları, “hasta adam” konumundaki Osmanlı'dan imtiyazlar kopararak nüfus elde etme arayışının bir ifadesi olarak ele alınabilir. Kurtuluş Savaşı yılları ise, bu savaşa kumanda eden Mustafa Kemal ve çevresinin, 1917'de gerçekleşen Ekim Devrimi ile kapitalist işgalci güçlere karşı Sovyetler Birliği'nin ulusal kurtuluş hareketini destekleme politikasının bir ürünü olan desteği arkasında bulduğu yıllardır. ABD'nin Türkiye üzerindeki nüfusunu yeniden tesis etme ve derinleştirme süreci ise, 2. Dünya Savaşı'ndan kapitalist bloğun patronu olarak çıkması ile başlıyor. Türkiye'nin temel bir tercih olarak ortaya koyduğu batı kapitalizmi zincirinin bir halkası olarak davranma politikasının doğal bir sonucu olarak girilen bu ilişkinin ilk diyeti, Amerikan çıkarları için Kore'de Türk gençlerinin can vermesi olmuştu. 26 Temmuz 1950 tarihinde Hürriyet gazetesinin sekiz sütuna manşet olarak"Kore'ye silahlı kuvvetler gönderiyoruz" başlığıyla haberini verdiği bu gelişme, ABD'nin TSK'yı kendi çıkarları için başka coğrafyalara sürmesinin, Türkiye ile hiçbir husumeti bulunmayan halkların üzerine göndermesinin ilk örneğiydi. Türkiye Kore'ye ilk aşamada 4500 asker gönderdi. 15 ülke içinde ABD'den sonra en çok asker yollayan ikinci devlet olan Türkiye'nin Kore'ye gönderdiği askerlerin sayısı, savaşın ilerleyen safhalarında 6000'in üzerine çıktı. 27 Temmuz 1953'te imzalanan ateşkese kadar, bu savaşta yaşamını yitiren Türk askeri sayısı 721 olurken, 672'si yaralanarak geri döndü. 234 asker esir düşerken, 175 asker kayboldu.

Türkiye askeri kurmaylarının bu dönem ve sonrasındaki temel politikaları, Amerikan işbirlikçisi iktidarlarla aynı minvalde, Türkiye'nin çıkarlarını ABD'nin çıkarları içinde gören, onun içinde eriten bir nitelik taşıdı.

SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE

TSK-ABD İLİŞKİLERİNİN KARAKTERİ

Ancak Sovyetler Birliği'nin varlığı ile biçimlenen güç dengeleri tarafından belirlenen iki kutuplu dünyada, Amerika'nın sürdürdüğü "Soğuk Savaş" politikası, Türk askeri birliklerinin kafasına çuval geçirmeyi değil, onları yazının girişindeki verilerde de ifadesini bulan biçimlerde "kazanmayı" gerektiriyordu. Kıbrıs'taki Amerikan dayatması karşısında İsmet İnönü'nün "Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini alır" sözleri de bu dengelerin sağladığı avantajlı koşullara dayanıyordu.

Sonuçta her bağımlılık ilişkisi, bağlı bulunduğu koşullar içinde gerçekleşir ve bağımlılığının niteliği ve düzeyi, o koşulların da etkisiyle belirlenir. Bu açıdan bakıldığında, Soğuk Savaş koşulları içinde TSK'nın ABD ile ilişkilerini belirleyen dışsal ve içsel yapıyı şöyle özetlemek mümkün:

Modernleşme çabalarında öndeki güç olan ve Kurtuluş Savaşı'nın da sağladığı pozisyonla, devlet politikalarının belirlenmesinde hükümetlerin de üzerinde vesayetçi bir konumda bulunan TSK, "ulus devletin" bekasından sorumlu temel güç olarak kendisini görmüştür. Bugün de, henüz köklü bir değişikliğe uğramamış olan TSK, NATO'ya dahil olduğu süreçle birlikte, eğitim müfredatında "Kemalizm"le Amerikan "müttefikliği"nin esaslarını yan yana ele almış, bunun sonucunda da, hem birlikleri Kore'ye gönderilebilen hem de "Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğünden" kendisini sorumlu hisseden bir yapı çıkmıştır ortaya. Anti-emperyalist gençlik hareketinin ortaya çıkışı ve ardından da Amerikan karşıtı devrimci muhalefetin güç kazanması sonucunda, bu etkinin belirlediği yıllarda, tarihsel gelenekleri ya da ABD etkisinin yanında devrimci muhalefetin yarattığı rüzgarın etkisini de saflarında hissetmiş olan TSK'da, Kemalizmle sosyalizmin harmanlanmasından oluşan görüşlerin taban bulmuş olması dönemin özelliklerine son derece uygundu. Ancak, 12 Eylül askeri darbesi bu etkinin sınırlı düzeyde potansiyel örgütlülüğünü de tasfiye etti.

