CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

BU GÜN 6 EKİM İSTANBULUN KURTULUŞU KUTLU OLSUN


MUDANYA'DA NGİLİZLERİN "SALDIRACAĞIZ" TEHDİTLERİNE RAĞMEN ELDE EDİLEN BÜYÜK ZAFERİ ANLATIYOR VATAN HAİNLERİNİN İFTİRALARINA CEVAP VERİYORUZ..
İSTANBUL'A GÖSTERİŞLE GİREN DÜŞMAN BİRLİKLERİ KAHKAHA MARŞIYLA DALGA GEÇEREK GÖNDERİLDİ.


Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Kolordu İstanbul’a girdi ve işgal resmen sonlandı.



BU GÜN 6 EKİM İSTANBULUN KURTULUŞU KUTLU OLSUN

Mudanya, Bursa ve Marmara'nın güney kıyısıyla bağlantı sağlayan yolları Arnavut kaldırımı döşeli, evleri ahşap, sivrisinek dolu harap bir limandı. Erkân-ı Harb başkanı Fevzi (Çakmak) ve Refet (Bele) Paşalar da İsmet Paşa ile birlikte Mudanya’ya geldiler. Mudanya konferansında İtilaf devletlerini temsil edecek olan generaller de 3 Ekim 1922 günü sabahın erken saatlerinde İstanbul’dan Mudanya’ya hareket ettiler.

İstanbul’daki Fransız kuvvetleri komutanı General Charpy, Quinet zırhlı kruvazörü ile müttefik işgal orduları ve İngiliz kuvvetleri başkomutanı General Charles Harrington ve İtalyan generali Monbelli Duvilio, birer muharebe gemisi ile Mudanya’ya geldiler.Franclin Bouillon da resmî vazifesi olmaksızın Fransız generali Charpy ile birlikte Mudanya’ya gelmişti. T.B.M.M. hükümetini temsil edecek olan İsmet Paşa, 2 Ekim 1922 akşamı Mudanya’ya ulaşmış bulunuyordu.

Konferans, eski Rus konsolosluğu binasında bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur ve denizlerden bora şeklinde esen bir rüzgar altında 3 Ekim 1922 günü saat 15.00'de toplandı.
Kurtuluş Savaşını önemsizleştirmek isteyenler "Kurtuluş Savaşının antiemperyalist bir savaş olmadığını, yalnızca bir Türk-Yunan Savaşı olduğunu" ileri sürmüşlerdir.

Bu iddiaya göre, yani İngiltere, Fransa ve İtalya gibi Büyük İtilaf Devletleri'yle savaş olmadığına ve Yunanistan'la savaşıldığı iddiasına göre, konferansa düveli muazzama devletleri denilen o dönemin en büyük üç emperyalist devletinin katılmaması, yalnızca Yunanistan'ın gelmesi gerekmez miydi?
Halbuki Yunanistan'ın Mudanya görüşmelerini takip etmeye yetkili tayin ettiği General Simopulos Mudanya'da devam eden görüşmelere katılmadan Mudanya açıklarında bir gemide beklemiş ve antlaşmayı beğenmediği için taraflar imzaladıktan ancak 3 gün sonra İngiltere'nin baskısı ile imzalamıştır.

Sevgili Okurlar,

Aslında Yunanistan'ın savaşan taraf olmasına rağmen konferansa katılamaması ve uzaktan takibi bir tuhaflık olarak görülse de Kurtuluş Savaşında asıl kimlere karşı savaştığımızın,bizimle savaştırılan Yunanistan'ın ise karşımıza asıl muhatap olarak çıkan üç büyük devletin piyonu, aleti, uydusu olduğunu gösterir.

Yunanistan bu işte o derece kukla durumuna düşmüştü ki, İsmet Paşa'nm, Yunan hükümeti imzalamazsa bırakışma yürürlüğe girmiş olacak mı sorusuna, Harington olumlu cevap verebiliyordu.

Sevgili Okurlar,

Konferansın 9 günü büyük bir sinir savaşı halinde geçmiştir. Türkiye'nin amacı Doğu Trakya'yı bir an önce ele geçirmek ve barış konferansına Doğu Trakya elimizde gitmek, yani burayı pazarlık dışında tutabilmekti. Bu sayede öbür tartışma konularında daha sıkı durmak olanaklı olacaktı. Yunan ordusunun büyük bölümünün Anadolu'da imha edilmiş olmasına rağmen, İtilaf bu üstünlüğü Mudanya'da Türkiye'ye tanımamak için uğraştı. İsmet büyük bir sebat ve ısrarla görüşlerini savundu.
İngilizler, Boğazlar ve Trakya konusunda direniyorlardı Ankara Hükûmeti İstanbul ve Çanakkale boğazlarının denetimini konusunda taviz vermiyordu. İngiltere başbakanı Lloyd George Türkiye'nin isteklerini reddediyor bir an önce Türk birliklerinin ilerlemesinin durdurulmasını istiyordu. İngilizlerin Türk Ordusunun durması yönündeki uyarıları ise havada kalıyor, Türk Askeri Çanakkale boğazına ve İstanbul'a doğru yürümeye devam ediyordu.

