CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

İŞGAL İSTANBUL’U VE MUSTAFA KEMAL

Türk ordusu, 6 Ekim 1923 günü törenle İstanbul’a girdi. İşgalciler, İstanbul’da elkoydukları silah ve donanımı, 1 Ekim 1923 günü Tümgeneral Selahattin Adil’e teslim etmiş; 2 Ekim’de, son birliklerini gemilere bindirdirerek ülkeyi terk etmişti. Birkaç yıl öncesinde düşlere bile giremeyen ve Anadolu’daki halk savaşıyla sağlanan bu başarı, Türk ulusu için kuşkusuz büyük bir olaydı. Ancak, bu olayın İstanbul için, kurtuluşun ötesinde tarihsel ve kültürel bir boyutu vardı. İstanbul, çürüyen bir düzenin başkentiydi ve yüzlerce yıl süren bozulmaların birikimini taşıyordu; yozlaşma ve yabancılaşmanın merkezi olmuştu. Askeri kurtuluştan sonra kültürel kurtuluşunu da sağlayarak, ulusal istencin merkezi olan Ankara’yla bütünleşecek miydi?

 İşgal İstanbul’u

Mustafa Kemal 13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldi. Çanakkale’de başlayan Suriye’de biten 4 yıllık kanlı bir savaşın içinden geliyordu.


Haydarpaşa’dan çıkıp karşıya geçmek için merdivenlerden denize doğru inerken aynı anda; 22 İngiliz, 12 Fransız, 17 İtalyan, 4 Yunan gemisi ve 6 denizaltıdan oluşan 61 parçalık işgal donanması Boğaz’a giriyordu. Kıyılar arası geçiş, yasaklanmıştı. Rasim Ferit (Talay) ve Yaveri Cevat Abbas (Gürer) ile birlikte, yabancı gemilerin Boğaz’a yerleşmesini üzüntü içinde izledi. Çanakkale’den çatışmayla geçemeyenler, sinir bozucu rastlantı ya da acı veren bir yazgı gibi, onunla aynı gün ve aynı saatte İstanbul’a geliyor ve bu büyük gücü Çanakkale’de durduran komutan üç yıl sonra, dirençsiz ve çatışmasız bir ele geçirmeyi izlemek zorunda kalıyordu. Üzüntüsünü, “Hata ettim, İstanbul’a gelmemeliydim, bir an önce Anadolu’ya dönmenin çaresine bakmalı” sözleriyle dile getirecektir.1
Kendisini karşılamaya gelen Dr.

İstanbul, bıraktığı gibi değildir. Bu büyük ve “büyüleyici” kent, işgal donanmasının Boğaz’a girmesiyle birlikte parçalara ayrılmış, “İstanbul artık bir değil birkaç İstanbul”2 olmuştu, Rumlar, Ermeniler ve Levantenler Avrupa yakasının sahil şeridini doldurmuş, coşkulu gösteriler yapmakta ve sokaklar sevinç bağrışlarıyla yankılanmaktadır.3 Beyoğlu ya da Şişli’de kökü devşirmelere dayanan işbirlikçiler, yeni duruma uyum göstermenin hesaplarını yapmaktadır. Müslüman Türk mahallelerinde ise, gerçek bir keder, hüzünlü bir kaygı vardır. Savaşın çilesini çeken erkeksiz kalmış yoksul evler, askersiz kışlalar ve boş pazarlarıyla Üsküdar, Beyazıt ya da Eyüp, sanki bir başka ülkenin kentiymiş gibi, “bir ölüm sessizliği” içindedir.

Küçük buharlı bir tekneyle, dev boyutlu düşman zırhlıları arasından karşıya geçerken, içinde bulunduğu olanaksızlıklara ve görünürdeki büyük güç eşitsizliğine hiç aldırış etmeden, inançlı bir kararlılıkla ünlü sözünü söyler: “Geldikleri gibi giderler”.4

Çürümüşlük ve İhanet

İşgal İstanbul’u; ihanetle direnişin, erdemle onursuzluğun, sefaletle sefahatın iç içe yaşandığı ve çürümüş bir düzenin tüm hastalıklarıyla birlikte çökmekte olan bir başkenttir. İşgalcilerle birlik olmak için her şeylerini vermeye hazır işbirlikçiler, türedi zenginler, modern hayat yaşıyorum zanneden düşkün kadınlar, ahlaksız ilişkiler ve kumar, İstanbul’un Avrupalı yüzüdür. Nişantaşı’nın işbilir dönmeleri, Galata Ermenileri, Kurtuluş’un saldırgan Rumları ve Yahudi oligarşisi5, işgalcilerle bütünleşerek İstanbul’a adeta el koymuştur.

Fener Rum Patrikhanesi’nin papazları, Yunanistan’a bağlı, kararlı Rum milliyetçileri olarak çalışmaktadır. Devrim’den kaçan parasız Rus soyluları, Çarlık ordusunun generalleri, dükler ve düşesler; bu düşkün yaşamın davetsiz konuklarıdır. İngilizler ve kendilerine polis adını veren Hıristiyanlar, kent içinde ve yazlıklarda, Türk aileleri evlerinden kovmakta, dilediğini buralara yerleştirmektedir.6 İngiliz Ordusu’nda istihbarat subaylığı yapan H.C.Armstrong, İşgal İstanbulu’nu öyle tanımlıyordu; “İstanbul kenti bir yara. Burada soylu düşünceler ve ülküler yok. Burası, kirli sokaklarda yaşayan bayağı insanların kenti. Burası entrikanın, hile ve rezaletin korkaklık karargahı. Hain erkekler ve namussuz kadınlar kenti” dir.7

Satılmışlar

İşgalciler, her kesimden birçok insanı satın almıştır. Damat Ferit ve kimi hükümet üyeleri, “satın alınan kimselerin oluşturduğu uzun listenin başında” bulunmaktadır. “Bilgisiz Padişah, İngilizler’in sadık adamı olmayı kabullenmiştir”.8 İngiliz Severler Derneği’nin kurucularından İmam-Hatip Sait Molla, İngiliz Yüksek Komiserliği’nden emir almaktadır.9 Yunanistan yanlısı yaymaca yapan gazeteciler, millicilere saldırırken aynı yerden yönlendirilmektedir.10

