CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

ABDÜLHAMİD, MİTHAF PAŞAYI NEDEN ÖLDÜRDÜ

 ABDÜLHAMİD, MİDHAT PAŞA'YI  

         NEDEN BOĞDURDU?    

                  

İnsanlık tarihinin  en büyük  facialarından  biri   1884 yılında Osmanlı adalet ikliminde yaşanmıştır. Bu facia Osmanlı Sultanı ve İslam halifesi Abdülhamid'in emriyle işlenen Midhat Paşa'nın boğdurulma cinayetidir. İslam halifesi   iki kişiyi boğdurarak ALLAH  huzuruna  gönül rahatlığı ile çıkmıştır.  Abdülaziz'in intiharı veya öldürülmesi ile ilgili olarak hem de  ölümünden  beş yıl sonra kurulan mahkemede, Midhat  Paşa ile   Damad Mahmud Paşalar idama mahkum edilmiş, ardından da müebbede çevrilerek Taif Kalesine  sürülmüşlerdir.  

Yıldız'daki yargılama, başındaki besmele  ve altındaki imzası dışında her şeyiyle sahte ve kurgu olan  bir iddianame  üzerine yapılmıştır. Osmanlı tarihinin en büyük kumpas davası olan bu sözde yargılamada,  Midhat Paşa önce Çadır köşkünde Başkitabetin  iki hafiye ve  ajanı  mabeynci Eğribozlu Ragıp  ile 2.katip Şamlı İzzet Holo  tarafından sorgulandı. 

Eğribozlu Ragıp denilen adamın nesli Cumhuriyette  SARICA soyadını alarak ve  emlak zengini ünlü bir  aile olarak intikal etti (Prof. Ragıp Sarıca).  Beyoğlu ve Moda'nın  onlarca apartman ve işhanı bu aileye kalmıştır. 

Mabeyn 2. katibi Şamlı Arap İzzet Holo  ise Meşrutiyetin ilanıyla Büyükada yazlığından İngiliz gemisiyle kaçacaktır.  İttihatçılar yakalamak için arkadan  Rauf Orbay'ı göndermiş,  Çanakkale'de   yetişen Rauf Orbay, gemiye bile alınmamıştır.(Kapitülasyon belası).  Nihayet  İzzet Holo denilen bu rüşvetçi hain kaçırdığı devasa servetiyle Amerika sefaretinde görevli oğlunun yanına yerleşmiştir.

Midhat Paşa için başındaki besmele ve sonundaki imza hariç hepsi uydurma olan bir iddianame hazırlanmıştır. Mahkemede  ilk ifadesini 27 Haziran 1881 günü vermiştir. Hem alim fazıl hem Mecelle  Müslümanı hem  Adliye Nazırı olan Cevdet Paşa,  bu  kumpas mahkemesinin kurucu mimarıydı.  Yıllardır beklediği sadarete bir türlü erişemedi ama İslama uygun  güzel bir rüşvetle taltif edildi.

İdama mahkum edilen Midhat Paşa, sonunda Taif Kalesine sürülüp  Abdülhamid'in emriyle  orada boğduruldu.  Hicaz valisi ve kumandanı Erzincanlı  Osman Nuri Paşa'ya  Abdülhamid bir telgraf göndermişti.  Telgraf   aynen  şöyleydi: 

"...Benim hanedanıma sadık askerlerim. Şişko Mahmud ile Midhat katilleri firara cesaret ederse, tüfeklerindeki kurşunlarıyla  bu hainlerin  ketefeynlerinin ( ense kökü) tam orta yerini nişan alarak hanedanıma hizmette bulunmuş olurlar.  Şu mel'unların kürrei arzdan vücutları kalkarak familyaları dahi istirahate mucip olur.   Malumunuz ola...."( Telgrafın orjinali için bkz. Uzunçarşılı, Taif Mahkumları)    

Midhat Paşa aynı zamanda askeri kışla olarak kullanılan Taif kalesinin bir odasına hapsedilmişti. Abdülhamid'in telgrafı  Mekke'ye gelince Osman Nuri Paşa bu emri Taif kalesi  kumandanına tebliğ etti. Yapılan plan gereği  Midhat Paşa'nın öldürülmesi kararlaştırıldı. Kalede  mevcut askerlerden  seçilmiş on  kişi  7/ 8 Mayıs gecesi Midhat Paşa'nın kaldığı odanın kapısını  kırarak   içeri  daldılar. 