Aynı saatlerde İngiltere'de kabine sürekli toplantı halindedir. İngiltere bir yolunu bulup Mustafa Kemal'i durdurmaya çalışmakta yeni dengeler ve hesaplar peşinde koşmaktadır. Ancak verilen bütün kavgalar boşunadır..

Aynı günlerde İngiltere de halkın tekrar savaşa girilme ihtimaline karşı yoğun tepkisi ve bir dizi siyasi bunalım ortaya çıkmıştı. Bütün İngiliz halkına hatta parlamento üyelerine bile savaştan gına gelmişti. Parlamento savaş kararı almak için toplanıyor ancak savaş kararı bir türlü çıkamıyordu. İngilizlerin masada "taleplerimiz kabul olmazsa ilk elde 450.000 askerimiz Çanakkale den girecek" şeklindeki tehditleri İngiliz parlamentosundan Mudanya görüşmelerine yansımıyordu. Halk ve Parlamento bunalım içeresindeydi. Bu kadar ağır bunalımın bulunduğu bir durumda savaş kararı çıkması artık pek mümkün değildi.

İngiliz Parlamentosu bir Yunan İmparatorluğu kurma hayalleri uğruna ülkesine büyük kayıplar verdiren Lloyd George'u onu alaşağı etmenin hesaplarını yaparken İngiliz Başbakanı Lloyd George tekrar savaş ortamının oluşması için son bir fırsat kolluyordu. Mustafa Kemal kuvvetlerinin durmamasını fırsat bilerek " birliklerin savaş pozisyonu almasını Mudanya'da görüşmeler uzar Türkler durmazlarsa saldırılması konusunda kesin bir dille" emir verdi.
Türk birlikleri, İngiliz direnişi ile karşılaşmadan tarafsız bölgeye girerek Çanakkale Boğazı’na doğru ilerlemesi karşısında Türklerle savaşılmasını istemeyen Winston Churchill’in başını çektiği bir grup bakan istifa etti.

Bu arada Genelar Harington, Türklerin ilerlemeye devam ettiği Başbakan Lloyd George'uh verdiği mühlet aşıldığı halde, Çanakkale'deki general gibi emre itaatsizlik ederek,Türklere saldırı emrini vererek Türk İngiliz Savaşını başlatmadı.

7 Ekim sabahı İtalyan ve Fransız delegeler Türklerin taleplerini kabul edeceklerini bildiriyorlar, İngilzler de İngiltere'den görüş almak için müsaade istiyorlardı.

İstanbul'da toplanan İngiliz heyeti Londra'nın görüşünü beklerken bir yandan da İstanbul'un bir Türk saldırısına karşı nasıl savunulacağının planlarını yapıyor, savuma stratejileri oluşturuluyordu. Dünya nefesini tutmuş bekliyordu. Her an yeni bir savaş patlak verebilirdi. Bir avuç Türk, koskoca Avrupa'yı dize getirmişti. Son ikiyüz yıllık tarihimizde böylesine tavizsiz ve başarılı bir harekâtımız olmamıştı. Avrupalı hem şaşkın hem ezikti.

Sevgili Okurlar,

Bu irade savaşında kazanan taraf Türkler oldu.11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya da imzalanan anlaşmayla Millî Mücadele noktalanmış, Türklerin İstiklal Savaşı zaferle bitmiş oluyordu.
14/15 Ekim 1922 tarihinden itibaren yürürlüğe girecek olan bu askeri sözleşmeye göre Yunan ordusu meriç ırmağının batısına çekilecek ve bundan bir ay sonra da Doğu Trakya Edirne dâhil olmak üzere T.B.M.M. hükümetine teslim edilecekti. Askerî sözleşmenin imzalandığını İsmet Paşa, sabah saat 8.00’de Mudanya’dan Mustafa Kemal Paşa’ya bildirdi.

19 ekimde büyük sevinç gösterileri arasında Doğu Trakya'yı devralma işinde görevli olan Refet Paşa, 19 Ekim tarihinde TBMM Muhafız Grubu’ndan 100 kişilik bir kuvvetle Gülnihal vapuru ile Mudanya’dan ayrılıp İstanbul’a geldi. Ardından “İstanbul Komutanı” sıfatıyla Selahattin Adil Paşa, 81. Alay ile İstanbul’a geldi. Refet Paşa ve Selahattin Adil Paşa’nın İstanbul’a gelmesine rağmen işgal sonlanmadı. Çünkü mütarekeye göre işgal kuvvetleri barış antlaşması imzalanmasından hemen sonra İstanbul’u boşaltacaktı.

Aynı gün Lloyd George hükümeti çekilmek zorunda kaldı. Lloyd George'un siyaset hayatı da böylece noktalanmış oldu. Lloyd George kısa bir süre sonra yaptığı açıklamada "Tarih benim karşıma Mustafa Kemal gibi büyük ve dahi bir komutanı çıkardı. Ne yaptıysam başarılı olamadım" diyerek kendini savunuyordu.

