CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

Atatürk ve Küçükçekmeceli Çiftçi



Atatürk, Dinlenmek İçin Gittiği İstanbul’daki Florya Köşkünden, Yanında Yalnızca Şoförü ile Küçükçekmece’ye doğru giderken Tarlasında Sabanla Çift Süren Bir Çiftçi Görür. Çiftçinin Sabanında Koşulu Olan Öküzün Yanında, Koşulu Bir de Merkep Vardır. Şoförüne;

— Arabayı Durdur, Der.

Arabadan İner. Tarlaya Doğru yürür. Çiftçi Kendisine Doğru Geleni Görmüştür. Sabanında Koşulu Olan Öküzü ve Merkebi Durdurur. Atatürk, Yanına Gelince,

— Kolay Gelsin Ağa, der.

— Sağolasın Bey! Hoşgeldin.

— Hoşbulduk Ağa. Yoldan Geçerken Dikkatimi Çekti. Öküzün Yanına Merkep Koşmuşsun. Hiç Öküzün Yanına Merkep Koşulur mu? Bunlar Denk Değil.

Köylünün Canı Sıkkındır. Biraz da Alınmıştır. Bezgin Bir Ses Tonuyla,

— Merkeple Öküzün Yan Yana Koşulmayacağını Bilmiyom mu Sanıyon Bey. Sen Bunu Bana mı Söylüyon?

— Kime Söylemeliyim Ağa?

— Sen Bunu Git Vergi Memuruna Söyle.

— Vergi Memuruna mı?

— He ya! Bu Sene Ürünüm Kıt Oldu. Vergi Borcumu Ödeyemedim. Dört Gün Önce Vergi Memurları Öküzün Eşini “Vergi Borcunu Karşılar” Diyerek Alıp götürdüler. Sattılar. Benim Öküzün Eşi Sizin Gibi Beylerin Sofrasına Et, Sucuk Oldu Bey.

Atatürk, Çok Sinirlenmiştir. Alışkanlığı Gereği Kızdığı Zaman Kaşlarını Çatmaktadır. Onun Bu Halini Gören Köylü,

— Bana Niye Kaş Çatıyon Bey. Yalan Söylediğimi mi Sanıyon? Sana Ne Söylediysem Hepsi Doğru. Ben Küçükçekmece Köyündenim.Muhtara Sor İstersen.

Atatürk,

— Neden Kaymakam Bey’e Gidip Durumu Anlatmadın Ağa?

— Gittim Bey.

Köylü Duraksamıştır. Bunu Anlayan Atatürk, Devam Eder.

— Kaymakam ne dedi?

— Git borcunu öde, dedi.

— Sen de Vali Bey’in yanına gitseydin.

Köylü Atatürk’ü bir müddet süzer. Atatürk, konuşmadan dinlemektedir. Köylü konuşmaya devam eder.

— Sen hiç Vali’nin yanına gitmemişsin bey. Halından belli oluyor.

— Halimden belli mi oluyor?

— He ya! Hem gitseydin bilirdin.

— Neyi bilirdim?

— Kapıdaki Jandırmaların adamı içeri koymadığını, bey.

Atatürk,

— Başvekil İsmet Paşa’ya telgraf çekip, durumunu niye izah etmedin?, diye sorar.

Köylü gülümseyerek,

— İnsanı güldürme bey. Başvekilin kulağı sağır, duymaz diyola, der.

Atatürk, kızmıştır.

— Peki! Gazi Paşa’ya niye telgraf çekmedin?,diye sorar.

— O’nunda bir gözü kör, görmez diyola. Hem, sen zenginsin. Tomofilin bile var. Bunları heç duymadın mı?

Atatürk, cüzdanından elli lira çıkarır.

— Bunu kabul et ağa. ĎÖküzün yanına bir eş alırsın, der.

Elleri titreyen köylünün, elini sıkar. Yanından ayrılır. Hızlı adımlarla arabasına doğru yürür. Florya köşküne döner. Başbakan İsmet Paşa’ya şu telgrafı çeker.

