CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

Baba Yörük Anne Türkmen



Atatürk'ün 'soyu' açıklandı
Anıtkabir Komutanlığı 23 Nisan'da Anıtkabir'i ve 81 ilde garnizon komutanlıklarını ziyaret edecek çocuklara armağan etmek üzere "Atatürk ve Çocuk" kitabı hazırladı.

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı vesilesi ile yayınlanan kitabın “ Atatürk de bir çocuktu ” adlı ilk bölümünde, Mustafa Kema l’in soy bağlarına ve ünlü “karga kovalama” anısına yer verildi.
Kitabın o bölümü şöyle: “Gazi Mustafa Kemal Atatürk 1881’de Selanik’te Kocakasım Mahallesi, Islahhane Caddesi’ndeki üç katlı pembe evde doğdu.
Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım’dır.
Baba tarafından dedesi Kızıl Hafız Ahmet Efendi 14-15. yüzyıllarda Karaman’dan Makedonya’ya, Kocacık’a yerleşmiş Kızıl Oğuz (Kocacık) Yörüklerindendir.
Annesi Zübeyde Hanım ise Selanik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş köklü bir Türk ailesinin kızıdır.
Annesinin ailesi de Karaman’dan gelen ve Rumeli’de 'Konyarlar' diye bilinen Türkmenlerdendir.”

Yeni İnternet Kanun Teklifi Ne Getiriyor?

İnternetle ilgilenenlerin dikkatle okumaları gereken bir yazı
 
5651 Sayılı Kanunu Genişleten Yeni İnternet Kanun Teklifi Ne Getiriyor?
Yazan: Fusun S.Nebil
 03 Ocak 2014, Cuma
             
 
17 aralık 2013 tarihinde TBMM'ye ulaşan bir kanun teklifi, o günden bu yana internet camiasında tartışılıyor. "İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi" AKP MKYK üyesi Şanlıurfa Milletvekili Zeynep Karahan Uslu tarafından verildi ve 26 AKP milletvekili tarafından da imzalandı. Teklifin sunumunda "İnternetin dağıtık ve dinamik yapısı, yeni ihtiyaçları ortaya çıkarmıştır....... bu kapsamda 5651 sayılı kanunun mevcut maddelerinde değişiklik ve yeni eklemeler öngörülmektedir" deniliyor.

17 aralık 2013 tarihinde TBMM'ye ulaşan bir kanun teklifi, o günden bu yana internet camiasında tartışılıyor. Kanun teklifi içerik konularını düzenlemekte olduğu halde "sivil inisiyatif"miş gibi gösterilen devlet kontrolünde bir erişim sağlayıcılar birliği kurulmasını gerektiriyor. Bu haliyle de "üstü kapalı sansür" düşüncesi yaratıyor.

"İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi" AKP MKYK üyesi Şanlıurfa Milletvekili Zeynep Karahan Uslu tarafından verildi ve 26 AKP milletvekili tarafından da imzalandı. Teklifin sunumunda "İnternetin dağıtık ve dinamik yapısı, yeni ihtiyaçları ortaya çıkarmıştır.../.../.. bu kapsamda 5651 sayılı kanunun mevcut maddelerinde değişiklik ve yeni eklemeler öngörülmektedir" deniliyor.

Teklif Edenlerin Kanun Teklifi Sunumunda Neler Var?

Yine kanunun sunumunda; yeni getirilen hususlar şu şekilde özetleniyor;
    Teklif ile; 

    • hapis cezalarının adli para cezalarına dönüştürülmesi, 
    • 'uyarı yöntemi', 'içeriğin yayından çıkarılması' ve 'erişimin engellenmesi' kavramlarının tanımlanması, 
    • bu mekanizmaların işlerliğini sağlayacak 'irtibat bilgisi' kıstaslarının oluşturulması, 
    • içeriğin yayından çıkartılması ve içeriğe erişimin engellenmesi kararlarının infazı ve bu kararların uygulanmasını sağlayacak muhatapların belirsizliği gibi sorunların çözüme kavuşturulması amacıyla Erişim Sağlayıcılar Birliği şeklindeki sivil inisiyatifin kurulması, 
    • nefret söylemi içeren yayınların katalog suçlar kapsamına alınması ve böylece bu tür yayınlara karşı da erişimin engellenmesi tedbirinin uygulanabilmesi, yer sağlayıcılara 8. madde kapsamında hapis cezası uygulamasının kaldırılması, 
    • yer sağlayıcıların trafik bilgisi tutma yükümlülüğünün yasal dayanağının güçlendirilmesi, 
    • yer sağlayıcılık faaliyetinin yetkilendirme çerçevesinde değil bildirim usulüne bağlı olarak gerçekleştirilmesi, 
    • internet kafeler gibi ticari amaçla toplu kullanım sağlayıcılara yönelik yaptırımlarda kademeli sisteme geçilmesi, 
    • suça konu olmasa dahi özellikle çocukların fizyolojik gelişimlerini olumsuz etkileyen içeriklerle ilgili olarak da sadece kafe vb. yerlerde tedbir (filtreleme vb.) alınabilmesi olanağına ilişkin yasal dayanağın güçlendirilmesi, 
    • erişimin engellenmesi kararlarında bulunacak hususlara ilişkin yönetmelikte düzenlenmiş hususlara yasada yer verilmek suretiyle özellikle erişimin engellenmesi yönündeki kararların ölçülülük ilkesine uygun olarak alınması ve uygulanmasının kolaylaştırılması, 
    • Başkanlığın mevcut düzenlemede var olan katalog suçlar kapsamında çalışmalar yapma, çalışma kurulları oluşturma yetkisinin internetin güvenli kullanımı ile ilgili hususlar bakımından da geçerli hale getirilmesi, 
    • erişimin engellenmesi tedbirine iş bölümü çerçevesinde HSYK tarafından görevlendirilmiş mahkemelerce karar verilebilmesi 
            


Özetle görüldüğü gibi, devlet içeriğin geliştirilmesine yönelik hiç bir geliştirme yapmıyor ama engellemesi için yeni bir kanun çıkarıyor[1].
Kanunla İlgili Düşüncelerimiz


Kanunla ilgili olarak verilen bu sunumlardan, adı İnternet olan bir kanunun, hiç de interneti düşünmediğini görüyoruz. Daha doğrusu bu kanunda aslında bir mantık hatası var. İçerikçileri düzenliyor ama erişimcilere birlik kurduruyor. Ama neden? Detaylı bakalım..