Siyasetin bir garip cilvesi neticesinde Çanakkale'ye 400 bin kişiyi sevk edecek kadar kudret sahibi olan Churchill'de Çanakkale"den sonra ikinci yediği darbe ile siyasetten tamamen çekilme kararı alıyordu.

Bu arada Anadolu'dan kaçan Venizalos yanlıları Adalarda toplanarak ihtilal hazırlıklarına girişirler. Çok kısa sürede bütün kaçaklar bir araya gelerek isyan başlatırlar. Neticede Venizalist'ler yönetime el koyarlar. Amaçları uygulanacak yeni politikalarla Çanakkale Trakya ve kalan diğer bölgelerin Türklere geri verilmesini önlemektir. 0 sırada Avrupa da bulunan Venizelost'ta İngiltere başbakanı iIe sık sık haberleşmekte ve Avrupa ülkelerini Türklere karşı organize etmeye çalışmaktadır. Bu arada kral ülkeyi terk eder. 20 Aralık 1922'de toplanan ihtilal mahkemesi Başta Ahali Partisi lideri ve Başvekil Gotzaris olmak üzere, Dışişleri Bakanı Baltacis'i Millî Savunma Bakanı Teotokis'i Anadolu orduları Başkumandanı Hacı Anesti'yi ve Kral ailesinden Prens Andre'yi idama mahkum eder. Hükümlüler derhal infaz olunur; ancak Prens Andre İngilizler tarafından bir yıldırım müdahale ile kurtarılır.

24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra, 23 Ağustos 1923’ten itibaren İtilaf kuvvetleri İstanbul’dan ayrılmaya başladı. Son İtilaf birliği ise 4 Ekim 1923 günü Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle Türk bayrağını selamlayarak şehri terk etti.

6 Ekim 1923’te ise Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Kolordu İstanbul’a girdi ve işgal resmen sonlandı. İşgal 4 yıl 10 ay 23 gün sürdü. Her yılın 6 Ekim’i böylece İstanbul’un kurtuluş günü olarak belirlendi ve kutlanmaya başlandı.

Müttefikler ayrılırken bir Türk askeri birliği selam vaziyeti aldı. Generaller bu kıtayı teftiş  ederek geçerlerken askeri bandonun şefi yeni bir marşın komutunu verdi. Askeri bando mızıka takımı bu marşa girdi. İhtilaf devletleri bu marşa ayak uydurarak rıhtıma doğru yürüdüler. Fakat marş biraz oynaktı, gittikçe de oynaklaştı. Müttefik delegeleri ilerledikçe marşın oynaklığı ve ahengi gittikçe artıyordu. Müttefikler İsmet Paşa'nın tebessümleri arasında "Kahkaha Marşı" olarak nitelendirilen bu marşın gittikçe hızlandırılan ritimlerine ayak uydurarak ve hızla terk ettiler. Bu bando şefinin azizliği miydi yoksa bir milletin öfkesi miydi halen anlaşılmış değil..

lşte İngilizler Anadolu'yu böyle terk ettiler.. Bu savaş Türk Milleti'ne ihanet içerisinde olanları söylediği gibi önemsiz bir zafer değil Büyük Türk milletin şerefli evlatlarının kan dökerek ve can vererek elde ettikleri şan ve şerefle yazılmış bir zaferdir. İşte Bu gün kutlamakta bulunduğumuz 6 Ekim 1023 böyle bir gündür Zaferiniz Kutlu olsun.

Sevgili Okurlar,

Cumhuriyetimizi kuran, Düveli Muazzama devletleri denilen İngiltere, Fransa ve İtalya'yı ve onların piyonu Yunanistan'ı yene, her bakımdan tükenmiş Osmanlı devletinin yerine Tam Bağımsız bir Türk Devleti kurarak bizlere kendi vatanımızda kendi bayrağımız altında özgürce yaşama imkanı sağlayan o büyük kahramanları saygıyla yadediyoruz.

Yaşadığımız tüm zorluklara rağmen, devletimizin kurucusu Büyük Önder Atatürk'e ve atalarımızın tüm eserlerini yaşatabilmek için sonuna kadar mücadele etmeye kararlıyız.

Bu satırları yazdığımız sırada Mısıroğlu denilen vatan haininin Atatürk aleyhinde 4 yıl önce yaptığı bir konuşma internette yayınlandı. Bu alçaklığı kınıyoruz. Bu gün aynı zihniyete sahip yüz binlerce vatan haini yetiştirildi. Bir soruşturma yetmez. Tüm Savcıları göreve çağırıyoruz. Sadece bu hainin cezalandırılması yetmez. Bu hainle birlikte Büyük Önderimiz Atatürk'e hakaret edenlerin, Milletimizin tırnaklarıyla kazandığı Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet aleyhinde alçakça söylemlerde bulunanların en ağır biçimde cezalandırılmasını bekliyoruz..

Sevgiler Saygılar

Taner Ünal
6 Ekim 2017 Saat 23.40

YIKILIP GİDEN OSMANLI’nın 500 MİLYAR DOLAR BORCUNU KİM ÖDEDİ?

Devşirmeler. Bu gravür,
küçük yaşta ailelerinden alınarak
seçkin Osm. ordusu için
yetiştirilen
hristiyan çocukları temsii etmektedir.

Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451–1481) Türkler devlet yönetiminden uzaklaştırıldı. Onların yerlerine “devşirme” denilen Hıristiyan Avrupalı kökenliler getirildi. 

Osmanlı ordusunu oluşturan yeniçeriler de Türk değildi. 10–15 yaşlarında ailelerinden koparılıp payitahta getirilerek eğitilen Avrupalı Hıristiyan çocuklardı. 

Sarayda “Enderun” denilen, yönetici yetiştiren bir okul vardı, bu okula Türkler alınmazdı.

Harem denilen seks kölesi hapishanesindeki cariyeler de Avrupalı Hıristiyan/Yahudi köle kızlardı. Harem’e Türk alınmazdı. Padişahlar ve şehzadeler, cariyelerle nikâhsız çiftleşirlerdi.

Osmanlı, Türkleri devlet yönetiminden ve ordudan uzaklaştırmakla kalmadı. Türkleri sürekli olarak hor gördü, “etrakı bi-idrak” yani “akılsız Türk” diyerek aşağıladı, öteledi.
Sultan 4. Murat döneminde (1623–1640), “Türk” sözcüğü “dangalaklıla” eş anlamda kullanılırdı.
Aynı dönemin ünlü hiciv şairi Nef’i, bu nedenle şu dizeyi yazmıştı:

“Türk’e hakk çeşme-i irfanı haram etmiştir.”
Günümüz Türkçesiyle:

“Tanrı Türk’e, anlayış yeteneğinin çeşmesini yasaklamıştır.”

Değerli Dostlar,

Bu gerekli kısa girişten sonra asıl konumuza gelelim.
Osmanlı’nın yıkılıp gitmeden önceki son 90 yılındaki ekonomik ve mali durumuna, yani kısacası para durumuna özet halinde göz atalım.

Yıl: 1828–1829
Osmanlı tahtında Sultan 2. Mahmut oturuyor.
Osmanlı-Rus savaşı sürüyor.
Osmanlı ordusunun Tuna garnizonlarında ekmek yok! Çünkü ekmeği yapacak un yok, buğday yok!
Osmanlı, ünlü Yahudi banker Rothschild’e başvurur.
Rothschild, gerekli buğdayı satın alıp Osmanlı’ya verir.
Osmanlı devleti, aldığı buğdayın ancak yarı parasını ödeyebilir.

Yıl: 1832
Osmanlı tahtında Sultan 2. Mahmut oturmaktadır.
Yunanlar Osmanlı’ya başkaldırmış, savaşmış ve bağımsızlıklarını kazanmışlardır.
Ayrıca, Osmanlı devletinin Yunanlara tazminat ödemesi karalaştırılmıştır.
Osmanlı’nın tazminat ödeyecek parası yoktur, hazine boştur.
Osmanlı yine banker Rothschild’e başvurur.
Rothschild’in bir temsilcisi İstanbul’a gelir, sözü edilen parayı öder, Osmanlı’ya borç yazılır.

Yıl: 1853–1856
Osmanlı tahtında Sultan Abdülmecit oturmaktadır.
Kırım Savaşı sürmektedir.
Osmanlı ordusunun silaha ve mühimmata ihtiyacı vardır, ama bunları alacak parası yoktur.
Osmanlı, yine banker Rothschild’e başvurur.
Rothschild aracı olur, Osmanlı’ya 10 milyon 514 bin 976 kuruş borç verip 40 bin tüfek, 2 bin şişhane, 10 milyon fişek ve 50 milyon kapsül alınır.

Yıl: 1855
Osmanlı tahtında Sultan Abdülmecit oturmaktadır.
Zaten kasasında parası olmayan Osmanlı’nın, Kırım Savaşı sırasında masrafları çok artmıştır.
Çok acele ve çok büyük paraya ihtiyacı vardır.
Osmanlı yine banker Rothschild’e başvurur.
Osmanlı, istediği borç karşılığı Mısır vergisi, İzmir ve Şam gümrüklerinin gelirlerini teminat olarak gösterir, yani ipotek ettirir.
Rothschild bu teminatlarla yetinmez. Çünkü Osmanlı devleti, aldığı buğdaydan kaynaklanan borcun yarısını hâlâ ödememiştir.
İşte bu nedenle Rothschild; İngiltere ve Fransa’nın kefil olması koşuluyla Osmanlı’ya borç vermeyi kabul eder.
Osmanlı devletine 5 milyon Sterlin borç verir.
Yıl: 1891
Osmanlı tahtında Sultan 2. Abdülhamit oturmaktadır.
Hazinede para yoktur.
Bir kez daha banker Rothschild’e başvurulur.
Rothschild; yüzde 4 faizle, ödeme süresi 60 yıl olan, 6 milyon 316 bin 920 Sterlin borç verir.

Yıl: 1894
Osmanlı tahtında Sultan 2. Abdülhamit oturmaktadır.
Hazine tam takırdır.
Borç için yine banker Rothschild’e başvurulur.
Rothschild, yüzde 3,5 faizle 8 milyon 212 bin 340 Sterlin borç verir.
Borcun geri ödeme süresi 61 yıldır.
Osmanlı bu borcu yıllık 330 bin Sterlin taksitlerle ödemek üzere borç senetleri imzalar.

