Bu milletin tek sahibi var: Kendisi!
Yüksek Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur. Türk gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir. Biz de bunu görmekle bahtiyar olacağız. -Mustafa Kemal Atatürk
Türk Çocuğu Atalarını Tanı ve Daha Büyük İşler Yap!
"Türk Çocuğu Atalarını Tanıdıkça Daha Büyük İşler Yapmak İçin Kendinde Kuvvet Bulacaktır."
Mustafa Kemal Atatürk
" ÜSTÜNLÜĞÜMÜN SEBEBI ORDULARIM DEĞIL, MENSUP OLDUĞUM SOY VE TAŞIDIĞIM KANDIR ! "
Avrupa Hun İmparatoru Atilla
Hun imparatoru, kendisini bizzat gören Bizans tarihçisi Priskos'un tasvirine de uygun olarak, kısa boylu, hafif çekik gözlü ve yanık tenli olarak resmedilmiştir.
Hüküm süresi 434–453
Önce gelen Bleda ve Ruga
Önce gelen Bleda ve Ruga
Kazım Karabekir Paşa "Kürdistan" Çığlığı Atanlara Bakınız Ne Dedi !
Sevr Antlaşması nedir?
KAZIM KARABEKİR “KÜRDİSTAN ÇIĞLIĞI ATANLARA BAKINIZ NE DEDİ…
Tarih: 10 Ağustos 1920…
Sevr’de resmileşen Ermeni-Kürt dosyasının ana hatları şudur: [1]
“Ağustos 1920’den itibaren altı ay içinde, İngiliz, Fransız ve İtalyan hükümetlerince atanacak üç kişilik komisyon İstanbul’da toplanacak. Bu komisyon Fırat’ın doğu, Ermenistan güneyi, Türkiye’nin Suriye ve Mezopotamya(Irak) ile olan sınırının kuzeyinde, çoğunlukla Kürtlerin bulunduğu bölgeleri için bir özerklik planı hazırlayacak.
Bu plan, bu bölgede yaşayan Asuri-Geldani ve öteki soy ve din azınlıklarının korunmasını için gerekli güvenlik önlemlerini de içerecek”…
Avrupa Doğu’da özerk bir Kürdistan planı da hazırlamıştı; İngiliz, Fransız, İtalyan, İranlı ve Kürt temsilcilerinden oluşacak bir komisyon, yeni Türk-İran sınırını gezecek ve ne gibi düzenlemeler yapılacağını karara bağlayacaktı. Bu her iki komisyonun alacağı kararlar, tebliğinden itibaren üç ay içinde, Türkiye Hükümeti kabul etmeyi ve yerine getirmeyi baştan yükümlenecekti.
Sevr’in Ermeni cephesini biraz açalım…
Bu anlaşmada yer alan ‘Ermenistan’ın güneyi’ ifadesiyle neyi kastediyordu?
Ermeni iddialarına bakıldığında, öteden beri süre gelen talepleriyle çizilmek istenilen Ermeni sınırı, Berlin Antlaşması’nda geçen ‘Ermenilerin yaşadığı vilayetler’ yani ‘Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Mamüretülaziz(Elazığ) ve Sivas idi.
Buna, Şubat 1919’da Paris Konferansı’na verilen Ermeni taleplerini eklediğimizde, karşımıza Van, Bitlis, Diyarbakır, Sivas, Erzurum, Trabzon, Maraş, Kozan ve Adana çıkıyor.
İngilizlerin Maraş, Kozan ve Adana’yı Fransızlara verdiğini kabul edip bu sınırlardan düşer isek, olası bir Ermeni devletinin ‘güney sınırı’ olarak Diyarbakır’ın güneyini düşünmek gerekiyor.
Öte yanda, Türk-Ermeni sınırının tayini ABD Başkanı Wilson’a bırakılmıştı.
Wilson, sınır olarak Karadeniz kıyısında Giresun’un doğusundan başlayan, Erzincan’ın batı ve güneyinden, Elmalı, Bitlis ve Van Gölü güneyinden geçen ve birçok noktada Birinci Dünya Savaşı’ndaki Türk-Rus cephesini izleyen bir hattı gösteriyordu.[2]
Bu durumda, Sevr’de geçen ‘Ermeni sınırının güneyi’ olarak Van-Bitlis-Erzincan hattının güneyini anlamak gerekiyor.
Neden böylesi detaya giriyoruz; günümüzde Ermeni talepleri hala sürüyor dolayısıyla gelecek kuşaklar anavatan üzerinde nasıl ve nereler için bir tehdit olduğunu bilmeleri gerekiyor…
Sevr’in Kürt cephesine gelince…
Sevr’de yer alan ve Kürdistan’ı tanımlayan sınır olarak, ‘Fırat’ın doğusu ile Türkiye’nin Suriye ve Mezopotamya ile olan sınırın kuzeyi’ tarif edilmişti. Sayılan bu bölge özerk olmakla kalmıyor, peşinden gelen 64’ncü madde ile buraya bağımsızlık yolu da açılıyordu.
Eğer ki bölge halkı bağımsız bir devlet olmak için Milletler Cemiyeti Konseyi’ne başvuracak olur ve de bu kabul görürse, Türkiye bu bağımsızlığı tanımak zorunda kalacaktı.
Bu durumda Müttefikler ile Türkiye arasında, bu bağımsızlığı resmileştiren ayrı bir anlaşma yapılacak; Musul’da yaşayan Kürtler de bu bağımsız devlete katılmak isterse, Müttefikler buna karşı çıkmayacaktı[3].
Musul zaten İngiliz işgali altında olduğundan, Kürdistan olarak tanımlanan bölge Fırat’ın doğusundan İran’a ve Hakkari-Siirt-Tunceli hattından Musul’a kadar uzanan bir bölge olarak karşımıza çıkıyor.
Bu durum, gelecekteki İngiliz siyasetini açığa çıkarabilmek açısından önem taşıyor aynı zamanda günümüz siyasi Kürt hareketinin kendini bağlamaya çalıştığı coğrafyanın tarihsel sürecini de bilmek açısından önem kazanıyor.
Anadolu’nun doğu cephesindeki Ermeni-Kürt resimleri böyleydi.
Ermenistan-Kürdistan düşülürse Osmanlı’ya ne kalacaktı, bir de ona bakalım:
İstanbul ve Boğazlar…
“İstanbul Osmanlı yönetimine bırakılacak ancak bu antlaşma müttefiklerin istediği gibi uygulanmaz ise, geri alınacak;
Boğazlar bölgesi(büyün kıyıları ile Marmara Denizi dahil), özel bütçesi, teşkilatı, bayrağı, polisi olan yarı devlet niteliğindeki bir karma kurulun egemenliğinde olacak;
Askeri amaçla yalnız İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından kullanılabilecek;
Bu bölgedeki tüm istihkamlar yıkılacak ve silahsızlandırılacak;
Bölgede bulunan ve top ulaşımına elverişli bütün demir ve karayolları kullanılmaz hale getirilecek;
Türkiye bu bölgede telsiz-telgraf istasyonu kuramayacak ve Boğazlar bölgesindeki Türk jandarması müttefikler arası işgal komutanlığına bağlı olacaktı”.