—“ Derhal Heyeti Vekileyi (Bakanlar Kurulu’nu) topla, İstanbul’a gel.”

Başbakan başkanlığında Bakanlar Kurulu Florya köşküne gelirler. Atatürk, şoförünü köylüyü alıp gelmesi için yollamıştır. Arabanın içinde sıra sıra dizilmiş Jandarmaların arasından Florya Köşküne gelen köylü “Eyvah ben ne yaptım” diye için için dövünmektedir. Kendisini kapıda karşılayan şık giyimli bir beyefendi nazik bir sesle “ beni takip edin efendim” deyince içi biraz ferahlasa da çok korkmuştur. Adamı takip ederek büyük bir toplantı salonuna girerler. Salon kalabalıktır. Ortada büyük bir masa, etrafında sandalyelere oturmuş şık giyimli insanlar ile ayakta duran iki kişi daha vardır. Gözleri karamış, ayakları bedenini taşımakta zorlanmaktadır. Heyecandan kalbi fırlayacak gibidir. Tanıdık bir ses duyar.

— Hoşgeldin ağa. Gel yerin burada.

Diyen Atatürk, sağ tarafında, yanında ayırdığı boş sandalyeyi eliyle işaret etmektedir. Köylü, zorlanarak yürür ve yığılırcasına sandalyeye oturur. Durumunu anlayan Atatürk,

— Sakin ol ağa. Korkacak hiç bir şey yok.

— Sağol bey! Sağol.

Köylünün soluklanmasını ve rahatlamasını bekleyen Atatürk, bir müddet sonra,

— Seni buraya niye çağırdım biliyor musun ağa?

— Hayır bey, bilmiyom.

— Dün bana anlattıklarını, bu gün burada anlatmanı istiyorum. Ama; bir tek kelimesini dahi atlamadan, eksiksiz olarak anlatmanı istiyorum. Haydi başla, seni dinliyoruz.

Köylü başından geçenleri bir bir anlatır. Daha önce söylediklerinin eksik olanlarını Atatürk, tamamlar. Köylünün konuşması bitince Atatürk, masada oturanları tek tek tanıtır. Kendisinin de Gazi olduğunu söyler. Sonra ayağa kalkar. Elini masaya sertçe vurarak, öfkeli bir sesle;

— Beyler, ben çiftçinin koşumluk hayvanını sattıran kanun istemiyorum. Ben çiftçinin tohumluk buğdayını sattıran kanun istemiyorum. Ben çiftçinin tarım aletini, sağımlık hayvanını sattıran kanun istemiyorum. Ankara’ya dönecek ve bu işi hemen halledeceksiniz.

Bu olaydan sonra aşağıdaki kanun bir gecede hazırlanıp yasalaştırılmıştır.

İcra İflas Kanunu Madde 82/4.: Borçlu çiftçi ise, kendisinin ve ailesinin geçimi için zorunlu olan arazi ve çift hayvanları ve nakil vasıtaları ve diğer teferruatı ve tarım aletleri haczedilemez...



ATATÜRK'ÜN ABD Yİ ZİYARET EDECEĞİ SÖYLENTİSİ O ÜLKEDE MANŞETLERE ÇEKİLMİŞTİ

ATATÜRK'ÜN ABD Yİ ZİYARET EDECEĞİ SÖYLENTİSİ O ÜLKEDE  MANŞETLERE ÇEKİLMİŞTİ

(Çok uğraştılar davet ettiler ama o gitmeyecekti)

Gazete şunları yazmiş:

" İçinde bulunduğumuz asrın en büyük şahsiyeti olabilecek olan bir adam, A.B.D’ye nezaket ziyareti  ve incelemeler yapmak üzere geliyor. 

Bu şahsiyet, Türkiye Cumhuriyeti’nin Reisi ve Dünyanın en güçlü milli lideri Mustafa Kemal Paşa’dır. 