TSK-ABD İLİŞKİLERİNİN 1989'U: SÜLEYMANİYE OLAYI

TSK-ABD ilişkileri açısından bir milat olarak kaydedilmesi gereken Süleymaniye olayının kaynaklarını ve sonuçlarını değerlendirir ve "Amerika'nın Türk askerlerine bu muameleyi yapması TSK-ABD ilişkilerinde nereye oturuyor?" sorusuna yanıt verirken, altı çizilebilecek temel nokta şudur: TSK, Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve duvarların yıkılması açısından bir milat olarak gösterilen 1989'un etkilerini yeni yeni yaşamaya başladı. "Kızıl tehdit"le mücadele adına ABD saflarında Kore'de can veren Türk birliklerinin başına bugün Amerikan birliklerince çuval geçirilmesine gelinen süreçte, Soğuk Savaş dengelerinin artık yerini başka bir sürece bırakmış olmasının payı belirleyicidir. Sovyetler Birliği'nin biçimsel olarak da varlığını sürdürdüğü koşullarda, ABD'nin bugünkü gibi, Sovyetler'in sınır komşularına doğrudan müdahale edememesi, Türkiye'yi de komşularıyla savaşa girecek bir pozisyona gelmekten koruyordu. Ve aynı dengeler, TSK'nın, görece de olsa, kendi “kırmızı çizgileri” olan bir "ulusal ordu" gibi davranabilmesine olanaklar sunabiliyordu.

Soğuk Savaş döneminin son bulması ve ABD'nin Irak'ı işgaliyle tetiklediği süreç, artık bundan önceki 50 yılın politikalarının ABD tarafından köklü bir değişime uğratılmak istendiği bir süreçtir. Amerika'nın kırmızı çizgileri karşısında, ABD ve en yakın müttefiki İngiltere'nin ağırlıklı etkisini taşıyan BM'nin bile ayak bağı olarak görüldüğü bir dönemde, Beyaz Saray'ın ve Pentagon'un şahinlerinin, TSK'nın “kırmızı çizgileri”ne prim vermesi beklenemez. Kaldı ki, TSK, kendi "güvenlik" ve "egemenlik" politikası bakımından ya da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün Kıbrıs konusunda ifade ettiği "vizyon" bakımından, görece de olsa Amerika'dan bağımsız bir adım atabilme koşullarını, Kore'ye asker gönderilmesinden başlayarak, kaybetmiş konumdadır.

Ve "Kemalist" müfredatla Amerikancı askeri külliyatın harmanlanmasından oluşan bir eğitimle yetişmiş olan Türk subaylarının bugün karşı karşıya bulundukları nokta, "Amerikancılık"la "Kemalizmin" eskisi kadar "barış içinde bir arada" duramayacağı bir noktadır. Çünkü Amerika'nın Bush kabinesi ile birlikte devreye soktuğu yeni dönem politikalarında, Türkiye'ye ve TSK'ya, kendi çıkarlarını Amerikan çıkarları içinde eritme olanağı bile tanınmamakta, ondan, taşıdığı "ulusal" endişeleri buharlaştırması, bir tarafa bırakması istenmektedir. Bulunduğu bölge ile birlikte Türkiye'yi de yeniden yapılandırmak isteyen ABD yönetimi, ekonomiden siyasi alana kadar, bütün "ulusal" nitelikleri bir "tortu" olarak görüp tasfiye etmeyi dayatırken, bu yapıya kumanda eden askeri alanda "ulusal" politikalara hiç tahammül etmeyeceğini göstermek istemiştir. Bu yanıyla değerlendirildiğinde, Süleymaniye olayına temel gerekçe olarak yorumlanan, Amerika'nın, Irak'ı işgali sırasında asker gönderme tezkeresi konusunda Türk Genelkurmayı'ndan beklediği düzeyde bir desteği görememiş olması, aslında bir vesile olmuştur. Amerika açısından bundan sonraki süreç, TSK'da soğuk savaş döneminin tutum ve davranışları ile belirlenen bütün yapısal özellikleri düzleyerek, Kore'leri Türkiye'nin sınırına taşıma dönemidir.