Ege ve Trakya cephesi…
“Doğu Trakya(Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Gelibolu, Gökçeada ve Bozcaada) Yunanistan’a verilecek;
İzmir bölgesi(İzmir, Kuşadası, Tire, Ödemiş, Manisa’nın batısı, Akhisar, Kırkağaç, Soma, Foça, Ayvalık ve Burhaniye) Osmanlı egemenliğinde kalacak ama bu hakkı Yunanistan kullanacak;
Yerel yönetim beş yıl sonra Millet Cemiyeti’nden bu bölgenin Yunanistan’a başlanmasını isteyebilecek ve bu isteğin uygun görülmesi halinde Türkiye, bu topraklar üzerindeki haklarından vazgeçeceğini önceden kabul edecekti”.
Güney Anadolu…
“Güneyde Ceyhan, Osmaniye, Dörtyol, İskenderun-Antakya, Maraş’ın güneyi, Antep, Urfa, Mardin ve Cizre Suriye’ye verilecek; Osmanlı Devleti, sınırları dışında kalan bu topraklar üzerinde bütün haklarından vazgeçecekti.
Osmanlı’ya bırakılan topraklar üzerindeki yönetimine de çok ağır kısıtlamalar getirilmişti;
Seferberlik yasak; Deniz kuvvetleri kurulması yasak; Zırhlı araç ve tank yapımı ve ithali yasak; Türkiye’nin savaş ve denizaltı gemileri yapması ve edinmesi yasak; Hava kuvvetleri kurulması yasak...”
Bu kısıtlamalarla birlikte, Osmanlı yönetimi bağımsız da olamayacaktı:
“Adalet rejimi müttefikler tarafından belirlenecek;
Bütün kapitülasyonlar, yaralanacakların sayısı artırılarak sürdürülecek;
Soy, din ve dil azınlıkları, bağımsız ve denetimsiz olarak, diledikleri kadar ilk, orta ve yüksek okul açabilecek ve kendi dillerinde eğitim yapabilecek;
Osmanlı maliyesi müttefiklerce seçilecek bir maliye kurulunun denetimi altında olacak”…
Sevr Antlaşması Ankara/TBMM’nce tepkiyle karşılandı.
Anlaşma’ya Anadolu’nun gösterdiği tepki ve Kürt aşiretlerinin Ankara’ya çektikleri telgrafların bütünü de ‘birlikte yaşamak’ arzu ve inancını yansıtıyordu.
Bu anlaşmaya en büyük tepkiyi gösteren, Erzurum XV. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa oldu…
Kazım Karabekir Paşa anılarında Sevr karşısındaki hissiyatını şöyle dile getiriyor:
‘...16 Ağustos’ta tatsız bir haber geldi; İstanbul Hükümeti murahhasları sulh muahedesini imzalamış. Hayret! Millet Ankara’da vekillerini toplamış; hükümet teşkil etmiş, İstiklal harbine karar vermiş. İstanbul’daki padişahla, şahsi hükümeti ne cüretle ve kimin namına esaret vesikasını imzalıyorlar?
Ey İstanbul’un milyona varan Türk halkı! Ve ey Darülfünunlarda ve ali mekteplerde feyiz veren ve feyiz alan münevver gençler!
Aksi sadasını şark dağlarında hissetmek istediğimiz tek bir fedainiz yok mu? Böyle zamanda teşkilat mı istersiniz, bir taraftan emir mi beklersiniz?
Her kafada istiklal ve hürriyet şimşekleri çarpmazsa, her kalpte bu aşk ateşi yanmazsa Türk’e yaşamak hakkı kalır mı? Eğer millet küre-i arzdan göçeceklerse en sonra sahneden çekilmesi Türk’ün şanından değil midir?
‘Türk yılmaz, cihan yıkılsa Türk yıkılmaz’ diye haykıracak bir tek ses!
Bu ses şu aralık bir namludan geçmeli, sefillerden herhangi birinin olsun, kulağı dibinde canhıraş patlamalıydı!
Hiç kimse hesap sormazsa, tarih buna cevap isteyecektir…” [4]
Bu duygu ve düşünceler içerisinde aynı gün harekete geçen Kazım Karabekir, Ankara Hükümeti’ne bir de mesaj çekmişti. Bu mesajında, bu antlaşmayı imzalayanların ‘vatana ihanet’ suçuyla itham edilmesini, gıyaplarında karar verilerek ‘vatan haini’ sayılmalarını ve bunların isimlerinin her yerde lanetle anılmasını talep ediyordu.
Bu gündemle Ankara Hükümeti 19 Ağustos’ta toplandı.
Kazım Karabekir Paşa’nın isteği doğrultusunda, Sevr Antlaşması’nın kabul edilmesi için oy kullanan 42 kişi ile bu antlaşmayı imzalayan Hadi Paşa, Rıza Tevfik Bey ve Reşat Halis Bey ‘vatan haini’ ilan edildi(Karar sayı 37)[5].
Günümüz siyasi Kürtçüleri, ‘Sevr Antlaşması’na en büyük tepkiyi Kürtler gösterdi’[6] diyor ve bu tepkiyi sanki ulusal birlik ve bütünlükten yanaymışçasına bir tavırla sergilemeye çalışıyor.
Oysaki bunların ‘Kürtler Sevr Antlaşması’na karşıydı’ sözleriyle anlatmak istediği, ulusal birliği korumak değil, Ermenilerle aralarındaki toprak anlaşmazlığıdır. Bunlar Sevr ile Ermenilere verilen toprakların aslında Kürtlere ait olduğunu söylemeye çalışıyorlar, yani bunlar Türk hakimiyeti altındaki toprakları aralarında pay kavgası yapıyorlar.
Araştırmacı ve tarihçilerin belgelere dayalı açıkladığı bu gerçeklere karşın siyasi Kürt hareketi sözcüleri, Seyit Abdulkadir’in başkanı olduğu Kürdistan Teali Cemiyeti’nin Osmanlı Devleti topraklarında bir Kürdistan kurulması amacıyla işgal güçleriyle yaptığı bu işbirlikçiliğini görmezden geliyor.
Yine bu zihniyet sahipleri, aynı siyaseti takip eden Ermeni, Yahudi ve Nesturilerin siyasi Kürtçülüğe verdiği desteği de dile getirmekten ısrarla kaçınıyor.
