CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

“Atatürk diktatördür’ diye buyurmuş, çağdaş görünüşlü kadın yazar!

CNN Türk’te yayımlanan “Dört Bir Taraf” programında Nagehan Alçı adlı yazar, “Atatürk diktatördü” diye buyurmuş…
***
Atatürk nasıl bir diktatörse, iki sözünden biri “ulusal egemenlik”ti.
Nasıl bir diktatörse, başarıyla çıktığı Kurtuluş Savaşı’ndan sonra halk onu “padişah” yapmak isterken, o Cumhuriyet’i, yani “halkın üstünlüğü”ne dayanan rejimi kurdu.
Nasıl diktatörse, Padişah’ın çıkarlarını korumakla görevli Bab-ı Âli Hükümeti’ni yıktı ve yoluna en küçük illerden bile temsilci gönderilen Türkiye Büyük Millet Meclisi ile devam etti.
Nasıl bir diktatörse, 16 Ekim 1923′te Arifiye’de, bütün güç ve egemenliğin halktan kaynaklandığını ve halka dayandığını haykırdı.
Nasıl bir diktatörse, “Tanrısal bir hukuka dayalı bir mutlakiyet yönetimi”nin yerine “Halk iradesine dayalı Cumhuriyet”i koydu…
Nasıl diktatörse, “Bizim bildiğimiz demokrasi siyasidir, onun amacı, milletin, yönetenler üzerindeki denetimi sayesinde, siyasal özgürlüğü sağlamaktır” dedi.
Nasıl diktatörse, “Demokrasi, memleket aşkıdır, aynı zamanda babalık ve analıktır” diyerek demokrasiye övgüler düzdü.
Nasıl diktatörse, demokrasiyi “eşitseverlik” olarak tanımladı.
Nasıl diktatörse, kurduğu devleti, “Türkiye Cumhuriyeti, demokrasi esasına dayalı bir devlettir” diye dünyaya ilan etti.
***
Atatürk nasıl bir diktatörse, dönemin bütün düşünürleri onu “gerçek demokrat” diye ayakta alkışladı.
Nasıl bir diktatörse, İngiliz düşünür Herbert Sidebotham, “Eğer demokrat diye bir şey varsa Atatürk demokrattır. Atatürk iradesinin ruhu, gerçekten demokrat olmasaydı ve bu ruh bütün halkı etkilememiş bulunsaydı, inkılâplar gerçekleşebilir miydi? Türk aydınları, halkın iyiliği için çalışan demokrasiyi, “halkçılık’ olarak niteliyorlar ki, bu konuda Atatürk’ün yönetimi, bazı Batı demokrasilerini utandırabilir” diye yazdı.
Nasıl diktatörse, ünlü Fransız hukukçusu Prof. Maurice Duverger, “Cumhuriyet Halk Partisi’nin tekliği, milletin eğitimi için zorunlu bir geçişti. Asıl amaç, çok partili bir rejim ve serbest seçim usulüydü. Mustafa Kemal, Devlet Başkanlığı zamanında iki kere çok partili rejimi denediyse de başarı elde edemedi; henüz şartlar gerektiği kadar gelişmemişti” diyerek gerçekçi bir yorum yaptı.
***
Atatürk’ün ölümünden tam 73 yıl sonra, kendi tarihini yabancılar kadar bile bilmeyen, üstelik bugün mesleğini yapabilmesini bile Atatürk’e borçlu olan kadın bir gazeteci çıkıyor, “Atatürk diktatördü” diyor!
Yazıklar olsun!
