CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

Muazzez İlmiye Çığ’dan Emine Erdoğan’a tarih dersi / “HER FIRSATTA KÖTÜLEDİĞİN CUMHURİYETİN BÜTÜN NİMETLERİNDEN YARARLANIYORSUN!”

Profesör  Muazzez İlmiye Çığ, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın açıklamalarına sert tepki gösterdi. Bir kez daha tarih dersi verdi.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan, peş peşe tarihe geçecek açıklamalarda bulunuyor. Emine Erdoğan için tarih dersi ise Cumhuriyetin köklü çınarı Muazzez İlmiye Çığ’dan geldi.

Emine Erdoğan’ın tarihe geçecek açıklamalarına bilim dünyasının asırlık çınarı Profesör Muazzez İlmiye Çığ’dan yanıt geldi. FOTO: DEPOPHOTOS Atatürk dönemi için “90 yıllık enkazı kaldırdık” diyen Emine Erdoğan, enkazdan geri adım atarak, enkaz derken darbe dönemini kastettiğini söyledi. Başörtülü kadınların seçilme hakkına da ancak 80 yıl sonra sahip olabildiğini açıkladı.

Türkiye’nin 90 yıllık enkazını kaldırdık açıklamasından darbe dönemlerini kastettim diyerek çark eden Emine Erdoğan dün de Osmanlı haremini övdü. “Harem okuldur kadınların hayata hazırlandıkları bir eğitim yuvasıdır” dedi.

Emine Erdoğan’ın tarihe geçecek açıklamalarına bilim dünyasının asırlık çınarı Profesör Muazzez İlmiye Çığ’dan yanıt geldi.

İşte Muazzez İlmiye Çığ’dan Emine Erdoğan’a tarih dersi veren o açıklamalar:

“HER FIRSATTA KÖTÜLEDİĞİN CUMHURİYETİN BÜTÜN NİMETLERİNDEN YARARLANIYORSUN!”

” Emine Erdoğan “enkaz çarkı” ile yine cehaletini ortaya koymuş. 1980 yılında ancak başörtülü kadınlar seçilme hakkını kazanmışlar! A cahil kızım ondan önce eğitimli kadınlarda başörtüsü yoktu ki. İkinci Meşrutiyet de kızlar ilk okula girebildiler. O zaman onların başları örttürülmedi. Henüz Cumhuriyet olmadan Çorum’da 1922-24 yılları arasında gittiğim Ravza-i Nisvan isimli ilk okulda okudum. Hiç birimizin başı örtülü değildi, hatta oldukça büyük kızlar olmasına rağmen. Bunu kanıtlayan fotoğraf da var. Kuran dersimiz vardı, onda da başımız örttürülmedi.

Oradan göçtüğümüz Bursa’daki Nilüfer Hatun okulunda ve Bizim Mektep’de 1924 yılı sonu, 1925 yılı içinde yine kızlarda başörtüsü yoktu. Öğretmen okulu ve üniversitede yine başımız açıktı. İşin ilginç yanı 1925 de çıkan kıyafet kanununda Kızların başörtüsü ile ilgili bir madde bulunmuyordu. Padişahlık dönemindeki gelenek sürüyordu. Ne zamana kadar sürdü biliyor musunuz? 1980′de kurucu meclis üyesi Mehmet Yamak’ın İmam Hatip kızlarının başının örtülmesini istemesine kadar. Ben hemen kendisine “bizde bir rahibe sınıfı olmadığını, rahibeler gibi kızlarımızın başlarının örttürülmeyeceğini” yazdım. Fakat bundan sonra değil imam hatip kızları, liselerde üniversitelerde çalışkan, fakat fakir olan kız çocuklarını, başlarını örtmeleri koşulu ile aylığa bağladılar. Böylece Eğitime başörtüsü girdi. O bir din kıyafeti sayıldığından, laik devletin kurumlarında bunların okumaması gerekti. Yobazlık ve siyasal hırs üstün geldi. Böylece eğitim yapan başörtülüler, başörtülü olduklarından değil, eğitimli oldukları için seçilmeye başladı, Emine Hanım! Hoş, ilk kadın seçilmesinde Satı kadının başı örtülü idi ve seçilmişti.

Emine hanım! O rahibe kıyafeti ile de olsun, eşinizin koluna girip ülke ülke dolaşarak Başkanlarının elini sıkmanız bile, o fırsat buldukça kötülediğiniz Cumhuriyeti kuranlar sayesinde. Cahillik ancak çokkkk.. okumakla önlenir, bilesiniz…

Emine Erdoğan’ın, “Harem okuldur, kadınların hayata hazırlandıkları bir eğitim yuvasıdır” sözlerine yanıtı ise şöyle oldu:

“YAZIKLAR OLSUN!”

” Emine Erdoğan artık her gün yeni bir inci! atıyor ortaya. Şimdi de Harem’in ne kadar yüksek ideallerle çalıştığını, oradaki kadınları hayata, ( hangi hayata?) hazırlandığını anlatıyor. Ona karşılık onların saltanat erkeklerinin birer seks aleti olduğunu, gereksiz gebe kalanların boğularak öldürüldüğünü, hepsinin tam birer köle olduğunu bilmiyor herhalde. Kadın sultanların mülk edinebilmelerini, özgürce kullanabildiklerini söyleyerek bu, kadın haklarının medeniyetimizde ne kadar köklü olduğunu gösteriyor, diyor. Kadın sultanların gözden düşünce bütün elindekilerin alındığını, halk kadının ise en ufak bir hakkı olmadığını, ancak Cumhuriyet ile kadın haklarının ele alınıp verildiğini, o sayede yalan yanlış söylese de kürsülere çıkıp konuşabilme özgürlüğünü, hakkını kazandığını kabul edemiyor Emine Erdoğan, yazıklar olsun!”

Ayla ÖZDEMİR / ayla@sozcu.com.tr

Abdullah Gül'ün Colin Powell'la Yaptığı Gizli Antlaşma

"Allah, Türk yöneti̇mi̇ni̇ vi̇cdan ve adalet duygusu i̇le akıldan yoksun bırakarak cezalandırmaya karar verdi̇." -Vladimir Vladimiroviç Putin, Rusya devlet başkanı 

Yukarıdaki bu ifadeler, tarih önünde söylenmiş, Tari̇he geçen si̇yaset ötesi̇ bi̇r i̇fadedi̇r.

Ey Türk milleti,

Atatürk’ün en önemli hayati vasiyetlerinden olan, "Başımıza getireceğiniz insanların kanındaki cevheri asliyi tahlil etmekten bir an bile feragat etmeyin” uyarısını dikkate almamak ahmaklık değil de nedir?!

Putin'in ifadesini doğrulayan tarih önündeki Türk Yönetimi  [bkz: http://yuksekturkiyeideali.blogspot.com.tr/2016/03/biliyor-musunuz-turkiyeyi-kimler.html ] ve onları tekrar tekrar seçip iktidara getirmek suretiyle tarih önünde ahmak - akla düşman duruş sergileyen halkın aymazlığı ve/veya tercihi altta bulunmaktadır.

Kimler tarafından nasıl bir bela ve melanetin içine sokulduğumuzun kanıtıdır:
Abdullah Gül'ün Colin Powell'la Yaptığı Gizli Antlaşma




Dışişleri Bakanıyken Abdullah Gül’ün ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Colin Powell ile gizli bir anlaşma imzaladığı biliniyor.

Gül, Powell ile 9 maddelik gizli bir anlaşma imzaladığını gazeteci Sedat Sertoğlu’na açıklamıştı.

İşçi Partisi, bu 9 maddelik gizli anlaşmayı yayınlayarak Anayasa’ya aykırı eylemlerin odağı haline gelen AKP’nin kapatılması ve Başbakanlık koltuğunda oturan R.T. Erdoğan ve diğer hükümet üyelerinin cezalandırılmaları için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurmuştu.