İngiltere ve Rusya’nın bu siyasi Kürtçüleri kendi çıkarları doğrultusunda sürüklemiş olduğu konusunu ise hiç ele alınmıyor.
Tıpkı bugünkü gibi o dönemde de ‘ayrılıkçılığa karşıyız’ diyerek söze başlayanların, aslında Anadolu’yu parçalamak pahasına düşmanla işbirliği içine girmiş oldukları da hiç anlatılmıyor…
Sonuçta, Sevr Anlaşması’nın stratejik siyasi ana fikri şudur;
‘Doğu Anadolu’da kurulacak bir Ermenistan-Kürdistan gibi tampon devletlerle Anadolu’daki Türk varlığının Asya’dan fiziken koparılması; Batı ve Güney Anadolu’nun Yunan, İtalyan ve Fransız hakimiyetine bırakılmasıyla Anadolu’daki Türk varlığının üç cepheden kuşatılması; Ankara dolaylarına sıkıştırılmış ve kuşatılmış olan Türk Milleti’nin Sevr sonrası yapılacak ileri bir harekatla tarihten silinerek Anadolu’nun ele geçirilmesi…’
Bu siyasi stratejiye derinden bakılırsa eğer, günümüzde Barzani ve PKK terör örgütünün siyasi talepleriyle PKK-ASALA ittifakının ardında yatan gizli niyetler görülebilir.
Bu stratejik yönüyle Sevr Antlaşması, 1071 Malazgirt Savaşı’nın bir rövanşı olarak da düşünebilir.
Sevr’de açılan bu Ermenistan-Kürdistan Dosyası ‘Büyük Suikast’ olarak Türkiye’nin karşısından hiç çekilmeyecektir…
Erdal Sarızeybek
[1] Şimşir, ‘Kürtçülük’, c.I, s. 428.
[2] Mustafa Kemal Atatürk, ‘Nutuk’, s. 508, Haz. Prof. Dr. Zeynep Küçük, Atatürk Araştırma Kurumu, 2000.
[3] Şimşir, ‘Kürtçülük’, cilt I, s. 429.
[4] Kazım Karabekir, ‘İstiklal Harbimiz’, Cilt II, s. 941, YKY Yayınları, 2008.
[5] Şimşir, ‘Kürtçülük’, cilt I, s. 437.
.
Türklerin Kozmik Kökenleri : MU ve Atlantis
Ezoterik bilgilerimize göre; Doğu ve Batı uygarlığının iki ana kaynağı vardır. Bunlardan biri Atlantis, diğeri de büyük anavatan Mu Uygarlığıdır. Bu kaynaklar, artık kendilerini maddesel olarak da yavaş yavaş kabul ettirmektedir. Mu kıtası; Pasifik Okyanusu’nda, kuzeyden güneye kadar, Avustralya’nın doğu kıyılarını içine alacak kadar Güney Pasifik’e kadar inen büyük bir bölge üzerinde yer almıştı. Tam anlamıyla pırıl pırıl bir ışık, bir bilge ülkesiydi. Teozoflar, bu Mu kıtasına 1850-1880 yıllarında, her zaman olduğu gibi ayrıcalık kazandırmak için kendi kendilerine Lemurya adını verdiler. O da bir ilhama dayanarak verilmiştir. Kökende, ne bir tablette ne de bir yazıtta herhangi bir Lemurya kelimesi yoktur. İlhama dayalı bu kelime Madam Blavatsky’nin almış olduğu tebliğlerde kendisine bilgiler veren rehberin ifadesidir. Hâlbuki Albay James Churchward’ın bizzat bulmuş olduğu, Kara Maya diliyle yazılmış tabletler üzerinde yazılı isim Mu’dur, ya da bir şive farkından dolayı Muhanda da denilebiliyor. Mu Uygarlığı nın en buyuk evladı Atlantis tır. Atlantis de, Gronland’a yakın bölgelerden İrlanda’yı içine alacak şekilde bütün Kuzeydoğu Amerika kıyılarından aşağıya doğru, Güney Amerika’nın doğu kıyılarını kapsayacak şekilde bir bölgede yer almaktaydı.
Bu iki uygarlığın birbirleriyle senkronizasyonu (eşleme) çok büyüktür. Onlar kendilerinden önceki büyük kozmik uygarlığın birer merkezi hâlinde çalıştıkları için birbirlerine bağlı olarak gelişmişlerdir. Hem gelişmelerindeki hem de çöküşlerindeki çizgi hemen hemen birbirine paraleldir. İki kardeş kıta olarak gelişmişlerdir. Bütün insanlığın uygarlık adına yaptığı her şeyin temel bilgisi ve ilkeleri bu iki büyük merkezden yayılmış veya onların öğretileriyle nakledilmiştir. Mesela, Duyular Dışı Algılamalar esasında Atlantis kökenlidir. Oradaki varlıklar binlerce yıl itibarıyla kendilerinde böyle bir kalıtımı geliştirmiş; böyle bir DNA’yı meydanagetirebilmiştir. Kendi yaşamlarında Duyular Dışı Algılama’yla yaşamak gayet normal bir hayat şekli hâline gelmiştir. Görüşmeleri bizim gibi telefonlarla, radarlarla değildi. Dünyanın her tarafıyla irtibat halindeydiler. Çünkü onlar için maddesel bir araca gerek yoktu. Bünyeleri, bu algılama ile ilişkili enerjetik yayınları alıp verebilecek yetenekte olan varlıklardı. Bütün psi enerjilerini hızlı bir şekilde alıp verebiliyorlardı. Duru görü yetenekleri, telepatik olaylar, önseziler, psikokinezi (Zihnin Maddeye Egemenliği) denilen olaylar onlar için normal bir yaşam şekliydi.
Acaba Anadolu halkı manevî köken olarak nasıl bir realiteye sahiptir? Tarihçiler fizikî kökeni kendilerine göre bir yerlere bağlayabilirler. Ama Anadolu’ya göçüp gelmiş atalarımızın getirmiş oldukları genetik kodun niteliğini bilemezler ve onların konuları da değildir. Bu genetik kod hakkında elbette yüzyıllardan beri intikal eden bir bilgi akışı var. Ezoterik çalışmalarımızın sonucunda oluşan kanaat şöyledir:
MU ve ATLANTİS GÖÇLERİ
Anadolu topraklarına gelen varlıkların bir özelliği var. Burası hem Atlantis’ten hem de Mu’dan göç edenlerin birleştikleri, harman olup girdaplaştıklan bir bölgedir. Ege Denizi ve İskenderiye’ye kadar uzanan bölge çok önemli bir kavşak noktası hâline gelmiştir. Atlantis’in üç devreli olarak su içine gömülüşü sırasında büyük göçler meydana gelmiştir. Teozoflara göre ilk batışı 800 bin yıl önce meydana gelmiştir. Ama bu güvenilir bir rakam değildir. Çünkü Mısır’da, güneşin ardındaki güneş olan Sirius’un hareketlerine göre yapılan özel hesaplamalara göre, papirüslerdeki kayıtlar birinci batışı en fazla 75-80 bin yıl öncesine götürmektedir. Bu kayıtlar Atinalı Solon’a (M.Ö. 638 – M.Ö. 559) gösterilmiştir. Atlantis, ikinci baüşmda iki büyük ada hâline gelmiş, ardından gelen üçüncü batışta ise tümüyle okyanus dibine gömülmüştür. O batış daha sonra yeryüzünde pek çok yerde etkisini gösteriyor. Ve bizim meşhur tufan öykümüz anlatılmaya başlanıyor.