***
Bir çift söz de şöhret peşindeki bu kadının hezeyanlarının her hafta topluma ulaşmasına aracılık eden sevgili ağabeyim ve Eski CHP Genel Başkanı Altan Öymen’e:
Orada ne işin var abi?
Ortak değerlerimize her hafta küfredilmesine “aracılık etmek” ağırına gitmiyor mu?
****
AĞAOĞLU’NA SORULAR?
Son yıllarda yaptığı lüks konutlarla tanınan ünlü müteahhit Ali Ağaoğlu, Van depreminden sonra ortaya çıktı, büyük bir cesaretle “Geçmişte ben de sağlam olmayan konutlar yaptım” diye özeleştiride bulundu.
İyi de itiraf etmekle her şey bitiyor mu Ali Bey?
Bu durumda, hâlen o binalarda oturan binlerce insanın can güvenliğini sağlamak da size düşmüyor mu?
Bu konutlar nerede ve içlerinde kaç kişi yaşıyor?
Madem dayanıksız olduklarını kabul ediyorsunuz; bugünden tezi yok o konutlarda oturan insanları yeni yaptığınız güvenlikli binalara taşımanız, en kısa zamanda o çürük binaları yıkmanız, aynı yerde, aynı kat sayısında ve aynı daire büyüklüğünde yeni binalar yapıp sahiplerine teslim etmeniz gerekmiyor mu?
Bu; sizin o insanlara borcunuz değil mi?
Olası bir depremde o binaların yıkılması durumunda, bugünkü itirafınızla sorumluluktan kurtulacağınızı mı sanıyorsunuz?
****
GÜNÜN SORUSU
Fikir kimden çıktı bilmiyorum; ama 10 Kasım gecesi saat 19.38′de ışıkların üç dakika süreyle söndürülmesi için başlatılan kampanya hızla büyüyor… Sorum bizi yönetenlere:
Depremi gerekçe göstererek, ışık söndürme eylemlerinin iptalini de kararlaştıracak mısınız?
****
Üniversitelerde insanı dehşete düşüren ayırımcılık!
CHP Tunceli Milletvekili Kamer Genç, Tunceli Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Durmuş Boztuğ’u “Fethullah Gülen Cemaati’nin adamlarını okula yerleştirmekle ve Alevi kökenli öğretim üyelerini tasfiye etmekle” suçlamış…
Tunceli Üniversitesi’nde olup bitenler konusunda özel bir bilgiye sahip değilim.
Ancak son iki yılda konferans vermek için 20′ye yakın üniversiteye gittim. Yarısından fazlasında benzer şikâyetler duydum.
F tipi hocalar hızla yükseliyor…
Atatürkçü ve sol eğilimli öğretim üyeleriyle Alevi kökenli olanlar ya kızağa çekiliyor ya da üniversitelerden gönderiliyor.
***
Normal koşullarda bu iddiaları araştıracak ve sonuca bağlayacak olan makam Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK)’dur. Ama; YÖK’ün bugünkü yapısına bakınca, üniversitelerdeki bu kadrolaşmanın zaten bu kurumdan kaynaklandığı açık bir şekilde görülüyor…
Demek ki emniyetteki, yargıdaki, medyadaki “etnik köken dedektifliği” mikrobu, üniversitelere de bulaşmış…
Bundan sonra olacakları düşünmek bile istemiyorum!