  • Yurtdışında içerikçilerin oluşturdukları örgütler var. Bu örgütler aynen "Basın Konseyi" gibi davranıyor. Ama ülkemizde içerikçilere yönelik zorluklar (mesela hosting ücretlerinin 2 kat pahalı olması ve reklamın sadece eskiden gelme gazetelerin sitelerine dağıtılması) nedeniyle zaten sektör gelişemiyor ve dolayısıyla biraraya da gelemiyor.
  • Kurulacak olan Erişim Sağlayıcılar Birliği üzerinden içerikçilerin kontrolü isteniyor. Bunun anlamı "Sezardan çok Sezarcılar"ca sansür gibi gözüküyor. Erişim sağlayıcılar kendilerine bela çıkaracak içerikçileri almayabilecek ya da gönderebilecek. Yani devlet kendisi sansür yapmamış olacak ama bu erişim sağlayıcılar birliğinin kendi düşüncesi (korkusu) ya da bizzat yapılacak baskı ile sansür uygulaması her an mümkün hale gelebilir.
  • Madde 4'de "böylece sivil inisiyatif etkin kılınmış ve gelişmiş ülkelerdeki uygulamalara paralellik sağlanmıştır" ifadesi adeta şaka gibi; Sivil toplum örgütü olması gereken bu birliğin kurulmasını mecbur ve tüzüğünü de BTK'ya onaya tabi kılıyor. Üstelik merkezi Ankara'da (ISS'ler İstanbul'dayken). Telekom sektörü devlet tarafından yönetilmeye başlıyor ya da diğer deyişle devletleşiyor anlamına gelir bu. Sivil inisiyatif neresi acaba?
  • Birliğin masrafları yine erişim sağlayıcı firmalarının gelirlerinin bilmemkaçta biri ile sağlanacak. Yani vatandaşın internetine yeni bir külfet geliyor. Üstelik AB İlerleme raporunda, BTK'nın internet-telekom firmalarından almakta oldukları yıllık ücretin aşırı yüksek olduğu tespit edilmesine rağmen[2]. BTK'nın bu gelir olmadan, 2014 bütçesinin 1,8 milyar TL olduğunu ve bunun % 72'si olan 1,2 milyar TL'sini devlete aktaracağını da hatırlatalım[3]. Bu da üstü örtülü bir vergi gibi zaten.
  • Erişim engelleyicilere getirilen kontrol ve para cezası maddeleri (bu arada hapis cezasının kaldırılması olumlu), yukarıda da belirttiğimiz üzere erişim engelleyicilerin, bazı içerik sağlayıcılarına yer sağlamaktan kaçınmasına da neden olabilir. Bu da bir sansür çeşidi olabilir.
  • Bu sansür aynı şekilde yurtdışından gelecek trafiğe uygulanabilir. Çünkü 2004'de güya serbestleşen ülkemizde, 2014'e geldiğimizde 10 yıl içinde, internet servis sağlayıcı sayısı artacağına, azaldı. Böyle bir birlik durumunda da, çeşitli hareketler, bu servis sağlayıcıların lisanslarını bağladıkları BTK üzerinden lisans ya da cezalarla erişim engellemeye zorlanabilir.
  • Ama zaten yeni getirilen uygulamalarla “adeta Türkçe içerik istenmiyor" diye düşünmeye başladık. Bu kanun içinde sürekli içeriğin kontrolü ve yükümlülükler yer alıyor ama Türkçe içeriğin yeşermesi için gereken hiçbir adımın bugüne kadar atılmadığı bir yana, bugün bu kanunda da sadece yükümlülüklerin arttırılması çok düşündürücü.
  • Bu kanunla birlikte içerik yurtdışına kaçabilir diyeceğiz (zaten içeriğin bir kısmı yurtdışında). Ama dediğimiz gibi ülkede İnternet Servis Sağlayıcıları iyice azaldı. Yurtdışından gelecek trafiği kontrol ederek yurtdışından gelecek sitelerin engellenmesi de son derece kolay. Zaten kalan ISS'lerin de fiber yatırım yapması engelleniyor. (daha önceki bir yazıda belirttiğimiz üzere[4]) Bunun da anlamı dolaylı bir "sansür" gibi gözüküyor.
  • Ayrıca Aile Filtresi olarak sunulan filtre sistemi de her an uygulanabilir bir sansür gibi gözüküyor. Örneğin yurtdışından yayın yapan sitelere erişim doğrudan ISS'den olmadı diye erişim sağlayıcılar birliğinden engellenebilir.
  • Madde 5 ile senelerdir kötülenen internet kafelere yeni uygulamalar gelecek gibi gözüküyor.
  • Doğrudan bu konu ile ilgili değil ama böyle bir merkezin, üstelik Ankara'da kurulması, dinleme operasyonunu (18 temmuz tarihli BTK kararı çerçevesinde) rahatlatır diye düşünüyoruz.[5]

Bu kanun, internetle ilgili kişilere danışılmadı bile. Geçen sene hazırlanan 5651 değişiklik teklifi üzerine, bu sene Gezi Olayları vs gibi durumları da içerecek şekilde AKP tarafından hazırlanmış ve TBMM'ye sunulmuş. Ama özetle "bu kanun içerikçileri istemiyor" diye yorumluyoruz.

Demokrasi ile İnternet Erişiminin Gelişmesiyle Doğru Orantılı

Bugün yayınladığımız New York Belediye Başkanlığına seçilen Blasio'nun hikayesine bakın. Güç gazetelerin elinden gitti, TV'ların hala biraz elinde ama hızla internete kayıyor[6]. Bu konuda yapılmış bazı akademik çalışmalar da var.

Tabi internetin olduğu ortamda mümkün olduğunca şeffaf olmak lazım. Yoksa birden bütün belgeler ortaya dökülebiliyor. Örneğin Edward Snowden, örneğin Wikileaks ve hatta RedHack. Yani normal şartlar altında internetin kontrolü zor. Hele saklanması gereken birşeyleri olan bir devlet varsa.

Fiber ile ilgili yazımızda belirttik; interneti sansürlemenin bir yolu da, bant genişliğini belli bir seviyede tutmak, gelismesini engellemektir. Buna "network neutrality" engellemesi deniliyor. Servis sağlayıcılar bunu rakiplerini engellemek için kullanıyor. Ama ya devletler?

Diğer yandan doğrudan sansür yapınca içeriden ya da dışarıdan pek çok noktadan ses çıkıyor. İşte böyle bir ortamda bu kanunla karşılaşmak hoş değil. Bu kanun dolaylı bir sansür taşıyor diye düşündürtüyor. Çünkü nedense herşey tek elde toplanmaya çalışılıyor.

17 aralıkla birlikte ortaya konulan pek çok şey korkutucu. Bu kanunla birlikte vatandaşın elindeki en önemli parça da gidiyor gibi gözüküyor. Bahsettiğimiz kanun TBMM'de Adalet Komisyonunda görüşülecek ve ana metinde biraz değişiklikler olduğunu duyuyoruz. Moda deyimle soralım; "evet ama yeter mi?"...



[1] TBMM - İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi

[2] Türkiye'nin AB Üyeliği Yeni İlerleme Raporunda Bilgi Toplumu ve Medya Başlığının Analizi Yayınlandı 

[3] BTK 2014’te Diğer 7 Düzenleme Kurumu’nun Toplam Bütçesinin 2 Katı Bütçeye Sahip

[4] 2013 Biterken İnternete Bir Bakış; 3 Yıldır Istanbul'da bir Metre bile Yasal Kazı Yapılamıyor, Fiber Döşenemiyor - 1

[5] Akşam 6'da Türk Telekom Networkü Çöktü

[6] Sosyal Medya Seçim Kazandırır mı? Bill de Blasio Örneği

Türkleri Sevmeyen Osmanlı!


Osmanlı damarlarındaki asil Türk kanını yitirdi,
muhtaç olduğu kudreti de bitirdi!
-YüksekTürkiye
 

Türkleri Sevmeyen Osmanlı!  -Ergün Özel

Bütün tarihi kaynaklar, Osmanlı Devleti'nin Türk ulusu tarafından kurulduğunu kanıtlamaktadır.
Ancak, kuruluş aşamasını tamamlayan ilk kuruculardan sonra, Osmanlı padişahlarının ne denli Türk oldukları kuşkuludur.

Çünkü, kuruluş dönemindeki koşullarda geçerli olan; komşu ülkelere saldırma ve onlardan savaş tazminatı ve ganimeti alma siyasasına dayalı olarak güçlenip zenginleştikten sonra, yatak odalarını, "harem'ler kurarak zenginleştirenpadişah-halifelerin birçoğu sayesinde, ırk ve kan birliği bozulmuş olduğu görülmektedir.