İlk işleri  Midhat Paşa'nın  üzerine çullanmak oldu.  Dermansız Midhat Paşa fazla direnemedi.  Ancak, "Allah'tan korkun evlatlarım askerin vazifesi bu mudur?" diyerek Yasini şerif okumaya başladı. Bir taraftan da  "benim kanım diridir, sizi de boğar" diye sızlanıyordu.  Teslim olmak zorunda kaldı. Askerler  boğazına yağlı ip geçirerek boğdular.  

 Aynı askerler bunun ardından   bitişikteki Damad Mahmud Paşanın odasına daldılar. Mahmud Paşa güçlü biri olduğu için  kolay teslim olmadı.  Canhıraş çığlıklar içinde  yaşanan boğuşma  saatlerce devam etti. En sonunda onu da aynı yöntemle boğdular.   

                  İsterseniz boğan askerlerin künyesini de verelim: 

  (1)- Binbaşı Bekir efendi bu işe nezaret  etmiştir, (2)- Anapalı yüzbaşı  Çerkes İbrahim, (3)- Kumlalı Mülazım Nuri, ( 4) - Çanakkaleli Ahmet Çavuş,  (5)- Er Yozgatlı İbrahim,  (6)- Er Kütahyalı Ahmet, (7)- Er Gümülcineli Mehmet, ( 8)- Er Gümülcineli Recep,  (9)- Er Afyonlu Ahmet,  (10) -  Er Edirneli İsmail. Y

ıldız mahkemesi denilen sahte yargılama, Abdülhamid ve Mecelle Müslümanı Cevdet Paşa'nın ortak planıydı. Bu plan iki kişinin ahirete götürdüğü (mahkeme-i Kübra) en kitapsız, en şerefsiz hizmetleri olarak tarihe geçmiştir. 

Şunu da belirtelim ki, eski Şeyhülislam Hayrullah Efendi de Abdülaziz olayından dolayı Mekke'ye sürülmüştü. Tahttan alınırken onun fetvası vardı.  Midhat Paşa ile aynı odada kalırlardı.  Ölüm meleği   Azrail nedense ŞERRULLAH diye anılan bu müfside   dokunmadı. Taht uğruna kundaktaki çocukları bile boğmaya alışkın  Osmanlı saltanat kültürü  elbette bu katliam için de zerre vicdan azabı duymayacaktı.  

Boğulan iki ceset  ertesi sabah erkenden  Taif mezarlığına defnedildiler. Yapılan açıklamaya göre bu iki HAİN şark çıbanından dolayı aynı gece ölmüşlerdi.  Hz. Peygamberin çocukken ölen oğlu Tayyip ile amcası İbni Abbas'ın mezarı da burada bulunuyordu.  Bu konuda  Uzunçarşılı'nın  üç ciltlik  eseri  yanında   iki de doktora vardır. 

Uzunçarşılı'nın "Taif Mahkumları" kitabı  ve İbnülemin'de o günlere ait gizli bir risaleden de bahsedilir.Bu Risale Saro Dadyan tarafından  bir sahafta bulunup  yayınlandı. İlk sayfada Sanayii Nefise Mektebinin gravür Hocası Napier'nin Osmanlıca ve Fransızca imzasını taşıyan bir Midhat Paşa gravürü de bulunur.   

" Midhat Paşa ve Damad Mahmud Paşa Hazeratının Abdülhamid'in Emriyle Keyfiyet-i Şehadetleri" adını taşıyan, 44 sayfalık bu Risale,  1314'de (1896-1897) Cenevre  Mizan Matbaasında basılmıştır. O zamanın   evrak-ı muzırrası sayıldığı   için  gizli kalmıştır. Yazarı da yoktur. Risalede  iki paşanın 7 Mayıs 1884 günü Taif kalesinde kaldıkları odada  katledildikleri  yazılmıştır. 