Mustafa Mutlu
03 Kasım 2011




http://www.kemalistler.org/ataturk-diktatordur-diye-buyurmus-cagdas-gorunuslu-kadin-yazar.html/

Tarih kitaplarımızda yazılmayan Amerika gerçeği



İkinci Meşrutiyet’in ilan edildiği gün
Beyoğlu- İstiklal Caddesinde ABD bayrağı 24 Temmuz 1908



1. Dünya Savaşındayız. Trabzon Hükümet Konağına Rus işgal birlikleri gelecek. "İşbirliği” içindeki Ermeni ve Rumlar, onları karşılamak için bekliyor. Ellerinde ABD bayrağı da var. 1916 

Mütareke yıllarında Osmanlı Sarayı önünde demirli
5 adet ABD savaş gemisi.
Vahdettinin burnu dibinde..


Yunanlıların İzmir’in İşgalinde ABD Bayrağı15 Mayıs 1919.


Venizelos İzmir’de ABD ve İngiliz bayrakları eşliğinde konuşuyor..

Erzincan adliyesi önü, Pankartta Fransızca olarak
"Yaşasın Wilson Prensiplerinin 12. Maddesi yazıyor. 24 Eylül 1919
Bandırma’da ABD ve Yunan bayraklarıyla işgalcileri karşılama töreni Temmuz 1920 



9 Eylül günü Yunanlılar İzmir'den kaçmaya çalışıyor. Fotoğrafı çeken teknedeki
çizgili ABD bayrağını tanıdınız mı?






İstiklal savaşı günlerinde Boğaz’da ABD destroyeri


-



Türk İstiklal Savaşı ve Amerika

Türk Gençliğine, ilkokul eğitiminden başlayarak üniversite eğitiminin sonuna kadar gördüğü bütün tarih derslerinde Osmanlı Devleti’ni Sevr Anlaşması ile bölmeye ve sömürge hale getirmeye çalışan en büyük düşmanların İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Ermeniler (Ermeniler bu süreçte daha devlet kuramamışlardır. Batılı devletlerden aldıkları destekle birlikte Sevr Anlaşmasında gösterilen topraklarda bir Büyük Ermenistan Devleti kurulması için çalışıyorlardı.) olduğu öğretilmiştir ve hala öğretilmektedir.
Bu bilgiler doğru ancak eksiktir.

Çünkü Millî mücadele sürecinde Amerika;

Türkiye’yi işgal etmek ve Sevr Anlaşması ile Wilson ilkelerini geçerli kılmak için Türk Topraklarına 1 tümen asker, yüzlerce misyoner, casus, istihbarat görevlisi, üst düzey komutanlar ve savaş gemileri göndermiş hatta kendi işgalini kolaylaştırarak meşrulaştıracak bazı insanları da satın almıştır. 
Amerikan işgali öyle bir hal almıştır ki bir kısmı Dolmabahçe Sarayı’nın önüne demirlerken bazı gemiler ise bölgeyi kontrol altında tutması ve bilgi toplaması için Samsun’a gönderilmiştir.

İşin garibi ise; İstanbul'da İngiliz gemilerinin, İzmir'de Yunan Gemilerinin Marmara ve Ege açıklarında yanında duran Amerikan Gemilerinin, 1. Dünya Savaşında Trabzonun işgalinde de, Rus gemileri ile Kardeniz açıklarında bulunmasıdır.

Bize anlatılan tarihte; bunca kaynağa ve fotoğrafa rağmen 1. Dünya Savaşı ve Türk İstiklâl Savaşı'nda Amerika kelimesinin bile bulunmaması bir başka dikkat çekici husustur.

1918 yılından 1923 yılına kadar Türk denizlerinde bulunan Amerikan gemileri ve bulunduğu bölgeler şunlardır:

1. USS Alden (İstanbul- Samsun)
2. USS Arizona (İzmir- İstanbul- Batum)(2. Dünya savaşındaPearlHarbour'da Japonların bombaladığı gemi)
3. USS Noma (İstanbul)
4. USS Martha Washington (İstanbul)
5. USS Dyer (İzmir- İstanbul)
6. USS Du Pont (İstanbul)
7. USS Whipple (İstanbul)
8. USS Roper (İstanbul- Samsun- Trabzon- Batum)
9. USS Fox (İstanbul- Karadeniz)
10. USS Gregory (İzmir- İstanbul- Batum)
11. USS Luce (İzmir- İstanbul- Karadeniz)
12. USS Manley (İzmir- İstanbul- Karadeniz)
13. USS Tattnall (İstanbul)
14. USS Humphreys (İstanbul- Marmara- İzmit)
15. USS Sands (İstanbul- Samsun- Trabzon- Batum)
16. USS Sturtevant (İstanbul- Samsun- Trabzon)
17. USS McFarland (İstanbul- Karadeniz)
18. USS Kane (İstanbul)
19. USS Hatfield (İstanbul)
20. USS Bainbridge (İstanbul)

*Bu bilgiler Hulki Cevizoğlu, 1919’un Şifresi (Gizli ABD İşgalinin Belge ve Fotoğrafları), Ceviz Kabuğu Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 2007” isimli kitaptan iktibâs edilmiştir.

.

İRBEÇ'e Kulak Verin, Ne Diyor !..

