CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

Anadolu'da Ermeni Zulmü

Dr. Abdüllatif DUYGULU Araştırma Tezi
--------------------------------------------------------------------------------
Her yıl nisan ayı gelince, Ermeniler geniş propagandalarla soykırım iddialarında bulunurlar. Pek çok ülkede destekleyici bir kararlar alınmaktadır. Bu konuda maalesef yetkililer ve kamuoyu bilinçsizdir. Ermeniler ve yaptıkları hakkında kısaca tarihe bir göz atmak ve birkaç çarpıcı örnekle meselenin hakîkatını okuyucularımıza arzetmek istiyoruz. Daha geniş bilgi için mutlaka kitaplara müracaat edilmelidir.
--------------------------------------------------------------------------------
A. Ermeniler Hakkında Genel Bilgi
Osmanlılar döneminde Ermeniler Adana'dan Kafkaslara kadar uzanan bir bölgede dağınık olarak ve azınlık olarak yaşıyorlardı. Kendilerinin Nuh AS'ın oğlu Ya'fes'in oğlu Hayk'ın soyundan geldiklerine ve bölgenin yerli halkı olduklarına inanıyorlardı. Tarihî belgeler ise onların M.Ö. 6. Yüzyıl'da Balkanlardan bölgeye geldiklerini, Trak-Frig kökenli olduklarını gösteriyor.
Ermeniler M. Ö. 521 yılından itibaren İranlıların, M. Ö. 331 yılından sonra Makedonya'nın, M. Ö. 66 yılından sonra Romalıların egemenliği altında yaşamışlardır. Zaman zaman el değiştiren bölge 642 yılında Emevilerin yönetimine geçmiştir. 970'te tekrar Bizanslıların eline geçen bölge 1071 tarihinden itibaren Selçuklular tarafından ele geçirilmiştir. Selçuklulardan sonra İlhanlıların, Akkoyunluların, daha sonra da Osmanlıların yönetimine girmişlerdir. (1473 - 1555) Osmanlı devleti yıkılıncaya kadar da azınlık statüsünde yaşamışlardır.
Osmanlı devleti yönetimi altındaki Asya topraklarının hiçbir bölümünde Ermeni yoğunluğu olmadığı için, hiçbir yer Ermenistan adıyla isimlendirilmemiştir. Birinci Dünya Savaşından önce Anadolu bölgesinde, 1.193.394 Ermeni yaşıyordu. Bu toplam nüfusun % 7'si civarındaydı. Ermenilerin en kalabalık olduğu Bitlis ilinde bile, toplam nüfusa oranları %25'i geçmiyordu.
Bugün Türkiye'de 1960 sayımına göre Ermenice konuşan halkın toplamı 53.173'tür. bunun 41.311'i İstanbul'da, 11.862'si diğer illerde bulunmaktadır. (1)
Ermenilerin Ermenice denilen bir dili vardı ve bu dil çok gelişmemişti. Soylular ve şehirliler, idaresi altında bulundukları milletin dilini konuşurlardı. Hattâ Osmanlı yönetiminde iken 18. Asır ortalarına kadar Türkçeden başka dil konuşmazlardı. Kilisede bile İncil'in Türkçesi okunurdu. Kültürlerinde, folklör ve edebiyatlarında Türklerin geniş tesiri vardı.
Ermeniler de ilk zamanlarda İranlılar gibi ateşperest idiler; aya, güneşe, yanardağlara taparlardı. 301 yılında Kirkor Lusaroviç denilen bir rahibin çalışmalarıyla hristiyan oldular. Hristiyan olunca, Kirkoriye (Gregorien) ismiyle kendilerine mahsus bir kilise kurdular. İnaçları ve ibadetleri katolik ve ortodokslardan farklıydı. Kiliseye yalnız erkekler devam ediyordu. Dînî liderlerine katagigos deniliyordu. En büyük dînî liderleri Erivan yakınındaki Eçmiyazin'de bulunuyordu. Fatih İstanbul'u fethettikten sonra 1461 yılında, Bursa'daki Ermeni dînî lideri Hovakim'i İstanbul'a getirtti. Yayınladığı bir fermanla Ermeni Patrikhanesini kurarak, onu ilk patrik ilân etti.
İranlılar Ermenileri tekrar ateşperest yapmak için, Bizanslılar da kendi mezheplerine çevirmek, ortodoks yapmak için çeşitli baskılar yaparlardı. Müslümanların idaresi altında, yâni Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı döneminde, Ermeniler serbestçe dînî faaliyetlerini yapabildiler. Askerlikten muaf oldukları için sanat, ticaret ve tarımla uğraştılar. Her bakımdan mutlu ve müreffeh bir hayat yaşıyorlardı.
İkinci Viyana bozgunundan sonra Osmanlı devleti gerileme sürecine girince, devleti yıkmak için batılı büyük devletler planlar hazırladılar, iç işlerine karışmaya başladılar. Azınlıkları devlete karşı ayaklandırmak için çeşitli çalışmalar yaptılar. Başta Rusya olmak üzere, İngiltere, Fransa ve ABD, konsoloslukları vasıtasıyla, açtıkları kolejler vasıtasıyla, Ermeniler arasında milliyetçilik ve ayrılık fikirlerinin gelişmesini sağladılar. Tanzimat ve ıslahat fermanlarıyla azınlıklara tanınan haklar, Ermenileri iyice şımarttı.
1877-1878 Osmanlı Rus savaşı kaybedilip Ayastefanos antlaşması imzalanırken, Ruslarla görüştüler. Daha sonra 1878'de Berlin konferansında Doğu Anadolu'da Ermeni azınlığın olduğu bölgelerde ıslahat yapılacaktır diye bir madde konulmasını sağladılar.
Devletin zayıf zamanlarında çeşitli isyanlar çıkartarak yabancı devletlerin müdahelesini beklediler. Böylece Balkan ülkeleri gibi bağımsızlıklarını kazanacaklarını, müstakil bir Ermenistan kuracaklarını umuyorlardı.

B. Ermenilerin Örgütlenmesi
Osmanlı Devletinde yaşayan Ermenilerin ilk ulusal hareketleri 1860 yılında kurulan derneklerle başlamıştır. Bu dernekler zamanla dış yardım ve kışkırtmalarla, Ermenileri devlete karşı ayaklandıran komiteler haline gelmiştir. Ermeni kiliseleri ve Ermeni okulları ihtilalci fikirlerin aşılandığı en önemli merkezlerdir.

a. Dernekler
1860'ta Adana'da Hayırsever Cemiyeti, arkasından Fedâkârlar Derneği kuruldu. 1870 - 1880 tarihleri arasında Van'da Araratlı, Muş'ta Okulu Sevenler, Doğulu ve Klikya dernekleri kuruldu. 1880 tarihinde bu dört dernek birleşerek Ermenilerin Birleşik Derneği adını almışlardır. 1876'da Ermenistan'a Doğru Derneği, 1879'da Milliyetçi Kadınlar Derneği, 1880'de Erzurum'da Silahlılar Derneği, Kafkasya'da Genç Ermenistan Derneği, 1872'de Van'da İttihat ve Halâs Derneği, 1882'de yine Van'da Karahaç Derneği kuruldu. Bu derneğin amacı gerekli yerlerde isyanlar çıkartmak ve gençleri silahlandırmaktı.
1881'de Erzurum'da kurulan Müdâfi Vatandaşlar Derneği, daha sonra büyüdü, çeteler kurdu, dörtyüzden fazla usta çeteci yetiştirip komutanlar atadı. Bunları düzenli silahlı eğitime tabi tutup, silâh ve cephane depoları kurdu.

b. Komiteler
1. Hınçak (Çan) Komitesi : 1887'de İsviçre'de Kafkasyalı Ermeniler tarafından kurulmuştur. Amacı Türkiye Ermenistanı'nı kurmak, daha sonra Rus ve İran Ermenistanlarıyla birleşerek bağımsız bir Ermenistan yaratmaktı. Sosyalizmi benimsemişlerdi.
2. Taşnaksutyun Komitesi (Ermeni İhtilâl Cemiyetleri Birliği): 1890'da Kafkasya'da kuruldu. Amacı Ermeni örgütlerini birleştirmek, Türkiye'ye geçen çetelere yardım etmek, isyanlar çıkartmak suretiyle Türkiye Ermenistanı için siyasî ve iktisâdî özgürlük elde etmekti. Nasyonal-sosyalizme benimsemişlerdi.
Komitenin örgütüne verdiği emir şu idi:
"--Türkü, Kürdü her yerde, her türlü koşullar altında vur! Mürtecileri, ahdinden dönenleri, Ermeni hafiyelerini, hainleri öldür, intikam al!" (2)

C. 1908 Öncesi Ayaklanmalar
Ermeni komiteleri Ermeni zenginlerinden ağır tehditlerle büyük paralar sızdırdılar. Doğu Anadolu'da komitenin emirlerini dinlemeyen yüzlerce Ermeni öldürdüler. Türk ve Kürt köylerini de basıp yağmalamaya başladılar. Türkleri ve Kürtleri yurtlarını bırakıp gitmeye mecbur etmek için akıl almaz işkencelerle öldürüyorlardı.
Anadoluda yer yer çıkan küçük Ermeni isyanları hızla bastırıldı. Büyük isyanlarda Avrupa ülkeleri konsolosları vasıtasıyla müdahele ettiler. Yurtdışındaki komiteciler Avrupa ve Amerika gazetelerinde Türklerin hristiyanları doğradığını iddia ederek amansız bir propagandaya giriştiler.
Sultan Abdülhamid bölgedeki müslüman halkın can güvenliğini sağlamak için, Hamidiye Alayları denilen süvari birlikleri teşkil ettirdi. Bunların subayları bölgedeki aşiretlerin ileri gelenlerinden seçiliyordu. (3)
Bu ayaklanmalardan önemlileri:
1. Sivas ayaklanması (11 Ekim 1881)
2. Erzurum olayı (20 Haziran 1890)
3. İstanbul'da Kumkapı ayaklanması (15 Temmuz 1890)
4. Yozgat olayı (Ekim 1893)
5. Tokat olayı (Ağustos 1894)
6. Birinci Sason isyanı (Haziran 1893 - Ağus. 1894)
7. İstanbul'da Bâb-ı Âli baskını (18 Eylül 1895)
8. 1895 - 1896 ayaklanmaları: Bu iki yıl içinde Ermeniler Anadolu'nun çeşitli yerlerinde ayaklanmalar yaptılar. Bunların başlıcaları; Geyve, Yozgat, Kayseri, Develi, Diyarbakır, Siverek, Harput, Malatya, Arapgir, Adıyaman, Maraş, Urfa, Antep, Sivas, Niksar, Divriği, Merzifon, Amasya, Trabzon, Gümüşhane, Bitlis, Muş, Erzincan, Bayburt, Erzurum, Hınıs ayaklanmalarıdır.
9. Adana olayları (Ekim 1895 - Mart 1896)
10. Zeytun isyanı (Temmuz 1895 - Ocak 1896)
11. Van isyanı (Ekim 1895 - Ekim 1896)
12. Osmanlı Bankası baskını (14 Ağustos 1896)
13. İkinci Sason İsyanı (1898 - 1904)
14. Sultan Abdülhamid'e suikast girişimi, bomba olayı (21 Temmuz 1905)

BİTLİS AYAKLANMASI (Ekim 1895)
Bitlis Ermenilerini Diyarbakır, Erzurum, Van komiteleri ihtilâl ve isyana sürüklemişlerdir.
Bitlis'teki Amerikan kolejinin de ihtilali tahrik ve teşvikte önemli yeri vardır. Bu koleji Bitlis'ten Amerika'ya gitmiş bir Ermeni açmıştır. Bitlis Koleji bu Amerikalının Bitlis'te doğmuş ve çocukluğunu arada geçirmiş olan oğlu Corc'un idaresindedir. Bitlis'e onbeş-yirmi saat uzaktaki köylerden gelen Ermeni çocukları burada yatılı olarak okumaktadırlar. Misyoner Corc, Ermeni çocuklarının kafalarını hükümet aleyhine ihtilâl ve isyan düşünceleriyle doldurup köylerine göndermektedir. Buradan mezun olanlar yakınlarına ve komşularına da ihtilâl ve isyan fikrini aşılamışlar, Ermenileri bağımsızlık hayaline sürüklemiş, Osmanlı Devleti ve Türk milletine düşman etmişlerdir.
Misyoner Corc ile piskopos vekili Ermenilerin ileri gelenlerine, onlar da Ermeni halkına Hınçak komitesinin programını telkin ederek ayaklanma düşüncesini zihinlerine yerleştirdikten sonra, fedâî kaydına başlamışlardır. Bundan sonra her taraftan fedâîler Bitlis'e dolmuşlar, hayalî vaatlerle cesaretlenmişler, devlet memuru Ermeniler istifa edip vazifelerinden ayrılmışlardır.
Ermeni esnafına gelince, alış veriş için dükkanlarına gelen müslümanlara; "Şu belindeki bıçağı ne taşıyorsun? Birkaç güne kadar hükmü kalmayacaktır." gibi hükümete sadakat, itaat ve tabiiyete aykırı küstahlıklara başlamışlardır.
Gümüşhane olayının çıktığı 13 Ekim 1895 Cuma günü, müslümanlar camilerde hutbe dinlerlerken, protestan kolejindeki kilise çanının ilk kez çalınmasında, Ermenilerin ileri gelenleri görünürlerden çekilip şuraya buraya gizlenmişler; ikinci defa çan çalınmasında, bütün Ermeniler dükkanlarını kapamışlar, eşyalarını öteye beriye dökerek yangın çıkarmaya kalkışmışlar; bir taraftan da evlerine gidip silahlarını alarak camilerin kapılarına doğru ilerlemeye başlamışlardır.
Bu sırada, Ermenilerin her taraftan birden hücuma geçmelerinin işareti olan kilisenin çanlarını üçüncü kez çalmasından önce pencerelerden durumu gören islam kadınları çocuklarını camilere göndermişler, Ermenilerin hücuma geçmek üzere oldukları haberini vermişlerdir. Bu haber üzerine müslümanlar hutbenin bitmesini beklemeden dışarı fırlamışlardır. Camilerden dışarı çıkan İslâmlar, Ermenileri kapı önünde silahlı ve hücuma hazır görünce, çatışma başlamıştır.
Ermenilerin silah kullanmaktaki korkaklığı, müslümanların ise; iyi silah kullanmaları sonucu, Ermenilerin tasarladıklarını yapmalarına imkân bırakılmamıştır. Müslümanlar böyle bir durumla karşılaşacaklarını akıllarına getirmediklerinden yanlarında bıçak ve deynekten başka silah olmadığı halde çarpışmışlardır. Memurlar, komutan ve askerlerin aldıkları ciddi tedbirlerle ayaklanma ancak iki saat sürmüştür. Bu kargaşalıkta İslâmlardan 38 ölü 135 yaralı, Ermenilerden de 136 ölü 40 yaralı olmuştur.
Bitlis'teki olay çevreye de sıçramış, Bitlis'in kaza ve köylerinde de ayaklanmalar olmuştur. Bu ayaklanmalarda İslâmlardan 86 ölü 38 yaralı, Ermenilerden 171 ölü 49 yaralı olduğu alınan tahkikat raporlarından anlaşılmıştır.
Ermeni ayklanmasının bastırılması elbette hükümetin vazifesidir. İslâmların bu işe karışmasının sebebi, Ermenilerin olaydan önce tenhalarda rastgeldikleri İslâmları öldürmeleri, müslüman kızlarını kaçırıp ırzlarına tecavüz etmeleri; en sonunda müslümanlar Cuma namazı kılmak için camilerde toplandıkları bir sırada tecavüze kalkışmaları; ve nihayet zühd ve takvâsıyla İslâmların büyük saygı duydukları Şeyh Haydar Efendi'nin Ermeniler tarafından korkunç bir şekilde, vahşice şehid edilmesi, bardağı taşıran son damla olmuş; İslâmları nefis müdafaasına zorlamıştır. (4)