Bu yönüyle bakıldığında, “stratejik bir psikolojik operasyon” olarak adlandırılan Süleymaniye baskınının hedeflerinden belli başlılarını, şu biçimde sıralamak mümkündür:

a) Türkiye’nin bölgesel, bağımsız politika üretmesinin önlenmesi,
b) TSK’yı Kuzey Irak’ta Amerika'nın mutlak denetimini kabule zorlamak,
c) Pentagon’daki yeni-muhafazakâr ekibin TSK’dan intikam alması,
d) TSK’da bulunduğuna inanılan ve yer yer Amerikan basınına yansıyan haber ve yorumların da konusu olan "Amerika'ya direnen" ekibe gözdağı vermek.

ABD KARA KUVVETLERİ

YAYIN ORGANINDAN YANSIYANLAR

Süleymaniye olayına gelinen süreçte, ABD’deki Türkiye uzmanları arasında ortaya çıkan bir yaklaşım, Türkiye’nin askerî anlamda gittikçe güçlendiği, güçlendikçe ve iddiaları artıkça tek başına Orta Doğu’ya yönelik politikalar geliştirmeye başladığı ve daha güçlü Türkiye’nin daha zor ve hatta daha da güvenilmez bir müttefik hâline geldiği görüşünü savunmaktaydı.

Michael Robert Hickok tarafından ABD Kara Kuvvetleri’nin resmî yayın organı olan Parameters dergisinde, 2000 yılında yayımlanan"Yükselen Hegemon: Türk Stratejisi İle Askerî Modernizasyon Arasındaki Uçurum" adlı makale bu görüşün savunulduğu metinlerden birini oluşturuyor.
v Dr. Hickok’a göre, Soğuk Savaş boyunca NATO stratejileri çerçevesinde silahlanan, eğitilen ve NATO konseptine bağlı olan Türkiye, NATO dışında "inandırıcı şekilde gücünü yansıtamadığını” gördü. Bundan dolayı Türkiye, "1990’ların başında Kafkaslar ve Balkanlar’da etkisiz kaldı". Öte yandan, Soğuk Savaş sonrasında, "Türk karar alıcılar, Batı ve NATO ile olan ilişkilerinde bir değişiklik olmaksızın, Atatürk’ün, Türkiye’nin geleceğinin sadece Batı’da olduğu" yolundaki sözlerini yumuşatmaktadır (...)

Resmî askerî belgeler günümüzde, Türkiye’yi bir Avrasya ülkesi olarak nitelemekte ve hem Batı hem de Doğu’yla ilişkilerini korumak ve geliştirmek zorunda olduğunu belirtmektedirler. 70 yıllık alışılmış politikadaki bu sapma, Türk stratejik düşüncesinde önemli bir dönüm noktası” olarak nitelendirilmektedir.

Dr. Hickok’a göre, "daha aktif politika izleme girişimi, her tür siyasî görüşten sivil ve askerî lideri yeni politikalar denemeye teşvik etmiş olmakla birlikte, büyük ölçüde orduya aittir ve eski Osmanlı toprakları üzerinde yoğunlaşmaktadır". Yazar, Türkiye-İsrail ilişkilerinin de, bu iddialı politikanın bir parçası olduğunu ileri sürmektedir.

1990’lı yıllar boyunca gerçekleştirilen “ihtiraslı ulusal güvenlik stratejisi ve kanıtlanmış askerî yetenekleri, tüm bölgede yeniden bir jeopolitik yapılanmayı zorlarken", "Türk ordusu, sadece sınırları dışında faaliyet gösterme gücüne sahip değil, aynı zamanda bu konuda isteklidir de" denilmektedir.