"...Bütün kadın sultanlar, bütün padişah anaları, hep yabancı ırklardan alınan köle kadınlardan geldiler. Hanedanda bu kan yabancılığı, Osmanlı İmparatorluğu'nun son padişahına kadar devam etti"(1)

Belki bu özelliklerinden dolayı, "halife" sanlı padişahlar, bu sanın yarattığı olanaklardan yararlanarak, yönetimi altında bulunan ve özellikle "Türk" kimliği taşıyan yönetilenleri tıpkı bir sürü gibi yönetmeyi yeğlemişlerdir.

Henüz kuruluş dönemi olan 1466 yılında yapılan bir derlemede, "Türk iti şehre gelince Farisice ürer" denilmektedir.(2)

Osmanlı şairlerinden Baki'nin, "Muhteşem Süleyman" olarak bilinen padişaha sunduğu bir şiirinin Türkçeleştirilmiş dizeleri şöyle:

"Her taç yoksulluk ve yokluk ehline baş tacı olamaz.
Ey hoca Türk toplumundan olanın başı kabadır. Türk, sultan olma yeteneğinden yoksundur."

Yine bir Osmanlı şairi olan Nef'i ise; "Tanrı, Türke irfan çeşmesini yasaklamıştır" demiştir.

Divan-ı Hümayun yazmanlarından Hafız Hamdi Çelebi 1499 yılında yazdığı şiirinde, "Baban da olsa Türkü öldür" nakaratını kullanmakta, üstelik bu sözün İslam Peygamberi Hz. Muhammet'e ait olduğunu vurgulamaktadır. 
Sadece bir kıtasını yineleyelim:

"Sakın Türkü insan sanma.
Bir an bile olsa Türkle birlikte olma.
Türk eline şeker alsa o şeker zehir olur.
Türkün başını keserken sakın gam yeme.
Baban da olsa Türkü öldür."(3)
 

Osmanlı tarihinde çok saygın bir konumu olan Fatih bile, Otlukbeli Savaşından dönerken, elinde bıçak olan birisine ne yaptığını sorduğunda; öldürülen Türkmenlerin kulaklarını keserek küpelerini topladığını öğrenmiş ve "İşine devam et" demiştir. 

Hırvat kökenli, Sadrazam Kuyucu Murat döneminde (1606-1611), 155.000 insan doğranmış ya da diri diri kuyulara doldurulmuşlardır. 

Aman dileyen insanlara Kuyucu'nun yanıtı "Vurun şu pis Türkün başını" olmuştur. 

Cellatların bile öldürmeye kıyamadığı çocuğu atından inerek öldüren Kuyucu Murat, Osmanlı'nın yetkilisi, öldürülen çocuk da Anadolu'nun evladı Türktür. (Olayı ayrıntıları ile Osmanlı tarihçisi Naima'dan öğrenmek olasıdır.) 

Yavuz Sultan Selim'in, halifeliği zorla da olsa aldıktan sonra, yönetim ile Türk ulusu arasındaki anlayış ve ideoloji ayrılığı açık şekilde çelişmiştir. 

Yönetime dayalı şeriatçı anlayış üst yönetime egemen olur iken, Anadolu'da yaygın olan Alevilik sayesinde Türk dili kendini koruma olanağı bulmuştur. 

Yönetimin Anadolu'yu dil unsuru aracılığıyla Araplaştırmasına ve Acemleştirmesine karşı olan bu halk, yok edilmek istenmiştir. 

Bu nedenle Anadolu'da öldürülen Türk sayısı, Yavuz Sultan Selim zamanında 40.000 kadardır. 

Bu gerçek Osmanlı İmparatorluğu'nun Türk halkından koptuğunun açık bir kanıtıdır.(4)

Osmanlı tarihçisi Naima aynı bilinç içinde şöyle yazmaktadır: "Türkmen çözülüp gitmesi yamandır, cem-ü iltiyamına derman yok.

" Yani, Türk ulusu ve unsuru öylesine eriyip çözülecektir ki, bir daha birleşmesinin ve bütünleşmesinin ilacı ve dermanı olmayacaktır.

Osmanlı tarihçisi Naima "Tarihi"nde Türkler için; nadan (kaba) Türk, idraksiz Türk, hilekâr Türk ifadelerini kullanmaktadır.(5)
Aslında Türkler hakkındaki kötü yargılar Selçuklulardan beri yaygındır. 

Örneğin, Selçuklu yazar Aksaraylı Kerimeddin Mahmud, şunları yazmıştır: "Hunhar Türkler, köpek ve kurt gibidirler, ellerine fırsat geçerse yağmayı ganimet bilirler, fakat düşman kuvvetleri gelirse kaçarlar."(6)

Osmanlı düşüncesinde, "kavmi necip" olarak görülen Araplar karşısında Türk ulusu aşağılanmıştır. 1912 yılında Sebilürreşt dergisinde çıkan bir yazıda; "Türk" deyiminin kullanılması, dinsizlik, kâfirlik sayılıyordu. "Türk hükümeti", "Türk ordusu", "Türk ülkesi" deyimlerinin Osmanlı halkı üzerinde rahatsızlık yarattığı biliniyordu. 

1913 tarihli "Mecmuai Ebuzziya" dergisinin 94. sayısında; "Bizim Türklüğümüz sembolizmden başka bir şey değildir. Bizler yani Türkler Müslümanlık içinde erimişizdir. Türk falan değil, sadece Müslümanız. Buharalı hanlar bile kendilerini Türk saymazlar. Zira onların cetleri de vaktiyle Türkistan'ı zaptetmiş olan Araplardan başka bir şey değildir," demekle, kendisini ve Anadolu'da yaşayan bütün insanların kimliğini inkâr ediyordu. 

Üniversite profesörlüğü de yapmış olan Ahmet Naim, 1913 yılında yazdığı "İslam'da Davai Kavmiye" adlı kitabında, Türke karşı savaş açmış ve "Türkün geçmişini bilmesine ve öğrenmesine lüzum ve ihtiyaç yok... gerekli olan şeriatı öğrenmektir," demiştir. 

1919-1920 yıllarında Şeyhülislamlık görevine getirilmiş ve Padişahla birlikte ülkeden kaçmak zorunda kalmış olan Mustafa Sabri Efendi ise, Türke Türklük benliği vermek
isteyenlere "soysuzlar" yakıştırmasında bulunmuştur.(7)

Bu tutum ve koşullar içerisinde "Türk" kimliği, yönetimin merkezi olan İstanbul'dan uzak, savaştan savaşa asker toplamak için anımsanan, Anadolu köylerinde kapalı bir kültür içinde dili ve töreleri ile yaşamıştır. 

Zaman içinde "Türk" yöneticisine o denli yabancılaştırılmış ki, kimi kez "Osmanlı Efendisine Türk' demek hakaret sayılmış", "Türk" sözcüğü, Anadolu köylüleri için kullanılır olmuştur.(8)

İstanbul alındıktan sonra, Osmanlı yönetiminde, devletin en yüksek yürütme organları Türk'e kapalı tutulmuş, devlet adamlarının yetiştirildiği Enderun okullarına Türkler alınmamışlardır.(9)

İstanbul'un alınmasından 4. Murat'ın ölümüne dek geçen 187 yıl içinde, devşirmelerden 66, Türk kökenlilerden de 10 kişinin sadrazamlığa atandığını, aynı dönemde devşirmelerin toplam 167 yıl, Türk kökenli sadrazamların da 17 yıl görev yaptığı gerçeği, Türklere yaklaşımı gösteren ayrı bir kanıttır. 

Padişahlar, yakın korumalarını da hep devşirme (kul-köle) olanlardan seçmişlerdir.