D. İkinci Meşrutiyetten sonra ayaklanmalar

Meşrutiyetin ilanıyla (1908) herkeste bir hürriyet sarhoşluğu görüldü. Gazeteler eski idarenin kötülüklerini, hürriyetin nimetlerini sayıp dökerken her köşe başında bir hatip türemişti. Tek kelime ile ağızdan çıkanı kulak işitmiyordu. Bu hengâmeden faydalanan Ermeni siyâsî suçluları, mahkûmları, kaçakçıları İstanbul'a doldular. Şapkaları, kelebek kravatları, Rus lehçesiyle konuştukları Ermeniceleriyle dikkati çekiyorlardı.
Meşrutiyetin ilanıyla, komitelerin artık ihtilalci siyasetlerini bir tarafa bırakarak meşrutiyete yardımcı olmaları, memleketin iktisâdî ve medenî gelişmesi için çalışmaları gerekiyordu. Komiteler görünüşte buna karar verdiler.
İttihatçılar Ermenilerin yalanlarına aldandılar, devletin yüksek mevkilerine bir çok Ermeni aydını getirdiler. Bayram ve merasimlerde en önde, ittihat ve terakki Cemiyetinin önemli kişilerinin yanında bulundular. Şişli mezarlığında sözüm ona meşrutiyet uğruna ölen Ermeni fedaileri adına düzenlenen törendi İttiha e terakki Cemiyeti ileri gelenleri de bulunuyordu. Türk ve İslâm düşmanı kanlı katil Patrik Matyos İzmirliyan sürgünde bulunduğu Kudüs'ten İstanbul'a gelirken, İttihatçılar tarafından karşılandı. İttihat ve Terakki Cemiyeti Ermeni cemiyetlerini himayesine aldı. Bu cemiyetler adına müsamere ve konserler verildi.
En önemli yerler, Rusya'dan koğulmuş, Avrupa'nın çeşitli yerlerinden İstanbul'a gelmiş vatansız, milliyetsiz alçaklar tarafından işgal edilmişti. Bu sözde diplomatlar, içlerindekini açığa vurarak Osmanlı devletini devlet olarak tanımayacaklarını ilan ediyorlardı. Taşnak Hınçak ve diğer komiteler yeniden örgütlenmeye, şubeler açmaya başladılar. İstanbul'daki Ermeni basınında Türk-İslâm düşmanlığını körükleyen yazılar birbirini takib etmeğe başladı. (5)

ADANA AYAKLANMASI (14 Nisan 1909):

