Yüksek Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur. Türk gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir. Biz de bunu görmekle bahtiyar olacağız. -Mustafa Kemal Atatürk
Bilgi, Güçtür
Su moleküllerinin bile çevrelerindeki varlıkların yaydıkları sinyallerden etkilenerek davranışlarını değiştirebildiklerini biliyor muydunuz?
“Bilgi” denilen mucizevi faktörün moleküller alemi öğelerince nasıl saklandığı ve çevreden gerekli bir uyarı geldiğinde, nasıl hatırlanıp, işleme konulduğu görülmektedir.
DOĞA yaşayan bir canlıdır:
Çünkü, zaman içinde artan bilgiler nedeniyle sürekli değişim-dönüşüm gerçekleşiyor.
Doğa canlıdır ve canlılık atom-altı-öğeler, yani kuntlar aleminde başlar. Kuantlar alemi şu temel bilgilerle işlem yapmaya başlayarak, doğadaki canlılık sisteminin temelini atarlar:
• 1- En kısa yol seçilecek;
• 2- En kısa zaman seçilecek;
• 3- En ergonomik yapı tercih edilecek;
• 4- Olasılık hesabı yapılarak, en olası durum seçilecek;
• 5- Bir iş yapımında en az enerji harcanan yöntem kullanılacak;
• 6- Doğadaki enerji miktarı sabit olduğundan, hiçbir tasarım bu enerji miktarını aşmayacak şekilde olacak.
Bu temel kuantsal ilkelerle başlayan canlılık, önce atomların, sonra moleküllerin, sonra hücrelerin, sonra bedenlerin ve en sonra da koloni ve ekolojik sistemler gibi daha geniş kapsamlı üst-yapılar oluşturacak şekilde büyüyerek evrimsel bir gelişim içine girer.
Bu evrimsel gelişmede temel yönlendirici faktör, yukarıda açıklanan “rahatlama dürtüsüdür”.
Bir şey yapma, oluşturma (veya yaratma) işlemi “bilgi” ile olur.
Bilgi ise zaman içinde gelişir ve bu gelişimlere koşut olarak kimyasal bileşimler de sürekli değişir. Kervran doğal sistemin sürekli bir değişim-dönüşüm içinde, yani canlı davranışlı olduğunu “Life is nothing but chemistry” diyerek, şöyle ifade eder: (1972, s. 120)
“Dünyamızın, başlangıçta oluşturulduğu şekilde hiç değişmeden kaldığı ebediyen böyle kalacağı şeklindeki bir dogma İncil’in bize mirasıdır. Yaratılışta şu kadar krom, şu kadar demir, vb. oluşturulmuştur şeklinde bir bilgi bizlere verilmektedir. Daha sonra başka hiçbir yaratıcı gelmediğinden, "başka hiçbir şey yaratılmamıştır”, her şey olduğu gibi kalmıştır. Dolayısıyla "hiçbir şey kaybolmaz".
Böyle bir inanç, herkes tarafından Musa'nın zamanından beri kabul edilmektedir. Sözde "bilim adamlarının" günümüzde bu şekilde “akıl-yürütmelerine" ancak gülümseyebiliriz. Çünkü, Yirminci yüzyılın başından beri radyoaktif doğal dönüşüm bilinmektedir. Ve 1919 yılında ilk yapay dönüşüm gerçekleştirilmiştir. Ama doğada, çeşitli zamanlarda, klasik nükleer fiziğin bilmediği başka dönüşümler olmamış mıdır? Biz deneysel olarak tüm canlıların element dönüşümleri gerçekleştirdiklerini gösterdik ve jeoloji diğer bir çok türde dönüşümler olduğunu göstermiştir. Bu şu anlama gelir: atomların ebediliği (değişmezliği) söz konusu değildir. Bir moleküldeki bir atomun, diğer moleküldeki bir başka atoma dönüşmediği kimyasal reaksiyonlar söz konusu değildir, maddeler (atomlar), birbirlerine dönüşme şeklinde, oluşmakta ve kaybolmaktadırlar.”
Mikro-Organizmalar kimyasal elementleri birbirlerine dönüştürme bilgisine sahipler:
Potasyum gübresi kaynağı olmayan Japonya’da, Mikrobiyoloji Laboratuvarı direktörü Profesör Komaki, Kervran’ın (1962) yayınını gördükten sonra 1963de deneylere başlar. Sodyumdan potasyum elde etmeye çalışır. 1964 yılı Kasım ayında şu sonuçlara ulaşır:
• Hiç potasyum bulunmayan bir ortamda, Mikro-organizmaların bulundukları ortama sodyum eklendiğinde, organizma sayısı çok artar ve bunun sonucu 20 kat bir potasyum artışı elde edilir.
• Daha sonra ortama çok-çok az oranda potasyum eklenir; bu durumda organizma gelişmesi daha da hızlanır ve potasyum oranında yaklaşık 150 kat bir artış ortaya çıkar.
Yani mikroorganizmalar ihtiyaçlarına göre kimyasal elementleri birbirlerine dönüştürebilmektedirler.
Ortama eser miktarda potasyum eklenmesiyle potasyum kazancının artması şöyle olmaktadır: Hücreler işlevlerini, genleri sayesinde yaparlar. Genlerin on/off=açık/kapalı olması işlevin yapılmasında rol oynar. Çok az miktarda bir uyarı verilmesi, geni “açık” duruma getirir ve o nedenle ortama çok az oranda potasyum eklenmesi, hücrelerde bir tetikleme yaparak, potasyum-sentez-genini aktive eder ve o elementi oluşturmasını sağlar.
Bitkiler, ihtiyaçlarına göre kimyasal elementleri birbirlerine dönüştürebilmektedirler:
• Hiç toprak bulunmayan ortamlarda filizlendirdiği bitkilerde deneyler yapan Von Herzeele 1875- 1881 yılları arasında, suya kükürt eklediğinde, büyüyen bitkide fosfor artışı; suya potasyum tuzu eklediğinde, büyüyen bitkide kalsiyum artışı olduğunu saptar. Ve şunu vurgular: “Bitkiler kimyasal elementleri birbirlerine dönüştürebilmektedirler”. Yaptığı bu araştırma sonuçları Lavoisier-dogmasına ters düştüğü için hiç dikkate alınmaz.
Herzeele’nin araştırmaları bilim-insanlarını öyle kızdırır ki, eserleri kütüphanelerden kaldırılır! (Biberian 2012, s.14). Daha sonraki yıllarda Paris Ecole-Politeknik- organik kimya laboratuvarı başkanı Baranger (1959), daha modern araştırma yöntemleri kullanarak, Herzeele’nin deney sonuçlarının doğru olup-olmadığını araştırır ve Herzeele’nin görüşünün doğruluğunu onaylar (Kervran 1972, s. 68).