Tarih: 1 Kasım 1922
Türkiye Büyük Millet Meclisi, Osmanlı saltanatına son verdi,

Tarih: 17 Kasım 1922
Son Osmanlı Padişahı Vahdettin, bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul’dan kaçtı.

Tarih: 24 Temmuz 1923
Lozan Antlaşması imzalandı.
Genç Türk devleti, Osmanlı devletinin borçlarını yüklendi.
Bu borçlar arasında banker Rothschild’den alınmış borçlar da vardı.
Lozan Antlaşması’nın ilgili hükümleri gereğince, banker Rothschild’den alınmış olan borçlar Rothschild Ailesi’ne ödendi.

Değerli Dostlar,
Kamu maliyesi uzmanı Dr. Mahfi Eğilmez, Osmanlı’nın borçlarını hesapladı. 2013 yılının kurlarına göre, Osmanlı devletinin toplam borcu 500 MİLYAR DOLAR tutuyordu.
Bu borcu, büyük devrimci Atatürk’ün önderliğinde “Yeniden Doğan” Türk milleti ödedi.

Değerli Dostlar,

Bu yazının kısa özeti şudur:

Yıkılıp giden Osmanlı’nın 500 MİLYAR DOLAR borcunu, Osmanlı’nın aşağıladığı Türk halkı ödedi.
Bu gerçeği, Osmanlı palavralarıyla kandırılmak istenen halkımız, özellikle de gençlerimiz hiç akıllarından çıkarmamalıdırlar.
Alıntı...

MUSTAFA KEMAL EN LARMES / “MUSTAFA KEMAL GÖZYAŞLARI İÇİNDE”

MUSTAFA KEMAL EN LARMES

“MUSTAFA KEMAL GÖZYAŞLARI İÇİNDE”

Gençliğe Hitabe” Ucuz Politika Malzemesi Değildir!

“Gençliğe Hitabe”yi ortadan kaldırmak isteyenler kuşkusuz biliyorlardır, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’in nerede ve hangi açıklamalardan sonra gençliğe seslendiğini. Onlara karşı, “Yüreğin yetiyorsa kaldır!” diye bağırmakla yetinen (bu arada Amerika’yla gerdeğe girmek için de uğraşan) K. K. Kılıçdaroğlu da “Gençliğe Sesleniş”in Bağımsız Cum-huriyet Devleti’nin kuruluş savaşımının belgeleriyle anlatıldığı “Büyük Söylev”in sonundaki emir olduğunu unutmuş olabilir. Anımsatmak gerekiyor:

Gençliğe seslenişten hemen önceki yakıcı sözler ve yanağa süzülen ateş damlalarını anımsayana pek rastlamadım. Bilal N. Şimşir’in büyük belge-yapıtını okuyuncaya ve yabancı gazetele-rin kupürlerini görünceye dek ben de bilmiyordum. Şimdi o son anlara dönelim:

O gün, Gazi Mustafa Kemal, bir haftadır anlatmakta olduğu, bağımsızlık savaşı ve kuruluş tarihinin sonuna geldiğinde bir an duraklamış, başını şöyle bir kaldırmış, bakışlarını salondakilerin gözlerinden ayırmadan, kaldığı yerden sürdürmüştü “Büyük Söylevi”ni:

“Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyyidlerin, çe-lebilerin, babaların, emirlerin arkasından sü-rüklenen, kaderlerini ve hayatlarını falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacıların elleri-ne bırakan insanlardan meydana gelmiş bir topluluğa bir millet gözüyle bakılabilir mi?

Milletimizin kendine has niteliğini yanlış şekil-de gösterebilen ve yüzyıllarca göstermiş olan bu gibi unsurlar ve kuruluşlar, yeni Türk Dev-leti’nde Türkiye Cumhuriyeti’nde devam etti-rilmeli miydi?”

Gazi, bu sözleri, isyanları (1919-1927) anlattıktan sonra söy-lemiş; gericiliğin, istibdadın (baskının) kaldırılmasından söz etmiş ve başını kaldırmış; “Efendiler!” diyerek sesini yükselt-mişti:

“Bu beyanatımla, milli hayatı hitam (son) bul-muş farz edilen (sanılan) büyük bir mille-tin, istiklâlini nasıl kazandığını ve ilim ve fen-nin en son esaslarına müstenit (dayanan), milli ve asri bir devletin, nasıl kurulduğunu ifadeye (anlatmaya) çalıştım.

Bugün vasıl olduğumuz (ulaştığımız) netice, asırlardan beri çekilen milli musibetlerin inti-habın (felaketlerin yarattığı bilincin) eseri ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu neticeyi, Türk gençliğine emanet ediyorum.”