Adana piskoposu Muşeg, büyük devletlerin dikkatini çekmek ve türkiye'den bir Ermenistan devleti koparabilmek için aylarca hazırlanmış, binlerce Ermeniyi silahlandırmıştı. Piskopos isyan emrini, Osmanlı Devletinin en nazik anında, 31 Mart ihtilalinin ertesi günü, 14 Nisan 1909'da verdi. Adana, Tarsus, Erzin, Misis, Dörtyol, bahçecik ve diğer kazalardaki Ermeniler ayaklanarak zayıf buldukları Türk evlerine dalıp, ırza, mala ve cana saldırmağa başladılar. Üç günde Adana ve çevresi altüst oldu. Ermeniler beşikteki Türk çocuklarını bile öldürüyor, hazırlıksız olan asker ve polis karşı koyamıyordu. İsyana bizzat Türk halkı karşı koydu, nefsini savundu; Ermenilere yıllarca unutamayacakları bir ders verdi. Piskopos Muşeg Mısır'a kaçtı.
Ayaklanmanın sonunda harb divanı kuruldu. Uzun tahkikat ve muhakemeler sonucunda 9 Türk, 6 Ermeni idama mahkûm edildi.
Ermeniler durumu Avrupa basınına Türklerin zulüm ve barbarlığı şeklinde aksettirdiler. Tamamen vahşî, yüksek kültür ve medeniyetten külliyyen mahrum, musiki, şiir, yemek gibi en ibtidâî ihtiyaçlarını Türk kültüründen aynen iktibas eden bir kavim olan Ermeniler, Avrupa ve Amerika basınında mazlum olarak ilan edildi.
Sultan Abdülhmid'i devirdikleri için Avrupa basınında alkışlanan İttihatçılar, telaşa düştüler. Avrupa'ya şirin görünmek için meşrû müdafaa halinde olan Türkleri rastgele asıp kestiler. Bu sırada Adana valisi olan meşhur Cemal Paşa, (o zaman Kurmay Albay Cemal Bey) yeniden harb divanı kurdurdu. Adana şehrinde 30 müslümanı, Erzin kasabasında 17 müslümanı idam ettirdi. İdam edilenler arasında Adana'nın en eski ve zengin ailelerine mensup gençler olduğu gibi, bölgede pek büyük bir nüfuza sahip olan Bahçe müftüsü de vardı. Ermenilerden ise yalnız bir kişiyi idam ettirdi. (6)
E. Birinci Dünya Savaşında Ermeni Olayları Daha Osmanlı hükümeti Ruslarla savaşa girmeden önce, Kafkasya'da hazırlıklar başlamıştı. Her taraftan Ermeni gönüllüleri Rus ordusuna, Türkiye'ye karşı savaşacak çetelere, intikam alaylarına girmek üzere Kafkasya'ya, Tiflis'e doluşuyordu. Osmanlı meclisinde Erzurum milletvekili olan Karakin Pastırmacıyan, komite tarafından örgüt için Kafkasya'ya gönderildi. Ermeniler bölgeyi iyi tanıyorlardı. Rusların da bunlara ihtiyacı vardı. Uzlaşma devletleri Ermenilere büyük umutlar bağlamışlardı. Öteden beri siyasi çıkarlarına alet ettikleri bu topluluğu Osmanlı devletine karşı kullandılar. Rus, Fransız ve İngiliz konsolosları bulundukları yerlerde, Çarlık Genel Valisi de Tiflis'te komite başkanlarına gerekli emri verdiler. Ermeni komitelerine ellerinden gelen yardımı yaparak Ermenileri cepheye sürdükleri gibi, bol miktarda para ve cephane vererek içeride de isyanlar çıkarttılar. Osmanlı Devleti pek az bir zaman önce Balkan Savaşı gibi bir yenilgiden çıkmıştı. Dünya savaşının patlamasıyla, yaşamı ve geleceği söz konusu olmaya başlamıştı. Bu nedenle seferberlik ilan etti. Ermenilerden askere alınanlar, silahlarıyla birlikte düşman saflarına kaçarken, ülkede yaşayanlar da Türk devletini yıkmak için yer yer silahlı ayaklanmalara kalkıştılar. (7) Bu ayaklanmaların başlıcaları: 1. Zeytun olayları 2. Kayseri Olayları 3. Bitlis ve Muş olayları 4. Erzurum ve Erzincan olayları 5. Elazığ (Harput) olayları 6. Yozgat olayları 7. Sivas olayları 8. Adana olayları 9. Trabzon ve Samsun olayları 10. İzmit ve Adapazarı olayları 11. Urfa olayları 12. Van isyanı MUŞ'TA ERMENİ ZULMÜ Muş ahalisinden Mehmet Resul'un yeminli ifadesi: Ben asker olarak harpte bulunuyordum. Aldığım yaradan ötürü Bitlis'e doğru çekilen birliği takip edemediğim gibi, yaralı ve sakat üç erle birlikte geri kaldık. Az sonra Rus kazaklarının öncüleri olan Ermeniler yanımıza geldiler. Arkadaşlarımızdan Harputlu Hüseyin adındaki erin gözlerini çıkararak, "Kalk bak, Türk askeri geliyor mu?" dediler. Sonra zavallıyı kurşunlayarak şehid ettiler. Diğer erin sağ yanından derisinin bir kısmını yüzerek çanta şekline koydular. Bu Zavallıya da, "Elini sok, bu çantada padişahınızın parası var mı?" diye işkenceye başladılar, sonra şehid ettiler. Üçüncü arkadaşımızı yere yatırıp tenâsül aletini kestiler; sonra ağzına koyarak, "Bu boruyu çal, size Osmanlı askerinden yardıma gelsin!" yollu hakaretlerden sonra, onu da şehid ettiler. Artık sıra bana gelmişti. Bu alçaklıkları yapanlar bana yabancı gelmiyorlardı. Yüzlerine baktım, içlerinden üçünü tanıdım. Bunlardan birisi Muş Ermenilerinden ve Çıkar mahallesinden Keşiş oğlu Aram. İkincisi yine Muş'un Yaş mahallesinden Bağdasar Körük oğlu Alkesam, üçüncüsü yine ayni mahalleden Avukat Herant Efendi oğlu Herant idi. Bunlar beni bir dereye götürdüler. Yaktıkları ateşte tüfeklerini, şişlerini güzelce kızdırdıktan sonra yirmi dört yerimden dağladılar. Yalvarmalarıma, bağırıp çağırmalarıma, sızlanmalarıma asla kulak vermiyorlardı. O sırada birkaç Rus askeri yetişti. Bunlardan birisi beni ölümden kurtardı. Bu asker gizlice kulağıma Rusya'daki müslümanlardan olduğunu söyledi. Artık Rus, Kazak ve Ermeni çeteleriyle birlikte Bitlis'e doğru yola çıktık. Yolda kaçak kafilelerine, ordunun arkasından göçen zavallılara rastladık. Ermeniler, bu müafaasız kadın ve çocuklarla, zavallı ihtiyarlara şiddetle saldırıyor, yürekler parçalayıcı, insanlık dışı vahşilikle zavallıları katlediyorlardı. İçlerinden Muş'un Ziyaret köyü ahallisinden olduğunu tanıdığım bir Ermeni ile altı arkadaşı, altı müslüman kızını getirdiler. Bunları rükû'a varacak şekilde çırılçıplak durdurdular, sonra iffetlerini kirletmeye başladılar. Bir taraftan bu çirkin ve insanlık dışı işi yapıyorlar, bir taraftan da, "Bundan sonra müslümanlara böyle namaz kıldıracağız!" diyorlardı. Biz ordan ayrıldık, Tel köyüne vardık. Orada üç gün kaldık. Bu üç günde evvelce beni kurtarmış Tatar Abdulmelik ekmek verdi. Üçüncü gün, artık yardım edemiyeceğini, zira bir müslüman himaye ettiği anlaşılırsa şiddetli ceza göreceğini söyledi. Bu sebeple başımın çaresine bakmam lâzım geldiğini anlattı.
Gecenin karanlığından faydalanarak oradan kaçtım. Şafak sökerken Kızanan köyünün karşısındaki tepeye yetiştim. Köyden feryad ve figanlar işitiliyordu. Ermeni çeteleri bir taraftan köyü ateşe vermişler, diğer taraftan katliâma girişmişlerdi. Oradan da kaçtım. Birçok tehlikeler atlattıktan sonra muhacirlerle birlikte geri çekildik. (8) VAN'DA ERMENİ ZULMÜ Van jandarma alay komutanının Raporu: Çarıksır köyünde bir çocuğun kuzu gibi kızartılarak bir süngü üzerinde direğe iliştirildiğini birçokları yeminle söylemişler cesedin kalıntılarını göstermişlerdir. Ahorik ve Avzerik köyleri arasında elleri bağlı ve karınlarına sokulmuş tenasül aletleri kesilerek ağızlarına sokulmuş dört Türkün cesedi bulunmuştur. Kavlık Köyünde 7 yaşındaki Fatma ve 5 yaşındaki Gülnar adlarında iki kız çocuğunun iki taraftan kirletilmiş oldukları, ve bu bu kötü hareketin sonucu her ikisinin de sakat kaldıkları görülmüştür. Bugün bu zavallılar Ermeni mezaliminin canlı bir timsali olarak yaşamaktadır. Yine bu köyde 70 yaşından fazla Ali adında bir ihtiyarın, çene kemiklerini süngülerle kırarak, kesip ağzına koymuşlardır. Bunu Van'ı geri alan Türk ordusunun ileri gelen subayları gözleriyle görmüşlerdir. Ahtoci Köyünde Kemo adındaki şahsın Zeliha isimli eşi tandır başında ekmek pişirirken, Ermeniler Zeliha'nın altı aylık çocuğunu ateşe atarak pişirmişler, zorla annesine yedirmek istemişler; zavallı annenin reddetmesi üzerine, kadının bir bacağını ateşe sokarak yakmışlardır. Bu gün bu zavallı kadın yaşıyor. Gördüğü bu korkunç zulmü anlatırken yürekler tırmalayıcı feryat ediyor. Bu zavallı kadının hikâye ve feryadına katılmamak için taş veya demirden yürek gerekiyor. Yine bu köyde Ermeniler birçok Türk çocuğunu tezek yığınları arasına koyduktan sonra tezekleri ateşlemişler; bu zavallı masum yavruları diri diri yakmışlardır ki, durum yerinde yapılan inceleme sonucu kalıntılardan anlaşılmıştır. (9) ESMA NİNE ANLATIYOR Molla Kasım köyünden 95 yaşındaki Esma Hanım yaşadığı faciayı hafızasında kalan kırıntılarla şöyle anlatıyor: Ermeniler, Molla Kasım köyünü yerle bir ettikten sonra Zeve'ye gittim. Zeve çayını geçemedim, beni atla gelip aldılar. Zeve'de toplu halde bulunan kadınların tamamını Ermeniler bir dama koyduktan sonra, yere oturulmasın diye su ile doldurdular. Yarı belimize kadar su içinde kaldık. Sonra erkekleri ayırıp götürdüler. Onları başka bir damda diri diri yakmışlar. Ermeniler, 15 yaşından küçük çocukları da bir tarafa ayırdıktan sonra süngüleyerek katlettiler. Kadınları da gruplar halinde Van'a götürdüler. Bir çocuğumu, gözümün önünde koyun boğazlar gibi boğazladılar. Bir Ermeni, komşumuz Firdevs hanımın oğlunu ayağının altına alıp, iki bacağından ayırarak iki parça edip şehid etti. Ermeniler o kadar çok müslüman boğazladılar ki, akan kanlar koskoca tandırları doldurdu. En son Rus ordusunda vazifeli bir Tatar bu korkunç faciaya son verdi. Ermeniler, esir ettikleri müslüman kadınları iki sıra halinde aralarına alıp türkü söyleyerek, tef çalarak götürüyorlar; ikide bir; "Korkmayın sizi Van valisi Cevdet Paşa'ya götürüyoruz Cevdet paşa size pilâv ikram edecek!" diyorlardı. Sonra koro halinde: "Cevdet Paşa et temâşa / Gelinlerin oldu matuşka! (fahişe demek)" diyorlardı. Molla Kasım köyünden Şeyh Selim Efendinin gözlerini oyduktan sonra şehid ettiler. Gene Molla Kasım köyünden Müslim amcayı öldürdükten sonra, cesedini namaz kılıyor gibi bir duruma soktular, İslâmın dini ve imânına küfür ettiler, alaya aldılar. Ermeniler, bir taraftan erkekleri öldürüyorlar, sonra da: "Korkmayın, size bir şey yok! Onları Rusya'ya para kazanmaya gönderiyoruz." yalanını gözümüzün içine bakarak söylüyorlardı. (10) ZEVE'DE ERMENİ KATLİAMI Kıymet Başıbüyük, Zeveli annesi Hediye hanımdan naklen bu faciayı şöyle anlatıyor: Seferberlik ilân edilir edilmez Van halkı muhacir olmaya başladı. Zeve ve çevresindeki köyler muhacir olmadılar. Buna sebep olan zeve ve çevresindeki köyler ve muhtarı Süleyman çavuştur. Çünkü muhtar köylüyü toplayıp, "Buradan muhacir olup gitmeye hiç lüzum yok! Ben Ermenilerle kardeş oldum, (!) size bir şey yapmazlar." diye teminat verdi. Bu söze inanarak köyü terk etmedik. Sonra Vandaki Ermenilerin ortalığı kana buladıklarını, her tarafı yakıp yıktıklarını duyduk. Ermeniler binlerce müslümanı kesmeye başladılar. Van'ı terk etmeyen hasta, yaşlı, çocuk ve kadınları asıp kesmeye, bir kısmını da çaylara, kuyulara atmaya koyuldular. Sıra bizim köylere gelmişti. O sırada komşu köylerin ahalisi bizim köyde toplandı. Her köyün en az 400-500 nüfusu vardı. Ermeniler, bir sabah köyümüzü ateşe tuttular. Zeve'de toplanmış müslümanlar, cephaneleri bitinceye kadar köyü müdafaa ettiler. Türklerin cephaneleri bitince Ermeniler köye girdiler. Korkunç facia bundan sonra başladı. Önce Ermenilerle kardeş olduğunu söyleyerek halkın göç etmesine engel olan Süleyman Çavuş'u yakalayıp, korkunç şekilde şehid ettiler. Ermeniler, hamile kadınların karnını yırtıp çıkardıkları çocukları süngülerinin ucuna takarak annelerine gösterdiler. Kızların ve kadınların kollarındaki bilezikleri almak için çok kolay bir usul buldular. Kasaturalarıyla kızların ve kadınların kollarını kesiyor, sonra bilezik ve yüzükleri çıkarıyorlardı. Ben, annem ve 20-30 kadar köylü kadını ve çocuk Sultan Hacı Hamza'nın türbesine sığındık. Ermeniler bizi öldürmek için türbeye gazyağı ve benzin serptiler ve ateşlediler. Türbe yanmadı. Kazma kürekle türbeyi yıkmak istedilerse de, yıkamadılar. Hayret ve şaşkınlık içinde, "Yahu bu mutlaka bizdendir." diyerek gittiler. Biz oradan çıktık. Çıktığımızı gören Ermeniler üzerimize hücum ettiler. Bu sefer köyün köpekleri bizi kurtardı. Köydeki köpekler insan cesedi yiyerek kuduz olmuşlardı. Her tarafa saldırıyor, köye hiç kimseyi yaklaştırmıyorlardı. Bir zaman köpekler bizi korudu. Sonra Ermeniler köyü işgal ettiler. Biz yine katil ve canavar Ermenilerin eline düştük. Bir hafta sonra Ruslar bizi alıp aç, susuz Van'daki Ermeni kışlasına götürdüler. Rus Kırgız muhafızlarına, yiyecek bulmak için bizi serbest bırakmaları için yalvarıyorduk. Kısa bir zaman kışlanın yanına çıkınca, hayvanlar gibi söğüt yapraklarına üşüşüyor, bir yandan çabuk çabuk bu yaprakları yerken, diğer yandan etek ve ceplerimizi dolduruyorduk. Aç midelerimize bu acı söğüt yaprakları, bal gibi tatlı geliyordu. Böylece günler geçti. Sonra Ruslar bizi serbest bıraktılar. Tarlalara dağıldık, ektik, biçtik. Değirmen gösterdiler buğdayları öğüttük. Türk askerinin görünmesiyle tam ve gerçek hürriyete kavuştuk. (11) F. Ermenilerin Savaş Bölgesinden Çıkartılması ve Tehcir Kanunu (14 Mayıs 1915) Osmanlı hükümeti ilk aylarda isyanlara karşı yalnız yöresel ve özel önlemler almakla yetindi. Rus ordularının doğu illerini işgali sırasında, özellikle onlara öncülük eden Ermeni gönüllü intikam alayları tarafından müslüman halk acımasızca yok ediliyordu. Van'ın düşmesi, Bitlis, Muş, Erzincan, Bayazit, Zeytun, Sivas vs. bölgelerde isyanların ve saldırıların sürmesi üzerine hükümet, orduyu korumak için hareket etmek zorunda kaldı. Halâ serbestçe çalışan Ermeni komite merkezlerini kapattı, komite liderlerini ve kışkırtıcıları tutuklattı. (24 Nisan 1915) Dışardaki Ermeni topluluklarının her yıl katliam yıldönümü diye andıkları 24 Nisan işte bu tarihtir. Daha sonra 14 Mayıs 1915'te tehcir (göç) kanunu çıkarıldı. Buna göre: 1. Seferde ordu, kolordu ve tümen komutanları, bunların vekilleri ve bağımsız bölge komutanları, ahali tarafından herhangi bir surette hükümetin emirlerine ve ülkenin savunmasına, güvenliği korumaya ilişkin uygulamalara karşı koymak, silahla saldırı ve direnme görürlerse, derhal askerî kuvvetlerle şiddetli biçimde cezalandırmaya ve direnmeyi esasından yok etmeye izinli ve mecburdur. 2. Ordu, müstakil kolordu, tümen komutanları askerî icablardan dolayı veya casusluk ve hainliklerini hissettikleri köyler ve kasabalar ahalisini, tek tek veya topluca diğer yerlere sevk ve iskân edebilirler. 3. İşbu kanun yayın tarihinden itibaren geçerlidir. (12) Bu kanuna göre, ayaklanma hazırlığı içinde olan Ermeniler İç ve Doğu Anadolu'dan güneye, o zaman sınırlarımız içinde bulunan Suriye, Lübnan ve Irak'a göç ettirilmiştir. G. Ermenilerin 1918 - 1920 yılları arasında yaptıkları mezâlim Ermenilerin Ruslara yardımcı olarak birlikte işgal ve katliamlar yaptıklarını yukarıda anlatmıştık. İşgal yıllarında bu zulüm çeşitli şekillerde devam etti. Nihayet 7 Kasım 1917'de Rusya'da ihtilâl oldu, 22 Ocak 1918'de Rusya mütareke istedi. Bunun üzerine Rus ordusu işgal ettiği doğu Anadolu'dan çekilmeğe başladı. Bu esnada Ermeniler yine yağma ve katliamlar yaptılar. Her tarafı yakıp yıktılar. Trabzon, Gümüşhane, Erzurum, Erzincan, Van, Bitlis, Muş ve Kars bölgelerinde pek çok zulümler icra ettiler. ERZURUM'DA ERMENİ ZULMÜ Ilıca'da kaçamayan Türklerin hepsinin öldürüldüğünü ve kör baltalarla enselerinden kesilmiş bir çok çocuk cesetleri gördüğünü Erzincan'dan Erzurum'a dönüşünde bizzat başkomutan Odişelidze söyledi. Ilıca katliamından üç hafta sonra 11 Mart 1918 pazartesi günü ordan dönen yarbay Griyazmof gördüklerini şöyle anlattı: "Köylere giden yollarda uzuvları tahrib edilmiş bir çok cesetlere rastladım. Her geçen Ermeni bu cesetlere bir kere söğüp tükürüyordu. 25-30 metrekarelik cami avlusuna iki arşın ( 141 cm) yüksekliğinde cenaze yığılmıştı. Bunların arasında her yaşta kadın, erkek, çoluk çocuk ve yaşlılar vardı. Kadın cesetlerinde zorla ırza geçme halleri pek belli bir halde idi. Birçok kadın ve kızların tenasül yerlerine tüfek fişeği sokulmuştu. Alaca menzil komutanlığı müteahhidi olan bir Ermeni 12 Mart 1918'de yapılan vahşilik üzerine şunu anlattı: Ermeniler bir kadını canlı olduğu halde bir duvara çivilemişler; sonra kalbini oyup başının üstüne asmışlar. Erzurum'da Rus topçu subaylarından Gürcü asıllı teğmen Midvani şöyle bir olaya tanık olduğunu anlattı: Bir Ermeni, arabacılardan bir müslümanı vurmuş, fakat öldürememiş, sırt üstü düşmüş. Ermeni elindeki sopayı, can çekişen müslümanın ağzına sokmak istemiş. Dişleri kilitlenmiş olduğundan sopayı ağzına sokamayan Ermeni, müslümanın karnını tekmeleye tekmeleye öldürmüş. (13) 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesinden sonra Türk Ordusu Kars ve çevresini terk ederek 1877-1878 Türk-Rus savaşı sonrası çizilen sınırın batısına çekilmişti. Bu bölge tekrar Ermeni cellatların ellerine bırakılmış oldu. Bağımsız Ermenistan devletine bağlı çeteler iki yıl boyunca çeşitli zulümler yaptılar. Nihayet Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki Türk ordusu 30 Ekim 1920'de Kars'ı, 12 Kasım 1920'de Iğdır'ı Ermenilerden kurtardı. 3 Aralık 1920 günü Ermenistan'la Gümrü anlaşması imzalandı. Mondros Mütarekesinin 7. maddesine dayanarak Uzlaşma Devletleri Anadolu'nun her bir tarafını işgale başlamışlardı. Güney illerimiz (Urfa, Antep, Maraş, Adana) önceleri İngilizler tarafından işgal edilmiş ve daha sonraları ise Fransızların denetimine geçmişti. Ermeniler bu bölgede de, Fransızların himayesinde zulüm ve katliamlarını sürdürdüler. ADANA'DA ERMENİ ZULMÜ Vanlızade Nihat anlatıyor: Fransızlar, Ermenilerle iş birliği halinde vesileler icat ederek Türkleri öldürüyorlar; para ve mallarını yağmalıyorlardı. Ermeni kilisesi kasaphane (maktel) olmuştu. Köşe bucaklarda, ıssız yerlerde yakaladıklarını sürüyerek kiliseye götürürler, işkenceler içinde canını alırlardı. Bu gibi facialar bir taraftan devam ederken diğer taraftan Fransızlar sorgusuz sualsiz masum Türkleri Kumlukta Hacı Ali tekkesinde kurşuna dizerlerdi. Rahmetli babam eski sarayda oturuyordu. Güpe gündüz evini bastılar. Bütün ev eşyasını aldıktan sonra depodaki çenberli pamuklarını da götürdüler. Ermeni çeteleri ansızın çiftliğimize baskın yaptılar. Hazırladığımız bütün malları, ne var ne yok, yataklarımıza varıncaya kadar alıp arabalara yüklediler. Hayvanlarımızı da önlerine katıp, bizim üçümüzün elini kolunu sıkı sıkıya bağlayıp, Şahin Ağa kilisesi köyüne sevk ettiler. Burası mahşerden bir nümune idi. Binlerce Ermeni ile dolmuştu. Çeteler, dişinden tırnağına kadar çapulcu, yağmacı Ermeniler burada mevcuttu. Bizi hay u huyla karşıladılar. Binbir çeşit yakası açılmadık küfür ve hakaretler içerisinde, çete başı Sivaslı Kireççi Agop'un önüne çıkardılar. Gayet terbiyesiz bir biçimde bizden para istedi: "--Sakladığınız yeri gösteriniz, aksi takdirde başınıza çeşitli işkencelerle ölüm gelecektir!" dedi. Varımız olan 17 altun lira ile 637 banknotumuzu daha önce elimizden almışlardı. "--Bir şeimiz kalmadı ki verelim; verecek paramız yok!" der demez, öldüresiye bir dayak atıp beni merdivenden aşağıya tekmelerle yuvarladılar. Kahkahalarla halimizi seyr edenler arasında, Adana'nın zengin ileri gelen Ermeni tüccarlarından Kalasyan ile Bızdıkyan ve Kasparyan'ı gördüm. Babamı çırıl çıplak ederek bir çukura götürdüler. Aşıkyan fabrikasında çalışan İstepan adındaki Ermeni, belinden çıkardığı 60 cm. uzunluğundaki kamayı babamın sağ böğrünün karaciğer nahiyesine sapladı. Kelime-i şehadet getiren babama kızan kaatil peygamberimize küfür etti. İkinci darbeyi de aynı bıçakla boynunun sağ tarafına indirdi. Rahmetli babamın başı göğsüne sarktı, şehid olarak gözlerini kapadı. Babamın ayaklarına bir ip takarak takur tukur sürükleyip kör bir kuyuya cesedini attılar. Tüyler ürpertici bu manzara, hemen beş metre uzağımda cereyan etti. Facianın dehşetinden kanım dondu. Şimdi sıra bana gelmişti. Perişan halimde yanıma geldiler. Beni de anadan doğma soyundurdular. Üzerime bir teneke gaz yağı döktüler. Bir elinde kibrit, diğerinde kutusu olan Ermeni üzerime geldi. Dedi ki: "--Siz çok zenginsiniz, çok paranız olduğunu biliyoruz. Üzerinizden çıkan para ile bizi aldatamazsınız. Eğer paranın yerini söylemezseniz, babanın akıbetini gördün, seni de diri diri yakacağız. Çabuk söyle, böyle bir ölümden kendini kurtar!" Diri diri yakılıp ölmenin çok feci olduğunu düşünerek vakit kazanmak maksadıyla: "--Evet, çok paramız var, hem de heybe dolusu... Bunların yerini çiftlikte size göstereceğim!" dedim. Derhal gazlı vücuduma elbisemi giydirdiler. Çete başının yanına götürdüler. Çete başının verdiği emir de, derhal çiftliğe gidilmesi, paralar alındıktan sonra geri dönülmesi idi. Verdiğim cevapta: "--Bu çok yanlış bir emirdir. Paralar samanlıkta gömülüdür. Samanlığı boşaltmak, gömülü yeri açmak hayli vakte bağlıdır. Burası akşam olur olmaz Türk çetelerinin at oynattığı ve etrafı gözettikleri bir yerdir. Şimdi vakit akşam, nerede ise güneş batmak üzeredir. Biz oraya gidip işe başladığımız zamanda, behemehal Türk çeteleri gelecek, iki taraf arasında şiddetli bir çarpışma olacaktır. Ben belki bu çarpışmalarda ölebilirim. Sizin elinize para geçmediği gibi, bir hayli zayiata maruz kalabilirsiniz. Beni öldürseniz bu saatte çiftliğe ayak basmam!" dedim. Çete başı bu düşüncemi haklı buldu. İşi yarına bıraktı. Beni üç nöbetçinin nezareti altında bir odaya soktu. Köyün etrafına da nöbetçiler kondu. Çeşitli yerlere de gözcüler dikildi. İlk işim kolay ölümün çaresini aramaktı. Yarın çiftliğe gidip kendilerini aldattığımı anlarlarsa, kim bilir bana nasıl işkenceli bir ölüm tatbik edecekler. Bunları düşündükçe tüylerim diken diken oluyordu. Altının, çuval dolusu banknotların neşesi içinde, çeteler yaptıkları günlük mezalimi iftiharla çete başına anlatıyorlardı. Yeğenim Tahsin'in Taşcı'da cesedinin kuyuya atıldığını, Zağarlı, Kamışlı, Yalnızca, Mıhıllı köylerinin tamamen yakıldığını, buralarda ellerine geçenleri ve Yalnızca'da Afganlı müslüman bekçinin, Aşık Kâhya'nın, Zağarlı'dan Sağır Sait'in ve berber Mahmut'un kız kardeşleriyle birlikte çocuklarının, Şahin Ağa kilise köyünden Deli Kerim'in, Gök Mehmet'in karısı Emine'nin, Veysel'in karısı Emine'nin ve daha isimlerini hatırlıyamadığım elli kadar Türk'ün, çeşitli işkenceler içinde nasıl öldürüldüklerini kahkahalarla anlatıyorlardı. Geç vakte kadar içtiler, hepsi de sızdı. Yediğim dayaktan, yarın karşılaşacağım felaketten yerimde oturamıyordum. Kurtulmak değil kolay ölmek istiyordum. (14) Fransızların ve Ermenilerin zulmü Maraş'ta halkın ayaklanmasına sebep oldu. Yirmi gün süren şiddetli çarpışmalardan sonra 11 Şubat 1920'de Maraş kurtarıldı. Daha sonra 20 Ekim 1921'de Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalandı. Fransızlar güneyde işgal ettikleri yerleri boşalttılar. Sadece Adana bölgesinden 120.000 Ermeni Suriye'ye kaçtı. 30.000 kadarı da Kıbrıs, Mısır, Adalar ve İstanbul'a gitti. SONUÇ : Yukarıda yazdıklarımızdan da anlaşılacağı üzere isyan eden Ermenidir, zulmeden Ermenidir, katliam eden Ermenidir. Mazlum ve mağdur olan, yüzbinlercesi katledilen, tecavüze uğrayan, yerinden yurdundan sürülen mâsum Anadolu müslümanıdır. Fakat Ermeniler bir asırdır yaygara yapmakta, basın, yayın ve propaganda yoluyla dünyayı aldatmağa çalışmakta; haçlı ruhuyla hareket eden bazı devletler de onlara destek olmaktadır. Soykırım iddiasına gelince; 1914 nüfus sayımına göre Osmanlı topraklarında yaşayan Ermeni sayısı 1.300.000'dir. Bunun 525.000'i işgalci Ruslarla beraber Rusya'ya göç etmiştir. Amerika, Suriye, Yunanistan, İran, Lübnan vs. ülkelere göç edenlerin sayısı da 582.000'dir. Toplam 1.107.000 Ermeninin göç ettiği anlaşılmaktadır. Türkiye'de kalan 50.000 civarındaki Ermeni'yi hesaba katınca, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında, Ermeni isyanları ve göçler esnasındaki toplam Ermeni kaybının 143.000 civarında olduğu anlaşılır. Halbuki aynı dönemde, aynı bölgelerdeki müslüman ahalinin kayıpları 1.400.000'i bulmaktadır. (15) Yâni esas soykırıma uğrayan müslümanlar olmuştur. KAYNAK (1) Türkiye'nin Siyasi Tarihinde Ermeniler ve Ermeni Olayları, Halil Metin, M. Eğitim Yayını, İstanbul 1997, s. 16 (2) Türkiyenin S. T. E. ve E. O. s. 87-93 (3) Türkiye Tarihi, Yılmaz Öztuna, c. 7, s. 180-181 (4) Tarihte Ermeni Mezalimi ve Ermeniler, Mehmet Hocaoğlu, İstanbul 1976, s. 275-276 (5) Tarihte E. M. ve Ermeniler, s. 478 - 480 (6) Türkiye Tarihi, Yılmaz Öztuna, c. 7, s. 227 (7) Türkiye'nin S. T. E. ve E. O. s. 129-131 (8) Tarihte E. M. ve Ermeniler, s. 720-721 (9) Tarihte E. M. ve Ermeniler, s. 723 (10) Tarihte E. M. ve Ermeniler, s. 733-734 (11) Tarihte E. M. ve Ermeniler, s. 735-736 (12) Türkiyenin S. T. E. ve E. O. s. 146-147 (13) Tarihte E. M. ve Ermeniler, s. 764 (14) Tarihte E. M. ve Ermeniler, s. 704 (15) Türkiyenin S. T. E. ve E. O. s. 28, 157 http://www.dervisan.com/yazi/ermeni.htm