Bir kısmı ise kuzeyde kalmakla birlikte bu sefer bir mağara hayatına çekilmek zorunda kalıyor. İşte bugünkü arkeolog ve paleontologların saptadığı varlıklar bunlardır. Atlantis’in en büyük göçü Kuzey Amerika, Orta Amerika ve Güney Amerika’nın kuzey kısmına olmuştur. Meksika ve Yucatan bölgesi, Mississipi nehrine kadar uzanan kısım Atlantis göçmenlerinin yerleştikleri yerdir. Buraya Mu kıtasının göçleri de ulaşmıştır. İnkalar ve Mayalar her iki uygarlığı da bir arada taşır. Hem anavatan Mu hem de Atlantis kültürünü barındırırlar. Her ikisi birbirinin içine girerek efsaneleriyle, inançlarıyla çok güzel bir melez kültür meydana getirmiştir. Anadolu halkının en eskisinden en yenisine, yani en son göç olan Oğuzların göçüne varana kadar bütün asıl beslenme kaynağı Moğolistan’dır. Atlantislilerin göçü nasıl Mısır’ı meydana getirmişse, orayı kendileri için büyük bir göç yeri ve temel bir vatan yapmışlarsa, Mu uygarlığının insanları da Uygurları temel olarak seçmişlerdir. Dolayısıyla iyilik ve güzellikle, felsefeyle ilgili bütün bilgilerini oraya nakletmişlerdir. Uygur uygarlığının kaynağı bugünkü Moğolistan ve Gobi Çölü’nün dağ yamaçlarına yakın olan bölgelerdir. Uygurların inanç, bilim, sosyolojik yaşam, insan ve doğa arasındaki denge, insan ve kozmos arasındaki yapılar bakımından getirip bıraktıkları esaslar çok doğrudur. Zaman içinde Uygur uygarlığı içinde dallanmalar meydana gelmiş, Hindistan’a, Çin’e, Afganistan ve İran yoluyla Anadolu’ya ve Balkanlar’a göçler olmuştur. Hatta Fransa’nın içlerine ulaşan göçler bile söz konusudur. Bugün oralarda yaşayan Katarlar, bir çeşit Drüid mezhebine bağlıdır ve birçok inançları temelde Uygur kökenlidir.
Onlardan bir kısmı İngiltere’ye göçerek Stonehenge anıtları etrafında törenlerini sürdürmüşlerdir. Uygur kökenli göçler, birtakım doğal olaylar sebebiyle olmuştur. Bugün bir çöl olan Gobi bir zamanlar bir iç denizdi ve bölge zengin ağaçlarla, meyvelerle ve hayvanlarla doluydu. Yeni oluşumların ardından meydana gelen yükselişlere paralel olarak oralarda çöküşler oluşmuştur. Gobi’nin çölleşmesine sebep olan iki büyük deniz Hazar ve Karadeniz’dir. Hazar ve Karadeniz o zamanlar dağlık bölgelerdi. Çökmeler başlayınca Gobi’nin suları da çekildi. O sular Karadeniz ve Hazar Denizi’nin meydana gelmesine sebep oldu. Bugün Karadeniz’in dibi hayvan cesetleriyle doludur ve bu yüzden zehirlidir. Büyük Uygur göçüyle birlikte Mu bilgeliği ve Atlantis teknolojisiyle yetişmiş olan büyük insanlık güçleri de, zekâsı ve zihni de göç etti. Onların içinde karışmış birçok varlıkta tohum halinde kapasite mevcuttur. Atalarının yapmış olduğu Şeyleri şu anda yapamıyorlar ama cevher olarak butıu korumuşlardır. 4-5 bin yıllık firavun mezarlarından alman buğdaylar nasıl filiz verdiyse, o tohumlanma özelliklerini 5 bin yıl boyunca korumuşlarsa, o insanlar da kendi DNA’larından, kendi kalıtımlarında bunları naklettiler ve getirdiler. Bu kalıtımın artık ne Atlantis’te ne de Mu’da olmayışı, bunların sadece bir kısmının Mısır taraflarında, bir kısmının da Uygurlarda kalışı çok önemlidir. Bu insanların en çok taşıdıkları özellik, Duyular Dışı Algılama’yla ilgili kodlardır. Bunlar mükemmel bir şekilde hiçbir bozulmaya ve eksilmeye yer bırakılmadan o varlıklar tarafından o göçlerle bu ülkeye, Anadolu’ya yeniden getirilmiştir. Kaybolmuş o yetenekler o insanlar tarafından tekrar yayılmıştır.
Kaynak : Türklerin Kozmik Kökenleri – Burhan Yılmaz
.
MENEMEN OLAYLARININ PERDE ARKASI - Yazar Nail KIZILKAN
Yunan Arşivlerindeki bir Resimde:
Provokatör ve kiralık Katil Derviş Mehmet ve hain adamları Yunan askerleriyle piyes izlerken.
