"KİMİN ŞEHRİNİ KİME VERİYORLAR"
İZMİR'E DOĞRU-2
Değerli Arkadaşlarım, Dünkü paylaşımımız da Kurtuluş Savaşı hazırlıklarını ve Büyük Atatürk'ün önderliğinde Kahraman Türk askerinin kazandığı Büyük zaferin anlatmıştık. Bu gün İzmir'e doğru yaşananları ve Kahraman Ordumuzun İzmir'e girişi ile ilgili tarihi gerçekleri paylaşacağız..
ZULUM VE VAHŞET
Sevgili Okurlar,
Tarih 1 Eylül 1922. Topunu, tüfeğini ve bayrağını bırakarak sadece canını kurtarma derdine düşmüş ve hızla batıya doğru çekilmeye çalışan perişan, bitkin, dağınık; ancak halâ kanlı ve zalim mahlukat sürüsü, geçtiği yerleri kan ve ateş içerisinde bırakarak suçsuz insanları ihtiyar, genç, kadın ve çocuk farkı gözetmeden öldürererek, her tarafı yağma ederek, şoselerden, patikalardan, keçiyollarından ve sarp vadilerden denize doğru koşuyordu..
Yüzlerce yıl, Türk insanı ile huzur içerisinde kardeşçe ve yanyana yaşadıktan sonra, Yunan ordusunun gelişiyle canavarlaşan ve bu ordu ile işbirliği yaparak silahsız Türk halkının boğazına sarılan, on binlercesini insafsızca öldüren; ancak yaptıklarının hesabını vermesinin artık mümkün olmadığını bilen, eskiden vatandaşımız olan Rumlar'da Yunan ordusunun bazen önünde, bazen de onlara yetişmek istercesine arkasında denize doğru yol alıyordu..
Ormanda ve sarp arazilerde, günlerden beri kaçmaya çalışan iskarpinlerinin topukları kırılmış, ipekli ve şeffaf elbiseler giymiş, Rum kadınlar, sanki kendi yurtlarında seyahât ediyormuş gibi, Afyon'da düzenlenecek balo için Yunanistan'dan gelmiş generallerin ve askerlerin eşleri ve metresleriydi. Onlar da güneşin battığı yere doğru can havliyle kaçmaktaydılar...
Kaçan Yunan askerleri ve Rumlar'ın yaptıkları vahşet, akıllara durgunluk verecek mahiyette idi.(1) Konuyu izleyen sonra da gördüklerini kitaplaştıran yazarlar bile, vahşetin bu kadarını kabullenemiyorlardı.
T.Ambelas isimli İngiliz (2), Yunanlılar'ın Anadolu'dan kaçarken daha önce yakmadıkları evleri ve köyleri yaktıklarını, halkı işkence ile öldürdüklerini söyledikten sonra; "Kral Konstantin ve askerleri, pek fena muhariptirler. Fakat soyuculuk ve kitalde, birinci mevkii ihraz ederler, duçar oldukları felâkete lâyıktırlar."demiştir.
Bakınız Besim Atalay, Meclis'teki konuşmasında ne diyor: "Alçak düşman!.. Uşak'tan çekilirken Validemi ve hemşiremi kurşunla şehit etmiş, evlerini ve dükkanlarını yakmıştır. Memleket haraptır. Namussuzlar, yerlerde kül yüreklerde kin bırakmıştır."(3)
Öldürülen Türkler’in sayısı binleri aşmıştır. Türklerin bir çoğu, işkence yapılmak suretiyle öldürülmüştür. Bunlardan, mezarları kendilerine kazdırıldıktan sonra süngülenerek veya kurşunla vurularak öldürülenler olduğu gibi, petrole bulanarak yakılanlar, topuzla başlarına vurulmak ve derileri yüzülmek suretiyle öldürülenler vardır.
Karatepe köyü halkından 200 kişi, Cami'ye toplanmış, sonra cami ile birlikte yakılmıştır. Bir Türk çocuğu benzine bulanmış, sonra burnundan tutuşturularak yakılmıştır. Çocuğun çığlıkları, Rumları kahkaha ile güldürmüştür. Ölüleri mezardan çıkararak soymuşlar, bir defasında iki yaşındaki bir çocuğu sırığa geçirerek sokaklarda dolaştırmışlardır.(4)
Tecavüz edilen kadınlar sayısızdır. Alaşehir'de mukim Taşçı Kasap Mehmet namında bir Türk'ün hanımına tecavüze başlamışlar; gördükleri mukavemet üzerine, memelerini süngü ile yaralayıp göğsünü barutla yakmışlardır. Elleri avret mahallinde olarak süngülenen bu genç kadın bilahare ecnebi tetkik heyetleri tarafından da görülmüştür.(5)
Alaşehir'de, Jandarma Giritli Hüseyin Çavuş'un 2 çocuğunu, annelerinin gözü önünde bacaklarından ikiye ayırmışlar ve kadının üzerine atmışlar, sonrada kadını süngülemişlerdi.(6)
Tarihi vesikaları incelediğimizde görüyoruz ki, Alaşehir'deki 4500 evden 4300' ü kül olmuştu. Kasaba'da 3.000.Kişi katledilmişti. Halk, canını kurtarmak için dağlara kaçmış, günlerce dağlarda aç susuz bir şekilde pençeleriyle düşmanla savaşmıştı.
Bu durum karşısında dehşete düşen 1 Ordu komutanı Nurettin Paşa, verdiği raporda "Yunanlılar’ın önceden tesbit ettikleri plan çerçevesinde Halkımızı ve millî servetimizin tamamını imha etmek üzere hareket ettiklerini" yazıyordu.
Manisa'daki 14.000 evden, sadece 1.400 tanesi ufak zararlarla kurtulabilmişti.