Damat Ferit aracılığıyla, İstanbul gazetelerinin dörtte üçü, İngilizlerden para almaktadır.11 Bunlar, Mondros Mütareke’sini, Türkiye’nin kurtuluş antlaşması olarak ve bir bayram havasıyla sunuyor ve halkın ulusal direnç gücünü kırmaya çalışıyordu. Ünlü mütareke basını tanımı, Türk diline bu tutumu anlatmak için girmişti. İşbirlikçilerin dilinde, Türkler’de milli duygu yaratma çabaları, adam öldürmeyle bir tutulan bir suç durumuna gelmişti. Maarif Nazırlığı, okul kitaplarından Türk sözcüğünü çıkarmış, millici öğretim üyeleri üniversiteden atılmıştı.12

Müslüman Türk İstanbul

1918’de, bir başka İstanbul daha vardı. Bu, acı ve yoksulluk içindeki Müslüman Türk İstanbul’u. Beşiktaş’tan Eyüb’e, Üsküdar’dan Beykoz’a uzanan bu İstanbul, sessizliğe bürünmüş, kan ağlamaktadır. 1911’den beri aralıksız süren savaşlar onu yiyip bitirmiştir... Başkentliğini yaptığı ülkenin yalnızca Dünya Savaşı’nda; 654 bin genç insanı şehit olmuş, 891 bini sakat, 2 milyon 167 bini yaralı olmak üzere 3 milyon 58 bini iş göremez duruma gelmiştir.13 Ülkede sanki “yalnızca kadınlar, yaşlılar ve 16 yaşından küçük çocuklar kalmıştı”.14

Bu büyük yıkımdan, İstanbul’un Türk mahalleleri de payına düşeni almıştı. Erkeksiz kalan evler, açlık ve yoksulluk içindeydi. Evlere düzenli gelir girmiyordu. Dışarda çalışmaya alışık olmayan kadınlar, aileyi ayakta tutmak için, çarşaflarını giyip, kendilerine yapabilecekleri bir iş arıyordu. Beşyüz yıllık Müslüman Türk kimliğinin dayandığı gelenekler, yerine bir şey konmadan hızlı bir çözülme sürecine girmişti. “Analar çökmüş, sandıklar kilerler boşalmıştı. Kızlar, kardeşler ağır yaşam koşulları altında bunalarak tanınmayacak duruma gelmişti”.15‘Şişli’, düzenli ve giderek artan biçimde, “genç kızları yutuyor, evler, konaklar, kuyumcu takıları, para eden herşey tefecilere rehin bırakılıyordu”.16

Milliciler Asılıyor

Atina Bankası, Fener Rum Patrikhanesi aracılığıyla, Türk mülkü satın alacaklara, faizsiz borç para vermektedir. Türkçülük ve Türkçüler politikaya hiç karışmasalar bile, işgalciler için, baskı altında tutulması gereken gizil (potansiyel) suçlulardır. Tutuklanmış olan Ziya Gökalp’in asılacağından söz edilmektedir.

Boğazlayan (Yozgat) Kaymakamı Kemal Bey, işgalcileri memnun etmek için, “Ermeni tehciri sırasında hatalı olduğu” gerekçesiyle 8 Nisan 1919’da göstermelik bir yargılanmayla idam cezasına çarptırıldı. Ceza, iki gün sonra 10 Nisan’da uygulandı. Talat Paşa’nın “vatanı için onun kadar yararlı (nafî) bir kimse daha yoktur” dediği Kemal Bey, idam edilirken Türk milletine şöyle seslendi: “Yurttaşlarım, yemin ederim ki hiçbir suçum yoktur. Son sözüm bugün de budur, ahirette de budur. İşgalci devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun adalet. Çocuklarımı, soylu Türk milletine emanet ediyorum. Borcum var servetim yok. Üç çocuğumu millet yolunda yetim bırakıyorum. Yaşasın millet...”17


Reşit Bey

‘Mahkeme’, aynı suçtan, Jandarma Komutanı Binbaşı Tevfik Bey’i 15 yıla mahkum etti. Eski Sivas Valisi Dr.Reşit Bey, hakkında tutuklama kararı çıkardı. Reşit Bey, sıkıştırıldığı “Beşiktaş Bayırı’nda” yakalanmamak için intihar etti. Cebinden çıkan ailesine yazdığı mektup, hem duygulu bir veda, hem de o günün İstanbulunu anlatan bir belgedir. Mektupta şunlar yazılıdır: “Muhafız Komutanı ve Polis Müdürü, bütün şiddet ve kuvvetleriyle beni arıyorlar. Ermeni tazıları da bunlara katılmış. Gayretsiz ve hissiz dostlarım, utanmadan teslim olmamı tavsiye ediyorlar... Sonucu karanlık görüyorum. Yakalanıp hükümetin oyuncağı, düşmanlarımın eğlencesi olmamak için, son anda intihar etme fikrindeyim. Silahımı yanımdan ayırmıyorum ve mermiyi namluda tutuyorum. Yaşamın bence artık değeri kalmadı. Milletime son vazifemi yapıp, hayatımın kalanını sizinle birlikte geçirmek isterdim. Ancak, ne çare ki her istenilen olmuyor. Sizi milletim için ihmal ettim. İstikbalinizi düşünemedim. Herkes beni, Ermeni malıyla zenginleşmiş biliyor ve öyle suçluyor. Oysa, sizi geçimden aciz bırakıyorum. Bu da, kaderin acı bir cilvesi...”18

“Türk Olmayan” İstanbul

İşgal sırasında İstanbul’da; hepsi Türk olmayan 560 bin Müslüman, 385 bin Rum, 118 bin Ermeni, 45 bin Yahudi ve 92 bin Levanten olmak üzere, 1 milyon 200 bin kişi yaşıyordu.19 16.Yüzyıldan beri dünyanın en varsıl merkezlerinden biri olan bu büyük kente, 400 yıl içinde; İspanyol engizisyonundan kaçan Yahudiler, Kafkaslar’da çobanlık yapan Ermeniler, Yunanistanlı işsiz Rumlar, Araplar, Arnavutlar ve Tatarlar gelmiştir.

