CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

Ey Türk Gençliği, Yapacağimiz İş Daha Güçlü Bir Türk Devleti İnşa Etmek,

Prof. Dr. Nurullah Çetin, (*) diyorki:

  
Büyük Türk Atatürk’ün dehasının tezahürlerinden biri daha bugünlerde ortaya çıkmış durumdadır. Başbuğ, Gençliğe Hitabe’sinde diyor ki, “Bir gün, istiklâl (bağımsızlık) ve Cumhuriyet'i müdafaa (savunma) mecburiyetine düşersen, vazifeye (göreve) atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin (durumun) imkân ve şerâitini (şartlarını) düşünmeyeceksin!”

Bugün Türkiye’mizde Türk düşmanlığına dayalı etnikçi siyaset oyunları oynanıyor. Türk’süz anayasa çalışmaları ile, Türk milletinin egemenlik hakkının PKK adlı eşkıya örgütüyle pazarlıkla paylaşım tezgâhlarıyla, siyasetimizden kültürümüze, ekonomimizden ordumuza kadar bütün bağımsız millî değerlerimiz, tam teslimiyetçi bir ruhla gâvura teslim ediliyor. Bütün bunların sonucu olarak istiklâlimizin yok edildiği, millî Türk devletimizin bize özgü yerli ve millî bütün kurumlarımızın tasfiye edilerek cumhuriyetimizin yıkım çalışmalarının hızlandığı bir dönemdeyiz. O halde Gençliğe Hitabe’yi yeniden okumak ve günümüz şartlarına uyarlamak durumundayız.


Türk milleti ve onun en dinamik unsuru olan Türk genci, kendi vatanında sömürge, köle, esir olmamak, bağımsızlığını, istiklâlini korumak ve savunmak için içinde bulunduğu şart ve imkânların elverişli olup olmadığını düşünmeyecektir. Zira ataları, şart ve imkânlara esir olan imansız pozitivist ve determinist değillerdi. Onlar, bütün şart ve imkânları da yaratan bir tek Allah’a inanıyorlardı. Sadece O’na inandıkları için üstündüler. “Eğer inanıyorsanız üstünsünüz…” (Al-i İmran, 139) 


Türk genci, gücünün azlığına çokluğuna bakmayacaktır. İmkânsızı mümkün kılmak için var gücüyle Türk vatanında bağımsız ve hür Türk olarak yaşama kararlılığını ortaya koyacak ve bunun gereği neyse onu yapacaktır. Zira Atatürk ve arkadaşları şanlı ve destanî Millî Mücadele’yi en zor şartlar altında, en uygunsuz şartlarda, imkânsızlıklar, yokluklar içinde verdi ve başardı. Demek ki mühim olan güç, imkân ve şart değil; imandır, inanmaktır, Allah’a ve kendine güvenmektir. 


Büyük Millet Meclisinde Millî Mücadele’nin tam ortasında yılgınlık gösteren milletvekillerine hitaben Atatürk şöyle dedi: 


“Arkadaşlar, işittim ki, bazı arkadaşlar yoksulluğumuzu bahane ederek memleketlerine dönmek istiyormuş. Ben kimseyi zorla Millî Meclise davet etmedim. Herkes kararında hürdür. Bunlara başkaları da katılabilir. Ben o takdirde, asker Mustafa Kemal mavzerini eline alır, fişekliklerini göğsüne dizer, bir eline de bayrağı alır, Elmadağı’na çıkar, orada tek kurşunu kalıncaya kadar vatanı müdafaa eder, kurşunlarım bitince bu aciz vücudumu bayrağıma sarar, düşman kurşunlarıyla yaralanır, temiz kanımı kutsal bayrağıma içire içire tek başıma can veririm. Gelecekte ‘Burada can verenler vatanlarını kurtarmaya çalışanlardır’ diye yazılı bir taşa sahip olunabilirse mükâfatlarını bulmuş olurlar!”


Destansı Millî Mücadelemiz, her türlü yokluğa, yoksulluğa rağmen, şartların, ortamın, durumun en zor ve sıkışık olduğu dönemde verildi. 1911 Trablusgarp, 1912 Balkan, 1914 Birinci Dünya paylaşım savaşına girmiş, hepsinden yenik çıkmış bir millet idi. Taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmamıştı. 13-14 yaşlarında erkek çocuklarımız bile cepheye sürülmüştü. Millî Mücadeleye atıldığımızda ordularımız dağıtılmıştı, para yok, silah yok, ekmek yok, elbise, potin yoktu ama bir tek şey vardı: 


İman!.  

Dedelerimiz bu en büyük hazine olan imanla istiklâlini korumak ve kendi bağımsız cumhuriyetini kurmak azmindeydi. Bu büyük azmin önünde hiçbir engel, hiçbir olumsuzluk, hiçbir kötü durum duramadı. Kuva-yı Milliyeci atalarımız, içinde bulundukları en kötü şartları, imkân ve şartların olabilecek en kötü seviyesini de gördüler ama ona bakmadılar. Onlar, görünen imkân ve şartlara, yani fiziksel şartlara, yani görünen maddi sebep ve şartlara inanan ve ona göre hareket eden imansız pozitivistler, görünen fiziksel şartlara esir olan zavallı deterministler değillerdi. Onlar “inanıyorsanız üstünsünüz” ilkesine tereddütsüz iman etmiş istiklâl fedaileri idi.

Ama bugün, o kutlu İslâm mücahitlerinin torunlarının zihinleri, bilinçleri esir alındı. Sayısız televizyon, sayısız gazete, sayısız uzman azman, sayısız siyaset çığırtkanı ile zihinleri, kafaları, ruhları, özgüvenleri alabora edildi. Türkiye’yi Türksüzleştirmek ve Türk milletini istiklâlinden yoksun bırakmak isteyen dış emperyalist odaklar ve onların iç yardakçıları, öyle bir hava oluşturdular ki, tek çare ve tek çözüm onların dayattıkları idi. Bu tamamen psikolojik, zihinsel ve sanal bir esaret kafesidir. İşte Atatürk’ün Türk gençliği, bu kafesi paramparça etmek zorundadır.


Bugün bombardımana maruz kaldığımız yoğun propaganda şudur: Anayasadan Türklüğü çıkarın, Türk’üm demeyin, hepimiz Ermeniyiz deyin, filanım deyin, Türk millet birliğini etnik, mezhepsel ve coğrafi özelliklerine göre paramparça edin, vatan topraklarını bütün kaynaklarıyla birlikte gâvura satın, bağımsız siyasi karar almayın, kendi millî İslamî kültürel yapılarınızı yok edin, kaynak ve para yönetiminizi gâvura verin, Atatürk’ün kurduğu millî Türk devletini yani cumhuriyeti yıkın, parçalayın, ülkeyi karmakarışık kozmopolit bir çorbaya döndürün.


Bugün uygulanan politika, yapılan işler, sürüklendiğimiz uçurum siyasi, kültürel, ekonomik, askerî istiklâlimizi yok etmek ve Atatürk’ün büyük projesi millî Türk cumhuriyetini yerle bir etmektir. 


Şeytanların projesi ne kadar karanlık, ne kadar boğuntulu, ne kadar ümit kırıcı olursa olsun, istiklâline, milliyetine ve dinine tam inanmış Kuva-yı Milliye torunları birlik, bütünlük, kararlılık, azim ve sebat içinde çok kuvvetli bir umut ışığı yaktıkları takdirde, koyu karanlıklar birden bire şaşkınlık içinde panikleyecektir.


Bugün Türk gençliğinin yapacağı bir tek şey var: Liberal faşistlerin, Türk’ten intikam peşindeki Ermeni ırkçılarının, PKK’cı etnik ırkçıların, PKK’nın gizli müttefiki İslamcı görünümlü ibişlerin kendi üzerinde kurduğu propaganda ağını paramparça etmektir. Yüzde yüz yerli, yüzde yüz millî ve yüzde yüz İslamî bir ruh kuşanarak her alanda tam istiklâlci bir şuur, bilgi ve bilinç direnişi ile Türk milletini uyandırmak, aklını başına getirmektir. Millî Türk devletinin gevşetilmiş bütün unsurlarını yeniden tahkim ederek daha güçlü bir Türk devleti inşa etmek, yok oluşumuzu hazırlayan bütün bölünme projelerine karşı, yeniden var oluşumuzu kuvvetlendirecek büyük Türk-İslam birliği bütünleşmesiyle oyunu bozmaktır.  


Yapılacak iş
, kırmadan dökmeden, demokratik, hukukî, kanunî sınırlar içinde Türk milletini bilgilendirmek ve bilinçlendirmektir. Kurtuluşun zemini budur. Bu yapılmadığı için bu hâldeyiz. Bu yapılmadığı için sadece şikâyet ediyoruz, ya da netice vermeyecek hayalî senaryolar peşindeyiz. Bugün milliyet şuurunu koruyan Türk’ün elinde televizyonu yoksa, gazetesi yoksa, şu imkânı, bu şartı yoksa çocuğuna, eşine dostuna, arkadaşına, akrabasına anlatacak gücü demi yok? Atatürk’ü, Kuva-yı Milliyeyi, Millî Mücadeleyi yeniden okuyun ve dirilin, şikâyet edip sızlanmayın. Kıyama durun ey ehl-i vatan!.. 



20 Şubat 2013
(*) http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12004754

.

RTE' a "Yılbaşı Hediye Sepeti" ?!



BUSH’TAN ERDOĞAN’A MESAJ: İNCİL’DEKİ 7 ÖLÜMCÜL GÜNAHI İŞLEDİN! 

Tayyip’in 7 ölümcül günahı?! 
Yer; Ankara... 
Günlerden; çarşamba.... 
Zaman; ikindi vakti... 

Bir avukat dostumun, “Yeni Dünya”dan ziyaretçileri vardır. 
Sohbet, Erdoğan’ın son ABD ziyareti üzerinde hararetle devam etmektedir. 

ABD’li uzman arkadaşıma dönüp, şöyle der: 
“Her şey sizin medyanın gösterdiği gibi toz pembe değil! 
Türk gazeteleri, gezi iyi geçti diye yazıyor; ama gerçekler çok farklı!” 

Bunun üzerine avukat dostum “Ne gibi?!” diye sorar. 

ABD’li uzman, “Burasını iyi dinle” der ve sözlerine şöyle devam eder: 
“Erdoğan, 50 dakikalık Beyaz Saray ziyaretinin, 30 dakikası Başkan Bush’u beklemekle geçirdi. 
Geriye 20 dakika kalıyor. 
O sürede de Oval Ofis’e geçildi, davetsiz misafir ‘At sineği’ öldürüldü, ardından medyaya poz verildi. 
Ziyarette hal hatır sormanın dışında, hiçbir şey konuşulmadı. 
Net görüşme süresi, tercümeler dahil 7 dakika!” 

Avukat dostum, bunun üzerine misafirinin sözünü keser. 
Çekmecesinden bir yazı çıkarır! 
Bush-Erdoğan görüşmenin ertesi günü Milliyetçi İnsiyatif’te yayınlanan “Yedi?!” başlıklı yazımı muhatabına uzatır. 

Yayınlanış tarihine işaret ederek, “Biz görüşmenin kaç dakika geçtiğini biliyoruz, siz tam olarak bunlardan desteğinizi çektiniz mi, ondan haber verin!” der. 

Bu defa da, aldığı cevap karşısında şaşırma sırası arkadaşıma gelmiştir. 
Çünkü ABD’li konuğun cevabı bir hayli nettir: 
“Her şey 7 dakikanın içinde gizli. 
Bundan daha net ne mesaj bekliyorsunuz, anlamadım!” 

NEDEN, NET 7 DAKİKA?! 
Nitekim... 
Beyaz Saray’da, Bush-Erdoğan görüşmesinin ardından “diplomasi koridorları”na sızan bilgiler de aynı mahiyetteydi! 
Israrla görüşmenin “Net 7 dakika” sürdüğünün altı çiziliyordu! 

Ankara’da, güvenlik bürokrasisinden dostlarımla görüştüğümde de, karşıma aynı rakam çıkıyordu: 
“Net 7 dakika!” 

ABD Dışişleri Bürokratları da Erdoğan-Bush görüşmesi ile ilgili yaptıkları değerlendirmede de, nazikçe aynı hususun altını çiziyorlardı: 
“Net 7 dakika!” 

Avukat dostumu ziyaret eden ABD’li misafirler de, aynı rakama dikkat çekmişti: 
“Net 7 dakika!” 

Ha “7” ha “20”, ha “50” ne fark eder ki?! 
Büyüklük küçüklükten öte, önemli olan işlev değil mi?! 

Acaba, “At sineği”nden sonra, “Net 7 dakika”nın altında da “Da Vinci’nin Şifresi” gibi bir başka mesaj mı gizli?! 

Bu kadar dar zaman aralığında, art arda not düşülen “Net 7 dakika” sözleri, bir raslantı olmasa gerek! 

Al Capone yasası, burada da işliyor! 
“Mutlaka bunun içinde bir mesaj gizli olmalı?!” 

O halde mesaj neydi?! 

Beyaz Saray, Erdoğan’a “At sineği” ile “Bize yapıştın, sürekli taciz edip rahatsız ediyorsun, midemizi bulandırıyorsun” derken... 

“Net 7 dakika” ile de İncil’de bahsi geçen “7 Ölümcül Günah”a atıf yapıyor olmasındı?! 

Yeni Ahit’te “7 ölümcül günah” şöyle sıralanır: 
1- Oburluk 
2- Açgözlülük 
3- Tembellik 
4- Şehvet 
5- Kibir 
6- Öfke 
7- Kıskançlık 

ABD’yi, “Evangelist” olduğunu açıklayan, koyu dindar bir Başkan’ın yönettiği düşünülecek olursa, “Net 7 dakika” mesajı daha bir önem kazanıyor! 

David Fincher’ın yönettiği, başrollerini Morgan Freeman ve Brad Pitt’in oynadığı “7/Seven” filmini izleyenler hatırlayacaktır. 

“7” filminde “7 ölümcül günah”ı işleyenleri, kendi yöntemleriyle öldüren bir seri katil ve onun peşindeki iki polis dedektifinin çabaları anlatılıyordu! 

Beyaz Saray da diplomasi koridorlarına “At sineği” ile birlikte sızdırdığı, “Görüşme net 7 dakika sürdü” mesajı ile Başbakan Erdoğan’a “Bizim için önemli 7 günah işledin, şimdi de cezasını çekeceksin!” demek istemiş olabilir mi?! 

Neden olmasın?! 

Çünkü son günlerde Ankara ve İstanbul’da dolaşan bazı ABD’li ziyaretçiler, görüşmenin ısrarla “Net 7 dakika” sürdüğünün altını çiziyorlar. 

O halde, Erdoğan’ın ABD’yi kızdıran günahları neler olabilir?! 

İşte, Washington’dan Ankara’ya yansıyan Erdoğan’ın “7 Büyük Günahı”YEDİ BÜYÜK GÜNAH!? 

1- Oburluk: 
Belediye Başkanlığı döneminden kalma kötü alışkanlıklarını, Başbakanlık görevine geldiğinde de sürdürdün. 
Belediye Başkanı olmak ile Başbakan olmak arasındaki farkı anlayamadın. 
Akçeli ihalelerden gözünü alamadın. 
Rant getiren işlerin peşini bırakmadın. 
Yedikçe şiştin, şiştikçe göze battın! 
Biz seni hızlı icraat yapabilesin diye iktidara güçlü getirdik! 
Ama sen “obur”luğun yüzünden sürekli taviz verir duruma düştün! 
Bıraktık Türkiye’yi kabinene bile hakim olamadın. 

2- Açgözlülük: 
Sana verilenle, verdiklerimizle yetinmedin. 
Daha fazlasını istedin. 
Verdiklerimize karşılık bir de bizimle pazarlık yapmaya kalktın. 
“Açgöz”lülük yaptın. 
Senin iktidara gelmen için bizim yaptığımız çalışmaları küçümsedin. 
Ucunu gördüğün her hediyenin peşinde koştun! 
Dokunulmazlık zırhına fazla güvendin! 

3- Tembellik: 
3 Kasım seçimlerinde, AKP’nin iktidara gelmesi için çok çaba sarf ettik. 
Sana neredeyse dikensiz gül bahçesi içinde bir Başbakanlık koltuğu hediye ettik. 
Muhalefetinden TÜSİAD’a, TOBB’a, medyaya, sivil-asker bürokrasiye dek senin icraat yapman için tam anlamıyla büyük bir konsensus sağladık. 
Ama sen tüm bunları gözardı ettin. 
İşleri savsakladın. 
Hediye peşinde koşturmaktan, bize verdiğin sözleri tutmaya sıra gelmedi! 
Tembellik ettin. 
Bu desteğin ilahinahiye süreceğini zannettin. 
Enerjini yanlış yerde harcadın! 
Sabrımızı taşırdın! 
Sabırları taşırdın! 

4- Şehvet: 
Bizim Kissinger, “İktidar en büyük afrodizyaktır” der. 
Sende iktidar koltuğuna oturunca, hızla “güç zehirlenmesi”ne uğradın. 
Dünyanın etrafında döndüğünü zannettin. 
Dün küfrettiğin Avrupalı liderlerle aynı fotoğraf karesine girmek, senin ve eşinin başını döndürdü. 
Sana sağladığımız iktidar koltuğunun “şehvet”ine kapıldın. 
Kendini dahi kontrol edemez hale geldin! 

5- Kibir: 
Çevrendeki bazı dalkavukların etkisiyle de kendini “bulunmaz Hint kumaşı” zannetmeye başladın. 
İşi “Mehdi”liğini ilan etmeye dek vardırdın. 
Atatürk’ten sonra Türkiye’nin yeni kurucu lideri olacağın safsatasına fazlasıyla inandın. 
Menderes kadar iktidarda kalacağını zannettin. 
O yüzden de icraat yapmak yerine “Japon turist” hastalığına yakalandın. 
Bulduğun her fırsatta yabancı liderlerle Japon turistler gibi bol bol fotoğraf çektirdin. 
İş poz vermekle olsaydı, tüm modeller Başbakan olurdu! 
Aradaki farkı anlamadın! 

6- Öfke: 
Kendi beceriksizliğini örtmek için her kesimle kavga ettin. 
İşadamlarını “mama” istemekle, medya mensuplarını “iş takip etmek”le suçladın. 
Bir Başbakan’ın görevinin her kesimin derdini dinlemek olduğunu unuttun. 
Sivil-asker bürokrattan tut da, ekonomik sıkıntısını anlatan sade vatandaşa dek, karşında kimi bulursan fırçaladın. 
Yıllardır aylık 10 bin dolar limitinde yaşadığın, gerçek anlamda işhayatının içinde bulunmadığın için sokağın nabzını iyi tutamadın. 
Bu yüzden de seni iktidara taşıyan kesimle arandaki köprüleri kolayca attın. 
Siz Türkler’in (Pardon sen Türk değildin unuttuk, kusura kalma) atasözüdür, “Öfke, baldan tatlıdır” dersiniz. 
Demek ki, milleti fırçalamayı sevdin. 
Ama Türkler’in bu anlamda “keskin sirke küpüne zarardır” diye bir başka atasözü olduğunu unuttun! 
Öfken yüzünden “sabır küpü”nü çatlattın! 
Bu yüzden de seni iktidara taşıyanları öfkelendirdin. 

7- Kıskançlık: 
Devleti hiç tanımıyorsun. 
Senin devleti tanımadığını bildiğimiz için, iktidara gelmene yardımcı olduk. 
“Elmas ustaları”nın yapamadığını, belki “elmas çırağı” olarak sen başarabilirsin diye! 
Ama olmadı, başaramadın! 
Okuduğu şiir yüzünden hapisten çıkmış, sade bir Belediye Başkanı’yken seni Beyaz Saray’da ağırladık. 
Ama Başbakan olunca, bize verdiğin sözleri unuttun. 
Yanına verdiğimiz adamları da dinlemedin. 
Devleti ve yönetimi senden daha iyi bilenlerin öğütlerini kulakardı ettin. 
Her kesim sen başarılı olabilesin, reformları gerçekleştirebilesin diye sustu! 
Askerler dahi ağızlarını açmadılar. 
Sen buna rağmen bir şey yapmadın. 
Senden bilgili olanları kıskandın. 
Gücendirdin! 
Sana “yanlış yapıyorsun”, diyen herkese düşman gözüyle baktın. 
Desteğimizi sonsuz zannettin. 
Biz, icraat üreten, Özal örneğinde olduğu gibi, yönetimin arkasında dururuz. 
Hiçbir şey yapmasa da yapabilme ihtimalini satın alır, medyamızda destekler, parlatırız. 
Ödüller veririz. 
Ama sen bunu da anlamadın. 
Bu yüzden yıldızın hızla sönmeye başladı. 
Ampulu sen patlattın. 
Başarısız oldun. 
Şimdi senden Türkiye’de yapamadıklarının hesabını soracaklar. 
Sakın bizden yardım bekleme. 
Çünkü hem seçmenine, seni iktidara taşıyanlara hem de sana büyük destek veren bize ihanet ettin! 
Artık kendinle başbaşasın!.. 

Mesaj net değil mi?! 

Erdoğan’ın günah defteri hem içte hem de dışta bir hayli kabarık! 

Son ABD ziyaretinde Beyaz Saray, Erdoğan’a net olarak şu mesajı veriyor: 
“Seni iktidara taşıyan şartları, geçmişini unuttun! 
Şimdi sıra bu büyük 7 günahın bedelini ödemeye geldi. 
Balayı bitti! 
Kendine barınmak için yeni bir kapı ara!” 

METRES HAYATI 
ABD, hükümetlerin iyi ve kötü gününde yanında olan nikahlı eşleri değildir. 
Hiçbir yönetimle “Katolik nikahı” kıymaz. 
İktidara gelmesine destek verdikleri yönetimlerle “metres” hayatı yaşarlar! 

Temel kural bellidir: Sadece “sağlıkta ve iyi günde”
İstekleri gerçekleştiği, kamuoyu desteği devam ettiği sürece... 

Görünen o ki, Erdoğan bu gerçeği ıskalamanın bedelini, hem “itibar”ından olarak hem de aldığı“hediye”leri yitirerek ödeyecek!.. 

Her ne kadar Erdoğan, şimdilerde kendine yeni barınma adresi olarak Almanya’yı seçmiş olsa da, bu ona aradığı huzuru vereceğe benzemiyor! 

Son olarak kamuoyuna perde arkası Almanya olan medya üzerinden verdiği mesajda, bu paniğin derin izleri seziliyor! 

AB’ye de, 17 Aralık’la başlayan, bayrak indirmekle devam eden, Ermeni soykırımını tanımakla Türk kamuoyunda “infial” çıtasını yükselten bir siyasi iklim hakim! 

3 Ekim müzakereleri başlamadan heyecanı yitti, gitti! 
Gelişmeler böyle devam ederse, Başmüzakereci Babacan’ın Brüksel’e gitmesine gerek bile kalmayabilir?! 

Erdoğan’ın Tercüman ve atv’nin düzenlediği “Beyaz İnci” ödül törenine, neredeyse kabinenin yarısı ile katılması, gövde gösterisinde bulunmasının ardında da bu psikoloji yatıyor! 

Kendine yeni kapı bulma telaşı! 

“Siz bana sırtınızı dönerseniz, bende Almanya’nın içerde ve dışardaki bağlantıları üzerinden iktidarda kalmaya devam ederim!” 

Bu yüzden Belediye Başkanı olduğu dönemde cenaze arabalarını bile Mercedes yaptığını bir anda kamuoyuna hatırlatma ihtiyacı hissediyor. 

Hülasa; Erdoğan’ın başbakanlığındaki Hükümet gidici! 
AKP’nin içinden gelen çatırtının sesini sağır sultan dahi duydu! 
Yerine yol haritasını Ankara’nın belirlediği yeni bir yönetim hazırlanıyor! 
Kimse bir anda mucize beklemesin! 
Ama devlet yere düşen itibarını “adım adım” ayağa kaldırıyor! 
Herkes kendini yeni dönemde buna göre hazırlasın! 

Son sözSatanı satarlar! 
Kayıtsız kalana kayıtsız kalırlar! 
 
(Hayrullah Mahmud, 20 Haziran 2005)
.

Doğu TÜRKİSTANDA ÇİN ZULMÜ

Yıllardan beri devam eden ancak Ramazan ayının gelmesiyle Müslüman Uygur Türklerine yönelik saldırıları iyice artan Doğu Türkistan’daki Çin zulmü, katliamlara dönüştü. Çin, Doğu Türkistan’da Uygur Özerk Bölgesi’nde Ramazan ayının ilk gününden beri katliam yapmaya devam ediyor. Katliam bölgesinde yaşayan binlerce Müslüman Uygur Türkü’nün akıbeti bilinmiyor.

Ramazanın ilk gününden itibaren artarak devam eden ve artık toplu katliamlara dönüşen Çin zulmüne dur denmesi gerekmektedir. Doğu Türkistan’daki Uygur Türkleri kardeşlerimize yönelik katliamlar seri hale dönüşmüştür. Bölgede yaşayan Müslüman Uygur Türkleri’nin akibetlerinin ne olduğunu bilen yoktur. Oruç, namaz, cami ve hac yasağı getirilen Müslüman Uygur Türkleri şimdide toplu katliamlara kurban gitmekte, Çin bu katliamlara dünyanın gözü önünde ev sahipliği yapmaktadır.

Katil devlet Çin’in Uygur Türkleri üzerinde sırf Müslüman oldukları için uyguladığı mezalim, baskı ve şiddet Türk'ü derinden yaralamaktadır.




Uluslararası Hak İhlalleri İzleme Merkezi, Doğu Türkistan’daki Uygur asıllı Müslüman Türklere yapılan işkencelere dikkat çekerek, Avrupa ve İslam Devletleri’nin bu zulme neden sessiz kaldığını soruyor. Uluslararası Hak İhlalleri İzleme Merkezi, bugün internet sitesinde Çin Devleti’nin Hak İhlalleri Karnesi’ni yayınladı:


”Yüzyıllar boyunca hanedanlıkla yönetilen Çin, feodalite ve imparatorlukların yıkılmasının ardından uzun süre güçlü, merkezî bir otorite kuramamıştır. Ancak 1949 yılında Komünist Parti’nin iktidara gelmesiyle, Mao yönetimindeki devlet büyük bir korku rejimine dönüşmüştür. Komünist rejim süreciyle beraber hayatın her koşulunu kapsayan katı bir baskı dönemi başlamıştır. Bu süreçte insanlar, tektipleştirilmeye, kupon karşılığı yiyecek almaya, üretebildiği ölçüde insan muamelesi görmeye maruz bırakılmışlardır. Nitekim bugün hala devam etmekte olan, işkenceler, halkın gözü önünde gerçekleştirilen idamlar ve idam edilen mahkûmların organlarının ticari amaçla kullanılması Çin’deki komünist rejimin gerçek yüzünü sergilemektedir.


Çin mezalimi altında bulunan Doğu Türkistan’da Uygur asıllı Müslüman Türklere yönelik yeryüzünde örneği bulunmayan korkunç uygulamalarla işkenceler yapılmaktadır.


21. yüzyılda gerçekleştirilen bu vahşet karşısında, barışın timsali olduğu iddiasındaki Avrupa ülkeleri ve İslam Devletleri sessizliklerini korumaktadırlar.


Doğu Türkistan’ın maruz bırakıldığı bu katliam ve baskı politikaları ÇHC tarafından dünya kamuoyuna kapalı bir biçimde gerçekleştirilmektedir. Ancak 2009 yılı Temmuz ayında tazelenen olaylarla bu korkunç uygulamalar tekrar gündeme gelmiş; ancak yine de sözkonusu uygulamalarda bir iyileştirme yapılmamıştır.”



Dünya'nin Gözü Önünde 5 Temmuz 2009'Da Urumçi̇'de Büyük Katli̇amlar Yaşandi.  

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ise önce bunu kınayan bir açıklama yaptı ama hemen sonra yumuşadı. 

Diğer taraftan ADD bir açıklama yaptı. 
Dedi ki: "Amerikanın oyununa geliniyor." 

Öbür taraftan kendisine çok ulusalcı, hatta sosyalist diyen ama ideolojik bir kaymaya uğramış olan Doğu Perinçek, Doğu Türkistanlı Türkleri suçlayan yayınlar yaptırdı. 

Önce Çin'in, ABD'nin bölgedeki en büyük işbirlikçisi ve köle işçileri kullanma konusu çerçevesinde Doğu Perinçek'in bu tutumunu değerlendirelim... 

Doğu Perinçek, "Bu milletin bağrına saplanmış Çin hançeridir. "

Doğu Perinçek'in Doğu Türkistan ile ilgili açıklamalarını ben yakinen biliyorum. 

Mesela çok enteresan bir tespitim var. 
Bundan yaklaşık on yıl kadar önce Aydınlık dergisinde bir manşet vardı rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu'na ithafen. 

Muhsin Yazıcıoğlu Afganistan'daki eğitim kamplarında, Uygur Türklerini, Uygurlu teröristleri eğiterek Çin'e yönelik CIA ile ortak sabotaj eylemlerini gerçekleştiriyor diyerek kıyameti koparan ve rahmetli Yazıcıoğlu'nu, Doğu Türkistan hareketini manipüle eden, bu milli mücadeleyi CIA işbirlikçisi gibi gösteren yayınlar yapmıştı. 

Ben o zaman Doğu Perinçek'in gerçek niyeti ve kimliği konusunda netleşmiştim. 
Çünkü Çin parçalanıyor diye feryat eden, Çin'in milli menfaatini Türk'ün milli menfaatinin üstünde tutan bir ihanet zihniyetinin resmini görmüştüm. 

Bugün aradan geçen yaklaşık on yıllık zamandan sonra o kanaatimde hiç yanılmadığımı gördüm. 

Çünkü bu insan o zaman solcu, Maocu, komünist, PKK işbirlikçisi, Apo'ya gül uzatan, bir dönem Atatürkçü ve Kemalist, bir dönem ulusalcı bir dönek. 

Aynı zamanda milletimizin ve yeni nesillerin beynini bulandıran bir ideolog olduğun söyleyebilirim. 

Türk milletinin menfaatini zerre kadar düşünen biri olduğuna kesinlikle inanmıyorum. 

İsviçre'ye gidip Ermeni meselesinde şov yaptığına bakmayın. 

Doğu Perinçek ne yaparsa yapsın Türk milletine yaptığı ihanetlerin üzerini örtemez. 
Çizgisi ve istikrarı olmayan kişilerdir bunlar. 

Türkiye'de bazı insanlar, kokuşmuş, çürümüş ideolojilerinin çözemediği bazı meselelerde, Doğu Türkistan meselesinde olduğu gibi, sorumluluğu üzerlerinden atmak için Rabia Kadir'i ve Doğu Türkistanlıları Amerikan emperyalizminin maşası olarak göstermektedir. 

Bu, ancak ve ancak onların onursuzluğu, kişiliksizliğidir. 
Hiçbir insan böyle bir şey iddia edemez. 
Kaldı ki, bunu ispat da edemez. 

Rabia Kadir, başta Türkiye olmak üzere birçok ülkeye başvurarak sığınma talebinde bulundu. 

Bunların hiçbirisinden olumlu cevap alamadığı için Amerika'ya gitmek zorunda kaldı. 

Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz: Denize düşen yılana sarılır. 

Doğu Türkistan Türkleri yaşamak için kendilerine uzatılan elin kimin eli olduğuna bakamaz. 
Onların da hayatta kalması gerekiyor. 
Onların önceliği budur. 

Hangi ülke Rabia Kadir'i kabul etti de Rabia Kadir ona rağmen Amerika'ya gitti. 

Uluslararası kamuoyunda terörist olarak bilinen kişilere kucak açan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'nın, bir gün kendi kültüründen, kendi inancından olan kardeşi Rabia Kadir'e kucak açacağına inancım tamdır. 

Türkiye Cumhuriyeti devleti, Doğu Türkistan konusunda üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmeye mecburdur. 
Hiçbir ülke bu konuda Türkiye kadar sorumlu değildir. 

Çünkü bizler kardeşiz ve ağabey olarak gördükleri Türkiye'den, anavatan olarak gördükleri Türkiye'den hiçbir ülkeden beklemedikleri kadar beklenti içerisindeler. 

Bu en doğal hakları. 
Bu konuyla ilgili kimse Doğu Türkistanlı kardeşlerimizi eleştiremez. 

Hiç kimse Uygurlular da nereden çıktı, Uygurlular Çin ile aramızı bozamaz veyahut Uygurlular bizim akrabamız değildir deme hakkına sahip değildir. 

Türkiye Cumhuriyeti'nin cumhurbaşkanının forsunda 16 türk devleti vardır. 
O 16 Türk devletinin biri, Uygur devletidir. 

O nedenle Türkiye'de kendine Türk'üm diyen hiç kimse Uygurlar hakkında böyle konuşamaz. 

Doğu Türkistan ezelden beri Türk toprağıdır... 

Tam da bu noktaya geldiğimizde, Türkiye'de bizim genellikle gördüğümüz bir şey var. 

16 tane Türk devleti bugün cumhurbaşkanlığı forsunda yer alıyor ama genellikle gençlerimizin de büyüklerimizin de kafasında bundan farklı bir Doğu Türkistan ve Uygur imajı var. 

İnsanımız zannediyor ki, burası tarih boyunca Çin toprağıydı, burayı Çinliler yönetti. 

Sorumuz iki bölümden oluşuyor; ilk olarak Çin'in 1949 yılında başlayan işgalinden önce Doğu Türkistan'da Uygurlar nasıl yaşarlardı, nasıl bir siyasal yapı vardı? 

İkinci olarak ise Çin nasıl girdi, nasıl sömürgeleştirdi? 

Bu konunun kısaca aydınlatılmasında fayda var. 
Çünkü özellikle genç nesil bu dönemi pek iyi bilmiyor. 

Kısa cümleler halinde Doğu Türkistan tarihini şöyle bir film şeridi gibi gözden geçirirsek, bir kere Doğu Türkistan, Türklerin ilk var olduğu coğrafya. 

Bugün özellikle Uygurların yaşadığı coğrafya olarak bildiğimiz bu bölge Tonyukuk'un, Kül Tigin'in, Bilge Kağan'ın taşlara tarihi kazıdığı bölgedir. 

Bunların hepsi Uygurların kökleri. 

Uygurlar, Göktürkler, Hunlar, Karahanlılar, Seyidiye Hanlığı, yakın tarihte 1933'te kurulan Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti, 1944'te kurulan Doğu Türkistan Cumhuriyeti gibi birçok devlet ve imparatorluğun kurulduğu bir coğrafyadır. 

Türklerin ilk var olduğu coğrafyadır çünkü. 
Türk isminin ilk kullanıldığı coğrafyadır. 

Orhun Abideleri ve Kaşgarlı Mahmut'un Divanı Lügati't Türk'ü kaleme aldığı coğrafyadır. 

Kırgız'ın, Kazak'ın, Özbek'in, Tatar'ın, Türkmen'in, Azeri'nin, Anadolu Türkü'nün hepsinin benim atam dediği Kaşgarlı Mahmut'un kanının döküldüğü coğrafyadır. 

Yusuf Has Hacib'in Kutadgu Bilig ile devlet yönetimini bütün neslimize, geleceğimize miras bıraktığı coğrafyadır. 

Ahmet Yükneki'nin Atabet'ül Hakayık'la yaşadığı coğrafyadır. 

Osman Batur'un mancınıkla Çin uçaklarını düşürdüğü coğrafyadır. 

Karahanlı Hükümdarı Sultan Satuk Buğra Han'la Türklerin İslam'la ilk tanıştıkları coğrafyadır. 

Yine Türklerin ağaçtan oyma harflerle Gutenberg kardeşlerden asırlar önce matbaayı buldukları coğrafyadır. 

Yine Çinliler, atalarımızın akınlarından korunmak için 6 bin kilometrelik Çin Seddi'ni inşa ettikleri dönemde, atalarımızın Tanrı Dağları'ndan gelen kar sularını hem modern tarımda hem de içme suyu olarak kullandığı karz ismi verdiği ve yerin 30-40 metre altından 4-5 bin kilometreden su getirip modern tarımda kullandığı ve bugün Anadolu'da turfanda olarak tabir edilen sebzeciliğin yapıldığı coğrafyadır. 

Musikinin ilk ortaya çıktığı yer Yarkent şehridir. 
Musiki ile birlikte enstrümanların icad edildiği coğrafyadır. 

Uygur alfabesi diyoruz, Göktürk alfabesi diyoruz, Moğollara, Cengiz Han'a dili veren coğrafyadır. 

Cengiz Han'ı Cengiz Han yapan coğrafyadır. 
Çünkü Cengiz Han'ın bütün komutanları Uygur Türküydü. 

Böyle bir coğrafya, hangi Türk olursa olsun kendini bulduğu coğrafyadır. 

Dokuz Oğuz, On Uygur olarak adlandırılan coğrafya, yani Oğuz'un Uygur'un bir ananın evladı olduğu söylenen coğrafyadır. 

Ama bugün maalesef bütün bu süreçte Türkler batıya doğru bir misyonu kendilerine seçmişler fakat Uygur dediğimiz bu kütlenin bir kısmı batıya gelirken bir kısmı hala kendi mevzisini müdafaa noktasında o bölgede bulunmuş, o bölgeyi korumuş, Çinle mücadelesini devam ettirmiş ve bugün Çinle o mücadeleyi hala sürdürüyor. 

Ama maalesef o bölgeye karşı gösterilen ilgisizlik sonucu, gözden ve gönülden ırak olması nedeniyle unutulan ata vatanı Doğu Türkistan haline gelmiş. 

Yakın tarihimizde Türkiye Cumhuriyeti'nden başka ikinci bir bağımsız Türk devletinin olmadığı dönemde, 1933 yılında, Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti ile Hoca Niyaz Hacı'nın Kaşgar'da İslam devletini kurduğu coğrafyadır. 

Yine 1944'te Gulca'da Doğu Türkistan Cumhuriyeti'nin kurulduğu coğrafyadır. 

Sovyetler Birliği daha parçalanmadan önce batıda en uç noktada Türkiye, doğuda Türkistan vardı. 

Ama maalesef 1 milyar 300 milyonluk bir Yecüc-Mecüc'ün, bir insan selinin insafına terkedilmiş. 

Diğer Türk cumhuriyetleri ve boylarının ilgisizliği sonucu bu hale geldi. 
Aynı durum maalesef bugün de devam etmektedir. 

Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen kardeşlerimizin, Azeri Türkü kardeşlerimizin Şanghay İşbirliği Örgütü'ne atmış oldukları imza gereği, Çin'in katliamından kurtulmak için siyasi sığınma talebinde bulunanların iade edildiği coğrafya Doğu Türkistan. 

21. yüzyılda Uygur Türklerinin köle gibi satıldığı coğrafya burası. 

Bakın, son on yıl içerisinde elli tane Doğu Türkistanlı Türk, Kazakistan tarafından, Kırgızistan tarafından Çin'e iade edilmiş. 

Sırf Çin'le Şanghay işbirliğine imza attıkları, teröristlerin ve suçluların iade edilmesi anlaşması çerçevesinde. 
Üstelik bu iade edilenlerin bir kısmı da o coğrafyada idam edildi. 

En son bir ay önce Dursun Azizi isimli bir kardeşimiz Kazakistan'dan Çin'e iade edildi. 

Ama bütün bu olumsuzluklara rağmen 5 Temmuz 2009 Doğu Türkistan'lı kardeşlerimizin en son milli mücadelesidir. 

Yukarıda da belirttiğim gibi Doğu Türkistan'ın pek çok unutulan mücadelesi var. 

1990'da Barın'da, 1995'te Hoten'de, 1997'de Gulca'da, en son 2009'da Urumçi'de olan olaylardan dünya kamuoyunun da Türkiye kamuoyunun da haberi yok. 

Bakmayın daha öncekilerin hiçbiri hiçbir etki oluşturmadı, çünkü hiçbir şekilde kamuoyunun gündemine gelmedi. 

Çünkü lokal kaldı, örtbas edildi, ama artık bunları gizlemenin imkanı kalmadı. 

Çünkü özellikle internet, Allah'ın Doğu Türkistanlılara bir lütfu. 
5 Temmuz olaylarında Çin çok şaşırdı. 
Bir anda suç üstü yakalandı. 

Bu süreçte Doğu Türkistan'lı kardeşlerimiz, dışarıdaki diaspora teşkilatları olarak, ödenen bedelleri, hayatlarını kaybeden kardeşlerini anlatarak bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirerek bir farklılık yarattı. 

Dünya ilk defa Doğu Türkistan gerçeğiyle yüzleşmiş oldu. 

Öyle bir algı oluşturuldu ki, Çin büyük bir mucize, ekonomik büyüme böyle devam ederse, 21. yüzyıl Çin'in olacak ama çok büyük çelişkiler gizleniyor. 

Bugün Doğu Türkistan'ın kişi başına geliri 2 bin dolarsa, Şanghay'da 30-40 bin dolar. 

Çin bu egemenliğini önümüzdeki yüzyılda devam ettirebilecek mi? 

Evet. 

Bazı stratejistlerin görüşüne göre Çin önümüzdeki dönem Amerika'yı yakalayacak hatta geçecek. 

Bu görüş ihtimal dahilinde görülebilir. 
Çin, Amerika'yı yakalayabilir hatta geçebilir de. 

Çünkü Çin'de hiçbir hak ve hukuk uygulanmamakta, bütün hak ihlalleri gerçekleştirilmektedir. 
Ölüm üzerine, acı ve ıstırap üzerine kurulu bir sömürü sistemi var. 

Bugün Rabia Kadir'le ilgili Amerikan işbirlikçisi lafları dolaşıyor ancak Amerika'nın dünyadaki en büyük işbirlikçisi Çin'dir. 

Amerika Çin'e 2 trilyon dolara yakın tahvil borçlanmıştır. 
Çin'deki bütün yatırımlar da Amerikan yatırımıdır. 
Karşılıklı danışıklı dövüştür bu. 

Amerika'nın Çin'deki insan hakları ihlallerine hiçbir şekilde itirazı yoktur. 
Çünkü Çin'deki en büyük yatırımcı Amerika'dır. 

Ucuz iş gücü, ucuz maliyet ve hammadde Amerikan ekonomisinin de ayakta durması için elzemdir. 

Çin emperyalizminin yaşaması için Amerikan bağımlılığının devam etmesi gerekiyor. 
Bu mükemmel bir işbirliği ve planlı bir karşılıklı rıza ilişkisidir. 

Peki, Çin bu süreci nasıl devam ettirecektir, Çin'i ne bekliyor? 

İki ay önce Çin Komünist Partisi 18. kurultayını gerçekleştirdi. 
Kurultayın birinci gündem maddesi yolsuzluklarla mücadeleydi. 

Çin Komünist Partisi kurulduktan sonra ve hatta ihtilali gerçekleştirdiğinde partinin sloganı, halkların eşitliği, sosyal adalet, barış gibi insanın kulağına hoş gelen şeylerdi. 

Aradan geçen 63 yıllık süre içerisinde şu görüldü ki, Çin Komünist Partisi, yolsuzlukta gırtlağına kadar batmıştır. 

Görevini Xi Jinping'e devreden Hu Jintao, on yıllık genel sekreterlik görevi boyunca 2.5 milyar dolarcık servet edinmiştir. 

Bu nasıl komünizm, bu nasıl sosyal adalet, bu nasıl halkların eşitliği? 

Halkların eşitliği meselesine gelecek olursak, Çin, Doğu Türkistan'ı 1949'da işgal ettiğinde burada %5 Çinli göçmen yaşamaktaydı. 
Onlar da Doğu Türkistanlıların refahına katkı sağlamak için alt kademe hizmetli, işçi olarak çalışmaya gelmiş insanlardı. 

Aradan geçen 63 yılın sonunda Doğu Türkistan'daki Çinli göçmen oranı başkent Urumçi'de %80 civarındadır.
 Kaşgar, Yarkent, Hoten, Aksu, Turfan gibi uygur şehirlerinde de % 30-%40 gibi rakamlara ulaşmıştır. 

Gelecekte Çin demokratikleşse dahi, olası bir referandumda Doğu Türkistan'ın Çin toprağı olarak kalması için gerekli altyapı hazırlanmıştır. 

Nerede sosyalizm, nerede komünizm, nerede halkların eşitliği? 
Halkların eşitliği diye birşey yok. 

Çin milliyetçiliğinin, Çin şovenizminin, Çin ırkçılığının zirve yaptığı bir coğrafyadır Türkistan. 

Bugün Türkiye'deki Maoculara ithaf olunur. 

Türkler kendi milletini sevdiği zaman, kendi milletinin birliğini, bütünlüğünü, bekasını istediği zaman şovenist, ırkçı, faşist olur, ama Çin'in yaptıkları çok masumanedir. 

Çünkü bunların ruhu satılmıştır. 
Bunlar Çin penceresinden Çin gözlüğü ile bakmaktadırlar. 