Tuna ve Bağdat valilikleri ve Şuray-ı Devletten sadarete kadar yükselen, ilk Kanun-u Esasisinin mimarı  Midhat Paşa  (1822-1884),  hayatını   Hz.  Peygamberin vekili  sayılan Abdülhamid'in emriyle katledilerek, böyle bir facia ile sonlandırdı.  Boğulan  ikinci kişi  ise  Abdülmecid'n kızı Cemil'e Sultanın kocası  Tophane Müşiri  ve Abdülhamid'in öz  eniştesi Damad Mahmud  Paşa oluyordu.  Kocasının  feci ölümünü duyan Cemil'e Sultan,  ölene kadar kardeşi Abdülhamid'le konuşmamış, "inşallah sakalın  kana boyanır" diye   beddua etmiştir. 

Yıldız Mahkemesinde Midhat Paşa'ya idam hükmü veren  mahkeme reisi  Antalya/ İbradılı  Ali Sururi Efendiye gelelim.  Bu adam hakim değil   sanki yargılama için özel seçilmiş bir  adalet celladıydı.  Midhat Paşa ile Tuna valiliğinden kalma düşmanlık  derecesinde hasımlardı. Abdülhamid,  bu adalet celladını  idam hükmünden  sonra elbet boş bırakmadı, vezaret rütbesi vererek  valiliğe kadar yükseltti. Ahireti rahat geçsin diye olacak kendisine  bir de türbe  yaptırdı.  Cumhuriyet devrinin ünlü tiyatro oyuncusu Gülriz Sururi, bu  Ali Süruri efendinin  torunudur. Bu  aile  hep tiyatrocu olmuştur.          

 Kapısından doğruluk ve adalet girmeyen   Osmanlı  sarayı aslında rüşvetin menbaı idi. Sadece  askeriye ve mülkiye sınıfı  değil ilmiye sınıfının  kadıları  da rüşvetçiydi. Kur'an ve şeriat adına adalet dağıtan  kadıların  baş gıdası da rüşvetti.  Şeriye sicillerine  göre yapılan bir çalışmada,  rüşveti görünce  kesin  hükmü bile değiştirirlerdi. Günümüz siyasal İslamında çok rahatça  ve fütursuzca işlenen  hırsızlık ve yolsuzluğun zihin arkası  işte bu kültürün  mirasıdır. Yani onların torunları olmaktalar.  

Gelelim setre pantolon  giymek  günahtır diye Harbiye Mektebi Farsça muallimliğini bile reddeden Cevdet Paşa'ya.  Abdülhamid Midhat Paşa'ya  idam hükmü verilmesi   karşılığında  elbet duyarsız kalamazdı. İbret olarak saltanatıma göz diken olmasın diye asıl kumpası kendisi kurmuştu.  Mecelle Müslümanı ve Adliye Nazırı Cevdet Paşa,  Bebek'teki  bir yalıyı haketmişti.  Ceyb-i hümayun adına  4.000 liraya  satın alınan   bu yalı, Mütercim Rüştü Paşa'dan sarraf Köçeoğlu Agop'a geçmişti. Mütercim Rüştü Paşa da Osmanlıya musallat olmuş  hainlerden sayıldığı için  Manisa'ya sürülmüştü. İfadesi sedye üzerinde alındı. (Bkz. Uzunçarşılı, Yıldız hususi evrakı, sene 1300 muharrem, numara 32-45)

 İslam halifesi Abdülhamid,  artık   dini mübindeki adalet kutsalı   adına  en büyük ahlaksızlığa imza atabilirdi. Bu kültürde,  gerek İslam adaleti gerek Maun  müslümanları  nezdinde rüşvet ve kamu hırsızlığı cehennemlik  bir günah sayılmazdı.  Kur'an dini  ve İslam ahlakına   dokunmayan bir  hediye görülürdü.

Cevdet Paşa'ya verilen yalının Defter-i Hakani (tapu) işleminin yapıldığı tarihe bakılırsa,  kayıt işleminin tarihi ile mahkemenin  karar  tarihi  aynı haftaya rastlamakta.   Cevdet Paşa bu rüşvetin menbaını hiç sorgulamadan sanırız vicdan huzuru ile içine sindirmiştir. Feminist  - romancı  diye tanınan  kızı  Fatma Aliye hanım da bu yalının içinde büyüdü. Ancak bir gün olsun  babasına,   " sen  bu yalıyı maaşınla   mı  yoksa  bir  rüşvet karşılığı mı aldın?" diye  sormadı. 