Alıntı Kaynak: http://www.kuvvaimilliye.net

'Soykırım' İddialarının Arkasındaki Gerçek - Prof. Dr. İlber ORTAYLI

1915 Ermeni Tehciri kararı, fiilen ortaya çıkan bir isyana ve düşman orduyla işbirliğine karşı alınan bir karardır. Tehciri `soykırım' gibi göstermek, Nazizm'in soykırım suçunu dünyaya yayıp hafifletmek anlamına gelir.
Génocide, kısaca soykırım' demek. Soykırımın özgün tarifi var;milletlerarası hukuk konusu.Gene de, yapılan; tespitin ne kadar işlerliği olduğu tartışılıyor. Bu karmaşık hukukî müesseseyi anlamak için, hukukçu olmak da yetmiyor.Geniş, mukayeseli bir tarih bilgisine ve beşeri coğrafya hamulesine ihtiyaç var.
Bizim ülkemizin okur yazarları, soykırım fiilini, her hangi bir katliamla karıştırıyor; tarih bilinci olmayan hele kültür tarihini mukayeseli olarak mütalâa etme eğitiminden geçmeyen aydınlar, bu gibi kavramları isabetle kullanamazlar.
Geniş kitle, Ermenilerin katledilmediğini, sadece onların Türk ve Müslümanları katlettiğini söylüyor.Bu kaydı öne sürenlerin Ermeni olaylarını sözel tarih yoluyla öğrendikleri anlaşılıyor. Bildikleri doğrudur; ama tam değildir.
Buna karşılık, kendilerini beynelmilel mehafilin üyesi zanneden bazı iş bitiriciler ; "Pekâlâ kesmişiz, şu soykırımı kabul edelim, bu sayede Avrupa'ya da alınırız," diyorlar. Az sayıdaki bu hatipler, şu sıralarda yurtdışı platformlarda en çok iltifat görenler. Ama iltifat görmekle tasvip görmek aynı şey değil. Ne var ki, bu platformlarda, Ermeni-Türk çatışmalarının tarihini ele alan Türkler, hatta Ermeniler bile ortaya çıkmaya başladı.
Başlangıçta pek sevimsiz ve lüzumsuz olarak kabul edilen bu tez sahipleri, giderek ciddiyetle dinlenmeye başlanıyor.
Soykırım, mürur-u zamana (zaman aşımına) bağlı olmayan bir suçtur. Asırlar da geçse, kovuşturulur. Bunun tarihsel-kültürel açıdan anlamı şudur; soykırımın suçlusu ön planda, tarihi kültürel alt yapıdır.
Buna göre, Türklerin geçmişi, yani dedelerimiz, Ermenilere karşı kin tohumları atan ve onları yok etmeyi planlayan adamlar olmalıdır. Oysa böyle bir durumu gösterecek yazılı-sözlü bir kültürel altyapı mevcut değildir. Gene buna göre, torunlarımız suçludur, suçlu olacaktır çünkü kasapların torunlarıdırlar.

Soykırımı Kabul Etmek Ne Anlama Gelir?

Gerçi bazıları, soykırımı kabul etmemizin geriye yürüyen tazminat yükümlülüğü getirmeyeceğini söylüyorlarsa da; her zaman ve zeminde bu gibi talepler ileri sürülebilir ve kabul de ettirilebilir.
Kaldı ki, bir toplum için, ağır bir suç ve suçlama teşkil eden soykırımın parayla ölçülmesi de mümkün değildir.Böyle bir suçu kabul edersek, geleceğin Türk nesillerine de haksız bir yafta yapıştırmış oluruz.
İmparatorlukların parçalanması her yerde hazin ve kanlı etnik çatışmalara neden olur. Bu gibi olaylar Karadeniz'de de, Arap Yarımadası'nda da farklı düzey ve derecelerde kendilerini göstermiştir.
Osmanlı Ermeniliği 'priorite' yani yaşadığı coğrafyada tarihsel evleviyyet dolayısıyla hakları olduğunu iddia ederek mücadelesine başladı.Muvaffak olsaydılar, başka türlü bir tarih yazılacaktı. Muvaffakiyetsizliğin nedeni olarak, bölgedeki nüfuslarının azınlık olduğu zikredilmeyecekti. Ne var ki, savaşan Osmanlı hükümeti de civardaki başka etnik gruplar da Ermenilikle çatışmaya düştü.
Demek istediğimiz şu ki; soykırımcı bir kültürel altyapı olsaydı, çatışmaya neden olacak unsurları başından ortadan kaldırırdı. Soykırımcı bir kültürel ve idarî altyapı, Anadolu'nun ortasında ve Batı Anadolu'da Ermeni nüfusu bırakmazdı. Türk Halk Edebiyatı'nda ve Divan Edebiyatı'nda, çarpıcı ve kışkırtıcı eserler ve deyişler yoktur.

Çağımızın Laikliği ve Yahudi Düşmanlığı

Luther'den beri Almanya, Yahudi tekelinden söz ederdi; Paskalya zamanı iğneli fıçı hikayeleri canlandırılırdı. Hatta çağımızın laikliği, 19. Asırda yeni umutlarla yükselirken; yaşadığı toplumlarla kaynaşma amacında olan reformist Yahudi Theodor Herzl,(sol altta)Yahudi düşmanlığının bu sefer din dışı, ırkçı bir toplumda yeniden doludizgin hayatına devam ettiğini gördü ve Yahudi devleti projesini yürürlüğe koydu.
Osmanlı toplumunda, Ermenilere karşı böyle yaygın bir edebiyat söz konusu değildi. Şurası bir gerçek ki, bazı din değiştiren gruplar yerlerinde bırakıldılar ve Batı şehirlerinde de zaten Ermeni nüfus yerlerinde kalmıştı.
Ermeni tehciri karşılıklı kanlı ve hazin olaylarla doludur. Bunları unutmak gerekmiyor; aksine, Türk ve Ermeni tarihçilerin karşılıklı olarak araştırmaları lazım. Ne var ki, unutmamak gereken bu olayları saptırarak kullanmak ve yerli yersiz haykırmak da doğru değil.
Ancak soykırımın kesin belirlenmiş şartlar ve nedenleri bu çatışmalarda yoktur. Siyasi emellerle çıkan çatışmalarda uygulanan tedbirler ve tehcir, soykırım havası ve programı içinde hazırlanmamıştır. Bizzat Osmanlı Hükümeti'nde, Erneni bakanlar vardı. İttihad ve Terakki'nin önderleri içinde, Hüseyin Cahid, Halide Edib gibi Ermeni taraftarları bulunuyordu.

Yakın Tarihe Kısa Bakışlar

1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nın sonundaYeşilköy'de imzalanan San Stefano Antlaşması'nda , Osmanlı topraklarındaki Ermeniler için 'reform' yapılması öngörülüyordu. Yeşilköy'e gelmiş olan Grandük Nikola'yı ziyaret eden Ermeni patriği Narses'in talebi üzerine, reforma ilişkin bir madde antlaşmaya ilave edildi. Ermeniler böylece Rusya'nın himayesine girdiler.
Antlaşma'nın tarafı diğer büyük devletler de Anadolu'da Ermeni nüfusun bulunduğu yerlerde konsolosluklar açtılar.
Tehcire kadar geçen 30 yıllık süre içinde, Ermenilerin siyasi ve silahlı faaliyetleri, büyük devletlerin bu himayesinin yarattığı Ermeni yanlısı şartlarda gelişti.
Osmanlı yöneticileri Taşnak liderleriyle Ağustos 1914'te bir toplantı yaptılar. Ermenilerden, savaşta sadık Osmanlı vatandaşları olarak hareket edeceklerine dair söz aldılar. Ancak iki ay önce Erzurum'da yapılan gizli bir Taşnak toplantısında, savaştan bilistifade, Ermenilerin Osmanlı devletine karşı geniş bir ayaklanma yapması kararlaştırılmıştı. Buna rağmen Ermeniler, bağımsızlıklarına kavuşmak için, Ruslarla işbirliği yaptılar.
Rus Ermenileri de Osmanlı'ya saldıracak Rus ordularında yerlerini aldılar. Rus çarı tarafından Tiflis'te kabulünde, Eçmiadzin, Katolikos, Çar'a, "Ermenilerin kurtuluşu Anadolu'da Türk hakimiyetinin dışında otonom bir Ermenistan'la sonuçlanacak ve bu, Rusya'nın yardımıyla gerçekleşecek" dedi.
Mart 1915'te Rus kuvvetleri Van'a doğru harekete geçtiler. 11 Nisan günü Van Ermenileri isyan etti ve Müslüman halka saldırdı. 21 Nisan günü Çar II. Nikola Van Ermeni Devrimci ,Komitesi'ne bir telgraf çekerek, "Ruslara hizmetlerinden dolayı" teşekkür etti.
Amerika'daki Ermeni gazetesi Gochnak, 24 Mayıs tarihli sayısında, Van'da sadece 1.500 Türk kaldığını bildirdi.
Osmanlı sınırını aşan Rus ordusu içindeki Ermeni güçlerine, devrimci ismi 'Armen Garo' olan eski Osmanlı milletvekili Karekin Pastırmacıyan kumanda etti .
Diğer bir eski milletvekili, Hamparsum Boyacıyan, 'Murat' kod adıyla, Türk köylerine saldıran ve sivil nüfusu katleden gerilla gücünün başındaydı.

Soykırım İddiaları Yayılmak İsteniyor...
Doğrusu, bir asırdır Ermeniler lehinde literatür meydana getiren Avrupa güçlerinin hiçbiri, sanıldığının aksine, Ermenilere ciddi müzaherette bulunmadılar ve hatta tehcir planlarının Alman Genelkurmayı'nın telkiniyle ortaya çıktığını, Brentjes gibi yazarlar da tekrarlar.
Hiç şüphesiz, tehcirdeki katliam her eyalette tekrarlanmamıştır. Becerikli idareciler tehciri zayiatsız yönetebilmiş, bazıları inisiyatifi sorumsuz parti militanlarına veya Ermenilere kin tutan diğer mahalli etnik gruplara kaptırmıştır.
Bu durumun, planlı ve gerçekten masum ve organize olmayan, siyasi emelleri bulunmayan Yahudileri yok eden Nazi Holokostu'na benzetilemeyeceği açıktır.
Hal böyle iken, Avrupa'da ortalama insanlar; yakın zamandaki Nazi Holokostu'nu Ermeni tehcirine benzetiyorlar. O zamanın tarihçi kaynaklarından çok, yeniden inşa edilen tarih risaleleriyle ilgileniliyor.
Birinci Dünya Savaşı başlarken Osmanlı topraklarını paylaşmak için hazırlanan Sykes-Picot Antlaşması,Osmanlı devletinin nasıl paylaşılacağını kararlaştırmak için İngiltere ile Fransa'nın paylaştıkları,sonradan Rusya ve İtalya'nın da katıldıkları gizli bir antlaşmadır.Bu gizli paylaşım antlaşması,1917 sonunda Sovyetler Birliği tarafından dünyaya açıklanmıştır.
Almanya ve Fransa'nın yeni nesilleri, II.Cihan Harbi'nde büyüklerinin yaptığı holokosttan çok utanıyorlar .Bir nesil evveli Almanlılar, Schiller,Goethe, Wagner, Beethoven'ın halkı diye övünürken, bugünün Almanları,'Yahudi kasabının çocukları' diye nitelendiriliyor. Yeni Avrupa gençliği, ulusal kimliğini gölgeleyen bu olayları unutturmak değil; aksine yaymak, kıtadaki benzerlerini ortaya çıkarmak için çırpınıyor, dünyanın dört bucağındaki ;ırkçılığı protesto ediyor.
Bu belki dürüst bir eğilim; ne var ki, bütün dünyayı ve tarihi, Engizisyon'un ve Nazizm'in tekrarı olarak vurguluyorlar. Işte bu vurgulamanın, çok sâfiyane olmadığı açıktır. Suçlular kendilerine suç ortakları, suç arkadaşları arıyorlar.
Bazen bunun budalaca tezahürlerine rastlanıyor. Tessa Hoffman adlı Alman resmi çevrelerine yakın bir yazar; Birinci Cihan Savaşı'nda Trabzon'da Ermeniler için gaz odası inşa edildiğini yazıyor.
1914-15'in Trabzon'unda hangi para ve hangi teknolojiyle bu iş başarılacaktı?.. Osmanlı başkentinde ve en mutena kolordularda dahi, bırakınız gaz odasını, bitlenmeyi yok edecek etüv makinesi bile yoktu.
Bunları yazan, Auschwitz'deki gardiyan amcalara ortak arıyor. Mücrimlerin halefleri maalesef soğukkanlı değil, ayıbı dağıtma gayreti içindedirler.
Gelecek nesilleri ipotek altına koyacak suçlamaları kabul edemeyiz. Çünkü suçlamaların mahiyeti çok değişiktir.
Nihayet soykırım gibi suçlamaları, kavram ve hukuk bilmeden yapanlar kadar; aynı bilgisizlikle, kabul veya reddedenleri de görüyoruz. Bu haksız ve çok ciddi bir suçlamadır. Bunu kasıtlı olarak yapanları ciddi olarak incelemeli ve ısrar ettikleri takdirde, art niyetliler kategorisine sokmalıyız.
Soykırım suçlaması, ne Kıbrıs sorununa ne de Ege sorununa benzer. "Aman canım," zihniyetiyle hareket edenlerin veya Amerikan üniversite merkezlerindeki risaleleri okuyarak düşünmeye çalışanların ve bu işleri, "Biz yapmadık, etmedik," diyenlerin, millet tarihimizin bu en ciddi sorunu çözebileceklerine inanmıyoruz.
Yıl 1990: Auschwitz Toplama Kampı'nda, 11. Blok önünde,buraya 50 yıl önce,16-17 Haziran'da, ilk Yahudi kafilelerinin getirilişinin yıl dönümünde soykırım kurbaları için bir tören yapılıyor.
Soykırım kavgası, Diaspora'daki sorumsuz grup ve kişilerin kendilerine göre ürettikleri yorumlarla çözülemez.Aynı biçimde, bazı Türk zümre ve şahıslar da Türk tarihçiliği adına hareket ediyor. Resmi tarih fobisini kışkırtanların bir tutumu var; soykırımı reddeden herkesi, devletin müstahdemi diye ilan ediyorlar. Bu tutum, belki gürültüyü artırır ama diyalogu keser.
Tarihî yönden bir gelişme var; Ermenistan'ın artık devlet olması, hem Ermeniler hem de Türkler açısından bir avantaj. Ve son zamanlarda, Ermenistan'ın kurumları ve akademisyenleriyle bu sorunu tartışmaya başlamak daha yararlı görünüyor. İki memleketin ortak geleceği ve sorunları, bu sorunu tartışmakta da aklı selimi getiriyor gibi...


Kaynak: Popüler Tarih Dergisi - Temmuz 2003

AMERİKA’DA ERMENİ LOBİSİ VE LOZAN ANTLAŞMASI KAVGASI (1923-1927)

Dr. Bilâl N. Simsir*
Kasım 1922’de Lozan’da başlayan barış konferansına Amerika yalnız gözlemci olarak katıldı. Amerika’nın Bern Büyükelçisi Joseph C. Grew, Roma Büyükelçisi Richard Washburn Child ve İstanbul Yüksel Komiseri Amiral Mark L. Bristol, Lozan Konferansına gözlemci olarak gönderildiler. Washington Hükümeti, yalnız gözlemci olduklarını, Türkiye ile İtilaf Devletleri arasında yapılacak müzakerelerde resmi bir rol oynayamayacaklarını kendilerine önemle bildirmişti. 1923 Şubat başında Lozan Barış Konferansına ara verilmesi üzerine Grew, Child ve Bristol Lozan’dan ayrıldılar ve asıl görevlerine döndüler. Nisan 1923’te barış konferansı yeniden toplanınca üç Amerikalı gözlemciden yalnız Grew Lozan’a yollandı. Konferansın ikinci döneminde Amerikan delegasyonun başında Grew bulundu.