Kınlarından çekilmiş kılıçlarını havada sallıyarak dört nala düşmana yetişmeye çalışan Türk süvarileri ve silahları elde koşan Türk piyadelerine, yanan evlerin enkazı arasından fırlayan insanlar ellerindeki odunlarla, hançer, kama ve bıçaklarla eşlik ediyorlardı. Bunlar, zorla evden alınarak kirletilen sonrada öldürülen veya ölümü seçen kadınların kocaları, çocukları gözlerinin önünde parçalanan analardı. Türk milleti, bir sel dalgası halinde batıya doğru kaçan Yunan'ı kovalıyordu.
Dağlardan, tepelerden, vadilerden, ovalardan göğe doğru yükselen dumanlar ve bunların arasında şimşek gibi parlayan alevler, gökyüzünü kaplamıştı. Duman bulutları, 3.000 metre civarına kadar yükselmişti. Gökyüzü simsiyahtı. Uşak yanıyor, Eskişehir yanıyor; Aydın, Alaşehir, Turgutlu, Ahmetli, Salihli, Manisa Yanıyordu. Kısaca bütün Batı, cayır cayır yanıyordu...
MUSTAFA KEMAL VE TRİKOPİS
Sevgili Okurlar,
Mustafa Kemâl'in çadırı, savaş alanına yakın harap olmuş bir köyde kurulmuştu.(2 Eylül 1922) Çevresinde toplanan köylü kadınlar ona bakıyor, bugüne kadar çektikleri zulmün intikamının alınmasını istiyorlardı. Paşa, savaşı kazanmıştı; ancak çok üzgündü.. Bir türlü sevinemiyordu. Milleti bu kadar keder ve elem içerisindeyken o nasıl sevinebilirdi ki. Perişan vaziyette gelen Yunan esirlerini görünce önce halkının intikamını almak istercesine gerildi, sonra Başkumandan olduğunu hatırlayarak sakinleşti.
Paşa, bir Yunan'ın yakasına yapışsa bütün dünya Türker'e yapılan zulmü unutur; Paşa'nın sadizminden, Türklerin barbarlığından bahsederdi. Bu nedenle, Başkomutan'ın kızmaya dahi hakkı olamazdı.
Gelen esirlerin içerisinden birisi, Selanik'ten tanıdığı bir Rum subaydı. O da Osmanlı’ya ihânet etmiş, Yunan'la birlik olmuş, bugünde Türklere esir düşmüştü. Üniformasında herhangi bir rütbe bulunmayan Mustafa Kemal'i görünce yanına yaklaşarak "Mustafa sen ne arıyorsun burada Tanrı'nın işine bak! Mustafa Sen hangi rütbeyle savaşıyorsun" diye (Türkçe olarak) sordu. Tabii olarak yıllar önce tanıdığı teğmen Mustafa'nın rütbesini merak etmişti. Cephenin ortasında savaşan genç bir subay olsa olsa albay olurdu. Mustafa Kemâl, mütevazi bir şekilde; "Başkomutan ve Mareşâl olarak savaşıyorum." diye cevap verdi.
Sevgili Okurlar,
Yunan ordusu Başkumandanı, General Hacı Anesti idi. İzmir'de oturan Başkumandan'ın muharebeyi idare edemediğini gören Yunan Genelkurmayı, cepheye daha yakın bulunan General Tirikopis'i Başkumandan tayin etmişti. Fakat Yunan ordusu, baskına uğradığından Tirikopis Başkumandan yapıldığına dair emri tebellüğ edememişti; yani haberi yoktu.
Beşinci Kafkas tümeni, 2 Eylül'de saat 16’da Uşak'a bağlı Karlık köyüne doğru yaklaşmıştı.
Tümen'in keşif süvari komutanı, bir Yunan sözcüsü ile birlikte tümen karargahına gelerek, iki Yunan generalinin teslim alınmak üzere beklediklerini söyledi. Bunun üzerine tümen komutanı yanında bulunan tugay komutanı Ali Rıza Paşa’yı Yunan generallerini almaya memur etti. Generallerden birisi, Başkumandan Tirikopis'ti. Diğeri de, yardımcısı Korgeneral Dionisis'ti.
Yunan generaller ve 96 subay, Batı Cephesi Kumandanı Asım Gündüz Paşa'nın huzuruna getirildiler. Asım Gündüz Paşa, "Sizleri muntazam bir ordunun zabitleri diye mi, yoksa hunhar bir çetenin efradı olarak mı karşılayayım. Bunda mütereddidim" diye gürledi. Generaller, önce İsmet Paşa'nın; sonra da, o sırada Uşak'ta bulunan Mustafa Kemâl Paşa'nın huzuruna götürüldüler.
Yunan generaller getirildiğinde Mustafa Kemâl Paşa, Fevzi Paşa ile İsmet Paşa'nın arasında idi. Tutsak generallerin bir yanında Birinci Ordu Komutanı Nureddin Paşa, diğer yanında da Dördüncü Kolordu Komutanı Kemalettin Sami Paşa dimdik duruyordu. Bu suretle sahne, hem hazin hem de muhteşem bir hâl almıştı. Mustafa Kemâl Paşa'nın kendi deyimiyle "Caniler ve katiller"'in yöneticilerine karşı nasıl bir tavır takınacağını kimse bilmemekteydi.
İsmet Paşa ve Fevzi Paşa, ufak bir selam vermişler ancak ellerini vermemişlerdi.
Mustafa Kemâl Paşa, burada da büyüklüğünü gösterdi. Biraz önce acıdan ve sinirden gerilmiş halini terkederek Yunan generallere gülümsedi, elini uzattı. "Oturun General, yorulmuş olacaksınız" dedikten sonra kendilerine sigara uzattı, kahve ısmarladı. Yunan General ile, sanki kendi silah arkadaşları arasında sohbet ediyormuş gibi davranarak sorular sordu. İki komutanın tartışması koyulaştı.