İşçi Partisi Genel Sekreteri Ferit İlsever, tarafından 13 Nisan 2006 günü Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na sunulan dilekçede şöyle deniliyordu:

İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek 13 Temmuz 2003 günü düzenlediği basın toplantısında AKP Hükümetinin ABD ile yaptığı gizli mutabakatı açıkladı

Doğu Perinçek bu gizli mutabakatın hazırlanışını ve gelişmeleri şöyle açıklıyordu:

“Uzun süredir Türkiye’ye dayatılan mutabakat, ABD Dışişleri Bakanı Powell ile Abdullah Gül arasındaki görüşmelerde iki sayfalık ve dokuz maddelik bir metin halinde kabul edilmiştir.

Abdullah Gül, bu gizli anlaşmayı Sedat Sertoğlu’na itiraf etmiştir (Bkz. Vatan, 24 Mayıs 2003).

Dışişleri Bakanı Müsteşarı Uğur Ziyal’ın 15-19 Haziran 2003 tarihleri arasında Washington temasları ‘Gizli Mutabakat’zemininde yürütülmüştür.

Ziyal’ın temaslarından sonra Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan özel toplantıda verdiği bilgiler de ‘Gizli Mutabakat’ile aynı yöndedir. ‘Gizli Mutabakat’, en son 2003 Haziran ayı sonunda AKP Hükümeti ile ABD üst düzey yetkilileri arasında yapılan gizli görüşmelerde sonuca bağlanmıştır.”

Açıklanan bu 14 maddelik “Gizli Mutabakat” özetle şöyledir:

1. Irak’ın kuzeyinde bulunan bütün Türk birlikleri ve Türk ordusuna bağlı özel kuvvetler, aşamalı olarak Türkiye sınırları içine çekilecek.

2. Türk ordusu bundan böyle hangi gerekçeyle olursa olsun, sınır ötesi harekâtlarda bulunmayacak. PKK/KADEK’in Türkiye’nin egemenlik alanı dışında takip ve bastırılması harekatlarına da son verilecek.

3. PKK/KADEK’e karşı Türkiye devletinin egemenlik alanı içinde yapılacak askeri harekâtlar için, ABD askeri makamlarına haber ve bilgi verilecek, izin alınacak.

4. Eğer Türk Silahlı Kuvvetleri, PKK/KADEK’e karşı ABD askeri makamlarına bilgi vermeden ve izin almadan harekât yapacak olursa, ABD Hükümeti, ‘Kürt halkına karşı şiddet kullandığı ve soykırım uygulandığı’çerçevesi içinde uyarıda bulunma hakkını kullanabilecek. Bu durumda ABD gerekli gördüğü ambargo ve silahlı müdahale gibi siyasal ve askeri yaptırımları saklı tutacak.

5. Türkiye, ABD’nin İran’a ve diğer Ortadoğu ülkelerine karşı uygulayacağı sınırlı askeri harekâtlara, ABD’nin talep etmesi halinde şartsız olarak üs ve taşıma kolaylıkları sağlayacak, askeri birlik verecek. Türk birliklerinin komuta yetkisi, ABD komutanlığında olacak.

6. Türk ordusunun asker sayısı ve silah kuvveti, ABD’nin uygun bulduğu sayı ve kabiliyete indirilecek, özellikle tank ve ağır silahların miktarı düşürülecek, savaş uçağı sayısı sınırlanacak, bütün silah ve cephane bundan sonra ağırlıklı olarak kısa menzilli taktik savunma kavramına göre ayarlanacak, Türkiye’de bulunan ABD ve NATO irtibat subaylarının görev alanları ve yetkileri genişletilecek.

7. Irak’ın kuzeyinde kurulmuş olan ve ‘Kürdistan’adı verilen devlet resmen ilan edildikten sonra Türkiye tarafından da resmen tanınacak. Türk devletinin böyle bir devletin kuruluşunu ‘savaş nedeni’sayan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ve bu yöndeki politika ve kararları kaldırılacak.

8. Abdullah Öcalan ve diğer dört lideri dışında bütün PKK/KADEK yönetici ve elemanlarına geniş kapsamlı af çıkarılacak.

9. Etnik grupların yasal siyasete katılmaları önündeki bütün yasal kısıtlamalar ve engeller kaldırılacak. Af yasası ile bağlantılı olarak, PKK/KADEK’e yasal siyaset düzleminde yer alma olanağı sağlanacak, hapiste veya dağda bulunan yöneticilerin siyasal mücadeleye katılmaları için gerekli hukuki ve siyasal önlemler alınacak ve uygulanacak.

10. Kamu Reformu Yasası ve Yeni Yerel Yönetim Yasaları hızla çıkartılacak, Tüdrkiye’deki Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı şehir ve kasabaların belediyelerinin özerkleşmesi süreci kararlı olarak yürütülecek.

11. Türkiye, dört yıl içinde uygulanacak bir planla, üniter devlet yapısını terk ederek, federasyona geçecek.

12. KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, ‘Arafat modeli’denen uygulamayla devre dışı bırakılacak, Kıbrıs’ta Annan Planı bazı küçük değişikliklerle hayata geçirilecek.

13. Ege kıta sahanlığı konusunda Türkiye, Yunan doktrinine daha esnek davranacak, Türk jetlerinin uçuş alanı daraltılacak, sık sık ortaya çıkan ‘it dalaşı’ sorunu Yunanistan rahatsız edilmeden çözülecek.

14. Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkileri normalleştirilecek ve iyileştirilecek, sınır ticaretinde Ermeniler lehinde düzenlemeler yapılacak, Ermenilerin Türkiye’ye gezilerindeki bazı sınırlamalar kaldırılacak.

Bu “Gizli Mutabakat” ın ilk adımının, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell 2 Nisan 2003 tarihinde Türkiye’ye geldiğinde, Abdullah Gül ile yaptığı özel görüşmede hazırlanan 9 maddelik bir planla atıldığı anlaşılmaktadır.

Abdullah Gül, Powell’la yaptığı bu görüşmenin perde arkasını, görüşmeden yaklaşık bir ay sonra Vatan Gazetesi yazarı Sedat Sertoğlu’na anlatmıştır.

24 Mayıs 2003 tarihli Vatan Gazetesinde de aktarıldığı gibi Abdullah Gül, Sedat Sertoğlu’na şunları söylemiştir:

“Ben bu gezileri yapmadan önce, şimdi senin oturduğun koltukta (eliyle koltuğa vurarak) ABD Dışişleri Bakanı Powell oturuyordu.

Onunla 2 sayfalık 9 maddelik bir plan üzerinde anlaştık. Ama ben her yaptığımı kalkıp açıklayamam ki.

Powell, Suriye’ye giderken de benimle konuştu. Gizli olan bir sürü gelişme var.”

Aslında, gerek ülkemizde ve gerekse bölgemizde daha sonra yaşanan gelişmeler de dikkatle incelendiğinde -Gül tarafından da zımnen itiraf edilen- bu plan ve mutabakatın, adım adım uygulanmakta olduğunu saptamak mümkündür.

Bireysel olarak, 5237 sayılı Türk Ceza Yasası’nın, “Devletin Güvenliğine Karşı Suçlar” bölümünde düzenlenen 302, 304, 305 ve 309. maddelerinde yazılı suçları oluşturan ve ağır cezaları gerektiren bu eylemin, örgütsel anlamda parti kapatma nedeni olacağı ise açıktır.

BU HABER GAZETE VE TELEVİZYONLARDA GÜNLERCE YAYINLANMASINA RAĞMEN ABDULLAH GÜL HİÇBİR ŞEKİLDE BASIN AÇIKLAMASI YAPMAMIŞTIR VE İNKAR ETMEMİŞTİR…

.

Türkiye'yi kimler yönetiyor? & İslam İnancı ve Yurtta sulh Chanda sulh ; Kur'an, söz ve iddiaya değil, niyete ve eyleme bakar.

Editörün Ön sözü: 

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk gençliğine birince vazife olarak “Türk İstiklal ve Cumhuriyetini muhafaza ve müdafaa etmek” sözüyle özetlediği hedefi gösterirken, Türk milletine de başına getireceği yöneticilerle ilgili olarak şu hayati öğüdü vermiştir:

“Başımıza getireceğiniz insanların kanındaki cevheri asliyi tahlil etmekten bir an bile feragat etmeyin” İşte, Atatürk’ün en önemli vasiyetlerinden biri budur.