Yakın geçmişte ajanların kışkırtması ve ahmakların kullanılmasıyla Sivas’ta yaşanan vahşi otel yakma olayları ve yargılama oyunları bize Menemen’i hatırlatmıştı. Yıl 1930 “Meşruti Cumhuriyetten” Meşru Cumhuriyete geçiş için bir hazırlık denemesi yapılıyor. Atatürk’ün arkadaşlarından Fethi (Okyar) Bey serbest Cumhuriyet fırkasını (Partisini) kuruyor (daha doğrusu kurduruluyor). Atatürk’ün bu girişimle: a)Hem milletin maneviyat seviyesini, b)Hem de iç ve dış hıyanet merkezlerinin tepkisini ölçmek istediği seziliyor. Halk partisi’nin “Despotik” yönetimine karşı duyulan umumi nefret, serbest fırkanın “Demokratik” cesaretine aşırı muhabbet şeklinde tezahür ediyor ve kısa zamanda çok büyük bir ilgi görüyor ve oy topluyor. Başına gelecekleri iyi bilen Fethi Bey, daha kurulalı bir yılı doldurmadan ve bu milli teveccühe rağmen partisini kapatıyor (Belki de kapattırılıyor). İşte Menemen ve çevresi de yediden yetmişine herkesin Serbest Fırkaya taraf olduğu yerlerden birisi… Serbest fırkanın kapatılmasından sonra Menemen’de şöyle bir olay cereyan ediyor;
Manisa ve civarında, Şam’dan gelip bölgeye yerleşen ve Yunan işgal güçlerince Menemen belediye başkanlığına getirilen aslen Dürzi ve Yahudi dönmesi Şeyh Sukuti’nin sözde halifelerinden olan ve mehdilik taslayıp saf köylüleri çevresine toplayan, Giritli Mehmet isimli bir derviş bozuntusu, anlaşılan birileri tarafından dolduruluyor. Manisa mutasarrıfı iken İngilizlerle işbirliği yapıp ülkemize hıyanet ederek sonunda Yunanistan’a sığınan Giritli Hüsnü’nün yeğeni sayılan Giritli Mehmet ismindeki fırsatçı hain, kendisinin beklenen Mehdi ve kurtarıcı olduğunu söyleyip dolaşıyor. Her nedense kolluk kuvvetleri tarafından ciddiye alınmayan, ilim ve irfan ehli katında nefret toplayan bu esrarkeş, çeşitli vaatlerle kandırıp çevresine topladığı üç beş saf ve serseriyi de alarak Menemen’e doğru yola çıkıyor. Bu sütü bozuk adam, daha önce “işgal güçlerine kurşun sıkılmaz” diye fetva veriyor.
Harp divanı savcısı Hidayet Beyin resmi iddianamesinde de belirttiği gibi “bir köyün bağ evinde günlerce esrar çeken” bu sokak serserileri, bir sabah namazında Menemen’e varıp şimdiki belediye binasının arkasındaki camiye giriyorlar.
Yanlarında bir dolma tüfek ve birkaç bağ bıçağı bulunmaktadır. Sabah namazına gelen cemaat bu serseri kılıklı adamlardan şüpheleniyor. Bunun farkına varan serseri başı Mehdi Mehmet;
—“Bizden korkmayın, Biz de sizdeniz. Zaten sizi kurtarmaya geldik. Namazdan sonra bize katılın ve kurtulun” diyor.
Namazdan sonra camideki yeşil sancağı kapan serseriler, hem cami cemaatine hem de sabahleyin işinin başına gelen yerli halka “Durmayın, Mehdi Mehmet’in sancağı altında toplanın küfrü tepeleyeceğiz Menemen yetmiş bin askerle çevrilmiştir” diye bağırarak meydana doğru yürüyor.
Tam bu sırada oradan geçmekte olan şube reisinin yakasına yapışan Mehdi Mehmet: “Yetmiş bin askerle Menemen çevrilmiştir. Hemen askerlerini al bize katıl. Yoksa kötü olur” diye haykırıyor.
Bu yeşil sancaklı bir kaç serserinin taşkınlığı karşısında şaşırıp kalan şube reisi “olur şimdi askerlerimi gönderirim” deyip sıvışıyor.
Bu deli zırvaları ve esrarkeş naraları devam ederken, arkasından sekiz jandarma eriyle yüzbaşı Fahri Bey çıkageliyor. Derviş Mehmet’in “Bize kurşun işlemez, durmayın safımıza katılın. Yoksa canınızı kurtaramazsınız” sözleri karşısında, bunları sekiz silahlı askerle yakalaması ve dağıtması mümkünken, yüzbaşı da hiç bir tepki göstermeden alaydan yardım istemek üzere oradan uzaklaşıyor… Olaylar bu şekilde gelişip beş on meraklının meydana toplanmasıyla kalabalık biraz daha artarken, o civardaki kışlada nöbetçi bulunan ve olup bitenleri uzaktan seyreden, yedek Subay olarak askerliğini yapmakta olan ilkokul öğretmeni Kubilay, yanına bir manga asker alarak meydana koşuyor.
Askerlerine süngü taktıran -zira silahların mermisi yoktur- Kubilay, tek başına bağırıp duran Mehdi Mehmed’in üzerine yürüyor ve suratına bir kaç tokat patlatıyor. Bunun üzerine serserilerden birisi elindeki dolma tüfeği Kubilay’ın topuğuna boşaltıyor.
Hayret! Kubilay’ın ayağından yaralandığını ve yere yıkıldığını gören askerler dehşete kapılıp dağılıyor. Bundan daha garibi, bütün bu olaylar ceryan ederken, saatler geçtiği halde hala ortada ciddi bir devlet müdahalesi ve otoritesi görülmüyor. Bu planlı ve kasıtlı provakasyonun gizli bir güç tarafından tezgahlandığı ve Yunan işgalini alkışlayan sahte tarikatçı Derviş Mehmed’in bunlara güvenip yaslandığı açıkça belli oluyor.
Kubilay yerde kıvranmakta ve devamlı kan kaybetmektedir. Derviş Mehmet adındaki sapık geceden kalan esrar sarhoşluğu ve cinnet cesaretiyle, cebindeki ağzı testereli bağ bıçağını çıkarıp zavallı Kubilay’ın boğazını kesmeye başlıyor… Halk korku ve dehşet içinde kaçışıyor. Meydanda Derviş Mehmet’le beş serseriden başka kimse kalmamıştır.
Ve işte bunca dehşetten sonra nihayet bu altı sarhoşun üzerine civardaki alaydan mitralyözlü koca bir bölük çıka geliyor. Bölük hemen meydanı sarıyor ve ateşe başlıyor. İlk kurbanlar, ne olup bittiğini anlamak için meydana koşuşan iki bekçidir. (Görgü tanıkları bu iki bekçinin mitralyöz ateşiyle vurulduğunu söylemişlerdir.)
Giritli Hasan ile Nalıncı Hasan adındaki serseriler, nasıl oluyorsa sıvışıp kaçtıkları halde Mehdi Mehmet ve diğer arkadaşları vurularak öldürülüyor. İçlerinden Zeki Mehmet adlı birisi de ölü numarası yaparken yaralı olarak ele geçirilince “Hani bize para verip bırakacaktınız? Bu ne işlerdi başımıza getirdiniz?” diye ağlamaya ve yalvarmaya başlıyor!!..
O günleri yaşayanların ifadelerine göre çarşaflı bir kişi, ta başından sonuna kadar olayları uzaktan seyredip sonunda kayboluyor!?
Menemen olayının hemen arkasından bütün bölgede sıkıyönetim ilan ediliyor. Örfi idare ve harp divanı mahkemesi kuruluyor ve kıyım başlıyor.