Gazi, yine duraklamıştı. Bakışları önden arkaya, dinleyenlerin gözlerinde gezinmiş ve yine ufuklara dalıp gitmiş gibiydi. “Ey Türk gençliği!” diye başlamıştı. Okudukça sesi buğulanıyor; sözcükler dudaklarından dökülürken gözyaşları da yanakların-dan süzülüyordu. Salondaki Cumhuriyet Halk Fırkası dele-geleri heyecan

la ayağa kalkmışlardı. Hepsinin gözlerinden yaşlar iniyordu.

Beş gündür Gazi’yi izleyen ve yayın organlarına günü gününe haber geçen Avrupalı, Asyalı gazeteciler şaşkınlık içindeydiler. O akşam, “Söylev’in son anını, gazetelerine heyecanla geçtiler. O gazetelerden Daily Telgraph’ın (22 Ekim 1927) manşeti:

“Mustafa Kémal En Larmes”

“Mustafa Kemal gözyaşları içinde”

İngiliz Büyükelçisi de olanları raporunda Dışişleri’ne şöyle bildiriyordu:

“Mr. Helms’in bildirdiğine göre, toplantının sonuna doğru Gazi’nin sesi neredeyse duyulmaz oldu. Fakat O, bitirmek için kendine hâkim olarak, ülke gençliğine seslendi. Onlara işgalcilerle karşılaşsalar bile cumhuriyeti koruma görevini verdi. Ve bu [sözler] dinleyicileri ve kendisini öylesine etkiledi ki, Gazi ve dinleyenlerin çoğu gözyaşlarını tutamadılar.”

“Gençliğe Sesleniş” o uzun Bağımsızlık ve Kuruluş savaşımı tarihinin anlatıldığı Büyük Söylev’in ayrılmaz parçasıdır!

Saldıranlar, bilinçsizce savunanlar ve “Gençliğe Sesleniş”i ucuz siyasal tartışmalarına sokak ağzıyla malzeme yapmaya kalkışanlar da bu gerçeği unutmasalar yeridir!

Tekkelerin, zaviyelerin açılmasına, Eşkıya Seyyidlerin “itibarlarının” iadesine, “iyi cemaat” – “kötü cemaat” ayrımcılığına pek meraklı K. K. Kılıçdaroğlu da, Orhan Pamuk-TESEV – At-lantik merakını bir yana bıraksa; Söylev’in son sayfalarını okusa ve sonra Alevi Bilgeleri Aşık Veysel’in, Aşık Mahsuni Şerif’in Atatürk’e sevgi – yobazlığa eleştiri seslenişlerine kulak verse daha iyi olmaz mı?

( alıntı)

Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu

Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu, Türk Tarih Kurumu’na yazdığı ve birkaç satırı hariç tam metni bugüne kadar hiç yayınlanmamış 21 sayfalık mektubun orijinali yer alıyor Atilla Oral'ın 2011 yılında yayınladığı kitapta. Atatürk'ün 1931 yılında Türk Tarih Kurumu Başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu'na yazdığı 21 sayfalık sansürlenen mektubu ilk kez yayınlanmıştır. 

 Oral, mektubun bulunuş hikâyesini şöyle anlatıyor: “Beyoğlu Hazzopulo Pasajı’nda düzenlenen kitap ve fotoğraf müzayedelerinin birinde Türk Tarih Kurumu eski Genel Sekreteri Uluğ İğdemir’e ait çeşitli belgeler satışa çıktı. Bu belgeler içinde Atatürk’ün el yazısı mektup sayfalarının yıllar önce çoğaltılmış eski kopyaları da vardı. Belgeleri satın aldım. Dokümanları müzayedeye getiren sahaf arkadaşım belgelerin çöpten çıktığını söyledi.’’ İlk Yayınlanma Tarihi: 2011



"Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir! Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen gerçek, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır. Siz buna razı mısınız?

Sert tepkilerle dolu bir mektup [*] yazıyor Atatürk, Türk Tarih Kurumu'na gönderiyor Yalova'dan, o mektupta bu satırlar da var.


Kendisine sunulan tarih müsveddeleri içinde yer alan "İslam Tarihi" ve "İslam Tarihinde Türklerin Yeri" adlı bölümleri bilime ve gerçeklere aykırı, korkakça ve yüzyıllar boyunca yapıldığı biçimde saptırıcı bulmuş Atatürk.


O bölümleri yazan kişinin adı: Zakir Kadiri. El-Ezher mezunu. Yusuf Akçura'nun hemşehrisi, Kazanlı bir Türk.


Atatürk'ün mektubunda Kadiri hakkında sert ifadeler kullanılıyor:


"Camii Ezher kaçkınını bulan sizsiniz. Eseri diye Ankara'dan ayrıldığım son günde önüme koyduğunuz örümcek yazılı paçavraları okuduğum zaman derhal itirazımı serdetmiştim. Bunu nazarı dikkate alacağınızı vaat etmiştiniz! İncelemenizden geçtikten sonra bana verilen yazılar o kadar sersem ve cahil ve Camii Ezher kaçkını bu adamın mahsulü olduğunu gördüm..."

"İlim alanında vesveseli olmak, Mısır'ın Camii Ezher mezunlarına inanmaktan daha iyidir."