Osmanlı yönetiminin bu tutumuna karşın halk da kendi arasında birlik ve beraberlik içinde değildi. 12. yüzyıl ortalarında Ahmet Yesevi'nin kurduğu; Türk geleneğini, dilini ve kültürünü Şamanlık ile bütünleştiren (Bektaşilik gibi) tarikatlar Anadolu'da yayılmaya başladı. 

Bir taraftan Yesevi yanlısı ve Türk kimliğini taşıyan tarikatlar yayılır iken, öte yandan da, Sünni İran kültürünü benimseyen Nakşibendi Tarikatı, yeniliklere karşı koyma alışkanlığını güden Zeyni Tarikatları ve Fars diline önem verdiği için daha çok aydınlar (!) arasında yayılan Mevlevilik, yaygınlık gösteriyordu. 

Bu tarikatlar içinde, Türk kökenli olanları, doğal olarak Arap kültürü görmüş olan medreselilerce aşağılanmaya çalışıldı. 

Bu koşullar altında Türk halkı kendi yurdunda aşağılanmış oldu. "Kaba Türk", "Anlayışsız Türkler", "Pis Türkler" gibi önyargılar dönemin özelliklerinden oldu.(11)

Osmanlı yönetiminde Türk'e yaklaşım o denli aşağılayıcıdır ki, o günlerden kalan aşağıdaki şiir bu yaklaşımı özetlemektedir:

"Türk değil mi, Merzifon'un eşeği,
Eşek değil, köpekten de aşağı."

Osmanlı'nın bu yaklaşımına Türkün verdiği yanıt, bir şiirin dizelerinde şu şekilde yer almıştır:
"Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekmede yok biçmede yok
Yemede ortak Osmanlı" (12)

Kendi yöneticilerinin bu tutumu karşısında, yabancılardan da olumlu yorum beklenemezdi. 

Yabancılar, Türkleri "yaklaşık 1000 yılına kadar Arapların esiri olan Türkler dağ insanı niteliğinde bir kavimdir" şeklinde yorumluyorlardı. (13)

Ulusçuluğun etkisi ile etnik kökenlilerin, Osmanlı yönetiminden birer birer ayrılmaya başladığı 19. yüzyılın ilk yarısında hatta sonlarında bile, Osmanlı yönetiminin Türk'e olan yaklaşımı değişmemişti. 

1874 yılında "Dünya Tarihi" kitabının yazarı, Askeri Okullar Bakanı Süleyman Paşa, "Osmanlı devletin adıdır, milletimizin adı Türktür" görüşünü savunmasına karşın, bu düşüncesini kendi kitabında bile kullanmaya cesaret edememişti.(14)

Koçu Bey, 4. Murat'a sunduğu risalesinde (küçük kitap) Türkler hakkında şunları yazıyordu:
"...mezhebi bilinmeyen şehir oğlanı, Türk, çingene, tatar, kurt, ecnebi, laz, yörük, katırcı, deveci, hamal, ağdacı, yol kesen, yankesici ve diğer çeşitli kimseler..."

"Harem-i Hümayuna kanuna aykırı olarak Türk ve yörük, çingene, Yahudi, dinsiz, mezhepsiz, nice kallaş ve ayyaş şehir oğlanları girer oldu." Bu sözler yazılıp Türk olduğu söylenen Padişaha veriliyordu.(15)

Abdülhamit'in Araplara ve islamiyete dayanan siyaseti, Türkü, Türkçüleri baş düşman olarak görmekteydi. Onun zamanında "Türküm demek, Türkten söz etmek büyük suçtu".(16)

Devletin dayandığı kendi halkına bu 
denli yabancılaşmasından olsa gerek, 

Osmanlı Devletinde kamu ile ilgili belgelerde, Türkçe sözcüğe 1876 Anayasasına değin rastlanmadı.(17)

Zaten, dini ile dilini de değiştiren bir ulusa Osmanlı Devletinden başka yeryüzünde rastlanmamıştır.

Osmanlı yönetimi, kendilerini Türk olarak görmedikleri için, Türk kökenliler "azınlık" konumunda kaldı. 

1897 tarihinde, bir İngiliz gezgini şunları söylüyordu: 
"Türk adı nadiren kullanılır, onun iki yolda kullanıldığını işittim; ya bir ırkı ayırt eden deyim olarak, örneğin bir köyün 'Türk' veya Türkmen' olup olmadığını sorarsın, ya da bir hakaret deyimi olarak, örneğin İngilizce söyleyeceğin 'eşek kafalı' anlamında, 'Türk kafa' diye homurdanırsın."(18)

Aynı yıllarda, Türk-Yunan Savaşı ortamında Şair Mehmet Emin'in yayımladığı kitapta, "Ben bir Türküm dinim cinsim uludur"dizeleri yer alıyordu. 

Ancak, üstünlüğü kanıtlamak için şiirler yeterli değildi.
Kendi yöneticisi tarafından aşağılanan, üst üste gelen yenilgiler sonucunda benliğini, kişiliğini yitiren ve varlığını yitirmek üzere olan Türk halkı tarihin en zor dönemini yaşıyordu.

Yabancıların Türk imgesi ise Osmanlı'nın, Türk'e yaklaşımından farklı değildi. Türkologlara göre Türkler; insanlar arasında anlayış bakımından sonuncudur. İnançtan ötesini kavrayamazlar; anlamaya da çalışmazlar. 

İslam dininin Türkler üzerindeki etkisi iyi sonuç vermemiştir. Türkler, Müslüman Asya'nın Avrupa'ya karşı savaşan askeri oldu. Müslümanlık, Türk dehasına ters düştü. İslam, bu "Yarı Çinliler"den "Acımasız İranlılar" yarattı.(19)

Türk aydınının durumuna gelince; çok az sayıda olsa da uyanma belirtileri başlamıştı. 

Bunlar arasında en önemlisi Ziya Gökalp adını taşıyor.
"Sorma bana oymağımı boyumu,
Beş bin yıldır millet gibi yaşarım...
Deme bana Oğuz, Kayı, Osmanlı,
Türküm, bu ad her unvandan üstündür,"
diye haykırıyordu.

Öte yandan, özgür düşüncenin olmadığı bir ortamda, kendi ulusal çıkarlarını savunma olanağından yoksun olan bir avuç kişi yurt dışında özgürlük arıyorlardı. 

Bu aydınlar, yurt özlemi ile, ülkelerinden aldıkları yüz kızartıcı haberlerin ve kötü gelişmelerin ezikliği içindedirler. 

Onlardan birisi, o günlerin koşullarını, şu duygusal satırlarla günümüze aktarmaktadır:

"Bir mayıs sonu ya da bir haziran başı idi. 
Bağımsız fakat, bütün kalbiyle İttifak Devletlerinin zaferini kutlayan bir Avrupa şehrinde, başım eğik, gözlerim yaşlı dolaşıyorum. Yüreğim bir derin uçurum, kafam bir cehennemdir....

Gün geçmiyor ki, bir mağazada bir lokantada Türk olduğum anlaşılınca acı bir alay edilme veya ağır bir hakaretle karşılaşmayayım. ...lakabımız 'makak'tı. (bir çeşit şempanze maymun türü). ... gönül verdiğimiz genç kızlar Türklüğümüzü sezince bizden iğrenip kaçıyordu. 