“Genişleyen İmparatorluğun sunduğu nimetlerden”20 yararlanan tüm gayri-müslim ve Türk olmayan Müslümanlar olağanüstü varsıllaşmıştır. İstanbul’un son üç yüz yılındaki net ayrım, Türkler’le diğerleri arasında uçuruma dönüşen gelir ayrımlılığıydı. Bu ayrımlılığa şimdi, üstelik sert biçimde; Müslüman-Hıristiyan, Türk-Rum, Türk-Ermeni siyasi çatışması ve işgalden sonra Müslümanlar arası ayrım eklenmiş ve Türkler; vatansever, vatan hainleri olarak bölünmüştü.21

Devşirme Kalıntısı İşbirlikçiler

1919 İstanbul’u askersiz işgalle bugün adeta yeniden yaşanıyor. O günlerde; doğrudan ya da dolaylı işgali savunan gazeteciler, din adamı görünümlü çıkarcılar, dünyayı ve yaşamı tanımayan bilgisiz ve şaşkın saray soyluları, kurtuluşu yabancı yönetiminde gören mandacılar, para için herşeyi yapan devşirme kalıntıları, vatan hainleri cephesinin unsurlarıydılar. ‘güçleri’ az değildi. Günümüzdeki torunlarına örnek oluşturmuşlardı.
 Bunlar, Boğaz’ın iki yakasındaki yalılarında, saray ya da yazlıklarında, sürdürmeye alışık oldukları gösterişli yaşamı yitirmemek ve işgali fırsat bilip daha çok geliştirmek için, herşeyi yapmaya hazırdılar. İşbirlikçiliğin tabanını oluşturan halktan kopuk bu insanların, sayıları az, ancak paraya ve işgalcilere dayanan ‘güçleri’ az değildi. Günümüzdeki torunlarına örnek oluşturmuşlardı.


Atatürk ve “İstanbul”

Atatürk İstanbul’un tarihten gelen karmaşık yapısını bilir. Kurduğu yeni devletin başkentini tüm olanaksızlıklara karşın, Anadolu’nun ortasına Ankara’ya aldı. Bu bir kaçış değil, kendi deyimiyle “İstanbul’u bir ibret dersi manzarası olarak karşısına alıp, uzakta ona hakim bir noktada durmaktı.”
1927 yılına dek İstanbul’a gelmedi. Bu kent, Cumhuriyet’in ilanı başta olmak üzere Ankara’nın tüm yenilik atılımlarına karşı çıkışın merkeziydi. 26 Temmuz 1924’te, “Bizans” olarak tanımladığı İstanbul’da geçerli olan ilişkiler ağından “pislik” diye söz eder ve Yakup Kadri’ye (Karaosmanoğlu) şunları yazar:

“İstanbul, karışık yapısını adeta kaçınılmaz bir yargı gibi her zaman korumuştur. Değişen; yalnızca devirler, zaman ve biçimdir. Onun için yeni zamanlarda İstanbul’un gerçek yüzü, içinde yaşayanlara ümitsizlik veren bir karmaşa olmuştur. Ümitsizlik onun içindedir ve bu doğaldır... Bir takım hizipler, karanlıklar içindeki bir çevrede, sinsi çıkarlar peşinde dolaşır. Satılmışların elindeki basın, durmadan kötülükler saçmaktadır. Bizans’ın gereği budur, ‘Bizans’ budur... Henüz yaşına basmayan Cumhuriyeti; kaç yüz, siz söyleyin kaç bin yıllık yönetim pisliğinin merkezi olan ve yüzeyde kalmayıp kaç bin yıllık derinliğe sinen pisliklerle iç içe yaşayan, bu yaşamı doğal hale getiren Bizans’la yönetmek (mümkün müdür? y.n.)... Aziz Kardeş! Cumhuriyet Bizans’ı adam edecektir. Cumhuriyet; pisliği, yalancılığı ve ahlaksızlığı huy edinmiş olması nedeniyle doğallığını, gerçek rengini ve paha biçilmez değerini yitiren Bizans’ı kesinlikle adam edecektir; doğallığına ve temiz haline döndürecektir. Bunu yapmak için uygulanacak yöntem, pisliklerle dolmuş toprakları derinden kazıyarak havaya uçurmak ve temizlemesi için Karadeniz’in bütün sularını dalgalarıyla birlikte Boğaziçi’ne akıtıp taşırmaktır”.24

Günümüz “İstanbul”u ve Devşirmeler

Kapıkulu-Devşirme anlayışı, Atatürk döneminde, duruma ayak uyduran bir biçime girmekte geç kalmadı. Hırsını ve tepkisini içinde saklayarak hemen Atatürkçü ve Cumhuriyetçi oldu! İşgal döneminde, Ankara’nın başarısız olması için elinden geleni yapmış, geleneksel davranışını göstererek yabancılarla bütünleşmişti. Bunlar, Atatürk ölene dek, karşıtlıklarını sessizce yürüttüler ve bir şey yapamadılar. Bir bölümü yurt dışına kaçmış ya da çıkarılmıştı. Yüzyıllardan beri, Anadolu’ya karşı ilk kez bu denli açık bir yenilgiye uğruyorlardı.

Atatürk’ten, özellikle de 1945’ten sonra, yabancı etkisinin Türkiye’de artmasıyla birlikte yeniden ortaya çıktılar. Dini siyasetin aracı yaptılar, saltanat ve hilafet kalıntıları olarak gizli-açık örgütlendiler. Dün, karaborsa ticaretiyle önemli servetler edinerek, savaş zengini oldular, bugün aynı işi devlet olanaklarıyla yapıyorlar. Uluslararası sermayeyle bütünleştiler ve Anadolu’nun etkisini yani Cumhuriyet düzenini ortadan kaldırdılar. Yeniden ülkenin egemenleri oldular. Bugün, ulusal varlık üzerindeki en büyük tehlike durumundadırlar. Türk ordusu 6 Ekim 1922’de İstanbul’u kurtardı ancak İstanbul bugün eski anlayışına geri döndü.

