Su moleküllerinin bile çevrelerindeki varlıkların yaydıkları sinyallerden etkilenerek davranışlarını değiştirebildiklerini biliyor muydunuz?
“Bilgi” denilen mucizevi faktörün moleküller alemi öğelerince nasıl saklandığı ve çevreden gerekli bir uyarı geldiğinde, nasıl hatırlanıp, işleme konulduğu görülmektedir.
DOĞA yaşayan bir canlıdır:
Çünkü, zaman içinde artan bilgiler nedeniyle sürekli değişim-dönüşüm gerçekleşiyor.
Doğa canlıdır ve canlılık atom-altı-öğeler, yani kuntlar aleminde başlar. Kuantlar alemi şu temel bilgilerle işlem yapmaya başlayarak, doğadaki canlılık sisteminin temelini atarlar:
• 1- En kısa yol seçilecek;
• 2- En kısa zaman seçilecek;
• 3- En ergonomik yapı tercih edilecek;
• 4- Olasılık hesabı yapılarak, en olası durum seçilecek;
• 5- Bir iş yapımında en az enerji harcanan yöntem kullanılacak;
• 6- Doğadaki enerji miktarı sabit olduğundan, hiçbir tasarım bu enerji miktarını aşmayacak şekilde olacak.
Bu temel kuantsal ilkelerle başlayan canlılık, önce atomların, sonra moleküllerin, sonra hücrelerin, sonra bedenlerin ve en sonra da koloni ve ekolojik sistemler gibi daha geniş kapsamlı üst-yapılar oluşturacak şekilde büyüyerek evrimsel bir gelişim içine girer.
Bu evrimsel gelişmede temel yönlendirici faktör, yukarıda açıklanan “rahatlama dürtüsüdür”.
Bir şey yapma, oluşturma (veya yaratma) işlemi “bilgi” ile olur.
Bilgi ise zaman içinde gelişir ve bu gelişimlere koşut olarak kimyasal bileşimler de sürekli değişir. Kervran doğal sistemin sürekli bir değişim-dönüşüm içinde, yani canlı davranışlı olduğunu “Life is nothing but chemistry” diyerek, şöyle ifade eder: (1972, s. 120)
“Dünyamızın, başlangıçta oluşturulduğu şekilde hiç değişmeden kaldığı ebediyen böyle kalacağı şeklindeki bir dogma İncil’in bize mirasıdır. Yaratılışta şu kadar krom, şu kadar demir, vb. oluşturulmuştur şeklinde bir bilgi bizlere verilmektedir. Daha sonra başka hiçbir yaratıcı gelmediğinden, "başka hiçbir şey yaratılmamıştır”, her şey olduğu gibi kalmıştır. Dolayısıyla "hiçbir şey kaybolmaz".
Böyle bir inanç, herkes tarafından Musa'nın zamanından beri kabul edilmektedir. Sözde "bilim adamlarının" günümüzde bu şekilde “akıl-yürütmelerine" ancak gülümseyebiliriz. Çünkü, Yirminci yüzyılın başından beri radyoaktif doğal dönüşüm bilinmektedir. Ve 1919 yılında ilk yapay dönüşüm gerçekleştirilmiştir. Ama doğada, çeşitli zamanlarda, klasik nükleer fiziğin bilmediği başka dönüşümler olmamış mıdır? Biz deneysel olarak tüm canlıların element dönüşümleri gerçekleştirdiklerini gösterdik ve jeoloji diğer bir çok türde dönüşümler olduğunu göstermiştir. Bu şu anlama gelir: atomların ebediliği (değişmezliği) söz konusu değildir. Bir moleküldeki bir atomun, diğer moleküldeki bir başka atoma dönüşmediği kimyasal reaksiyonlar söz konusu değildir, maddeler (atomlar), birbirlerine dönüşme şeklinde, oluşmakta ve kaybolmaktadırlar.”
Mikro-Organizmalar kimyasal elementleri birbirlerine dönüştürme bilgisine sahipler:
Potasyum gübresi kaynağı olmayan Japonya’da, Mikrobiyoloji Laboratuvarı direktörü Profesör Komaki, Kervran’ın (1962) yayınını gördükten sonra 1963de deneylere başlar. Sodyumdan potasyum elde etmeye çalışır. 1964 yılı Kasım ayında şu sonuçlara ulaşır:
• Hiç potasyum bulunmayan bir ortamda, Mikro-organizmaların bulundukları ortama sodyum eklendiğinde, organizma sayısı çok artar ve bunun sonucu 20 kat bir potasyum artışı elde edilir.
• Daha sonra ortama çok-çok az oranda potasyum eklenir; bu durumda organizma gelişmesi daha da hızlanır ve potasyum oranında yaklaşık 150 kat bir artış ortaya çıkar.
Yani mikroorganizmalar ihtiyaçlarına göre kimyasal elementleri birbirlerine dönüştürebilmektedirler.