ImageProf. Dr. Yusuf Ziya İrbeç, 23. Dönem AKP Antalya Milletvekili…1959 Antalya doğumlu…İktisatçı, Dış Politika Uzmanı ve Öğretim Üyesi; Viyana İktisat Üniversitesi'ni bitirdi.


Yüksek lisans ve doktorasını aynı üniversitede tamamladı. Viyana Diplomat Akademisi'nde ihtisas yaptı. Doçent ve Profesör oldu. Birçok üniversitede öğretim üyesi olarak ders verdi.

Afyon Kocatepe Üniversitesi'nde Dekan Yardımcılığı, Çankaya Üniversitesi'nde Bölüm Başkanlığı, Beykent Üniversitesi'nde Dekanlık, Rektör Yardımcılığı ve Rektörlük, Bahçeşehir Üniversitesi'nde Uğur Eğitim Kurumları Başkanvekilliği, Uluslararası Balkan Üniversitesi'nde Kurucu Rektörlük görevlerinde bulundu. TOBB ve Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu'nda; KEİPA, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile Ankara Ticaret Odası'nda yönetici ve danışman olarak görev yaptı. Yurtiçi ve dışında 100'ün üzerinde bilimsel makalesinin yanı sıra 3 kitabı yayınlandı. 23. Dönem'de Türkiye-AB KPK Üyesi oldu. Çok iyi düzeyde Fransızca, Almanca, İngilizce, İtalyanca ve Arapça, orta düzeyde Rusça bilen İrbeç’in yurt içi ve yurt dışında 100’ün üzerinde bilimsel makalesinin yanı sıra 3 kitabı yayınlandı.

Image



Prof. Dr. Yusuf Ziya İrbeç, 21 Ocak 2011 günü, yaptığı bir basın toplantısıyla partisinden istifa etti. Basın açıklamasını tek kelimesini değiştirmeden aynen aşağıya alıyorum:



Bildiğiniz gibi, 22 Temmuz 2007’den beri Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde AK Parti Milletvekili olarak bulunmaktayım. Milletvekilliğinden önce, birçok üniversitede hem akademisyen, hem de rektör olarak çalıştım. Türkiye ve dünyadaki ekonomik ve politik gelişmeleri yakından takip eden, 7 yabancı dil bilen bir milletvekili olarak; AK Parti Ekonomik İşler Başkan Yardımcılığı ile TBMM Avrupa Birliği Uyum Komisyonu Başkan vekilliği görevlerinde bulundum. Bu görevlerim sırasında, birçok uluslararası temaslarım oldu ve ülkemi en iyi şekilde temsil etmeye ve menfaatlerini korumaya çalıştım.



Vatanına, milletine ve manevi değerlerine bağlı bir milletvekili olarak; içinde bulunduğum partinin özellikle iç politikada takip ettiği stratejinin ülkemize getireceği zararlar konusunda endişelerim arttı. Çünkü takip edilen politikalar ile ülkemin ve milletimin sosyolojik, psikolojik ve coğrafik yönden bölünme sürecine sürüklendiğini üzüntü içinde görmekteyim. Bu endişelerimi, hem milletvekili arkadaşlarım arasında ferden, hem de parti toplantılarında defalarca ve alenen dile getirdim. Ancak, yaptığım görüşmelerin ve konuşmaların, keza ikazların hiçbir fayda getirmediğini üzüntüyle müşahede ettim. Bu kaygılarıma sebep olan hadiselerin başında, Başbakanın her konuşmasında toplumu ayrıştırmaya yönelik söylemleri gelmektedir. Şöyle ki; Sayın Başbakan 4 Ocak 2011 tarihli grup konuşmasında aynen şu cümleleri kullanmıştır:



“Ama biz, bu ülkedeki tüm etnik unsurları, dedik ya, Türk’üyle, Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Gürcü’süyle, Abaza’sıyla, Roman’ıyla, aklınıza ne gelirse hepsiyle, bunlar birer alt kimliktir ve bunlar kesrettir ve vahdette biz bunları topluyoruz.”