İşte, o şehrin bu cehennem atmosferi içinde, bir gün yılgın ve çekingen dolaşırken, gözlerim, ansızın, bir gazete satıcısının sergisinde, bir sürü gazete adı ve başlıkları arasında, iri harflerle dizilmiş şu satırlara ilişiverdi: 

'Bir Türk generali İtilaf kuvvetlerine karşı yeniden harbe hazırlanıyor.' Titreyerek gazeteyi aldım. Yürürken okuyorum; 
'Mustafa Kemal Paşa isminde bir Türk generali.' "(20)

İşte o Mustafa Kemal önce bölgesel sonra ulusal toplantılarla Türk'e Türklüğünü, dünyaya insanlığını anımsatacak uğraşısını başlatmadan önce geldiği İstanbul'dadır. 

Ancak biz başa dönerek, Osmanlı yönetiminin birinci derecede yöneticisi konumunda olan padişahların kökenlerine bir kez göz atalım. 

Böylece, 3. padişah olan 1. Murat'tan başlayarak padişah analarının kökeni öğrenilecek, Türk Ulusunun kanı ve canı üzerine kurulan saltanata karşın, Türke düşman oluş nedeni daha iyi anlaşılacak, "ecdat" özlemi çekenlerin "ecdatları" daha iyi tanınmış olunacaktır.

 __________________________________________________

Dipnotlar:
1) Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya'dan... C.2, s.440.
2) Burhan Oğuz'dan aktaran, Şakir Keçeli, a.g.y., s. 118.
3) Aktaran, Şakir Keçeli, a.g.y., s. 121.
4) Çetin Yetkin, Türk Halkı... s.161.
5) Naima Mustafa Efendi, Tarih-i Naima, Türkçeleştiren: Zuhuri Danışman, İstanbul,      
    C.1, s.168, 238, C.2 s.536. C.3, s.1180, C.4 s.169.
6) Aktaran, Çetin Yetkin, a.g.y., s.12.
7) Mustafa Coşturoğlu, a.g.y., s.278, 279.
8) Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, s.22, 23, Cahen'den aktaran, Bernard Lewis, Modern      Türkiye'nin Doğuşu, s.1.
9) Hikmet Bayur, a.g.y., s.15.
10) Hikmet Bayur, a.g.y., s.17.
11) Özer Ozankaya, Türkiye'de Laiklik, İstanbul, 1990, s. 253.
12) Özer Ozankaya, a.g.y., s.121.
13) Warshew'den aktaran, Bozkurt Güvenç, a.g.y., s. 311.
14) Bozkurt Güvenç, a.g.y., s.26.
15) Aktaran, Çetin Yetkin, a.g.y., s.145.
16) Esat Kamil Erkut, a.g.y., s.63.
17) M.Rauf İnan,Atatürk'ün Evrenselliği, Önder Kişiliği, Eğitimci Kişiliği ve Amaçları,            Ankara, 1983, s.198.
18) Ramsay'dan aktaran, Bernard Lewis, a.g.y., s.331.
19) Türkoloji uzmanı Cahun'dan aktaran, Bozkurt Güvenç, a.g.y., s.308.
20) Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, İstanbul, 1971, s.24, 25

İslam Adına Yapılan Türk Katliamı

Bize okullarda bunlardan bahsedilmez. Neden çünkü bu katliamları yapanlar Emevilerdir. Emeviler, Arap olmayan toplumları (Fars, Türk vs.) katliamlara tabi tutmuşlardır. Türklere de yaptıkları katliamlardan ikisi TALKAN ve CURCAN katliamlarıdır. Silahlarını bıraktıkları ve serbest bırakılacakları söylendiği halde 100 binden fazla Türk katledilmiş kadınları ve kızları CARİYE olarak alınmıştır. İşte bu pislikleri yapan Emevilerin komutanlarından KUTEYBE BİN MÜSLÜMDÜR. Bazı İslami sitelerde büyük komutan olarak anılıyor ve bu beni rahatsız ediyor. KUTEYBE büyük bir câni ve katildir.

İSLAM ADINA YAPILAN TÜRK KATLİAMLARI

Aşağıdaki bilgilerin tamamı İslami kaynaklardan, Taberi ve Zekeriya Kitapçı gibi İslami tarihçi ve yazarlardan alınarak düzenlenmiştir.

Türklerin kılıç zoruyla Müslümanlaştırılmaları ile ilgili 670’li tarihlere dayanan bilgiler maalesef okullarda bizlere hiçbir zaman verilmemiş, verilen bilgiler ise, Türklerin Müslümanlığa geçişleri kendi istekleri ile olmuş gibi gösterilerek, 740’lara kadar ki tarih atlanarak verilmiştir.

İslam'ın Türklere zorla kabul ettirilmeleri ile ilgili 670’lerden başlayarak 740’lara kadar uzanan tarihin bize okullarda anlatılmamasının nedenlerini, bu kısa tarihi öğrenince biraz daha anlamak mümkün olabilecektir. Şimdi, bu atlanan 70 senelik tarihe bir göz atalım..

1. TARİHİN EN AŞAĞILIK SOYKIRIMLARINDAN BİRİ - TALKAN KATLİAMI

Buhara’da olanlar diğer Türk Beyliklerinde de etkilerini gösterir.. Aynı şeylerin kendi başlarına geleceğinden korkmaktadırlar.. Sogd meliki Neyzek Tarhan şehrinin yıkıma uğramaması için Kuteybe ile anlaşmak zorunda kalır.. Bu anlaşmaya göre Tarhan haraç verecek ve tarafsız kalacaktır.. Ancak bu tarafsız kalmalar ve Türklerin birleşememeleri Arapların işlerini kolaylaştırmış ve Türk beyliklerini istedikleri gibi istila edip talan etmişlerdir.. İlk olarak saldırıya uğrayan Kibac Hatun’a diğer beyliklerden yardım gelmeyince, o yardımı esirgeyenler aynı akıbete uğramışlardır.. Bu olaylarda Türklerin belli bir şekilde organize olamamaları da onların Araplar tarafından istila edilmelerini kolaylaştırmıştır.. Neyzek Tarhan daha sonra Kuteybe ile yaptığı anlaşmada hatalı olduğunu ve bu anlaşmanın kendisine hiçbir güvence getirmeyeceği gibi diğer Türk Beylerine de ihanet etmiş olacağını anlar.. Tohoristan’a dönerek bütün Türk Beyliklerine birer mektup yazar ve onları ortak bir direnişe girmeleri için uyarmaya çalışır.. İlk olumlu yanıt Talkan meliki Sehrek’den gelir..Tarhan’ın planlarını öğrenen Kuteybe, buna karşılık Belh şehrinde hazırlık yaparak, baharda büyük bir ordu ile Talkan şehrine doğru yürür.. O ana kadar bir direniş hazırlığı yapamayan Talkan şehri meliki Sehrek, Kuteybe’nin gelişinden önce şehri terk eder.. Şehre hiç savaşmadan giren Kuteybe’nin adamları şehirde eli kılıç tutabilen ne kadar erkek varsa hepsini kılıçtan geçirirler.. Bu katliam o zamana kadar yapılanların en büyüğüdür.. Kuteybe bu katliamı diğer beyliklere ibret olması için yapar.. Kuteybe’nin askerleri öldürebildikleri kadar öldürürler, geri kalanları da, Talkan yolu üzerindeki ağaçlara asarlar.. Bu yolun 4 fersah ( 24 Km.) mesafelik bölümü Türklerin ağaçlara asılan cesetleri ile doludur.. Talkan katliamı tarihe, Arapların o güne kadar yaptıkları katliamların en büyüğü olarak geçmiştir.. Halk, Müslüman Araplarla savaşmadığı halde, Kuteybe ve askerleri sırf diğerlerine örnek olsun diye 40.000 kadar kişiyi kılıçtan geçirmiş, ağaçlara asmıştır.. bütün bunlar hep İslam adına yapılmıştır..