2009 yılında basılan kağıt paralarda resmi olan  Fatma Aliye Hanım'dan  bir bilgi daha. Fatma Aliye Hanım Gazi Osman Paşanın yeğeni Mehmed Faik Beyle evlendi, bundan doğan kızı Zübeyde İsmet Hanım, Dame de Sion mezunu olup ilerde din değiştirdi ve ömrünü katolik rahibe olarak ailesinden uzak bu inzivalarda geçirdi. Belki huzuru oralarda buldu.Kime niyet kime kısmet. Bizim Mecelle müselmanı Cevdet Paşa'ya bol rahmetler...

HÜKÜM: Okurdan ricamız, bu bilgiler sakın ola  rivayet ve duyum  kaynaklı şeyler sanılmasın. Hepsi  yazılı metinlerde kayıtlı ve belgeli gerçek akademik bilgilerdir.  O günlerle uğraşan ve eli kalem tutan akademya mensupları için de açıktır. O halde Neo Osmanlıcı  siyasal İslamcı günümüz medrese  mollalarına  bir soru: 

Teorik ve teolojik olarak   ilahi adalete susamış olması gereken   Allah'ın yeryüzündeki gölgesi  ve peygamber vekili sayılan Sultan Abdülhamid, diyelim bu kamu hırsızlığının, bu da olmazsa bu adaletsizliğin, bu da olmazsa  Taif'de işlenen cinayetin hesabını  acaba mahkeme-i Kübra'da vermiş midir? Yoksa   mümin kulları olarak bizler kıyametin  kopacağı günü  beklememiz,  veya o ilahi gün gelene kadar İslam dünyasının uygarlığın  ayakları altında sürünme onursuzluğuna  seyirci   kalmamız  mı gerekecektir? 

OSK / 7   Mayıs 2023

Osman Selim Kocahanoğlu




Türklerde Atın Önemi

Türklerde atın önemi

Doç. Dr. Haluk Berkmen

Asya Türkleri kurgan denen mezarlara ölen yöneticinin mezar odası etrafında birçok at kurban ederlerdi. Bu geleneğin kökeninde atların ölen kişinin ruhunu yer altından gökyüzüne taşıyacakları inancı vardı. Yaşarken at sahibi olan yöneticinin öldükten sonra da atlarla beraberinde gömülmesinin nedeni, atlara verilmiş olan özel önem ve binici ile atın bölünmez bir bütün oluşturduğu görüşü idi. Çünkü at sahibi olmadan ad sahibi olunamazdı. Bir yönetici ne derece güçlü, ünlü ve saygın ise o derece fazla at sahibi olurdu.

Bazı kurganlarda 6 adet at iskeleti bulunduğu gibi, bazı önemli kişilerin kurganlarında bu sayının 25’e kadar çıktığı görülmüştür. Asya Türklerinin bu geleneği Etrüsk halkında da devam etmiştir. Alttaki resimde bir Etrüsk mezar çatısına yerleştirilmiş olan iki adet kanatlı at görüyoruz. Uçmağa hazır durumda bu atların oraya konmalarındaki neden, mezardaki kişinin ruhunu gökyüzüne taşımaları içindir. Nitekim Türkler cennete “uçmak” derlerdi. İtalya’nın Tarquinia bölgesinde bulunmuş olan bu anıt mezar Etrüsk halkının Asya kökenli olduğunu gösteriyor. Tarquinia adı “Tarkan ülkesi” demektir, zira Tarquin Tarkan demek olup, “Türk han” sözlerinin bitişmesinden oluşmuştur. “-ia” takısı ise gene kadim Türkçe “öyü” sözünden dönüşmüştür. Öyü bilge demek olup köy sözü de “Ok öyü” kök sözcüklerinden oluşmuştur.
 
Dikkatle bakarsanız Etrüsk atlarının kuyruklarının bağlı olduğunu görürsünüz. Bu da kadim bir Türk geleneğidir. Türkler savaşa giderken atlarının kuyruğunu bağlarlardı. Bu gelenek belki de savaşta başarılı olunması için ve uğur getirmesi için gelişip uygulandı. Bu gelenek sadece Asya Türklerine aittir.