Sayın Başbakan bu tür söylemleri, milletimize verdiği zararları hesap etmeden alışkanlık haline getirmiştir. Davranışlarından da, bu alışkanlıklarından vazgeçmeyeceği açık bir şekilde görülmektedir. Buna karşın önceki başbakanlardan hiçbiri, devlet adamı sıfatı ve ciddiyetiyle, böyle bir söylemi benimsememiştir. Vatanına, milletine ve manevi değerlerine bağlı ve aynı zamanda milletinin fertleri arasında hiçbir ayırım gözetmeyen bir milletvekili sıfatıyla, Başbakana şahsen şu soruyu yöneltmek istiyorum:



“Sizden evvel bu milleti kim böldü de, siz bütünleştirmeye çalışıyorsunuz?”



Şahsen, milletin ismini telaffuz etmekten kaçınan bir tutuma karşı tepki vermek zorunluluğunu hissediyorum. Ülkemizin anayasal adı Türkiye’dir ve üzerinde vatandaş sıfatı ile yaşayan herkes Türk’tür. Bu bir alt kimlik değildir. Oysa Başbakan söylemlerinde milletimizi bütünleştirici bir unsur olan Türklüğü sürekli ve anlaşılmaz bir biçimde alt kimlik haline getirme çabası ve gayreti içindedir.



Ben, aynen Başbakan gibi, İmam Hatip Lisesinden mezun olmuş bir kişi olarak; Başbakanın benimsediği bu davranış ve söylemi sonucunda ortaya çıkan ayırımcılığın yüce dinimizde de yerinin olmadığını ifade etmek istiyorum.

Şimdiye kadar, AK Parti içinde birlikte çalıştığım arkadaşlarımla ve AK Parti’ye oy vermiş vatandaşlarımızla hiçbir sorunum olmamıştır. Ancak, AK Partiye oy vermiş, aynı endişeleri taşıyan çok sayıda milletvekili arkadaşlarımın ve vatandaşlarımızın olduğunu da biliyorum. Tepkim, parti yönetiminin endişelerimi tetikleyen birlik yerine bölünmeye taşıyan baskıcı politikalarınadır.

Açılım politikalarının milletimizin yüreğinde Habur ve benzerleri ile açtığı yara, hepimizin malumudur. Seçim sonrası yapılacak anayasal değişiklikler ile milletimizin ve ülkemizin birlik ve bütünlüğünün bozularak, bu yaranın daha da derinleşeceği endişesini taşımaktayım. Şu anda gösterilen yoğun çaba, her türlü hassasiyeti göz ardı ederek halk oylamasına ihtiyaç bırakmayacak bir milletvekili sayısına ulaşmayı hedeflemektedir. Vatanın ve milletin bütünlüğü üzerinde hiçbir şekilde parti politikası kabul edilemez. Burada asıl olan, milletin birliğini ve bütünlüğünü korumaktır.

Bu duygu ve düşüncelerle, şimdiye kadar mensubu bulunduğum AK Parti’den istifa ediyorum. Bu vesileyle bana oy vermiş veya vermemiş olan bütün Antalyalı hemşerilerime şahsıma gösterdikleri itimat, güven, destek ve teveccühlerinden dolayı şükranlarımı sunar, görevimi bundan böyle de bir nefer olarak aynı hassasiyet içinde sürdüreceğimi bilmelerini isterim.

Zamanımız da kiralık, kalemimiz de... Ahmet Altan, Canan Barlas, Alev Er...


Zamanımız da kiralık, kalemimiz de... Ahmet Altan, Canan Barlas, Alev Er...


Asıl konuya gelmeden önce, aslında hepimizin bildiği, kendince çeşitli anlamlar yüklediği, gazetecilik mesleğinin kısa bir tanımını ve biraz da ilkelerini hatırlamakta fayda var.

Gazetecilik ve köşe yazarlığı saygın bir meslek algısı yaratan iş kollarından birisidir.

Ortalama bir gazetecinin; doğruluk, dürüstlük, sosyal sorumluluk, özel yaşam ve insanlık onuruna saygı, barış vb gibi pek çok insani değerleri içinde barındırması beklenir.

Ortalama bir gazeteci en azından:

Nosyon sahibi olup, halkın görüş ve düşüncelerine kılavuzluk edecek.