Tirikopis, "Sizin Savaşı cepheden yürüttüğünüzü söylediler doğru mu?" diye sordu. Mustafa Kemâl, "Evet" diye cevap verince, hayretini gizleyemedi. Hâlbuki Mustafa Kemâl, o güne kadar bütün savaşlarının en önemli saatlerini cepheden, bazen cephenin en önünden; yani düşen güllelerin vızıldayan mermilerin arasından yürütmüştü.
İki başkomutan savaşı ve uygulanabilecek bütün taktikleri yeniden tartıştılar. Ancak tartışmanın sonucunda, Mustafa Kemâl'in Trikopis'e ait bütün saldırı ve savunma planlarını önceden hesap ettiği ve Yunanlılar'ın her ne surette olursa olsun yenilmeye mahkûm olduğu ortaya çıktı.
Düşman, Türk Paşaların gözü önünde sanki bir kez daha yenilmişti. Tirikopis, yenilmez bir komutanla, bir savaş ustasıyla tartışmasının kendisini ne kadar zor duruma soktuğunu anlamış, mahçup bir vaziyette boynunu bükmüştü.
Artık söyleyecek bir sözü kalmamıştı; düşüncelere daldı. O sırada, hadisenin canlı tanığı olan Halide Edip, bu tartışmayı; "Bir profesyonelin bir amatör ile konuşması"gibi değerlendiriyordu.
Mustafa Kemal, Türklerin Başkomutanı'na yakışır bir tavırla ayağa kalktı, "size nasıl yardımcı olabilirim General "dedi. Trikopis, "İstanbul'daki eşine sağ olduğunun bildirilmesini" istedi.
İki ay sonra Hacı Anesti, Gounaris ve kabineden dört nazır, bir Yunan mahkemesi tarafından idama mahkûm edildiler. Savaşı kaybedenlere, cezalarını ödeme sırası gelmişti. Belki de bu, Anadolu'daki yaptıkları zulmun (dünyadaki) ilâhi neticesi idi. General Trikopis, Yunan mahkemelerinden canını zor kurtardı. Yıllar sonra yaptığı açıklamalarda, "Anadolu'ya karşı yapılan Yunan saldırısının ve vahşetinin yanlış olduğunu, Batılı devletlerin oyununa geldiklerini," söyledi.
Bizim de kaybettiğimiz savaşlar oldu. Tarihte, Türkler’in vahşet sergilediği bir tek hadise yoktur.
Türkler, Balkan Savaşı'nı kaybettiklerinde öylesine mazlum bir geri çekiliş sergilediler ki, bütün dünya hayretler içerisinde kaldı. Dağınık bir halde Anadolu'ya ulaşmaya çalışan askerlerimizin çoğu, yollarda soğuktan açlıktan öldüler. Bir tek kapıyı çalıpta içeri girip, bir dilim ekmek istemediler. Ellerinde ki bir dilim kuru ekmeği bile kedilerle paylaştılar.
Avrupa'nın tanınmış gazetlerinden birisinin muhabiri, düşe kalka yürüyen bir Türk askerine yanındaki çikolatayı uzattı. Mehmetçik teşekkür etti almadı. Muhabir, "Olanlara inanamıyorum... Ben böyle asil bir millet görmedim. Biraz sonra açlıktan öleceğini biliyordu. Ancak son nefesine doğru yol alırken bile, hala başı dik ve asalet timsali gibiydi" diyordu.
SİYAH ÖRTÜ KALKTI
Türk ordularının batıya doğru başlamış harekâtı karşısında direnme imkânı bulamayan Yunanlılar, 1 Eylül'de Kütahya ve Uşak'ı, 2 Eylülde Eskişehir'i, 3 Eylül'de İnönü mevzilerini terk etmek zorunda kalmış, 4 Eylül'de bir kül yığını haline getirdikleri Salihli ve Alaşehir'i bırakmışlardı. 6 Eylül günü Yunanlılar Manisa'yı ateşe verdiler. Aynı gün, İngiliz konsolosu, İzmir'deki İngilizlerin İzmir'den ayrılmalarını tavsiye etti.
6 Eylül’de bir başka hadise de, T.B.M.M.’de meydana geldi.Meclis kürsüsüne yas sembolu olarak örtülen siyah örtü kaldırılarak, yerine yeşil bir örtü konuldu.
Mustafa Kemâl Paşa, 26 Ağustostan bu yana müdahale olur endişesiyle harekâtı oldukça küçük göstermeye gayret etmişti. Ancak, artık böyle bir duruma imkân kalmamıştı. Bu arada, Müttefikler Mütareke talep etmişler, bilahere bunu nota mahiyetinde sunmuşlardı.
Rauf (Orbay) Bey, durumu Mustafa Kemâl'e bildirmiş talimatını istemişti. Gazi Paşa, cevap olarak; "Anadolu diye bir sorunları bulunmadığını Trakya'da 1914 öncesi sınırlarına kadar Türk memurlarına teslim edildiği, esirler iade edildiği,Yunanlıların yaptığı tahribatın ödendiği taktirde görüşmelere başlayabileceğini" söyledi. Bu, Müttefik kuvvetlere ağır bir restti.
İstanbul'da, hadiselerin sonucuna pek güvenilmiyordu. Halâ Venedik'te düzenlenecek konferanstan netice umanlar bulunduğu gibi, mütareke taraftarları da bulunuyordu. Saltanat yanlıları, saldırıyı çılgınca bir durum olarak görüyor, "Boş verin nasıl olsa ağızlarının payını alır otururlar" diyorlardı.
İstanbul'da, Çatalca'daki Yunan ordusunun güvencesinde olduklarını sanan Yunanlılar, şehir kulüplerinde savaşın şerefine şampanya patlatıyorlardı..
Ankara'da, Mecliste, "Yeter, ümmeti Müslümanı kırdırmayın bu savaş kazanılmaz" diyen sözde islamcı güruh, savaşın kazanıldığını görünce, Bu gün bu muazzam savaşı değğersizleştirmek için her yolu deneyen vatan haini meczuplar gibi "Yahu bu savaşa ne gerek vardı..İngilizler zaten bize İzmir'i verecekti...Bu kadar basit bir hadiseyi büyütmeyin" diyorlardı.