• Tohumlar ile o tohumların tamamen kontrol altındaki ortamlarda filizlenip büyümeleri sonucu oluşan sürgünlerin analizleri, kimyasal element içeriklerinde çok farlılıklar gösterir. Kervran yulaf tohumlarını önceden analiz eder ve K, Ca, oranlarını saptar. Sonra o tohumları saf-su içinde filizlendirip-büyütür ve büyümüş bitkideki element miktarlarını tekrar saptadığında, (K=potasyum) miktarında belli oranda azalma, (Ca=kalsiyum)-miktarında ise o oranda artma olduğunu görür. Potasyumdaki azalma miktarının kalsiyumdaki artma miktarına denk olduğu gerçeğine dayanarak, (39K + 1H → 40Ca) şeklinde bir transmutasyon (element dönüşümü) gerçekleşmiş olması gerektiğini ileri sürer, Kervran 1973.
• Kireçli kayaçların olmadığı bölgelerde ekilen çimlerde, belli bir süre sonra papatya miktarının arttığı gözlenir. Biodinamik adlı bilim dalının kurucusu olan İsviçreli ziraatçı E. Pfeiffer, papatyaları analiz eder ve çok miktarda Ca içerdiklerini saptar. Toprak Ca iyonunca fakir olduğu halde, papatya aşırı denilebilecek oranda Ca depolamıştır. Dolayısıyla mevsim sonunda kuruyup, ayrıştığında, içerdiği Ca iyonları toprağa aktarılır ve toprağın Ca oranı da bu şekilde artamaya başlar.
• Benzer şekilde bir doğal kimyasal bileşim dengelenmesi ormanlık alanlarda da gerçekleşir. Meşe ağacı, kireçsiz arazilerde yetişir, ama meşe-ağacı yakıldığında, külünün %60 yakın oranda kireç içerdiği görülür. Toprakta kireç olmadığına göre, ağaç bu kireci (Ca) başka elementleri (örn potsayumu) dönüştürerek elde etmiş olmalıdır.
Benveniste-etkisi: Varlıklar birbirleriyle etkileşerek işlem yaparlar.
Önce bir araştırma örneği vererek, karşılıklı etkileşimin ne olduğunu ve hayatımızdaki önemini göstermek istiyorum.
Bir beden, belirli bir doğal ortam koşulunda yaşayabilmek için bir araya gelmiş hücrelerden oluşur. Ortak bir amaç ve hedef temel şart olduğundan, “aynı amaçlı”, yani ayni genetik bileşimli hücrelerin birleşmeleriyle oluşurlar. Dolayısıyla, bedeni oluşturan hücrelerin “bizden biri” veya “bize yabancı” şeklinde bir ayrım yapma özellikleri vardır. Bu özellik “immünolji = bağışıklık” olarak bilinir. Yani “bizden” olanlara dokunulmaz, “yabancılara” ise “bir yabancı beden” anlamına gelen “antikor” etiketi yapıştırılır. Bu “antikor = yabancı” etiketi, kandaki bir alyuvar hücresi grubu olan “basofil” denilen “yabancıları tutuklayıcı” hücrelerce algılanıp, yok edilmeye gönderilirler.
Nature dergisinin 1988 yılı Haziran sayısında, Benveniste adlı bir immünoloji uzmanı ve 12 arkadaşı tarafından, çok tartışmalara yol açacak bir makale yayınlanır.
Benveniste ve ekibi, Immunoglobulin E (IgE) adlı bir antikorla deneyler yaparlar. Bu antikorun hangi konsantrasyonlarda bedende etkili olduğunu araştırırlar. Serumu gittikçe sulandırırlar ve antikor oranını nerdeyse “sıfır” olacak şekilde azaltırlar. Ama serumun hala etkili olduğunu ve bazofil hücrelerince “yabancı” olarak etiketlendiğini saptarlar.
Araştırma çok tepki doğurur ve çok farklı gruplarca, farklı yerlerde tekrarlanır. Benveniste ekibinden kişilerin mevcut olduğu deneylerde pozitif sonuçlar alınırken, Benveniste ekibi öğelerinin uzaklaştırıldığı deney ortamlarında sonuç negatif olur. Yani su molekülleri, kendileriyle rezonans içine girebilecekleri bir sinyal yayıcı (Benveniste-deneylerine katılıp, inanan bir insan) olduğunda, o insandan gelen sinyallere uygun davranıp, IgE antikoru işlevi yapıyorlar; ama etkileşebilecekleri bir sinyal gönderici olmazsa, pasif kalıyorlar.
Benveniste deneylerinden etkilenen Nobel ödüllü bir virüs-uzmanı (Montagnier) bakteri, virüs gibi mikroplara karşı üretilen antikorların, o mikroplardaki belli DNA sinyalleriyle tetiklenmiş olabileceğini düşünür. Çünkü bu durum Benveniste tarafından tahmin edilmiş, ve bu konuda araştırmalara başlanmıştı. Bu tür DNA sinyallerinin var-olup olmadığını araştırır, var olduğunu görür ve o sinyalleri bilgisayarlarla önce analog olarak kayıt eder, sonra onları dijitalleştirir, yani 0 ve 1 sayılarından oluşan dalgalanmalara dönüştürür.
Sonra bu sinyaller ile tüplere konmuş su molekülleri arasında “rezonans” oluşturacak elektromanyetik alan ortamı hazırlar ve su moleküllerinin bu DNA sinyalleriyle rezonans oluşturmaları için belli bir süre o sinyal etkisi altında tutar. Sonra o tüpteki suda antikor moleküllerinin oluşturulduğu saptanır.
Bu sinyalleri farklı araştırma laboratuvarlarındaki tanıdıklarına göndererek, aynı yöntemin uygulanması istenir. Ve farklı laboratuvarlarda da aynı antikorların DNA-sinyalleriyle rezonansa sokulmuş su moleküllerince de oluşturulduğu teyit edilmiş olur.
Bak: Montagnier L, Del Giudice E, Aïssa J, Lavallee C, Motschwiller S, Capolupo A, Polcari A, Romano P, Tedeschi A, Vitiello G. 2014: Transduction of DNA information through water and electromagnetic waves. Electromagnetic Biology and Medicine. 34: 106-112. https://www.youtube.com/watch?v=R8VyUsVOic0
Aşırı derecede sulandırılmış bir ortamda, hala ilk ortam bilgilerinden etkilenmiş moleküller var ise, o moleküllerde o ilk ortam koşullarını hatırlama bilgisi vardır. Ama bu bilgilere sahip moleküllerin aktive olması için, o bilgi sinyallerinin, ya o bilgilere sahip bir insanın deney ortamında bulunması ve su moleküllerini aktive edecek sinyali göndermesi; ya da, Montagnier deneyinde olduğu gibi, bir DNA-sinyalinin moleküllere iletilmesi gerekir. Bu işlem bir aktivasyon enerjisi veya sinyali görevini görür ve su-molekülleri, o bilgiyi hatırlayıp, o işlevi yerine getirirler.