Lozan Konferansının daha birinci döneminde Türk ve Amerikan delegeleri arasında ikili görüşmeler başlamıştı. Konferans yeniden açılınca, Türk Heyeti Başkanı İsmet Paşa (İnönü), bir Türk - Amerikan antlaşması imzalanması için ikili görüşmelere hemen başlanmasını istedi. Ama Amerikalılar işi biraz ağırdan aldılar; İtilâf devletleriyle Türkiye arasındaki barış görüşmelerinin sonucunu beklediler. Lozan Barış Antlaşması imzalandıktan iki hafta sonra, 6 Ağustos 1923’te, Türk-Amerikan ikili antlaşmalari imzalandi. [ii] Antlaşmalari Türkiye adina Ismet Paşa ile yardimcilari Dr. Riza Nur ve Hasan (Saka) Bey; Amerika adina da Joseph C. Grew imzaladilar.

Amerika ile aynı günde iki antlaşma imzalanmıştı. Birincisi Dostluk ve Ticaret Antlaşması, ikincisi de suçluların iadesi antlaşması idi. Asıl önemli olan birinci antlaşmaydı. Bu antlaşmanın 1. maddesi, Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında diplomatik ilişkilerin kurulmasını öngörüyordu. 2. maddesi, tüm kapitülasyonlarin kaldırıldıgını belirtiyordu. 3.-8. Maddeler Türk ve Amerikan vatandaşlarının karşılıklı yerleşme, oturma, çalışma haklarıyla şirketlerin durumlarını düzenliyordu. 9. maddeyle taraflar birbirlerine “en çok gözetilen ülke” statüsünü tanıyorlardı. Eskilerin ifadesiyle “En ziyade müsaadeye mazhar devlet” statüsü. Ondan sonraki yedi madde vergiler, ithalat, ihracat resimleri ve Amerikan gemilerinin Boğazlar bölgesindeki hakları gibi konulara ilişkindi. 17-27. Maddeler Konsolosluk görevlilerinin haklarıyla görevlerini düzenliyordu. [iii]

Türk - Amerikan Lozan Antlaşması nispeten kısa, 32 maddelik bir antlaşmaydı. Asıl Lozan Barış Antlaşmasında yer alan devlet sınırları, toprak sorunları, askerlik işleri vb. gibi birçok önemli konuyu kapsamıyordu. Bu gibi konular Amerika’yı doğrudan ilgilendirmemişti. Lozan’da Amerika’nın önemle üzerinde durduğu, kapitülasyonlar, Türkiye’deki Amerikan eğitim, öğretim ve yardım kurumlarının çıkarları, Boğazlardan geçiş ve ticaret özgürlüğü gibi konulardı. [iv] İmzalanan antlaşmayla Amerikan isteklerinin çoğu kabul edilmişti. Türkiye’de Amerika’ya tanınan haklar, öteki devletlere tanınan haklardan daha az değildi. Fransa, İngiltere, İtalya gibi ülkelere tüm kapitülasyonların kaldırılması kabul ettirilmişti. Amerika için kapitülasyon rejiminin yürürlükte kalması söz konusu olamazdı. Kapitülasyonların toptan kaldırılmasını Amerika da kabul etmişti. Türk kanunlarına uymak şartıyla Amerikalılar Türkiye ile ticaretlerini sürdürebileceklerdi. Amerika’ya, en çok gözetilen ülke statüsü tanınıyordu. Türkiye’deki Amerikan okulları, yardım kurumları, hastaneleri, misyonları, misyonerleri Türk kanunları çerçevesinde çalışmalarını yürütebileceklerdi. Yine Türk kanunlarına uymak koşuluyla, Amerikan vatandaşlarına Türkiye’ye gelip yerleşme ve burada iş tutma haklari taninmişti...

Lozan Bariş Antlaşmasindan sonra Türkiye ile Amerika arasinda böyle bir dostluk antlaşmasi imzalanmasi dogaldi. Çünkü yeni Türk Devleti, diş ilişkilerini normale dönüştürebilmek için savaş halinde oldugu eski düşman devletlerle bariş antlaşmasi imzaliyor, savaş halinde olmadigi devletlerle ise dostluk antlaşmalari yapiyordu. 1923 yilinda Arnavutluk, Macaristan ve Polonya ile Türkiye arasinda dostluk antlaşmalari imzalanmişti. Türkiye - Polonya dostluk antlaşmasi, tipki Amerika ile yapilan antlaşma gibi, Lozan’da imzalanmıştı. Türkiye, 1924 yılında da Almanya, Avusturya, Çekoslovakya, Estonya, Hollanda, İspanya ve İsveç ile dostluk antlaşmaları yapmıştı. Normal diplomatik ilişkiler kurulurken önce dostluk antlaşması yapılması usulü benimsenmişti. Türkiye Cumhuriyeti, ilişki kurmak istediği 40 kadar devletle dostluk antlaşmaları imzalamıştı. Lozan’da imzalanan Türkiye - ABD antlaşmasi bu dostluk antlaşmalari zincirinin sadece bir halkasiydi. Ne var ki, Türkiye’nin öteki ülkelerle yaptığı antlaşmaların hepsi sessiz sedasız onaylanmış, yürürlüğe konmuş ve uygulanmış olduğu halde, Türk - Amerikan dostluk antlaşması etrafında büyük bir fırtına koparılmıştır.
“Lozan Antlaşmasina Hayir!” kampanyası

Lozan’da Türk - Amerikan antlaşmasi imzalanir imzalanmaz Amerika’daki Ermeni ve Rum lobileri ve bütün Türk düşmanlari hemen ayaga kalktilar, kükrediler, harekete geçtiler. Amerika sanki yerinden oynadi. “Lozan Antlaşmasina hayir!” sloganı altında yeni ve güçlü bir Türk düşmanlığı kampanyası başlatıldı. Atlantik ötesinde Türklere karşı yıllardır kampanya zaten yürütülüyordu. Yeni kampanya için hava elverişliydi. Eskiden kurulmuş, oturmuş düşman örgütler zaten hazırdı. Yeni kampanya bu kurulu temele oturtuluverdi. Çabucak tutundu, güçlü bir baskı grubu oluşturuldu.

Mütareke yıllarında Türk düşmanlığı kampanyasına öncülük eden “Ermenistan Bağımsızlığı için Amerikan Komitesi” (American Committee for the Independence of Armenia) adlı örgüt, bu kez, Lozan Antlaşmasına Karşı Amerikan Komitesi (The American Committee Opposed to the Lausanne Treaty) adını aldı. [v] Bu örgüt, bütün hazır kadrosu, organları, gazeteleri ve etkisi altındaki çevreleriyle, Lozan Antlaşmasına savaş açtı. Böylece, yıllarca sürecek bir kampanya başlatılmış oldu. Kampanyaya, başka örgütler, gazeteler ve Amerikan iç politikasına oynayan muhalefetteki Demokrat Parti ileri gelenleri de katılınca, Amerikan kamuoyunun ve Kongrenin baskı altına alınması kolaylaştı.

Yeni kampanyanın elebaşıları eski Türk düşmanlarıydı. Bunların başında da James W. Gerard vardı. 1927 yılında T.C. Washington Büyükelçiliğine atanan Ahmet Muhtar Bey, Gerard hakkında özetle şu bilgileri veriyor:

“New York’un ileri gelen avukatlarından ve muhalefetteki Demokrat Parti liderlerindendir. Hükümeti sürekli rahatsız etmek isteyen ataklığı ile tanınır. Ermeni örgütlerince satın alınmış bir kişidir. Büyük Savaşta Amerika’nın Berlin Büyükelçisiydi. Almanya’ya karşi besledigi kinle Amerikalilarin yurtseverlik duygularini bir hayli okşamiş ve böylece kamuoyunda taninmiş, kendisine oldukça önemli bir yer yapmiştir. Türkiye’yi hiç tanımamaktadır. Rasgele karşımıza çıkmış şarlatan bir düşmandır. Aşırı İngiliz yanlısıdır. Berlin’deki Elçiliği sırasında, Amerika’yı İngiltere yanında, Almanya’ya karşi savaşa sokmak için hayli çaba harcamiştir. Ingiltere’ye yaptığı bu hizmetine karşılık İngiliz Hükümeti kendisine nişan vermiştir. Amerika’daki Ermeni örgütleri de Türkiye’ye karşi kampanyalarinda Ingilizlerce kişkirtilmakta ve paraca beslenmektedirler. Bu bakimdan Gerard’ın ne gibi ilişkilerle Türkiye’ye musallat olduğu kendiliğinden anlaşılır.” [vi]
Gerard, Mütareke yıllarında, “Ermenistan’ın Bağımsızlığı için Amerikan Komitesi” adlı örgütün başkanıydı. Bu sıfatla, Türk Kurtuluş Savaşı boyunca Türk düşmanlığı kampanyasını yürütmüş, Ermeni lobisinin sözcülüğünü yapmıştı. Mondros Mütarekesinin, Sèvres Antlaşmasının Ermeniler yararına uygulanmasını savunmuştu. [vii] Ermeni komitesi bu defa “Lozan Antlaşmasina Karşi Amerikan Komitesi” adını alınca bunun da başına yine Gerard geçmişti:
Komitenin elebaşılarından biri de Vahan Kardaşyan (Cardashian) adlı yırtıcı bir Ermeni avukatıydı. Ahmet Muhtar Bey’in bildirdiğine göre, Kardaşyan, “vaktiyle Osmanlı Sefaretinde müstahdem olup bilâhare vazifesine hitam verilen ve bu yüzden bize hasım kesilen ve Amerikalı zengince bir kadınla teehhülü (evlenmesi) dolayısıyla hal ve vakti ifa-i tahrikata müsait bulunan ve bilhassa İngilizler tarafından istihdam kılınan” bir kişiydi. [viii] 1910 - 1915 yillarinda Washington’daki Osmanlı Elçiliğinde tercümanlık yapmıştı. İşine son verilince Osmanlı Hükümetinden alacağı bulunduğunu ileri sürmüştü.
Gerard - Kardaşyan ikilisinin egemen bulunduğu Ermeni Komitesinde ayrıca şu kişiler vardı: David Hunter Miller, Albert Bushmell Hart, Güney Metodist Piskoposu James Cannon, Jr., Albert James M. Cox, Homer S. Cummings, Abraham I. Elkus, Oskar S. Straus ve Ray Lyman Wilburn. Bunlar o yıllarda Amerika’da oldukça tanınmış kişilerdi.
Amerika’da Türk düşmanligi kampanyasinin bayraktarlarindan biri de Amerika’nın eski İstanbul Büyükelçisi Henry Morgenthau idi. New York’un tanınmış ailelerinden ve muhalefetteki Demokrat Parti ileri gelenlerinden olan Morgenthau, Mütareke yıllarında Türklere karşı yazılar yazmıştı. Lozan Barış Konferansı sırasında da Türklere karşı silah kullanılmasını savunuyor ve 10 Ocak 1923 günlü The New York Times gazetesinde şunları yazıyordu:

“400 yıldır Türkleri Avrupa’dan kovmak için çaba harcayan Avrupalılar için Lozan, çok acı bir ders olmuştur. Türklerin Avrupa’dan kovulmaları şöyle dursun, Avrupalıların Türkiye’den kovulacakları anlaşılmaktadır...Türkleri yola getirmenin tek yolu onlara karşı silaha başvurmaktır....” [ix]



Devletler Lozan’da barış yapmağa çalışırken bu gibi kışkırtıcı yazılar yazabilen Morgenthau, Lozan Antlaşmasından sonra da “Eli kanlı despotizmle yapılan antlaşma” başlikli yazilar yaziyor, bu yazilarini Amerikan Kongresine yolluyor ve antlaşmanin reddedilmesini istiyordu. [x]
“Lozan Antlaşmasina hayir!” kampanyasının Amerikan Senatosundaki ateşli sözcüsü Utah eyaleti Demokrat senatörü William H. King idi. Antlaşmaya karşı muhalefetteki Demokrat Partinin görüşlerini kaleme almakla da görevli bulunan King, Türk Kurtuluş Savaşı yıllarında Sèvres Antlaşmasının Türklere empoze edilmesini savunmuş durmuştu. 1921 Sakarya zaferinden sonra Sèvres Antlaşmasının gözden geçirilmesi, Türk - Yunan savaşına son verilmesi doğrultusunda diplomatik girişimler başlayınca, bu girişimlerin karşısına dikilen Amerikalıların başında yer almıştı. 2 Şubat 1922’de yaptığı konuşmada, Sèvres Antlaşmasının zorla uygulanmasını savunuyor ve “dinî, siyasî ve insanî hakların korunmasından yana olan tüm örgütlerimizle Mustafa Kemal denen haydutun vahşet ve zulmüne karşı çıkmalıyız” diyordu. [xi]
Fanatik Türk düşmani senatör King’in iddiasına göre, Amerika, Lozan Antlaşmasıyla Ermenileri yüzüstü bırakmış, onlara verdiği sözü tutmamıştı. Türkiye, ülkesinde yaşayan azınlıklara zulüm yapıyor, antlaşmalara bağlı kalmıyordu. Bu bakımdan Lozan Antlaşması reddedilmeliydi. 1925 yılında çıktığı bir Avrupa gezisi sırasında, kısa bir süre için İstanbul’a da uğrayan önyargılı King, bu gezisini sürekli olarak Türkiye aleyhine kullanmış, Türkiye’de hiçbir şeyin degişmedigini, eski kötü yönetimin sürüp gittigini öne sürmüş ve Lozan Antlaşmasinin reddedilmesi yolundaki görüşünü degiştirmedigini açiklamiştir. [xii]
ABD Anglikan Kilisesinden 110 kişilik bir din adamlari gurubu da “Lozan Antlaşmasina Hayir!” kampanyasına katıldılar ve bir bildiri imzaladılar. Türkiye’deki Amerikan misyonerleriyle doğrudan doğruya ilişkileri bulunmayan ve Türkiye’yi yakından tanımayan bu kilise örgütü, Türkiye’de yıllarca çalışmış din adamlarına kıyasla zayıf durumdaydı. Ama Amerika’daki Türk düşmanligi kampanyasina oldukça güç kattilar. Zaten kampanya için Türkiye’yi yakından tanımağa pek gerek duyulmuyor, yüksek sesle demagoji yapabilmek ve büyük gürültü koparabilmek yetiyor da artıyordu bile.
“Lozan Antlaşmasina Hayir!” kampanyasını yürütenler, kapitülasyonların kaldırılmasına, Ermenilere isteklerinin verilmemesine karşı çıkıyorlardı. Antlaşmanın Amerika’ya dikte edilmiş oldugunu ileri sürüyor ve koskoca Amerika’nın bu diktaya boyun eğemeyeceğini söylüyorlardı. Komitenin elebaşısı Gerard, 28 Kasım 1923’te Türkleri “imansızlıkla” suçluyor, antlaşmanin reddedilmesini istiyor, “Amerika Birleşik Devletlerinin Kemalist Cuntaya boyun egmesini anlayamadim” diyor ve şunlari ekliyordu:
“Lozan Antlaşmasi, kapitülasyonlarin kaldirilmasini onaylamiş ve 1830 yilindan beri konsolosluk mahkemelerimizin kanadi altinda korunmuş olan yurttaşlarimizi imansiz Türklerin insafina terk etmiştir. Bu antlaşmayla birçok haklarimizdan vazgeçiyor ve Türklerin bu haklari korumayi vadeden sözlerine bagli kalmiş oluyoruz. Türklerin ne denli sözlerinde durduklari ise herkesçe bilinir.
“İtilaf Devletleri (Lozan Antlaşmasını imzalarken) her şeyden önce sömürgelerindeki Müslümanları düşünerek hareket etmişler ve üstelik Osmanlı İmparatorluğundan geniş toprak parçaları koparmışlardır. 1917 yılında İtilaf Devletlerinin yanında yer almaktan kaçınmış olan Amerika Birleşik Devletleri’nin şimdi onlarin yolunu izlemek istemesi gerçekten gariptir.”
“Türkiye ile herhangi bir antlaşma yapmamak her bakimdan daha uygun olacaktir. Böylelikle, antlaşmaya ragmen bildiklerini okuyacak olan Türklere karşi serbestçe davranmak olanagina kavuşacagiz. Senato bu antlaşmayi onaylarsa, Amerika’yı Avrupa’daki amansız fırtınanın tam ortasına sürüklemiş olacaktır.” [xiii]
Bu gibi çarpık yayınlarla kampanyayı yürütenler, Amerikalıların can damarına basıyorlardı. Amerika Türklere boyun mu eğecekti? Monroe doktrini uyarınca yüz yıldır Avrupa politikasından uzak kalmağa çalışmış olan Amerika şimdi Avrupa’daki “amansız fırtınanın” göbeğine mi atılacaktı? Ve buna Türklerin keyfi için mi katlanacaktı? Hayır! Senato buna göz yumamazdı ve yummamalıydı. Ne yapıp yapıp Lozan Antlaşması veto edilmeliydi. Amerika, Türkiye ile hiçbir ilişki kurmamalıydı. İşlenen tema kısaca buydu.