Hâlbuki değersizleştirilmeye çalışılan Kurtuluş Savaşı bütün dünyayı ayağa kaldırmış Türk Milletinin gücünü dünyaya göstermiş, Son 200 yıldır düveli muazzama devletlerinin başı görülen ve "Güneş Batmayan İmparatorluk denilen, Büyük Biritinya- İngiliz imparatorluğunun ağır bir mağlubiyete uğramasıyla sonuçlanmasıydı.
Türk Orduları İzmir'e gireceğinin belli olduğu 7- 8 Eylül günleri Avrupa'da hükümetler teyakkuz halinde gece gündüz toplantılar yapıyor milletvekilleri mecliste sabahlıyordu. Toplantılar hararetle devam ediyor biri biterken diğeri başlıyor koşuşturan yöneticiler şaşkın bir vaziyette ne yapacaklarını tartışıyorlardı.
Müttefiklerin en modern şekilde donattıkları Yunan ordusu perişan olmuştu. Hadise, bütün gazetelerde büyük puntolarla manşet oldu. Yenildi, yok oldu denilen bir milletin kararlı komutanı Dünyaya Türk varlığını,Türk gücünü bir defa daha gösteriyordu.
KİMİN ŞEHRİNİ KİME VERİYORLAR?
İngiltere'de hükümet sallantıya girmiş; İngilizler, ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Dünya, yeniden çıkacak büyük bir savaşı, nefesini tutmuş bekliyordu.
İzmir'deki Levantenler, son dakikaya kadar sorunun bir konferansla çözüleceği düşüncesine saplanıp kalmışlar; içlerine güven verecek şekilde duran Müttefik savaş gemilerinin, Türker’in şehre girmesini önleyeceğini ummuşlardı. Yıllarca Anadolu'yu sömüren bu alçaklar sürüsü 7 Eylül günü bile depolarına kuru üzüm ve incir dolduruyorlardı. Bir sorun olsa İtalya'dan, Hollanda'dan, Almanya'dan gemiler, sonbahar yüklerini almak için limana gelirler miydi?..
Derken Limana, bir Yunan hastane gemisi geldi. Yaralılar ve kaçanlar, yavaş yavaş gelmeye, kanlı savaşlar üzerine hikâyeler anlatmaya başlamıştı. Ortalıktaki söylentiler çoğalmış, kahvehanelerde tüccarlar birbirlerine Türkler gelirse acaba stoklara el koyar mı diye sormaya başlamışlardı.
Derken borsa birden duruverdi. İçeriden gelen yüklü vagonlar gelmez oldu. Ertesi gün, çoşkuyla seyrettikleri ticaret gemileri demir alıp hızla uzaklaştılar.
Yalnız eğlenceler durmuyordu. Otel Naim'in taraçasında danslı yemekler veriliyor, Sporting Clup'ta bir İtalyan grubu La Tarvita'yı oynuyor, kahvelerde gitarla şarkılar söyleniyor, sabaha kadar dans ediliyordu. Bütün bunlara rağmen sanki, gelen kötü bir rüzgar herkezi sarmıştı. Şavaşın kaybedilmişliği bir panik halinde hissediliyor, yavaş yavaş "Yahu ne oluyor acaba, böyle giderse ne olacak, gerçekten yok oldu bitti denilen Türkler İzmir'e mi geliyor" sözcükleri ortada dolaşmaya başlamıştı.
Yunan çekilişi bir hafta sürdü. Türkler, Yunanlılar'ın önüne geçebilmek için çok çaba gösterdiler..Ancak yayla ile deniz arasındaki 300 Km mesafe, çok dönemeçli ve engebeli arazileri içine alıyordu. Ordu, üç günde yüzelli km yürümeyi başarabilmiş ancak yine de düşmanı yakalayamamıştı.
Düşman yakarak, yok ederek, vahşet sergileyerek gidiyordu. Manisa'da, 18000 evden sadece 500 tanesi ayakta kalmıştı. O da, harap vaziyette idi. Ancak, asker ne kadar gayret etse de, düşmana yetişmeyi başaramadı.
Mustafa Kemâl, karargâhına gelen ordunun daha ilerisine Nif'e taşınmıştı. Müttefiklerden, İzmir limanındaki Fransız Edgar Quinet zırhlısı kanalıyla bir telgraf gönderildi. Konsoloslarından, İzmir'in Türk ordusuna teslimi konusunda görüşmek için yer ve zaman istiyorlardı. Hristiyan halkı, nasıl koruyacakları hususunda da bilgi istiyorlardı.
Çoğu komutanın sevinçle karşılayacağı bu haber, Mustafa Kemal'de şok etkisi yaptı. Masaya bütün gücüyle yumruğunu vurdu ve kükredi; "Kimin şehrini kime veriyorlar."
Mustafa Kemal Paşa, 9 Eylül günü İzmir’deydi.. Türk Askeri gelemezler giremezler dedikleri İzmir'e gelmiş, İzmir'e girmişti..
Ancak bu geliş, şerefli ve tavizsiz bir gelişti..
Değerli Arkadaşlarım,
Yarın Türk tarihinin muhakkak iyi bilinmesi gereken bir sayfasını daha sizlerle paylaşacak, Türk Ordusu İzmir'e girdikten sonra yaşananları ve Mudanya restleşmesini anlatacağız.