DİPNOTLAR

1       “Atatürk Hayatı ve Eseri” Y.Hikmet Bayur, Atatürk Araş. Mer., Tıp. Bas., Ank.-1997, sf.189
2       “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.351
3       a.g.e. sf.341
4       “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” U. Kocatürk, T.İş Ban.Yay, sf.74
5       “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf. 352
6       “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Sena Matbaası, İstanbul-1980, sf.135
7       a.g.e. f.132
8       “Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği” B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul-1999, sf.49
9       a.g.e. sf.49
10     a.g.e. sf.49
11     a.g.e. sf.49
12     “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Sena Mat., İst.-1980, sf.137
13     “Atatürk ve İstanbul’daki Çalışmaları” S. Borak, Kaynak Yay., 2. Bas., İst.-1998, sf.138
14     “La Guerre Turque Dans la Guerre Mondial” M.Larcher, sf. 270; ak. A. M.Şamsutdinov, “Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi 1918-1923” Doğan Kitap, İstanbul-1999, sf.18
15     “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi K., 9.Bas., 1983, sf.351-352
16     a.g.e. sf.352
17     Hürriyet, 11.04.2005
18     “Ben de Yazdım” Celal Bayar, 5.Cilt, Sabah Kitapları, İst.-1997, sf.71
19     “İşgal Altında İstanbul” Bilge Criss, İletişim Yay., 3.Bas., 2000, sf.39
20     a.g.e. sf.39
21     “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Sena Mat., İstanbul-1980, sf.137
22     “Atatürk” Lord Kinros, Altın Kitaplar Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.169
23     “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.366
24     “Zaman İçinde Bir Yolculuk” Attila İlhan, TRT/2 7.Kasım 2003 ve “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, Remzi Kitapevi, 8.Baskı, İstanbul-1983, 3.Cilt, sf.293

Kaynak: http://bit.ly/2kV7Kak











BU GÜN 6 EKİM İSTANBULUN KURTULUŞU KUTLU OLSUN


MUDANYA'DA NGİLİZLERİN "SALDIRACAĞIZ" TEHDİTLERİNE RAĞMEN ELDE EDİLEN BÜYÜK ZAFERİ ANLATIYOR VATAN HAİNLERİNİN İFTİRALARINA CEVAP VERİYORUZ..
İSTANBUL'A GÖSTERİŞLE GİREN DÜŞMAN BİRLİKLERİ KAHKAHA MARŞIYLA DALGA GEÇEREK GÖNDERİLDİ.


Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Kolordu İstanbul’a girdi ve işgal resmen sonlandı.



BU GÜN 6 EKİM İSTANBULUN KURTULUŞU KUTLU OLSUN

Mudanya, Bursa ve Marmara'nın güney kıyısıyla bağlantı sağlayan yolları Arnavut kaldırımı döşeli, evleri ahşap, sivrisinek dolu harap bir limandı. Erkân-ı Harb başkanı Fevzi (Çakmak) ve Refet (Bele) Paşalar da İsmet Paşa ile birlikte Mudanya’ya geldiler. Mudanya konferansında İtilaf devletlerini temsil edecek olan generaller de 3 Ekim 1922 günü sabahın erken saatlerinde İstanbul’dan Mudanya’ya hareket ettiler.

İstanbul’daki Fransız kuvvetleri komutanı General Charpy, Quinet zırhlı kruvazörü ile müttefik işgal orduları ve İngiliz kuvvetleri başkomutanı General Charles Harrington ve İtalyan generali Monbelli Duvilio, birer muharebe gemisi ile Mudanya’ya geldiler.Franclin Bouillon da resmî vazifesi olmaksızın Fransız generali Charpy ile birlikte Mudanya’ya gelmişti. T.B.M.M. hükümetini temsil edecek olan İsmet Paşa, 2 Ekim 1922 akşamı Mudanya’ya ulaşmış bulunuyordu.

Konferans, eski Rus konsolosluğu binasında bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur ve denizlerden bora şeklinde esen bir rüzgar altında 3 Ekim 1922 günü saat 15.00'de toplandı.
Kurtuluş Savaşını önemsizleştirmek isteyenler "Kurtuluş Savaşının antiemperyalist bir savaş olmadığını, yalnızca bir Türk-Yunan Savaşı olduğunu" ileri sürmüşlerdir.

Bu iddiaya göre, yani İngiltere, Fransa ve İtalya gibi Büyük İtilaf Devletleri'yle savaş olmadığına ve Yunanistan'la savaşıldığı iddiasına göre, konferansa düveli muazzama devletleri denilen o dönemin en büyük üç emperyalist devletinin katılmaması, yalnızca Yunanistan'ın gelmesi gerekmez miydi?
Halbuki Yunanistan'ın Mudanya görüşmelerini takip etmeye yetkili tayin ettiği General Simopulos Mudanya'da devam eden görüşmelere katılmadan Mudanya açıklarında bir gemide beklemiş ve antlaşmayı beğenmediği için taraflar imzaladıktan ancak 3 gün sonra İngiltere'nin baskısı ile imzalamıştır.

Sevgili Okurlar,

Aslında Yunanistan'ın savaşan taraf olmasına rağmen konferansa katılamaması ve uzaktan takibi bir tuhaflık olarak görülse de Kurtuluş Savaşında asıl kimlere karşı savaştığımızın,bizimle savaştırılan Yunanistan'ın ise karşımıza asıl muhatap olarak çıkan üç büyük devletin piyonu, aleti, uydusu olduğunu gösterir.

Yunanistan bu işte o derece kukla durumuna düşmüştü ki, İsmet Paşa'nm, Yunan hükümeti imzalamazsa bırakışma yürürlüğe girmiş olacak mı sorusuna, Harington olumlu cevap verebiliyordu.