Kanaat önderi olabilecek, gerektiğinde karmaşık gündemi objektif bir şekilde yorumlayıp özetleyerek okuyucunun detaylarla boğulmadan konunun özüne hakim olmasını sağlayacak.

Entelektüel birikimini veya uzmanlığını kullanarak olaylara kendi dünya görüşünden yaklaşacak, okuyucuya rehberlik edecek, rehberlik ederken de objektifliğini ve sahip olduğu değer yargılarını koruyacak.

Taraf olduğu konuları okuyucuya ve kamuoyuna açık ve net olarak belirtecek, ancak taraf olurken bunu herhangi bir şekilde para, imtiyaz veya menfaat karşılığında yapmayacak.

Olayların karanlıkta kalmış yönlerini okuyucu adına araştıracak, mesleki kimliğinin ona sunduğu avantajları yönlendirmek amacıyla değil aydınlatmak, daha doğru ve anlaşılır bilgiye ulaşmak amacıyla kullanacak.

Konuya kabul edilebilir bir mesafeden yaklaşacak, net olmayan muğlak olaylarda bir yanılgı payı olabileceğini, hesap ederek kesin yargılar belirtmekten kaçınacak. Gerektiğinde özeleştirisini verecek, kendi kendisini tekzip edecek.

Yukarıda kabaca belirttiğim ilkelere etik değerler ışığında pek çok madde ekleyip çıkarabilirsiniz.

Her mesleğin doğru yapılabilmesi için çeşitlik ilkeler vardır. Hatta bazı mesleklerde bu ilkeler bir yemin veya bildirgeye de bağlanmıştır. Bkz: Hipokrat yemini

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti gazetecik bildirgesinde, “gazeteci, uzmanlık alanı ne olursa olsun öncelikle gazetecidir.” İbaresini kullanır.

Gazetecilik meslek etiği ve ilkeleriyle tüm hayatınızı çevreleyen onurlu bir meslektir. Bir siyasi parti lideri de olsanız, bir Holding de CEO da, ilk kimliğiniz gazeteciliktir.

Para veya menfaat karşılığı dün karşı durduğunuz fikre bugün taraf olamazsınız.

Kaleminizi bir şahsın, şirketin, zümrenin, gurubun, görüşün, partinin, liderin çıkarlarına alet edemezsiniz.

Daha açığı kaleminizi satamazsınız…

Tıpkı Hipokrat yemini etmiş, dini, dili, ırkı, siyasi görüşü her ne olursa olsun kutsal insan hayatını kurtarmak adına edilmiş bir yeminin ağırlığını taşıyan bir doktor gibi.

Hele ki bir vesile ile toplum tarafından kabul görmüş, doğruları halk tarafından benimsenmiş, objektifliğinize inanılmış bir kanaat önderi iseniz, kaleminizi, fikirlerinizi satmak cinayetle eşdeğerdir.


Şimdi tüm bunları anlatma sebebimi merak ediyorsunuz eminim.


Aşağıda vereceğim gazete kupürü bu merakınızı giderecek.

Kupürü okuduğunuzda aslında:

Gazetecilik mesleğinin nasıl çıkarlar uğruna taraf olunarak yapıldığını…

Kanaat önderi olarak addettiğiniz insanların, aslında kendi kanaatlerini para karşılığında oluşturduklarını…

3 gazetecinin para karşılığında nasıl bir siyasetçinin tarafı olduğunu, kalemlerini bu uğurda nasıl sattığını, parayı verenin düdüğü nasıl çaldığını, egosantrik bir aymazlıkla bunun reklamını nasıl yaptığını…

Her gün, okuduktan sonra belki de alkışladığınız yazıların, aslında yazanın değil, yazdıranın fikirleri olduğunu…

Gazetecilik, yazarlık yaptığını savunan bazı isimlerin düpedüz uşak olduklarını, Taraf gazetesinin parayla tutulmuş bir taraf olduğunu…

Gazetecilik meslek ilkelerini umarsızlıkla çiğneyen bu isimlerin aslında mesleğin yüz karası olduklarını….

FARK EDECEKSİNİZ…





MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...