Yarın görüşmek üzere Sevgiler Saygılar
10 Eylül Saat 17.05
TANER ÜNAL
(1)19 T.B.M.M: Zabıt Ceridesi c 23 s.273
(2)Çanakkale olayları Çeviren M.Ali Baykal İstanbul 1970
(3)17.9.1922 T.Bm:m.Zabıt Ceridesi C.23. S.108
(4)(5)(6) Matbuat Müdüriyet-i Umumiyesi Yunun Zulm ve Vahşeti S245-293
İZMİR'E DOĞRU-2
Değerli Arkadaşlarım, Dünkü paylaşımımız da Kurtuluş Savaşı hazırlıklarını ve Büyük Atatürk'ün önderliğinde Kahraman Türk askerinin kazandığı Büyük zaferin anlatmıştık. Bu gün İzmir'e doğru yaşananları ve Kahraman Ordumuzun İzmir'e girişi ile ilgili tarihi gerçekleri paylaşacağız..
ZULUM VE VAHŞET
Sevgili Okurlar,
Tarih 1 Eylül 1922. Topunu, tüfeğini ve bayrağını bırakarak sadece canını kurtarma derdine düşmüş ve hızla batıya doğru çekilmeye çalışan perişan, bitkin, dağınık; ancak halâ kanlı ve zalim mahlukat sürüsü, geçtiği yerleri kan ve ateş içerisinde bırakarak suçsuz insanları ihtiyar, genç, kadın ve çocuk farkı gözetmeden öldürererek, her tarafı yağma ederek, şoselerden, patikalardan, keçiyollarından ve sarp vadilerden denize doğru koşuyordu..
Yüzlerce yıl, Türk insanı ile huzur içerisinde kardeşçe ve yanyana yaşadıktan sonra, Yunan ordusunun gelişiyle canavarlaşan ve bu ordu ile işbirliği yaparak silahsız Türk halkının boğazına sarılan, on binlercesini insafsızca öldüren; ancak yaptıklarının hesabını vermesinin artık mümkün olmadığını bilen, eskiden vatandaşımız olan Rumlar'da Yunan ordusunun bazen önünde, bazen de onlara yetişmek istercesine arkasında denize doğru yol alıyordu..
Ormanda ve sarp arazilerde, günlerden beri kaçmaya çalışan iskarpinlerinin topukları kırılmış, ipekli ve şeffaf elbiseler giymiş, Rum kadınlar, sanki kendi yurtlarında seyahât ediyormuş gibi, Afyon'da düzenlenecek balo için Yunanistan'dan gelmiş generallerin ve askerlerin eşleri ve metresleriydi. Onlar da güneşin battığı yere doğru can havliyle kaçmaktaydılar...
Kaçan Yunan askerleri ve Rumlar'ın yaptıkları vahşet, akıllara durgunluk verecek mahiyette idi.(1) Konuyu izleyen sonra da gördüklerini kitaplaştıran yazarlar bile, vahşetin bu kadarını kabullenemiyorlardı.
T.Ambelas isimli İngiliz (2), Yunanlılar'ın Anadolu'dan kaçarken daha önce yakmadıkları evleri ve köyleri yaktıklarını, halkı işkence ile öldürdüklerini söyledikten sonra; "Kral Konstantin ve askerleri, pek fena muhariptirler. Fakat soyuculuk ve kitalde, birinci mevkii ihraz ederler, duçar oldukları felâkete lâyıktırlar."demiştir.
Bakınız Besim Atalay, Meclis'teki konuşmasında ne diyor: "Alçak düşman!.. Uşak'tan çekilirken Validemi ve hemşiremi kurşunla şehit etmiş, evlerini ve dükkanlarını yakmıştır. Memleket haraptır. Namussuzlar, yerlerde kül yüreklerde kin bırakmıştır."(3)
Öldürülen Türkler’in sayısı binleri aşmıştır. Türklerin bir çoğu, işkence yapılmak suretiyle öldürülmüştür. Bunlardan, mezarları kendilerine kazdırıldıktan sonra süngülenerek veya kurşunla vurularak öldürülenler olduğu gibi, petrole bulanarak yakılanlar, topuzla başlarına vurulmak ve derileri yüzülmek suretiyle öldürülenler vardır.
Karatepe köyü halkından 200 kişi, Cami'ye toplanmış, sonra cami ile birlikte yakılmıştır. Bir Türk çocuğu benzine bulanmış, sonra burnundan tutuşturularak yakılmıştır. Çocuğun çığlıkları, Rumları kahkaha ile güldürmüştür. Ölüleri mezardan çıkararak soymuşlar, bir defasında iki yaşındaki bir çocuğu sırığa geçirerek sokaklarda dolaştırmışlardır.(4)
Tecavüz edilen kadınlar sayısızdır. Alaşehir'de mukim Taşçı Kasap Mehmet namında bir Türk'ün hanımına tecavüze başlamışlar; gördükleri mukavemet üzerine, memelerini süngü ile yaralayıp göğsünü barutla yakmışlardır. Elleri avret mahallinde olarak süngülenen bu genç kadın bilahare ecnebi tetkik heyetleri tarafından da görülmüştür.(5)
Alaşehir'de, Jandarma Giritli Hüseyin Çavuş'un 2 çocuğunu, annelerinin gözü önünde bacaklarından ikiye ayırmışlar ve kadının üzerine atmışlar, sonrada kadını süngülemişlerdi.(6)
Tarihi vesikaları incelediğimizde görüyoruz ki, Alaşehir'deki 4500 evden 4300' ü kül olmuştu. Kasaba'da 3.000.Kişi katledilmişti. Halk, canını kurtarmak için dağlara kaçmış, günlerce dağlarda aç susuz bir şekilde pençeleriyle düşmanla savaşmıştı.
Bu durum karşısında dehşete düşen 1 Ordu komutanı Nurettin Paşa, verdiği raporda "Yunanlılar’ın önceden tesbit ettikleri plan çerçevesinde Halkımızı ve millî servetimizin tamamını imha etmek üzere hareket ettiklerini" yazıyordu.
Manisa'daki 14.000 evden, sadece 1.400 tanesi ufak zararlarla kurtulabilmişti.