Elinizden geliyorsa, Kemal Paşa’yı bu ziyaretinde görmeye çalışın,  böylece torunlarınıza bir gün tarihteki en büyük adamlardan birini gördüğünüzü gururla söyleyebilirsiniz. "

Kemal Paşa, yıkılmakta olan bir imparatorluğun gelenekleri ile Kuran’ın öğretilerinde demlenen sıradan bir Türk çocuğu olarak hayata başladı. 

Ancak bu sıradanlığı çok uzun sürmedi. Çocukken, padişahın askerlerinin parlak giysilerinden etkilenmiş ve onlardan biri olmak istemişti. Babası buna karşı çıkmıştı fakat küçük Mustafa’nın demirden bir iradesi vardı, böylece askeri eğitime başladı. 

NASIL “KEMAL” OLDU

Öğretmeni ona Türkçe’de “haklılık” manasına gelen “Kemal” ismini verdi. O zamandan beri, Kemal isminin hakkını vererek yaşadı. Her zaman haklı oldu; askeri stratejisinde haklı, diplomaside haklı ve ülkesi için neyin iyi neyin kötü olduğunu kavramakta hep haklı çıktı. 

Keskin zekası yaşla birlikte geliştikçe, Kemal Paşa,  ilerlemeci bir çağ olan 20. asrın ortalarında, ortaçağdan kalma bir monarşi olarak kalan mevcut Türk hükümetinin acizliğini farketmeye başladı.

Aldığı eğitim, Selanik’teki askeri okuldan Istanbul’daki Harp Akademisi’ne kadar hem mükemmel bir asker hem de ateşli bir devrimci olmasını sağlamıştır. 

MÜKEMMEL BİR ASKER

Cihan Harbi’nin çıkmasından evvel, Kemal Paşa bütün gücüyle Türkiye’nin İttifak devletlerine katılmasına karşı çıktı, ancak, her iyi vatanperver gibi o da, artık geri dönüş olamayacağını anlayınca Türkiye’nin geleceği için Savaşın ortasına atıldı. 

Çanakkale yarımadasında,  düşman İngiliz kuvvetlerine kesin  bir yenilgi getiren Türk-Alman kuvvetlerinin tamamının başına geçti. Bu büyük zaferle Kemal Paşa milli bir kahraman oldu. 

Akabinde, Tümgeneral olan Kemal Paşa, Cihan Harbi’nin Rusya cephesinde ve harbin ileri safhalarında ise Filistin’de askeri stratejisini ispatladı. Daha 1917 senesinde Kemal Paşa, müttefikler için umut olmadığını görmüş ve bu görüşünü dile getirmiştir. 

Harp bittiğinde, Kemal Paşa yeni Milliyetci bir Hareket firkası kurdu. Küçük Asya’nın Ankara’sında askeri ve Milliyetçi bir meclis oluşturdu. 

1919 senesinde Türkler, vatanı sadece O’nun kurtarabileceğine inanıyorlardı. Kemal Paşa, milli kuvvetlerin başına geçti ve Sakarya Nehri civarındaki savaş, kelimenin tam anlamıyla Yunan kuvvetlerini yıkıma uğrattı. 

Sonra Harp, kazanılmıştı. ....

29 Ekim 1922’de Türkiye Cumhuriyeti ilan edildi. Kemal Paşa, cumhur reisi seçildi. Kemal Paşa’ya itibar kazandıran bir dizi diplomatik zaferler gerçekleşti. İtilaf devletlerince işgal edilmiş halde olan İstanbul’un işgaline son verdi. 1926 yılında karşı devrimi bastırdı reformlar yapti.....

Bugün, Kemal Paşa, Türkiye’nin dünyanın en demokratik cumhuriyet olduğunu söylüyor. Diğer Türkler’e göre Türkiye’nin George Washington’u olan bu mavi gözlü, geniş omuzlu adam şimdi bizi görmeye ve biz de onu görebilelim diye Amerika’ya geliyor. “




ÇANAKKALE SAVAŞI, GELİBOLU 1915.. HATIRLAMAK GEREK :

 HATIRLAMAK GEREK - 161

Bir Anzak askerinin Çanakkale savaşı sırasında ailesine yazdığı mektup Alistair John TAYLOR

GELİBOLU 1915

Sevgili ve bir zamanlar mutlu ailem.