Kuteybe, Talkan katliamından sonra Suman’a girer.. erkeklerin pek çoğunu öldürterek, kadınlarını ve kızlarını cariye olarak alıkoyar.. Daha sonra Kes ve Nesef’de aynı şeyleri yapar.. Erkekler öldürülür, Türk kadın ve kızları utanç verici bir şekilde Araplara cariye olurlar.. Daha sonra Faryab’a yönelir ve Faryab’ın teslim olmasını ister.. Faryab halkı başlarına gelecekleri bildiklerinden teslim olmaya yanaşmazlar.. Erkekleri dövüşerek ölürler.. Bütün şehir yakılır.. Araplar bu şehre yakılmış şehir anlamında Muhtereka derler.. Kuteybe, Faryab’dan sonra, Tarhan’ın çekildiği kale Bazgis’i kuşatır.. 2 ay süreyle devamlı olarak buraya saldırır fakat bir sonuç elde edemez.. Bu arada kış yaklaşır..Kuteybe’nin kışın savaşacak gücü yoktur ancak, kale içindeki Türklerin de yiyecekleri bitmiştir.. Her iki tarafta savaşın kendileri için kaybedildiğini düşünür.. Kuteybe son olarak bir hileye baş vurur.. Tarhan’ın yanına Muhammed bin Selim adındaki adamını gönderir.. Muhammed ibni Selim Tarhan’ın teslim olması durumunda kendisine hiç bir şekilde zarar gelmeyeceği güvencesini verir.. Kalenin açlık içinde olmasından dolayı Tarhan’ın Kuteybe’nin teklifini kabul etmesinden başka yapılacak bir şeyi yoktur.. Komutanları ile görüşüp teklifi kabul ederler.. Silahlarını teslim ederek kaleden çıkarlar.. Tarhan kaleden çıkar çıkmaz yakalanır, etrafı hendek açılmış bir çadırda zincire vurulur..Kuteybe bu arada Tarhan’ı hemen öldürmez.. Haccac’a haber göndererek ne yapacağını sorar.. Haccac Tarhan için, “ O bir Müslüman düşmanıdır hiç aman vermeden öldür” der.. Kuteybe önce Tarhan’ın iki oğlunu, Tarhan’ın ve toplanan halkın gözü önünde öldürtür.. Arkasından 700 kadar Türk savaşçısının başlarını gene Tarhan’ın ve halkın gözü önünde kestirir.. Tarhan’ı da bizzat kendisi öldürür.. Bütün kesilen başlar Haccac’a gönderilir.

Tarhan’ın öldürülmesinden sonra, Kuteybe, Aral Gölü’nün altında bulunan Harzem bölgesine yürür.. Harzem’de Caygan ile Havarizat arasında taht kavgası vardır.. Kuteybe Caygan’la işbirliği yapar.. Önce Havarizat ile etrafındakileri öldürtür.. Arkasından Camhud melikini yenerek 4000 civarında esir alırlar.. Ancak, daha sonra bunlar Kuteybe’nin emri üzerine öldürülürler..

Bu olay, Ziya Kitapçının, İslam Tarihi ve Türkler adlı kitabında aynen şöyle anlatılır;
Bu harplerden birinde, et-Taberi'nin bütün tafsilatı ile anlattığına göre, bir defasında Abdurrahman b. Müslim, Kuteybe''ye, 4000 esirle gelmişti. Kuteybe, Abdurrahman'ın böyle kalabalık Türk esirleri ile geldiğini görünce hemen tahtının çıkarılmasını ve bir meydana kurulmasını istedi. Tahtının üzerine mağruru bir eda ile oturan Kuteybe, bu Türk esirlerinden bin tanesini sağına, bin tanesini soluna, bin tanesini arkasına ve bin tanesini de önüne dizilmelerini söylemiş ve sonrada Arap askerlerine dönerek yalın kılıç bu Türklerin kafalarının koparılmasını emretmiştir. Cebbar, zorba, insafsız Arap komutanının etrafının bir anda bu Türklerin kafa kol ve gövdeleri ile bir kan gölü haline geldiğinden hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Bu harplerde öldürülen Türklerin haddi hesabı yoktu. Nitekim bu vahşetten adeta gururlanan bir Arap şairi Kaah el-Aşkari şöyle haykırmıştır, ”Kazah ve Facfac” önlerinde korkudan birbirlerine sarılmış zavallı Türkleri öldürdüğünüz geceleri hele bir hatırlayınız.

Herkesi kılıçtan geçirdiniz. Sadece ata dahi binmeyecek yaşta küçük çocuklar kaldı. Binenlerde o hırçın atların sırtında sanki bir yük gibiydiler.”

Harzem’de ayaklanan halk, Kuteybe ile işbirliği yaptığı için Caygan’ı öldürür..Bunun üzerine, Kuteybe bütün Harzem’i yakıp yıkar, halkı kılıçtan geçirir.. Harzemli ünlü Türk bilgini, Biruni Harzem’deki uygarlığın yok edilişini şu şekilde anlatır.. “Kuteybe, her çareye baş vurarak Harzemlilerin yazılı dilini bilenleri, geleneklerini koruyanlarını, bütün bilginleri öldürttü, böylece her şey karanlıklara gömüldü.. İslam Harzemlilerin içinde girerken, onların tarihi hakkında bilinenleri artık öğrenme olanağı bırakmadı..Harzem’i yıktıktan sonra Kuteybe, Semerkant üzerine yürür..Semerkant meliki Gurek üzerine gelen Müslümanlara karşı diğer Türk Beyliklerinden yardım ister.. Taşkent ve Fergana’dan yardım gönderir, fakat gelen birlikler yolda Kuteybe’nin askerleri tarafından pusuya düşürülerek yok edilirler..Semerkant, kuşatılır.. Araplar mancınık ateşi ile saldırırlar.. Daha fazla dayanamayacağını anlayan Gurek, Kuteybe ile anlaşmak zorunda kalır..Bu anlaşmaya göre,

1.Semerkant Araplara her sene 2.200.000 altın ödeyecektir..
2.Bir defaya mahsus olmak üzere 30.000 Türk gencini esir olarak verecektir..
3.Şehirde Cami yapılacaktır..
4.Şehirde eli silah tutan kimse dolaşmayacaktır..
5.Tapınaklardaki tüm mücevherler Kuteybe’ye teslim edilecektir..

Daha sonra Kuteybe, altından yapılan tüm eserleri erittirerek alır ve Merv’e geri döner.. Dönerken kardeşi Abdurrahman bin Müslim’i Semerkant’ın başına vali olarak bırakır..

Kuteybe’nin Merv’e dönüşünden sonra, Türkler kendi aralarında işgalci Müslümanlara karşı bir direniş birliği kurarlar.. Zaman zaman Ceyhun ırmağını geçerek Araplara pusu kurar ve ciddi zararlar verirler.. Haccac Kuteybe’ye Taşkent ve Fergana’yı işgal etmesi talimatını verir.. Kuteybe Taşkent’e gider fakat başarılı olamaz.. Bu arada Haccac ölür. Halife Velid, Kuteybe’ye Türklere karşı savaşları devam ettirmesini söyler.. Kuteybe bu sefer Kasgar’a doğru yola çıkar.. Tam Kasgar’ı kuşatacakken Halife Velid ölür, yerine Süleyman ibni Abdülmelik halife olur.. Bu yeni Halife ile arası hiç iyi olmayan Kuteybe Kasgar seferini yarıda bırakarak ona karşı ayaklanır, ancak kendi komutanları tarafından 11 yakını ile birlikte 716 senesinde kafası kesilerek öldürülür.. Çünkü Kuteybe’nin komutanları Halifeye karşı gelmek istememişlerdir..