Çin kültürü başlarda Ön-Türk geleneklerinden büyük çapta etkilenmiştir. Bugün bile orta ve kuzey Çin’de bol miktarda (bazılarının içleri henüz açılmamış durumda) kurganlar bulunmaktadır. Açılmış olan kurganlarda mezar bölümüne doğru uzanan ve “kutsal yol” adı verilmiş olan bir yol bulunmuştur. Bu yolun iki yanında birçok at heykeli vardır. Bu geleneği başlatan M.Ö 115 yılında ölmüş olan Han sülalesinden Huo Qubing olduğu biliniyor. Çin yönetici sülalesinin Han adını almış olması tesadüf değildir ve Türk etkisi olduğu kesindir. Han sülalesi M.Ö. 202 yılından M.S. 220 yılına kadar 4 yüzyıl sürmüştür. Çinliler Han sülalesinin dönemine “Altın dönem” derler. Günümüzde dahi Çin halkı kendine “Han halkı” derler ve Çin diline “Han dili” denir ve Çince yazıya da “Han yazısı” veya daha anlamlı “Hanci” denir. Hanci sözü “Hanca” yani imparatorun yazısı demektir. Japonlar da Çindan aldıkları yazı şekline “Kanji” derler. Kanji sözü de “Khanca” sözünden türemiştir. Türkler krallarına Khan derlerdi. Baştaki “Kh” genizden telaffuz edilen sert bir ses olduğundan zamanla K ve H seslerine dönüşerek yumuşamıştır. Moğollar Kagan ve Osmanlı imparatorlarına da Han denir.



"Üç bin altı yüz öncesinden size bir mektup var" deseler, tepkiniz ne olurdu?

“Üç bin altı yüz yıl öncesinden size bir mektup var” deseler, tepkiniz ne olurdu?

Sümerli bir şair ve öğretmen olan Ludingirra binlerce yıl öncesinden bize bir mektup yazmış.

Mektubunda şunları söylüyor:

“Ben bir Sümerli öğretmen, şair ve yazarım.

Yaşım yetmiş beşi bulduğundan öğretmenliği bıraktım fakat şairlik ve yazarlık ölünceye kadar sürecek.

Bu yaşam öykümü daha çok gelecek kuşaklar için yazmaya başladım.

Bizim ulusumuz, dilimiz, geleneklerimiz, sosyal yaşantımız, sanatımız unutuluyor artık. 

Bu güzel ve uygar ülkemize heryerden göz diktiler.  

Göklere uzanan basamaklı kulelerimizin, görkemli tapınaklarımızın, arı gibi çalışan çarşılarımızın, her tarafa ulaşan kervanlarımızın, dümdüz uzanan yollarımızın, bol ürün veren tarlalarımızın, nehirlerimizde ve açtığımız kanallarda salına salına yüzen teknelerimizin, her türlü bilgiyi veren okullarımızın ünü uzak ülkelere kadar yayıldığından; ilkel olan bu ülkelerin halkı kıskandı bizi.

Fırsat buldukça üzerimize saldırdılar. Kentlerimizi yakıp yıktılar.

Biz yaptık, onlar yıktılar; biz yaptık, onlar yaktılar. Halkımız hatta krallarımız tutsak oldu.

Ailelerimiz dağıldı. Tarlalarımız, bahçelerimiz bakımsızlıktan kurudu; hayvanlarımız açlıktan öldü ve böylece kökü binlerce yıl önceye dayanan ulusumuz yoruldu, dayanamayacak hale geldi ve içimize yavaş yavaş sızıp bizi yiyen yabancıların kucağına bırakıverdi kendini.

Onlar yönetiyor bizi şimdi. Topraklarımıza ilkel geldiler; sayemizde uygar olmaya başladılar. Ne yazıdan, ne tarımdan, ne sanattan, ne dinden, ne okuldan, ne attan, ne arabadan, ne aydan, ne yıldan haberleri vardı.

Hepsini bizden öğrendiler. Sonra da “biz yaptık, biz bulduk” diye övünmeye başladılar.

Hep korkuyorum, bir gün gelecek, adımız da uygarlığımız da unutulacak. Biz ne yaptık, ne başardıysak hepsini onlar üstlenecekler.

Bu durum beni yıllardan beri üzüyordu. Ben küçük bir adamım, bunu önlemek elimden gelmez diye yakınıyordum. Bir gün aklıma geldi.