Sevgili Okurlar,

Konferansın 9 günü büyük bir sinir savaşı halinde geçmiştir. Türkiye'nin amacı Doğu Trakya'yı bir an önce ele geçirmek ve barış konferansına Doğu Trakya elimizde gitmek, yani burayı pazarlık dışında tutabilmekti. Bu sayede öbür tartışma konularında daha sıkı durmak olanaklı olacaktı. Yunan ordusunun büyük bölümünün Anadolu'da imha edilmiş olmasına rağmen, İtilaf bu üstünlüğü Mudanya'da Türkiye'ye tanımamak için uğraştı. İsmet büyük bir sebat ve ısrarla görüşlerini savundu.
İngilizler, Boğazlar ve Trakya konusunda direniyorlardı Ankara Hükûmeti İstanbul ve Çanakkale boğazlarının denetimini konusunda taviz vermiyordu. İngiltere başbakanı Lloyd George Türkiye'nin isteklerini reddediyor bir an önce Türk birliklerinin ilerlemesinin durdurulmasını istiyordu. İngilizlerin Türk Ordusunun durması yönündeki uyarıları ise havada kalıyor, Türk Askeri Çanakkale boğazına ve İstanbul'a doğru yürümeye devam ediyordu.

Aynı saatlerde İngiltere'de kabine sürekli toplantı halindedir. İngiltere bir yolunu bulup Mustafa Kemal'i durdurmaya çalışmakta yeni dengeler ve hesaplar peşinde koşmaktadır. Ancak verilen bütün kavgalar boşunadır..

Aynı günlerde İngiltere de halkın tekrar savaşa girilme ihtimaline karşı yoğun tepkisi ve bir dizi siyasi bunalım ortaya çıkmıştı. Bütün İngiliz halkına hatta parlamento üyelerine bile savaştan gına gelmişti. Parlamento savaş kararı almak için toplanıyor ancak savaş kararı bir türlü çıkamıyordu. İngilizlerin masada "taleplerimiz kabul olmazsa ilk elde 450.000 askerimiz Çanakkale den girecek" şeklindeki tehditleri İngiliz parlamentosundan Mudanya görüşmelerine yansımıyordu. Halk ve Parlamento bunalım içeresindeydi. Bu kadar ağır bunalımın bulunduğu bir durumda savaş kararı çıkması artık pek mümkün değildi.

İngiliz Parlamentosu bir Yunan İmparatorluğu kurma hayalleri uğruna ülkesine büyük kayıplar verdiren Lloyd George'u onu alaşağı etmenin hesaplarını yaparken İngiliz Başbakanı Lloyd George tekrar savaş ortamının oluşması için son bir fırsat kolluyordu. Mustafa Kemal kuvvetlerinin durmamasını fırsat bilerek " birliklerin savaş pozisyonu almasını Mudanya'da görüşmeler uzar Türkler durmazlarsa saldırılması konusunda kesin bir dille" emir verdi.
Türk birlikleri, İngiliz direnişi ile karşılaşmadan tarafsız bölgeye girerek Çanakkale Boğazı’na doğru ilerlemesi karşısında Türklerle savaşılmasını istemeyen Winston Churchill’in başını çektiği bir grup bakan istifa etti.

Bu arada Genelar Harington, Türklerin ilerlemeye devam ettiği Başbakan Lloyd George'uh verdiği mühlet aşıldığı halde, Çanakkale'deki general gibi emre itaatsizlik ederek,Türklere saldırı emrini vererek Türk İngiliz Savaşını başlatmadı.

7 Ekim sabahı İtalyan ve Fransız delegeler Türklerin taleplerini kabul edeceklerini bildiriyorlar, İngilzler de İngiltere'den görüş almak için müsaade istiyorlardı.

İstanbul'da toplanan İngiliz heyeti Londra'nın görüşünü beklerken bir yandan da İstanbul'un bir Türk saldırısına karşı nasıl savunulacağının planlarını yapıyor, savuma stratejileri oluşturuluyordu. Dünya nefesini tutmuş bekliyordu. Her an yeni bir savaş patlak verebilirdi. Bir avuç Türk, koskoca Avrupa'yı dize getirmişti. Son ikiyüz yıllık tarihimizde böylesine tavizsiz ve başarılı bir harekâtımız olmamıştı. Avrupalı hem şaşkın hem ezikti.

Sevgili Okurlar,

Bu irade savaşında kazanan taraf Türkler oldu.11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya da imzalanan anlaşmayla Millî Mücadele noktalanmış, Türklerin İstiklal Savaşı zaferle bitmiş oluyordu.
14/15 Ekim 1922 tarihinden itibaren yürürlüğe girecek olan bu askeri sözleşmeye göre Yunan ordusu meriç ırmağının batısına çekilecek ve bundan bir ay sonra da Doğu Trakya Edirne dâhil olmak üzere T.B.M.M. hükümetine teslim edilecekti. Askerî sözleşmenin imzalandığını İsmet Paşa, sabah saat 8.00’de Mudanya’dan Mustafa Kemal Paşa’ya bildirdi.

19 ekimde büyük sevinç gösterileri arasında Doğu Trakya'yı devralma işinde görevli olan Refet Paşa, 19 Ekim tarihinde TBMM Muhafız Grubu’ndan 100 kişilik bir kuvvetle Gülnihal vapuru ile Mudanya’dan ayrılıp İstanbul’a geldi. Ardından “İstanbul Komutanı” sıfatıyla Selahattin Adil Paşa, 81. Alay ile İstanbul’a geldi. Refet Paşa ve Selahattin Adil Paşa’nın İstanbul’a gelmesine rağmen işgal sonlanmadı. Çünkü mütarekeye göre işgal kuvvetleri barış antlaşması imzalanmasından hemen sonra İstanbul’u boşaltacaktı.