Gelibolu cehenneminden hepinize merhaba! 

Bu mektubu size yazmak niyetinde değildim. 

Aslında ben artık kimseyle konuşmak kimsenin, kimsenin yüzünü görmek istediğimden de emin değilim. Hem siz benim buraya cehennem dediğime bakamayın burası hakikaten güzel bir yer. Üzerleri toz toprakla örtülmeden önce zeytin ağaçlarının bolluğu, savaşa aldırmadan her yanda pıtır pıtır açan kırmızı gelinciklerin neşesi, akşamları yarımadayı kızıla boyayarak batan güneşin insanın içini acıtan güzelliği ve bir de Gelibolu bülbülleri. Gelibolu da hâlâ un ufak olmadan kalan küçük bir ruh parçam mevcutsa bunu bülbüller sağlamıştır. 

Eğer o sırada bir Türk öldürmüyor 

ya da Türkler tarafından öldürülmüyorsak, Gelibolu' nun muhteşem gurubunu seyrediyoruz. Ege Denizi' nin içine gömülen güneşin biraz önce Pasifik Okyanusu dan yükselerek Yeni Zelanda da ki ertesi günü aydınlattığını bilmek insanın canını acıtıyor. 

Fakat bu acı hissi çok kısa sürüyor, sonra yeniden katılaşıyorum. Artık saatlerce hiçbir şey hissetmiyor ve duymuyorum. 

Bu arada sadece bakıyor, saklanıyor, 

ateş ediyor, süngü takıyor, düşman öldürüyor, bit ayıklıyor, yemek diye verdikleri kuru bisküvi, kraker, kuru et parçalarını kemiriyor, zaman olursa yatıyor, çok ender olarak da uyuyorum. Ben artık sadece bir Anzak askeriyim. 

Ne sevdiğim şarkılar, yemekler, kokular ne de sevdiğim insanlar. Ben artık bir sayıyım. Yaşayan bir sayı. Ölürsem o zaman da bir sayı olacağım. Vatan uğruna kahramanca ölmüş bir sayı. Kahramanca ve vatan uğruna! 

Kahramanlık mı? Hadi yaa. Kahramanlık zorla olmaz. Vatana gelince, Burası Türklerin vatanı ve bu savaş bizim savaşımız değil. 

Bizler İngilizlerin de söyledikleri gibi sadece hevesli oğlan çocuklarıyız. Asıl kahraman olan Türkler. Johnny Türk dediğimiz Türkler vatanlarını savunmak için bize karşı çok ağır şartlar altında direniyorlar ve kahramanca ölen asıl onlar.

Geçen hafta ölüleri gömmek için karşılıklı ateş kes ilan edildiğinde ilk defa Türkleri yakından ve canlıyken gördük. 

Türkler bize anlatılan canavarlara benzemiyordu. Onlar da gözlerinde endişe 

ve keder olan genç insanlardı. Onlarında arkalarında bekleyen üzüntülü aileleri, yaşlı anne-babaları, karıları belki de sevgilileri vardı. Onlar da yaralanınca acı çekiyor, onlar da gencecik hayallerini bırakıp ölüyorlar. 

Türkler de insandı. Bana sigara ikram eden 

iki Türk'e ben de konserve et verdim, 

ama kabul etmediler. Bu sığır etidir dediysem de inanmadılar. Aslında anlamadılar. 

O zaman ellerimle kafama boynuz yapıp öküz gibi böğürdüm. Güldüler. Ben de güldüm. 

Orada savaş meydanında etrafımız askerlerin cesetleriyle doluydu, biz düşmandık ve birbirimize gülüyorduk. 

Bana sigara ikram eden Türklerden bir sen no İngiliz diye şaşırarak sordu. Ben İngiliz değilim dedim. Sonra elini uzattı? ben TÜRK dedi. 