Bundan yola çıkılarak da, “water memory = su hafızası” diye bir kavram oluşturulur ve hala da farklı bilim insanlarınca araştırma konusu olur. Emoto (2002) ve diğer birçok araştırmacının deneyleri, varlıklar arası bu etkileşimlerin önemini ortaya koymaktadır.
Burada kullanılan “Su-hafızası” kavramı, su moleküllerinin çevre faktörlerinden etkilenmeleri ve davranışlarını ona göre ayarlamaları olarak değerlendirilmelidir.
Yani insanların düşünceleri (yaydıkları elektro-manyetik alan) serumdaki su moleküllerini pozitif veya negatif olacak şekilde etkilemekte, moleküller de, olumlu veya olumsuz davranışlar gösterebilmektedir.
Günümüz insanlığı, varlıklar arası karşılıklı etkileşim olduğunu kabul etmemektedir. Onlara göre, varlıklar bilinçsizdirler ve insan davranışından etkilenmezler. Halbuki Benveniste deneyi, insanlarla su molekülleri arasında bir rezonans oluşturulursa, o su moleküllerinin kendileriyle rezonansta olan insanlardan etkileneceğini göstermektedir.
Bu konuların daha iyi anlaşılabilmesi için, kuantsal sistemin bedenleri nasıl etkilediğini gösteren şu videoyu izlemeniz çok yararlı olacaktır:
https://www.facebook.com/hipnozinfo/videos/1626251837386461/
Atatürk ve Dış Türkler
KEMAL’İN ÖĞRETMENLERİ
Dr. Necip HABLEMİTOĞLU
‘Gagauzyeri, Türkiye dışındaki Türkler ve Atatürk’
Atatürk’ün Dış Türklere yönelik stratejisi
Ukrayna’nın Moldova sınırındaki Bolgrad kasabasının Ortodoks mezarlığında bir Türk’ün yattığını hiç biliyor muydunuz?!. Bu bakımsız, unutulmuş, üzerini otlar bürümüş kabirde, bir dönemin bilinmeyen tarihinin, koşulsuz vatanseverliğin gömülü olduğunu yaşlı bir Gagauz’un şu ifadesinden çıkarırsınız: “Burada Kemal’in üüredicisi (öğretmeni) yatıyor!..”
“Kemal’in Askerleri”nin (Kuvayı Milliyeciler) bu ülkeyi kurtardığını bilirsiniz. Bilirsiniz de, “Kemal’in Öğretmenleri”nin, Türkiye’den bin küsur kilometre ötede ne aradığını bilemezsiniz.
Oysa, başınızı biraz çevirip, bugün Gagauz Bölgesinde K.G.B., C.I.A., K.I.P., B.N.D., M.V.R. görevlilerinin, Rus, A.B.D., Alman, Bulgar, Yunan ve hatta Norveç uyruklu türkolog, gazeteci, “serbest araştırmacı” ve papazların, bahai ve protestan misyonerlerinin ne aradığını araştırırsanız, Atatürk’ün de onu aradığını saptarsınız.
Kısaca, Türkiye’nin “ön bahçesi”nde, bir başka ifadeyle terketmek zorunda kaldığımız eski vatan topraklarında ağırlığını artırmaya çalışan Atatürk’ün, bu çabaya diğer ülkelerden en az 60 yıl önce başladığını görür, ileri görüşlülüğüne hayran kalırsınız. Sonra O’nun şu sözlerini hatırlarsınız:
“… Rusya’dan bize sığınan siyaset adamı soydaşlarımız, kardeşlerimizdir. Dünyanın gittikçe karışan ve gittikçe tehlikeli bir istikbale yönelen tutumu muvacehesinde bizim durumumuza hususi bir önem vermelerini beklemek hakkımızdır. Şunu da takdir etmeleri lâzımdır ki, Türk Milleti Kurtuluş Savaşından beri, hatta bu savaşa atılırken bile, mahkûm milletlerin hürriyet ve istiklâl davaları ile ilgilenmeyi, o dâvalara müzaheret etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının hürriyet ve istiklâllerine kayıtsız davranması elbette tecviz edilemez. Fakat milliyet davası şuursuz ve ölçüsüz bir dava şeklinde mütalâa ve müdafaa edilmemelidir. Milliyet davası, siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir ülkü meselesidir. Şuurlu ülkü demek, müsbet ilme, ilmi usullere dayandırılmış bir hedef ve gaye demektir.
O halde propagandalarda müsbet usullere müracaat etmek şarttır. Hareketlerin imkân şuurları ve sıraları mutlaka hesaba katılmalıdır.
Türkiye dışında kalmış olan Türkler ilkin KÜLTÜR meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müsbet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.” (1)
Atatürk’ün Türkiye’nin çıkarlarını herşeyin üstünde tutan, sınırları belli olmayan turancılık gibi ham hayalleri reddeden, akılcı, gerçekçi, bilimsel politikalar üretmesi gerçeğine tipik bir örnek olarak, Gagauzlara (Gökoğuzlara) yaklaşımını gösterebiliriz.
Ama önce, Atatürk’ün genel anlamda Dış Türkler için oluşturduğu strateji çerçevesindeki diğer uygulamalarını ana başlıklar halinde ortaya koymak gerekir.
Atatürk’e göre, Türkiye dışındaki Türklerin Türkiye’ye topyekûn göçü asla çözüm değildir. Dış Türkler, bulundukları ülkelerde ulusal kimliklerini koruyarak mevcudiyetlerini sürdürmelidirler.Bu temel politikanın en somut örneklerine Lozan Barış Konferansı tutanaklarında rastlamak mümkündür. Bir şekilde yurt dışından gelen Türk asıllı göçmenleri, “kaybedilmiş ülkelerimizin milli hatıraları” kapsamında değerlendiren ve gereken önemi veren Atatürk, diğer taraftan, Antlaşmaya ek “Mübadele Protokolü”nde de görüleceği üzere, İstanbul’daki Rumlara karşılık yaklaşık üç kat daha fazla nüfusa sahip Batı Trakya’daki Türklerin yerlerinde kalmalarını, bir başka ifadeyle mübadele kapsamına alınmamaları için kararlılık göstermiştir (2).
Atatürk’e göre, Türkiye dışındaki Türklerin kültürel yapılarını koruyup geliştirecek; onları bulundukları ülkelerde eşit ve rahat yaşamalarını olanaklı kılacak politikaların üretilmesi şarttır. Bu açıdan, Türkiye ile iyi ilişkiler kurmak isteyen özellikle komşu ülkelerin, içlerindeki Türk azınlığa karşı duyarlı ve saygılı olma zorunluluğunu hissetmesi sağlanmalıdır. İşte, Lozan Barış Antlaşması başta olmak üzere, komşu ülkelerle yapılan ikili antlaşmalarda Türk azınlıkların korunmasına ilişkin hükümlerin yer alması, bu politikanın bir tezahürüdür.