Ortama eser miktarda potasyum eklenmesiyle potasyum kazancının artması şöyle olmaktadır: Hücreler işlevlerini, genleri sayesinde yaparlar. Genlerin on/off=açık/kapalı olması işlevin yapılmasında rol oynar. Çok az miktarda bir uyarı verilmesi, geni “açık” duruma getirir ve o nedenle ortama çok az oranda potasyum eklenmesi, hücrelerde bir tetikleme yaparak, potasyum-sentez-genini aktive eder ve o elementi oluşturmasını sağlar.
Bitkiler, ihtiyaçlarına göre kimyasal elementleri birbirlerine dönüştürebilmektedirler:
• Hiç toprak bulunmayan ortamlarda filizlendirdiği bitkilerde deneyler yapan Von Herzeele 1875- 1881 yılları arasında, suya kükürt eklediğinde, büyüyen bitkide fosfor artışı; suya potasyum tuzu eklediğinde, büyüyen bitkide kalsiyum artışı olduğunu saptar. Ve şunu vurgular: “Bitkiler kimyasal elementleri birbirlerine dönüştürebilmektedirler”. Yaptığı bu araştırma sonuçları Lavoisier-dogmasına ters düştüğü için hiç dikkate alınmaz.
Herzeele’nin araştırmaları bilim-insanlarını öyle kızdırır ki, eserleri kütüphanelerden kaldırılır! (Biberian 2012, s.14). Daha sonraki yıllarda Paris Ecole-Politeknik- organik kimya laboratuvarı başkanı Baranger (1959), daha modern araştırma yöntemleri kullanarak, Herzeele’nin deney sonuçlarının doğru olup-olmadığını araştırır ve Herzeele’nin görüşünün doğruluğunu onaylar (Kervran 1972, s. 68).
• Tohumlar ile o tohumların tamamen kontrol altındaki ortamlarda filizlenip büyümeleri sonucu oluşan sürgünlerin analizleri, kimyasal element içeriklerinde çok farlılıklar gösterir. Kervran yulaf tohumlarını önceden analiz eder ve K, Ca, oranlarını saptar. Sonra o tohumları saf-su içinde filizlendirip-büyütür ve büyümüş bitkideki element miktarlarını tekrar saptadığında, (K=potasyum) miktarında belli oranda azalma, (Ca=kalsiyum)-miktarında ise o oranda artma olduğunu görür. Potasyumdaki azalma miktarının kalsiyumdaki artma miktarına denk olduğu gerçeğine dayanarak, (39K + 1H → 40Ca) şeklinde bir transmutasyon (element dönüşümü) gerçekleşmiş olması gerektiğini ileri sürer, Kervran 1973.
• Kireçli kayaçların olmadığı bölgelerde ekilen çimlerde, belli bir süre sonra papatya miktarının arttığı gözlenir. Biodinamik adlı bilim dalının kurucusu olan İsviçreli ziraatçı E. Pfeiffer, papatyaları analiz eder ve çok miktarda Ca içerdiklerini saptar. Toprak Ca iyonunca fakir olduğu halde, papatya aşırı denilebilecek oranda Ca depolamıştır. Dolayısıyla mevsim sonunda kuruyup, ayrıştığında, içerdiği Ca iyonları toprağa aktarılır ve toprağın Ca oranı da bu şekilde artamaya başlar.
• Benzer şekilde bir doğal kimyasal bileşim dengelenmesi ormanlık alanlarda da gerçekleşir. Meşe ağacı, kireçsiz arazilerde yetişir, ama meşe-ağacı yakıldığında, külünün %60 yakın oranda kireç içerdiği görülür. Toprakta kireç olmadığına göre, ağaç bu kireci (Ca) başka elementleri (örn potsayumu) dönüştürerek elde etmiş olmalıdır.
Benveniste-etkisi: Varlıklar birbirleriyle etkileşerek işlem yaparlar.
Önce bir araştırma örneği vererek, karşılıklı etkileşimin ne olduğunu ve hayatımızdaki önemini göstermek istiyorum.
Bir beden, belirli bir doğal ortam koşulunda yaşayabilmek için bir araya gelmiş hücrelerden oluşur. Ortak bir amaç ve hedef temel şart olduğundan, “aynı amaçlı”, yani ayni genetik bileşimli hücrelerin birleşmeleriyle oluşurlar. Dolayısıyla, bedeni oluşturan hücrelerin “bizden biri” veya “bize yabancı” şeklinde bir ayrım yapma özellikleri vardır. Bu özellik “immünolji = bağışıklık” olarak bilinir. Yani “bizden” olanlara dokunulmaz, “yabancılara” ise “bir yabancı beden” anlamına gelen “antikor” etiketi yapıştırılır. Bu “antikor = yabancı” etiketi, kandaki bir alyuvar hücresi grubu olan “basofil” denilen “yabancıları tutuklayıcı” hücrelerce algılanıp, yok edilmeye gönderilirler.
Nature dergisinin 1988 yılı Haziran sayısında, Benveniste adlı bir immünoloji uzmanı ve 12 arkadaşı tarafından, çok tartışmalara yol açacak bir makale yayınlanır.