22 Aralık 1990 Cumartesi günü saat 19.20 sıralarında TRT’nin konuyla ilgili programında söylendiği üzere Atatürk’ün “bu vahşi olaya sadece katılanlar değil, hatta seyirci kalanlar bile cezalandırılmalıdır” şeklindeki direktifi de herhalde “bu olayları duyanlar dahi cezalandırılmalıdır” şeklinde anlaşılmış olacak ki, sağ olarak ele geçen üç serserinin güya ifadeleri ve itirafları sonucu, başta İstanbul’da oturan 90 yaşlarında âlim ve fazıl Erbilli şeyh Esat Efendi ve oğlu müderris Ali Efendi olmak üzere, tam otuz yedi kişi idam ediliyor, yüzlerce insan da ağır mahkûmiyet ve mağduriyete uğratılıyor.
Bizim kanaatimiz, Atatürk gibi bir liderin bu talimatı verebileceği pek mantıklı görülmüyor. Bütün bu sinsi tezgâh ve tuzakları; Türkiye’mizi Siyon cumhuriyeti yapmak isteyen, malum ve mel’un çevrelerin kurduğu… Ve İslam’ı barbar, Müslüman’ı gaddar göstermek ve sindirmek için sahneye konulduğu, her yönüyle sırıtıyordu. Hatırlayınız, İzmir Suikastında da yine Giritli tetikçiler kullanılıyordu. Ve herhalde: Atatürk de tabi ki bunları fark ediyordu, yani yutmuyordu… Ancak, yukarıda saydığımız mazeret ve mecburiyetlerle yutkunuyordu ve göz yumuyordu… Çünkü ülkenin geleceğini ve güvenliğini korumak, bunu gerektiriyordu…
Şimdi yetkililere ve tarihçilere şu soruların doğru ve doyurucu cevaplarını vermelerini arz ediyoruz:
1- Tarihi vesikalarda ve TRT’nin ilgili yayınında bile esrarkeş bir Derviş bozuntusu olduğu bildirilen 6 serserinin yaptığı vahşet ve cinayeti, hiçbir alakası olmadığı halde Müslüman milletimizin kalbini yaralayacak şekilde ısrarla “irticacılar, gerici ve yobazlar” şeklinde takdim etmenin manası ve maksadı nedir? Niçin bunların arkasındaki gizli ve kirli merkezler deşifre edilmemiştir?
2- Yüzbaşı Fahri Bey ve askerleri ta işin başında alaydan yardım istedikleri halde olayların başı boş gelişmesine fırsat verilmesinin ve saatlerce sonra askeri birliklerin gönderilmesinin sebebi ve izahı ne olabilir?
3- Serbest Cumhuriyet Fırkasının kapanmasının hemen ardından ve de serbest fırkaya büyük teveccüh gösteren bir bölgede böyle bir olayın yaşanması ve 37 idam, yüzlerce hapis cezası ile sonuçlanması, acaba halk partisine karşı oluşacak bir muhalefetin nasıl bastırılacağını göstermek ve Müslüman halkı sindirmek için mi tertiplenmiştir? Mustafa Kemal’i Müslüman halkımıza karşı kışkırtmak için midir?
4- Yaralı olarak yakalanan Zeki Mehmet’in “hani bize para verip bırakacaktınız?”şeklindeki sözleri ve olay boyunca çevrede “esrarengiz bir çarşaflının görülmesi” ne ile ve nasıl izah edilecektir?
5- Şayet iddia edildiği gibi bu fitneyi “tarikatçı Nakşîler ve şeriat özlemcileri”tertiplemiş olsaydı, böylesine halktan alakasız ve hazırlıksız mı yürütürlerdi? Bu işin liderliğini böyle üç beş aslı bozuk sahte tarikatçıya ve sarhoşa terk ederler miydi?
6- Son Sivas olaylarıyla menemen olayları arasındaki hayret verici benzerlik, acaba her ikisinin de aynı maksatlarla ve aynı mihraklarca tertiplendiğini mi göstermektedir?
Lütfen dikkat!.. Genel Kurmay ATASE Başkanlığının incelemesinde: “Mehdi geçinen Derviş Mehmet’in kendisine Peygamberlik geldiğini” söylediği belirtilmektedir.
Ve yine; TBMM Zabıt Ceridesi kayıtlarına göre; Serseri bir sarhoş olan Derviş Mehmet’in “Esrar çekerek Miraca yükselip Allah’la görüştüğü, bu nedenle sürekli esrar içmeleri gerektiğini” iddia ettiği tespit ve tescil edilmiştir. (Bak: D:3, C: XXIV, Sıra No: 58 Sh. 10)
Şimdi insafla karar verin; en sade ve safi Müslümanların bile, kendisini Peygamber ilan eden ve Miraca çıkıp Allah’la görüştüğünü söyleyen böylesi sapkın sarhoşlara inanıp peşine düşmesi beklenebilir mi?
Birkaç hain tiyniyetli ve organizeli münafık ve kiralık figüran kişiye yaptırılan bu vahşet ve cinayeti, elbette nefretle kınıyor, başta Kubilay ve bu olay yüzünden hayatını kaybeden bütün masum insanları rahmetle anıyor ve her halinden ikinci bir menemen senaryosu olduğu anlaşılan Sivas olaylarını bahane ederek, halkımıza ve inançlarımıza saldıran ağzı salyalılara da şunu hatırlatıyoruz: Biz her zaman ve her türlü anarşinin ve gericiliğin dışında kaldık. İnananları anarşist ve irticacı gibi gösterenlerin yalanları ortaya çıkacaktır.
Umuyoruz, çok yakın bir gelecekte tarih gerçekleri yazacak ve bu oyunlar televizyon ekranlarına yansıyacaktır. Şimdiki fırsat fareleri de kaçacak delik bulamayacaklardır. Bu konuda A. Nedim Çakmak’ın “Hüsnüyadis Hortladı” kitabında önemli tespit ve tahliller vardır. Bu arada, Menemen vahşetini tezgahlayan hainlerin niyeti, tiyniyeti ve Yahudi mensubiyeti bilindiği halde, bu menfur olayı bahane ederek, her sene irtica edebiyatıyla Müslüman halkımızı rencide edenler, aslında inançlı insanları ürkütüp, Derviş Mehmetlerin bugünkü takipçilerinin kucağına atmaktadır.
Haim oğlu Josef, Fethi Okyar ve İrtica Senaryosu
Menemen olaylarında irticai başkaldırıdan dolayı asılan 29 kişiden biri Haim oğlu Josef’tir! Biraz tarihle biraz da Menemen olayıyla ilgilenenler bu gerçeği bilir. Adından da anlaşılacağı gibi Josef, Yahudi asıllıdır, ve aynı zamanda farmason olduğu söylenir.
Haim oğlu Josef’in idamı değil ama idam nedeni tartışmalıdır. Bir iddiaya göre “yaşasın şeriat!” diye bağırdığı için… Bir iddiaya göre ise, “Derviş Mehmedi’ye ip sattığı” için idam edilmiştir.