Aynı gün Lloyd George hükümeti çekilmek zorunda kaldı. Lloyd George'un siyaset hayatı da böylece noktalanmış oldu. Lloyd George kısa bir süre sonra yaptığı açıklamada "Tarih benim karşıma Mustafa Kemal gibi büyük ve dahi bir komutanı çıkardı. Ne yaptıysam başarılı olamadım" diyerek kendini savunuyordu.

Siyasetin bir garip cilvesi neticesinde Çanakkale'ye 400 bin kişiyi sevk edecek kadar kudret sahibi olan Churchill'de Çanakkale"den sonra ikinci yediği darbe ile siyasetten tamamen çekilme kararı alıyordu.

Bu arada Anadolu'dan kaçan Venizalos yanlıları Adalarda toplanarak ihtilal hazırlıklarına girişirler. Çok kısa sürede bütün kaçaklar bir araya gelerek isyan başlatırlar. Neticede Venizalist'ler yönetime el koyarlar. Amaçları uygulanacak yeni politikalarla Çanakkale Trakya ve kalan diğer bölgelerin Türklere geri verilmesini önlemektir. 0 sırada Avrupa da bulunan Venizelost'ta İngiltere başbakanı iIe sık sık haberleşmekte ve Avrupa ülkelerini Türklere karşı organize etmeye çalışmaktadır. Bu arada kral ülkeyi terk eder. 20 Aralık 1922'de toplanan ihtilal mahkemesi Başta Ahali Partisi lideri ve Başvekil Gotzaris olmak üzere, Dışişleri Bakanı Baltacis'i Millî Savunma Bakanı Teotokis'i Anadolu orduları Başkumandanı Hacı Anesti'yi ve Kral ailesinden Prens Andre'yi idama mahkum eder. Hükümlüler derhal infaz olunur; ancak Prens Andre İngilizler tarafından bir yıldırım müdahale ile kurtarılır.

24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra, 23 Ağustos 1923’ten itibaren İtilaf kuvvetleri İstanbul’dan ayrılmaya başladı. Son İtilaf birliği ise 4 Ekim 1923 günü Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle Türk bayrağını selamlayarak şehri terk etti.

6 Ekim 1923’te ise Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Kolordu İstanbul’a girdi ve işgal resmen sonlandı. İşgal 4 yıl 10 ay 23 gün sürdü. Her yılın 6 Ekim’i böylece İstanbul’un kurtuluş günü olarak belirlendi ve kutlanmaya başlandı.

Müttefikler ayrılırken bir Türk askeri birliği selam vaziyeti aldı. Generaller bu kıtayı teftiş  ederek geçerlerken askeri bandonun şefi yeni bir marşın komutunu verdi. Askeri bando mızıka takımı bu marşa girdi. İhtilaf devletleri bu marşa ayak uydurarak rıhtıma doğru yürüdüler. Fakat marş biraz oynaktı, gittikçe de oynaklaştı. Müttefik delegeleri ilerledikçe marşın oynaklığı ve ahengi gittikçe artıyordu. Müttefikler İsmet Paşa'nın tebessümleri arasında "Kahkaha Marşı" olarak nitelendirilen bu marşın gittikçe hızlandırılan ritimlerine ayak uydurarak ve hızla terk ettiler. Bu bando şefinin azizliği miydi yoksa bir milletin öfkesi miydi halen anlaşılmış değil..

lşte İngilizler Anadolu'yu böyle terk ettiler.. Bu savaş Türk Milleti'ne ihanet içerisinde olanları söylediği gibi önemsiz bir zafer değil Büyük Türk milletin şerefli evlatlarının kan dökerek ve can vererek elde ettikleri şan ve şerefle yazılmış bir zaferdir. İşte Bu gün kutlamakta bulunduğumuz 6 Ekim 1023 böyle bir gündür Zaferiniz Kutlu olsun.

Sevgili Okurlar,

Cumhuriyetimizi kuran, Düveli Muazzama devletleri denilen İngiltere, Fransa ve İtalya'yı ve onların piyonu Yunanistan'ı yene, her bakımdan tükenmiş Osmanlı devletinin yerine Tam Bağımsız bir Türk Devleti kurarak bizlere kendi vatanımızda kendi bayrağımız altında özgürce yaşama imkanı sağlayan o büyük kahramanları saygıyla yadediyoruz.

Yaşadığımız tüm zorluklara rağmen, devletimizin kurucusu Büyük Önder Atatürk'e ve atalarımızın tüm eserlerini yaşatabilmek için sonuna kadar mücadele etmeye kararlıyız.

Bu satırları yazdığımız sırada Mısıroğlu denilen vatan haininin Atatürk aleyhinde 4 yıl önce yaptığı bir konuşma internette yayınlandı. Bu alçaklığı kınıyoruz. Bu gün aynı zihniyete sahip yüz binlerce vatan haini yetiştirildi. Bir soruşturma yetmez. Tüm Savcıları göreve çağırıyoruz. Sadece bu hainin cezalandırılması yetmez. Bu hainle birlikte Büyük Önderimiz Atatürk'e hakaret edenlerin, Milletimizin tırnaklarıyla kazandığı Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet aleyhinde alçakça söylemlerde bulunanların en ağır biçimde cezalandırılmasını bekliyoruz..

Sevgiler Saygılar

Taner Ünal
6 Ekim 2017 Saat 23.40

YIKILIP GİDEN OSMANLI’nın 500 MİLYAR DOLAR BORCUNU KİM ÖDEDİ?

Devşirmeler. Bu gravür,
küçük yaşta ailelerinden alınarak
seçkin Osm. ordusu için
yetiştirilen
hristiyan çocukları temsii etmektedir.

Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451–1481) Türkler devlet yönetiminden uzaklaştırıldı. Onların yerlerine “devşirme” denilen Hıristiyan Avrupalı kökenliler getirildi. 

Osmanlı ordusunu oluşturan yeniçeriler de Türk değildi. 10–15 yaşlarında ailelerinden koparılıp payitahta getirilerek eğitilen Avrupalı Hıristiyan çocuklardı. 

Sarayda “Enderun” denilen, yönetici yetiştiren bir okul vardı, bu okula Türkler alınmazdı.