Kınlarından çekilmiş kılıçlarını havada sallıyarak dört nala düşmana yetişmeye çalışan Türk süvarileri ve silahları elde koşan Türk piyadelerine, yanan evlerin enkazı arasından fırlayan insanlar ellerindeki odunlarla, hançer, kama ve bıçaklarla eşlik ediyorlardı. Bunlar, zorla evden alınarak kirletilen sonrada öldürülen veya ölümü seçen kadınların kocaları, çocukları gözlerinin önünde parçalanan analardı. Türk milleti, bir sel dalgası halinde batıya doğru kaçan Yunan'ı kovalıyordu.
Dağlardan, tepelerden, vadilerden, ovalardan göğe doğru yükselen dumanlar ve bunların arasında şimşek gibi parlayan alevler, gökyüzünü kaplamıştı. Duman bulutları, 3.000 metre civarına kadar yükselmişti. Gökyüzü simsiyahtı. Uşak yanıyor, Eskişehir yanıyor; Aydın, Alaşehir, Turgutlu, Ahmetli, Salihli, Manisa Yanıyordu. Kısaca bütün Batı, cayır cayır yanıyordu...
MUSTAFA KEMAL VE TRİKOPİS
Sevgili Okurlar,
Mustafa Kemâl'in çadırı, savaş alanına yakın harap olmuş bir köyde kurulmuştu.(2 Eylül 1922) Çevresinde toplanan köylü kadınlar ona bakıyor, bugüne kadar çektikleri zulmün intikamının alınmasını istiyorlardı. Paşa, savaşı kazanmıştı; ancak çok üzgündü.. Bir türlü sevinemiyordu. Milleti bu kadar keder ve elem içerisindeyken o nasıl sevinebilirdi ki. Perişan vaziyette gelen Yunan esirlerini görünce önce halkının intikamını almak istercesine gerildi, sonra Başkumandan olduğunu hatırlayarak sakinleşti.
Paşa, bir Yunan'ın yakasına yapışsa bütün dünya Türker'e yapılan zulmü unutur; Paşa'nın sadizminden, Türklerin barbarlığından bahsederdi. Bu nedenle, Başkomutan'ın kızmaya dahi hakkı olamazdı.
Gelen esirlerin içerisinden birisi, Selanik'ten tanıdığı bir Rum subaydı. O da Osmanlı’ya ihânet etmiş, Yunan'la birlik olmuş, bugünde Türklere esir düşmüştü. Üniformasında herhangi bir rütbe bulunmayan Mustafa Kemal'i görünce yanına yaklaşarak "Mustafa sen ne arıyorsun burada Tanrı'nın işine bak! Mustafa Sen hangi rütbeyle savaşıyorsun" diye (Türkçe olarak) sordu. Tabii olarak yıllar önce tanıdığı teğmen Mustafa'nın rütbesini merak etmişti. Cephenin ortasında savaşan genç bir subay olsa olsa albay olurdu. Mustafa Kemâl, mütevazi bir şekilde; "Başkomutan ve Mareşâl olarak savaşıyorum." diye cevap verdi.
Sevgili Okurlar,
Yunan ordusu Başkumandanı, General Hacı Anesti idi. İzmir'de oturan Başkumandan'ın muharebeyi idare edemediğini gören Yunan Genelkurmayı, cepheye daha yakın bulunan General Tirikopis'i Başkumandan tayin etmişti. Fakat Yunan ordusu, baskına uğradığından Tirikopis Başkumandan yapıldığına dair emri tebellüğ edememişti; yani haberi yoktu.
Beşinci Kafkas tümeni, 2 Eylül'de saat 16’da Uşak'a bağlı Karlık köyüne doğru yaklaşmıştı.
Tümen'in keşif süvari komutanı, bir Yunan sözcüsü ile birlikte tümen karargahına gelerek, iki Yunan generalinin teslim alınmak üzere beklediklerini söyledi. Bunun üzerine tümen komutanı yanında bulunan tugay komutanı Ali Rıza Paşa’yı Yunan generallerini almaya memur etti. Generallerden birisi, Başkumandan Tirikopis'ti. Diğeri de, yardımcısı Korgeneral Dionisis'ti.
Yunan generaller ve 96 subay, Batı Cephesi Kumandanı Asım Gündüz Paşa'nın huzuruna getirildiler. Asım Gündüz Paşa, "Sizleri muntazam bir ordunun zabitleri diye mi, yoksa hunhar bir çetenin efradı olarak mı karşılayayım. Bunda mütereddidim" diye gürledi. Generaller, önce İsmet Paşa'nın; sonra da, o sırada Uşak'ta bulunan Mustafa Kemâl Paşa'nın huzuruna götürüldüler.
Yunan generaller getirildiğinde Mustafa Kemâl Paşa, Fevzi Paşa ile İsmet Paşa'nın arasında idi. Tutsak generallerin bir yanında Birinci Ordu Komutanı Nureddin Paşa, diğer yanında da Dördüncü Kolordu Komutanı Kemalettin Sami Paşa dimdik duruyordu. Bu suretle sahne, hem hazin hem de muhteşem bir hâl almıştı. Mustafa Kemâl Paşa'nın kendi deyimiyle "Caniler ve katiller"'in yöneticilerine karşı nasıl bir tavır takınacağını kimse bilmemekteydi.
İsmet Paşa ve Fevzi Paşa, ufak bir selam vermişler ancak ellerini vermemişlerdi.
Mustafa Kemâl Paşa, burada da büyüklüğünü gösterdi. Biraz önce acıdan ve sinirden gerilmiş halini terkederek Yunan generallere gülümsedi, elini uzattı. "Oturun General, yorulmuş olacaksınız" dedikten sonra kendilerine sigara uzattı, kahve ısmarladı. Yunan General ile, sanki kendi silah arkadaşları arasında sohbet ediyormuş gibi davranarak sorular sordu. İki komutanın tartışması koyulaştı.