Atatürk, Kadiri'nin metinlerinde, "Çıplak ve çıfıt Araplığın" yüceltildiğini, İslam'dan önceki evrensel Türk uygarlığının belgelerinin Araplar tarafından yok edildiği gerçeğinin dillendirilmediği, Arap ordularında bulunan Türk kölelerin övünç nedeni gibi değerlendirildiğini de belirtiyor. Osmanlı sultanlarının halifelik unvanını almasını ise "maskaralık" olarak değerlendiriyor.

Atatürk'ün bu mektubu, Tarih Kurumu'nun belgeleri arasına konuyor, yazımın başına aldığım satırların "Siz buna razı mısınız?" bölümü kırpılıp Tarih Kurumu binasının giriş holüne yazılıyor. Mektup sansürleniyor sonraki yıllarda ve Atatürk'ün "Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir..." diye başlayan sözü hangi tarihte, hangi sebep ve bağlamda söylediği unutturuluyor... 


Sebep, o mektupta kullanılan bazı ifadeler... Atatürk'ün sakıncalı görmediği o ifadeleri Türk Tarih Kurumu'nun ileri gelenleri sakıncalı buluyorlar. Kim onlar? Uluğ İğdemir, Ekrem Akurgal, Enver Ziya Karal...

Ve yıllar sonra, Atilla Oral adlı yazar, çöpten çıkarılıp müzayedeye sunulan o mektubu satın alıyor ve "Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu" (Demkar Yayınları) adıyla kitaplaştırıyor ve o mektuba sansürsüz olarak koyuyor bu kitaba.


Bu kitabı okuyunuz mutlaka, okuyunuz çünkü o sansürcü kafalar bugün de var, Atatürk'ün gerçek yönlerini yine gizlemeye uğraşıyorlar. Atatürk çok ve farklı kaynaklardan okunarak yeniden keşfedilir, doğru anlaşılır, yalnızca Nutuk okuyarak Atatürk öğrenilmez, Atatürk'e dair en az 50 adet kitabınız olmalı.


Atatürk'ten bugüne ve bu yazıya pek uyan iki özdeyişle bitirelim, çok ihtiyacımız var onlara:


"Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacılara talih ve hayatlarını emanet eden insanlardan mürekkep bir kütleye, medeni bir millet nazariyle bakılabilir mi?"

"Kabul ediyorum ki; insan imansız yaşayamaz; ama gene inanıyorum ki, Türkler tarihleri boyunca kutsal sayılan bütün inançlara saygı göstermişlerdir. Onun dini, özellikle şu veya bu din değildir, bütün dini inançlar onun için değerlidir."

Kaynak: Atatürk'ün sansürlenen mektubu... - Cazim GÜRBÜZ




Notlar:

Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'ne Yazdığı Mektubu

Atatürk'ün Türk Tarih Kurumu'na yazdığı mektupAraştırmacı yazar Atilla Oral, "Atatürk'ün Sansülenen Mektubu" adlı kitabında; Mustafa Kemal Atatürk'ün 16-17 Ağustos 1931 tarihinde Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Yüksek Başkanlığı'na kendi el yazısıyla yazdığı 21 sayfalık mektubun orjinal halini ve günümüz Türkçe'sine çevrilmiş halini yayınlamıştır. Sayfamızda bu mektubun tamamına ulaşabilirsiniz.
Atatürk'ün Türk Tarih Kurumu'na yazdığı mektup

Tarihi Tetkik Cemiyeti Yüksek Başkanlığı'na

Mektubumuzda heyetinizin gözlemine çok şeyler arz olunduğunu zannederim. Bu görüşleri içeren mektup yazılıp zarfa konulduktan sonra çok önemli olduğu düşüncemizde bir defa daha beliren noktaları dikkatinize sunmayı önemli gördük. Son senelerde İstanbul’da yayınlanan gazetelerde Roman diye okuduğumuz bazı eserler vardır ki, bunlar şüphesiz yüksek heyetinizin gözleminden kaçmış değillerdir; Bu roman sayfaları bence gerçek tarih belgelerinin yorumudur; bu roman sayfalarında görülen şeyler yaklaşık şöyle açıklanabilir. Arabistan yarımadasının kumsal çöllerinden; (Ikre, Bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır. Bu zihniyetle hareket edenler İslam'dan önce Türk uygarlığının bütün belgelerini imha etmekte engel görmediler.

Yazacağınız İslam tarihinin de bu doğrultuda toplayabileceğiniz belgelere dayanarak açıklanmasını önemli görürüm.