Hatta Atatürk, bu antlaşmalarda, Türkiye sınırları dışında yaşayan Türklerin temel insan haklarının güvence altına alınmasının yanısıra, bu topraklarda şehit düşmüş askerlerimizin kabirlerini biraraya getirmek suretiyle şehitlikler açılmasını da sağlamıştır (3).
Atatürk’ün Balkanlarda bıraktığımız -daha doğrusu bırakmak zorunda kaldığımız- Türklerin eğitim ve kültürel sorunlarına ilgisini gösteren pekçok örnek vermek mümkündür.
O’nun “Güvenlik Kuşağı” stratejisi bağlamında gerçekleştirdiği “Balkan Antantı”, “Sadabad Paktı” gibi uluslararası yapılanmaların ve de ikili antlaşmaların özünde, sadece bölgesel güvenlik değil, mütekabiliyet ilkesi ile birlikte, aynı zamanda taraf ülkelerde yaşayan Türk azınlıkların durumları da yer almıştır. Bir başka ifadeyle, Türkiye ile dost olmanın olmazsa olmaz türünden en önemli koşulunun, bünyelerindeki Türk azınlığa iyi davranmak ve gereken önemi vermek olduğunu dost-düşman bütün bölgesel ülkeler kavramışlardır.
Milli Mücadele döneminde Komintern güdümlü komünist örgütlere (Yeşilordu, T.K.P. Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası) karşı ideolojik düzeyde savaşım sürdüren ve bu kapsamda Sovyet Rusya’ya karşı mütekabiliyet ilkesi çerçevesinde politikalar üreten Atatürk, sonuçta bu örgütleri kapatırken; izlediği özgün bir strateji sonucu olarak da -Moskova Barış Antlaşmasının 8. maddesi ile- bu konuda Sovyet Hükûmeti’nin desteğini almıştır (4).
O’nun Buhara Halk Cumhuriyeti (5) ve Azerbaycan Cumhuriyeti (6) ile ilişkileri bile, Türkiye dışındaki Türklere bakışını ortaya koymaya yetmektedir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Sovyet yanlısı kişi ve örgütlere hayat hakkı tanımayan Atatürk, farklı tarihlerde Rusya’dan Türkiye’ye sığınmış Türk liderlerini ve aydınlarını sımsıcacık ilgiyle kabul etmiş, bu kadrolara son derece önemli görevler tahsis etmiştir.
Prof.Dr. Sadri Maksudi Arsal, Prof.Dr. Zeki Velidi Togan, Prof.Dr. Yusuf Akçura, Prof.Dr. Reşit Rahmeti Arat, Prof.Dr. Ahmet Caferoğlu, Ahmet Ağaoğlu, Cafer Seydahmet Kırımer, Mehmet Emin Resulzade, Mirza Bala ve daha pek çokları Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş kadroları içinde yer alırken, diğer taraftan özel izinle oluşturulan “Milli Merkezler”de dâvalarını da sürdürmüşlerdir (7).
ATATÜRK VE GAGAUZLAR
Atatürk’ün Türkiye dışındaki Türk topluluklarına olan ilgisi, siyasal ve dinsel sınırlar tanımamaktaydı.
Türklerin sarı ırktan olduğu yolundaki Batının tarihi safsatalarını çürütmek, Türk tarihini, dünya tarihi içinde olması gereken konuma getirmek için Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesini kuran; Sümeroloji dahil Anadolu uygarlıkları kapsamında ölü dilleri bile araştıracak bölümler açtıran; Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi bilimsel merkezlerin oluşumunda öncülük yapan Atatürk, müslüman olmayan Türk topluluklarına da -Türk ulusunun ve tarihinin bütünlüğü perspektifinden- özel ilgi duymaktaydı.
Örneğin, Türklük bilincine sahip olmayan Anadolu’daki Ortodoks mezhebine mensup Türklerin, kendilerini dinsel aidiyet duygusu ile “Rum” kabul ederek Lozan sonrası “Mübadele Protokolü” çerçevesinde Yunanistan’a göç etmeleri, Atatürk’ü derinden etkilemişti.
Karamanlıca -grek alfabesi kullanılarak- yazılmış İncil kullanan bu Türk soylu vatandaşlarımızı Türkiye’de bırakabilmek için, geç de olsa son bir girişimde bulunan Atatürk, Papa Eftim’e İstanbul’da bir Türk Ortodoks Patrikhanesi kurdurtmuştu. Bugün, Türkiye’nin ve Dünya Türklüğünün çıkarlarını, tüm Ortodoks merkezlerine ve de Rusya, Yunanistan, Ermenistan gibi ülkelere karşı en radikal biçimde savunan Türk Ortodoks Patrikhanesi, Atatürk’ün ilerigörüşlülüğünün ve de bilimsel temellere dayalı -duygusal olmayan- Türklük bilincinin bir göstergesi olarak varlığını sürdürmektedir.
İşte Gagauzlar, bir başka tarihsel ifadeyle Gökoğuzlar, bu patrikhanenin yönetsel dairesi içinde yer almaktaydı (8).
Dış Türkler konusunda hem Batılı ülkelerin ve hem de komşularımızın düşmanlığını çekmemek için, uygulama yerine sadece “boşboğazlık” derecesinde “Turancılık” söylemleri yapan ve böylesine görüntü çizen Türkocakları’nı kapatan Atatürk, Türkçülüğün duygusal boyutlardan çıkarılıp eylem boyutuna geçirilmesinin bir örneği olmak üzere de, kapattığı Türkocakları’nın Başkanı Hamdullah Suphi Tannöver’e yepyeni bir görev vermiştir: Türkiye Cumhuriyeti’nin Romanya Büyükelçiliği!..
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Türklük bilincinin oluşumunda inkâr edilemez hizmetleri bulunan Türk Ocakları, Cumhuriyet ile birlikte değişime ayak uyduramaması; yöneticilerinin, Türkçülüğü ölçüsüz ve duygusal söylemlerden ibaret bir siyasal rant kaynağı biçiminde kullanmaya kalkışması gibi nedenlerle kapatılmıştır ve kapatılırken de spekülasyonlara neden olmaması için esas resmi gerekçe açıklanmamıştır. Bu kapatma işlemi bağlamında, Atatürk’ün Türkçülüğe karşı olduğunu iddia etmek elbette ki mümkün değildir (9).