Duygusal bağlarla "Atam izindeyiz" denip duruyoruz ama Atatürk’ün bu hayati vasiyetine aklî bağlarla ne kadar bağlıyız? Yani;

Örneğin, Türk milliyetçisi, Atatürk'ün kurduğu partiye, 'Atatürk ile aynı ortak düşünce, görüşe sahip kişilerin oluşturdukları siyasal topluluğun bulunduğu çatı' sanarak oy verenler, gizli hesaplarla partiye girmiş kişilerin gizli maksatlarına oy vermekte olduklarını biliyor mu?!.. (Bkz: Y-CHP)

Ve Siyasilerin hep sıkışınca niçin Atatürkçü kesildiklerinin bilincinde mi?

- TC nin altını oymak için Atatürk'ün kurduğu partinin  içine çöreklenip Atatürk'ü ve O'nun partililerini istismar ettikleri hususunu, fanatiklikten yada aklını, idrak etme melekesini kullanmamaktan dolayı ilerlemeye, üstün ahlaka [*] hizmet etmediklerinin bilgi ve bilincinde mi?

- Türk milleti, TC'nin  varoluş maksadına yani “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh'' ilkesi'ne ihanet ettiği için kısacası akla düşman bir duruş sergilediği için tarih önünde cezalandırılmakta olduğunun farkında mı?

[*] : Türkiye Cumhuriyeti'nin temel dış politika düsturu olan ve  Devlet yönetiminde ve her türlü devlet faaliyetlerinde yönlendirici bir nitelik taşıyan, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh'' ilkesi, sadece bir parola değil, aynı zamanda bir üstün hukuk kuralıdır.“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi bir taraftan yurt içinde huzur ve sükûnu, güven içinde yaşamayı, diğer taraftan da milletlerarası barış ve güvenliği hedef tutar, ilke, hem iç politikanın, hem de dış politikanın temel dayanağıdır. 

 İslam'ın [İslam kelimesi, esenlik ve barış için Allaha teslim olmak demektir] muhtevasında da, bütün insanlığı kucaklayan bir barış mesajı vardır; paylaşım ve insana saygı vardır. Bunun bir uzantısı olarak, Kur'an'da, hiçbir ayırıma gidilmeden insanın ürettiği bütün evrensel değerler kucaklanmaktadır. Barış ve esenlik için değer üreten ve Yaratıcı'ya teslim olan, Yaratıcı dışında hiçbir kavram, kurum ve kişiye teslim olmayan bütün anlayışlar İslam’dır. 

Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”, Dünyada olabilecek herhangi bir rahatsızlığın herkese zarar verebileceğini, bu yüzden de milletlerin diğer milletlerin sorunlarına kayıtsız kalamayacağını ifade eden Atatürkçülüğün bütünleştirici ilkelerindendir.

“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” en geniş ve yaygın anlamı ile, teknik bir deyim olan kolektif güvenliği, milletlerarası barışın korunmasını ve devamlılığını da ifade eder.

Halk yığınları ve Yöneticileri bunları bildiği halde, akla düşman bir hal ve gidiş tutturarak, Ortadoğu ve Türkiye'yi savaşa -kan gölüne -kaosa sokturduğu için Allah (yada ne diyorsanız.. evren de diyebilirsiniz),  Türkiye'den huzuru kaldırmak suretiyle insanlık tarihi önünde hesap sormakta ve sormaya devam edecektir Tarihin Diyalektiği yoluyla.


--

Türkiye'yi kimler yönetiyor :

Davutoğlu’nun Musevi Kökenleri

Karaylar 1837
Karaylar 1837 Karaylar 1837 Tanınmış Türk tarihçi ve araştırmacı Yalçın Küçüğün tespitlerine göre: Kırım’daki Karait Musevi cemaati Hazar karallığında 8. ve 9. asırlarda Museviliği seçmiş Tatar ırkından gelmektedir. http://en.wikipedia.org/wiki/Crimean_Karaites

19. ve 20. y.y. da bir miktar Kırımlı Karait aileler Türkiye’ye göçmüşlerdir. Bunların bir kısmı kendini asırlarca sunniymiş gibi tanıtıp, bugünün Türkiyesinde üstelik A.P.de önemli konumlara gelmişlerdir:

* Ahmet Davutoğlu -Davudoff ya da Davutoğlu (Türkçe’de David’in oğlu) Bağdatta 8. asırda Karait sektini kuran Anan Ben- David ile bağlantısı olan Ünlü bir Kırım- Karait ailesinin soyadıdır. http://en.wikipedia.org/wiki/Anan_(Karaite_prince)

*Davutoğlu’nun karısı Sare (Sara), kızları Sefure ve Buke, torunu Aybike geleneksel Kırım Karait isimleri taşımaktalar.  http://en.wikipedia.org/wiki/Ahmet_Davuto%C4%9Flu Cemaat içi evlilik geleneğine uygun olarak Sefure bir diğer Kırımlı Karait ailesinden Özokur’ların oğlu ile evlidir. Özokur ibranice’den tercüme ile saf okuyucu (Pure Karaite) demektir.

*Damadın annesi Ahsen Özokur Forbes zenginler listesinde 960. gelen Ülker imparatorluğunun kızıdır. Ülker ailesi de Kırımlı Karait kökenlidir kaldı ki ailenin hanımağası da İstanbul Sefarad Musevisi cemaatindendir. http://www.forbes.com/profile/ahsen-ozokur http://www.forbes.com/profile/murat-ulker/#

* Recep Tayyip Erdoğan kendi ifadesine göre Batum’lu Gürcü bir etnik kökenden gelmektedir, aile Rize çevresindeki Potamia köyü orijinlidir. http://en.wikipedia.org/wiki/Recep_Tayyip_Erdo%C4%9Fan

* Karısı Emine Gülbaran Erdoğan Suriye Halep çevresinden bir Sabetay musevisidir. Aile sonraları güneydoğudaki Kürt şehri Siirt’e yerleşiyor. http://en.wikipedia.org/wiki/Emine_Erdo%C4%9Fan

* 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Suriye -Arap orijinli olup bir asır önce Kayseriye yerleşmişlerdir. http://en.wikipedia.org/wiki/Abdullah_G%C3%BCl Karısı Hayrünnisa Özyurt ise Kayserili ve Ermeni kökenlidir. http://en.wikipedia.org/wiki/Hayr%C3%BCnnisa_G%C3%BCl

*Ali Babacan da Sabetayist- Musevi orijinli İstanbullu bir aileye mensuptur. Aile bilahare Ankara’ya yerleşiyor ve güçlü bir tekstil işi kuruyor. http://en.wikipedia.org/wiki/Ali_Babacan

*Milletvekili Bülent Arınç da Egeli bir Sabetayist-musevi aile mensubudur. http://en.wikipedia.org/wiki/Bulent_Arinc

Meclis başkanı Cemil Çiçek de Kırımlı Karait bir aileye mensuptur. http://en.wikipedia.org/wiki/Cemil_%C3%87i%C3%A7ek

Türkiye’deki Sabetayist aileler hakkında ek bilgi: http://en.wikipedia.org/wiki/Sabbatean

Prof. Küçük’ün Ahmet Davutoğlu’nun etnik kökeni hakkındaki ek bilgi makalesi’nin Türkçesi: http://www.odatv.com/n.php?n=nereden-cikti-bu-kirim-tatarlari-modasi-1307091200

Kendisi de Suriyeli Sabetay musevisi kökenli olan Prof. Yalçın Küçük hk. http://en.wikipedia.org/wiki/Yal%c3%a7%c4%b1n_K%c3%bc%c3%a7%c3%bck

Prof. Dr. Murat Kunt
Traveling
Swiss Federal Institute of Technology

.