Ancak, "Türkiye’nin bölgede bağımsız bir güvenlik aktörü olarak yükselmesi, komşuların dikkatinden kaçmaz iken, Türkiye’nin bölgesel hâkim güç olarak ortaya çıkma olasılığı, Batı için müspet ve menfî tarafları olan karmaşık bir durumdur. Washington, uzun zamandan beri Türkiye’nin uluslararası alandaki en güvenilir müttefikidir; ancak, Amerikalı karar alıcılar, Türkiye’nin dış politikada ve güvenlik konularında giderek daha aktif olmasına hazırlıksızdır... Türkiye’nin müttefik olarak gerçek değeri artarken, Ankara, daha az güvenilir bir güvenlik ortağı olmuştur" yargısı gündeme getirilmektedir.

Dr. Hickok’un çalışması kadar önemli bir diğer çalışma ise, Amerikan Hava Kuvvetleri’nin malî desteği ile çalışan ve ona bağlı olan, RAND Ulusal Güvenlik Araştırmaları Bölümü’nün, 2002 sonunda, tanınmış iki Türkiye uzmanına yaptırmış oldukları “Turkish Foreign Policy in an Age of Uncertainty” adlı kitaptır.

Bu çalışmada da Türkiye’nin uluslararası planda gittikçe daha iddialı ve bağımsız hale geldiği, bunun en çok Orta Doğu bölgesinde kendisini gösterdiği ileri sürülmektedir. Yazarlar, eskiden sadece Batı’ya bakan Türkiye’nin, şimdi Doğu ve Güney’e de çekildiğinden söz etmektedirler. Yazarlar, Türkiye’nin, 1990’lı yıllarda Kafkasya, Orta Asya ve Balkanlar’da ABD ile işbirliğine girerek "anahtar bir stratejik müttefik" olduğunu; ama Irak ve İran konusundaki farklı algılamalarının, iki ülkenin "gerçek bir stratejik ortaklık" kurmalarını engellediğini belirtmektedirler. Yazarlara göre, Türkiye, artık Ortadoğu’ya uzanmak için ne bir köprü, ne de Ortadoğu yolunu kapatan bir bariyerdir. Gittikçe güçlenen ve bağımsızlaşan önemli ve muhtemelen çok daha zor bir müttefiktir.

Bu iki çalışmadan çıkan sonuç, ABD’nin ama özellikle de Amerikan Silahlı Kuvvetleri’nin içinde bir grubun, Orta Doğu politikalarında bağımsız ve kendi amaçlarını gerçekleştirmek amacı ile hareket eden bir Türkiye’den rahatsız olduğudur. Bu anlamda Süleymaniye’deki saldırı eylemi, sadece Irak Savaşı ve sonrasının dinamikleri içinde değil, onu çok aşan ilişkiler çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Bu çerçeveyi şöyle özetlemek mümkündür: "TSK'yı, ABD'nin yeni dönem hedeflerine uygun bir biçimde yeniden yapılandırmak."

Amerika'nın açık desteğini almış olan ve gerek asker gönderme tezkeresi konusunda, gerekse uyguladığı ekonomiden dış ilişkilere kadar bütün alanlarda savunduğu politikalar açısından katıksız Amerikancı bir hükümetin iktidarda olması da, Amerika'nın bu konudaki avantajlarını çoğaltmaktadır. Asker gönderme kararının Meclis'ten geçmesi, ardından da İncirlik'in Amerika'nın yeni taleplerine açılması, ABD'nin TSK'yı Süleymaniye öncesine göre yeniden yapılandırmada attığı adımların somut birer işaretidir. Ayrıca Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün Türkiye açısından yayılmacı bir vizyon meselesi olarak değerlendirdiği Kıbrıs konusunda da MGK'dan Amerika'nın istediği yönde bir kararın çıkmış olması, bu açıdan bir başka göstergedir.

ABD'nin Irak'a saldırısı öncesinde Türkiye'nin en çok tirajlı gazetelerinin sürmanşetlerine taşınan haberler arasında yer alan, Kuzey Irak'ta MGK'da belirlenen “kırmızı çizgileri” değiştirmeye yönelik herhangi bir gelişmenin savaş nedeni sayılacağı yönündeki haberler dönemi artık geride kalmış görünüyor. Türkiye-ABD ilişkilerinde, Kuzey Irak'ın, bugün Kıbrıs'ta verilecek tavizler karşılığında garantiye alınmak istenen bir bölge olması gerçeği, bunu değiştirmez. Burada kastedilen şey, artık ABD'nin nüfuz kurmaya yöneldiği bölgeler söz konusu olduğunda, TSK içinden basın aracılığıyla bile olsa "kafa tutan" haberler döneminin büyük ölçüde geride kaldığıdır.