Ermeni lobisi meydanı boş bulmuştu

Türkiye, Lozan Antlaşmasına karşı Amerika’da yürütülen kampanyayı önleyebilecek veya dengeleyebilecek durumda değildi. Normal diplomatik ilişkiler kurulamadığı için Amerika’da Türk Elçiliği, Türk konsoloslukları, ataşelikleri yoktu. Atlantik ötesinde büyük bir Türk nüfusu, önemli bir Türk lobisi de yoktu. Amerika’da Türk’ün sesi hemen hiç çıkmıyordu. Türk düşmanları meydanı boş bulmuşlardı ve istedikleri gibi at oynatıyorlardı. İstediklerini söylüyor, saf ve cahil Amerikan kamuoyunu istedikleri gibi şartlandırıyor, aldatabiliyorlardı. Amerika’da Türk görevlileri bulunmadığına göre, Lozan Antlaşmasına karşı yürütülen kampanyaya tepki ya Amerikalıların kendilerinden, ya da Amerika’da yaşayan küçük Türk kolonisinden gelebilirdi.

New York’taki “Türk Teavün Cemiyeti” ( Turkish Welfare Association) kampanyaya karşi 1924 yilinda ilk tepkiyi gösterdi. “Özgür İnsanlar Ülkesinin Liderlerine” başlikli Ingilizce küçük bir broşür yayimladi. [xiv] Açik mektup, ya da muhtira niteliginde bir broşürdü bu. Amerikan Kongresi üyelerine dagitilmişti. Lozan Antlaşmasinin onaylanmasini engellemek amaciyla sürdürülen kampanya karşisinda, “Biz, Amerika’daki Türk kolonileri...bu muhtırayı saygıyla dikkatinize sunarız” diye başliyordu. Türk düşmanlarinin kasitli iftiralari “şiddetle protesto” ediliyordu. Ondan sonra Lozan Antlaşmasinin neden onaylanmasi gerektigi açiklaniyor ve özetle şunlar söyleniyordu:
“Antlaşmanin onaylanmasi, Türkiye ile Amerika arasinda normal ilişkiler kurulmasinin en kestirme yoludur. Yeni Türk demokrasisi ile antlaşmasi bulunmayan tek ülke Amerika Birleşik Devletleri’dir. Bu durum, Türkiye’deki Amerikan çıkarlarına da ters düşer. Türk düşmanları kapitülasyonların kaldırılmasına karşı çıkıyorlar. Oysa kapitülasyonlar, yalnız Türkiye’nin ekonomik kalkınmasını kösteklemekle kalmamış, aynı zamanda çeşitli ırklar arasında ayrılıklar ve çatışmalar yaratmıştır. Çağdaş kapitülasyon rejimi, çağdaş Türkiye’de uygulanamaz. Lozan’da, öteki bütün ülkeler kapitülasyonların kaldırılmasını kabul etmişlerdir. Amerika’daki Türkler, “açık kapı” ve herkese fırsat eşitliği politikasını benimsemiş olan Amerika’nın da kapitülasyonların kaldırılmasını onaylayacağına inanmaktadırlar. Türkiye’deki Amerikan okullarıyla misyonlarının kapitülasyonsuz çalışamayacakları iddiası yanlıştır. Bunun yanlışlığını İstanbul’daki Robert Koleji Müdürü gibi çeşitli yetkililer de belirtmişlerdir. Bugünkü Türkiye, en demokratik temeller üzerine kurulmuş bir Cumhuriyettir. Bütün Türkiye’de yepyeni bir hayat, yepyeni bir enerji ve gayret görülür; dirlik, düzenlik egemendir...”

Broşür, şu cümlelerle son buluyordu:
“Yeni Türkiye Cumhuriyeti, yakın doğuda bir barış ve ahenk faktörü olacaktır. Lozan’daki Amerikan temsilcileri, Türklerin yüce ülkülerini her halde teslim ederek Dostluk ve Ticaret Antlaşmasina imzalarini koymuşlardir. Bu imzalari onaylamakla Birleşik Devletler, Türklerin başlattiklari yapici demokratik ve ileri esere en güçlü moral destegi vermiş olacaklardir.”
Amerika’daki Türkler bu kadarcık seslerini çıkarabildiler. Haklı bir sesti bu, yerindeydi, ama pek yetersizdi.

“Lozan Antlaşmasina evet!” diyenler
“Lozan Antlaşmasina hayir!” kampanyasına karşı asıl güçlü tepki yine Amerikalıların kendilerinden geldi. “Antlaşmaya evet” diyenler de “hayır” diyenler gibi örgütlendiler. Merkezi New York’ta bulunan “Türkiye ile Antlaşmanin Onaylanmasindan Yana olan Amerikan Kurumlariyla Derneklerinin Genel Komitesi” (General Committee of American Institutions and Associations in Favor of Ratification of the Treaty with Turkey) adlı bir örgüt kurdular. On dört kurum ve dernek bu örgüte katıldı. Bazı ticaret odaları, misyoner dernekleri ve Türkiye’deki tüm Amerikan kulüpleriyle dernekleri Komitenin üyeleri arasındaydı. Uluslararası ilişkiler ve devletler hukuku alanlarında uzmanlaşmış “Dış Politika Derneği” ile “Chicago Dış İlişkiler Derneği” de Antlaşmaya “evet” diyenler arasında yer alıyorlardı. [xv]
Komitenin dokuz kişilik bir yönetim kurulu vardı. Başında Türk-Amerikan İlişkileri Derneği Başkanı Rayford W. Alley bulunuyordu. [xvi] Komite yöneticileri arasında tanınmış kişiler pek yoktu. “Antlaşmaya evet” diyenlerin zayıf taraflarından biri buydu. Amerikan kamuoyunda ve siyaset sahnesinde pek tanınmadıkları gibi, karşı taraftakiler kadar yırtıcı, yüzsüz ve yaygaracı da değillerdi. Komite dışında da Antlaşmanın onaylanmasını savunanlar çoktu. Bunlar da çoğunlukla ağır başlı kişilerdi, Ermeni propagandacıları gibi kavgacı değillerdi.
Lozan Antlaşmasının onaylanmasını isteyen Amerikalılar, — Amerikan vari tuttuğunu koparan “aggressive man” tipinde kimseler gibi görünmemekle birlikte — 1923-1926 yıllarında birçok bildiri yayınladılar, çeşitli demeçler, raporlar hazırladılar, yazılar yazdılar. Bu belgelerin çoğu 1926 yılı sonunda kalınca bir kitapta toplandı. Türkiye ile Antlaşma - Lozan Antlaşmasının Onaylanmasından Yana Demeçler, Kararlar ve Raporlar [xvii] adını taşıyan ve büyük boy 220 sayfa tutan bu kitaptaki belgeler çok ilginçtir. Lozan Antlaşmasının nasıl savunulduğu, yeni Türkiye’nin bir bölüm Amerikalılarca nasıl görüldüğünü yansıtmaktadır O dönemdeki Türk - Amerikan ilişkileri konusunda değerli ve yararlı bir kaynak kitaptır bu. Aşağıda bu kitaptan bazı satırlar aktarılmaktadır.

Kitabın başında Lozan Antlaşması kısaca şöyle savunuluyor:
1) Türkiye’deki bütün Amerikalılar antlaşmanın onaylanmasından yanadırlar. Antlaşma çerçevesinde işlerini sürdürebileceklerine, yoksa ciddî güçlüklerle karşılaşacaklarına inanmaktadırlar. 2) Antlaşma, Türkiye’deki Amerikalılara, öteki yabancılarla eşit haklar sağlamaktadır. Şimdiye kadar 27 ülke Türkiye ile benzer antlaşmalar imzalamış ve onların vatandaşları, tanınan haklardan yararlanmaktadırlar. 3) Türkiye ile Amerika arasındaki eski antlaşmalar artık öne sürülemez, bunlar eksikti, ve artık ömürlerini tamamlamışlardır. Türkiye’de çalışan her Amerikalı da bu kanıdadır. 4) Türkiye ile antlaşma yapan her Devlet, kapitülasyonların kaldırılmasını kabul etmiştir. Amerika, Türkiye ile savaşa girmedikçe kapitülasyonları yaşatamaz. 5) Antlaşmanın onaylanmaması Türkiye’deki Rumlara ve Ermenilere herhangi bir yarar sağlamayacaktır. Tersine, Amerika’nın Türkiye’deki etkisini sıfıra indirecek ve dolayısıyla bu azınlıkları Amerika’nın moral desteğinden de mahrum bırakacaktır. Ermeniler için Türkiye’den toprak koparma olanağı yoktur. Amerika, Ermenilere karşı hukukî veya manevî herhangi bir sorumluluk yüklenmiş değildir.
Sıralanan bu gerçekler, kitabın sonraki sayfalarında enine boyuna genişletilmiştir. Çeşitli kurumların, derneklerin, kişilerin yazılarıyla demeçleri birbirine eklenmiş ve Lozan Antlaşmasının savunması iyice güçlendirilmiştir.

Misyonerlerin ilginç tutumu
“Lozan Antlaşmasina evet!” kampanyasında dikkati çeken noktalardan biri şudur: On dokuzuncu yüzyıldan beri sürekli olarak Türk aleyhtarlığı yapmış, Ermenileri Türkiye aleyhine kışkırtmış olan ve Amerika’da bir “Korkunç Türk” imajının yaratılmasında birinci derece sorumluluğu bulunan Amerikan Protestan misyonerleri bu defa yüz seksen derecelik bir dönüş yapmışlardır. Şimdi bütün bu misyonerler oybirliği ile Lozan Antlaşmasını savunurlar. Bu antlaşma Amerika tarafından onaylanmazsa Amerikan misyonerlerinin Türkiye’den büsbütün ayaklarının kesileceği kaygısı vardır.
Misyonerler, kapitülasyonların artık tarihe karıştığını kavramışlardır. Yeni antlaşma çerçevesinde Türkiye’deki işlerini sürdürebilmek onlarin son umududur. Buna siki sikiya sarilmişlardir ve Lozan Antlaşmasinin onaylanmasi için savaş verirler. Misyonerler ayni zamanda Atatürk Türkiye’sine hayranlık duymağa başlamışlardır. Türkiye’deki devrimci atılımları dikkatle izlerler. Türkiye’yi tanımayan Amerikalılara bunları anlatmağa çalışırlar ve “Lozan Antlaşmasina evet” kampanyasının öncülüğünü yaparlar.
Lozan Antlaşmasının onaylanmasından yana olan Amerikan din adamları, 150 imzalı bir bildiri yayınlamışlardır. Din adamları, “Türk halkına karşı Amerika’da sürdürülen öfkeyi ve toplu suçlamayı üzüntüyle karşıladıklarını” belirtirler. Antlaşmanin onaylanmasi için gerekçelerini sayip dökerler. “Türkiye egemen bir Devlettir ve egemen bir Devletle kapitülasyonlar çerçevesinde ilişki kurulamaz” derler. Türkiye’de bugünkü yönetimin, gelmiş geçmiş yönetimlerin en iyisi oldugunu, Türk tarihinde eşine rastlanmayan devrimler yapildigini söylerler. [xviii]
Türkiye’de elle tutulur önemli çıkarları bulunan Amerikan misyoner örgütünün 8 Haziran 1926 günü Boston’da aldığı kararda, “Antlaşma onaylanirsa Amerikan misyonerlerine Türkiye’de çalışma kapısı açılacak; onaylanmazsa daha elverişli bir antlaşma yapma olanağı doğmayacak” deniyordu. [xix] Hıristiyan Genç Bayanlar Yakın Doğu Derneği Sekreteri Ruth F. Woodsmall, “Kapitülasyonlar ölmüştür, Antlaşmanin reddi onlari diriltmeyecektir” diye ekliyordu. [xx] Misyoner Kadınlar Derneği Konferansının 20 Temmuz 1926 tarihli kararında, “Uygarlık uğrunda savaş veren uyanmış bir ulusu (Türk ulusunu) kösteklemek, insanca bir davranış değildir” deniyordu. [xxi] Komite üyelerinden Jeanette W. Emrich adlı rahibe, Atatürk Türkiye sinin uygarlık yolundaki devrimci atılımlarını sayıp döküyor, Amerikalıların Türkler hakkındaki önyargılarını eleştiriyor ve bu yargıların uygarlığa ters düştüğünü belirtiyor ve “Biz Amerikalılar neyi destekliyoruz?” diye soruyordu. [xxii]
İstanbul Robert Koleji Müdürü Dr. Galeb Frank Gates de Lozan Antlaşmasının onaylanması gerektiğini uzun uzun savunuyordu. “Yeni Türkiye Cumhuriyeti ile dostluk ilişkileri kuracak miyiz, kurmayacak miyiz? Şimdi sorun budur” diyor, Türkiye’de yaşanan devrimci atilimlari övüyor ve hem bu bakimdan, hem de Amerikan çikarlari açisindan Antlaşmanin onaylanmasi gerektigini anlatiyordu. Onun görüşüne göre, Antlaşma reddedilirse Türkiye Amerikalilara kapanabilirdi. Kapitülasyonlar zaten ölmüştü, bunlari diriltme olanagi yoktu. Amerika bu yüzden Türkiye’ye savaş açamazdi. Amerikalilarin Türkiye’de çalışabilmeleri Türklerin iyi niyetine bağlıydı. “Türkler bizi defetmeğe karar verirlerse, hiçbir antlaşma bizi koruyamaz” diyor ve antlaşmaya karşi çikanlara çatiyordu: Bunlarin bir bölümü, sadece antlaşmanin reddedilmesini düşünüyor, ondan sonrasini ise hiç umursamiyorlardi. Bu duygusal kişilerle mantik çerçevesinde konuşulamazdi. Kimi Amerikalilar ise Lozan Antlaşmasi reddedilirse, yerine daha iyi bir antlaşma yapilabilecegini umuyorlardi. Bunlar da yanilgi içindeydi, gerçek durumu bilmiyorlardi. Amerika için bu antlaşmadan daha iyisini yapma olanagi yoktu. [xxiii]
Otuz dokuz yildir Türkiye’de oturan ve otuz beş yildan beri de Izmir Amerikan Koleji Müdürü olan Alexander MacLachlan da, “Son üç yılda Türkiye’de gerçekleşen köklü degişimi gözle görmeyince insan bu ülkenin şimdiki durumunu kavrayamaz...Washington’daki Senato, Ankara Hükümetinin yeni atılımcı ruhunu ve sosyal, dinî ve ekonomik alanlarda şimdiye kadar gerçekleştirdiği şaşırtıcı başarıları kavrayabilirse, Lozan Antlaşmasını hemen, oybirliğiyle onaylar” diyordu. [xxiv]