Tirikopis, "Sizin Savaşı cepheden yürüttüğünüzü söylediler doğru mu?" diye sordu. Mustafa Kemâl, "Evet" diye cevap verince, hayretini gizleyemedi. Hâlbuki Mustafa Kemâl, o güne kadar bütün savaşlarının en önemli saatlerini cepheden, bazen cephenin en önünden; yani düşen güllelerin vızıldayan mermilerin arasından yürütmüştü.
İki başkomutan savaşı ve uygulanabilecek bütün taktikleri yeniden tartıştılar. Ancak tartışmanın sonucunda, Mustafa Kemâl'in Trikopis'e ait bütün saldırı ve savunma planlarını önceden hesap ettiği ve Yunanlılar'ın her ne surette olursa olsun yenilmeye mahkûm olduğu ortaya çıktı.
Düşman, Türk Paşaların gözü önünde sanki bir kez daha yenilmişti. Tirikopis, yenilmez bir komutanla, bir savaş ustasıyla tartışmasının kendisini ne kadar zor duruma soktuğunu anlamış, mahçup bir vaziyette boynunu bükmüştü.
Artık söyleyecek bir sözü kalmamıştı; düşüncelere daldı. O sırada, hadisenin canlı tanığı olan Halide Edip, bu tartışmayı; "Bir profesyonelin bir amatör ile konuşması"gibi değerlendiriyordu.
Mustafa Kemal, Türklerin Başkomutanı'na yakışır bir tavırla ayağa kalktı, "size nasıl yardımcı olabilirim General "dedi. Trikopis, "İstanbul'daki eşine sağ olduğunun bildirilmesini" istedi.
İki ay sonra Hacı Anesti, Gounaris ve kabineden dört nazır, bir Yunan mahkemesi tarafından idama mahkûm edildiler. Savaşı kaybedenlere, cezalarını ödeme sırası gelmişti. Belki de bu, Anadolu'daki yaptıkları zulmun (dünyadaki) ilâhi neticesi idi. General Trikopis, Yunan mahkemelerinden canını zor kurtardı. Yıllar sonra yaptığı açıklamalarda, "Anadolu'ya karşı yapılan Yunan saldırısının ve vahşetinin yanlış olduğunu, Batılı devletlerin oyununa geldiklerini," söyledi.
Bizim de kaybettiğimiz savaşlar oldu. Tarihte, Türkler’in vahşet sergilediği bir tek hadise yoktur.
Türkler, Balkan Savaşı'nı kaybettiklerinde öylesine mazlum bir geri çekiliş sergilediler ki, bütün dünya hayretler içerisinde kaldı. Dağınık bir halde Anadolu'ya ulaşmaya çalışan askerlerimizin çoğu, yollarda soğuktan açlıktan öldüler. Bir tek kapıyı çalıpta içeri girip, bir dilim ekmek istemediler. Ellerinde ki bir dilim kuru ekmeği bile kedilerle paylaştılar.
Avrupa'nın tanınmış gazetlerinden birisinin muhabiri, düşe kalka yürüyen bir Türk askerine yanındaki çikolatayı uzattı. Mehmetçik teşekkür etti almadı. Muhabir, "Olanlara inanamıyorum... Ben böyle asil bir millet görmedim. Biraz sonra açlıktan öleceğini biliyordu. Ancak son nefesine doğru yol alırken bile, hala başı dik ve asalet timsali gibiydi" diyordu.
SİYAH ÖRTÜ KALKTI
Türk ordularının batıya doğru başlamış harekâtı karşısında direnme imkânı bulamayan Yunanlılar, 1 Eylül'de Kütahya ve Uşak'ı, 2 Eylülde Eskişehir'i, 3 Eylül'de İnönü mevzilerini terk etmek zorunda kalmış, 4 Eylül'de bir kül yığını haline getirdikleri Salihli ve Alaşehir'i bırakmışlardı. 6 Eylül günü Yunanlılar Manisa'yı ateşe verdiler. Aynı gün, İngiliz konsolosu, İzmir'deki İngilizlerin İzmir'den ayrılmalarını tavsiye etti.
6 Eylül’de bir başka hadise de, T.B.M.M.’de meydana geldi.Meclis kürsüsüne yas sembolu olarak örtülen siyah örtü kaldırılarak, yerine yeşil bir örtü konuldu.
Mustafa Kemâl Paşa, 26 Ağustostan bu yana müdahale olur endişesiyle harekâtı oldukça küçük göstermeye gayret etmişti. Ancak, artık böyle bir duruma imkân kalmamıştı. Bu arada, Müttefikler Mütareke talep etmişler, bilahere bunu nota mahiyetinde sunmuşlardı.
Rauf (Orbay) Bey, durumu Mustafa Kemâl'e bildirmiş talimatını istemişti. Gazi Paşa, cevap olarak; "Anadolu diye bir sorunları bulunmadığını Trakya'da 1914 öncesi sınırlarına kadar Türk memurlarına teslim edildiği, esirler iade edildiği,Yunanlıların yaptığı tahribatın ödendiği taktirde görüşmelere başlayabileceğini" söyledi. Bu, Müttefik kuvvetlere ağır bir restti.
İstanbul'da, hadiselerin sonucuna pek güvenilmiyordu. Halâ Venedik'te düzenlenecek konferanstan netice umanlar bulunduğu gibi, mütareke taraftarları da bulunuyordu. Saltanat yanlıları, saldırıyı çılgınca bir durum olarak görüyor, "Boş verin nasıl olsa ağızlarının payını alır otururlar" diyorlardı.
İstanbul'da, Çatalca'daki Yunan ordusunun güvencesinde olduklarını sanan Yunanlılar, şehir kulüplerinde savaşın şerefine şampanya patlatıyorlardı..
Ankara'da, Mecliste, "Yeter, ümmeti Müslümanı kırdırmayın bu savaş kazanılmaz" diyen sözde islamcı güruh, savaşın kazanıldığını görünce, Bu gün bu muazzam savaşı değğersizleştirmek için her yolu deneyen vatan haini meczuplar gibi "Yahu bu savaşa ne gerek vardı..İngilizler zaten bize İzmir'i verecekti...Bu kadar basit bir hadiseyi büyütmeyin" diyorlardı.