Ancak, TSK'yı ABD'nin yeni dönem politikalarına uygun olarak yeniden yapılandıran bu sürecin, ordu içinde yansımaları olmaması da düşünülemez. Basına yansıyan kimi haberler, bu sürecin sancılarının yer yer Genelkurmay'ın komuta kademesi ile daha alt kesimler arasında gerilimlere neden olduğunu göstermektedir. Bu gerilimin, "anti-Amerikancı" bir darbeye yol açabileceği yolunda kimi çevrelerce yapılan yorum ve değerlendirmeler ise, hem nesnel dayanaktan yoksun, hem de TSK'nın iç yapısı göz önüne alındığında gerçek dışı değerlendirmelerdir.

Fatih Polat

http://bit.ly/22w68im

.

PAPA 2.JOHN PAULUN GİZLİ KARDİNALLERİ - Aytunç Altındal

[Editörün notu: 
Bilgi güçtür kuvvettir. Bilgilenin! Dünyanın çatısı Everest Tepesi değil İstanbul'dur. Doğu ve Batı'nın savaşı din eksenli değil zenginlik temellidir.

. ]


PAPA 2.JOHN PAULUN GİZLİ KARDİNALLERİ

16 Nisan 1995 te Papa 2.John Paul,VATİKAN St.PeterMeydanını dolduran 200.000 kişilik bir kalabalığa,Paskalya mesajını okudu.Papa ilk kez bu paskalya mesajında siyasal haklar edinmek için silahlı mücadele veren örgütleri bizzat dile getirdi.Papa aynen şunları söyledi.

 ‘’Özellikle Kürtleri,Filistinlileri ve Latin amerikadaki gurupları siyasal haklar elde etmek için silahlı mücadelede bulunmaya son vermeye çağırıyorum.Toplumda karşılıklı kabule ve saygıya dayalı kullanılabilir (equitable) çözümün tek yolu vardır.Diyalog.Ben onları bir an önce diyalog başlatmaya davet ediyorum.’’

Bu Papalık çağrısından sonra ilginç gelişmeler oldu.İlkin Belçikada,sonra da Almanyada ‘’Diyalog’’ gurupları oluştu.Hemen ardından 1995 yılının Eylül ayında ‘’Pkk diyalog istiyor’’ sesleri yükseltilmeye başlandı.Bunları ‘’Türkiye diyalogdan kaçıyor’’ şeklindeki batı basınının manüpile edilmiş haberleri izledi.Türkiye yeniden insan hakları örgütlerinin boy hedefi haline getirildi.

Vatikanın ve onun bürokrasisinin Türkiyedeki siyasi gelişmelerle doğrudan ve açıklanmış iradeyle ilgilenişi işte bu 16 nisan paskalya konuşmasından sonra hız kazandı.Ne hikmetse bu güne değin ‘’Diyalog’’ sözcüğünü telaffuz bile edemeyen bazı çevreler ‘’Din’’ aşkına ‘’Diyalog ve Hoşgörü’’ toplantıları düzenlemeye başladılar.

Papanın ne tür bir diyalog çağrısı yaptığı ise Katolik Kilisesi tarafından yayınlanan resmi belge ve yayınlardan anlaşıldı.Katolik aleminde en ciddi ve en çok izlenen yayın organı olan ‘’THE CATHOLİC WORLD REPORT’’ (Abd tarafından finanse ediliyor) Mayıs 1995 sayısında Türkiyeyi tek taraflı suçlayan bir haber yayınladı (ss.13-14).Haberde Amerikalı Cumhuriyetçi Senatör John Porterin ‘’Türkiyede Kürtlere Jenosist uygulanıyor’’ şeklindeki demeci verildikten sonra Müslüman Türklerin elindeki Ankara Hükümetinin başta Kürtlere,Aramilere,Ermenilere,Süryanilere ve Rumlara baskı yapmakta olduğu vurgulandı.(Aynı senatör bilindiği üzere ABD de Ermeni soykırımı tezini savunur.İki ay önce (1998 yılı) eşiyle gelerek Türkiyedeki bazı Kürt liderleriyle görüşmüştü.Aynı dergi haziran 1995 sayısında ise tam altı sayfalık bir yazıyla Türkiyenin AB ye girmesini engelleyeceğini duyurdu.Papanın diyalog çağrısının böylece kasıtlı bir Anti-Türkiye kampanyasını seslendiren bir ‘’monolog’’ olduğuda anlaşıldı.