ERMENI SORUNU VE ATATÜRK’ÜN 1932 MİLLETLER CEMİYETİ ZAFERİ


 Birinci Dünya Savaşı sürerken, 2 Nisan 1917 günü yansızlığı bırakan Amerika, Almanya’ya karşı ingiltere, Fransa, Rusya ve italya’nın yanında savaşa katılmış; ardından 1917 Ekim Devrimi’yle Rusya’da yönetimi ele geçiren sosyalistler, devlet arşivinde buldukları gizli Sykes-Picot Antlaşmasını 23 Kasım 1917 günlü izvestia ve Pravda gazetelerinde yayınlamış, ingiliz Manchester Guardian gazetesi de bunları 26 Kasım 1917 günlü sayısın­da dünyaya duyurmuştu.

itilaf devletlerinin Osmanlı topraklarını aralarında paylaşmak ama­cıyla anlaşarak savaşa girmiş oldukları gerçeğini ortaya çıkaran bu “skandal” üzerine ABD Başkanı Woodrow Wilson, 8 Ocak 1918 günü kongrede bir konuşma yapacak ve “Ondört Nokta” olarak açıkladığı barış koşullarında, bütün gizli paylaşım anlaşmalarının geçersiz olduğunu duyuracaktı.Wilson’un onikinci ilkesi, Osmanlı İmparatorluğunun savaşta yitirdiği topraklar dışında elinde kalan topraklarda çoğunluğu Türk olan yerlerde Türk egemenliğinin kurulmasını öngörüyordu.

Savaş sonunda yenilen devletler, silah bırakışması antlaşmalarını, Wilson’un “Ondört Nokta”sında yer alan “kendi kaderini tayin hakkı”nın nasıl olsa kendilerine de tanınacağına güvenerek imzalıyorlardı. Örneğin, 3 Mart 1918 günü Sovyet Rusya ve Al­manya arasında imzalanan Brest-Li-tovsk anlaşmasında Osmanlı Delege­lerinin de imzası vardı ve bu anlaşma Wilson’un “kendi kaderini tayin hak­kı” çerçevesinde düzenlenmişti. Os­manlı Devleti’nin 30 Ekim 1918’de imzaladığı “Mondros Mütarekesi” de yine Wilson’un kendi kaderini tayin hakkı ve onikinci maddede özellikle yazılı bulunan Türk yoğun topraklarda Türk egemenliğinin tanınacağına gü­venilerek imzalanmıştı.

Mustafa Kemal, “Mondros Müta­rekesinin imzalanmasından iki hafta sonra, 13 Kasım 1918 günü, İstanbul’a geldi. Mütareke koşulları çok ağırdı; ancak, Wilson ilkeleri Osmanlı Devle­ti’nde Türk egemenliğini tanıdığına göre; mütarekenin bu egemenliği yok sayacak biçimde uygulanamayacağı düşünülüyordu. Ne denli Wilson’un 1918 yılında yayınlanan haritasında Doğu Anadolu’da bir Ermenistan ve bir Kürdistan gösterilmişse de, bura­larda çoğunluğun Türk olduğu sapta­nır saptanmaz, tüm Anadolu Türk ege­menliğine bırakılacaktı. Böyle düşü­nen Halide Edip vs. aydınlar, mütare­kenin imzalanmasından kısa bir süre sonra 4 Aralık 1918 günü İstanbul’da bir “Wilson Prensipleri Cemiyeti” bile kurmuşlardı.

Mustafa Kemal’in tasarısı, Wil­son’un Osmanlı topraklarında özerk Ermenistan ve Kürdistan öngören tasarısına uymuyordu; o, 30 Ekim 1918 günü mütareke imzalandığı anda işgal edilmemiş ve o tarihte Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan toprak­larda yaşayan bütün nüfusu etnik kö­ken ve dinsel inançlara göre ayırmaksızın bölünmez “Osmanlı Milleti” olarak adlandırıyor; ve Osmanlı devletinin işgale uğramamış toprakları üzerinde, Wilson’un önerdiği etnik özerklikleri değil, “Osmanlı Milleti”nin ülkesiyle ulusuyla bölünmez bütünlüğünü savunuyordu. Yeryüzünde iki tür “millet (ulus) oluşumu vardı: Biri “Ethnic Nationalism” dedikleri, etnik kandaşlık soydaşlık te­meline dayanan Alman örneğindeki “millet” (ulus); diğeri “Civic / Civil Nationalism” dedikleri, eşit özgür birey yurttaşlığı temel alan Fransız örneğindeki “millet” (ulus) oluşumu… Mustafa Kemal’in mütareke dönemin­de savunduğu “Osmanlı Milleti” tasarısı, etnik temele dayanmıyor; eşit özgür birey yurttaşlık temeline dayanı­yordu. Nitekim, Anadolu’­ya geçtikten sonra Bağımsız­lık Savaşı’mızın amacı olarak benimsenen “Misak-ı Milli” de Mustafa Kemal’in bu tasa­rısına uygun olarak düzenle­necekti. Mustafa Kemal, yal­nızca bir ordu komutanı de­ğil, aynı zamanda devletler arası güçler dengesini, güç­ler arasındaki ilişkileri ve çe­lişkileri an be an izleyip, han­gi zamanda ne yapılması ge­rektiği konusunda en doğru kararları veren bir “stratejist”ti; 18 Ocak 1919 günü başlayan ve ABD Başkanı Wilson’un çok sayıda danışmanıyla birlikte Avrupa’ya gelip başkanlık ettiği Paris Barış Konferansı’nda, galip devletlerin Osmanlı Devleti’nin gele­ceği konusunda verecekleri kararın Wilson ilkelerinin Türk egemenliğini tanıyan onikinci maddesine uygun olup olmayacağını görmeden önce, hemen bir silahlı direniş başlatılma­sını doğru bulmuyordu. İstanbul’da kaldığı sürece, bir yandan yurtseverle­rin devlet yönetiminde görev alması için çalışırken, diğer yandan galip dev­letlerin İstanbul’daki yetkilileriyle görüşmeler yapıyor ve Paris Barış Kon­feransı’nda olup bitenlere ilişkin ha­berleri dikkatle izliyordu.

İstanbul’daki İtalyan yetkili Kont Sforza, yakında Yunanlıların İzmir’e asker çıkartacaklarını, Yunan askeri­nin İzmir’e çıkmasını önlemek için Türklere para ve silah vermeye hazır olduklarını fısıldıyordu gizli toplan­tılarda. Ama, Wilson ilkelerinin Türk egemenliğini tanıyan onikinci madde­sine ve Wilson’un Ege’yi Türk olarak gösteren 1918 haritasına ters düşen bu olasılığa inanmak kolay değildi. Yine de dikkate alınmış ve İtalyanlarla sıkı ilişkileri bulunan Cami Baykurt, İzmir’e giderek, olası bir Yunan işga­line karşı Müdafaayı Hukuk örgütlen­mesini başlatmıştı. Bu sırada, ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya’dan oluşan “Dörtler Konseyi”, 28 Nisan 1919 gü­nü Cenevre’de, Milletler Cemiyeti’nin Silahsızlanma Konferansı’nda yaptığı bir konuşmada, “Eğer Milletler Cemi Cemi­yeti Türkiye’yi katılmaya davet eder­se, Türkiye Hükümeti bunu memnuni­yetle kabul edecektir.” diyecek; ve bir Paris Barış Konferansı’nda aldıkla­rı bir kararla, Wilson’un ondördüncü ilkesini yerine getirerek, “Cemiyet-i Akvam” denilen “Milletler Cemiyeti”ni kurmuşlardı. Wilson ilkelerinin Pa­ris Barış Konferansı’nda galip devlet­lerce benimsendiğini gösteren bu ha­ber, barış görüşmelerin sonunda, Türk egemenliğinin tanınacağına duyulan umudu da pekiştiriyordu. Şimdiki Birleşmiş Milletler Örgütü’nün öncülü olan “Cemiyet-i Akvam” yani Milletler Cemiyeti’nin Wilson ilkelerine dayanması, “Mondros Mü­tarekesi” maddelerinin de Wilson’un Osmanlı Türk egemenliğini tanıyan on ikinci maddesine aykırı biçimde uygulanamayacağına kanıt oluşturu­yordu.