Bana uzatılan eli tuttum. Orada, Gelibolunun 

en kanlı savaşlarının yapıldığı o tepede, el sıkıştık. Ben artık bu adamla nasıl düşman olabilirdim? Ben bu adamla neden düşman olmuştum ki? Düşmanım o anda artık arkadaş Türk olmuştu. Ben bu savaşta ölmeyi reddediyorum. Bu benim savaşım değil. 

Fakat yaşamak için de hiç isteğim kalmadı. Tanrım günahlarımı affet. Hepinizi çok seviyorum. Ebediyen sizin oğlunuz.

Not: Fotoğraf temsilidir.




Alıntı: Engin Kültür 


Bilgi, Güçtür

 Su moleküllerinin bile çevrelerindeki varlıkların yaydıkları sinyallerden etkilenerek davranışlarını değiştirebildiklerini biliyor muydunuz?

“Bilgi” denilen mucizevi faktörün moleküller alemi öğelerince nasıl saklandığı ve çevreden gerekli bir uyarı geldiğinde, nasıl hatırlanıp, işleme konulduğu görülmektedir.

DOĞA yaşayan bir canlıdır:

Çünkü, zaman içinde artan bilgiler nedeniyle sürekli değişim-dönüşüm gerçekleşiyor.

Doğa canlıdır ve canlılık atom-altı-öğeler, yani kuntlar aleminde başlar. Kuantlar alemi şu temel bilgilerle işlem yapmaya başlayarak, doğadaki canlılık sisteminin temelini atarlar:

• 1- En kısa yol seçilecek;

• 2- En kısa zaman seçilecek;

• 3- En ergonomik yapı tercih edilecek;

• 4- Olasılık hesabı yapılarak, en olası durum seçilecek;

• 5- Bir iş yapımında en az enerji harcanan yöntem kullanılacak;

• 6- Doğadaki enerji miktarı sabit olduğundan, hiçbir tasarım bu enerji miktarını aşmayacak şekilde olacak.

Bu temel kuantsal ilkelerle başlayan canlılık, önce atomların, sonra moleküllerin, sonra hücrelerin, sonra bedenlerin ve en sonra da koloni ve ekolojik sistemler gibi daha geniş kapsamlı üst-yapılar oluşturacak şekilde büyüyerek evrimsel bir gelişim içine girer.

Bu evrimsel gelişmede temel yönlendirici faktör, yukarıda açıklanan “rahatlama dürtüsüdür”.

Bir şey yapma, oluşturma (veya yaratma) işlemi “bilgi” ile olur.

Bilgi ise zaman içinde gelişir ve bu gelişimlere koşut olarak kimyasal bileşimler de sürekli değişir. Kervran doğal sistemin sürekli bir değişim-dönüşüm içinde, yani canlı davranışlı olduğunu “Life is nothing but chemistry” diyerek, şöyle ifade eder: (1972, s. 120)

“Dünyamızın, başlangıçta oluşturulduğu şekilde hiç değişmeden kaldığı ebediyen böyle kalacağı şeklindeki bir dogma İncil’in bize mirasıdır. Yaratılışta şu kadar krom, şu kadar demir, vb. oluşturulmuştur şeklinde bir bilgi bizlere verilmektedir. Daha sonra başka hiçbir yaratıcı gelmediğinden, "başka hiçbir şey yaratılmamıştır”, her şey olduğu gibi kalmıştır. Dolayısıyla "hiçbir şey kaybolmaz". 