Hâlbuki değersizleştirilmeye çalışılan Kurtuluş Savaşı bütün dünyayı ayağa kaldırmış Türk Milletinin gücünü dünyaya göstermiş, Son 200 yıldır düveli muazzama devletlerinin başı görülen ve "Güneş Batmayan İmparatorluk denilen, Büyük Biritinya- İngiliz imparatorluğunun ağır bir mağlubiyete uğramasıyla sonuçlanmasıydı.
Türk Orduları İzmir'e gireceğinin belli olduğu 7- 8 Eylül günleri Avrupa'da hükümetler teyakkuz halinde gece gündüz toplantılar yapıyor milletvekilleri mecliste sabahlıyordu. Toplantılar hararetle devam ediyor biri biterken diğeri başlıyor koşuşturan yöneticiler şaşkın bir vaziyette ne yapacaklarını tartışıyorlardı.
Müttefiklerin en modern şekilde donattıkları Yunan ordusu perişan olmuştu. Hadise, bütün gazetelerde büyük puntolarla manşet oldu. Yenildi, yok oldu denilen bir milletin kararlı komutanı Dünyaya Türk varlığını,Türk gücünü bir defa daha gösteriyordu.
KİMİN ŞEHRİNİ KİME VERİYORLAR?
İngiltere'de hükümet sallantıya girmiş; İngilizler, ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Dünya, yeniden çıkacak büyük bir savaşı, nefesini tutmuş bekliyordu.
İzmir'deki Levantenler, son dakikaya kadar sorunun bir konferansla çözüleceği düşüncesine saplanıp kalmışlar; içlerine güven verecek şekilde duran Müttefik savaş gemilerinin, Türker’in şehre girmesini önleyeceğini ummuşlardı. Yıllarca Anadolu'yu sömüren bu alçaklar sürüsü 7 Eylül günü bile depolarına kuru üzüm ve incir dolduruyorlardı. Bir sorun olsa İtalya'dan, Hollanda'dan, Almanya'dan gemiler, sonbahar yüklerini almak için limana gelirler miydi?..
Derken Limana, bir Yunan hastane gemisi geldi. Yaralılar ve kaçanlar, yavaş yavaş gelmeye, kanlı savaşlar üzerine hikâyeler anlatmaya başlamıştı. Ortalıktaki söylentiler çoğalmış, kahvehanelerde tüccarlar birbirlerine Türkler gelirse acaba stoklara el koyar mı diye sormaya başlamışlardı.
Derken borsa birden duruverdi. İçeriden gelen yüklü vagonlar gelmez oldu. Ertesi gün, çoşkuyla seyrettikleri ticaret gemileri demir alıp hızla uzaklaştılar.
Yalnız eğlenceler durmuyordu. Otel Naim'in taraçasında danslı yemekler veriliyor, Sporting Clup'ta bir İtalyan grubu La Tarvita'yı oynuyor, kahvelerde gitarla şarkılar söyleniyor, sabaha kadar dans ediliyordu. Bütün bunlara rağmen sanki, gelen kötü bir rüzgar herkezi sarmıştı. Şavaşın kaybedilmişliği bir panik halinde hissediliyor, yavaş yavaş "Yahu ne oluyor acaba, böyle giderse ne olacak, gerçekten yok oldu bitti denilen Türkler İzmir'e mi geliyor" sözcükleri ortada dolaşmaya başlamıştı.
Yunan çekilişi bir hafta sürdü. Türkler, Yunanlılar'ın önüne geçebilmek için çok çaba gösterdiler..Ancak yayla ile deniz arasındaki 300 Km mesafe, çok dönemeçli ve engebeli arazileri içine alıyordu. Ordu, üç günde yüzelli km yürümeyi başarabilmiş ancak yine de düşmanı yakalayamamıştı.
Düşman yakarak, yok ederek, vahşet sergileyerek gidiyordu. Manisa'da, 18000 evden sadece 500 tanesi ayakta kalmıştı. O da, harap vaziyette idi. Ancak, asker ne kadar gayret etse de, düşmana yetişmeyi başaramadı.
Mustafa Kemâl, karargâhına gelen ordunun daha ilerisine Nif'e taşınmıştı. Müttefiklerden, İzmir limanındaki Fransız Edgar Quinet zırhlısı kanalıyla bir telgraf gönderildi. Konsoloslarından, İzmir'in Türk ordusuna teslimi konusunda görüşmek için yer ve zaman istiyorlardı. Hristiyan halkı, nasıl koruyacakları hususunda da bilgi istiyorlardı.
Çoğu komutanın sevinçle karşılayacağı bu haber, Mustafa Kemal'de şok etkisi yaptı. Masaya bütün gücüyle yumruğunu vurdu ve kükredi; "Kimin şehrini kime veriyorlar."
Mustafa Kemal Paşa, 9 Eylül günü İzmir’deydi.. Türk Askeri gelemezler giremezler dedikleri İzmir'e gelmiş, İzmir'e girmişti..
Ancak bu geliş, şerefli ve tavizsiz bir gelişti..
Değerli Arkadaşlarım,
Yarın Türk tarihinin muhakkak iyi bilinmesi gereken bir sayfasını daha sizlerle paylaşacak, Türk Ordusu İzmir'e girdikten sonra yaşananları ve Mudanya restleşmesini anlatacağız.
Yarın görüşmek üzere Sevgiler Saygılar
10 Eylül Saat 17.05
TANER ÜNAL
(1)19 T.B.M.M: Zabıt Ceridesi c 23 s.273
(2)Çanakkale olayları Çeviren M.Ali Baykal İstanbul 1970
(3)17.9.1922 T.Bm:m.Zabıt Ceridesi C.23. S.108
(4)(5)(6) Matbuat Müdüriyet-i Umumiyesi Yunun Zulm ve Vahşeti S245-293