Ticaret Odaları, Gazeteler
Türkiye ile iş yapan Amerikan Ticaret Odaları da Lozan Antlaşmasını yüksek sesle savunanlar arasında, hatta başında yer alıyorlardı. Uzun uzun raporlar hazırlamışlar, bunları bol istatistik verilerine dayandırmışlar, Amerikan tüccarının Türkiye’deki çıkarlarını birer birer sıralamışlardı. Bu çıkarları koruyabilmek için Türkiye ile ilişkileri tez elden normalleştirmek gerektiğini savunuyorlardı. Amerikan tüccarının başlıca iki kaygısı göze çarpıyordu: 1) Normal ilişkiler kurulamadığı için Amerika’nın Türkiye ile ticaret hacmi hızla düşüyor, Türkiye pazarı başkalarına kaptırılıyordu. 2) Türk-Amerikan ilişkilerindeki anormal ve gergin durum sürüp giderse, Türkiye tepki gösterebilir ve Amerikan tüccarına karşı kısıtlayıcı önlemler alabilirdi.
2 Ocak 1926’da Türk Gümrük yasası değiştirildi. Yeni yasa, Türkiye ile ticaret antlaşması olmayan ülkelerden yapılacak ithalatın gümrük tarifelerini yükseltmeyi öngörüyordu. Bu hüküm öncelikle Amerikan tüccarını ilgilendiriyor, daha doğrusu tehdit ediyordu. Yasa uygulanınca Amerika, en çok gözetilen ülke statüsünden yararlanamayacaktı ve dolayısıyla Amerikan mallarından daha çok gümrük alınacaktı. Bunu önlemek için 18 Şubatta Amerikan Mümessili Amiral Bristol ile Türkiye Hariciye Vekili Dr. Tevfik Rüştü (Atas) arasında bir Modus vivendi yapıldı. Bu antlaşma altı ay süreliydi, 20 Temmuzda altı ay daha uzatıldı. Bu son uzatmaydı. Türk Hariciye Vekilinin ancak bir defa uzatma yetkisi vardı. Bu süre içinde Türk-Amerikan Dostluk ve Ticaret Antlaşması onaylanmazsa, Amerika artık en çok gözetilen ülke statüsünden yararlanamayacaktı. [xxv] Bu tehdit karşısında Amerikan ticaret çevreleri, Lozan’da imzalanmış olan Türk-Amerikan antlaşmasını Senatodan geçirebilmek için çabalarını arttırdılar.
Amerikan basınının bir bölümü de Lozan Antlaşmasının onaylanmasından yanaydı. Eskiden Türklere karşı sürekli yayın yapmış ve Ermenilerin avukatı kesilmiş olan The New York Herald Tribune gazetesi, bu defa Türk yanlısı görünüyor ve Lozan Antlaşmasını savunuyordu: “Savaş, kapitülasyonlari silip süpürdü. Kapitülasyonlar artik nasil diriltilebilir? ... Japonya’daki kapitüler haklarımızdan Hükümetimiz gönüllü olarak vazgeçti. Çin’deki kapitülasyonlara son verilmesini de Washington konferansında kabul ettik. Türkiye’ye karşi neden ters bir politika izliyoruz?” diye soruyor ve “Bir devlet egemense, onun egemenliğinden vazgeçmesini bekleyemeyiz” diye ekliyordu. Gazete, Lozan Antlaşmasina karşi çikanlarin “eski düşünce alişkanliklarindan” vazgeçemediklerini, yeni Türkiye’yi kavrayamadıklarını söylüyor ve “Ne söylenirse söylensin Mustafa Kemal rejimi eski Osmanlı düzeniyle bağlarını kesinlikle koparmış bir rejimdir” diyordu. [xxvi]
The New York World gazetesi, “1916’ların Enver (Paşa) Türkiyesi değil, 1926’ların (Mustafa) Kemal Türkiyesi söz konusudur” diyor ve bir başyazisinda şunlari belirtiyordu:
“Lozan Antlaşmasi, yalnizca bizim Amerikan çikarlarimiza etkisi ve kimi çevrelerde savaş döneminin eski önyargilarini diriltmesi açisindan tartişilmamalidir. Yakin Doguda yeni bir durum yaratilmasina dogru atilmiş bir adim olarak, geniş bir uluslararasi bakiş açisiyla göz önünde tutulmalidir. Kapitülasyonlardan vazgeçişimize, milliyetçi Hükümete (Türkiye’ye) ödün vermemize karşi çikan baylar, eskiye dönmeyi mi arzuluyorlar? Güçsüz düşmüş, alçalmiş, horlanan bir Türkiye mi görmek istiyorlar?...
“ (Mustafa) Kemal Hükümeti ve Lozan Antlaşmalari, ülkenin eski, aşagi ve çökmüş durumuna karşi güçlü bir başkaldiriyi simgeler. Ayni başkaldiri, 1890’larda kapitülasyonları kaldırırken Japonya’da da görüldü. Lozan’da, güçlü milliyetçi rejim, Türkiye’nin dünya milletleri arasında eşit olarak yerini alacağını açıkladı. Avrupa bunu kabullendi. Tek başına Amerika mı karşı duracak? Aşırı milliyetçiliğin yalnız tatsız yanını düşünüp (Mustafa) Kemal Hükümetinin sivil, siyasal ve sosyal başarılarını görmezlikten mi geleceğiz?
“Gerek Dışişleri Bakanı Kellog, gerek Türkiye’deki Amerikan iş çevreleriyle misyonerleri gerçekleri kabul etmek durumundadirlar ve zaman çarkinin geri döndürülemeyecegini biliyorlar.” [xxvii]
The Boston Herald gazetesi, Lozan Antlaşmasini engellemege çalişanlara sert tepki gösteren gazetelerden biriydi. “Türkiye ile ilişkilerimiz anormal. Istanbul’da bir amiralimiz var. Ama Türk yetkilileriyle kişisel dostluk ilişkilerinden başka hiçbir resmi sifati yok...Antlaşma hemen onaylanmali ve Türkiye ile normal ilişkiler kurulmali” diyordu. Türkleri zulüm yapmakla suçlayanlara karşi da gazete, “çuvaldızı Türklere saplarken iğneyi de birazcık kendimize batıralım” öğüdünde bulunuyordu: “Bizim insanları linç edişimize ne buyur ulur? Kongre, linç aleyhindeki kanunu bir türlü çıkaramıyor. Dünyanın en suçlu halkı biziz. Yıllarca önce başyargıcımız, ceza kanunun uygulanışı “uygarlığın yüzkarasıdır” demişti” diye yazıyordu. [xxviii]
Lozan Antlaşmasını savunan başka Amerikan gazeteleri de vardı: The Washington Post, The New York Times, The Chicago Daily News, The Boston Transcript, The Baltimore Sun vs. gibi.

Profesörlerin Lozan Raporu
Amerikan Dış Politika Derneği, Lozan kavgasının sürüp gittiği bir sırada, Lozan Antlaşmasını incelemek üzere özel bir komite kurmuş ve bu komiteye uzun bir rapor hazırlatmıştır. [xxix] Columbia Üniversitesi Tarih Profesörü Edward Mead Earle’nin başkanliginda, tarih, devletler hukuku, uluslararasi politika profesörlerince hazirlanan bu ilginç rapor, Lozan Antlaşmasinin en güçlü savunmalarindan biridir.
Bu rapora göre: “Türk-Amerikan Antlaşmasi, Lozan barişinin bölünmez bir parçasi olarak görülmeli... Lozan barişi (da) son yüz elli yildan beri yapilmiş en iyi Yakin Dogu barişi” idi.

Rapor özetle şöyle devam ediyor:
“Antlaşmanin onaylanmasi, yalniz Amerikan çikarlarina degil, Yakin Dogu halklarinin da pek yararina olacaktir. Yakin Dogu elli yildir savaş alanidir. Bölgenin bütün halklari çok aci çekmiştir. Bunda hiçbir halk suçlanamaz. Hiçbir namuslu Amerikan aydini, Türk halkinin çektigi acilari görmezlikten gelemez. 1912-1922 döneminde 1.200.000 Türk, yerinden yurdundan edilmiş, göç etmek zorunda kalmiştir. Yalniz 1914-18 savaşinda 600.000 Türk can vermiştir. Türk Hükümeti suçlanirken neden bu gerçekler hatirlanmiyor? Yakin Dogu’da halklar boğuşmasına, yabancı entrikalara son vermenin yolu, normal barış dönemi ilişkileri kurmaktan geçer. Lozan Antlaşmasını reddetmek ise, savaşı değilse bile, savaş psikolojisini sürdürmek olacaktır...”
Bunları belirten rapor, gittikçe açılıyordu:
“Lozan’da Müttefikler ve Amerika, Türklere barışı dikte edebilecek durumda değillerdi. Zaten dikte edilen bir barış, iyi bir barış olamaz. Türkler de barış koşullarını kimseye dikte etmemişlerdir. Yapılan barış antlaşması, iyi bir antlaşmadır. Dünya siyasal coğrafyasında kilit yeri tutan Türkiye, barışa gerçek hizmette bulunabilecek durumdadır. Amerika, Ankara Hükümetini desteklemelidir. Lozan’da Amerikan delegasyonu doğru iş yapmıştır. Müttefikler kapitülasyonların kaldırılmasına razı olurken, Amerika için en çok gözetilen ülke hakkından fazlası elde edilemezdi. Kapitülasyonlar, öteden beri Türk hazinesini kurutmuştu, Babıâliyi (İstanbul Hükümetini) Avrupa diplomatlarının ve kapitalistlerinin insafına bırakmıştı. Lozan’da Türkler kapitülasyonları kaldırmaya kesinlikle kararlıydılar. Birinci Lozan konferansı, en başta kapitülasyonlar yüzünden kesilmiştir. Müttefikler kapitülasyonlardan vazgeçerken, Amerika’nın tek başına bunları yaşatması düşünülemez.”
Profesörler raporunda Ermeniler konusunda da özetle şunlar söyleniyordu:
“Amerika, hiçbir zaman Ermenilere ahdî bir vaatte bulunmamış; 1956 Paris ve 1878 Berlin antlaşmalarına taraf olmamıştır. Şimdi Ermenileri Lozan Antlaşmasına karşı kışkırtmak cinayet olacaktır. Çünkü Amerika, Ermenileri, gerektiğinde silahla destekleyebilecek durumda değildir. Lozan Barış Antlaşmasında azınlıklara ilişkin hükümler vardır. Türk Hükümeti azınlıklara güvenceler veriyor. Amerikalılar Ermenileri kışkırtmakla onlara iyilik etmiş olmayacaklardır; tersine, ihanet etmiş olacaklardır. Bu kışkırtmalar sonunda Ermeniler gene ayaklanır ve gene ezilirlerse suç, Amerikalıların olacaktır; Ermenilerin ya da Türklerin değil. Ermenilere karşı gerçek dostluk, onları Türklere yaklaştırmak olacaktır. Bu da barış içinde gerçekleştirilebilir. Yapılacak iş, Türk - Amerikan Antlaşmasını onaylayarak Lozan barışına moral, güç kazandırmak olmalıdır. Amerika’nın Yakın Doğu’ya en büyük hizmeti, eski yaraları sarmak, ırk ve din çatışmalarını yatıştırmak olabilir; yoksa insanları suçlamak ve çatışmaları körüklemek değil.”
Lozan Antlaşmasi özel komitesinin kanaati buydu...

Amerikan Senatosu Lozan Antlaşmasini reddediyor
Amerika’da, 1923 yılında başlayan Lozan Antlaşması tartışmaları 1926 sonuna kadar sürüp gitti. Amerikalılar, üç buçuk yıl boyunca konuştu, yazdı, çizdi, kavga etti. Lozan Antlaşması başka hiçbir ülkede bu kadar uzun tartışılmamıştır. Sanki bütün Amerika iki karşıt kampa bölünmüştü. İktidardaki Cumhuriyetçi Parti, Hükümet, Dışişleri Bakanlığı, Ticaret odaları, Türkiye’deki Amerikan misyonerleri antlaşmanin onaylanmasini, Türkiye ile normal ilişkiler kurulmasini savunuyorlardi. Muhalefetteki Demokrat parti, Kilisenin bir bölümü, Ermeniler, Rumlar ise antlaşmanin reddedilmesini, Türkiye ile ilişki kurulmamasini istiyorlar ve büyük gürültü kopariyorlardi. Lozan Antlaşmasi, Amerika’da iç politika malzemesi yapılmıştı. Kavga sürerken, Başkan Calvin Coolidge yönetimi Antlaşmanın Senatoya sunulmasını geciktirdi ve bekledi.
Sonunda karar günü gelip çattı. Antlaşmaya “hayır” diyenlerle “evet” diyenler söyleyeceklerini söylemişler, söz sirasi Senatoya gelmişti. Amerika’ya yeni atanan T. C. New York Başkonsolosu Celâl Bey, gelişmeleri izliyor ve 13 Ocak 1927 günü, “Amerikan Âyanında (Senatosunda) muahedemizin müzakeresi hafi (gizli) surette cereyan etmek üzere vakt-i âhire tâlik olundu (ertelendi). Şimdilik vaziyet lehimizdedir” diyordu. [xxx] Antlaşmanin Senatoda onaylanacagi umuluyordu.
Ama umut boşa çikti. Amerikan Senatosu, 18 Ocak 1927 günü Lozan Antlaşmasini reddetti. Başkonsolos Celâl Bey, bu tatsiz haberi Ankara’ya tellerken, “Muahedemizin tasdik olunmadığı kemal-i teessürle arz olunur” dedi ve ekledi: “Verilen 84 reyden 50 rey lehimizde ve 34 aleyhimizde olarak, yani sülüsân (üçte iki) reyden altı rey noksan ile muahedemiz reddolundu.” [xxxi] Senatonun çoğunluğu olumlu oy vermişti. Ama antlaşmanın onaylanması için gerekli olan üçte iki çoğunluk tutturulamamış, altı oy eksik kalmıştı. Lozan Antlaşması, oy azınlığı ile Amerikan Senatosunca reddedilmişti.
Senatonun bu kararı Amerika’da çok geniş yanki yaratti. Lozan Antlaşmasinin Onaylanmasindan Yana olan Amerikan Komitesi, Amerikan basinindaki yankilari, tepkileri, yorumlari bir broşürde topladi. [xxxii] Bu broşüre bakilirsa, 17 Amerikan gazetesi Senato kararini alkişlamişti. Buna karşilik 75 gazete karari tepkiyle karşilamişti. Amerikan kamuoyu çogunlukla Senatoyu ve özellikle Demokrat senatörleri eleştiriyor, suçluyor ve Antlaşmanin reddedilmesine üzülüyordu.
Senato kararini alkişlayan gazetelerden biri, “Antlaşmanin onaylanmasi, (Mustafa) Kemal’in emperyalist planına teslim olmak anlamına gelecekti” diyor; bir diğeri “Diktatör Kemal’e Amerika’nın alçakça teslim olması demek olacaktı” diye yazıyor. [xxxiii] Bir üçüncü gazete “Türkiye reddedildi” diye başlik atmişti. [xxxiv] Bir taşra gazetesi, “Lozan Antlaşmasi çöp sepetine atildi; yeri orasiydi” diye seviniyordu. [xxxv] ...
Amerikan gazetelerinin çoğu Senato kararını “aptallık”, “dar görüşlülük”, “partizanlık”, “büyük hata”, “gaf” olarak görüyor ve eleştiriyorlardi. Washington Star, “Kaybeden Türkiye değil, Amerika’dır” diyordu (19.1.1927). Huston Chronicle, “Antlaşmayi reddetmekle ne kazanacagimizi anlamak zordur, ama ne kadar çok şey kaybedecegimizi görmek kolaydir” diye ekliyordu(30.1.1927). The New York Herald Tribune, “Senato azınlığı, sağduyu diplomasisini eski önyargılara feda etti” diye yazıyordu (19.1.1927)...Bağımsız Demokrat The New York Times, pek suya sabuna dokunmayan bir tutum içinde görünüyor, Türkiye’ye olgunluk öğütlüyor, “Şimdi gerçek soru, Türkiye bundan sonra ne yapacak? sorusudur” diyordu ( 20.1.1927).
Amerikalılar, Türkiye’nin sert tepki göstermesinden, misilleme yapmasından kaygı duyuyorlardı. Mademki Amerikan Senatosu Lozan Antlaşmasını reddetmişti, mademki iki ülke arasında normal diplomatik ilişkiler kurulmasının önünü kesmişti; öyleyse Türkiye, haklı olarak, Amerika’ya sert tepki gösterebilir, Türkiye’deki Amerikalılara karşı bazı önlemler alabilirdi. Türk Hükümeti bu yola gitmedi. Türkiye’deki Amerikan okullarını kapatmağa, Amerika’yı en çok gözetilen ülke hakkından yoksun bırakmağa kalkışmadı. Türkiye, şaşılacak bir ağırbaşlılık ve soğukkanlılık sergiledi. Türk basınının da Amerika’ya tepkisi yumuşak oldu ve kisa sürdü.
Istanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Sir George R. Clerk’e göre, Türkiye’nin Amerika’ya sert tepki göstermemesinin başlica nedenleri şunlardi: Türkler, Amerikan Hükümetinin Lozan Antlaşmasinin onaylanmasindan yana oldugunu biliyorlardi ve Senato’nun kararını Amerikan iç politika çekişmelerine bağlıyorlardı. Amerika’nın iç politikası ise Türklerden çok Amerikalıları ilgilendirirdi. Türk Hükümeti ayrıca, Lozan Antlaşmasını reddetmekle Amerika’nın Türkiye’ye ciddî bir zarar veremeyeceğini görüyordu. Pek rahatsızlık duyulmadan, Amerika’da duyguların değişmesi beklenebilirdi. [xxxvi]