Böyle bir inanç, herkes tarafından Musa'nın zamanından beri kabul edilmektedir. Sözde "bilim adamlarının" günümüzde bu şekilde “akıl-yürütmelerine" ancak gülümseyebiliriz. Çünkü, Yirminci yüzyılın başından beri radyoaktif doğal dönüşüm bilinmektedir. Ve 1919 yılında ilk yapay dönüşüm gerçekleştirilmiştir. Ama doğada, çeşitli zamanlarda, klasik nükleer fiziğin bilmediği başka dönüşümler olmamış mıdır? Biz deneysel olarak tüm canlıların element dönüşümleri gerçekleştirdiklerini gösterdik ve jeoloji diğer bir çok türde dönüşümler olduğunu göstermiştir. Bu şu anlama gelir: atomların ebediliği (değişmezliği) söz konusu değildir. Bir moleküldeki bir atomun, diğer moleküldeki bir başka atoma dönüşmediği kimyasal reaksiyonlar söz konusu değildir, maddeler (atomlar), birbirlerine dönüşme şeklinde, oluşmakta ve kaybolmaktadırlar.”

Mikro-Organizmalar kimyasal elementleri birbirlerine dönüştürme bilgisine sahipler:

Potasyum gübresi kaynağı olmayan Japonya’da, Mikrobiyoloji Laboratuvarı direktörü Profesör Komaki, Kervran’ın (1962) yayınını gördükten sonra 1963de deneylere başlar. Sodyumdan potasyum elde etmeye çalışır. 1964 yılı Kasım ayında şu sonuçlara ulaşır:

• Hiç potasyum bulunmayan bir ortamda, Mikro-organizmaların bulundukları ortama sodyum eklendiğinde, organizma sayısı çok artar ve bunun sonucu 20 kat bir potasyum artışı elde edilir.

• Daha sonra ortama çok-çok az oranda potasyum eklenir; bu durumda organizma gelişmesi daha da hızlanır ve potasyum oranında yaklaşık 150 kat bir artış ortaya çıkar.

Yani mikroorganizmalar ihtiyaçlarına göre kimyasal elementleri birbirlerine dönüştürebilmektedirler.

Ortama eser miktarda potasyum eklenmesiyle potasyum kazancının artması şöyle olmaktadır: Hücreler işlevlerini, genleri sayesinde yaparlar. Genlerin on/off=açık/kapalı olması işlevin yapılmasında rol oynar. Çok az miktarda bir uyarı verilmesi, geni “açık” duruma getirir ve o nedenle ortama çok az oranda potasyum eklenmesi, hücrelerde bir tetikleme yaparak, potasyum-sentez-genini aktive eder ve o elementi oluşturmasını sağlar.

Bitkiler, ihtiyaçlarına göre kimyasal elementleri birbirlerine dönüştürebilmektedirler:

• Hiç toprak bulunmayan ortamlarda filizlendirdiği bitkilerde deneyler yapan Von Herzeele 1875- 1881 yılları arasında, suya kükürt eklediğinde, büyüyen bitkide fosfor artışı; suya potasyum tuzu eklediğinde, büyüyen bitkide kalsiyum artışı olduğunu saptar. Ve şunu vurgular: “Bitkiler kimyasal elementleri birbirlerine dönüştürebilmektedirler”. Yaptığı bu araştırma sonuçları Lavoisier-dogmasına ters düştüğü için hiç dikkate alınmaz. 

Herzeele’nin araştırmaları bilim-insanlarını öyle kızdırır ki, eserleri kütüphanelerden kaldırılır! (Biberian 2012, s.14). Daha sonraki yıllarda Paris Ecole-Politeknik- organik kimya laboratuvarı başkanı Baranger (1959), daha modern araştırma yöntemleri kullanarak, Herzeele’nin deney sonuçlarının doğru olup-olmadığını araştırır ve Herzeele’nin görüşünün doğruluğunu onaylar (Kervran 1972, s. 68).

• Tohumlar ile o tohumların tamamen kontrol altındaki ortamlarda filizlenip büyümeleri sonucu oluşan sürgünlerin analizleri, kimyasal element içeriklerinde çok farlılıklar gösterir. Kervran yulaf tohumlarını önceden analiz eder ve K, Ca, oranlarını saptar. Sonra o tohumları saf-su içinde filizlendirip-büyütür ve büyümüş bitkideki element miktarlarını tekrar saptadığında, (K=potasyum) miktarında belli oranda azalma, (Ca=kalsiyum)-miktarında ise o oranda artma olduğunu görür. Potasyumdaki azalma miktarının kalsiyumdaki artma miktarına denk olduğu gerçeğine dayanarak, (39K + 1H → 40Ca) şeklinde bir transmutasyon (element dönüşümü) gerçekleşmiş olması gerektiğini ileri sürer, Kervran 1973.