Ama en makul ve mantıklı gerekçe sanırız, Josef’in, Serbest Fırka’nın Menemen’deki en ateşli taraftarı ve en önde gelen ismi olmasıdır. Daha doğrusu, yeni Devletimiz ve cumhuriyetimiz aleyhinde ve İslamcılık görüntüsüyle fitne tezgâhlayan Sabataist-Yahudi şebekesine katılmasıdır. Sonuçta Yahudi esnaf Haim oğlu Josef Menemen’de irtica taraftarlığından asılmıştır!? İrtica taraftarlığının en önemli delillerinden biri Serbest Fırka’dan olmasıdır. Serbest Fırka irticai eylemler nedeniyle kapatılan (feshedilen) ilk siyasi partilerden sayılır. Oysa Serbest Fırka, Fethi Okyar tarafından ve Atatürk’ün emriyle siyasete başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş çalışmaları sırasında, “Yeni Cumhuriyet’in resmi dini ne olsun?” tartışması yapılmaktadır. Komisyon üyelerinde beş tanesi ‘Hıristiyanlık olsun’ diye teklifte bulunmaktadır. Bu beş kişiden birisi Ankara’da büyük bir caddeye adı verilen Mahmut Esat Bozkurt’tur. Bir diğeri ise Fethi Okyar’dır. Yani İrtica nedeniyle kapatılan Serbest Fırka’nın kurucusu, Müslümanlıktan çok Hıristiyanlığa yatkındır. Ve bunlar irticayı hortlatmak için kullanılmıştır.
Yeri gelmişken Can Dündar’ın 25.12.2005 tarihli Milliyet’teki yazısını konumuzla ilgili olduğu için dikkatinize sunuyorum:
Menemen’in Son Tanıkları
10 yıl önce, “Gölgedekiler” belgesel serisinin çekimi için gittim Menemen’e… Tarihin gölgede kalmış şahsiyetlerini inceliyorduk. O bölümde konumuz, Fethi Okyar’dı…
Fethi Bey, 1930 yazında Paris büyükelçisiyken tatil için Türkiye’ye gelmiş, Atatürk’ü görmeye Yalova’ya gitmişti. Gazi, o günlerde henüz 7 yaşındaki Cumhuriyet’in içine düştüğü ekonomik bunalımın derdindeydi. Geçen 7 yıla Cumhuriyet, laiklik, şapka kanunu, harf değişikliği, medeni kanun, Şark isyanı sığmış, zihinler allak bullak olmuştu.
Atatürk, Yalova’da çocukluk arkadaşı Okyar’a bir muhalif parti kurmasını teklif etti. Türkiye’nin Batı’daki “Tek adam diktatörlüğü” görüntüsünü silmek istiyordu. “Serbest Fırka”, fikren o gece kuruldu.
99 günlük macera böylece başlamış bulunuyordu.
Parti kurulur kurulmaz huzursuz kitleler Fethi Bey’e yöneldi. Hiç istemeden girdiği siyaset oyunu, onu başrole sürüklenmişti. Kuruluştan 3 hafta sonraki İzmir mitingi görkemli geçti. Parti, çok partili ilk yerel seçimde büyük başarı elde etti. Bu, muhtemelen Gazi’nin dahi beklemediği bir ihtimaldi. Ata, devrimlerin tehlikeye gireceğini (ve masonik-sabataist şebekenin bu partiyi hem de İslamcılık adına ele geçireceğini) sezince tarafsız Cumhurbaşkanı statüsünü terk edip CHP’ye sahip çıkma ihtiyacı hissetti.
Fethi Bey, kuruluşundan 99 gün sonra, 17 Kasım 1930’da Serbest Fırka’yı feshetmek zorunda kaldı.
Gazi ise halkın tepkisini yoklamak üzere bir yurt gezisine çıktı.
Nakşi Mehdi Mehmet’in Kubilay’ı katli, işte tam o gergin döneme rastlamaktadır. Kubilay’ın törenlerle anıldığı Menemen’i anlamak için dönemin psikolojisini bilmekte yarar vardır.
Çekim için Menemen’e gittiğimizde olayın son tanıkları henüz hayattaydı. Onları bulup konuşturduk. Olayın Menemen’le hiç ilgisi olmadığını anlatmakla geçmişti hayatları… Kubilay’a kıyanlar Menemen’le hiçbir alakaları bulunmamaktaydı. Bir Nakşi şeyhinin müridi olduğu söylenen 6 esrarkeşti bunlar… (Bazı Bektaşi tekkelerinde o da gizli olmak şartıyla içki alemleri duyulmuş olsa da Nakşiler içerisinde böyle ayyaş ve esrarkeş kimselerin varlığına hiç rastlanmamıştı, bunlar, Haçlı ve siyonist dönmelerin her tarafa sızdığının ve Nakşiliğe karşı devleti kışkırttığının bir kanıtıydı. N.K.)
Bağ budama mevsimi Manisa’dan Menemen’e gelip sabah namazına dek esrar çekip, bıçak bileyen bu serseriler Sabah ezanı okununca Giritli Mehmet’in “Mehdi”liğini ilan etmiş, yeşil sancağı mihraptan kaptığı gibi meydana çıkıp şöyle bağırmışlardı: “Müslüman’ım diyen sancağımızın altında toplansın!”
General Mustafa Muğlalı’nın yönettiği Divan-ı Harp mahkemesinde 144 Menemenli yargılandı.
1 numaralı sanık, İstanbul’dan sedyeyle getirilen 90 yaşındaki Nakşi Şeyhi Esat Efendi’ydi. Duruşmalar sırasında hastanede öldü. Mahkeme 2 haftada bitti. 37 idam çıktı. İsyancılara sigara satan, ip sağlayan ve alkış tutanlar idama mahkûm edilmişti.
9 hükümlü yaşları küçük olduğu için affedildi. 28’i Menemen meydanında idam edildi. Ve Meclis’te fatura, Fethi Bey’e kesildi. Çünkü Menemen’de yerel seçimi Serbest Fırka kazanmıştı.[1]
Menemen’de Kubilay’ın katledilişine tanıklık edenlerle 10 yıl önce bir belgesel için görüşmüştüm. Belgeselde kısaca yer verebildiğimiz bu tanıklıkları bugün, Kubilay’ın katledilişinin 75’inci yılında ilk kez yayımlıyoruz.
Sami Özyılmaz’ın Hatırladıkları:
“Kubilay ‘Hücum’ dese hepsi süngünün ucunda kalırdı!?”
Eniştem bakkaldı. Sabah dükkânı açmış. ‘Menemen’in etrafını 70 bin Arap’ın çevirdiğini’ duymuş. Haydi ‘Gel şu dükkânı kapatalım’ diye beni kaldırdı. Dükkânı kapattık. O eve gitti. Ben Hükümet’in (Vilayet’in) önüne gittim.