Nitekim, Atatürk, Türkçülüğü sadece olağanüstü söylevlerinde “terennüm eden” ama uygulamaya geçiremeyen Tanrıöver’i Büyükelçiliğe atarken, sadece kendisini taltif etmekle kalmamış; üstelik tam bir destekle, ülküsünü hayata geçirme şansını vermiştir (10).
Gagauz Türklerinin latin alfabesine geçmesine ilişkin bir U.N.D.P. Projesinde görev üstlendiğim Moldova’da, edindiğin bilgi ve belgelerin ışığında ifade edebilirim ki, Hamdullah Suphi Tanrıöver, yaklaşık elli yıllık kapkara yasakçı Sovyet döneminin sonrasında hâlâ sevgi ve saygı ile hatırlanıyor.
Bu kapsamda O, Besarabya ve Kuzey Bukovina’daki tüm Gagauz kasaba ve köylerini dolaşmıştır. Bükreş’teki Büyükelçiliğimizin kapılarını bu Ortodoks mezhebindeki soydaşlarımız için ardına kadar açmıştır.
Sefaret çalışanlarını (yerel personel) Gagauzlardan seçmiş; ardından da bölgelerinde temayüz etmiş yerel liderlerin çocuklarına öncelik vererek ilk etapta yaklaşık 40 kişilik bir öğrenci grubunu öğrenim için Türkiye’ye göndermiştir. Daha sonra bu sayı 200’ü aşmıştır. Bunların bir kısmı tekrar ülkesine dönerek toplumuna Türklük bilinci ile hizmet ederken, Türkiye’de kalanlar da anavatana hizmeti yeğlemiştir. Bu grup arasında, Ege Üniversitesi’nde Rektör Yardımcılığı yapmış emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Emin Mutaf (Georgi Mutaf), Prof. Dr. Özdemir Çobanoğlu (Vasili Çoban) gibi çok sayıda Gökoğuz Türkü bulunmaktadır (11). Rahmetli Tanrıöver, bununla da kalmayarak Romanya’daki müslüman Türk azınlığın, Gagauzlara her yönden destek vermesini de sağlamıştır (12). İşte bütün bu faaliyet programı çerçevesinde, Romanya vatandaşı gönüllü Türk öğretmenlerinin yanısıra, Türkiye’den de 80 ilkokul öğretmeni getirtilmiştir. Bu öğretmenlerin öğrencilerinden olup da hayatta olan yaşlı Gagauzların ifadelerine göre, romence ve rusça bilen bu öğretmenler, II. Dünya Savaşı’nın başına kadar bölgede görev yapmışlar. Bunların çoğunluğu savaşla birlikte Türkiye’ye dönerken, bazıları “görevleri henüz bitmediği” gerekçesiyle eğitim hizmetine devam etmişler. Ancak, Sovyet işgali ile bu öğretmenlerin tamamı “Türk Casusu” isnadı ile hep aynı cezaya, 25 yıl ağır hapis cezasına çarptırılarak Sibirya’daki toplama kamplarına gönderilmişler. Sonra, Stalin’in ölümünden sonra Kruşçev tarafından çıkarılan afla Gagauz Yeri’ne sadece biri dönebilmiş: Adı, Ali KANTARELLİ! Ölünceye kadar “Kemal”in yani Mustafa Kemal ATATÜRK’ün öğretmeni olmayı sürdürmüş; çevresindekilere Türkçe öğretmiş; Türklük bilinci aşılamış… Üç çocuğuyla dul kalan bir Gagauz kadınıyla evlenmiş; onları her Pazar Kiliseye götürdükten sonra evine dönüp müslümanlığın gereklerini yerine getirmiş. Bir başka ifadeyle, laikliğin ne olduğunu sevgi, saygı ve hoşgörü ile en kökten-dinci Ortodoks Gagauzlara da göstermiş, tek kelime ile örnek oluşturarak hayranlık uyandırmış… İşte, O’nu sevgi, saygı ve minnetle anan bir öğrencisi, Moldova Yazarlar Birliği Başkanı, Moldova eski Eğitim Bakan Yardımcısı, hayattaki en büyük ve önemli Gagauz eğitimcisi, yazarı ve halk kültürü uzmanı Nikolay BABAOĞLU’nun, ilkokul öğretmeni Ali KANTARELLİ hakkında hatırladıkları!.. Hem de orijinal Gagauz Türkçesi ve yeni kabul edilen latin harfleri ile:
“ANILARIM
Ben duudum 1928 yılda bir gagauz-türk aylesinde, kuyumuzun adıydı Tatar-Kıpçak ama bugün sadece Kıpçak deerlar. Benim soyadını Babaoğlu, adımı Kilisede Nikolay koymuşlar niçin ki annem-babam hristian dinini kullanırmışlar.
1935-cı yılda açan ben 7 yaşımı doldurmuşum beni köyümüzde ilkokula verdiler. Benim öğretmenim bir çok yalpak romen kadınıydı. Ben küçük olarak baştan romence konuşmayı hiç anlamazdım, necin ki evde içerimizde biz konuşurduk sadece gagauz Türk dilinda. Ama çocukluk fikirim keskindi gülerüzlü öğretmenimi da annemi gibi çok sevmiştim besbelli bu üzere tez-tez başladım romenceyi annama ama ikinci-üçüncü sınıflarda ben artık çok iyi romence bilirdim, yazmakta okumakta 10 hem 9 derecelerden aşaa kalmazdım. Okulumuzda birinci öğrenci sayılırdım, evde annem-babam çok kanaattılar.
Ne büyük sevinmelik oldu bizim okulumuzda açan 1937 yılda sölediler ki aftada iki dersimiz olacak türkçe. Kim bizi öğredecek, nasıl olacak hiç bişey taa bilmezdik, ama çok merak ederdik, yinanamazdık ki olur olsun ders bizim ana dilimizde.
Eylül ayın birinde başlardı eni okul yılı. Bu günde Kıpçak okulun meydanında bizi okul öğrencilerini (bir 100-150 kişi) hepsimizi dizdilar kare. Bu karenin ortasında vardı 4-5 romen öğretmenleri, angılarını biz artık bilirdik tanırdık ama onnarın aralarında vardı bir da eni gene bize yabancı bir adam. Giyimliydi o cateni elbiseylen, başında vardı geniş kenarlı Avrupa şapkası, saa elinde asılıydı bastonu. Karede çocukların arasında başladı gezmea laf çünkü bu adam gelmiş Türkiyeden de bizim türkçe öğretmenimiz olacakmış. O romen öğretmenlerin yanında konuşurdu romen dilinde. Ben o zaman düşündüm: Sanki o nasıl bizi türkçe öğredecek, açan o kendisi sadece romence konuşuyor… Ama okul yılın başlangıç yortusu geçti da biz başladık derslerimizi. Sınıfımızın kapusuna derslerin programını asmıştılar. Benim üçüncü sınıfımda salilarda hem cumaalarda yazılıydı birer ders türk dili. Okulumuzda hepsi çocuklar sadece bu eniliyi konuşurdular işittik ki ikinci sınıfta pazaertesi artık türk dili olmuş, eni ögredici söylemiş kendi adını demiş uşaklara, ki onunla olur öle konuşmaa nice evde annelerimizlen konuşuyoruz… Geldi sali günü ikinci dersimiz türkçe, nasıl meraklan beklerdik zil calsin, erleştiydik sıralarımıza beklerdik, ama aramızda vardı bir en huluz ürencimiz Kocabaş Koli o kapu aralığından bakardı gelecek mi. Bir da o hızla kaçtı erina ge-li-yor!