Gelgelelim, Milletler Cemiyeti’­nin kuruluşundan çok değil 18 gün sonra, 15 Mayıs 1919 günü, bu kuru­luşun üyesi olan Yunanistan, Milletler Cemiyeti’nin dört kurucusundan biri olan İngiltere’nin onayıyla, İzmir’e asker çıkartacak ve böylece, İtalyan­ların bir süre önce verdikleri haber de doğrulanacaktı. Milletler Cemiyeti üyeleri, kurucu Wilson’un ilkelerini çiğneyerek, üzerinde Türk çoğunluğun yaşadığı Osmanlı topraklarını işgale başlamışlardı. Milletler Cemiyeti üyesi devletlerin, kurucu Wilson’un ilkeleri­ni çiğneyerek giriştikleri bu işgal; her şeyden önce kendi ilkeleriyle tutarsız ve dolayısıyla da savunulamaz bir ey­lem olduğundan; Anadolu’da başlatı­lacak silahlı direnişin haklılığı tüm dünyaca kabul edilecekti.

İşte Mustafa Kemal, Yunan işgali­nin başlamasından bir gün sonra, 16 Mayıs 1919 günü, böyle bir ortamda Anadolu’ya geçecek; ve kendi kurucu ilkelerini bizzat kendileri çiğneyerek işgale girişen Milletler Cemiyeti üyesi devletlere; başka bir deyişle “Yedi Düvele” karşı, ulusal direnişin önderi olacaktı. Sevr’de karşımıza dikilenler de, Lozan’da karşımıza dikilenler de, hep “Milletler Cemiyeti” üyesi dev­letlerdi. Milletler Cemiyeti yasasının 10. maddesi, üye devletlerin toprak bütünlüğünü ve siyasal egemenliğini korumayı yükümleniyordu. Türkiye, bu kuruluşa üye olmadığına göre; ­ top­rak bütünlüğüne saygı gösterilmeye­cek; ve Milletler Cemiyeti, 5 Haziran 1926 günlü kararıyla, Musul’u Anka­ra’ya değil, Irak’a bağlayacaktı. Milletler Cemiyeti’nin bir de Azınlık­lar Komitesi vardı. Lozan’da gayrı müslim cemaatlere ilişkin hükümlerin uygulanması da Milletler Cemiyeti’­nin denetimine bırakılmıştı.1925-26’da, gayrı müslimlerin Medeni Kanun dolayısıyla; azınlık ayrıcalıklarından feragatleri, Yunanistan ve Almanya tarafından Milletler Cemiyeti’ne gö­türülecek; Milletler Cemiyeti, 1927’de bu itirazları kabul etmeyerek gayri müslimlerin “anlaşmalı azınlık” ko­numundan çıkıp “öz yurttaş” ko­numuna geçişlerini onaylayacak; fakat Milletler Cemiyeti’nin başını çeken İngiltere ve Fransa, Türkiye’nin etnik olarak bölünmesine yönelik çaba­larını aralıksız biçimde sürdüreceklerdi.

İngiltere, daha çok Irak ve İran ü­zerinden; Fransa ise daha çok Suriye üzerinden Türkiye’ye karşı bölücü et­kinlikler yürütüyor; buralarda örgütleyip silahlandırdıkları etnik ayrılıkçıları Türkiye’ye yollayarak yurttaşlarımızı etnik ayrılıkçı ayaklanmalara yöneltiyorlardı. İngiliz, Fransız güdümlü et­nik ayrılıkçı örgütler, Milletler Cemiyeti’ni kendileri için uluslararası bir dayanak olarak görüyordu. Kalkıştık­ları her ayaklanmada haklılıklarını tescil etmesi için Milletler Cemiyeti’ne başvuruyor; ve bastırılan her ayaklanmaların dan sonra, Türkiye’yi şikayet etmek üzere, yine Milletler Cemiyeti’ne dilekçeler yağdırıyorlardı.

1925 Şeyh Sait Ayaklanması’nın hemen ardından, 1926’da İran’dan A­nadolu’ya sızan ayrılıkçı örgütler 19­26-1930 arası dört yıl boyunca “Ağrı İsyanı” adıyla bilinen ayaklanmalar gerçekleştirmişler; “Agri” adında bir gazete çıkartmışlar; ve söylentiye gö­re, 1928’de “biz burada Ağrı Kürt Cumhuriyeti kurduk” diyerek, resmen tanınmak üzere İngiltere aracılığıyla Milletler Cemiyeti’ne başvurmuşlardı.

İsyanın Ağrı’da çıkartılmasının özel bir amacı vardı. Sovyet Ermenistan’ıyla sınırdaş olan Ağrı’da isyan, hem Ermenileri Sovyetler’den ayrılıp Bü­yük Ermenistan’ı kurmaya özen direcek; hem Kürt kardeşlerimizi Türkiye’den ayrılmaya özendirecekti.

Ağrı İsyanı, hem Sovyetler Birliği’nin hem de Türkiye’nin toprak bütünlüğü­nü tehdit ediyordu. O tarihte Ağrı da­ğının yarısı Türkiye sınırları içinde, diğer yarısı İran sınırları içindeydi. İsyancılar, Türk Ordusu gelince dağın İran tarafındaki eteklerine kaçıyor; ordu çekilince yeniden Ağrı dağının tepesine tırmanıp bayrak dalgalandırı­yorlardı. Sonunda Türk Ordusu, Rus Kızılordusu ile uyum içinde çalışarak, isyancıların İran’a kaçış yollarını kes­miş ve ayrılıkçı isyan önderleri yakala­nıp etkisizleştirerek ayaklanma bastı­rılmıştı. Türkiye, ileride aynı sorunla karşılaşmamak için 23 Ocak 1932’de İran’la bir antlaşma imzalayarak Ağrı Dağı’nı bütünüyle Türkiye sınırları içine katacak; ve etnik öbeklenmeleri dağıtıp tüm yurda yayarak etnik kay­naşmayı sağlamak amacıyla düzenlenen İskan Yasa Tasarısı, 5 Mayıs 1932 günü T.B.M.M. tarafın­dan kabul edilecekti. Türkiye ile Rusya’nın arasına Ağrı merkezli bir Kürt + Ermeni Koalisyon Devleti sokarak, bu iki ülkeyi birbirin­den ayırma girişimle­rinin, Türk Sovyet da­yanışmasını daha da güçlendirdiğini gören; bu yöndeki her kalkışmanın Türk Sovyet ortak harekatlarıyla bastırılacağını anlayan; “Kürt Kartı”nın işe yaramadığını kavrayan İngiliz ve Fransızlar; Türkiye’ye karşı etnik ayırımcılık politikalarını gözden geçirmek zorunda kalacaklardı.

Mustafa Kemal Ağrı İsyanı’nın bas­tırılmasından sonra İngilizlerin Türki­ye’ye karşı etnik bölücü politikalarını gözden geçirmekte olduklarını, Türki­ye’yi Sovyet Rusya’dan koparmak is­tediklerini sezmişti. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Ağrı Dağı’nın bü­tünüyle Türkiye sınırları içine katılma­sından 3 ay gibi kısa bir süre sonra, gazeteyle yaptığı söyleşide, aynı söz­leri yineleyecekti. İlk kez, Eski Bern Elçimiz Cemal Hüsnü Taray’ın 6 Kasım 1962 günlü Cumhuriyet’te; sonra Büyükelçi Dr. Üner Kırdar’ın 10-17 Kasım 1971 arası Milliyet’te yayımlanan makalelerinde ve daha sonra Mahmut Goloğlu’nun 1974’te yayımlanan “Tek Partili Cumhuriyet” adlı kitabında yer alan Türkiye’nin Milletler Cemiyetine davet edilmesi süreci, Dışişleri Bakanı T.R.Aras’ın bu demeçleriyle başlamıştı.