Rastlantı buya 1995 ten buyana Türkiyede diyalogla yatıp,hoşgörüyle kalkanlar,ne hikmetse tıpkı VATİKAN ağzıyla konuşarak terörist bir örgütle Türkiye Cumhuriyetini ‘’Diyalog ve Hoşgörü’’ yutturmacasıyla kendi deyimleriyle ‘’Diplomatik’’ görüşmelerde bulunmak üzere eşit taraflar olarak ‘’Diyalog masasına’’ oturtmaya uğraştılar.Hala da uğraşıyorlar…

Vatikan bu gelişmeleri nasıl değerlendirdi bilinmez .Ama ölmeden evvel Papa 2.Jean Paul sessiz sedasız bir atama yapmıştı.21 şubat 1998 de resmiyet kazanarak yürürlüğe giren bu atama olayı ile Kardinaller Kolejine (Vatikanın senatosu) 20 yeni kardinal daha atandı.Böylece bu PAPA nın ölümünden sonra yapılacak olan seçimde oy kullanma hakkına sahip olan kardinal sayısı 122 ye yükseltildi.(Gerçekte 166 kardinal var.Bunlardan 80 yaşının üstündekiler oy kullanamıyorlar.).Yeni kardinallerin ikiside Amerikalıydı.Bunlardan biri Türkiyedeki ‘’Diyalog ve Hoşgörücüleri’’ yakından tanıyan Chicagolu Francis Kardinal George diğeride eski Denver Başpiskoposu James Kardinal Satfford du.

Ancak ilginç olan bu değildi.Papa 2.john paul neredeyse 100 yıldır uygulanmayan bir ‘’Papalık Hakkını’’ da bu atamalarda kullanmıştı.Vatikan terminolojisinde ‘’in pectore’’ diye bilinen bu uygulamaya göre Papa 20 Kardinale ek olarak ikide ‘’in pecture’’ yani GİZLİ kardinal atamıştı.Söz konusu sözcük Latince ‘’Kilisenin bağrına bastığı gizli evladı’’anlamına gelmektedir.

Diğer bir anlatımla ‘’in pecture’’ ile yıllardır Vatikanın ‘’gizli’’ hizmetinde çalışan ve / fakat KENDİ ÜLKESİNDE KİMLİĞİNİ GİZLEYEN BAŞKA DİNE MENSUP iki kişi şu anda Vatikanda kardinal yapılmış bulunuyorlar.

Papanın özel ‘’audiance=görüşme’’ yapmasından sonra kardinalliğe getirmeye uygun gördüğü bu kişilerin kim oldukları şu anda PAPA dahil sadece 7 kişi tarafından biliniyor.Geleneğe göre papanın bu şahısların kimliklerini ölümünden önce açıklaması gerekiyor,yoksa bu kişilerin ‘’in pecture’’ statüleri kimlikleri açıklanmadan sürecek.

Yıllardır vatikanın isteklerini yerine getirerek ‘’gizli katolik’’ olarak çalıştıkları ve bizzat papanın dediğine göre gerçek kimliklerinin açıklanması halinde ihanetleri nedeniyle kendi ülkelerinde ÖLDÜRÜLEBİLECEKLERİ ihtimali bulunan bu iki kişi acaba kimdir?.Bunlardan birinin Çin Halk Cumhuriyetindeki bir din adamı olduğu tahmin ediliyor.Diğeride acaba Orta Doğudan Müslüman bir lider,kral ve / veya bir din adamı mıdır.Soğuk savaş yıllarında CİA adına çalıştığı bilinen Papa 2.John Paulun Vatikandaki mafyası ‘’OPUS DEİ’’nin orta doğuda hangi liderlerle kolkola ve sermayesiyle iç içe olduğu biliniyor.Bir kaç yıl içinde çok hazin bir ‘’ALDANIŞ’’ la karşılaşmasınlar diye orta doğunun Müslümanları bu soruyu kendilerine sorsalar iyi ederler,kanısındayım..

Aytunç Altındal

Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri (sayfa115-116-117)

















.
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...