Ben bir yazar olduğuma göre; ulusumuzun bulduklarını, başardıklarını, geçmişini, geleneklerimizi yazmaya karar verdim. Böylece herkese ulaşacağını umut ediyorum.

Bizim uygarlığımız belki binlerce yıl sonra yaşayan insanlara da geçecek. Bizim attığımız temeller üzerine yenilerini koyacaklardır. 

Ah! Onlar da bizi hatırlayıp bıraktığımız kültür mirasları için teşekkür edebilseler!..”

Muazzez İlmiye Çığ

Şairin asıl adı Lu-diĝira



TURKLER GALAKTİK UYGARLİKLARDAN GELİYOR

‘Türkler galaktik uygarlıklardan geliyor’
“Türklerin ‘galaktik uygarlıklar’dan biri olan Siriusyen varlıklar tarafından genetik bir aşılanmadan geçirildiği”
Sirius ve Mu kültürlerinin
Türk kültür tarihinin ana yapı taşlarını oluşturduğu
Karaman-Konya-Akşehir üçgeninden yayılacak enerjinin
Türkleri farklı bir zaman boyutuna götürüceği
(Yüze yakın bu bölgede obruk oluştu ve obruk oluşumu sürüyor)
Türk toplumunun özel bir toplum olduğu belirtilerek bu özelliğini yaratılışından ve sonradan eklenen üstünlüklerinden
elde ettiği ve onu “Tanrının Kırbacı” haline getirdiği
“Atatürk de Mu ve Atlantis’ten gelme özellikleriyle
Agarta’da, dolayısıyla Ergenekon’da da inisiye olmuş:
Alp, Eren ve
doğru yol gösteren (mürşit) bir Bozkurt’tur.
Esra Alus
-Milliyet Gazetesi-31-07-2008.
.
Kökümüz ,Demir kazık yıldızından (vega takım yılıdızı) gelmektedir.
Yıldızın özellikleri biliniyor ki ismine Temir Kazık yıldızı deniyor.
Demir Kazık yıldızı,sembolü Kurt, As An'a.
Kök yüzünün en parlak yıldızıdır.
Güneşten 8.6 ışık yılı uzaklıkta olmasına rağmen parlaklığı güneşin 23 katıdır.
Astronomlar Sirius-B için ‘’küçük yıldızlardan biri olmasına karşın yoğunluğu oldukça ağır bir yıldızdır ‘’ derler.
İnsan aklının algılamakta zorlanacağı bir nokta ki, bu yıldızdan alınacak minik bir maddenin 1 ton geleceği söylenmektedir.
Yer çekimi ve madde yoğunluğuyla birlikte değişim gösteren bu ağırlık oranı, dünyamızla kıyaslayınca çok şaşılasıdır.
Yoğunluğu demirden daha sert olan bu maddenin yer yüzündeki en sert mineral olan elmastan 300 kat daha sert olduğu düşünülmektedir.

Bu yıldıza Türk astral kültüründe de demir gibi sert anlamında Demirkazık yıldızı denir.
Demirkazık, Evrenin direği ve Kökün kapısı olarak adlandırılır. Sıcak ve soğuğun bu kapıdan geçtiği düşünülür.
Bu yıldızın güneşle birlikte doğduğu temmuz ve ağustos ayları orta ve kuzey enlemlerde kavurucu sıcakların olduğu köpek günleri olarak adlandırılır.
Hatta İngilizce’de “Dog Days” ifadesi buradan gelir.
Bu günlerde sıcaklığa bağlı olarak salgın hastalıklarda da artış gözlemlenmiştir.
Demirkazık’tan sıcaklığın yeryüzüne inmesi gibi düşünebiliriz bunu.
Ata uygarlıklarında bu yıldız tanrının ışıklı ülkeleri olan kök ile yeryüzünü birleştiren kutsal bir kapıydı.
Bu yıldız ruhlar âlemi ile ölümlülerin yaşadığı maddi âlemin sınırıydı.
“Tanrıyla insanı ayıran çizgiydi” de denilebilir.
Tanrı insanlara bu kapıdan iyilikler gönderirdi.
Şaman
Samanyolu’nun Büyük Yarığı da, bizim bu gün “Sırat Köprüsü” olarak bildiğimiz anlatımın doğmasına neden olmuştur.
Türklerin (ok Türü>Türk) yaradılış anlatımında gökten mavi ışık huzmesi içinde inen Gök (mavi) kurt sembolü yaygındır.
Orta Asya’da kök Türklerin (Tür ük Bil Uygarlığı) Türeyiş anlatımlarına göre tüm ailesi yok edilen bir çocuk (ki sembolik anlamda bu, bizim güneş sistemimiz) dişi bir kurdun (Demir kazık yıldızı) yol göstermesiyle kurtulur.
Kurt çocuğu emzirir ve çocukla evlenir.
(Aklınıza Türk Yiğidi, Tarkan anlatımını getiriniz) Kök Tanrı, yer yüzüne kurt biçiminde iner.
Ezoterik öğretilere göre de dünya planetinin oluşması da aslında Sirius (köpek yıldızı) ile güneş sisteminin evlenmesinin sonucudur.
Mavi ışıklı kurdun, soyu yok olmuş bir çocukla evlenmesi benzerliği ne kadar ilginçtir.