Aras’ın sözleri, bir türlü bölemedikleri ve Sovyet Rusya’dan uzaklaştıramadıkları Türkiye’ye karşı ne yapacaklarını şaşırmış durumda olan İngilizlerin dikkatini çekmişti. Rusya ve Türkiye, her ikisi de Milletler Cemiyeti üyesi değillerdi. Eğer Türkiye Milletler Cemiyeti’ne alınırsa; böylelikle Türkiye’yi Rusya’dan uzak­laştırma amacına ulaşılmış olurdu. Milletler Cemiyeti, azınlıklara özerk­lik öngörüyordu. Eğer Türkiye Millet­ler Cemiyeti’ne girmek istiyorsa, azın­lıklara özerklik tanımayı da kabul ede­bilir ; ve onca uğraşmayla sağlanama­yan etnik özerklik, Milletler Cemiyeti’ne üyeliğin bir koşulu olarak dayatılabilirdi.

Milletler Cemiyeti Genel Sekreti İngiliz Sir Eric Drummond, derhal Aras’ı Milletler Cemiyeti’ndeki maka­mına davet etmiş; Türkiye’nin örgüte üyeliği konusunu kendisiyle özel olarak görüşmüş; ve yardımcısı Comert de Türkiye’nin örgüte katılması için yapması gereken zorunlu işlemleri Aras’a anlatmıştı. Buna göre: Milletler Cemiyeti’nin üye olmak isteyen devletleri davet etmek gibi bir yetkisi yoktu.

Üye olmak isteyen devlet, davet üye olmak isteyenin başvuruda bulun­masıdır; ancak, şayet bu prosedürü uygulamamız Türkiye Cumhuriyeti’nin örgüte katılmasına engel oluştu­racaksa; bu durumda bu yasal uygula­manın bir yana bırakılması gerekir; çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin Mil­letler Cemiyeti’ne katılmasının örgüt açısından çok büyük bir önemi vardır, diyecek ve bu konuda bir karar vermek üzere Genel Kurulu’nu toplan­tıya çağıracaktı.

Milletler Cemiyeti’nin 1 Temmuz 1932 günlü toplantısının tek gündem maddesi vardı: “Türkiye Cumhuriyeti’nin Milletler Cemiyetine Katılma Biçimi”…

Türkiye Cumhuriyeti, katılma prosedürü bir yana bırakılarak örgüt tarafından üyeliğe davet mi edilecekti, yoksa diğer ülkeler gibi Türkiye’den de başvuru dilekçesi vermesi mi istenecekti?

İspanya Delegesi Salvador de Madariaga, Türkiye Cumhuriyeti’nin örgüt prosedürü dışına çıkılarak davet edil­mesini savunan 29 imzalı bir öneri sundu: “Biz Arnavutluk, Almanya,Avusturya, Avusturalya, İngiltere, Bulgaristan, Kolombiya, Küba, Dani­marka, İspanya, Estonya, Finlandiya, Fransa, Yunanistan, Guatemala, Ma­caristan, İtalya, Japonya, Letonya, Ye­ni Zelanda, Panama, Hollanda, İran, Lehistan, Romanya, İsveç, İsviçre, Çekoslovakya, Yugoslavya delege ku­rulları, bir devletin Milletler Cemiye­ti’ne üye olabilmesi için Antlaşmanın birinci maddesinde göz önünde tutulan genel koşulları Türkiye Cumhuriyeti’nin yerine getirmiş olduğunu göre­rek, Türkiye’nin Milletler Cemiyetine üye olmaya ve değerli işbirliğinden Cemiyeti yararlandırmaya davet edil­mesini teklif ediyoruz.”

Milletler Cemiyeti’nin 6 Temmuz 1932 günlü toplantısında üye devlet delegeleri Türkiye’nin davet edilme­sini savunan coşkulu konuşmalar yapmışlardı. Yunanistan delegesi Dışişleri Bakanı Mihalakopulos’un sözleri özetle şöyleydi:

“Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa Birliği Komisyonu’nun çalışmalarına da eylemli olarak katılmış ve daima barış için çalışmakta içten isteğini açıkça göstermiştir. İnsanlığa daha iyi bir gelecek sağlamak için, Türkiye Cumhuriyeti, yapılacak davetin şere­fine hak kazanmıştır… Yunan delege­ler, Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesini özellikle selamlayacak­lardır.”

Avustralya delegesi Sir Granville Ryrie, sık sık alkışlarla kesilen konuş­masında şöyle diyordu:“Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne davet edilmesine dair öneriyi hararetle destekleriz. Bir çok kuşaklardan süre­kazandım. Gelibolu’da, arkadaşlarım ve ben, Türklerin cesaretleri ve dayan­ma güçleri karşısında çok kez şaşkın kaldık. Türk ordula­rının Avustralya mitralyözlerine karşı ve Britanya donanmasının gülle yağ­muru altında, korkusuzca ileri atıl­dıklarını gördük. Türklerin değerleri ve dayanma güçleri hakkındaki yük­sek düşüncelerimi işte ben böyle elde ettim. Savaşın korkunç kötülüklerini bu kadar yakından gören bu milletin, gelecekteki çabalarını savaşa engel ol­maya adayacağı kanısı o günden beri her türlü duygunun üstünde olarak ben­de kesinlikle yer etmiştir.

Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesinin birinci derecede öneme sahip olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.” İtalya delegesi Vittorio Scialoja’nın uzun konuşmasının özeti şuydu: “Avrupa’nın esaslı bir unsuru olan Türkiye’nin aramızdaki eksikliği açık­ça belliydi. Öneriyi desteklemekle sa­dece Türkiye hakkındaki dostluğumu­zu ve içtenliğimizi açıklamış olmuyor, aynı zamanda Gazi’nin aydın yöneti­minde genç Akdeniz Devleti’nin doğu­şunu memleketimin nasıl bir güvenlik duygusuyla karşıladığını ve gelişimini de izlediğini Genel Kurulumuz önünde tekrar perçinliyorum.”

Fransız Delegesi Paul Boncour, coş­kulu konuşmasında özetle; “Türki­ye’nin davet edilmesi için açıklanan duygulara katılmak üzere Fransa adına bizzat kendim gelmek istedim. Avrupa ile Asya arasında bir bağlılık kuran bu çok eski ülkenin Cemiyete katıl­ması, izlenen evrensel değerlerin bir sembolüdür.” diyordu.

İngiliz delegesi Lord Londonderry: “Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne alınması, dünya çapında memnunluk doğuracaktır.. Türkiye çağırıyı kabul ederse, İngiltere hükümeti bunu ilk kabul edeceklerden biri olacaktır.” Japon delegesi Büyükelçi Naotake Sato: “Japonya, Batılılarca çok az ta­nınmış olduğu bir dönemde bile sami­mi ilişkilere sahip olduğu Büyük Türk Milletini olağanüstü bir memnunlukla karşılar.”

Alman Dışişleri Bakanı Baron Von Neurath adına konuşan Almanya tem­silcisi Otto Goeppert: “Ünlü Başkanı Atatürk’ün isabetli yönetimi altında uluslararası barış yapıtında işbirliğine özellikle layık olan Büyük Türkiye Cumhuriyeti’nin davet edilmesini Almanya memnunlukla karşılar.” diyordu. Diğer ülkelerin delegeleri de söz alıp Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne ö­zel olarak davet edilmesi gerektiğini savunan konuşmalar yaptıktan sonra, oylamaya geçilmiş ve bütün üyelerin oybirliği ile Türkiye’nin davet edilme­sine karar verilmişti. Örgütün Genel Sekreteri Sir Eric Drummond, Millet­ler Cemiyeti’nde alınan davet kararını Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a gönderdiği bir mektupla bildirdi.

Bu davet, Türkiye’nin hiç bir konuda hiç bir yaptırımla karşılaşmaksızın hiç bir hesap sorulmaksızın, tüm geçmişi­nin uluslararası hukuka uygunluğu onaylanarak üyeliğe kabul edilmesi anlamına geliyordu.