Girdi içeri eni öğretmen, biz hepsimiz askerde gibi kalktık ayaa, beklerdik hergünkü alışılmış selamı “Buna ziua”, amma işittik eni selamı o dedi Günaydın. Biz bilmezdik nasıl cevap edelim, ama o başladı bizimlen çok annaşılmış evdeki dilimizde konuşmaa:
Çocuklarım, dedi o, eter ayakça durdunuz, oturunuz, aramızda, sevinmelikten mi yoksa şaşmaktan mı bir gülüş koptu. Öğretmen devam etti gülmeyin dedi ben size türkçe selam verdim “Günaydın”. Ben de Nikolay Babaoğlu sayılırdım sınıfımızda en açıkgözü hiç utanmadaan sordum:
– Ama biz bilmeriz nasıl selamınıza cevap verelim:
– Siz de deyin “Günaydın” da hemen oturun. Hade eniden tekrar edelim bunu. Kalkınız, ben deyecem Günaydın siz de cevap ediniz. Kalktık:
– Günaydın, çocuklar. Biz de:
– Günaydın!
– Bana deyeceniz “Bay öğretmen” bunu o yazdı tebeşirlen taftamıza, biz de yazdık teflerimize. Sonra söyledi ki o bizim türk dili öğretmenimiz, sordu bizim sıraylan isimlerimiz, taa sora taftaya yazdı türk dilin alfabesini o pek az ayırıhrdı romen alfabesinden. Ö, ü kelemelerin altını çizdik. Öğretmen dedi ki bir aftadan sonra türkçe kitaplar gelecek de başlayacaaz türkçe okumaa. Ama bu ilk dersimizde sadece konuştuk. Bay öğretmen söyledi ki kitaplarımız türkiye memleketinden demir yoluyca gelecekler, ki bu kitapları bize türkiye prezidenti Kemal paşa Atatürk hediye göndermiş. Taa sora o gösterdi haritada nerede Türkiye bulunuyor, anlattı ki orada insanlar hepsi bizimce türkçe konuşuyorlar. Bize öğretmenimizin her bir sözü çok meraldi gelirdi. Düşünürdük acaba nasıl öle bir bütün memleket sadece türkçe konuşuyor…
(.....)
Onlar, “Kemal’in Öğretmeni’ydiler!… Gözlerini kırpmadan gösterilen Türk toprağına gitmişler, hayatları pahasına görevlerini sürdürmüşlerdi.
Tıpkı şimdilerde Güneydoğu’da PKK’lı teröristlerce şehit edilen genç meslekdaşları gibi!..
Ama Ali Kantarelli öğretmenin dışındakilerin ne adları ne de kabir taşları var!.. Ne giderken sormuşlar, ne de Tanrı cennetine uçmağa varırken!.. İlgi ya da hatırlanmayı bekliyorlar mı? Sanmıyorum, çünkü onlar Türklüğe hizmet yolunda ulaşabilecekleri en üst mertebeye ulaşmışlar. Ama yine de siz lütfen gözlerinizi kapatıp buz gibi soğuk bir ülkede başında haç dikili bir kabir hayal edin ve içindeki şehitlerimize Ulu Tanrı’dan sonsuz rahmetler dileyin!..
Bir de gönül pınarınızdan süzülüp, kalp gözünüzden dökülecek sımsıcacık şükran ve sevgi dolu bir damla yaş!.. Hepsi o kadar.
Evet, bir gün yolunuz Gagauz Yeri’ne düşerse, Çadır, Vulkaneşti, Taraklı gibi şehirlerde ve Kıpçak, Baurçi, Tomay gibi köylerde Gagauz soydaşlarımızın tertemiz Türkçelerini duyup bize olan duygusal yakınlıklarına tanık olduğunuzda artık bilirsiniz ki, bu bölgelerde “Kemal’in Öğretmenleri” görev yapmışlardır. Onların ulaşamadıkları Komrat ve çevresinde ise anadilini konuşamayan, ruslaşmak üzere olan Gagauzları gördüğünüzde ise en büyük Türk Atatürk’ü minnet ve hayranlıkla anarsınız.
Ve kendi kendinize sorarsanız, 2000’e bir ay kala, Türkiye Cumhuriyeti, hem de bu kalkınmışlık ve eğitim düzeyinde Gagauzlara rusça ve romence bilen kaç ilkokul öğretmeni gönderebilir? İşte Atatürk farkı!..
O, Türkiye dışında yaşayan Türklerin sorunlarına hiç ama hiç duygusal bakmadı; hele hele hiç “ben Turancıyım” demedi; istismara yeltenmedi; bunun için de dünyanın kin ve nefretini üstümüze çekmedi, çektirmedi. Son derecede akıllıca, sessizce, Türkiye’nin konumunu ve kaynaklarını riske atmaksızın gerçekçi bir strateji oluşturdu ve izledi.
Örneğin, Hatay’a görevlendirdiği fedailerin başarılarını izledi ama sonucunu göremeden uçmağa vardı. Ve O, Tanrı cennetine ulaştığında, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya gibi ülkelerdeki Ali Kantarelli gibi nice “Kemal’in Öğretmeni” unutuldu, gitti. Bugün onların ve ailelerinin çektikleri acıyı ve hasreti lütfen yüreklerinizde hissetmeye çalışın ve bu fedakâr akıncı vatan evlâtları için bir fatihayı esirgemeyin!..
Dipnotlar:
1. Atatürkçülük III-Atatürkçü Düşünce Sistemi (Haz. Genelkurmay Başkanlığı), (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayını, 1997), s. 30.
2. Reha Parla, Belgelerle Türkiye Cumhuriyeti’nin Uluslar arası Temelleri: Lozan-Montrö, (Lefkoşa: 1985), s. 72-77 ve 101.