Kudüs’ün teslim olunması için Patrik'inin koyduğu şart üzerine Kudüs önlerine gelen Halife Ömer'in kölesi ile ortaklaşa ve değişerek bir deveye binerek yol aldığını ve asıl kilise yakınına gelindiği zaman deveye binmek sırası köleye geldiğinden ötürü Ömer'in yürüyerek Arap ırkından başka ve yüksek ırklardan oluşan ordunun yüksek ve muhteşem huzurunda o ordunun kumandanlarına karşı yerden taş alarak atmak suretiyle gösterdiği çıplak ve çıfıt Araplık, malumunuzdur. Bunu artık Türk çocuklarına bir erdem gibi okutmakta ısrar gösteren notları göz önüne almalısınız.Bir hırka ve bir hurma hikayesi artık bir insanlık erdemi olarak gösterilmek felsefesi esas tutularak tarih yazılmamalıdır. Bunun gibi Arap ordularının bir çok esirlerinden bir köle sınıfı vücuda geldiğinden bahsedilirken bu kölelerin Türk çocukları olduğu dile getirilerek hangi taraf için ne anlamda bir övünme nedeni arandığı araştırılıp incelenmeden Türk tarihi içine konulmamalıdır.Şüphesiz Türkler için çok kahraman evlatlar, şu ve bu tarzda Arap halifelerinin sarayının içine hükümetinin teşkilatının ve Arap adına fetholunan birçok vilayet ve eyaletlerde bütün zaferleri sağ­layan kuvvetlerin kalbinin içine girmişlerdir. İlim, sanat ve bilhassa askerlik ve başkumandanlık mevkilerini elde etmişlerdir ve sonuç­ta Arap İmparatorluğu unvanını taşıyan bütün memleketlerde bi­rinci derecede güç ve hakimiyet sahibi olmuşlardır.En nihayet Muhammed'in Halifesi unvanını taşımak maskara­lığında bulunanları emir ve iradelerine boyun eğdirmişlerdir.

Eğer bunu yapmış olan insanlara köle demek uygunsa herkes bir şart dahilinde köleliği öğünerek kabul eder. Efendiye, sahibe, hakime köle demek ve esir, önemsiz, değersiz adamlara efendi de­mek, tarihin ifade etmemizi emrettiği bir gerçeklik midir?

Bu münasebetle yüksek heyetinizin başkanı bulunan size hatır­latırım ki, yeni dünya ufuklarına açacağınız yeni tarih semasında dikkatli olunuz. Sonradan uydurma bir eser meydana getirerek ardından pişman olmaktansa hiçbir eser meydana getirememek beceriksizliğini itiraf etmek daha iyidir.

Camii Ezher varlığı ve prensipleri, mevhum denecek kadar hiç olan İsa'yı yaratan apotrlar yetiştirmeye ne yazık ki kaynak olama­mıştır.

Halbuki biz tarih yazarken Apotr değil; bizzat fiiller ve hadise­ler sahibi arayan adamlarız. Eğer bunları bulamazsak meçhuliyeti ve bu noktada cehaletimizi itiraf etmekten çekinmeyelim. Apotr yaratmaya kalkışmayalım çocuğum! Bizim mesleğimiz bu değildir. Biz daima gerçeği arayan ve onu buldukça; ve bulduğumuza inan­dıkça ifadeye cesaret gösteren adamlar olmalıyız!

Batı'nın, herhangi dilinde yazılmış olursa olsun, gözünüzden mütalaanızdan geçmiş olması doğal bulunan tarih belgelerine dik­kat etmiyor musunuz? Yüksek heyetiniz üyeleri içinde bu belgeler­den görüşünü heyetiniz huzurunda söyleyenler az mıdır? Bu sözler o yalnız heyetinizin değil, bütün Türk milletinin ilgisini çekmeye layıktır! Bunu yalnız aranızda değil, bütün Türk milleti önünde be­lirtiniz! Bu büyük gerçeği bütün insanlığa tanıtınız! Kuruluş amacı­nızın büyük hedefi budur zannederim.

Her şeyden önce kendinizin dikkatle ve itina ile seçeceğiniz bel­gelere dayanınız! Bu belgeler üzerinde yapacağınız incelemede her şeyden ve herkesten önce kendi karar verme yetkinizi ve ince mil­li süzgecinizi kullanınız! Sizi büyük hedefe ancak bu görüşlerden, kıskanç olmak ulaştırabilir. Yoksa dünyanın bin bir şarlatanı ve bin bir milletin tarihşinas yaşayan sokak politikacısının ve bunları yük­sek ölçekte temsil eden Camii Ezher kaçkınının oyuncağı kılar.
Bana bu kadar çok söz söyleten nedeni açıklayayım:

Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir! Yazan, yapana sa­dık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır. Siz buna razı mısınız?
Türkiye'de yüksek başkanlığınızda ilk meydana getirilen Tarih Cemiyeti büyük dikkat uyanışını kullanarak şimdiye kadar bütün dünya milletleri içinde kurulmuş benzerlerini aşan bir konum ala­cağına emin olduğum Türk uygarlığının sevdalılarına hürmet ve muhabbetlerimi lütfen iletiniz.


Gazi M. Kemal

16/17.8.1931
(Yalı ova)

Atatürk'ün, Türk Tarih Kurumu'na yazdığı mektubun orjinal hali ve günümüz Türkçe'sine çevrilmiş halleri

Atatürk'ün kendi el yazısıyla Türk Tarih Kurumu'na yazdığı mektup  Atatürk'ün Türk Tarih Kurumu'na yazdığı mektubun günümüz Türkçe'sine çevrilmiş hali



kaynak: http://www.beycan.net/1140/mustafa-kemal-ataturkun-turk-tarihi-tetkik-cemiyetine-yazdigi-mektubu.html

.
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...