Türklerin eski inançlarında kurt kutsal sayılır.
Yaradılış efsanelerinin çoğunda ve dünyanın sembol havuzunda dişi kurt önemli bir anlam içerir.
Kök yüzü tarafından gönderilen Aşina(Asena) adındaki bir dişi kurdun efsanesi günümüze kadar gelmiştir .
Kurt resimleri pek çok Türk kavminin bayraklarında yer almış, ordu komutanlarına Kök-Böri denmiştir.
Kök eski Türkçede Gök, Böri ise Kurt demektir.
Tarihe bakarsak eğer; Türkler’e ait en eski belge niteliği taşıyan ve MS V1. yy’da oluşturulan Mahan Tigin adlı bir Türk şehzadesine ait olan Bugut yazıtlarında da taşlara kazınmış kurt kabartmaları görürüz.

İlginç bir bilgi daha: Atatürk’ün 1927 yılında İngiltere’ye bastırttığı ilk paranın üstünde kurt ambleminin olması bu geleneğin hala devam ettiğinin bir göstergesidir. Ayrıca 1960'lara kadar Cumhuriyetin ders ve tarih kitaplarının kapağında bir kurt kafası sembolünün bulunduğunu belirtmekte fayda var.

Bkz 1927'de basılan Türk parası ve üstündeki kurt sembolü. (İngiltere’de 88 altına bastırılmıştır.)
Ders kitaplarının kapağındaki Kurt sembolüyle alakalı görüntülerimi de bulunca ekleyeceğim. Bilgisayarımda 10.000'den fazla görüntü olduğu için arayıp bulmaya üşendim açıkcası. Şimdilik söyleyebileceğim, Sağ tarafa bakan bir kurt kafası figürü olduğudur.

Yıldızımıza dönersek eğer; bu yıldızın rengi hakkında da farklı görüşler vardır. Genelde kırmızı, turuncu renklerle anılmasına rağmen 1. yüzyılda yaşayan şair Manilius ve 4. yy da yaşayan 