Fransız Uluslararası Diplomasi Akademisi’nden Vasiliei Nitikine, Diplomasi Sözlüğü’nde yayımlanan ve “Davet’ten kısa süre önce yazdığı “Kürtler” başlıklı makalesinde şöyle diyordu: “Eğer bir gün Türkiye Mil­letler Cemiyeti’ne kabul edilmeyi ta­lep ederse, Kürt etnik azınlığının varlığını dikkate alacağını, bütün azın­lıkların statüsünün bu konuda Cenevre toplantısında kabul edilen ilkelere uy­gun olarak gözden geçiri­leceğine ve düzenleneceğine inanıyoruz.”

Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne “davet edilmesi”; Nikitine’in öngörüsünü boşa çıkartmıştı. Bu davet, Türki­ye’nin hiç bir konuda hiç bir yaptırımla karşılaşmaksızın hiç bir hesap sorulmaksızın, tüm geçmişinin uluslararası hukuka uygunluğu onayla­narak üyeliğe kabul edilmesi anlamına geliyordu. Ata­türk’ün Milletler Cemiyeti’ne üyelik başvurusunda bulunmayıp, Milletler Cemiyeti’nden “davet” beklemesinin hukuksal anlamı buydu. Bu davetle, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün ve siyasal egemenliğinin dokunulmazlığı da Milletler Cemiyeti tarafından kabul edilmiş oluyordu. Bu, Atatürk’ün, 1919’dan bu yana Türkiye’nin bütün­lüğünü parçalamaya çalışan Milletler Cemiyeti’ne karşı kazandığı en büyük zaferdi.

Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’nin davetine verdiği yanıtta, en başından itibaren o güne dek yaptı­ğı bütün işlemlerin ve anlaşmaların, Milletler Cemiyeti ilkelerine ve ulus­lararası hukuka aykırılığının iddia edi­lemeyeceğini özellikle vurgulamaktan çekinmemişti. Türk Dışişlerinin dave­te yanıtı özetle şöyleydi:

Sayın Genel Sekreter, Genel Kurul adına yapılan davetinize karşı, Tür­kiye Cumhuriyetinin Milletler Cemi­yeti’ne üye olmaya hazır olduğunu ve Türkiye’nin Milletler Cemiyeti üyesi

olmayan devletlerle yaptıklarını da içine alan şimdiye kadar yapmış olduğu bütün sözleşmelerle üzerine almış olduğu yükümlülük­lerin, Milletler Cemiyeti üyeliği görevi ile bağdaşmaz olmadıklarını bildirmekle onur duya­rım. Bu hususta zaten Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabulünden önce imzalanan bütün anlaşmaların Milletler Cemiyeti üyeliği göreviyle bağdaşmaz olma­dıklarını bildirmekle onur kazanırım. Tür­kiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabulünden önce imzalanan bütün anlaşmaların Milletler Cemiyeti üyelerinin çoğununun imzalamış olduğu Paris Misakı’nın ruhuna uygun olarak yapıldığını belirtirim. Bu açıklamayı yaparken, Türkiye’nin 24.7.1923’de Lozan’da imzalanan sözleşmelerden doğan askeri nitelik­teki yükümlülüklerden ötürü özel bir durumda bulunduğunu da eklemeyi görev bilirim…

Derin Saygılarımla… Dr. Tevfik Rüşdü

Türkiye Cumhuriyeti, Mil­letler Cemiyeti’nin daveti­ne verdiği bu yanıtla; üye­lik daveti öncesi gerçek­leştirdiği hukuksal işlem­lerden hiç birinin Milletler Cemiyeti ilkelerine aykırı­lığının iddia edilemiyeceğini,Milletler cemiyetine kabul ettirmiş oluyordu.

Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’nin davetine verdiği bu ya­nıtla; gerek Sovyet Rusya ile imzala­mış bulunduğu anlaşmaların; gerek gayrı müslimlerin Lozan’da kendile­rine tanınan anlaşmalı azınlık konu­mundan feragat ederek öz yurttaşlar konumuna geçişlerine dair yapılan yasal işlemlerin; özetle üyelik daveti öncesi gerçekleştirdiği hukuksal işlemlerden hiç birinin Milletler Ce­miyeti ilkelerine ve dolayısıyla ulus­lararası hukuka aykırılığının iddia edilemeyeceğini, Milletler Cemiyeti’ne kabul ettirmiş oluyordu. Türkiye’nin, Anadolu’daki etnik öbekleş­meleri nüfus içine dengeli bir biçimde yaymaya yönelik olarak daha önce çıkartıp uygulamış olduğu zorunlu iskan yasalarının Milletler Cemiyeti ilkelerine aykırılığı da iddia edileme­yecekti. Türkiye Cumhuriyeti’nin Mil­letler Cemiyeti tarafından üyeliğe da­vet edilmesi, Türkiye’nin o güne dek gerçekleştirdiği bütün iç ve dış hukuk işlemlerinin, Milletler Cemiyeti tara­fından uluslararası hukuka uygun olarak kabul edilmesi anlamına geli­yordu.

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Milletler Cemiyeti davetine ver­diği yanıt, örgütün Genel Kurul’unda Başkan Hymans tarafından okunmuş; Türkiye’nin üyeliğinin kabul edildiğine ve Türk delegelerin dönem top­lantılarına çağrılmasına ilişkin karar tasarısı, üye devletlerin oyuna sunul­muş; ve Türkiye’nin Milletler Cemi­yeti’ne üyeliği, toplantıda bulunan 43 üyenin oybirliğiyle kabul edilmişti.

İşte o gün, etnik ayrılıkçı örgüt­ler için “kara bir gün”dü. O güne dek İran, Irak ve Suriye’de yuvalanmış, İngiliz Fransız parası ve silahlarıyla örgütlenerek Türkiye’ye sızıp yurttaş­larımızı etnik ayrılıkçı eylemlere katıl­maya zorlayan; aşiretleri “ulus” diye etiketlendirip kışkırttıkları aşiret isyan­larını “ulusal kurtuluş savaşı” diye yutturan ve yabancıların buyruğuyla “intiafada”(!)lar, “serhildan”(!)lar ger­çekleştirip, Ağrı dağının tepesinde Kürt Cumhuriyeti kurduk diye Millet­ler Cemiyeti’ne başvurup zılgıtlar çe­ken Herekol Azizan kod adlı Celadet Ali Bedirhan önderliğinde ayrılıkçı Hoybun örgütü; o gün karalar bağla­mıştı. Güvendikleri İngilizlerin Fran­sızların kışkırtmasıyla Milletler Cemi­yeti tarafından tanınacaklarına inandı­rılarak çıkardıkları Ağrı isyanının bastırılmasından sonra; bölmek iste­dikleri Türkiye, Milletler Cemiyeti tarafından davet edilmiş; o güne dek devlet olarak yaptığı bütün işlemlerin uluslararası hukuka uygunluğu tescil edilmiş; dahası toprak bütünlüğüyle siyasal egemenliği de Milletler Cemiyeti’nce onaylanmıştı. Milletler Cemi­yeti o günden sonra Türkiye’de dinsel ya da etnik azınlıklardan ve bunlara ayrıcalıklar, özerklikler tanınmasından vs. söz edemeyecekti.

1930’ların etnik bölücü terör örgü­tünün başı Celadet Ali Bedirhan, Tür­kiye’nin Milletler Cemiyeti’ne üyeliği haberinden sonra, iki yıl kendine ge­lemeyecek; Millet Cemiyeti’ne öfke kusan ve kendilerine ihanet etmekle suçlayan Fransızca bir kitapçık yaz­makla geçirecekti günlerini: “De La Question Kurde”..