Harem denilen seks kölesi hapishanesindeki cariyeler de Avrupalı Hıristiyan/Yahudi köle kızlardı. Harem’e Türk alınmazdı. Padişahlar ve şehzadeler, cariyelerle nikâhsız çiftleşirlerdi.

Osmanlı, Türkleri devlet yönetiminden ve ordudan uzaklaştırmakla kalmadı. Türkleri sürekli olarak hor gördü, “etrakı bi-idrak” yani “akılsız Türk” diyerek aşağıladı, öteledi.
Sultan 4. Murat döneminde (1623–1640), “Türk” sözcüğü “dangalaklıla” eş anlamda kullanılırdı.
Aynı dönemin ünlü hiciv şairi Nef’i, bu nedenle şu dizeyi yazmıştı:

“Türk’e hakk çeşme-i irfanı haram etmiştir.”
Günümüz Türkçesiyle:

“Tanrı Türk’e, anlayış yeteneğinin çeşmesini yasaklamıştır.”

Değerli Dostlar,

Bu gerekli kısa girişten sonra asıl konumuza gelelim.
Osmanlı’nın yıkılıp gitmeden önceki son 90 yılındaki ekonomik ve mali durumuna, yani kısacası para durumuna özet halinde göz atalım.

Yıl: 1828–1829
Osmanlı tahtında Sultan 2. Mahmut oturuyor.
Osmanlı-Rus savaşı sürüyor.
Osmanlı ordusunun Tuna garnizonlarında ekmek yok! Çünkü ekmeği yapacak un yok, buğday yok!
Osmanlı, ünlü Yahudi banker Rothschild’e başvurur.
Rothschild, gerekli buğdayı satın alıp Osmanlı’ya verir.
Osmanlı devleti, aldığı buğdayın ancak yarı parasını ödeyebilir.

Yıl: 1832
Osmanlı tahtında Sultan 2. Mahmut oturmaktadır.
Yunanlar Osmanlı’ya başkaldırmış, savaşmış ve bağımsızlıklarını kazanmışlardır.
Ayrıca, Osmanlı devletinin Yunanlara tazminat ödemesi karalaştırılmıştır.
Osmanlı’nın tazminat ödeyecek parası yoktur, hazine boştur.
Osmanlı yine banker Rothschild’e başvurur.
Rothschild’in bir temsilcisi İstanbul’a gelir, sözü edilen parayı öder, Osmanlı’ya borç yazılır.

Yıl: 1853–1856
Osmanlı tahtında Sultan Abdülmecit oturmaktadır.
Kırım Savaşı sürmektedir.
Osmanlı ordusunun silaha ve mühimmata ihtiyacı vardır, ama bunları alacak parası yoktur.
Osmanlı, yine banker Rothschild’e başvurur.
Rothschild aracı olur, Osmanlı’ya 10 milyon 514 bin 976 kuruş borç verip 40 bin tüfek, 2 bin şişhane, 10 milyon fişek ve 50 milyon kapsül alınır.

Yıl: 1855
Osmanlı tahtında Sultan Abdülmecit oturmaktadır.
Zaten kasasında parası olmayan Osmanlı’nın, Kırım Savaşı sırasında masrafları çok artmıştır.
Çok acele ve çok büyük paraya ihtiyacı vardır.
Osmanlı yine banker Rothschild’e başvurur.
Osmanlı, istediği borç karşılığı Mısır vergisi, İzmir ve Şam gümrüklerinin gelirlerini teminat olarak gösterir, yani ipotek ettirir.
Rothschild bu teminatlarla yetinmez. Çünkü Osmanlı devleti, aldığı buğdaydan kaynaklanan borcun yarısını hâlâ ödememiştir.
İşte bu nedenle Rothschild; İngiltere ve Fransa’nın kefil olması koşuluyla Osmanlı’ya borç vermeyi kabul eder.
Osmanlı devletine 5 milyon Sterlin borç verir.
Yıl: 1891
Osmanlı tahtında Sultan 2. Abdülhamit oturmaktadır.
Hazinede para yoktur.
Bir kez daha banker Rothschild’e başvurulur.
Rothschild; yüzde 4 faizle, ödeme süresi 60 yıl olan, 6 milyon 316 bin 920 Sterlin borç verir.

Yıl: 1894
Osmanlı tahtında Sultan 2. Abdülhamit oturmaktadır.
Hazine tam takırdır.
Borç için yine banker Rothschild’e başvurulur.
Rothschild, yüzde 3,5 faizle 8 milyon 212 bin 340 Sterlin borç verir.
Borcun geri ödeme süresi 61 yıldır.
Osmanlı bu borcu yıllık 330 bin Sterlin taksitlerle ödemek üzere borç senetleri imzalar.

Tarih: 1 Kasım 1922
Türkiye Büyük Millet Meclisi, Osmanlı saltanatına son verdi,

Tarih: 17 Kasım 1922
Son Osmanlı Padişahı Vahdettin, bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul’dan kaçtı.

Tarih: 24 Temmuz 1923
Lozan Antlaşması imzalandı.
Genç Türk devleti, Osmanlı devletinin borçlarını yüklendi.
Bu borçlar arasında banker Rothschild’den alınmış borçlar da vardı.
Lozan Antlaşması’nın ilgili hükümleri gereğince, banker Rothschild’den alınmış olan borçlar Rothschild Ailesi’ne ödendi.

Değerli Dostlar,
Kamu maliyesi uzmanı Dr. Mahfi Eğilmez, Osmanlı’nın borçlarını hesapladı. 2013 yılının kurlarına göre, Osmanlı devletinin toplam borcu 500 MİLYAR DOLAR tutuyordu.
Bu borcu, büyük devrimci Atatürk’ün önderliğinde “Yeniden Doğan” Türk milleti ödedi.