3. Yalçın Özalp, Yurt Dışındaki Türk Şehidlikleri, (Ankara: A.Ü.T.İ.T.E. yayınlanmamış doktora tezi, 3 C, 1987).
4. 16 Mart 1921’de imzalanan Moskova Barış Antlaşması’nın 8. Maddesine göre, Türkiye ve Rusya, kendi topraklarında birbirleri aleyhine faaliyet gösteren kişi ve örgütlere hayat hakkı tanımayacaklardır. Buna göre, Mustafa Kemal Paşa, Rusya’daki “Heyet-i İlmiye”ye dahil B.M.M. üyesi milletvekilleri dahil ilgili istihbarat görevlilerimizi geri çekmiş; Sovyet Rusya da, Komintern’e bağlı olarak faaliyet gösteren Yeşilordu, Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası ve Hafi Türkiye Komünist Partisi gibi örgütlerin kapatılmasını onaylamıştır. Antlaşmanın akabinde, Atatürk tarafından muvazaalı olarak kurulmuş olan resmi T.K.P. de kapatılmıştır. Bu partinin kurucularının İsmail Suphi, Mahmut Esad gibi “Türkçü” ve Mustafa Kemal Paşaya bağlılığı ile tanınan kişiler arasından seçilmiş olması manidardır. Bunlardan Burdur mebusu İsmail Suphi Beyi, daha önce Türk Yurdu dergisinde yazdığı Türkbirlikçi yazılarından tanıyoruz. Mahmut Esat Bey de daha sonra “Bozkurt” soyadını alacak ve Türk Devriminin esaslarını yeni nesillere öğretecek programda önemli görevler üstlenecektir. Moskova Barış Antlaşmasının tam metni için bkz. İsmail Soysal, Tarihçeleri ve Açıklamalan ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal Andlaşmalan, I. Cilt, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayını, 1983), s. 27-38.
5. Buhara Halk Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Osman Hoca’nın önderliğinde B.M.M. Hükümeti’ne teslim edilmek üzere Sovyet Hükümeti’ne verilen 100 milyon altın rublelik para yardımı hakkında, Mustafa Kemal Paşa’nın B.M.M.’nde Buhara Elçilerinin de katıldığı oturumda yaptığı konuşma metni, “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”nde mevcuttur. Ayrıca geniş bilgi için bkz. İdari Faaliyetler, (Ankara: Genel Kurmay Başkanlığı ATAŞE Yayını, 1975), s. 173 vd.; Osman Kocaoğlu, “Rus Yardımının İçyüzü”, Yakın Tarihimiz, I, s. 101; Prof.Dr. Ergun Aybars, Türkiye Cumhuriyeti I, (İzmir: Ege Üniversitesi Yayını, 1984), s. 327-29 ve 373-76; Enver Behnan Şapolyo, “Atatürk ve Üç Kılıç”, Türk Kültürü, 4, 37: 84-87; Prof.Dr. İbrahim Yarkın, “Buhara Hanlığı’nın Sovyet Rusya Tarafından Ortadan Kaldırılması ve Buhara Halk Cumhuriyeti’nin Kuruluşu”, Türk Kültürü, 7, 76: 297-303. Mustafa Kemal Paşa, Buharalı soydaşlarımızın bu çok önemli ve anlamlı jestine karşılık, Buhara’da Büyükelçilik açılmasına karar verdi. Bu göreve Ruşen Eşref (Ünaydın) Beyi, Maslahatgüzarlığa da Rahmi (Apak) Beyi getirdi. Buhara Halk Cumhuriyeti’nin Kızılordu tarafından işgali öğrenilince, sefaret heyetimiz Batum’dan geri döndü.
6. Mustafa Kemal Atatürk’ün Azerbaycan’daki gelişmelerle ilgili olarak askeri istihbarat raporlarının yanısıra, B.M.M.’nin Bakû’daki Mümessili Memduh Şevket (Esendal) ve diğer görevlilerle birlikte Dr. İbrahim Tali (Öngören), Dr. Rıza Nur, Bekir Sami, Enver Paşa’nın yaverlerinden ve de amcası Halil Paşa’dan da önemli bilgiler içeren raporlar aldığı ve dolayısıyla da bölgedeki tüm gelişmeleri yakından takip ettiği anlaşılıyor. Bu arada Azerbaycan Temsilcilerinden Mehmet Haşim Beyin, İstanbul’da M.M. (Müdafaa-i Milliye) Grubunun yanısıra, B.M.M. İstanbul İstihbarat Şubesine sunduğu raporların asılları, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Arşivinde (39/16670 vd.) bulunmaktadır. Memduh Şevket Beyin Bakû’daki faaliyetleri hakkında geniş bilgi için ayrıca bkz. Bilâl Şimşir, Bizim Diplomatlar, (Ankara: Bilgi yayını, 1996).
7. “Milli Merkezler”, ilk olarak İttihatçılar döneminde “Teşkilât-ı Mahsusa”ya bağlı olarak kurulmuştur. Bu yapılanmayı daha sonra Türkiye Cumhuriyeti döneminde M.A.H. aynen devralmıştır. “Milli Merkezler”, günümüzde de azalan bir etkinlik kapsamında varlıklarını sürdürmeye devam etmektedirler. Milli merkezlerin tarihçesi hakkında geniş bilgi için bkz. Necip Hablemitoğlu Arşivi, M.M. Klasörü, D.l-2, B.l-9.
8. Türk Ortodoks Patrikhanesi’nin Ruhani Lideri olan Başpatrik Dr. Selçuk Erenerol, Türklük ve vatandaşlık bilincinde inanç ayrımı yapmayan Atatürk’ün özlemini duyduğu ideal bir Türktür, Cumhuriyet aydınıdır. Türkiye’nin ve Türklüğün çıkarları doğrultusunda üzerine düşeni en mükemmeliyle yapan müstesna bir din adamıdır. Türkiye’nin diplomatik yollardan Gagauzlar, Çuvaşlar, Yakutlar gibi Türk asıllı Ortodoksların bu Patrikhaneye fiilen bağlanmasını mümkün kılacak girişimlerde bulunması gerekmektedir. 1995 Eylül’ünde, 20 Gagauz okul müdiresinin T.İ.K.A. kanalıyla Ankara’ya geldikleri; burada Gazi ve Hacettepe Üniversitelerine mensup bazı öğretim elemanları tarafından İslâmiyet propagandası kapsamında aşağılandıkları, hakaret ve tehdit gördükleri; Kişinev ve Çadır Lunga şehirlerinde fethullahçıların yönetiminde iki kolejin faaliyet gösterdikleri dikkate alınacak olursa, bu iki küçük örnekten bile Atatürk Türkiyesi’nin nereden gelip nereye götürülmeye çalışıldığı anlaşılır. Sorunun çözümü için önce tarihsel açıdan Atatürk’ün Dış Türklere yönelik stratejisinin günümüze adaptasyonunun sağlanması, sonra da Türk Ortodoks Patrikhanesinin bu strateji içindeki konumunun güçlendirilmesi ve fonksiyonlarının arttırılması gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, laiklik, Türklük bilincinin kökleşmesinin yegâne teminatıdır. Patrikhane’nin kuruluş çalışmaları hakkında geniş bilgi için bkz. Dr. Esat Arslan, “Kurtuluş Savaşında Yunan-Fener Patrikhanesi Birlikteliğine Karşı Örgütlü Bir Yaklaşım”, A.Ü.T.l.T.E. Atatürk Yolu, 8, 15: Mayıs 1995, s. 407-442.