TABERİ ANLATIMLARI

Aşağıdaki pasajlar doğrudan Taberinin anlatımından alınmıştır.

Tarih-i Taberi / Cilt 3/(Syf-343)

Her kim Türk’lerden baş getirirse yüz dirhem vereceğim. İmdi müslümanlar bir bir Türk’lerin başını kesip getirip 100 dirhemi aldılar. Ve Türk’leri dağıtıp hesapsız kırdılar ve mübalağa ile mal ve ganimet alıp yine dönüp Merv’e geldiler.

Yaz gelince Kuteybe Horasan şehirlerine nameler gönderip asker topladı. Sonra göçüp Talkan’a vardı. Şehrek ki Talkan meliki idi. Neyzekle müttefik idi. Kuteybe’nin geldiğini işitince kaçtı. Kuteybe Talkan’a girdiği vakit hükmetti ki ahalisini kılıçtan geçireler. Ne kadar kırabilirlerse kıralar. Bunun üzerine Kuteybe’nin askeri orada hesapsız adam öldürdü.

Rivayet ederler ki 4 fersek yol iki taraftan muttasıl ceviz ağacı dallarına adamlar asılmış idi. Oradan göçtü. Mervalarüd’e kondu. Oradaki melik kaçtı. Kuteybe onun da iki oğlunu tuttukta kalan şehrin beyleri itaat edip istikbale geldiler.(Syf-344)

Kuteybe dedi: - Vallahi eğer benim ömrümden üç söz söyleyecek kadar zaman kalmış olsa bunu derim ki (Uktülühü uktülühü uktülühü). ( Hepsini öldürün, hepsini öldürün, hepsini öldürün ) Bunun üzerine Neyzek’i ve iki kardeşi oğulları ki biri Sol ve biri Osman’dır. Ve yine o kendisi ile mahsur olanların hepsini öldürdüler. Hepsi 700 adam idi. Buyurdu başlarını kesip Haccac’a gönderdiler.(Syf-347)

Kuteybe deve palanı demek olur.(Syf-351)

....... BU 70 YIL SÜREN TÜRK-ARAP SAVAŞLARININ EN ÖNEMLİ NOKTALARI VE SONUÇLARI;

1- 100.000'in üstünde Türk katledilmiştir.
2- 50.000'in üstünde Türk genci köle ve cariye yapılmıştır.
3- Şehirler yağmalanmış, ganimet diye halkın her şeyi talan edilmiştir.
4- Tüm zenginlikler, tarihi eserler yok edilmiş, yakılmış, yıkılmıştır.
5- Dünyanın en büyük katliamlarından biri olan "Talkan Katliamında" 40.000 Türkün kesilerek 24 km yol boyunca ağaçlarda sallandırılmıştır. (Tarihte örneği çok azdır.)
6- Aynı şekilde "Curcan Katliamında da esir alınan 40.000 Türk'ün nehir kenarında kafaları kesilmiş, nehrin suyu kıpkızıl olmuş, cesetler yine ağaçlarda sallandırılmıştır.
7- "Teslim olursanız canınız bağışlanacak" sözü hiç bir zaman yerine getirilmemiş , "ŞERİAT SÖZ TANIMAZ" denilerek kadın-erkek kılıçtan geçirilmiştir.
8- Araplar tarihte yaşadıkları bu en büyük yağma ve talandan çok büyük servet elde etmişlerdir.
9- Türkler böyle bir vahşet ve mezalimi Çinlilerden dahi görmemişlerdir. 10-BU TARİHİ GERÇEKLER "İSLAM ETKİLENMESİN" DÜŞÜNCESİYLE GİZLENMEKTE, BAHSEDİLMEMEKTEDİR.

TARİHİ GERÇEKLERİ HALKINA ANLATMAMAK BİR İHANETTİR.
Kardeslerimiz diye günümüzde dahi kıçları yalanan bu rezil arap milleti ki tarih boyunca bizi sırtımızdan vurmuslardır (son örneği Kıbrıs olayında bizi BM de desteklemedikleri).


Kaynak : http://www.haber3.com/islam- adina-yapilan-turk-katliamlari -107063y.htm#ixzz2gHjbBnjE

.

Rum okulu, kilise, Ruhban okulu açılması üzerine - Ümit Yalım


Yunanistan Türk okullarını kapatırken Türkiye'nin Rum
Okulu açması,

Rumlar camileri kapatırken Türkiye'nin Kiliseleri açması,

üstüne de  Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması
tartışmaları karşısında, Araştırmacı Ümit
Yalım  diyor ki FENER RUM PATRİKHANESİ AYNOROZ'A
TAŞINMALIDIR!

İşte yazısı:
Patrik Bartholomeos, geçtiğimiz  günlerde bir gazete muhabiri
ile yaptığı söyleşide, Ruhban Okulunu kastederek "Okulumuz
nerede" diye sitemde  bulunmuş. Gazete, haberi iki gün arka
arkaya manşetten verdi.

Öncelikle, Patrikhane'nin Birinci Dünya Harbi
sırasında, Osmanlı İmparatorluğu'nun düşmanları
ile işbirliği yaptığını,

İstiklal Savaşı  sırasında da Patrik Melitios'un

İstanbul'a kan kusturduğunu hatırlatalım ve
gerçeklerin ortaya çıkması için, Patrik'e konu ile
ilgili sorular soralım.

Soru 1:

Patrik, Ruhban Okulu'nun 1844-1971 yılları  arasında
faaliyet gösterdiğini ve 1971'de anormal bir siyasi durum
varken Ankara'da  kapatıldığını iddia ediyor . Peki Ruhban
Okulu'nu kim kapattı ?

Patrikhane'nin destek ve yönetimindeki Ruhban Okulu  1844
yılında açılmış,

1950 yılına kadar orta dereceli okul hüviyetinde hizmet
vermiştir.

1950 yılından itibaren okulun lise kısmına bir yıl ilave
ile "Yüksek Teoloji Bölümü"  kurulmuştur.

Anayasa Mahkemesi, 1971 yılında Türkiye'deki tüm
özel okulların kapatılması kararını vermiştir.
Anayasa Mahkemesinin kararı üzerine  hemen 1472 sayılı
intibak yasası çıkarılmıştır.

Bu yasaya göre gerekli koşulları  yerine getiren Özel
Yüksek Okullar kısa zamanda üniversite bünyesi içinde yer
almışlardır.

Bakanlık, Teoloji Bölümü için yapılacak işlem
içinde, o tarihte kuruluşunda İlahiyat Fakültesi bulunan tek
üniversite konumundaki Ankara  Üniversitesi'nden karar
istemiştir.

Üniversite Senatosu, Teoloji Bölümü'nün liseye
dayalı dört yıllık bir yüksekokul olduğunu teyit
etmiş ve Lozan Barış Andlaşması Md. 40'ın  "eşit
haklardan yararlanma" hükmüne dayanarak bu okulun da
üniversiteye bağlanmasına  karar vermiştir.

Ancak Teoloji bölümü üniversiteye bağlanma kararına
karşı çıkarak bu  kararı benimsememiş ve okulu
kapatmıştır.

Görüldüğü gibi Ruhban Okulu'nu kapatan Anayasa  Mahkemesi
veya Bakanlık değil, Üniversite Senatosu kararını
benimsemeyen  Patrikhane'dir.