6–7 kişi vardı orada… Normal adamlardı, kafaları kasketli, omuzlarında çanta vardı. Birinin eli silahlı… Ellerinde bir bayrak… Musabey köyünün Çarşı Camii’nden almışlar sabah namazında… ‘Öğlene kadar o bayrağın altından geçen geçecek, geçmeyen kılıçtan geçecek’ diyorlarmış.
Millet etraflarını çevirmiş. Ben köşeden onlara bakıyorum. Epey durdular. Hükümet tarafından ya da büyüklerden kaymakam, hoca falan gelse, hatta sivillere bile ‘Yakalayın bu adamları’ dese, yakalarlardı.
Ondan sonra telefon ettiler Alay’a… Bir manga asker geldi karşı sokaktan… Asker süngüyü taktı. Siviller açıldı. Orada Kubilay askere süngüyü taktıktan sonra ‘Hücum’ dese, hepsi süngünün ucunda kalacaktı. Bir silah patladı. Bir tek el ateş edildi. Kubilay ayağından vuruldu. Asker geri kaçtı. Millet kaçıştı. Kubilay önce Hükümet’e giriyor, kapılar kapalı. Oradan geri, camiye dönüyor, cami avlusundaki taşın dibinde düşüyor. Bunlar da gidip başını kesiyorlar. Sonra askere telefon ediyorlar Hükümet’ten… Asker geliyor. Kahveden onlara makineleri tüfeklerle ateş ediyor. Hepsi esrarkeşmiş zaten. Asker hepsini vurdu, yalnız bir tanesi kaçtı, onu gördüm.
Sonra bütün cesetleri topladılar oraya… Halk toplandı, jandarmalar, subaylar geldi, ölülerin torbalarından esrar çıktı, parça parça… Ben de esrarı ilk orada gördüm. Cesetleri kamyonlarla götürdüler.
Sonra sıkıyönetim oldu. Kaçan adamı bulmak için haftalarca nöbet tuttuk. Evleri aradılar tek tek… Derken Manisa’da bulundu. Bir oduncunun ekmek torbasını almış. Oduncu da ihbar etmiş, yakalanmış orada… 28–29 gün sonra… Mahkemeye getirdiler. Adama bizi gösterip ‘Bunlardan kimse var mıydı?’ diye sordular. O da bakıp ‘Bu vardı’, ‘Bu yoktu’ diyordu. ‘Var’ dese yandın.
Ben şofördüm. Mahkemenin emrinde akşam iki araba nöbet bekliyorduk. Adam kimin ismini söylediyse ‘Getirin’ diye telefon ediyorlardı. Getiriyorduk, içeride mahkeme ediyorlardı. Onların asılacağı gün, nöbet yine bendeydi. Korkudan otomobilin dışına çıkmıyordum. Hep seyrettik, üzüldük.
Hükümet’in altında Birincieller’in evi var, önce onu astılar: Manisalı Hocazade Ahmet Efendi… Astıktan sonra önüne ismini asıyorlar. Ondan sonra geldik akasyaların altında birini astılar. Sonra Ali Efendi’yi tütün satılan barakanın yanında astılar. Adamlara mecburen sigara satan Molla Osman’ı astılar. O çok bağırdı asılırken ‘Kurtarın’ diye, askerler vaziyet aldı. Ondan sonra sırayla asıldı, asıldı, ta çarşının içine kadar hepsini gördüm. Kamyonlarla atıp mezara götürdüler öğlene kadar…
Bence asılanlar içinde suçlu olan yoktu. 6–7 tane sarhoşun çılgınlığıydı. Bunlar içinde Menemen’den bir Gazozcu Abbas vardı, bir de Kubilay’ın kafasını bayrağa asmakta kullandıkları urganı elinden aldıkları çocuk…
Olaydan sonra bizi caminin önünde topladılar. Sivil birkaç kişi vardı, bir de alay komutanı paşa… Orada gözlüklü bir sivil “Menemen’i toprak halinde (yerle bir) görseydim, iftihar ederdim” dedi.
Bunlar gelmeden Menemen’de gericilik yoktu. Ama parti meselesi vardı. Serbest Fırka kazanmıştı. Onun intikamı mı, bilmem. Bildiğim şu ki Menemen’in bu işte hiçbir suçu yok. Zaten içlerinde Menemenli de yok.”
Sorular ve Kuşkular!?
• Kubilay Girit adasının Osmanlı devlet idaresi altında olduğu 1906 tarihinde Hanya şehrinde doğup ailesi Türkiye’ye ve Yahudi/Dönme olduğu iddiaları vardı. Mustafa Fehmi ismini bırakıp niçin Kubilay ismini almıştı. Menemen esnafı ile arası açık mıydı? Esnaf ona bazı namus meseleleri dolayısıyla kızgın mıydı? Bunların yanıtlanması lazımdı.
• Profesör Yalçın Küçük “Türkiye Üzerine Tezler” adlı kitabının 1’inci cildinde Menemen vak’ası hakkında resmî ve ideolojik tarihe uymayan bir yorum yapmaktadır. Ona göre Menemen hâdisesi, Kemalist rejimi rayına oturtmak için önceden hazırlanmış bir senaryodur. Zaptu rabt altına alınmak istenen halkın ekonomik sıkıntılarını örtbas etmek, toplumdaki muhalefeti ezmek için rejim karşıtı bir ayaklanma senaryosu gerekli görülmüştür. (Yalçın Küçük dikkatleri başka yöne çekerek, Atatürk’ü suçlama peşindedir. Halbuki bu maksatla Menemen ilçesi ve Kubilay bilinçli bir şekilde arbedeye sürüklenmiş, onun “şehit” edilmesiyle masonlar kendi muhaliflerini denetim altına alarak baskıcı politikalarını meşrulaştırma yoluna gitmişlerdir. (İnternetteki turkforum net’in Menemen olayı ile ilgili dosyasının 11’inci sayfasından).
• Menemen hadisesi ve Kubilay’ın öldürülmesiyle ilgili Cevat Rıfat Atilhan’ın “Menemen Hadisesinin İçyüzü” başlıklı eseri ile Mustafa Müftüoğlu’nun “Menemen Vak’ası” adlı kitabı (Risale Yayınları). önemli ve tarihi kaynaklardır.
[1] 25.12.2005 / Milliyet / Can Dündar
|
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:
Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,
Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.
Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!
Ne mutlu Türküm diyene!.
Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,
Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.
Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!
Ne mutlu Türküm diyene!.
Bunları Biliyor muydunuz?
Bunları Biliyor muydunuz?
* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”
* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,
* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,
* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,
*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,
* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,
* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...
* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”
* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,
* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,
* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,
*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,
* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,
* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...