• Kireçli kayaçların olmadığı bölgelerde ekilen çimlerde, belli bir süre sonra papatya miktarının arttığı gözlenir. Biodinamik adlı bilim dalının kurucusu olan İsviçreli ziraatçı E. Pfeiffer, papatyaları analiz eder ve çok miktarda Ca içerdiklerini saptar. Toprak Ca iyonunca fakir olduğu halde, papatya aşırı denilebilecek oranda Ca depolamıştır. Dolayısıyla mevsim sonunda kuruyup, ayrıştığında, içerdiği Ca iyonları toprağa aktarılır ve toprağın Ca oranı da bu şekilde artamaya başlar.

• Benzer şekilde bir doğal kimyasal bileşim dengelenmesi ormanlık alanlarda da gerçekleşir. Meşe ağacı, kireçsiz arazilerde yetişir, ama meşe-ağacı yakıldığında, külünün %60 yakın oranda kireç içerdiği görülür. Toprakta kireç olmadığına göre, ağaç bu kireci (Ca) başka elementleri (örn potsayumu) dönüştürerek elde etmiş olmalıdır.

Benveniste-etkisi: Varlıklar birbirleriyle etkileşerek işlem yaparlar.

Önce bir araştırma örneği vererek, karşılıklı etkileşimin ne olduğunu ve hayatımızdaki önemini göstermek istiyorum.

Bir beden, belirli bir doğal ortam koşulunda yaşayabilmek için bir araya gelmiş hücrelerden oluşur. Ortak bir amaç ve hedef temel şart olduğundan, “aynı amaçlı”, yani ayni genetik bileşimli hücrelerin birleşmeleriyle oluşurlar. Dolayısıyla, bedeni oluşturan hücrelerin “bizden biri” veya “bize yabancı” şeklinde bir ayrım yapma özellikleri vardır. Bu özellik “immünolji = bağışıklık” olarak bilinir. Yani “bizden” olanlara dokunulmaz, “yabancılara” ise “bir yabancı beden” anlamına gelen “antikor” etiketi yapıştırılır. Bu “antikor = yabancı” etiketi, kandaki bir alyuvar hücresi grubu olan “basofil” denilen “yabancıları tutuklayıcı” hücrelerce algılanıp, yok edilmeye gönderilirler.

Nature dergisinin 1988 yılı Haziran sayısında, Benveniste adlı bir immünoloji uzmanı ve 12 arkadaşı tarafından, çok tartışmalara yol açacak bir makale yayınlanır.

Benveniste ve ekibi, Immunoglobulin E (IgE) adlı bir antikorla deneyler yaparlar. Bu antikorun hangi konsantrasyonlarda bedende etkili olduğunu araştırırlar. Serumu gittikçe sulandırırlar ve antikor oranını nerdeyse “sıfır” olacak şekilde azaltırlar. Ama serumun hala etkili olduğunu ve bazofil hücrelerince “yabancı” olarak etiketlendiğini saptarlar.

Araştırma çok tepki doğurur ve çok farklı gruplarca, farklı yerlerde tekrarlanır. Benveniste ekibinden kişilerin mevcut olduğu deneylerde pozitif sonuçlar alınırken, Benveniste ekibi öğelerinin uzaklaştırıldığı deney ortamlarında sonuç negatif olur. Yani su molekülleri, kendileriyle rezonans içine girebilecekleri bir sinyal yayıcı (Benveniste-deneylerine katılıp, inanan bir insan) olduğunda, o insandan gelen sinyallere uygun davranıp, IgE antikoru işlevi yapıyorlar; ama etkileşebilecekleri bir sinyal gönderici olmazsa, pasif kalıyorlar.