Değerli Dostlar,

Bu yazının kısa özeti şudur:

Yıkılıp giden Osmanlı’nın 500 MİLYAR DOLAR borcunu, Osmanlı’nın aşağıladığı Türk halkı ödedi.
Bu gerçeği, Osmanlı palavralarıyla kandırılmak istenen halkımız, özellikle de gençlerimiz hiç akıllarından çıkarmamalıdırlar.
Alıntı...

MUSTAFA KEMAL EN LARMES / “MUSTAFA KEMAL GÖZYAŞLARI İÇİNDE”

MUSTAFA KEMAL EN LARMES

“MUSTAFA KEMAL GÖZYAŞLARI İÇİNDE”

Gençliğe Hitabe” Ucuz Politika Malzemesi Değildir!

“Gençliğe Hitabe”yi ortadan kaldırmak isteyenler kuşkusuz biliyorlardır, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’in nerede ve hangi açıklamalardan sonra gençliğe seslendiğini. Onlara karşı, “Yüreğin yetiyorsa kaldır!” diye bağırmakla yetinen (bu arada Amerika’yla gerdeğe girmek için de uğraşan) K. K. Kılıçdaroğlu da “Gençliğe Sesleniş”in Bağımsız Cum-huriyet Devleti’nin kuruluş savaşımının belgeleriyle anlatıldığı “Büyük Söylev”in sonundaki emir olduğunu unutmuş olabilir. Anımsatmak gerekiyor:

Gençliğe seslenişten hemen önceki yakıcı sözler ve yanağa süzülen ateş damlalarını anımsayana pek rastlamadım. Bilal N. Şimşir’in büyük belge-yapıtını okuyuncaya ve yabancı gazetele-rin kupürlerini görünceye dek ben de bilmiyordum. Şimdi o son anlara dönelim:

O gün, Gazi Mustafa Kemal, bir haftadır anlatmakta olduğu, bağımsızlık savaşı ve kuruluş tarihinin sonuna geldiğinde bir an duraklamış, başını şöyle bir kaldırmış, bakışlarını salondakilerin gözlerinden ayırmadan, kaldığı yerden sürdürmüştü “Büyük Söylevi”ni:

“Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyyidlerin, çe-lebilerin, babaların, emirlerin arkasından sü-rüklenen, kaderlerini ve hayatlarını falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacıların elleri-ne bırakan insanlardan meydana gelmiş bir topluluğa bir millet gözüyle bakılabilir mi?

Milletimizin kendine has niteliğini yanlış şekil-de gösterebilen ve yüzyıllarca göstermiş olan bu gibi unsurlar ve kuruluşlar, yeni Türk Dev-leti’nde Türkiye Cumhuriyeti’nde devam etti-rilmeli miydi?”

Gazi, bu sözleri, isyanları (1919-1927) anlattıktan sonra söy-lemiş; gericiliğin, istibdadın (baskının) kaldırılmasından söz etmiş ve başını kaldırmış; “Efendiler!” diyerek sesini yükselt-mişti:

“Bu beyanatımla, milli hayatı hitam (son) bul-muş farz edilen (sanılan) büyük bir mille-tin, istiklâlini nasıl kazandığını ve ilim ve fen-nin en son esaslarına müstenit (dayanan), milli ve asri bir devletin, nasıl kurulduğunu ifadeye (anlatmaya) çalıştım.

Bugün vasıl olduğumuz (ulaştığımız) netice, asırlardan beri çekilen milli musibetlerin inti-habın (felaketlerin yarattığı bilincin) eseri ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu neticeyi, Türk gençliğine emanet ediyorum.”

Gazi, yine duraklamıştı. Bakışları önden arkaya, dinleyenlerin gözlerinde gezinmiş ve yine ufuklara dalıp gitmiş gibiydi. “Ey Türk gençliği!” diye başlamıştı. Okudukça sesi buğulanıyor; sözcükler dudaklarından dökülürken gözyaşları da yanakların-dan süzülüyordu. Salondaki Cumhuriyet Halk Fırkası dele-geleri heyecan

la ayağa kalkmışlardı. Hepsinin gözlerinden yaşlar iniyordu.

Beş gündür Gazi’yi izleyen ve yayın organlarına günü gününe haber geçen Avrupalı, Asyalı gazeteciler şaşkınlık içindeydiler. O akşam, “Söylev’in son anını, gazetelerine heyecanla geçtiler. O gazetelerden Daily Telgraph’ın (22 Ekim 1927) manşeti:

“Mustafa Kémal En Larmes”

“Mustafa Kemal gözyaşları içinde”

İngiliz Büyükelçisi de olanları raporunda Dışişleri’ne şöyle bildiriyordu:

“Mr. Helms’in bildirdiğine göre, toplantının sonuna doğru Gazi’nin sesi neredeyse duyulmaz oldu. Fakat O, bitirmek için kendine hâkim olarak, ülke gençliğine seslendi. Onlara işgalcilerle karşılaşsalar bile cumhuriyeti koruma görevini verdi. Ve bu [sözler] dinleyicileri ve kendisini öylesine etkiledi ki, Gazi ve dinleyenlerin çoğu gözyaşlarını tutamadılar.”

“Gençliğe Sesleniş” o uzun Bağımsızlık ve Kuruluş savaşımı tarihinin anlatıldığı Büyük Söylev’in ayrılmaz parçasıdır!

Saldıranlar, bilinçsizce savunanlar ve “Gençliğe Sesleniş”i ucuz siyasal tartışmalarına sokak ağzıyla malzeme yapmaya kalkışanlar da bu gerçeği unutmasalar yeridir!

Tekkelerin, zaviyelerin açılmasına, Eşkıya Seyyidlerin “itibarlarının” iadesine, “iyi cemaat” – “kötü cemaat” ayrımcılığına pek meraklı K. K. Kılıçdaroğlu da, Orhan Pamuk-TESEV – At-lantik merakını bir yana bıraksa; Söylev’in son sayfalarını okusa ve sonra Alevi Bilgeleri Aşık Veysel’in, Aşık Mahsuni Şerif’in Atatürk’e sevgi – yobazlığa eleştiri seslenişlerine kulak verse daha iyi olmaz mı?

( alıntı)
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...