Ortodoksluğun kalesi olan Yunanistan'da dahi tüm  dini
okulların Eğitim ve Din İşleri Bakanlığı'na bağlı
bulunmasına ve kiliseye bağlı  dini okul bulunmamasına
rağmen Patrikhane okulun, Heybeliada Ruhban Okulu'nda ve devlet
denetiminde olmaksızın açılması için özel bir çaba
sarf etmektedir.

Ruhban Okulu bizzat Patrikhane tarafından  kapatılmasına
rağmen Patrik hangi gerekçe ile sitem ediyor ?

Patrik, "din özgürlüğümüz nerede, eğitim
özgürlüğümüz nerede" diye soru soruyor.

Halbuki, İstanbul'da yaşayan yaklaşık 3 bin Rum
vatandaşımız  kiliselerde ibadetlerini rahatlıkla yapmakta, Rum
okullarında eğitimlerini  sürdürmektedir.

Soru 2:

Batı Trakya, Rodos ve İstanköy Adası'nda  yaşayan
Türk soydaşlarımızın din özgürlüğü nerede,
eğitim özgürlüğü nerede ? Bu bölgelerde  İslam Dinine
yapılan saygısızlığı, Patrik neden görmezden geliyor ?

Kuzey Yunanistan ( Güney Makedonya, Selanik,  Kavala, Batı Trakya
), Girit ve onikiada bölgesi ruhani bakımdan Patrikhane'ye
bağlı olup  Patrik Bartholomeos'un dini otorite alanı
içindedir. Bu bölgelerde görev yapan Metropolitler  Patrik
Bartholomeos'a bağlıdır.

Patrik Bartholomeos'un dini otorite alanında olan
Kavala'daki Pargalı İbrahim Paşa isimli Türk Camisi, Aya
Nikola Kilisesi olmuş.

Batı  Trakya'da yaşayan 150 bin Türk ve Müslüman
soydaşımıza dini hakları ve eğitim  hakkı verilmiyor.

Seçilmiş Müftü yerine Yunan  Hükümeti'nin
atadığı Müftü görev yapıyor. Okullardan "Türk"
ismi kaldırılmış. Batı Trakya'da İmam Hatip  Okulu da
yok, İlahiyat Fakültesi de yok.

Yaklaşık 4 bin Türk soydaşımızın yaşadığı
Rodos'ta  Türk okulu yok.

Mevcut 27 camiden sadece biri, İbrahim Paşa Camisi ibadete
açık,

o da bayram  ve Cuma namazları ile sınırlı. Cami
Müezzini'nin minareden ezan okumasına müsaade  edilmemekte,
müezzin ezanı ancak cami avlusundan okuyabilmektedir.

Ayrıca Rodos limanının  hemen yakınında surlar içinde
bulunan Türk camisi, Yunanlılar tarafından AB fonları
kullanılarak AVM ve meyhaneye dönüştürülmüş.

İstanköy'deki Türk Defterdar Camisi Alışveriş
Merkezi yapılmış ve soydaşlarımızın ibadetine
kapatılmış.

Yaklaşık 2 bin Türk soydaşımızın  yaşadığı
İstanköy'de soydaşlarımızın ibadet

edebilecekleri tek bir cami yok, din özgürlükleri  yok, Türk
okulu hiç yok.

Buna karşılık adadaki Rum kiliseleri ticari maksatla
kullanılmıyor ve Yunanlıların ibadetine açık.

Gökçeada'da Rum Okulu'nun açılmasına izin
verilirken,

Rodos ve İstanköy Adası'nda bulunan 7 Türk okulu neden
kapatıldı ?

Soru 3:

Patrik, Sen Sinod Meclisi'ne neden altı  yabancı metropolit
atadı,

Lozan Barış Andlaşması'nın 40 ncı maddesindeki
"eşit haklar" ve  45 nci maddesindeki "mütekabiliyet
(karşılıklılık) " ilkesini neden ihlal etti  ?

Patrik Bartholomeos, Patrikhane Meclisi olan Sen  Sinod'a, Türk
vatandaşı olma zorunluluğuna rağmen, Cumhuriyet tarihinde ilk
kez altı yabancı  metropolitin atanmasını
sağlamıştır.

Bunlar ABD, İngiltere ve Girit Başpiskoposları ile  Rodos,
Finlandiya ve Yeni Zelenda Metropolitleridir. Bunlardan ikisi Yunanistan
vatandaşıdır.

Patrikhane bu altı papazdan ikisini İznik ve Bursa  Metropoliti
olarak atamıştır. Oysa Lozan Andlaşması ile İstanbul
dışında tüm Rumlar  mübadeleye tabi tutulmuşlar ve tüm
dini örgütleri lağvedilmişti.

Bu ödün ile Lozan Andlaşmasına  aykırı olarak, hem de
uluslararası planda,

Patrikhane'nin Türkiye içinde Metropolitlerinin  olduğu
kabul edilmiştir.

Böylece Lozan'a aykırı bir şekilde Rum göçmen
ailelerinin geri  getirilmesinin yolu açılmıştır.

Bursa'da "olmayan Rum cemaati" için atanan  Metropolit
Elpidophoros Lambriniadis'in, Bizans dönemi Bursa haritası ile
Yunanca ve İngilizce  broşür bastırması,
Megalo-İdea'nın ayak sesleridir.

Patrikhaneye 6 yabancı Metropolit atanırken, Rodos  Adası'nda
1972 yılından beri, tam 41 yıldır Müftü yok. Lozan
Andlaşması'nın 40 ncı  maddesindeki "eşit
haklar" ve 45 nci maddesindeki "mütekabiliyet" ilkesi
neden  uygulanmıyor ?

Soru 4:

Patrik ve Patrikhane'nin, Türk adalarının  Yunanistan
tarafından işgal edilmesi

faaliyetlerinin içinde yer alması ne anlama  geliyor, Patrikhane
neden siyasi faaliyetler ile uğraşıyor ?

Patrikhane'nin internet sitesine girince ilginç bir  durumla
karşılaşıyoruz.

Site İngilizce ve Yunanca, Türkçe yok!..

Ayrıca Bartholomeos  internet sitesinde ekümenik olduğunu
çoktan ilan etmiş.

Ancak ilginç bir ayrıntı daha var.

Sitede, Batnoz  Adası ( Patmos ) Patrikliği'nin; Eşek
Adası ( Agathonision ) ve Nergizçik Adası ( Arkioi  ) ile
birlikte etrafındaki küçük adaların da doğrudan Ekümenik
Patrikliğin yetkisi / yönetimi  altında olduğu
belirtilmiş.

Ayrıca,

Patrikhane'nin dini otorite alanı içinde olan Eşek  ve
Nergizçik Adalarındaki kiliselerin telefon numaraları da
verilmiş. Bu bilgiler, Patrikhane'nin işgalin içinde
olduğunu  açıkça göstermektedir.

Yunanistan'ın Türk adalarını işgal etmesi
Megalo-İdea'nın bir  uygulaması olup siyasi bir olaydır.

Patrikhane'nin siyasi bir olayın içinde olması
Lozan'da varılan mutabakata aykırıdır.

Rıza Nur Bey'in Lozan Konferansı'nda, Patrikliğin her
zaman siyasal çabalar göstereceği tezi doğrulanmıştır.

Tarih bir kez daha tekerrür etmiş  ve Patrikhane'nin gerçek
yüzü ortaya çıkmıştır.

Patrikhane, Lozan Mutabakatına göre, İstanbul'da  ikamet
etme hakkını hukuken kaybetmiştir.

Patrikhane, en kısa zamanda ait olduğu yere,  Aynoroz'a
taşınmalıdır.

Bu bağlamda Ruhban Okulu'nun da yeniden açılması
mümkün  değildir.

Ümit YALIM

.


MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...