Benveniste ve ekibi, Immunoglobulin E (IgE) adlı bir antikorla deneyler yaparlar. Bu antikorun hangi konsantrasyonlarda bedende etkili olduğunu araştırırlar. Serumu gittikçe sulandırırlar ve antikor oranını nerdeyse “sıfır” olacak şekilde azaltırlar. Ama serumun hala etkili olduğunu ve bazofil hücrelerince “yabancı” olarak etiketlendiğini saptarlar.
Araştırma çok tepki doğurur ve çok farklı gruplarca, farklı yerlerde tekrarlanır. Benveniste ekibinden kişilerin mevcut olduğu deneylerde pozitif sonuçlar alınırken, Benveniste ekibi öğelerinin uzaklaştırıldığı deney ortamlarında sonuç negatif olur. Yani su molekülleri, kendileriyle rezonans içine girebilecekleri bir sinyal yayıcı (Benveniste-deneylerine katılıp, inanan bir insan) olduğunda, o insandan gelen sinyallere uygun davranıp, IgE antikoru işlevi yapıyorlar; ama etkileşebilecekleri bir sinyal gönderici olmazsa, pasif kalıyorlar.
Benveniste deneylerinden etkilenen Nobel ödüllü bir virüs-uzmanı (Montagnier) bakteri, virüs gibi mikroplara karşı üretilen antikorların, o mikroplardaki belli DNA sinyalleriyle tetiklenmiş olabileceğini düşünür. Çünkü bu durum Benveniste tarafından tahmin edilmiş, ve bu konuda araştırmalara başlanmıştı. Bu tür DNA sinyallerinin var-olup olmadığını araştırır, var olduğunu görür ve o sinyalleri bilgisayarlarla önce analog olarak kayıt eder, sonra onları dijitalleştirir, yani 0 ve 1 sayılarından oluşan dalgalanmalara dönüştürür.
Sonra bu sinyaller ile tüplere konmuş su molekülleri arasında “rezonans” oluşturacak elektromanyetik alan ortamı hazırlar ve su moleküllerinin bu DNA sinyalleriyle rezonans oluşturmaları için belli bir süre o sinyal etkisi altında tutar. Sonra o tüpteki suda antikor moleküllerinin oluşturulduğu saptanır.
Bu sinyalleri farklı araştırma laboratuvarlarındaki tanıdıklarına göndererek, aynı yöntemin uygulanması istenir. Ve farklı laboratuvarlarda da aynı antikorların DNA-sinyalleriyle rezonansa sokulmuş su moleküllerince de oluşturulduğu teyit edilmiş olur.
Bak: Montagnier L, Del Giudice E, Aïssa J, Lavallee C, Motschwiller S, Capolupo A, Polcari A, Romano P, Tedeschi A, Vitiello G. 2014: Transduction of DNA information through water and electromagnetic waves. Electromagnetic Biology and Medicine. 34: 106-112. https://www.youtube.com/watch?v=R8VyUsVOic0
Aşırı derecede sulandırılmış bir ortamda, hala ilk ortam bilgilerinden etkilenmiş moleküller var ise, o moleküllerde o ilk ortam koşullarını hatırlama bilgisi vardır. Ama bu bilgilere sahip moleküllerin aktive olması için, o bilgi sinyallerinin, ya o bilgilere sahip bir insanın deney ortamında bulunması ve su moleküllerini aktive edecek sinyali göndermesi; ya da, Montagnier deneyinde olduğu gibi, bir DNA-sinyalinin moleküllere iletilmesi gerekir. Bu işlem bir aktivasyon enerjisi veya sinyali görevini görür ve su-molekülleri, o bilgiyi hatırlayıp, o işlevi yerine getirirler.
Bundan yola çıkılarak da, “water memory = su hafızası” diye bir kavram oluşturulur ve hala da farklı bilim insanlarınca araştırma konusu olur. Emoto (2002) ve diğer birçok araştırmacının deneyleri, varlıklar arası bu etkileşimlerin önemini ortaya koymaktadır.
Burada kullanılan “Su-hafızası” kavramı, su moleküllerinin çevre faktörlerinden etkilenmeleri ve davranışlarını ona göre ayarlamaları olarak değerlendirilmelidir.
Yani insanların düşünceleri (yaydıkları elektro-manyetik alan) serumdaki su moleküllerini pozitif veya negatif olacak şekilde etkilemekte, moleküller de, olumlu veya olumsuz davranışlar gösterebilmektedir.
Günümüz insanlığı, varlıklar arası karşılıklı etkileşim olduğunu kabul etmemektedir. Onlara göre, varlıklar bilinçsizdirler ve insan davranışından etkilenmezler. Halbuki Benveniste deneyi, insanlarla su molekülleri arasında bir rezonans oluşturulursa, o su moleküllerinin kendileriyle rezonansta olan insanlardan etkileneceğini göstermektedir.
Bu konuların daha iyi anlaşılabilmesi için, kuantsal sistemin bedenleri nasıl etkilediğini gösteren şu videoyu izlemeniz çok yararlı olacaktır:
https://www.facebook.com/hipnozinfo/videos/1626251837386461/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder