CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

Amerika, Sevres Antlaşması Ve "Ermenistan" Sınırları 2.Bölüm

Fahir Armaoğlu ANKARA, 27 Eylül 2007 Perşembe 

Bu mesaja göre, Milletler Cemiyeti Konseyi, Müttefikler Yüksek Konseyi'ne başvurup, Ermenistan ile en fazla ilgilenen devletin kim olduğunu ve Ermenistan'ın bağımsızlık ve güvenliği için bu devletin neler yapabileceğini sormuş, imiş. Başta İngiltere'nin oynamak istediği basit oyunun, bizim dilimizdeki en hafif nitelendirmesi "tecahül-i arifane" dir.

Yine bu mesaja göre, Başkan Wilson'ın şimdiye kadar Ermenistan konusunda yaptığı çeşidi konuşmaları ve Amerikan Dışişleri Bakanı Colby'nin kullandığı deyimle "uygar dünyanın istek ve beklentileri" dolayısıyla, şimdi Yüksek Konsey Ermenistan mandasını Amerika'nın kabul edip etmeyeceğini soruyordu.

San Remo, bu kadarla da yetinmeyip, Ermenistan konusunda bir takım görüşler de belirtiyordu: Amerika şimdiye kadar hep "geniş" bir Ermenistan ilkesini savunmuştur. Bununla beraber, Kilikya'yı (Çukurova) Ermenistan'a vermek pratik bir yol görünmüyor[1]. Bu durumda, Ermenistan'a, Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis vilâyetlerinin verilmesi söz konusu olmakla beraber, önce Amerika'nın Ermenistan mandasını kabul etmesi ve ikinci olarak da bu bağımsız Ermenistan'ın sınırlarının Amerika Birleşik Devlederi Başkanı tarafından çizilmesi istenmekteydi.

Kısacası, Müttefîkler'in Osmanlı Devleti yerine bir "Ermenistan Devleti"ni ikame etmek isterlerken, bu işin, badireleri ve sonuçlan ile, bütün yükünü Amerika'nın sırtına yüklemeye çalıştıkları apaçık belliydi. Şunu da belirtelim ki, General Harbord'ın, bir "Bağımsız Ermenistan" mandasının ne denli sorunlar ortaya çıkaracağı hakkındaki raporu da, müttefiklerin elindeydi.

Nitekim, Yüksek Konsey'in kararına göre, Ermenistan sorunu yine de bu kadarla bitmiyordu. Türkiye ile barış imza edilir edilmez, Ermenistan'ın dış saldırılara karşı savunulması için gerekli askerî kuvvet ve ayrıca düzenli bir yönetim için malî yardım söz konusu olacaktı. Yani, Amerika, Ermenistan mandasını kabul ettiği takdirde, bu iki yükü de sırtlamak zorundaydı.

Yine Yüksek Konsey'e göre, Amerika'nın bu hususta acele karar vermesi gerekmiyordu. Ama Ermenistan halkı da büyük bir bekleyiş ve endişe içindeydi..

Müttefiklerin 27 Nisan mesajına, Amerika 17 Mayıs 1920'de cevap verdi ve bu cevapta "Ermenistan mandası" hakkında tek kelime mevcut değildi. Sadece, Amerika Cumhurbaşkanı'nın, Ermenistan'ın sınırları konusunda "hakem" olmayı ("to act as arbiter") kabul ettiği bildiriliyordu[2].

Söz konusu telgrafta Ermenistan mandası hakkında herhangi bir ifadenin bulunmamasının sebebi, bir yandan Amerikan Senatosu'nun bu konudaki olumsuz havası, diğer yandan da, Yüksek Konsey'in 27 Nisan 1920 günlü mesajı üzerine, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın, Harbiye Bakanlığı'na, Ermenistan mandası hakkındaki görüşünü sormasıydı. Harbiye Bakanı Baker'ın Dışişleri Bakanı Colby'ye gönderdiği 2 Haziran 1920 tarihli memoranduma göre[3], General Harbord, her ne kadar raporunda, Ermenistan mandası için 59.000 kişilik bir Amerikan kuvvetini gerekli görmüş ise de, bu miktar % 50 oranında azalülabilirdi ve Ermenistan'ın dış saldırılara karşı korunması için 27.000 kişilik bir Amerikan kuvveti yeterli olabilirdi. Ne var ki, Ermenistan'ın dış saldırılara karşı korunması evvelâ Milletler Cemiyeti'nin göreviydi ve ikinci olarak da, Bolşeviklerin şu anda Kafkaslar'da yarattığı tehlike dolayısıyla bu kadar bir Amerikan kuvvetinin orada bulundurulması pratik bir formül değildi. Bolşevikler Bakü'yü işgal etmişlerdi ve gazete haberlerine göre de, Ermenistan topraklarına girmeye başlamışlardı.

Ağustos ayı geldiğinde, artık Amerika'nın "Ermenistan mandası" söz konusu değildi. Fakat, Amerika'nın Avrupalı Müttefikleri, şimdi Türkiye için hazırlanmış olan bu barış antlaşmasının imzasından önce, Ermenistan sınırlarının çizilmesi işinin Amerika Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilip edilmediğini öğrenmek istediler[4].

Amerika'nın bu isteğe cevabı, hazırlanan barış antlaşmasının (yani Sevres Andaşması) 89'uncu maddesine göre, "Türkiye, Ermenistan ve diğer Yüksek Akit Taraflar", Ermenistan sınırlarının çizilmesi hususunda Amerika Birleşik Devletleri Başkanı'nın kararını kabul edeceklerine göre, Amerika Cumhurbaşkanı'nın bu görevi kabul edebilmesi için, önce söz konusu tarafların bu antlaşmayı imza etmeleri gerekir, şeklindeydi16. Başka bir deyişle, Başkan Wilson, Türkiye barışı imzalanmadıkça ve 89'uncu madde ile sınırların çizimi görevi veya "hakemliği"nin kendisine verilmesi "resmileşmedikçe", sınırların çizimi konusunda herhangi bir taahhüde girmek istemiyordu.

Bilindiği gibi, 10 Ağustos 1920'de İstanbul Hükümeti Sevres Antlaşması'nı imza etti ve aynı anda da, hatta daha Mayıs ayında, bu antlaşma Ankara Hükümeti, yani T.B.M.M. Hükümeti tarafından geçersiz ilân edildi. Fakat bütün bunların, Amerika'yı veya Başkan Wilson'ı etkilemediği görülüyor.

Lâkin, Sevres Antlaşması'na karşı Anadolu'da uyanan millî duygular ve Ankara'daki millî hükümet tarafından gösterilen tepkiler, işin başından beri Türkiye ile ilgili gelişmeleri, Waşington'dan çok daha farklı bir şekilde değerlendiren, Amerika'nın İstanbul'daki Yüksek Komiseri Amiral Bristol'ü, Waşington'u ciddi bir şekilde uyarma ihtiyacına sevketmiş görünüyor, Amiral Bristol'ün Waşington'a 18 Eylül 1920'de gönderdiği telgraf, özellikle Ermenistan konusunda şu noktaları vurgulamaktaydı [5]: 

"Şu hususu kesin olarak belirtmek gerekir ki, Ermenistan'a (Anadolu'dan) toprak verilmesine karşı Doğu Anadolu vilâyetlerinde oluşan tepkiler, şimdiye kadar olduğundan çok daha acı ve kuvvetlidir. Ermenistan'a bırakılan toprakları, Türklerin, kuvvet zoru olmaksızın bırakacaklarına hiç kimse inanmamaktadır. Türklerin çok geniş bir çoğunluğunu temsil eden Milliyetçiler, İstanbul Hükümeti tarafından imza edilen anlaşmayı tanımamaktadırlar" ve çok muhtemeldir ki, Müttefikler, Yunanistan vasıtasıyla, bu anlaşmayı Türklere kabul ettirmeye zorlayacaklardır. Türkiye barışı, Ermenistan'a, Türkiye'nin, Başkan'ın hakemliği ile tespit edilecek doğu vilayetlerini vermektedir. Bu bölgelerde bugün fiilen Ermeniler yoktur ve Erivan "daki Ermenileri bu bölgelere yerleştirmek, yeterli koruma sağlanmadığı takdirde, karışıklıkların ortaya çıkması sonucunu verecektir".

Amiral Bristol'un bu son derece isabetli değerlendirmesi, Amerikan Hükümeti ve Başkan Wilson üzerinde tamamen etkisiz kaldığı gibi, Sevres Antlaşması'na ve Amerika'ya güvenen Rusya Ermenistam, 4 Ekim 192ü'de Türkiye'ye savaş ilân etti. Gürcistan da Ermenistan'ı destekleyeceğini bildirdi [6].

Amiral Bristol'un İstanbul'dan Waşington'a gönderdiği uyarıların, Başkan Wilson üzerinde hiç bir etkisi olmadığı anlaşılıyor. Çünkü, Başkan Wilson'ın, "önce Türkiye ile barış imzalansın" şartı üzerine, Barış Konferansı'nın Genel Sekreterliği, ilk defa olarak ve Sevres Antlaşması'nın imzasından iki ay sonra, Sevres Antlaşması'nın tam metnini, Amerika'ya vermiştir[7]. Verirken de, Sevres Antlaşması'nın 89. maddesinin, Amerika Cumhurbaşkanı'na, hem Ermenistan'ın sınırlarını çizme, hem Ermenistan'ın denize çıkmasının sağlanması ve hem de Ermenistan ile Türkiye arasındaki sınırda "gayrı askerî bölge"nin tesbiti görevini verdiği belirtilmekteydi.

Yaklaşık bir ay sonra, Amerikan Dışişleri Bakanlığı, Paris Büyükelçiliği vasıtasıyla, Başkan Wilson'ın, Ermenistan sınırları hakkında hazırlayıp, Müttefik Devletler Yüksek Konseyi'ne hitaben kaleme aldığı raporunu, söz konusu Konsey Başkanlığı'na sundu[8].

Wilson'ın Ermenistan sınırlarının çizimine ait raporunu ele almayı, yazımızın sonuna bırakarak, raporun Yüksek Konsey'e sunulmasından sonra ortaya çıkan bazı ilginç gelişmelere değinmek istiyoruz.

Başkan Wilson, 30 Kasım 1920 tarihinde Milletler Cemiyeti Konseyi Başkanı'na gönderdiği bir telgrafta[9], Ermenistan üzerinde bir Amerikan mandası tesisi teklifi, Amerikan Senatosu tarafından reddedilmiş olmakla beraber, Amerikan halkının, Ermenistan'ın kaderi ile çok yakından ilgilendiğini, fakat şu anda Ermenistan'a yardım bakımından Amerikan askerini kullanma yetkisine sahip olmadığını, ekonomik yardımın ise, yine Senato'nun kararına bağlı bulunduğunu, fakat bu karar konusunda şimdiden bir tahminde bulunamayacağını söylemiştir. Başkan Wilson, Senato'nun kesin muhalefetine rağmen, Ermenistan'a yardım için elinden gelen her türlü çabayı harcamaya kararlı görünüyordu.

Ne var ki, Wilson'ın Milletler Cemiyeti Konseyi Başkanı'na bu telgrafı gönderdiği, aynı 30 Kasım 1920 günü, İstanbul'daki Yüksek Komiser Amiral Bristol, 1 Aralık sabahı Waşington'a ulaşuğı anlaşılan telgrafında[10] şunları yazıyordu: 

Ermenistan konusunun artık bittiği bildirilmektedir. Kars ve Gümrü'deki Ermeni kuvveden, çok üstün olmalarına rağmen, hezimete uğratılmış ve bir çok noktalarda Ermeni kuvvetleri kaçmıştır ("ran away"). Türkler Iğdır'ı ele geçirmiş olup, Aralık'tan bir kaç mil mesafede bulunmaktadır... Bir barış antlaşması müzakere edilmektedir. Türk hattı dahilindeki Amerikalıların güvenlikte olduğu bildirilmektedir. Bolşevikler ve Milliyetçi Türkler anlaşma içinde bulunuyor. Gümrü ve Kars'ın Ermeniler tarafından tekrar ele geçirildiğine dair haberler doğru değildir ve Ermenilerin bu iki şehri geri almaları ihtimali de mevcut değildir".

Tiflis'teki Amerikan Konsolosu Moser de, 4 aralık 1920 sabahı Waşington'a gönderdiği telgrafında şöyle demekteydi[11]: 

Erivan'da resmen açıklandığına göre, Ermenistan bir Sovyet Cumhuriyeti olarak ilân edilmiştir... Sovyet Rusya Büyükelçisi'nin söylediğine göre, Sovyetler bu yeni Sovyet Cumhuriyed'ni resmen tanımışlardır. Bir hafta önce kurulan Ermeni hükümetinin devrilmesinin arkasından, Bakû'den gelen Rus kuvvetleri, Ermenistan'ın sınır bölgelerini işgale başlamıştır. Rusya bu harekâtı, Bakû'deki Ermeni Bolşevik Komitesi'nin isteği üzerine yapmıştır. Türkiye ile Ermenistan arasındaki barış müzakereleri sırasında, Gümrü'deki mahallî hükümet de Bolşeviklere katılmıştır..."

Bu gelişmeler karsısında Wilson'ın çizdiği Ermenistan haritasının havada kalması bir yana, Ermenistan'da bu gelişmeler olurken, "bağımsız Ermenistan"ın sınırlarının çizildiğinin açıklanması, hem Amerika ve hem de Müttefikler'in prestijine ağır bir darbe teşkil edecek ve bir "skandal" olacaktı. Bu sebeple, İngiltere hemen harekete geçerek, Wilson'dan, bu sınırların kamuoyuna duyurulmasının durdurulmasını istemiş ve Wilson da, çizmiş olduğu Ermenistan sınırlarını açıklamaktan vazgeçmiştir[12]. Böylece Wilson'ın çizmiş olduğu Ermenistan haritası, tarihin arşivine girecek bir belge niteliğini muhafazaya mahkûm olmaktaydı.

Wilson'ın, Ermenistan sınırlarını çizen raporuna gelince[13]: Rapor 22 Kasım 1920 tarihli olup, iki kısımdır. Raporun birinci kısmında Wilson, sınırları, yani Türkiye-Ermenistan sınırlarını çizerken, veya daha doğru bir deyişle bir kısım Türk topraklarını Ermenilere hediye ederken, hangi esas ve ilkeleri gözönünde tuttuğunu uzunca bir şekilde belirtmekte, ve ikinci kısımda ise, çizmiş olduğu sınırların geçtiği yerleri ve mevkileri, gayet ayrıntılı bir şekilde açıklamaktadır.

Bu yazımıza ek olarak verdiğimiz ve Başkan Woodrow Wilson tarafından çizildiği belirtilen ve onun imzasını taşıyan haritanın altındaki nottan, bu haritanın, Amerikan Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı tarafından, Amerikan Dışişleri Bakanlığı ile işbirliği yapılarak hazırlandığı ve bunun için de General Harbord'ın verdiği bilgilerden ve Türk Genelkurmayı'nın kullandığı 1/200.000 ölçekli harita ile, Almanların savaş sırasında yaptıkları 1/400.000 ölçekli haritalarla, İran ve Kafkaslara ait 1/1.000.000 ölçekli İngiliz haritalarından yararlandığı anlaşılmaktadır.

Wilson'ın gözönünde tuttuğunu söylediği ilke ve esasları şu şekilde özetleyebiliriz:

Sevres Antlaşması'nın 89'uncu maddesi, Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis vilâyetlerinin Ermenistan'a verilmesini öngördüğünden, sınırın çiziminde de bu dört vilâyet gözönünde tutulmuştur.

Kendi ifadesine göre, Wilson, Ermeni halkının çıkarlarına, en iyi şekilde hizmet etme endişesini taşımakla beraber, bitişik bölgelerdeki Türk, Kürt, Rum, v.s. halklara karşı da gayet adaletli davranmaya özen göstermiş.

Söz konusu dört vilâyet Ermenistan sınırları içine alınırken, sınırın çiziminde etnik yapı dikkate alınmamıştır. Çünkü bu dört vilâyette halklar, çeşidi sebeplerden, birbirine karışmıştır.

Keza, dört vilâyeti kapsayacak sınır çizilirken, "yeterli tebiî sınırlar" ve yeni devletin "coğrafi ve ekonomik vahdeti"nin asgari gerekleri gözönünde tutulmuştur.

Ermenilerin, Türklerin, Kürtlerin ve Rumların toprak isteklerini birbiriyle çatışması durumunda, Wilson, "müstakbel Ermeni Devletinin bir ekonomik hayata sahip olması" ilkesini, kesin bir faktör olarak tercih ettiğini belirtmektedir.

Sınır boyunca, Türkler ve Kürtlerle meskûn dağ ve vadilerin Türkiye'ye bırakılmasına çalışılmakla beraber, "ticaret merkezlerinin Ermenistan tarafına aktarılmasına" önem verilmiştir.

"Ermeni şehirleri (!) olan Bitlis ve Muş" un güneyinden geçen sınır çizgisi, Hakkâri ve Siirt sancakları ile, Van vilâyetinin hemen yansını Türkiye'ye bırakmıştır. Wilson için bunun gerekçesi de Siirt ve Hakkâri nüfusunun çoğunluğunun Kürt olması imiş.

Wilson, ilkeleri arasında, "Pontus Rumları" nın isteklerini de unutmadığını belirtmektedir. Zira, Pontus Rumlan, 1920 Marü'nda Londra'da yapılan Müttefikler Yüksek Konseyi toplantısına bir memorandum sunarak, Rumlarla meskûn Karadeniz kıyı bölgesinin bütünlüğünün korunmasını ve Rize'den Sinop'un batısına kadar olan bölgeye özerklik verilmesini istemişler. Lâkin, Wilson'a, Karadeniz kıyıları bakımından, sadece Trabzon vilâyeti için yetki verildiğinden, Karadeniz kıyılarının diğer kısımları için herhangi bir teklif yetkisi yokmuş. (Yani, teklif yetkisi verilse imiş, Rize'den Sinop'un batısına kadar olan Karadeniz kıyılarını da Rumlara vereceği anlaşılıyor).

Diğer taraftan Wilson, Trabzon'un nüfus çoğunluğunun Müslüman (Yani Türk) olduğunu, Trabzon'daki Ermeni nüfusun Rumlardan da az olduğunu belirtiyor, fakat, Ermenistan'ın Trabzon'dan denize çıkması hususunun en geniş şekilde ve Ermenistan'ın gelişmesini sağlayacak nitelikte olmasını istemekteydi. Bundan dolayıdır ki, Wilson, Giresun şehrinin doğusuna kadar olan, Anadolu'nun Doğu Karadeniz kıyılarını veriyordu. Ermenistan'a, denize çıkışını sağlamak için sadece Trabzon limanı değil, Anadolu'nun Karadeniz kıyılarının yaklaşık dörtte biri verilmekteydi. Wilson açısından, bunun gerekçesi de Ermenistan'ın ekonomik gelişmesinin sağlanmasıydı.

Bu surede, Wilson'ın, "gayet adaletli" davrandığı iddiasını kabul etmek için, insanın bütün gerçekleri ters-yüz etmesi gerekiyordu.

Yine, görüldüğü gibi, sınır çiziminde Wilson'ın gözönünde tuttuğu temel ilke ve esas, sadece ve sadece, Ermenistan'ın çıkarları idi. Başka bir deyişle, "her şey Ermenistan'a" ilkesi, sınır çizminin ana unsurunu teşkil etmekteydi. Dolayısıyla, Wilson'ın meşhur "milliyetler ilkesi" de tam anlamı ile bir komediye dönüşüyordu. Zaman zaman, "milliyetler ilkesi" ne ağırlık verir gibi görünmesine rağmen, çizdiği sınırların, gerçekten milliyetler ilkesine ne derece uygun düştüğü çok tartışma götürür. Meselâ Wilson, Sevres Antlaşması'nın, söz konusu dört vilâyetimizi Ermenistan'a vermesinin gerekçe ve mantığını, milliyetler ilkesi açısından hiç tartışmamış, sadece Ermeni iddialarını kendisine dayanak yapmıştır. Bitlis ve Muş'un "Ermeni" şehirleri olduğunu söylüyor, fakat bu iddiasını rakamlara ve belgelere dayandırmaktan kaçmıştır. Tarih hocalığı yapan ve 1890'da Princeton Üniversitesi'nden Profesör unvanını alan, yani güya bilim adamı olan bu zat, Ermeni propagandası ağzı ile, Bitlis ve Muş'un "Ermeni" şehirleri olduğunu söyleyip işin içinden sıyrılıveriyor. Herhalde, "milliyetler ilkesi"nin ciddi ve bilimsel uygulaması bu değildir.

Belirttiğimiz gibi ve kendisinin de raporunda sık sık kullandığı bir ifade ile, "Ermenistan'ın istikbâli ve ekonomik gelişmesi" endişesi, Wilson için, her türlü ilkenin önüne geçmiştir. Bir halde ki, Wilson, "Bağımsız Ermenistan'ın kurucu babası olmayı, siyasî kariyerinin en büyük hedefi ve ihtirası haline getirmiş görünmekteydi.

İlkeler ve esaslar konusunda belirtilmesi gereken son bir nokta da, Ermenistan sınırının çizilmesi dolayısıyla, yine Sevres'in 89'uncu maddesi ile, bir de Osmanlı Devleti (Türkiye) tarafında, "gayrı askerî bir bölgenin sınırlarının çizilmesi görevinin de Wilson'a verilmiş olmasıydı.

Wilson bu işe girişmemiştir. Gerekçesi ise, gayrı askerî bölge tesis etmenin, karmaşık tedbir ve düzenlemeleri gerektirmesiydi. (Şüphesiz bu, Ermenistan'a gelişigüzel toprak vermek gibi olmayacaktı). Bu ise Wilson'a göre, hem pratik değil ve hem de gereksizdi. Zira, Sevres Antlaşması'nın 177'nci maddesi, Türkiye'ye bırakılan topraklardaki bütün "kalelerin" ("existing forts") silahsızlandırılmasını öngördüğü gibi, bir "karışıklık" (yani bir Türk saldırısı) halinde, Müttefiklere müdahale hakkı veriyordu. Bunun için de bir Müttefiklerarası Kontrol Komisyonu kurulacaktı. Bu sebeplerden dolayı, Wilson'a göre, ayrıca bir de "gayrı askerî bölge" tesisine gerek yoktu.

Burada Wilson'ın peşin hükümlü ve peşin kararlı tutumu bir kere daha ortaya çıkmaktadır. "Gayrı askerî bölge" tesisi, Sevres Antlaşması'nın bir hükmü ve Ermenistan sınırlarının çizilmesiyle birlikte kendisinin hakemliğine, dolayısıyla görevine havale edilmiş bir husus olduğu halde, Wilson kendi takdiri ile bu konuyu bertaraf ediyor, fakat Bitlis ve Muş'un "Ermeni" olduğunu ileri sürerken ve Trabzon'da ancak bir avuç Ermeni bulunduğu halde, burasını da Ermenistan'a verirken, bütün bu hususları tarafsız bir analizden geçirerek, Sevres Antlaşması'nın mantıksızlığını tartışmaya yanaşmıyordu.

Wilson Raporu'nun ikinci kısmı, doğrudan doğruya sınırı ayrıntılı bir şekilde çizmekteydi. Raporun bu kısımının tercümesini vermek yerine, faksimilesini vermeyi tercih etük. Zira, Rapor'un sınır çizimine ait kısmında, bir çok köyler, yerleşimler ve fizikî coğrafya isimleri, o zamanki şekliyle yer almaktadır ve bunlardan bazılarının bugünkü isimlerini ve Rapor'daki telâffuzlarından o zamanki isimlerini dahi tespit etmek kolay değildir.

Nihayet, bu belgeler Türk Tarih'in birer kalıntısından ibarettir. Bizim burada asıl vurgulamak istediğimiz, Büyük Atatürk'ün başlattığı Türk Millî Mücadelesi'nin ve Millî Devlet kurma çabasının daha başlangıcında, Amerika'nın Türk Milleti'ne karşı tutumunu ortaya koymak ve bu tutumdan, günümüze bazı ışıklar getirmektir.

Bununla beraber, incelememizin sonuna, yine Amerikan belgeleri arasında yayınlanan ve Doğu Anadolu topraklarımızdan Ermenistan'a verilen, yani Türk Vatanı'ndan koparılmak istenen toprakları gösteren bir haritayı da koyduk[14]. Belgelerde, çizilen sınırın çok daha ayrıntılı bir haritasından söz edilmekte ise de, bu harita belgeler arasında yayınlanmamıştır[15].


Dipnotlar:

 

1 - Pratik görünmüyor, çünkü Fransızlar, 1919 Eylülü'nde İskenderun ve Mersin'e 12.000 kişilik bir kuvvet çıkararak Kilikya'yı kontrol alana almışlardı. Bu olay Amerika'yı şaşkına çevirdi. Çünkü, sanılmıştı ki, Fransızlar, bu bölgeleri Ermenistan için işgal etmekteydiler. Halbuki, bu sırada Fransa, Ermenistan'ı kurtarmak için Batum, v.s. ye asker gönderemeyeceğini söylemekteydi. Bak.: Papers....1920/111, p. 840; ayrıca bak.: Evans, adı geçen eser, p. 185.


2 - Amerika Dışişleri Bakanlığı'ndan Paris Büyûkelçiliği'ne 17 Mayıs 1920 günlü telgraf,

aynı kaynak, p. 783.


3 - Memorandumun metni: Papers....l920/III, p. 784-785.


4 - Waşinton'daki İngiliz Büyükeçiliği'nden Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na 6 Ağustos 1920 günlü nota, aynı kaynak, p. 787.


5 - Amerikan Dışişleri Bakanlığı'ndan İngiltere Büyükelçiliği'ne 13 Ağustos 1920 tarihli

nota, aynı kaynak, p. 787-788.


6 - Yüksek Komiser Bristol'den Waşington'a İS Eylül 1920 günlü telgraf, Papers...l920/III, p. 788.


7 - Amiral Bristol'un Dışişleri Bakanlığı'na 10 Ekim 1920 günlü telgrafı, aynı kaynak, p. 788- 789.


8 - Paris Büyükelçiliği'nden Dışişleri Bakanlığı'na 18 Ekim 1920 günlü telgraf, aynı kaynak, p. 789.


9 - Amerikan Dışişleri Bakanı'ndan Paris Büyükelçisi'ne 24 Kasım 1920 günlü telgraf

Papers...l920/III, p. 789-790.


10 - Telgrafın metni: aynı kaynak, p. 804-305.


11 - Telgrafın metni: aynı kaynak, p. 805.


12 - Telgrafın metni: aynı kaynak, p. 806-807. Bu telgraf Waşington'a 11 Aralık'ta ulaşmıştır. u Bak.: Papers...1920/111, p. 807-808.


13 - Raporun tam metni: aynı kaynak, p. 790-804.


14 - İncelememizin sonunda verdiğimiz harita: Papers...l920/IWün. sonunda yayınlanmıştır.


15 - Bak.: papeı?...1920/III, p. 790, 51 no.lu not.

 

hhtp://www.heddam.com 




Amerika, Sevres Antlaşması Ve "Ermenistan" Sınırları [1. Bölüm]



Fahir Armaoğlu ANKARA, 30 Ağustos 2007 Perşembe 

1919 Ocak ayında toplantılarına başlayan Paris Barış Konferansı'nda Birleşik Amerika'nın Osmanlı Devleti'yle ilgili faaliyetlerini, Sevres Öncesi ve Sevres Sonrası diye ikiye ayırmak gerekmektedir.


Dünya Savaşı'nı sona erdiren barış antlaşmalarını hazırlamak üzere 1919 Ocak ayında toplantılarına başlayan Paris Barış Konferansı'nda Birleşik Amerika'nın Osmanlı Devleti'yle ilgili faaliyetlerini, Sevres Öncesi ve Sevres Sonrası diye ikiye ayırmak gerekmektedir. Başka bir deyişle, birincisi 1919 yılını kapsamakta, ikincisi de 1920 yılına ait bulunmaktadır.

Bu iki dönemde Amerika'nın Türkiye[1] ile ilgili faaliyetlerinin ortak noktası, Ermenistan faktörü'nün her iki dönemde de ağırlıklı bir unsur teşkil etmesidir. Yalnız bu ortak faktörün niteliği, 1919 ve 1920 yıllarında, yine birbirinden bir farklılık göstermektedir. 1919 yılında söz konusu olan, özellikle ve "soyut" olarak bir politik amaç veya bir politika faaliyeti olduğu halde, 1920'de, Amerika için söz konusu olan ise, bir antlaşmaya dayalı "somut bir faaliyet", veya bir icra'dır. Bu icra ise, Sevres Antlaşması'nın 89'uncu maddesi uyarınca, "Ermenistan"a Türkiye'den koparılıp verilen toprakların, yani "Türkiye-Ermenistan" sınırının çizilmesi yetkisinin veya görevinin, Amerika Cumhurbaşkanı'na, yani Woodrow Wilson'a verilmiş olmasıdır.

Bu incelememizde, Sevres öncesi dönem, yani 1919 yılı üzerinde fazla durmayacağız. Bilindiği gibi, bu dönemin Türkiye-Amerika münasebetleri, daha doğrusu Amerika ile Millî Mücadele arasındaki münasebetler bakımından en Önemli olayı, "Ermenistan sorunu" hakkında rapor hazırlamakla görevlendirilen General Harbord Misyonu'nun, 20 Eylül 1920 Sivas'ta Atatürk ile yaptığı ve 3-4 saat süren görüşmelerdir.

Harbord Misyonu konusu yeteri kadar incelendiği için, biz bu konu üzerinde fazla durmayacağız[2].

Yalnız şu kadarını belirtelim ki, Amerika'nın "Ermenistan" konusu üzerine eğilmesi, Başkan Wilson'ın "Milliyetler" ilkesi dolayısıyla ve Amerikan kamuoyunun ağır baskısı altında ortaya çıktığı gibi, yine çeşidi yardım kuruluştan ve Ermeni davasını destekleyen kuruluş ve politikacıların tahriki ile, konunun, 1919 Haziranı'ndan itibaren Paris Barış Konferansı'nın gündemine girmesiyle bir dinamizm kazanmıştır.

Ermeni davasını destekleyen bazı kuruluşların ve aynı zamanda Amerika'nın resmî yardım kuruluşlarının, Rusya Ermenistanı ile Türkiye sınırlarında 700-800 bin Ermeni mültecinin biriktiğini iddia etmesi, bunların açlıkla karşı karşıya kaldıklarını ve bunlara yardım yapılması gerektiğini bildirmeleri ve ayrıca, İngiltere'nin de, şüphesiz "Ermenistan yükünü", "Amerika hamalı"nın sırtına yüklemek amacı ile, Ermenistan'daki kuvvetlerini 1919 Ağustosu'ndan itibaren çekeceğini bildirmesi, bir yandan Ermeni mültecilerine yardım sorununu, diğer yandan da kurulacak "Bağımsız Ermenistanın kendisini dışarıya (yani Türklere karşı) karşı koruması sorununu ön plâna çıkarmış ve özellikle bu ikinci nokta da, baştan beri Ermenilere kanat germeye hevesli ve kararlı olan Başkan Wilson'ı Ermenistan üzerinde bir Amerikan "manda"sı sorunu ile karşı karşıya getirmiştir.

Bu sırada Amerikan Senatosu'nda, Başkan Wilson'ın Avrupa politikasına fazla "bulaştığı" yolunda eleştirilerin artması ve "inziva" (Isolation) politikasına dönülmesi eğilimlerinin kuvvetlenmesi dolayısıyla, Başkan Wilson, General Harbord başkanlığında kalabalık bir heyeti, Anadolu dahil, bölgeye göndererek, "Ermenistan Mandası"nı ve muhtemel sorunlarını yerinde inceletmiştir. Harbord Misyonu'nun askerî niteliği, Ermenistan'ın özellikle dışarıya karşı korunmasının, Wilson'ın başlıca endişesini teşkil ettiğini göstermekteydi[3].

General Harbord, gezisinin sonunda uzun bir rapor hazırlayarak bir nüshasını Paris'teki Barış Konferansı'na, bir nüshasını da Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na vermiştir[4].

General Harbord, raporunda[5], bir hayli tarafsız davranarak, sade Türklerin Ermenilere saldırmadığını, bir çok yerlerde Ermenilerin de Türklere saldırmakta olduklarını örnekleriyle belirtmiş ve, yukarda da değindiğimiz gibi, Ermenilere yardım kuruluşları ile Ermeni davasını destekleyen Amerikan politikacıları, Rusya Ermenistanı'na sığınan Ermeni mültecilerin sayısını 700-800 bin olarak iddia ettikleri halde, General Harbord bu miktarın 300 bin civarında olduğunu söylemiş tir.

Manda konusunda ise, "Ermeni sorunu Ermenistan'da çözülemez" diyen Harbord, Fransa ve İngiltere tarafından işgal edilmiş olmaları sebebiyle, Suriye ve Mezopotamya hariç, İstanbul ve Rumeli (Trakya) dahil, bütün Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde bir manda rejiminin kurulması gerektiğini ileri sürmüştür.

Fakat bu ifade, Harbord'ın, Amerikan mandası konusundaki iyimserliğinin bir işareti değildi. Generalin belirttiğine göre, manda yönetimini üzerine almakla Amerika, en az bir kuşak boyu bu işe bulaşmış olacaktı ve askerî bakımdan da, değişen şartlara göre, 25.000 ile 200.000 arasındaki bir askerî kuvvede bu rejimi desteklemek zorunda kalacak, ve nihayet, manda yönetiminin ilk beş yılında Amerika'nın 756 milyon dolarlık bir malî yükü de sırtlaması gerekecekti.

Harbord'ın raporundan yaklaşık bir ay sonra, Amerikan Senatosu'nun, bir yandan 28 Haziran 1919 tarihli Versay Anlaşması'nı ve bir yandan da, ona bağlı olan Milleler Cemiyeti Paktı'nı onaylamayı 19 Kasım 1919'da reddetmesi ile, Amerika'nın "Ermeni Mandası" hikâyesi de sona eriyordu.

Çünkü, Amerika Milletler Cemiyeti'ne üye olamıyordu. Halbuki "manda" rejimleri Milletler Cemiyeti'ne bağlı bir sistemdi.

Senato'nun bu kararı üzerine, Amerika, Aralık 1919'da Paris Barış Konferansı'ndan çekildi.

Başkan Wilson, özellikle Milletler Cemiyeti Paktı'nı Senato'ya onaylatmak için bir kaç teşebbüste daha bulunduysa da, bütün teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlandı.

Fakat, başta İngiltere olmak üzere, Amerika'nın Avrupalı müttefikleri, Amerika'nın ve özellikle Başkan Wilson'ın yakasını bırakmadılar.

Paris Konferansı, "Türkiye Sorunu"nu, yani Osmanlı Devleti'yle yapılacak barışı 1920 Ocak ayından itibaren ele aldı. Almasıyla birlikte, "Ermenistan" konusu ve dolayısıyla Amerika, tekrar gündeme geldi[6].

İngiltere, Fransa ve İtalya, yani Barış Konferansı'nın "Yüksek Konseyi" ("Supreme Council"), Şubat ve Mart aylarında Londra'da ve Nisan ayında da San Remo'da (İtalyan Rivierasında) toplanarak, Türkiye ile barışın esaslarını tespit etmişlerdir. Amerika, San Remo toplantıları ile temaslarını, Roma Büyükelçisi vasıtasıyla sürdürmüştür.

Yüksek Konsey'in Londra toplantılarından sonra, Fransa'nın Waşington Büyükelçisi, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na verdiği 9 Mart 1920 tarihli bir notada, Türkiye ile barış konusundaki çalışmaların bir hayli ilerlediğini, bu durumda, Fransa'nın (Yüksek Konsey Başkanı), Amerika'nın "Doğu Sorunları" ile ilgilenip ilgilenmediğini veya bu sorunlarla ilgisini devam ettirip Konferansa katılıp katılmayacağını öğrenmek istediğini bildirdi. Amerika ise, bu notaya cevabında, Müttefiklerin Türkiye ile barış konusundaki düşüncelerini bilmediğini söyleyince[7], Fransa'nın Waşington Büyükelçisi, 12 Mart 1920 tarihli bir nota ile[8], tespit edilen bazı esasları Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na bildirmiştir. Nota'ya göre, Türkiye barışı konusunda Londra'da tespit edilen esaslar şöyleydi: 

1) Türkiye'nin Avrupa sınırları, Midye-Enez çizgisi, fakat muhtemelen Çatalca Hattı olacaktır. 

2) Türkiye'nin Asya tarafındaki sınırlan, kuzeyde ve batıda Karadeniz, Marmara ve Akdeniz, doğuda Ermenistan sınırı (yani bağımsız Ermenistan), güneyde ise, Ceyhan Nehri'nden başlayıp, Antep, Birecik, Urfa, Mardin ve Cezire-i İbni Ömer'in kuzeyinden geçen çizgidir. 

3) Padişah İstanbul'da kalabilecek, fakat burada Padişah'ın muhafız kuvvetlerinden başka kuvvet bulunmayacaktır. Müttefikler, Avrupa Türkiyesi (Trakya) ile Marmara ve Boğazlann güneyindeki bölgeleri işgal etme hakkını mahfuz tutarlar. 

4) Boğazlardan geçiş, savaşta ve barışta serbest olacak, bir Boğazlar Komisyonu kurulacak ve Padişah'ın Boğazlar üzerindeki egemenlik hakkını, Padişah adına bu Komisyon kullanacaktır. Bu Komisyon'da, bazı şartlarda Amerika ve Rusya da temsil edilecektir. Komsiyon'un başkanı ancak büyük devletlerden biri olacaktır. 

5) Trakya'nın Türklere bırakılan kısımlarının dışında kalan kısımlar Yunanistan'a verilecek, Edirne'deki Türkler ("Osmanlılar" deniyordu) için özel garantiler sağlanacak ve Bulgaristan'a da Trakya'da bir serbest liman verilecekti. 

6) Bağımsız bir Ermenistan kurulacak ve bu devletin denize çıkışını sağlamak için de, Lâzistan'da (yani Trabzon) kendisine bazı özel haklar tanınacaktır. 

7) Türkiye; Mezopotamya, Arabistan, Filistin, Suriye ve bütün adalar üzerindeki haklarından feragat edecektir. 

8) Aydın bölgesi hariç, İzmir bölgesi, Padişah'a bağlı olarak Yunanistan'ın yönetimine verilecek ve İzmir Liman'ında Türkiye'ye de ayrı bir kısım ayrılacaktır.

Bundan sonra da Osmanlı borçlarına ait bazı malî hükümler söz konusu olmaktaydı.

Barış Konferansı'ndan çekilmiş olmasına ve ancak "uzaktan gözlemci" statüsünde bulunmasına rağmen, Amerikan hükümeti bu barış esaslan hakkında şu görüşleri bildirdi[9]. 

1) İstanbul bölgesi dışındaki Trakya topraklarının Yunanistan'a verilmesini Amerika kabul etmekle beraber, bu bölgenin kuzey kısmı halkı Bulgar olduğundan (!), Edirne ve Kırklareli (Kırkkilise) ve havalisi Bulgaristan sınırları içine katılmalıdır. Çünkü Bulgaristan'ın, tamamen Bulgarlarla meskûn olan batı topraklan Sırbistan'a verildiğinden, Bulgaristan'a yapılan bu haksızlık Trakya'da telâfi edilmelidir. 

2) Amerika, Ermenistan konusu ile çok yakında ilgilidir. Ermenistan'ın sınırları, Ermeni halkının meşru (!) isteklerini karşılayacak ve kolay ve engelsiz bir şekilde denize çıkışını sağlayacak şekilde çizilmelidir. Denize çıkışı sağlamak için Lazistan'da Ermenistan'a özel haklar tanımak yeterli değildir. Venizelos, bu bölge Rumları adına, Trabzon'un Türklere verilmektense Ermenistan'a verilmesini tercih ettiğini bildirdiğine göre, Trabzon, doğrudan doğruya Ermenistan'a verilmelidir. 

3) Amerikan hükümeti, elinde çok sınırlı bilgi olduğundan İzmir konusunda görüş bildirebilecek durumda değildir. 

4) Eski Osmanlı imparatorluğu topraklarında ne şekilde bir düzenleme yapılırsa yapılsın (kime ne toprak verilirse verilsin), Amerikan vatandaşları ve şirketleri, diğer devletlerinkinden daha az müsait durumda kalmamalıdır. Yani Amerika, ekonomik ve ticarî bakımdan, "Açık Kapı" veya "fırsat eşitliği" ilkesinin uygulanmasını istiyordu.

Toplantılarına San Remo'da devam etmekte olan Konsey, Amerika'nın bu görüşlerine verdiği cevapta[10], Türkiye ile âdil ve kalıcı (!) esasları kapsayan bu barış antlaşmasını, Amerika'nın da imzalayacağı ümidini izhar ettikten sonra, tespit ettikleri ve 12 Mart'ta Amerika'ya bildirdikleri barış esaslarını savunuyorlardı. Bundan başka, Bulgaristan'a Edirne ve Kırklareli (Kırkkilise) nin verilmesi hususundaki Amerikan isteğine karşı da, kendilerindeki istatistik bilgilere göre, bu iki şehir ve havalisinin çoğunluğunun Türk olduğunu belirtiyorlardı.

İlginç bir nokta da, Amerika'nın Avrupalı müttefiklerinin, Amerikan Senatosu'nun Versay Antlaşması'nı onaylamayı reddetmesinin anlamını hâlâ anlamamış olmaları veya anlamamazlıktan gelmeleriydi.

Bağımsız Ermenistan konusunda Müttefiklerin de Amerika ile aynı görüşü paylaştıklarını ve halihazır ihtiyaçları ve gelecekteki gelişmesi (expansion) bakımından "haklı olarak (!) iddia ettiği" toprakları Ermenistan'a vermeyi ciddi bir şekilde arzu ettiklerini bildirmekteydiler.

Sorun bir al gülüm - ver gülüm hikâyesine dönüşmüştü. Avrupalılar, müstakbel Sevres Antlaşması'na Amerika'yı da bağlamak ve bu antlaşma ile Yakın Doğu'da yapacakları karmaşık ve tehlikeli düzenlemede Amerika'ya da sorumluluk yüklemek için, Amerika'ya şirin görünmenin her türlü çabasını harcamaktaydılar.

Yalnız, Müttefiklerin bu 27 Nisan 1920 günlü cevaplarında, İzmir ile ilgili yeni açıklamalar dikkati çekmekteydi. İzmir ile bazı komşu ilçelerin (kazaların) nüfus çoğunluğunun Rumlarda olması ve Türkiye'nin bu Rumlara fena muamelede bulunması sebebiyle, İzmir'in Yunan yönetimine verildiği belirtildikten sonra, İzmir'in bütün Anadolu'nun ekonomisinde önemli bir yeri olması ve İzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinin millî tepkilere sebep olmasının, Türkiye ile barışın uygulanmasını imkânsız kılmasa bile, güçleştirmesi ihtimali dolayısıyla, İzmir'in Padişaha bağlı hale getirildiği ve aynı zamanda Türklere de İzmir Limanı'nda imkânlar sağlandığı belirtilmekteydi. Burada "millî tepkiler" den duyulan endişe dikkati çekmektedir.

Amerika'yı Türkiye ile barış sorununa "bulaştırmak" ve konunun içine çekmek için, Nisan 1920 sonunda, İngiltere'nin egemen olduğu Milletler Cemiyeti'nin de kullanılmak istendiği de görülüyor. Çünkü, San Remo'dan 27 Nisan'da Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na gönderilen uzun bir mesajda[11]., Ermenistan konusunda, Amerika bir karar verme zorunluluğu ve dolayısıyla, Türkiye barışı ile karşı karşıya bırakılıyordu.


DİPNOTLAR

1 - Gerek Amerikan belgelerinde, gerek Paris Barış Konferansı ile ilgili belgelerde, Osmanlı

Devleti, daima "Türkiye" adı ile zikredildiğinden ve hatta 1920 yılında, sonradan Sevres

Antlaşması adını alacak antlaşmanın adı daima "Türkiye ile barış" (Peace with Turkey, Peace

Setdement with Turkey) diye zikredildiğinden, biz bu incelememizde, Osmanlı Devleti yerine,

Türkiye deyimim kullandık.

2 - Bu konuda bak.: Dr. Fethi Tevetoğlu, Millî Mücadelede Mustafa Kemal Paşa-Ceneral

Haıbord Görüşmesi, TÜRK KÜLTÜRÜ, Yıl VII, Sayı 76, Şubat 1969, s. 257-267; Yıl VII, Sayı 77,

Mart 1969, s. 321-334; Yıl VII, Sayı 80, Haziran 1969, s. 525-545; Yıl VII, Sayı 81, Temmuz 1969, s. 589-603. Bizim incelediğimiz Amerikan belgelerinde, General Harbord'un raporunun metni verilmekte, fakat, başka hiç bir bilgi verilmemektedir.

3 - Bütün bu gelişmelere ait Amerikan belgeleri için bak.: Papers Relating to the Foreign Relations of the United States, 1919, Washington, D.C., Government Printing Office, 1934, Vol. II, p. 817-841.

4 - General Harbord Misyonu, Başkan Wilson'ın onayı ile gönderilmekle beraber, esasında Paris Barış Konferansı adına görev yapmıştır. Bu sebeple, 16 Ekim 1919 tarihli olan raporunun imzalı nüshasını Paris Barış Konferansı'na sunmuş, imzasız bir nüshasını da Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na vermiştir. Bu konuda bak.: aynı kaynak, Vol. II, p. 841, 24 no.lu dipnotu.

5 - Raporun metni: aynı kaynak, p. 841-889. Ayrıca bak.: Maj. Gen. James G. Harbord, Conditions in the Neaı- East: Repon of the American Military Mission to Armenia, U.S. Senate, 66th Congress, 2d Session, Document No. 266; Washington, Government Printing Office, 1920; Brig. Gen. George Van Horn Moseley, Mandatory över Armenia: Report made to Maj. Gen. James. G. Haıobrd, Senate, 66th Congress, 2d Session, document No. 281, Washington Government Printing Office, 1920.

6 - Bundan sonraki açıklamalarımızı, şu kaynakta yer alan belgelere dayandıracağız: Papers Relating to the Foreign Relations ofthe United States, 1920, Washington, D.C., Government

Printing Office, 1936, Vol. III, p. 748-809. Bu kaynağı bundan sonra kısaca "Papers... 1920/IU"

Şeklinde zikredeceğiz.

7 - Laurence Evans, United States Policyand the Paıtition ofTurkey, 1914-1924, Baltimore,

The John Hopkins Press, 1965, p. 278.

8 - Notanın metni: Papers... 1920/111, p. 748-750.

9 - Amerikan Dışişleri Bakanlığı'ndan Fransız Büyükelçiliği'ne 24 Mart 1920 tarihli nota, Papers... 1920/III, p. 750–753.

10 - Roma'daki Büyükelçi Johnson'dan Washington'a 27 Nisan 1920 günlü telgraf, Papel?1920/III, p. 753–756.

11 - Roma Büyükelçiliği'nden Waşington'a 27 Nisan 1920 günlü telgraf, Papers...l920/M, p.

779-783.

1915 Tartisilirken Gozden Kacirilanlar

SUNUŞ

Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde asırlarca huzur içinde devletine bağlı bir tebaa olarak yaşayan Ermeniler, devlet kademesinde “millet-i sâdıka” olarak anılmışlar ve devletin pek çok önemli makam ve mevkilerinde görev yapmışlardır.
Bunlara rağmen XIX. Yüzyıl sonlarından itibaren ve özellikle Osmanlı İmparatorluğu açısından Birinci Dünya Savaşı’nın en buhranlı yılı olarak anılan 1915 senesinde, dış güçlerin kışkırtması ile oluşturulan Ermeni terör örgütleri Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmişlerdir. Bu örgütlerin savunmasız Türkleri nasıl katlettikleri belgelerde açıkça görülmektedir.
Birinci Dünya Savaşı’nda toplam nüfusunun 1/5’ini ve topraklarının 4/5’ini kaybeden Osmanlı İmparatorluğu, vatandaşlarının can güvenliğini, birliklerinin geri ve yan emniyetini temin etmek ve lojistik yollarını açık tutabilmek maksadıyla, düşman ile işbirliği yaptığı sabit olan bir takım toplulukların zararlı faaliyetlerine engel olunması için bu toplulukları, savaştan daha az zarar görecekleri değerlendirilen güney bölgelerine sevk ve yeniden iskan etmeye karar vermiştir.
1915 senesinde neler olmuştur? Osmanlı Devleti niçin böyle bir kararı almıştır?
Uzun süredir bu konuda özellikle yabancı arşiv belgelerinden istifade ederek hakikati bulmak maksadıyla çeşitli araştırmalar yapan ve kasıtlı olarak çarpıtılan tarihi, kamuoyu vicdanında objektif olarak gözler önüne serebilmek için yoğun çalışmalar gerçekleştiren değerli bilim insanı Prof. Dr. Hikmet ÖZDEMİR’in edinmiş olduğu birikimler hepimiz açısından ayrı bir önem taşımaktadır.


Süha TANYERİ
Tuğgeneral
SAREM Başkanı



ÖZGEÇMİŞ

HİKMET ÖZDEMİR

Siyasal Bilimler Profesörü. Mesleki kariyerine Başbakanlıkta danışman ve Cumhurbaşkanlığında başdanışman olarak başlamıştır.
Sonraki yıllarda üniversite öğretim üyeliği de yapmıştır.
Türkiye dışında British Chevening bursuyla Londra Üniversitesi’nde; Fulbright bursuyla Washington DC’de Georgetown Üniversitesi’nde; ayrıca İngiltere ve ABD’nde ve İsviçre’de Birleşmiş Milletler Arşivlerinde incelemelerde bulunmuştur.
2002 yılından beri Türk Tarih Kurumu Ermeni Araştırmaları Başkanı olarak “Birinci Dünya Savaşı ve Türkiye” alanında çalışmalarını sürdürmektedir.
Türkiye’nin siyasî tarihi üzerine Türkiye’de yayınlanmış 28 kitabı vardır.
Aynı zamanda Harp Akademilerinde Öğretim Üyeliği de yapmaktadır.
“Osmanlı Ordusu 1914-1918” adlı araştırması ABD’de seçkin bir üniversite tarafından yayınlanmak üzere kabul edilmiştir.


İÇİNDEKİLER
Sunuş I
Özgeçmiş II
İçindekiler III
1915 Ermeni Tartışmasında Gözden Kaçırılanlar
Savaştan Barış Yaratmak........................................................................ 1
1915’te Ne Oldu?..................................................................................... 4
Arşivler Niçin Önemlidir?.......................................................................... 4
Tanımlama Sorunu................................................................................... 7
Sık Kullanılan Önlem................................................................................ 7
Örnek Tutum............................................................................................ 10
Suçlu-Suçsuz Ayrımı................................................................................ 12
Düşman Saflarında.................................................................................. 16
Ayaklanmalar........................................................................................... 19
Deniz Bombardımanları........................................................................... 22
Nereye Gidiyoruz?................................................................................... 24
Seçilmiş Okuma Listesi 27


Savaştan Barış Yaratmak

Modern Türkiye’nin kurucusu ve mimarı Kemal Atatürk, Trablusgarp’ta İtalyan, Çanakkale’de İngiliz, Fransız, Avustralyalı ve Yeni Zelandalı, Doğu Anadolu’da Rus ve Batı Anadolu’da da Yunan ordularıyla savaşan bir deneyimli asker ve devlet adamı olarak tarihte hak ettiği yeri almıştır. Bu nedenledir ki, ölümünden 69 yıl sonra, şu anda bulunduğumuz Genelkurmay Karargâhının az ötesinde, Anıtkabir diye bilinen ebedi istirahatgâhı, 2005 yılında 4 milyon, 2006 yılında 8 milyon Türk ve yabancı tarafından ziyaret edilmiştir.
Büyük Komutan’ın karizmatik kişiliği ve felsefesi ülkesinin sıradan yurttaşlarından, dünya uluslarının saygıdeğer temsilcilerine kadar, Anıtkabir ziyaretçilerinin hafızalarında taptaze bir iz olarak yaşamaktadır.
Sanırım, Doğu Akdeniz coğrafyasında bir modern ulusun ve laik cumhuriyetin yaratıcısı olan bir askerin “savaş” kavramını nasıl tanımladığını biliyorsunuz.
Ancak yine de pek çok hayranı gibi benim de büyülendiğim bu tanımı sizlere bir kez daha aktarmak istiyorum.
Türkiye Cumhuriyeti Ordularının Ebedi Başkomutanı’na göre;
“Savaş zorunlu olmadıkça bir cinayettir”.
Yani açıkça, “savaş”ın cinayet olarak anlaşılmaması için “zorunlu” olması gerekir, diyor.
İnsani açıdan bundan güçlü bir tanım yapmak mümkün müdür, bilemiyorum?
Üstelik bu tanımın sahibi, bir askeri dehadır; muharebe alanlarında gözünü kırpmadan çarpışan bir kahramandır.
1915 yılında çok sıcak bir Ağustos gecesinin şafağında Gelibolu’da, askerlerine, “Size ölmeyi emrediyorum!” diye seslenmiştir.
Hep şunu düşünmüşümdür:
Acaba, bir komutan, “savaş” için niçin böyle bir tanım yapmıştır?
Niçin, “savaş zorunlu olmadıkça bir cinayettir,” demiştir?
Kemal Atatürk, cephelerde, başka ulusların ordularına karşı muharebeler, meydan savaşları yönetmiş bir askerdir.
O, kendi evlatlarının Balkan Savaşı’nda, Dünya Savaşı’nda ve Türk İstiklal Savaşı’nda çarpıştığı öteki orduların dünyasını da gözlemledikten sonra bu tanımı yapmıştır.
Yani, savaşın içinden, karşılaştırmalı gözlemlere dayalı bir tanım.
Burada hemen ifade etmek isterim:
1923 yılında, 600 yıllık ömrünü tamamlamış bir imparatorluktan kalan son topraklarda yeni bir devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması bu savaş tanımının bir sonucudur.
1918’de Mondros Ateşkesi’nde, dört yıl süren kanlı savaş biterken, Türkiye’ye dayatılan model adaletsizdir.
Atatürk’ün liderliğinde Türkler bunun üzerine Ankara’da, yeni bir meclis ve ordu kurmuşlardır ve “zorunlu” olarak savaşmışlardır.
Komutan, askeri zaferi kazandığı o tarihi anda, ordusuna ve ulusuna bu defa yeni ve ebediyen sürecek bir hedef göstermiştir.
“Yurtta barış, dünyada barış!”
Bu hedef, Türkiye Cumhuriyeti’nin değişmez devlet politikası olarak bugün de sürdürülmektedir.
Ben bu evreyi “savaştan barış yaratmak” olarak adlandırmaktayım.
Komutan Atatürk, bu yeni evrede, Türk ulusunu Balkan Savaşı, Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı’nın dayanılması imkânsız trajedileri ile ebediyen baş başa bırakmak istememiştir.
Muzaffer Komutan, ulusunun bu felaketler döneminden hayatta kalabilen kadın ve erkek bireylerine, çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak ve aşmak hedefini göstermiştir.
Kadın ve erkek bütün Türklerden, insanlığın ortak hazinesine katkılar yaparak bölge ve dünya barışına hizmet etmelerini istemiştir.
Kahraman Asker ve Ulusu bu yolda ilk somut adımı Lozan Barış Antlaşması ile atmıştır.
Lozan’da, 1919–1922 Savaşı’nda Batı Anadolu’da göğüs göğse çarpıştığı ülkenin evlatlarıyla barışmıştır.
18 Mart 1934 günü de, Büyük Savaş’ta, Gelibolu Yarımadası’nda Türk kuvvetlerine karşı çarpışırken can veren İngiliz, Fransız, Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerlerin acılı annelerine seslenmiştir.
Büyük İnsan, 1453 yılından beri Türk başkenti olan İstanbul’u ele geçirmek amacıyla Gelibolu Savaşları’nda canlarını veren Müttefik askerleri için şunları söylemiştir:
“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar!”
“Burada bir dost vatanın topraklarındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz.”
“Sizler, Mehmetçikle koyun koyunasınız.”
“Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar!”
“Gözyaşlarınızı dindiriniz, evlatlarınız bizim bağrımızdadır.”
“Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır.”
“Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Yeni Türkiye’nin cumhuriyetçi kuşakları, komşularıyla ve öteki dünya uluslarıyla ve ordularıyla geçmişte kalan ihtilaflardan beslenmemişlerdir.
Yeni kuşaklar, kin, öfke ve intikam duygularına dayalı, sürekli saldırganlık peşinde koşan bireyler olarak eğitilmemişlerdir.
Ancak, derin bir acı ile gözlemlemekteyim, dünyamızda her ulus, her devlet, her lider, Büyük Savaş sonrası ilişkilere ve barışa Atatürk gibi bakmamaktadır.
O nedenledir ki; bugün Türk Ulusu, 90 yıl önce, bütün insanlığı mahveden bir inanılmaz felaketin, Dünya Savaşı’nın asker ve sivil ölülerini milliyetlerine göre ayıran çağdışı bir anlayışın intikamcı tahrik ve kışkırtmaları ile yüz yüzedir.
Dünya tarihinde gerçeklerin engizisyon kararlarıyla çarpıtılması olarak tanımladığım bu yeni tür saldırganlık, Ortaçağ zihniyetini bir kez daha hortlatmıştır.
Uygar dünyanın değerlerine gönülden inanmış bir akademisyen olarak, bazı Müttefik ülkelerin parlamentolarında, “1915 olayları” üzerine alınan “soykırım” kararları karşısında, ulusumuzun bütün bireyleri gibi ben de çok şiddetli bir insani tepki duymaktayım.
Bununla birlikte, bir Türk olarak, bu kararlara karşı haklı insani tepkimi dizginlemek zorundayım.
Türk Ulusu’na ve onun güvenilir dostlarına karşı saldırgan bir üslupla sürdürülen, tarih, akıl, bilim ve hukuk-dışı bir engizisyonun değerlendirmesini yapmak için huzurunuzda bulunuyorum.

1915’te Ne Oldu?

Osmanlı İmparatorluğunda yüzlerce yıl huzur ve güven ortamında birlikte yaşayan Türkler ve Ermeniler arasında “1915 Krizi” diye bilinen olayların aydınlatılmasında öncelikle “1915’te ne olmuştur” sorusunun dürüst şekilde yanıtlanması gerekir.
Evet, 1915 yılında savaş sürerken Osmanlı Hükümeti ile Osmanlı Ermeni Komiteleri arasında ne olmuştur?
Biliyor musunuz, 1915’ten yaklaşık bir yıl önce yapılan Osmanlı Parlamentosu seçimlerinde, iktidardaki İttihat ve Terakki Komitesi ile Ermeni Taşnak Komitesi tek listeye oy vermişlerdir.
1915’ten yalnızca 7 yıl önce, 1908’de önde gelen İttihatçılar ve Taşnak Komitesi liderleri, İstanbul’da meydanlarda “Yaşasın Hürriyet!” diye haykırmışlardır.
Peki, aynı Türk ve Ermeni liderler, Dünya Savaşı için seferberlik ilan edildiğinde neden birbirlerine “düşman” saflarda savaşa katılmışlardır?
Dünya tarihi, “gerçek” olguların sürekli üstünün küllendiğini, saptırıldığını kanıtlayan örneklerle doludur.
Biz kendi örneğimize bakalım:
1915 ilkbaharında Müttefik kuvvetlerin Çanakkale Boğazı’na saldırıları ve Doğu Anadolu’ya yönelik Rus ordularının da kara harekâtı sürmektedir.
Aynı günlerde İmparatorluğun kıyı bölgeleri Müttefik savaş gemilerinin bombardımanları altındadır.
24 Nisan 1915 günü, (yani Ermeni diasporası ve Ermenistan Cumhuriyeti’nin bir tür “seçilmiş travma” olarak ilan ettikleri gün) İstanbul’da, Hükümet, Osmanlı Ermeni Komiteleri liderlerini “düşman orduları lehinde askeri faaliyetlerde bulundukları” gerekçesiyle tutuklamıştır.
Arşivler Niçin Önemlidir?
24 Nisan 1915 günü İstanbul’daki ve Anadolu’daki manzarayı anlatmak istiyorum.
O sırada Dünya Savaşı nedeniyle Fransa’nın İstanbul Elçiliği, kapalıdır. Buna karşın, Elçilik Maslahatgüzarının “günlük olaylar” başlıklı istihbarat notları, ABD Elçiliği kanalıyla Fransa’ya ulaştırılmaktadır.
İstanbul’da Fransız Elçiliği tarafından hazırlanan 25 Nisan - 1 Mayıs 1915 arasındaki istihbarat notlarında yer alan tarihi bilgiler şöyledir:
(BİR) Rus donanması İstanbul Boğazı’nın Karadeniz girişindedir.
(İKİ) İngiliz ve Fransız donanması Çanakkale Boğazı girişine saldırmaktadır.
(ÜÇ) Kafkasya Cephesinde Ermeniler, Rus ordusu ile birlikte Türklere karşı savaşmaktadır.
(DÖRT) Erzurum bölgesinde, özellikle Van’da Ermeni çeteleri, Türklere karşı savaşmaktadır.
(BEŞ) Osmanlı başkentinde Ermeni Komitelerinin liderleri tutuklanmıştır.
(ALTI) Osmanlı hükümetinin bu baskısı, Zeytun ve Kafkasya Cephesinde Ermenilerin tutumundan kaynaklanmaktadır. (Raporda “tutum” sözüyle ne kastedildiği açıklanmamıştır).
(YEDİ) Osmanlı Harp Divanı Başkanına göre; ülke dışındaki Ermeni Komiteleri, Doğu Anadolu’da altı vilayette ayaklanma hazırlığındadır. (Gerçekte Ermeni Komiteleri ayaklanmayı başlatmışlardır; raporda “hazırlık” aşamasında oldukları yazılmıştır.)


Tanımlama Sorunu

Türk-Ermeni ihtilafının en şiddetli tartışma alanı, 1915 yılında ve sonrasında etkili propagandalarla karartılmıştır.
1915 Krizi çeşitli yönleri olan hayli dramatik bir savaş trajedisidir.
Tarih yazımı açısından bu konu günümüzde uluslararası boyutlarda bir ihtilafa dönüştürülmüştür.
Artık müzminleşmiş olan bu ihtilafta tarafların pozisyonları şöyledir:
(1) Ermeni diasporası ve Ermenistan Cumhuriyeti tarafından, Ermeni Komitelerin savaş altında düşman hesabına gerçekleştirdikleri askeri faaliyetler, “Osmanlı egemenliğinden kurtulmak” için girişilen eylemler olarak açıklamaktadır.
(2) Birinci Dünya Savaşı’ndaki Müttefik devletler için, Ermeni Komitelerini kullanmak ve Türkleri arkadan vurmak savaş koşullarında son derece normaldir. Fakat Türk tarihçiler tarafından bunun hatırlatılması elbette can sıkıcıdır. Ermeni Komitelerine bir diyet borcu olarak parlamentolarından ve uluslararası kuruluşlardan siyasi nitelikli “soykırım” kararları almaları zorunluluktur. Böylece 1915’in “masum kuzucukları” onların bu kararlarından sonra Birinci Dünya Savaşı’nda nasıl kullanıldıklarını unutacaklardır.
(3) Türkler ise Osmanlı Ermeni Komitelerinin askeri faaliyetlerini ve kanlı katliamlarını, İmparatorluğun varlığını tehlikeye düşüren, bastırılması bir nefis savunması zorunluluğu ve devlet sorumluluğu olarak değerlendirmektedir.
İhtilafın aşılabilmesi için öncelikle şu soruların yanıtları bulunmalıdır:
Birinci Dünya Savaşı başında Ermeni Taşnak, Hınçak ve Ramgavar Komiteleri tarafından Osmanlı ordusuna ve sivil ahalisine karşı sürdürülen askeri faaliyetler nelerdir?
Bunlar bir “dolaylı savaş” mıdır veya “iç savaş” olarak mı tanımlanabilir?
Yoksa daha farklı bir kavramlaştırma mı gerekmektedir?
Sık Kullanılan Önlem
Büyük Savaş’la birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nda baş gösteren 1915 Krizi’nde kullanılan araçlar nelerdir?
Geçmişte kalan bir konuda tarih ve hukuk bilimleri açısından mümkün olan en adil değerlendirmeyi yapabilmek için öncelikle ve tereddütsüz olarak bu araçlar bilinmelidir.
Türklerle Ermeniler arasında derin ihtilafın kaynağı olan 1915 Krizi’nin yaratılmasında kullanılan üç araç gözlemlemekteyim:
(1) Ermeni Gönüllü Birlikler,
(2) Ermeni Fedailerin Organizasyonları,
(3) Deniz Ablukaları ve Bombardımanları.
Bu araçlardan ilk ikisi bilinçli olarak Ermeni Komiteleri ve onlarla iş birliği yapan Müttefikler tarafından planlanmış ve savaş alanına sürülmüştür.
Üçüncüsü ise savaş koşulları nedeniyledir, rastlantısal ve dolaylıdır.
Ermeni Komiteleri ve Müttefik devletler tarafından hazırlanan iki araç, aniden baş gösteren krizi önlemek için alınabilecek tek zorunlu kararı, Osmanlı Hükümetinin gündemine taşımıştır.
Osmanlı Hükümeti tarafından, bu krizi önlemek için alınan yer değiştirme kararının yaygınlaştırılmasında da rastlantısal olarak ortaya çıkan üçüncü araç etkili olmuştur.
Şimdi incelemelerimden elde ettiğim bu gözlemlerimi sırasıyla açıklayacağım:
1915 Krizi’ni yaratmak için kullanılan araçlardan iki tanesi, Kafkas Cephesi’ndeki “Ermeni Gönüllü Alayları” ve farklı Anadolu vilayetlerinde Taşnak ve Hınçak Komitelerine bağlı olarak kendilerine verilen askeri görevleri yapan “Ermeni Fedailer” adlı silahlı gruplardır.
Bu iki araçla gerçekleştirilen askeri ve yarı-askeri faaliyetler, ana hatlarıyla Müttefik Hükümetlerin bilgisi dâhilindedir; bilinçli ve planlıdır.
Savaş koşulları nedeniyle, Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz kıyıları boyunca Rus, İngiliz ve Fransız donanmalarının bombardımanları bu bölgelerde yerleşik Müslüman ve Hıristiyan toplulukları etkilemiştir.
Osmanlı Hükümeti, sivil ahalinin kendi aralarında çatışmasını önlemek ve Ermenilerin Müttefik kuvvetlerine yardım amacıyla giriştikleri askeri faaliyeti etkisiz kılmak için ek önlemler almak zorunda kalmıştır.
İncelemelerimde Ermeni Komiteleri ile bazı Avrupalı devletlerin doğrudan ve dolaylı anlamda birer müttefik gibi işbirliğini kanıtlayan belgelere ulaştım.
Şu anda bu belgelerle ilgili değerlendirmelerimi konuşmamın dışında tutuyorum.
Yalnızca bir örnek vermek istiyorum:
Osmanlı Hükümeti’nin 27 Mayıs 1915 tarihli yer değiştirme kararından 90 gün önce; 7 Şubat 1915 tarih ve 1185 nolu telgrafta, Rusya Dışişleri Bakanı’na Kafkasya Valisi Varontsov-Daşkov şunları yazmıştır:
“Şu sırada, Zeytun Ermenileri temsilcisi Kafkas ordusu karargâhına geldi. Temsilci, yaklaşık 15,000 Ermeni’nin, Türk ulaşım hatlarına saldırmaya hazır olduğunu, fakat silah ve mermilerinin bulunmadığını ifade etmektedir. Zeytun’un Erzurum’daki Türk ordusunun ulaşım hattına konumu dolayısıyla yeterli miktarda silah ve merminin İskenderun’a getirilmesi oldukça önemlidir. (…) silahların doğrudan doğruya bizim tarafımızdan verilmesinin imkânsız olması nedeniyle, Fransız ve İngiliz (savaş) gemilerindeki Fransız veya İngiliz silahlarının ve mermilerin İskenderun’a getirilmesi hakkında Fransız ve İngiliz yönetimi ile temas kurulması gerektiği düşüncesindeyim.”
Bu telgraf, 9 Şubat 1915 tarih ve 708 nolu telgrafın ekinde Paris ve Londra’ya gönderilmiştir.
Burada bir konuyu açıklıkla belirtmek isterim.
Hükümetler tarafından güvenlik gerekçesiyle sivil toplulukların yerlerinin değiştirilmesi, savaş ve ayaklanmalar nedeniyle sık başvurulan bir yöntemdir.
Birinci Dünya Savaşı’nda Rusya Hükümeti, savaşın hemen başında Alman ordularının harekât bölgesine yakın Batı Rusya’da bazı sivil toplulukların yerlerini güvenlik gerekçesiyle değiştirmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Hükümeti’nin, Anadolu’nun Karadeniz, Marmara, Ege, Akdeniz ve Suriye kıyılarındaki bombardımanlar karşısında uyguladığı güvenlik nedeniyle yer değiştirme önleminin bir benzeri, İkinci Dünya Savaşı’nda ABD Başkanı tarafından Japon asıllı ABD yurttaşları için uygulanmıştır.
Yine İkinci Dünya Savaşı’nda, SSCB Hükümeti tarafından Kırım ve Kafkasya bölgesinde yaşayan Türk asıllı topluluklar, haftalarca süren meşakkatli (brutal) yolculuklarla merkezi Asya’ya gönderilmişlerdir.
Yine İkinci Dünya Savaşı’nda Polonyalı siviller, SSCB Ordusu tarafından oturdukları bölgelerden uzaklaştırılmışlardır.
Örnek Tutum
Hükümetlerin farklı zaman ve coğrafyalarda güvenlik gerekçesiyle sivil topluluklar için yer değiştirme önlemine başvurmalarının mutlaka anlaşılabilir nedenleri vardır.
Bununla birlikte modern ve çağdaş tarih, bu tür güvenlik kararlarının neden olduğu büyük acıların ve unutulmaz dramların örnekleriyle doludur.
Hiç kuşkusuz, Osmanlı İmparatorluğu’nda da bu güvenlik kararı dayanılmaz acıları ve faciaları beraberinde getirmiştir.
Sivil Ermeni kafilelerin bazen “çete” saldırılarına bazen “işgüzar” yetkililerin kötülüklerine maruz kaldıkları, Osmanlı arşivi belgelerinde hiçbir zaman inkâr edilmemiştir.
Fakat bu kararın uygulanması sürecinde Osmanlı sivil ve askeri yetkililerin gösterdiği insani çaba ve duyarlılık göz ardı edilmemelidir.
Büyük Savaş’ın ağır koşullarında Suriye Cephesi’nde Dördüncü Osmanlı Ordusu Komutanı Cemal Paşa’nın olağanüstü insani yardım projeleri ile Ermeni göçmenleri kucaklaması; yaşam mücadelesi veren bu topluluklar için, tereddütsüz olarak Ordu’ya ait imkânları seferber etmesi de bir tarihi gerçek olarak kaydedilmelidir.
Suriye’de Dördüncü Osmanlı Ordusu’nun Ermeni göçmenlere yardımları, şimdilerde NATO ve BM barış kuvvetlerinin sürdürdükleri “insani yardım” amaçlı faaliyetlerin 20. yüzyıl başında ve savaş koşullarında özveriyle sürdürülen ilk örneğidir.
Çok kısa söyleyeceğim:
Türk halkı ve Osmanlı liderliği bir ölüm-kalım mücadelesi verirken ve Ermeni Komitelerinin sorumsuz davranışları karşısında bile, insani yardımlaşma vasıflarını; suçlu ile suçsuzu ayırt etme kabiliyetlerini yitirmemiştir. Ermeni göçmen kafilelerine uygunsuz davranışları görülenleri, görev ve mevkileri ne olursa olsun titizlikle cezalandırmıştır.
20’nci Yüzyılın hemen başında bir büyük savaş koşullarında, Osmanlı Hükümeti’nin bu politikası, savaş sürerken yapılan yargılamalara ve cezalandırmalara bir ilk örnek oluşturması bakımından da ilginç bir tarihi deneyimdir.
Burada önemli bir ayrıntıyı da karışıklığı önlemek için sunmak istiyorum:
1918’de Mondros Mütarekesi’nden sonra işgal altındaki İstanbul’da yapılan siyasi yargılamalar benim burada kastettiğim değildir.
1915 sonbaharında, Ermeni kafilelere kötü muamelede bulundukları iddia edilen Osmanlı memurları hakkında sürdürülen tahkikatları ve hemen ardından bu kişilerin askeri mahkemelerde yargılanmalarını kastediyorum.
1915 ve 1916 yıllarında gerçekleştirilen Osmanlı askeri yargılamaları, savaş suçları bilimi alanında bir örnek tutum olarak kaydedilmelidir.
1915’te zorunlu yer değiştirme ve iskân kararını uygulayan resmi otorite tarafından aynı yıl içinde gerçekleştirilen bu askeri yargılamalar, bilinçli olarak göz ardı edilmektedir.
1940 yılında, Rus Tümgenerali Nicolay Georgiyeviç Korsun, zorunlu göç kararı uygulanırken, Türk askeri makamlarının ve Türk halkının göçmenlere nazik davrandığını; ancak bazı bölgelerde Ermenilerin saldırılara uğradıklarını yazmıştır.
Rus Tümgeneraline göre, Ermeni göçmenlerin yarısı açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle ölmüştür.
Burada yeri gelmişken bir konuda da görüşümü açıklamak isterim.
Dünya Savaşı’nda bir kısım Anadolu vilayetlerinde savaş koşullarının yol açtığı “iktidar boşluğu” nedeniyle, Türkler (Müslümanlar) ve Ermeniler (Hıristiyanlar) arasında bir de “iğtişaş” [=karışıklık] hali gözlemlenmektedir.
Kimi yerleşim birimlerinde Ermeniler ve Müslüman ahali birbiri aleyhine silahlanmış ve mukateleye (=birbirini öldürmeye) kalkışmıştır.
Bütün bunlardan dolayı iki taraf için de hazin olaylar cereyan etmiştir.
1914 - 1918 arasında Anadolu’da Ermeni Fedailerin ve Ermeni Gönüllü Birliklerin katlettiği Müslümanların sayısı, dört yıl süren Dünya Savaşı’nda Müttefik kuvvetlerin, Osmanlı ordusuna silahlı çatışmalarla verdirdikleri zayiatın yaklaşık beş katıdır.
1914 - 1915 yıllarında, Taşnak ve Hınçak Komitelerine bağlı Ermeni Gönüllü Birliklerin ve Ermeni Fedailerin, Osmanlı güvenlik kuvvetlerinin ve sivil Müslüman ahalinin karşılıklı çatışmaları, aylara göre grafikte gösterilmiştir.

Bu grafik en yüksek noktasına, güvenlik açısından tehdit oluşturan ve İmparatorluğun başkentinde bulunan lider konumundaki bazı şahsiyetler için tutuklamaların yapıldığı günlerde (24 Nisan 1915) ulaşmıştır.
Aynı zaman dilimlerinde Ermeni halkın toplam kayıpları ile ilgili olarak çok farklı rakamlar ifade edilmektedir.
Ermeni kayıpları konusunda sürdürdüğüm çalışmam henüz tamamlanmadığı için -şimdilik- rakam veremiyorum.
Suçlu - Suçsuz Ayrımı
24 Nisan 1915 günü tutuklanan Ermeni şahsiyetler, -o günkü koşullarda- Osmanlı İmparatorluğu aleyhinde faaliyette bulunan Ermeni Taşnak, Hınçak ve Ramgavar Komitelerinde yönetici olarak görevli ve etkili konumdadırlar.
İlginçtir, Osmanlı Hükümetinin aldığı güvenlik kararı ile Başkent İstanbul’dan uzaklaştırılanlar ve Kafkasya Cephesinde Rus kuvvetleriyle doğrudan işbirliği yapanların arasında Osmanlı Parlamentosunda görevli eski ve yeni Ermeni milletvekilleri de vardır.
Bu milletvekillerinin bir kısmı yanlarındaki gönüllülerle birlikte daha savaş başlarken Kafkasya Cephesine gitmişlerdir.
Bu kişiler Rus kuvvetleri ile doğrudan işbirliğine girmişlerdir, dolayısıyla onlar tutuklanamamıştır.
Eğer, onlar da 24 Nisan 1915 günü İstanbul’da bulunsalar hiç kuşkusuz, Osmanlı İmparatorluğu aleyhindeki faaliyetleri nedeniyle ihanetle suçlanacaklar ve en ağır şekilde cezalandırılmış olacaklardı.
Bu durum, yasalar çerçevesinde ve son derece olağan bir işlemdir.
Bütün devletlerde bu tür eylemlerde bulunanlar benzer yöntemlerle cezalandırılmışlardır.
20’nci Yüzyıl başındaki değerlerle, 21’inci Yüzyılın başındaki değerler kimi açılardan farklılık gösterebilir. Fakat “savaş aleyhtarlığı” değil, “savaşta vatana ihanet” hele “düşman safında çarpışmak” bugün de bütün devletlerde en ağır cezayı gerektiren bir eylem olarak değerlendirilmektedir.
Osmanlı Parlamentosunda görevli öteki Ermeni milletvekillerinden Ermeni Komitelerinin düzenledikleri askeri faaliyetlerle ilgili bulunmayanlar, savaş yılları boyunca parlamentodaki görevlerini sürdürmüşlerdir.
Osmanlı Parlamentosunun tutanakları bu uygulamanın en açık kanıtıdır.
Osmanlı mülki, adli, mali ve askeri bürokrasisinde de -bazı istisnalarla- tereddütsüz aynı politika geçerlidir.
Osmanlı Hükümetinin vali ve kaymakamlara gönderdiği emirler, suçlu-suçsuz ayırımı yapılmasındaki hassasiyeti kanıtlamaktadır.
Burada, Osmanlı ordularında sağlık hizmetlerinde görevli ve savaş sırasında çeşitli cephelerde çatışmalarda veya tifüs ve öteki hastalık salgınlarında Müslüman hekimlerle birlikte yaşamlarını yitiren Ermeni ve öteki Hıristiyan topluluklardan kahraman hekimleri ve eczacıları anmak isterim.
Büyük Savaş’ta Kafkasya Cephesi’nde can veren 163 Osmanlı sağlık subayından 124’ü Müslüman, 19’u Rum, 17’si Ermeni ve 3’ü de Musevi kökenlidir.
Bugün, Ankara’daki Gülhane Askeri Tıp Fakültesi binasında sol yandaki mermer duvara bu personelin hepsinin isimleri birlikte kazınmıştır.
Osmanlı ordularında, imparatorluk emirlerine sadık Osmanlı Hıristiyan yurttaşları askerlik görevlerini büyük bir özveriyle yerine getirmişlerdir.
Osmanlı Harbiye Nezareti tarafından bu kahramanların hizmetleri madalyalarla ödüllendirilmişlerdir.
1917 yılında Osmanlı ordu karargâhlarında ve cephelerde son derece kritik pozisyonlarda, gizlilik dereceli görevlerde Ermeni veya Hıristiyan asıllı askerlerin listesi suçlu - suçsuz ayrımı yapıldığının inkâr edilemez bir delilidir.

Osmanlı Ordusu Başkomutanlığı
2 nci Şube
28 Haziran 1917
(Tezkere)
Özlük İşleri Müdürlüğüne
Osmanlı Ermeni erlerinden olup, dil bilmeleri dolayısıyla tercüman olarak görevlendirilenlerin isimleriyle, görev yerlerini gösteren bir listenin gönderilmesini önemle rica ederim.

----------  -----  ----------

Harbiye Nezareti
Özlük İşleri Müdürlüğü
Yabancı İşleri Şubesi
1743

Genel Karargâh 2 nci Şubeye
02 Temmuz 1917 tarihli ve 43155 numaralı muhtıraya cevaptır.
Osmanlı Ermeni erlerinden olup, dil bilmeleri sebebiyle tercüman olarak görevlendirilenlerin isimleriyle, görev yerlerini gösteren listenin ekli olarak gönderildiği bildirilerek bu muhtıra verildi.
24 Temmuz 1917

Ermenilere ait hususların sabit
bir talimata bağlanması gerekir.

----------  -----  ----------

Düşman Saflarında
Büyük Savaş’ın hemen başında, Kafkasya’da Osmanlı ve Rus orduları arasında çarpışmalar henüz başlamamıştır. Başlarında bazı Osmanlı milletvekilleri olduğu halde, Doğu Anadolu vilayetlerinden bir kısım Osmanlı yurttaşlarının Osmanlı İmparatorluğu aleyhindeki askeri faaliyetleri üzerine bazı kritik bilgileri sunmak istiyorum.
Onların, Türkiye aleyhindeki askeri faaliyetleri; bazı Anadolu vilayetlerindeki Ermeni Komitelerine bağlı Fedailerin ayaklanmalarıyla birlikte; Rus cephesine yakın oturan sivil Ermeni ahalinin bu bölgenin uzağında bir yere (Suriye’ye ve Mezopotamya’ya) nakledilmelerinin tek nedenidir.
Bir Türk bilim adamı olarak kişisel onurumun ve Tanrı’nın ve bütün insanlığın ortak kutsal değerleri üzerine yemin ederim ki; 1915 Krizi’nde savaş koşullarında Osmanlı Ermeni ahalinin oturdukları yerlerden, evlerinden başka bölgelere yerleştirilmek üzere imkânsızlıklar içinde yollara dökülmesinin başka hiçbir bir gerekçesi bulunmamaktadır.
Sizlere sunacağım bu kritik bilgilerin tamamı Rus ve Ermeni kaynaklarına aittir.
Burada özellikle Kafkasya Cephesinde dikkatinize sunmak istediğim Ermeni Komitelerinin askeri faaliyetleri doğrudan Rus ve Ermeni kaynaklarından elde edilmiştir.
Dünya Savaşı’nda, Doğu Anadolu’da, Ermeni Taşnak ve Hınçak Komiteleri tarafından Osmanlı ordusuna ve bölgedeki sivil Müslüman ahaliye yönelik askeri faaliyetin en güvenilir anlatıcısı, bir Rus Komutan’dır.
1927 yılında Ermeni asıllı Rus General Gavril Korganoff, La participation des Armeniens a la guerre Mondiale sur le front du Caucase, 1914–1918, (Paris, 1927) adlı kitabında; Ermeni Komiteleri ve Rusya Genelkurmay Başkanlığı tarafından nasıl Ermeni Gönüllü Birlikler örgütlediği ve bunların Türklere karşı nasıl savaştıkları el ile çizilmiş 30 cephe planıyla birlikte açıklanmıştır.
Rus Kafkas Ordusu tarafından hazırlanan 24 Aralık 1915 tarih ve 13378 nolu raporda; Ermeni Gönüllü Birlikler hakkında istatistikler bulunmaktadır. Bu belgeye göre; 6 adet gönüllü birlik oluşturulmuştur. Her birlik 1,000 kişi veya daha az sayıdadır ve toplam olarak 5,000 Ermeni gönüllü mevcuttur. Bu arada 7. ve yedek bir gönüllü birlik Erivan’da oluşturulmuştur. (Bunlar ilk istatistiklerdir. Daha sonra bu miktar 10,000’e yükselmiştir).
Bulgaristan, Romanya, Mısır ve ABD’nden Ermeni Gönüllüler de (bunların arasında Osmanlı Ermenileri çoğunluktadır) bu birliklere katılmışlardır.
1986’da Beyrut’ta yayınlanan Andranik biyografisinde vurgulandığı gibi; Kafkasya Cephesinde Ermeni Gönüllü Birlikler oluşturma projesine katılanların büyük bölümü Kafkasya’ya sığınmış veya öteki ülkelerde yerleşmiş Osmanlı Ermeniler’dir.
Bu gönüllü birlikler hakkında çok kısa olarak bazı bilgiler sunmak istiyorum:
Birinci Ermeni Gönüllü Birliği
Bu birliğin Komutanı Andranik, Rus General Nazarbekov ile görüşmesinde, kendi birliğindeki savaşçıların çoğunun Türkiye’den ve Muş vilayetinden geldiklerini söylemiştir.
Güzergâhı, İran-Başkale-Van şeklindedir.

İkinci Ermeni Gönüllü Birliği

Bu birliğin başında Komutan Dro bulunmaktadır.
Iğdır’dan hareket eden bu birlik Iğdır-Beyazıt-Berkri-Van güzergâhını takip etmiştir.

Üçüncü Ermeni Gönüllü Birliği
Kağızman’da oluşturulmuştur.
Amazaspom komutasındaki birliğin güzergâhı, Kağızman-Eleşkirt-Malazgirt-Bitlis’tir.

Dördüncü Ermeni Gönüllü Birliği

Erzurum’lu Keri komutasındaki birliğin Güzergâhı, Sarıkamış-Gare-Orzan-Köprüköy-Erzurum’dur.
Ermeni Gönüllü Birlikler için tek tip askerî üniforma hazırlanmıştır.
Bu üniformalara “A.D.I” (Pervaya Armyanskaya Drujina: Birinci Ermeni Gönüllü Birliği)” yazılı yeşil apoletler takılmıştır


Ayaklanmalar

Ermeni Komiteleri tarafından Anadolu vilayetlerinde gerçekleştirilen başlıca ayaklanmaların merkezleri Zeytun, Bitlis, Van, Şebinkarahisar, Urfa ve ikinci derecede de Yozgat, Amasya, Tokat, Sivas, Kayseri, Elazığ ve Diyarbakır’dır.
Ermeni Komiteleri tarafından bu merkezlerde müfettişler, komutanlar, çete reisleri tayin edilmiştir.
Ayaklanma ve askeri sabotaj eylemleri için seçilen yerler Osmanlı ordularının menzil istasyonlarının bulunduğu başlıca yollar ve askeri haberleşme hatlarıdır.
Bu ayaklanmalar sırasında, Zeytun, Van, Şebinkarahisar, Musa Dağı ve Urfa’da olduğu gibi Ordu’dan bir kısım kuvvetin de bu bölgelere sevkini gerektirmiştir.
Bu ise, cephede çarpışan ordu gücünü zayıflatmıştır.
Savaşın başlamasıyla birlikte Ermeni Komitelerinin askeri eylemleri bir bölgeden diğerine yayılmıştır.
1915 yılında; Sivas’ta 30,000, Erzurum’da 10,000, Van’da 15,000, Muş’ta 7,000, Diyarbakır’da 5,000, Elazığ’da 4,000 ve Bitlis’te 5,000 olmak üzere yaklaşık 76,000 Ermeninin isyan hazırlığı içinde bulundukları saptanmıştır.
1914 - 1916 yıllarındaki bu askeri faaliyetlerin tarih ve yerlerini haritada gösterilmektedir.
Ermeni Gönüllü Birlikler ve Ermeni Fedailer, Türk ordusu hakkında en önemli istihbaratları sağlayan destek unsurları olarak hizmet vermişlerdir.
Rus Duma Milletvekili Papacanov, Rus askeri yetkililerin kendisine, Ermeni Gönüllü Birliklerin Rus ordusuna olan katkılarını dile getirdiklerini ve istihbarat konusunda bölgeyi çok iyi bilen bu birliklerin yerinin doldurulamayacağını ifade ettiklerini belirtmiştir.
1916 yılında Erzurum’un Ruslar tarafından işgal edilmesinden sonra, Fransa’da Echo de Paris’te yayınlanan bir yazıda şunlar anlatılmıştır:
“Türklerin güçlü kalesi Erzurum’da yapılan şiddetli çarpışmalarda cesur Rus Kazak Birliklerinin yanında Ermeni Gönüllü Birlikleri de çarpıştılar. Bölgeyi çok iyi bilen Ermeni Gönüllü Birlikler Rus ordusuna paha biçilmez bir hizmet sundular.”
Rus General Çernozubov, Andranik’in Birinci Ermeni Gönüllü Birliği için şunları yazmıştır:
“(…) Bizim Aşnak, Vruş Horan, Hanik, Kotur, Saray, Molla Hasan, Belicik ve Garateli’deki başarılarımız önemli ölçüde Birinci Ermeni Gönüllü Birliğinin faaliyetleriyle gerçekleşmiştir. Hoy civarında Kutur Boğazında yapılan çarpışmalarda 28 - 31 Nisan 1915’te Dilman’da yararlıklar gösterdi.(…)”



Deniz Bombardımanları

Nihayet üçüncü konuya gelebildim.
Anadolu kıyılarındaki deniz ablukası ve bombardımanları.
Konuşmamın başında vurgulamıştım; deniz bombardımanları konusu, güvenlik gerekçesiyle hükümetin aldığı yer değiştirme kararının yaygınlaştırılmasında etkili olmuştur.
Deniz bombardımanlarına ek olarak savaş koşullarında Marmara ve Karadeniz bölgelerinde Hıristiyan ahalinin (Rumların ve Ermenilerin) durumunu etkileyen iki gelişme daha vardır:
Biri, 18 Eylül 1915 günü Fransa’nın Selanik’e asker çıkarması ve diğeri, bundan hemen birkaç gün sonra 24 Eylül 1915 günü Yunanistan’ın seferberlik ilan etmesi.
Savaş alanı olarak Marmara Bölgesinde, İstanbul şehri bir istisnadır; çünkü başkenttir ve orada güçlükle de olsa güvenlik sağlanabilmektedir.
Dolayısıyla, Ermeni Komiteleriyle ilişkili oldukları bilinen kişiler dışında zorunlu göç kararı İstanbul şehir merkezinde ikamet eden 120 bin Ermeni için uygulanmamıştır.
Yalnız bu istisna bile, İstanbul çevresinde ve Trakya’da yerleşim birimlerinde olağanüstü savaş koşulları nedeniyle Ermeni ve Rum ahaliden düşmanla işbirliği yapan örgütlere mensup kişilerin zorunlu göç işlemine maruz kalmalarının -bir savaş zorunluluğu dışında- başka bir nedenle açıklanamaması için yeterlidir.
Kaldı ki, 1915 yılında savaş bütün cephelerde sürerken; bir ara Hükümet, başkentin Anadolu’ya taşınmasını bile düşünmüştür.

Richard G. Hovannisian (Ed.), Armenian Van/Vaspuragan, (Costa Mesa,.California, Mazda Publishers Inc., 2000).

Nereye gidiyoruz?

Sizlerin de yakından bildiği gibi, son yıllarda Türkiye’nin müttefiki olan dost ülkelerin parlamentoları, 1915 olaylarını “soykırım” diye adlandırmaktadır.
Bugün dünyada, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması sürecinde, Birinci Dünya Savaşı ortamında baş gösteren dramatik olayların cereyan şekli hakkında hiçbir bilgisi bulunmayan bireyler veya topluluklar, bir sanal bellek üstüne oluşturulmuş bir dogmaya inanmaya zorlanmaktadır.
Bilimsel araştırma özgürlüğüne sadık bir bilim adamı olarak kesin kanaatim budur.
Ermeni diasporası ve Ermenistan Cumhuriyeti ve yandaşları tarafından yayılan bu sanal inanç sistemine inanmayanlar kimi ülkelerde tutuklanmakla tehdit edilmekte veya cezalandırılmaktadır.
Bu anlayış, günümüzde, medeniyetler savaşının yeni bir şeklidir.
Tank, uçak ve denizaltıların yerine, edebiyatın, tarihin, müzik ve sinemanın ve nihayet internetin kullanıldığı bir kirli savaştır bu…
Türk Ulusu, bu yeni tür savaşta, ecdadına haksızlık yapılmasını asla kabul etmeyecektir.
Kaldı ki, Birinci Dünya Savaşı yıllarında insafsız bir savaş propagandasıyla karartılmış tarihî ayrıntıların açıklanmasını istemek en doğal bir insani haktır.
Bu insani hakkın kullanılmasının özellikle bazı ülkelerde kanunla yasaklanması, konuşmamda işaret ettiğim gibi, ortaçağ zihniyetinin hortlamasıdır.
Engizisyon kararları ile bu hakkın Türkler tarafından kullanılması ebediyen yasaklanmak istenmektedir.
Onsekizinci Yüzyıl Avrupası’nda ünlü düşünür Voltaire, Rousseau’nun kitabı İsviçre’de yakıldığında; daha önce “Diyojen’in kudurmuş köpeği” diye andığı meslektaşına, “Söylediğiniz hiçbir fikri tutmuyorum, ama söyleme hakkınızı ölünceye kadar savunurum,” diye haber iletmiştir.
Voltaire farklı düşünceye özgürlük yorumuyla düşünce özgürlüğü için örnek bir tutum sergilemiştir.
Biz Türkler, tarihin bizim kuşağımıza yüklediği bu kronik ihtilafın çözümü için bugün dayatılan modeli, asla kabul etmeyiz.
Şuna inanınız, dünyanın bütün parlamentoları aleyhimizde kararlar alsalar bile, bin yıl yolumuza sarsılmaz bir özgüvenle devam ederiz.
1915 olayları, Ermeni Diasporası ve Ermenistan Cumhuriyeti’nin ve onlara inananların anlattıkları şekilde cereyan etmemiştir.
Bu kararları alanlara, “Siz, bu sanal inanç sisteminize inanmaya devam edebilirsiniz, biz sizin kendi arşiv belgelerinizi, tarihi anlamak, anlatmak ve yazmak için kullanacağız,” deriz.
Bu durumda şunu sorabilirsiniz?
Türklerle Ermeniler arasındaki bu kronik ihtilafın ortadan kaldırılabilmesi nasıl ve ne zaman mümkün olacaktır?
90 yıldan beri süren bu kronik ihtilafın çözümü için tek yanlı atılacak bir adım yoktur.
En uygun yol, ihtilafın taraflarının çözüm için birlikte adım atmalarıdır.
Daha önce de vurgulandığı gibi, “tarihçiler (…) sadece olanı değil, nasıl ve neden olduklarını, bu şeylerin anlamını ortaya koymak isterler; tarihçiler bunu kendilerine görev” bilirler.
Bu saygın görevin ve etik hakkın uluslar arası kullanımında -öteki meslektaşları kadar- Türk tarihçilerinin de kısıtlanmaması gerekir.
Son olarak ifade etmek isterim ki; Türk-Ermeni İhtilafının çözümü için Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı tarafından Ermenistan Cumhuriyeti yetkililerine bir mektup gönderilmiştir.
Bu mektupta, 1915 olaylarının araştırılması için iki tarafın tarihçilerinden bir ortak komisyonun oluşturulması ve ortaya çıkacak sonucun taraflarca kabul edilmesi önerilmiştir.
Bu çok önemli bir adımdır.
Fakat ne yazık ki, Ermenistan tarafı şu ana kadar “olumlu” yanıt vermemiştir.
Taraflar, savaş yıllarıyla ilgili bütün arşivlerini birbirlerine açmalıdır.
Ermeni Taşnak Komitesi Arşivi, ABD’dedir ve Türk akademisyenlerine kapalıdır.
Ermeni Patrikhanesi Arşivi, İsrail’dedir, aynı şekilde o da Türk akademisyenlere kapalıdır.
Arşiv kayıtları, bu tür ihtilafların çözümünde vazgeçilemez önem taşımaktadır.
Türk tarafı, kendi arşivlerindeki belgelerin tıpkıbasımlarını yayınlamak suretiyle de bu kararlı tutumunu ısrarla sürdürmektedir.
Başbakanlık Arşivlerinde Ermeni sorunuyla ilgili yaklaşık 1 milyon belge vardır.
Bu olaylarla ilgili orijinal belgelerin tıpkıbasımlarının yayınlanması halen büyük bir hızla sürdürülmektedir.
Aynı şekilde, Türk Genelkurmay Başkanlığı’nın talimatı ile Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı tarafından askeri arşivde bulunan toplam 1047 Belge 8 cilt olarak yayına hazırlanmıştır.
Bu ciltlerde, dönemin Osmanlı Ordularına ait gizli yazışmalar ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ermeni Komitelerinin askeri faaliyetlerine hakkında bütün kayıtların tıpkıbasımları ve İngilizce tercümeleri uluslararası kamuoyunun, yerli ve yabancı bütün araştırmacıların bilgisine sunulmuştur.
1915 Türk-Ermeni İhtilafı’nın çözümünde kuşkusuz bu kadarı yetmez; fakat barışa giden meşakkatli sürece doğru mütevazı bir ilk adım için fazlasına gerek yoktur.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Her birinize ayrı ayrı esenlikler, dilerim.

Seçilmiş Okuma Listesi

Ahmed Rüstem Bey, the World War and the Turco-Armenian Question, (Berne, Imprimerie St. Empfli, 1918).
Alexander V. Prusin, “The Russian Military and the Jews in Galicia, 1914-15”, Eric Lohl and Marshall Poe (Eds.) the Military and Society in Russia, 1450-1917, (Brill, Leiden, 2002).
Andre N. Mandelstam, La Societe des nations et les Puissances devant le probleme Armenian, (Paris, libraire de la cour d’appel et l’ordre des avocats, 1925).
Antranig Chalabian, General Andranik and the Armenian Revolutionary Movement, (Southfield, MI, 1988).
Ara Caprielian, the Armenian Revolutionary Federation: The Politics of a Party in Exile, (A Dissertation for PhD Thesis in New York University, 1975).
Aspirations et Assignments Révolutionnaires des Comités Arméniens avant et après la proclamation de la Constitution Ottomane, (Ankara, second edition, 2001).
Azmi Süslü, Armenians and the 1915 Event of Displacement, (Ankara, Kök Series, 1999).
Barbara Jean Keller, United States and Armenia, 1914 to 1920: The Armenia, (A Thesis Presented to the Faculty of California College at Fullerton, June 1969).
Center for Strategic Research, Armenian Claims and Historical Facts: Questions and Answers, (Ankara, 2005).
Esat Uras, the Armenians in History and the Armenian Question, (Istanbul, Documentary Publications, 1988).
Firuz Kazemzadeh, the Struggle for Transcaucasia, (New York, Philosophical Library, 1951).
Gunter Levy, the Armenian Massacres in Ottoman Turkey, A Disputed Genocide, (Salt Lake City, University of Utah Press, 2005).
Hasan Dilan, Les evenements Armeniens dans les documents diplomatiques Français, 1914-1918, (Ankara, TTK, 2005), Volume I-VI.
Hikmet Özdemir and Yusuf Sarınay (Eds.), Turkish-Armenian Conflict/Documents, (Ankara, TBMM Pub., 2007), forthcoming.
Hikmet Özdemir, the Ottoman Army 1914-1918, Brutal March with Epidemic Disaster, (In US, 2007), forthcoming.
Hovhannes Katchaznouni, the Armenian Revolutionary Federation (Dashnagtzoutiun) has nothing to do any more, (The Manifesto of Hovhannes Katchaznouni, First Prime Minister of the Independent Armenian Republic, Translated from original by Matthew A. Calendar, Edited by John Roy Carlson (Arthur A. Derounian), Published by the Armenian Information Service, 1955, (A Reprint by the United Turkish America/UTA), and June 1984.
Hüsamettin Yıldırım, Armenian Claims and Realities, (Ankara, Sistem, 2001)).
Justin McCarthy and others, The Armenian Rebellion at Van, (Salt Lake City, The University of Utah Press, 2006).
Justin McCarthy, Death and Exile, the Ethnic Cleansing of Ottoman Muslims, 1821-1922, (Princeton, New Jersey, The Darwin Press, 1996).
Justin McCarthy, The Ottoman Peoples and the End of Empire, (London, Arnold, 2001).
Kamuran Gürün, The Armenian File: The Myth of Innocence Exposed, (London-Nicosia-Istanbul, K. Rustem&Bro. And Weidenfeld&Nicolson Ltd., 1985).
M.S. Anderson, the Eastern Question, 1774-1923, (London, MacMillan Press, 1966).
Manoug Joseph Somakian, Empires in Conflict: Armenia and the Great Powers, 1895-1920, (London, New York, I. B. Tauris, 1995).
Michael A. Reynolds, The Ottoman-Russian Struggle for Eastern Anatolia and the Caucasus, 1908-1918, Identity, Ideology and the Geopolitics of World Order, (A dissertation for Princeton University, November 2003).
Mim Kemal Öke, the Armenian Question, (Ankara, TTK, 2001).
Peter Gatrell, A Whole Empire Walking, (Bloomington and Indianapolis, Indiana University Press, 1999).
Richard G. Hovannisian, Armenia on the Road to Independence 1918, (Berkeley and Los Angeles, University of California Press, 1967).
Robert Conquest, the Soviet Deportation of Nationalities, (London, Macmillan Co Ltd., 1960).
Roderick Davison, “The Armenian Crisis, 1912-1914”, The American Historical Review, Vol. LIII, No. 3, (April 1948).
Ronald P. Bobroff, Late Imperial Russia and the Turkish Straits, Roads to Glory, (London, New York, I. B. Tauris, 2006).
Şahin Doğan, Rus Kaynaklarına Göre Doğu Anadolu’daki Ermeni Faaliyetleri (1914-1918), (Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Unpublished MA Thesis, 2007).
Salâhi R. Sonyel, Displacement of the Armenians Documents/Le Deplacement des Populations Arméniennes Documents/Ermeni Tehciri ve Belgeler, (Ankara, Baylan, 1978).
Salâhi R. Sonyel, the Great War and the Tragedy of Anatolia, Turks and Armenians in the Maestrom of Major Powers, (Ankara, TTK, 2000).
Salâhi R. Sonyel, the Turco-Armenian Imbroglio, (London, Cyprus-Turkish Association, 2005).
Samuel A. Weems, Secrets of a “Christian” Terrorist State, (Dallas, St. John Press, 2002).
Sedat Laçiner, the Armenian Issue and the Jews, (Ankara, ASAM Pub., 2003).
Seyit Sertçelik, Rus Arşiv Belgeleri Işığında Ermeni Soykırımı İddialarına Dair, (Ankara, TÜBİTAK Sosyal ve Beşeri Bilimler Ortak Komitesi, 2004-347).
Şahin Doğan, Rus Kaynaklarına Göre Doğu Anadolu’daki Ermeni Faaliyetleri (1914-1918), (Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Unpublished MA Thesis, 2007).
Tverdohlebov, I Witnissed and Lived Through, Erzurum 1917-1918, (Ankara, Genelkurmay Y., 2007).
Türkkaya Ataöv (Ed.), The Armenians in the Late Ottoman Period, (Ankara, TBMM Pub, 2001).
Türkkaya Ataöv, The British Blue Book: Vehicles of War Propaganda, 1914-18, (New York, Okey Enterprises, 2006).
Vatche Ghazarian (edited and translated), Boghos Nubar’s Papers and the Armenian Question, 1915-1918, Documents, (Waltham, Mayreni Publishing, 1996).
W.E.D. Allen and the late Paul Muratoff, Caucasian Battlefields, A History of the Wars on the Turco-Caucasian Border, 1828-1921, (Cambridge, at the University of Press, 1953).

1 fotoğraf 1000 kelimeye bedeldir derler.. ama bunlar DÜNYA'ya bedel.. Ağlamamak elde değil,onların arasında kimimizin akrabaları var, kimimizin dostları...Onlar da bu vatanın evlatlarıydılar.. VATANINI SEVEN HERKESE İLETİR...

Amerika'lı ünlü tarihçi Prof. J. Macharty : "Ermeni katliamı yoktur; Ermeniler Türkleri katletmiştir"

Ünlü Türk Romancısı Orhan Pamuk : "1 milyon Ermeniyi katlettik"

Hangisi gerçek...

İşte bir kaç belge. Bilinçlenme zamanı... Özellikle de bu konuda belgesiz ve bilgisizce konuşan art niyetlilere karşı...

Bu belgeleri tanıdığınız herkese gonderiniz...   



Balta ile Katliam: İzmit'in Kollar köyünden Ermeniler tarafından balta ile katledilen müslümanlardan bir kısmının olaydan sonra çekilen fotoğrafı; 1- Boşnak Malik 2- Abdulmecid oğlu Ali 3- Ali oğlu Seyid (14 yaşında) 4- Ömer oğlu Abdulgani 5- Abdulgani oğlu Mecid 6- Abdullah oğlu Hüseyin 7- Bekir oğlu Yusuf 8- Osman oğlu İsmail

Kaynak : Ermeni Ayaklanmaları ve İhtilal Hareketleri.  


Erzincan'da Ermeniler tarafından ırzına geçilerek öldürülen Pakize adlı bir Türk kadını. Kaynak :Massacre Exerted By The Armenian On The Turks During World War I Pictures. 


25 Nisan 1918'de, Subatan'da Ermeniler tarafından öldürülen Türk çocuklar, kadınlar ve karınları deşilerek bebekleri çıkarılan anneler.

Kaynak:Massacre Exerted By The Armenian On The Turks During World War I Pictures



Erzincan'ın Odabaşı bölgesinde, Ermeniler tarafından oyularak katledilen bir Türk. Kaynak :Massacre Exerted By The Armenian On The Turks During World War I Pictures.  


Sivas'ta Ermeni çeteleri tarafından yapılan katliamda boğazı kesilerek öldürülen jandarma Mustafa.

Kaynak : Ermeni Ayaklanmaları ve İhtilal Hareketleri. 


Ordudan hava değişikliği için terhis edilen ve 23 Temmuz 1915 de Diyarbakır'ın Lice kazasına bağlı Kum ve Çom köyleri civarında elleri ayakları bağlanarak Ermeni komitecileri tarafından “şehid edilen askerler.

Kaynak : Ermeni Ayaklanmaları ve İhtilal Hareketleri.  



Diyarbakır'ın Şark nahiyesine bağlı Hızır İlyas köyü Mersani deresi (23 Temmuz 1915). Hono ismindeki ermeninin başında bulunduğu çete tarafından hançer ve kurşunla şehit edilen erkek, kadın ve çocuklar.

Kaynak : Ermeni Ayaklanmaları ve İhtilal Hareketleri.  



29 Ağustos 1914 tarihinde Ermeni çeteleri tarafından Siverek-Urfa Yüksekyol ve Karacadağ civarında türbe ziyareti sırasında esir edilip canlı hedef yapılarak şehit edilen müslüman Türkler.

Kaynak : Ermeni Ayaklanmaları ve İhtilal Hareketleri.  



Silvan civarında, Beşnik ermeni köyüne Van ve Tolorya'dan gelip, Doryan Dano ve kardeşlerinin başında bulunduğu Ermeni çeteleri tarafından 11 Haziran 1915 tarihinde Şeytankaya mevkiinde şehit edilen milis subayı Hamid Efendi komutasında bulunan erzak kafilesi, jandarması ve subayları.

Kaynak : Ermeni Ayaklanmaları ve İhtilal Hareketleri.  



Erzincan Odabaşı bölgesinde, birbirlerine bağlanmış halde öldürülmüş kadın ve çocukların cansız bedenleri.

Kaynak :Massacre Exerted By The Armenian On The Turks During World War I Pictures



16 Şubat 1918'de, Erzincan'ın Vagarir köyünde, Ermeniler tarafından şehit edilen ve bir evin arkasında bulunan şehit edilmiş Türkler.

Kaynak :Massacre Exerted By The Armenian On The Turks During World War I Pictures. 



Hasankale'de, Ermeniler tarafından şehit edilen kadın ve çocuklar.

Kaynak:Massacre Exerted By The Armenian On The Turks During World War I Pictures.  

KARDESLERIMIZI OLDURECEK SEKILDE ERMENILERI YETISTIREN KARANLIK GUCU SORGULAMAK GEREKIR ASIL !

Hafizalarimizi Hirant Dink vesilesi ile tazeleyelim:

Ataturk'un Turkiye Cumhuriyeti'ni secerek Turkiye'ye dogmus Turkler oz eletistirlerini yapiyorlar. Acaba Ataturk'un Turkiye Cumhuriyetini secerek Turkiye'ye dogmus olan Ermeniler- Hirant Dink'ler, Yahudiler vd TURKIYE CUMHURIYETINE OLAN SORUMLULUKLARINI yerine getiriyorlar mi ?

Turkiye Cumhuriyetinin vatandasi olarak, Turkiye Cumhuriyetinin ilelebet payidar kalmasi icin ne yapmislar? ve halen ne yapiyorlar?

Hele simdi tam zamani, Yurtta sulh cihanda sulh icin ne yapiyorlar? hangi elle tutulur gozle gorulur somut cabalarin icindeler?
Lafla peynir gemisi yurumez. Ne gibi icraatlari var bir de onlara bakin.

Biliyoruz, "kor olur badem gozlu olur". Boyle dememek lazim. Ne hirant'i ne diger ermenilerileri ne de diger "yurttaslari" hak etmedigi mevkiye koymak, oturtmak en buyuk haksizliktir, en buyuk zulumdur. Yanlis anlamayin, adalatten kil kadar sasmaz yasalariyla evrenleri cekip ceviren guc, hic bir varligin onune hak etmedigini komaz, hak etmedigini yasatmaz:

Turkiye Cumhuriyetinin kurulus ilkeleri icinde yasamayi hak edip dogdu Hirantlar da . Gene yanlis anlamayin, Hirant Dink sadece bir semboldur. Karisi da. Bu semboller, PKK ile olan mucadelenin neresindeler?

Hirant Dinkin karisi elindeki metinden okudu ve "birilerini" karanlik guc olmakla sucladi. Mealen, "Bebekler temiz dogar ama onlari kocami, kardeslerimizi oldurecek sekilde yetistiren karanlik gucu sorgulamak gerekir." dedi. Bak sen?!. "karanlik guc" yuvarlak bir laf. Bunu, "ayrim yapmadim." demek icin kullandi. Halbuki kullanma sebebi belli. Ilk egitim ve ogretim, suuralti yazilimi nerde baslar? Ana kucaginda baba ocaginda.

Kisacasi, Dink'in karisi sorumlulugu Turk ana kucagi baba ocagina ve Turklere yikti gitti. Metindeki bakis, sozlere dokulen, "Medeniyet, dunya insanligi birdir." le hic alaka kurmamis. Sanki Turklerle ayni gok catinin altinda , ayni topraklarin her yerinde yasamiyorlar.. O zaman, biz de onlarin anlayabildikleri dille konusalim: Kendilerinin "Asala teror orgutu" Turk elcilerini oldururken elciliklerimiz kan golu icinde birakilirken, Hirantin karisinin demecinin aynisini neden yoktu? Fransizlar "o yasa" yi cikarma karari alirlarken, Turkiye Cumhuriyeti Yurttasi olarak, bir iki ciliz laf disinda hangi guclu, etkili etkinlikte bulundular? ve hirantin karisinin demecinin aynisini neden yoktu?

Bu, cifte standarttir.

Kendilerini, Turkiye Cumhuriyeti Yurttasi olarak da sorumlu hissetmiyorlar; Yurtta sulh, cihanda sulh icin Turkiye Cumhuriyeti Yurttaslariyla isbirligi yapmak icin elle tutulur gozle gorulur herhangi bir samimi cabalarini gosterin, gosteremezsiniz cunku yok.

Kendilerine Turk demeyen yurttaslar, bu Yurdun tum nimetlerinden fazlasiyla yararlaniyor. Durum boyle iken, ermeni yada kendine Turk demeyen diger yurttaslardan Turkiye Cumhuriyetinin ilelebet payidar kalmasi icin canini disine takmis, bedenini siper etmis mucadele veren bir tane de olsa bir isim gosterin? Gosteremeyeceginizi sizlerde biliyorsunuz.

Turkiye Cumhuriyeti'nde ilelebet payidarligi icin ne yaptiklarina bakiyorum. Sulh icin laf etmis bir iki isim verilmeye kalkisilsa bile, bunlar, Ugur Mumcular gibi Turkiye Cumhuriyetinin ilelelebet payidar kalmasina ve Yurtta sulh, Cihanda sulha kendini vakfetmis midirler ?! Azicik da olsa icten, gercek anlamda cabalarini gormedik bu yolda. Ornek vereyim, PKK teroruyle olan mucadelede ne yarim agiz lafla ne de "gosteris icin olsun" diye bile olsa hic ortalikta yoklar. Ermeni yurttaslar ve kendilerine Turk demiyen diger yurttaslar, ve uluscu olmayan yurttaslar, KENDILERININ DE HAKLARINI PKK TERORUNE KARSI SAVUNURKEN SEHIT OLMUS MEHMETCIKLERIN CENAZELERINDE nedense ortalikta YOKLAR. Benim mi gozumden kacti bilmek isterim. Yanlis anlasilmasin, ben Turkum demeyen, ATATURK'UN MILLIYETCILIK ANLAYISINA ULASAMAYAN YURTTASLARI suclamiyorum. Turk olarak, siyasi bilincsizligimizin; merhametimizin, bilincsiz sevecenligimizin, adam sendeciligimizin, baskalarina inanmak icin inanmamizin bize asilsiz suclama olarak, kursun olarak donmekte oldugunun gorulmesini istiyorum.

Varliklar enkarne olurken (dogarken) onlari kendine ceken sey, beseri planda mevcut olan enerji alanlari yani bilgi alanlaridir.

Yani, beseri plandaki hangi ulkenin,milletin yada irkin icersinde kendilerini gelistirebileceklerini veya hangi enerjetik alanin gelisimine katkida bulunabileceklerinin secimini daha onceden yapmaktadirlar. Ve tabiidir ki bu halde, icersine enkarne olacagi (dogacagi) alanin muphemligini de yuklenme soz konusudur.

Buradan, beseri plandaki Ataturk Turkiyesi alaninin icersinde kendilerini gelistirebileceklerini ve/veya Ataturk Turkiyesi alaninin gelisimine katkida bulunabileceklerini enkarne olmadan (dogmadan) once ermeniler de, yahudiler de, rumlar da, kurtler de, lazlar da vd de yaptilar. Hicbir dogum, oylesine degildir. Tanri zar atmaz.. yani hic kimse " zar atilarak " ne herhangi bir aileye, ne bir ulkeye, ne de bir irka dogamaz. Ve dogal olarak da icersine enkarne olacagi (dogacagi) alanin muphemligini de onceden yuklenmis olmaktadirlar.

Durum boyle olunca, o alanda (*) acilan ilerleme imkaninin sorumluluklari ile tanisip onlari tasima faaliyetleri icersine girebildigi olcude varlik, ilerlemeler kaydedebilir.

(*) Bu alan, oncelikle Ataturk Turkiyesi Cumhuriyetidir. Ataturk Turkiyesinin temel ilkesi de Yurtta sulh ve cihanda sulhdur. Ataturk Turkiyesine gercek insan olarak dogan her birey once yurtta sulh icin hemen ardindan da cihanda sulh icin vazifeli demektir.

Kisacasi, sorumluluklar ilerleme taslaridir !.

Ataturk'un Kurdugu Turkiye Cumhuriyeti'ni secerek enkarne olmus (dogmus) varliklar (Turk'u, rumu, kurdu, ermenisi, lazi, yahudisi vd) olarak her birimiz, Cumhuriyet alanimizin bize actigi ilerleme ve ilerletme imkanlarinin ve onlarin sorumluluklarinin idrakinde - suurunda miyiz? Ve ne kadarinin suurundayiz?

Yani, icine dogdugumuz alanda bize acilmis olan ilerleme, ilerletme imkanlarinin sorumluluklarinin (ki yurttaslik ve insanlik odevlerimizdir) ne kadarini yerine getirebildigimiz hususu, birer isIk kaynagi olan Cumhuriyetimizin - demokrasimizin temel Ilkelerini gerek fert gerekse de toplum olarak kendimize ne olcude mal edebilmisligimizle anlasilir.

Cumhuriyetimizin - demokrasimizin ilkelerine bir katilimci olarak icsellestirebildik mi? Kendimize mal etmek, budur. Bilgiyi icsellestirmek icin ondan yararlanmak ve onunla butunlesmek gerekir. Yani, bilginin icerdigi enerjiyi kendi enerjimiz haline getirmedikce onunla butunlesmis olmayiz.

Ozetle demek istedigimiz odur ki, bu enkarnasyonumuzun (dogus gayemizin) hakkini verebiliyor muyuz?
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...