Avienus bu yıldızı deniz mavisi olarak ifade ederler. Japon dilinde de mavi yıldız olarak geçmektedir.
yazının devamı ve link yorum bölümünde
.
Vega takım yıldızının Türkçesi Kutup yıldızıdır.
Kutup yıldızı en parlak yıldızdır.
Kuzey bölgesini gösterir.
Günümüzden 13,000 yıl kadar sonra, kuzey yarı kürenin kutup yıldızı, bugünlerde yaz aylarının parlak yıldızlarından olan Vega olacaktır.
Kıble,kıbela olarak da bilinir.
Kutup yıldızındaki kişi oğ'ullarının ismi; Oğ olarak anılır.
Mars gezegenindeki kişi oğullarının ismi Os/z olarak anılır.
Mısır uygarlığının ön Türkçe ismi Ot/d Oğ/k 'dur.
Ot Oğ;Işık oğulları demektir.
Oğ Oz/Oğuz = Görünen Işık Spektrumu.
Yazıtlarda Oğ Oz Kağanın Konumu Oğ/k Üs olarak geçer.
Oğ Üs =
Kutup Yıldızının Yer yüzündeki Elçisi/Peygamberi demektir.
Oğuz kağan Vega yıldızdan Marsta gelen (On Ok/Qun ) kozmik ışınımlardır.
Oğuz Kağan Destanını yeniden okuyunuz....
Babası Kara Han (kara enerji)
Annesi Ay Han (Beyaz>enerji)
Eşi Ulu Anamız,Anau,As Anamız/Asena zaten
Gökyüzünden ışınlanarak gelmiştir.
.
Otozom'lar, cinsiyet kromozomu olmayan kromozom grubudur.
Türlerde çift halinde bulunurlar.
X ve Y kromozomları otozomal kromozomlardan değillerdir.
Genellikle cinsiyet kromozomları, gonozomlar, allozomlar ve heterozomlar aynı anlamda kullanılırlar, bunların zıddı olan otozom kromozomlardır.
İnsan vücudunda 23 çift kromozom bulunur
(22 çift otozom, 1 çift gonozom).
X kromozomu, iki eşey kromozomundan biridir.
Bütün insanlarda birisi mutlaka bulunurken,
kadınlarda "46, XX"; erkeklerde "46, XY" normal karyotip olarak bilinir.
Eşey kromozomları insanlarda bulunan 23 homolog çiftin biridir.
X kromozomu, 153 milyondan fazla baz taşır.
Kadın hücrelerindeki toplam DNA'nın yaklaşık %5'ini,
erkek hücrelerindeki toplam DNA'nın %2,5'ini içerir.
Her insan normalde eşey kromozomlarından ikisini bulundurur.
Kadınlar X kromozomuyla birlikte X'ten bir tane daha taşırlarken (46, XX), erkekler, X'in yanında Y kromozomunu (46, XY) bulundururlar.
Zeka tamamen X kromozomu üzerinden taşınır.
Homolog kromozom, biri anneden biri babadan gelen şekil ve büyüklük bakımından aynı olan kromozomlardır.
Biri babadan, biri anneden gelen benzer şekil ve büyüklükteki, aynı karaktere etki eden kromozom çiftlerine denir.

Muzaffer Çiçek

Kaynak: Sirius UFO Uzay bilimleri Araştırma Merkezi 

Doğal Olaylar

OLUP BİTEN HER ŞEY, ASLÎ İLKE'nin GEREKLERİ KAPSAMINDA ve DÜNYA RABB PLANI'nın KONTROLU ALTINDA 

 
Genel anlamda gelişim ve değişim devreseldir. Bizler şimdi dünya beşeriyeti olarak da 6-7 bin yıllık(Sümerliler’den beri) bir devrenin son yıllarındayız. Devre sonları; sıra dışı olayların ortaya çıktığı değişimleri hızlandığı, yerkürenin manyetik alanının, iklimlerin değişmeye başladığı, bunlara bağlı olarak da doğa olaylarının âfet şiddetinde felâketlere ve can kayıplarına neden olduğu görülmektedir. Ancak, bu olup bitenlerin fizik dayanakları beşerî bilimin ilgili dalları tarafından, spiritüel dayanaklarının da dinsel öğreti ve inisiyatik öğretilerle beşeriyete anlatılmıştı. Aslî İlke’nin gerekleri ve İlâhî İrade Yasaları kapsamında yeryüzünün kendi doğal gelişiminin ve değişiminin doğal sonuçları olan bu olaylardan; insanların, hayvanları ve bitkilerin etkilenmemesi elbette düşünülemez ama bu etkilenme de rastgele değil, dünyanın görülüp, gözetilmesi ve eğitilmesiyle ilgili ruhsal planın(dünya Rabbi RİM'in) kontrolu altındadır. Dünya Rabb Planı’nın kontrolu ve yönlendirmesi kapsamında, her türden toplumsal ve doğal olaylarla(özellikle de doğal âfetlerle) ilgili vazifeli varlıklar tarafından senkronize edilerek, olaylar çok yönlü olarak değerlendirilir. Dolayısıyla hidrojen âleminde (vazife planına geçiş kapısı olması bakımından) önemli bir gelişim ortamı olan dünyada bireysel ve toplumsal ve hatta küresel düzeyde her ne olursa olsun, Rabb Palanımız olan RİM’in kontrolunun yanı sıra O’nun rahman ve rahim olan kıyam ettirici(şuurda uyandırıcı) tesirliliği altındadır.

Selman Gerçeksever




MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...