Çin Komünist Partisi'nin 18. kurultayında yeni devlet başkanı seçilen Xi Jinping, aslında yıllar öncesinden belirlenmiş bir isimdir. 

Demokrasiyi görüyor musunuz? 

Devlet başkanı seçilecek kişi, yıllar öncesinden x kişidir diye zaten bu ilan ediliyor ve halk kurultayında halk bunu seçmiş oluyor. 
Bunun ne demokrasiyle, ne halkla, ne de halk kurultayıyla alakası yoktur. 

Komünist partideki bir grup oligarşi, menfaat şebekesi, mutlu azınlık, burjuva, 1.5 milyarlık Çin'i yönetmektedir. 

Yeni seçilen Xi Jinping on yılda kaç milyar dolar servet edinecek, dikkatle takip etmemiz gereken bir konu. 

Türkiye'deki solcular, Maocular Çin'i ne kadar takip ediyor bilmiyorum ama Çin'deki bütün sermaye Çin Komünist Partisi yöneticilerinin tekelindedir. 
Babasının, karısının, çocuğunun Çin'deki o büyük şirketlerde mutlaka hisseleri vardır. 

Bu şirketlerin yönetimindedirler ve onlar bu büyük pastanın sahibidirler ve bu zenginlik halka yansımamaktadır. 

Bildiğimiz kadarıyla Çin'de kırsalda iki, şehirde bir çocuk yapmaya izin veriliyor. 

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun Pekin ve Urumçu'yi kapsayan gezisi sırasında, bazı basın mensupları sanki ortak fikir gibi, makale ve köşe yazılarında Çin'deki çocuk politikasını gündeme getirmişler. 

Halkın bu durumdan ne kadar şikayetçi olduğunu belirtmişler. 
Giden basın mensupları şunu tespit etmişler, halk tek çocuk politikasından hoşnutsuz. 

Halk buna dayanamıyor ama komünist parti içinde veya bürokraside veyahut ekonomik imtiyaza erişmiş elit kesimler, 10 bin dolar karşılığı ikinci çocuğu yapabiliyor. 

Doğu Türkistanlı bir Türk'ün o parayı verip ikinci çocuğu yapmasının mümkünatı yok. 
Ama bugün Çin'de 300 milyon insan 10 bin doları bahşiş veriyor gibi verip ikinci çocuğu yapabiliyor. 
Bu aslında bir tür soykırımdır. 

Ülkeyi hem işgal edeceksin hem de işgal ettiğin halkın üreme kabiliyetine kota koyacaksın. 
Böyle bir zulüm yok. 

Bunu ne Firavun, ne Nemrut, ne Hitler, ne de Amerikan emperyalizmi yapmadı. 
Amerikan emperyalizmi Çin'in zulmü ile karşılaştırılırsa Çin zulmü Amerika'yı ona katlar. 

Amerika bir yere girdiği zaman yeraltı zenginliklerini sömürüyor, petrole el koyuyor, bir kısım insanı da öldürüp çekip gidiyor. 

Çin, Doğu Türkistan'ı işgal ettiği günden beri, hem yeraltı ve yerüstü zenginliklerimizi sömürüyor hem de oranın sahiplerinin aile planlaması adı altında üremelerini sınırlandırıyor. 

1985 yılında aile planlaması yürürlüğe girdi, 28 yılda en az 10 milyon Türk evladı dünyaya gelme hakkından mahrum edildi. 

Yine aynı şekilde 2005 yılında uygulanan bir politikaya değineceğim. 
Yaşları 18 ila 25 arasındaki genç kızlarımızı Doğu Türkistan'dan iş vadiyle götürülerek fabrikalarda ağır şartlarda sosyal güvenlikten mahrum olarak çalıştırılmakta, bazılarını da gayriahlaki yerlerde çalıştırmaktadırlar. 

5 Temmuz 2009'daki olaylar işte bu ahlaksızlıklara karşı başkaldırıdır. 

Yine 2005 yılında uygulanmaya başlanan bir projeyle 6-7 yaşlarındaki, Türk'ün geleceği olan evlatlarımız, çift dilli eğitimden geçirilecekler denilerek Doğu Türkistan'dan koparılıyor, Çin bölgelerine götürülerek oralardaki gettolarda Türk kimliğinden uzaklaştırma, mankurtlaştırma uygulamalarına tabi tutuluyorlar. 

Bu politikanın ne tür bir vahşet ve ihanet getireceğini önümüzdeki on yıl içerisinde göreceğiz. 

O çocuklar eğitimlerini tamamladıktan sonra kendi vatanlarına birer hain, Çin yönetimine bağlı bir köle, bir mankurt olarak döneceklerdir. 

Bu politika dünyanın hiçbir yerinde yok. 

Ayrıca Çin'deki erkek çocuk oranının %62 olduğu ve kız çocuklarının kürtajla alındığı ya da doğduktan sonra ölüme terkedildiği iddiaları var. 

40 milyon erkek iş bulamıyor. 
Evlenecek Çinli erkek iş bulamıyor. 

Böyle bir sosyal sapıklığı, sosyal sorumsuzluğu Çin Komünist Partisi beraberinde getirmiştir. 

Çin'deki çocuklar amca, dayı, teyze, hala kavramını bilmiyor. 
Egoist, şahsiyetçi, tamamen bencil bir nesil yetişiyor. 
Bu insanlar gelecekte sadece Çin'in değil dünyanın başına bela olacaklar. 

Çünkü paylaşımdan uzak, hoşgörüden uzak, akrabalık, merhamet duygusu olmayan bu nesil sadece Asya'yı değil tüm dünyayı tehdit etmektedir. 

Bu durum Çin'de psikolojik sorunları da beraberinde getiriyor. 
Ninesi, dedesi, babası, annesi olan ama amcası, halası olmayan bir nesil yetişecek. 

Milli davanın sağı solu olmaz. 

Türk Milleti; Doğu Türkistan'ı Çin'in insafına terketmeyecek, sırf ideolojik sapkınlık uğruna Çin'e satmayacaktır. 

Doğu Türkistan davası sadece milliyetçilerin değil, sadece islamcıların değil, sadece Türkçülerin değil ben insanım diyen herkesin davasıdır. 

Herkes Uygur Türklerinde kendisinden bir şeyler bulabilir. 
Ben insanım diyen, ben Türk'üm diyen, ben Müslümanım diyen ya da ben sağım diyen ya da ben solum diyen her kesim, Doğu Türkistan'da kendisinden bir parça bulabilir... 

Yararlanılan Kaynaklar:

 www.turksolu.org
http://cesuryorum.blogspot.com/ 

.
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...