Bedirhan bu kitapçıkta özet­le şöyle diyordu:

“Rus-Türk yakınlaşmasının erte­sinde, müttefikler Kürt sorunuyla ilgi­lerini kestiler ve Kürtleri ulusal özlemleriyle birlikte Ankara’nın insafına terkettiler. (sf.16) Ankara, Milletler Cemiyeti’ne kabul edilişinin arifesin­de, genel olarak azınlıkların çıkarla­rını savunmak ve korumak ve üye dev­letlerin azınlıklarla ilgili yönetimlerini denetlemekle görevli olan Yüksek Kurula meydan okur gibi, 5 Mayıs 1932 Mecburi Iskan Yasasını hazırla­dı, resmen yayınladı ve uygulamaya sokmaya çalıştı. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabulü sırasında hiç bir üye ülke Türkiye’deki azınlıklar reji­mini tartışmayı uygun görmedi. Çün­kü büyük güçlerin çıkarları böyle gerektiriyordu.” (sf.19)

O yılların bölücü silahlı örgüt ele­başılarından Dr. Nuri Dersimi de 1952 yılında Halep’te yayımlanan “Kürdistan Tarihinde Dersim” adlı kitabında, aynı olgulardan yakınıyordu:

“Sovyetlerle Türkler arasında dostluk anlaşmasına dayanarak Rus­lar Kürt harekatına engel olacak dere­cede Türk kuvvetlerine yardımda bile bulunmuşlardı. ingiliz ve Fransızlar, bir taraftan Musul petrolleri ve diğer taraftan Fransızlarla Türklerin henüz çözülmemiş anlaşmazlıklarının kendi çıkarları doğrultusunda çözümlenmesi için Türklere karşı (etnik ayrılıkçı) Hoybun (örgütünün) faaliyetini kullan­mışlardır. Türklerle olan sorunlarını çıkarlarına uygun şekilde hallettikten sonra (etnik ayrılıkçı) Hoybun (örgü­tünün) faaliyetlerine engel olmuşlar­dır. Hoybun, dünya siyasetinin gidişa­tına ayak uydurarak çalışmalarına son vermek zorunda kaldı.” (Sf. 252) 

Atatürk Türkiyesi’nin Sovyet Rusya ile dostluk anlaşmaları ve 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne üyeliği, etnik ayrılıkçı bölücü örgütlerin dış kaynak­larını kurutmuş ve Dersim’i Tunceli’­ye dönüştüren 1937-1938 harekatla­rından sonra, yaklaşık kırk yıl boyunca hiç bir etnik ayrılıkçı örgüt bir daha silaha el sürememişti. Bu da, etnik ayrılıkçı örgütlerin dış güçler beslediği sürece var, dış destek kesildiği an yok oluverdiklerinin kesin, somut, yadsı­namaz kanıtını oluşturuyor. Etnik ayrılıkçı örgütler, Türkiye’yi her zaman Milletler Cemiyeti’ne şika­yet etmişlerdir. Ağrı İsyanı dolayısıyla Türkiye’yi suçlayan Celadet Ali Be­dirhan imzalı şikayet dilekçeleri de, Dersim Olayları dolayısıyla Türkiye’­yi kitle kıyımı yapmakla, zehirli gaz kullanmakla suçlayan Nuri Dersimi imzalı şikayet dilekçeleri de; Ermeni Taşnak Örgütünün Türkiye’yi soykırımcılıkla suçlayan şikayet dilekçeleri de; bunların hepsi 1946 öncesi Millet­ler Cemiyeti’nin arşivindedir.

Milletler Cemiyeti, Türkiye’ye yönelik bu gibi şikayetleri haklı bul­mamış; incelemeye değer görmemiş­tir. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne “davet”le girişi; girmeden önce gerçekleştirdiği bütün işlem ve tasarruf­ların uluslararası hukuka uygunluğu­nun, Milletler Cemiyeti üyesi bütün devletlerce kabul ve tescil edilmiş ol­duğu anlamına geldiği gibi; bu Cemi­yet 1946’da Birleşmiş Milletler Örgütü’ne dönüşünceye dek Türkiye’nin yaptığı bütün işlem ve tasarrufların uluslararası hukuka uygunluğunun da yine üye devletlerce tescil edilmiş olduğu anlamına gelmektedir.

Atatürk, kurucusu olduğu Tür­kiye Cumhuriyeti Devleti’nin uluslar­arası hukuka uygunluğunu, “davet” yoluyla Milletler Cemiyeti’ne tescil ettirmekle; “Benim naciz vücudum el­bet bir gün toprak olacaktır, fakat Tür­kiye Cumhuriyeti ilelebet payidar ola­caktır” sözünü ey­lemle perçinlemiştir. Atatürk’ün “Mil­letler Cemiyeti’ne Davetle Katılma” zaferi; herhangi bir devlet ya da uluslararası kuruluşun Türkiye’nin karşısına dikilip, par­mağını sallayarak, “sen geçmişte şu suçu işlemiştin, geçmişte şu haksızlığı yapmıştın” diyerek tarihsel suçlamalarda bulunma hakkını ortadan kaldı­ran, ve böylesi densizlikleri boşa çı­kartmaya yetecek bir dayanaktır.

Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’nin pasif bir üyesi olmamış, yönetsel görevler üstlenmiştir. 1934’te, Afganistan’ın Milletler Cemiyeti’ne üyelik başvurusunu incelemek üzere kurulan özel komisyonda başkanlık ve raportörlük görevi üstlenen Türkiye, 1934-1936 arası Milletler Cemiyeti Konseyi üyeliği ve 1935’de Milletler Cemiyeti Konseyi’nin 84’üncü ve 85’inci dönem başkanlığını üstlenmiş ve 1937’de Milletler Cemi­yeti genel kurul başkanlığını yapmış­tır. (Dr. Üner Kırdar, Milliyet, 15.11. 1971)

Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, 1937 yılında Türkiye adına Mil­letler Cemiyeti başkanı seçildiği za­man, eski başkan onu şöyle tanımlamış­tır: “Genel Kurul, oybirliğiyle Türkiye birinci temsilcisi Sayın Rüştü Arası başkanlığa seçmiştir. Kendilerinin çok seçkin bir politik meslek yaşam­ları vardır ve üstün nitelikleri geniş görgü ve deneyimleri, sonsuz incelikleri ile, Milletler Cemiyetine katıldık­ları ilk günden buyana herkesin derin sevgi ve saygılarını kazanmışlardır. Genel kurul kendilerini başkan seç­mekle, yalnızca bu devlet adamı ve kuruluşun iyi hizmetkarına değil, aynı zamanda temsil ettikleri Mustafa Kemal Türkiyesi’ne ve ulusuna karşı duyduğu saygıyı da belirtmek istemiş­tir.”

Milletler Cemiyeti Genel Sekrete­ri, 10 Kasım 1938 günü ölüm haberini aldığında Atatürk’ü “Barışın Dahi Ya­pıcısı” olarak nitelendirmiş ve Millet­ler Cemiyeti’nin Atatürk’e duyduğu saygı ve hayranlığı bir kez daha belirt­mek üzere, cenazesine özel bir temsil­ciler kuruluyla katılmıştır. (Dr. Üner Kırdar, Milliyet, 11.11.1971)

Bugün, özellikle de Atatürk dö­nemine sövgüler yağdırarak, Türkiye Cumhuriyeti’ne soykırım, toplu kat­liam gibi iftiralarda bulunan devletlere; kendilerinin geçmişte Atatürk’e ve Türkiye Cumhuriyeti’ne övgüler yağ­dırıp Milletler Cemiyeti’ne alkışlarla “davet” etmiş olduklarını anımsatacak kimse yok mu devletimizde?

Milletler Cemiyeti arşivindeki Türkiye ile ilgili bütün belgeleri, tıpkı basımları ve Türkçe çevirileri ile bir­likte, anıtsal bir kitap halinde basarak; bu kitabı, hem ders kitabı hem de Türkiye’ye yöneltilen suçlamalara karşı yanıt olarak kullanmak; üniversite­lerimize düşen en onurlu görevlerden biri değil midir?

 ***

Ölümünün 72. yılında, Atatürk’ü, “1932 Milletler Cemiyeti Zaferi”yle; başka bir deyişle, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün tasarruflarının uluslararası hukuka uygunluğunu tescil ettirerek, ülkemizi ölümünden sonra 40 yıl sü­reyle etnik ayrılıkçı terörden kurtar­mış olan uluslararası diplomasi zafe­riyle anıyorum.

Ve buruk bir şarkı dolanıyor dili­me: Unutturamaz seni hiç bir şey; unutulsam da ben….

Cengiz Özakıncı
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...