Benveniste deneylerinden etkilenen Nobel ödüllü bir virüs-uzmanı (Montagnier) bakteri, virüs gibi mikroplara karşı üretilen antikorların, o mikroplardaki belli DNA sinyalleriyle tetiklenmiş olabileceğini düşünür. Çünkü bu durum Benveniste tarafından tahmin edilmiş, ve bu konuda araştırmalara başlanmıştı. Bu tür DNA sinyallerinin var-olup olmadığını araştırır, var olduğunu görür ve o sinyalleri bilgisayarlarla önce analog olarak kayıt eder, sonra onları dijitalleştirir, yani 0 ve 1 sayılarından oluşan dalgalanmalara dönüştürür.

Sonra bu sinyaller ile tüplere konmuş su molekülleri arasında “rezonans” oluşturacak elektromanyetik alan ortamı hazırlar ve su moleküllerinin bu DNA sinyalleriyle rezonans oluşturmaları için belli bir süre o sinyal etkisi altında tutar. Sonra o tüpteki suda antikor moleküllerinin oluşturulduğu saptanır.

Bu sinyalleri farklı araştırma laboratuvarlarındaki tanıdıklarına göndererek, aynı yöntemin uygulanması istenir. Ve farklı laboratuvarlarda da aynı antikorların DNA-sinyalleriyle rezonansa sokulmuş su moleküllerince de oluşturulduğu teyit edilmiş olur. 

Bak: Montagnier L, Del Giudice E, Aïssa J, Lavallee C, Motschwiller S, Capolupo A, Polcari A, Romano P, Tedeschi A, Vitiello G. 2014: Transduction of DNA information through water and electromagnetic waves. Electromagnetic Biology and Medicine. 34: 106-112. https://www.youtube.com/watch?v=R8VyUsVOic0

Aşırı derecede sulandırılmış bir ortamda, hala ilk ortam bilgilerinden etkilenmiş moleküller var ise, o moleküllerde o ilk ortam koşullarını hatırlama bilgisi vardır. Ama bu bilgilere sahip moleküllerin aktive olması için, o bilgi sinyallerinin, ya o bilgilere sahip bir insanın deney ortamında bulunması ve su moleküllerini aktive edecek sinyali göndermesi; ya da, Montagnier deneyinde olduğu gibi, bir DNA-sinyalinin moleküllere iletilmesi gerekir. Bu işlem bir aktivasyon enerjisi veya sinyali görevini görür ve su-molekülleri, o bilgiyi hatırlayıp, o işlevi yerine getirirler.

Bundan yola çıkılarak da, “water memory = su hafızası” diye bir kavram oluşturulur ve hala da farklı bilim insanlarınca araştırma konusu olur. Emoto (2002) ve diğer birçok araştırmacının deneyleri, varlıklar arası bu etkileşimlerin önemini ortaya koymaktadır.

Burada kullanılan “Su-hafızası” kavramı, su moleküllerinin çevre faktörlerinden etkilenmeleri ve davranışlarını ona göre ayarlamaları olarak değerlendirilmelidir.

Yani insanların düşünceleri (yaydıkları elektro-manyetik alan) serumdaki su moleküllerini pozitif veya negatif olacak şekilde etkilemekte, moleküller de, olumlu veya olumsuz davranışlar gösterebilmektedir.

Günümüz insanlığı, varlıklar arası karşılıklı etkileşim olduğunu kabul etmemektedir. Onlara göre, varlıklar bilinçsizdirler ve insan davranışından etkilenmezler. Halbuki Benveniste deneyi, insanlarla su molekülleri arasında bir rezonans oluşturulursa, o su moleküllerinin kendileriyle rezonansta olan insanlardan etkileneceğini göstermektedir.

Bu konuların daha iyi anlaşılabilmesi için, kuantsal sistemin bedenleri nasıl etkilediğini gösteren şu videoyu izlemeniz çok yararlı olacaktır: 

https://www.facebook.com/hipnozinfo/videos/1626251837386461/



MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...