9. Türkocakları’nın kapatılması hakkında kısmi bilgi için bkz. Adile Ayda, Sadri Maksudi Arsal, (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayını, 1991), s. 164 vd.
10. Hayatının sonuna kadar Türklük ülküsüne bağlı kalan ve Mustafa Kemal Atatürk’ün yanından ayrılmayan Hamdullah Suphi Tannöver’in hayatı ve faaliyetleri için bkz. Dr. Fethi Tevetoğlu, Hamdullah Suphi Tanrıöver, (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayını, 1966); Bilal Şimşir, Bizim Diplomatlar, (Ankara: Bilgi Yayını, 1996), s. 446-457.
11. Türkiye’de kalmayı yeğleyen Gagauz öğrencileri arasında, İ.T.Ü.’den emekli olan Prof.Dr. Osman İkizli (Kubeli-Anatoli İkizli), Fransızca Öğretmeni Mete Kargalık (Komratlı-Dimitri Kargalık), Öğretmen Selma Sakallık (Kubeli-Ksenya Sakallık), İ.Ü.’nden emekli olan matematikçi Prof.Dr. Selma Öztürk (Vulkaneştili-İrina Bulgar), Op.Dr. Erol Biricik (Komratlı-Mina Vasilioğlu), Öğretmen Deniz Kapsız (Kirsovalı-Lidya Kapsız), İnşaat Müh. Ergin Mutaf (Komratlı-Evgeni Mutaf), Veteriner İskender Akkerman (Satılık Haci Köyünden – Aleksandr Draganof), Ziraat Müh. Dr. Güngör Karel (Kubeyli-Georgi Volontir), Kanada-Edmonton’da Ziraatçı Prof.Dr. Rüstem Aksel (Kubeyli-Leonid Gagauz), Fransızca Öğretmeni Orhan Bucak (Kongazlı-Tulba Meti), Veteriner Aksel Alant (Baurçili-Simeon Terzi), Kanada’da Veteriner Aynur Aksel (Kubeyli-Akkulina Raynova), İşadamı Yusuf Sakallı (Kubeyli-İvan Sakallı) ve daha pek çokları bulunmaktadır. Moldova’daki Gagauzlar, gurur duydukları, kendilerini Türkiye’ye bağlayan köprüler olarak nitelendirdikleri bu vatandaşlarımızın Türkiye’deki yeni ad-soyad ve meslek-adres bilgilerine -hem de komünizmin en baskıcı dönemlerinde- ulaşmayı başarmışlar. Kendileri ile temas kurmayı denediğimde, mevcut listede yer alanların yarısına yakınının vefat ettiğini üzülerek tespit ettim. Aynı şekilde, Moldova’ya dönenlerin hiçbirinin hayattta olmadığını bizzat yerinde müşahade ettim. Bu çalışmalarımda yardımcı olan Sayın İvan Volontir ile Sayın Nikolay Babaoğlu’na şükran borçluyum.
12. Bükreş Büyükelçimiz Tanrıöver, Kuzey Dobruca’da ağırlıklı olarak yaşamakta olan Türk azınlığı arasındaki küçük sorunları (Tatar-Türk ayırımı gibi) gidermekle işe başlamış. Eski tarihlerde Kırım’dan göç etmiş olanların Kıpçak Türkleri olduğunu, Anadolu’dan gelenlerinse Oğuz Türkleri olduğunu taraflara anlatmış ve ikna etmiş. Daha sonra Romanya’daki Türk azınlığa ait gazete ve dergilerde, Gagauz Türkleri lehine yazı ve haberlere yer verdirerek, gerek ekonomik ve gerekse eğitim açısından çok geri bulunan bu otantik Türk topluluğu için yardım kampanyaları açtırmış. Gerek Kişinev’deki Gagauz Kütüphanesi’nde, gerek Ankara’daki Milli Kütüphane’de ve gerekse kişisel arşivimde mevcut periyodiklerde (“TÜRK BİRLİĞİ”, “YILDIRIM” gibi), “Gagauzlar: Arıkan Türkler”, “Hristiyan Türkler”, “Türk Gagauzlar”, “Gagauzların Aslı” gibi dikkat çekici başlıklar altında çok sayıda haber, yazı ya da etnografik ve de tarihsel nitelikli araştırmalara rastladım. Tanrıöver’in Büyükelçiliği döneminde (1931-1944), özellikle 1935-1939 yılları arasında yoğunlaşan Türk Devleti’nin ilgisi, uzun bir aradan sonra, ancak Sovyetler Birliği’nin dağılması ve akabinde Moldova’nın bağımsızlığına kavuşmasından sonra yeniden mümkün olabildi. Buraya gönderilen ilk Başkonsolosumuz Sayın Ender Arat, Gagauz azınlığın, ayrılıkçı Rus (Bender-Tiraspol) hareketine alet olmasını, dolayısıyla Türk kanı akıtılmasını önledi; Gagauzların kültürel ve sınırlı yönetsel özerkliğe sahip olmalarında büyük rol oynadı. Gagauzların özlem ve saygı ile hatırladıkları ve Tanrıöver ile özdeşleştirdikleri bu eski Başkonsolosumuz, halen Viyana’da Büyükelçi olarak mesleki yaşantısını sürdürmektedir.
13. Nikolay Babaoğlu’nun elyazısı notlarının tıpkıbasımı için bkz. Dr. Necip Hablemitoğlu, “Atatürk ve Dış Türkler (1)”, Kırım, 6, 21: Ekim-Aralık 1997, s. 3-13.
Dr. Necip HABLEMİTOĞLU
Yeni Hayat, 1999 Kasım
Şark Meselesi, Yaşar Nuri Öztürk
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk
*
Yaşar Nuri Öztürk, günümüz Türkiye'sinin en ünlü ilahiyatçısı ve laik-reformist bir İslam'ın öncü teorisyenidir.
Die Zeit
Laiklik'in İlkesinin Hizmeti - Yaşar Nuri Öztürk
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk
*
Yaşar Nuri Öztürk, günümüz Türkiye'sinin en ünlü ilahiyatçısı ve laik-reformist bir İslam'ın öncü teorisyenidir.
Die Zeit
Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,
Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.
Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!
Ne mutlu Türküm diyene!.
Bunları Biliyor muydunuz?
* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”
* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,
* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,
* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,
*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,
* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,
* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...