Modus Vivendi
Senato kararı üzerine, Türkiye’nin tepkisini önlemek, Türk Hükümetini yatıştırmak amacıyla Amiral Bristol hemen İstanbul’dan Ankara’ya gönderildi. Kararın, Amerikan iç politika çekişmelerinin bir sonucu olduğunu, Amerikan kamuoyunun ve Hükümetinin görüşlerini yansıtmadığını Türk yetkililerine anlattı. [xxxvii] Türk yetkilileri, kaygıya kapılmamışlar, Amerika’ya karşi önlemler alma yoluna gitmemişlerdi; ama, Amerika’da azınlığın çoğunluğa egemen olmasına biraz şaşırdıklarını de gizlememişlerdi. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal (Atatürk) de Amiral Bristol önünde Ankara’da yaptığı bir konuşmasında bu noktaya değinmişti. “Kültürlü ve uygar bir ülkede, bağnaz bir azınlığın, nasıl olup da aydın çoğunluğa istediğini empoze edebildiğini” anlayamadığını söylemişti. [xxxviii]
Neyse, artık olan olmuş, Lozan Antlaşması Amerikan Senatosunca veto edilmişti. Antlaşmanın yeniden Senatoya sunulmasını isteyenler ve bekleyenler vardı. Amiral Bristol de bunlar arasındaydı. Ama, Amerikan Dışişleri Bakanlığı, Lozan Antlaşmasını Senatodan geçirmek için yeni bir denemeye kalkışmadı; buna karşılık, Türk-Amerikan ilişkilerinin düzenlenmesi amacıyla bir modus vivendi yapılması için Amiral Bristol’ e yetki verdi. Bristol, Amerika’nın artık kapitülasyonlardan vazgeçtiğini Türk Hükümetine resmen bildirecekti. Türk Hükümeti de Lozan Antlaşmasının Amerikan Senatosundan geçirilmesini beklemek yerine, yeni bir antlaşma yapılmasını tercih ediyordu. Yeni antlaşmanın eskisinin yerini tutacak şekilde yapılmasını arzu ediyordu. Bristol, yapılacak yeni antlaşmanın da Senatodan geçmemesi kaygısını belirtince, nota değiş-tokuşu yoluyla bir Modus Vivendi yapılması daha uygun görüldü. [xxxix] Bunun Senatoya sunulmasına gerek olmayacaktı.
Türkiye Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü (Aras) ile Amiral Bristol arasında, Ankara’da üç hafta kadar süren görüşmeler yapildi. Sonunda, 17 Şubat 1927 günü, notalar imzalanip degiş-tokuş edildi. Böylece, on yillik aradan sonra, Türk-Amerikan ilişkilerinin yeniden düzenlenmesini saglayan bir antlaşma yapilabilmiş oldu.



Imzalandigi gün, yani 17 Şubat 1927 günü yürürlüge giren bu Modus Vivendi’nin Türk-Amerikan ilişkilerinin yeniden kurulmasini öngören maddesi şöyleydi:
“1. Amerika Hükümat-ı Müttehidesi (ABD) ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti aralarında diplomasi ve şehbenderî (konsolosluk) münasebatını, hukuk-u düvel (devletler hukuku) esasatına tevfikan yeniden tesis eylemek ve sür’ati mümkine ile Sefirler teati etmek hususlarında ittifak etmişlerdir. Tarafeynden her birinin siyasî ve şehbenderî mümessilleri, diğerinin arazisinde mütekabiliyet şartı ile, hukuk-u umumiye-i düvel esasatınca müesses muameleye mazhar olacaklardır.” [xl]
Artık kördüğüm çözülmüş, normal Türk-Amerikan ilişkilerinin yolu açılmış, Senato engeli aşılmıştı. Amerika’daki Ermeni lobisinin çirkin oyunu bozulmuştu. Şimdi Türkiye ile Amerika arasinda Büyükelçiler düzeyinde diplomatik ilişki kurulacakti, hem de tez elden. Antlaşma, “sür’ati mümkine ile” Büyükelçiler teati edileceğini hükme bağlamıştı. Böyle bir antlaşmaya nispeten kolayca varılabilmesinde, Türk Hükümetinin anlayışlı tutumu ile Amiral Bristol’ün Türkiye’deki kişisel dostluk ilişkilerinin büyük payi olmuştur. Bristol, Lozan’da İsmet Paşa ile kurduğu yakın ilişkilerin bu kez Modus Vivendi antlaşmasını yaparken kendisine çok yararlı olduğunu söylüyordu. [xli]
Yapılan antlaşma, başta İsmet Paşa ile Bristol olmak üzere, Türk ve Amerikan yetkililerini sevindirdi. Amerika’daki Türk dostları da antlaşmayı sevinçle karşıladılar. Türk basınında pek yankı yaratmayan antlaşmayı, Amerikan basını, “Türkiye’deki Amerikan çıkarları için bir zafer” olarak yorumluyordu, çoğunlukla.
Buna karşılık, oyunları bozulmuş olan Amerika’daki Ermeni lobisi bu defa yapılan Modus Vivendi’ye karşi protesto seslerini yükseltti. Ermeni komitesinin elebaşilari Gerard-Kardaşyan grubu ve diger Türk düşmanlari antlaşmaya sert tepki gösterdiler. Hele Türk-Amerikan ilişkilerinin Büyükelçilik düzeyinde yeniden kurulacagi ve yakinda Türk Büyükelçisinin Washington’da göreve başlayacagi haberi, Ermeni lobisini büsbütün çileden çikardi. Ermeni Avukat Vahan Kardaşyan, Amerika Cumhurbaşkani Coolidge’e, Dışişleri Bakanı Kellog’a, küstahlık derecesine varan mektuplar gönderdi. Türk-Amerikan Modus Vivendi antlaşmasının Amerikan anayasasına aykırı olarak yapıldığını, Dışişleri Bakanlığının Senatoyu atlayarak Türkiye ile ilişki kuramayacağını ileri sürdü. Ermeni lobisi, Amerika’nın çeşitli yerlerinde mitingler de düzenledi. Mitinglerden de Amerikan Dışişleri Bakanlığına protesto telgrafları çekildi. Dışişleri Bakanlığı, biraz rahatsız olmakla birlikte, protestoları duymazlıktan geldi. [xlii] Ne demiş atalarımız: İt ürür, kervan yürür!

Türk Büyükelçisine Amerika’da Ermeni suikastı kaygısı
Modus Vivendi antlaşmasının yapılmasından kısa bir süre sonra Türk-Amerikan diplomatik ilişkilerinin yeniden kurulmasına gidildi. 24 Mayıs 1927 tarihinde Joseph C. Grew, Amerika Birleşik Devletlerinin Ankara Büyükelçiliğine atandı. Büyükelçi Grew, Lozan’da Türk-Amerikan Dostluk ve Ticaret Antlaşmasini imzalamiş olan kişiydi. Meslekten yetişme, tecrübeli bir diplomatti. Lozan konferansina katilan, Ismet Paşa’yı (İnönü) yakından tanıyan ve Türk dostu olarak bilinen tecrübeli bir diplomatın Ankara’ya Büyükelçi atanması, Türk Hükümetince ve Türkiye’deki Amerikalılarca olumlu karşılandı. Grew, 21 Eylül 1927 günü İstanbul’a, iki gün sonra da Ankara’ya geldi ve 12 Ekimde Cumhurbaşkani Gazi Mustafa Kemal’e güven mektubunu sundu. Üç gün sonra Ankara’da, TBMM salonunda, Cumhuriyet Halk Partisinin büyük kongresi açıldı. Bu kongrede Atatürk, tarihi eseri Büyük Nutuk’u kürsüden okurken, Büyükelçi Grew, Cumhurbaşkanligi locasindan onu dinliyordu. Atatürk, bir dostluk jesti olarak, kendi locasini yeni Amerikan Büyükelçisine vermişti. [xliii] Türkiye Cumhuriyeti’ne atanan ilk Amerikan Büyükelçisi Grew, ülkemizde çok iyi karşilanmiş, saygi görmüştü. Türk-Amerikan yakinlaşmasi için sürekli çaba harcayacak ve bu çabalari karşiliksiz kalmayacakti.
Amerikan Büyükelçisi Grew’ün Türkiye’ye atanırken, aynı zamanda Türkiye de Ahmet Muhtar Bey’i Washington Büyükelçiliğine atadı. 25 Mayıs 1927 günü Amerika’dan agreman istendi. Amerikan Hükümeti bu seçimi hemen kabul etti. Ahmet Muhtar Bey, o yıllarda Türk diplomatlarının en seçkinlerinden, en tecrübelilerinden biriydi. Arkasında otuz yılı aşkın bir diplomatlık tecrübesi vardı. 57 yaşındaydı. 1870 yılında doğmuş, 1890’de Mülkiye’yi bitirip Hariciye Nezaretine girmişti. Bu arada Istanbul Hukuk Mektebini de bitirmişti. Çeşitli iç ve diş görevlerde bulunduktan sonra Elçilige yükselmiş, 1911’de Atina Elçiliğine, 1913’te vekâleten Lahey Elçiliğine, Ağustos 1918’de Ukrayna Elçiliğine atanmıştı. Kasım 1919’da İstanbul Mebusluğuna seçilmiş, son Osmanlı Mebusan Meclisinin İngilizler tarafından basılması üzerine Mayıs 1921’de Anadolu’ya geçmişti. Ankara’da, mebusluğunun yanı sıra Hariciye Vekâleti Vekilliğine getirildi. Kasım 1921’de TBMM Hükümetinin Tiflis Mümessilliğine, bir yıl sonra da Moskova Büyükelçiliğine atandı. 1924’te, İstanbul Mebusu olarak Büyük Millet Meclisine döndü. Bu görevde bulunduğu sırada Washington Büyükelçiliğine atandı. [xliv]



Büyükelçi Grew, Ahmet Muhtar Bey’i, Türk diplomatlarının “duayeni”, “eski ekolden yetişme bir diplomat” olarak nitelendirmiş, biraz resmi ve kibirli bulmuştu. “Fazla Excellence” diyordu. [xlv] Onun Washington’a atanması, Amerikan Hükümetince memnuniyetle karşılanmıştı. Amerikan Dışişleri Bakanlığı, “Türkiye, en seçkin diplomatlarından birini Washington’a gönderiyor” diyordu. [xlvi]
Ancak, A. Muhtar Bey’in Washington’a gidişi epeyce gecikti. Amerikan Büyükelçisi Grew Türkiye’de göreve başladigi halde A. Muhtar Bey hala Türkiye’deydi. Oysa o yıllarda, ikili diplomatik ilişkiler kurulurken iki ülke Elçilerinin aynı günlerde, hatta aynı gün göreve başlamalarına özen gösteriliyordu. Böyle olduğu halde Amerika’ya atanan Büyükelçimiz göreve başlamayi neden geciktirmişti? Bu gecikmenin, siyasi bir nedeni vardi. Türkiye, Amerika’daki kışkırtmaları, kaynaşmaları kolluyordu. Türk-Amerikan ilişkilerinin yeniden kurulmasına karşı Amerika’da yürütülen protesto kampanyasının yatışmasını bekliyordu. Gerçekten, Gerard ve Kardaşyan’ın başını çektiği Ermeni lobisi, yaz boyunca protesto mitingleri düzenlemekten ve Amerikan basınını körüklemekten hiç geri durmamıştı.
Ermeni Komitesinin ve Lozan Antlaşmasına hayır diyen komitenin başı James W. Gerard, Türk Büyükelçisinin Amerika’ya varışı öncesinde kolları sıvayıp yeniden işe koyulmuştu. New York’un sicilli Ermeni komitecilerini, Rum bağnazlarını ayağa kaldırmıştı. Amerikan basınını da durmadan körüklüyor, kin kusuyordu: “Türkiye ile diplomatik ilişki kurulmaz, Senato Lozan Antlaşmasini reddetti” diyordu. Şubatta yapilan Modus Vivendi’yi Senato iradesine meydan okumak gibi gösteriyor, Anayasaya aykırı buluyordu. İddiasına göre, Amerikan Hükümeti böyle bir antlaşma yapamazdı. Gerard, bu kadarla da kalmıyor, büsbütün gemi azıya alıyor ve Büyükelçimizi Ermeni suikastçılara hedef olarak gösteriyordu. “Ahmet Muhtar Bey 30.000 Ermeninin öldürülmesinden sorumludur” diyordu. “Böyle bir suçlu Amerikan toprağına ayak basamaz!”, “Onun Amerika’ya girişi Amerikan halkina karşi bir hakarettir!” diyor, “geleceği varsa göreceği de var!” demeye getiriyordu. Bu azgın Türk düşmanının kin saçan iddiaları, ağırbaşlı ve nispeten tarafsız olarak tanınan The New York Times gazetesinde bile yer alıyordu. [xlvii]
Türkiye Cumhuriyetinin ilk Washington Büyükelçisi Ahmet Muhtar Bey’e karşi Amerika’da bir Ermeni suikastı düzenlenebileceği akla geliyordu. Ermeniler terör ustasıydı, Dr. Rıza Nur’un deyimiyle,“Suikast, Emeni milletinin spesiyalitesi” idi. Ermeni teröristler, 1921’de eski sadrazam Talat Paşa’yı ve Sait Halim Paşa’yı; 1922’de Cemal Paşa’yı vurmuşlardı. Lozan Konferansı günlerinde İsmet Paşa’ya, 1920’lerde ve 1930’larda Atatürk’e karşi suikastlar hazirlamişlardi. Bu defa 1927 yilinda Washington Büyükelçimize karşi da suikast hazirliklari yapiliyor gibiydi. Ermeni Komitesi Başkani Ingiliz asilli Amerikali Gerard, “Ahmet Muhtar Bey 30.000 Ermenin öldürülmesinden sorumludur” diye iftira ederken, sanki onu Ermeni teröristlere hedef olarak gösteriyordu. Amerikan tarafının da böyle bir suikasttan kaygılandığı anlaşılıyor. Büyükelçimize karşı suikast hazırlandığı söylentilerini Türkiye’den izleyen Büyükelçi Grew de kendi can derdine düşmüş ve 29 Kasim 1927 günü günlügüne şunlari not etmişti: “Amerika’daki Ermeniler yaşli Muhtar’ı haklarlarsa, benim cesedimi de buradan aldırmak için Hükümet hemen bir savaş gemisi gönderebilir, çünkü (öldürülmem) uzun sürmez.”
Büyükelçi Ahmet Muhtar Bey, işte böyle bir havada ve büyük bir ugultu içinde, 28 Kasim 1927 günü Amerikan sularina girdi. Yuvalarina çomak sokulup azdirilmiş yaban arilari sürüsü hişimla Türk Büyükelçisinin üzerine çullanmaga hazirlanmişti. Karaya ayak basar basmaz hemen üzerine yürüyecekler, kendisini oracikta haklayacaklar veya linç edeceklerdi. Büyükelçimiz, ateş yagmuru altinda bir “düşman” hattına gelip dayandığını Leviathan transatlantiği ile New York limanına girince anladı. Karaya çıkmadan önce kendisine getirilen o günkü Amerikan gazetelerine şöyle bir göz attı. Havayı kavradı. Az sonra Amerikan görevlileri geldiler. Türk Büyükelçisini gemiden alıp zırhlı araca bindirdikleri gibi, son hızla trene yetiştirdiler. Ermeni teröristlerinden ve Amerikan siyaset gangsterlerinden salimen kaçırılan Muhtar Bey, nefes alırken, “Amerikan toprağına şerareli bir hava içinde ayak bastık” dedi. O günkü “şerareli”, yani elektrikli havayı ve karşılanışını, tumturaklı diliyle Ankara’ya aynen şöyle telledi:
“Muahedenin tasdikinden evvel Hükümeteynce Sefir teatisinin gayri kanuni olduğuna ve âcizlerinin de Ermeni kıtali âmillerinden bulunduğuna dair Âyandan Gerard’ın gazetelerle aleyhimizde beyanatta bulunması bura efkârı umumiyesini muvasalatımızda şiddetle alâkadar ederek gazeteleri işgal eylemektedir.
“Nümayişlere sebebiyet vermemek için Hükümet seyahatimiz esnasinda fevkalâde tedbirler ittihaz etmiş ve New York’ta mitralyözlü otomobil refakatinde heyetimizi diğer müteaddid binek otomobilleriyle ve rehgüzarımızda bütün vesait-i nakliyeyi durdurarak sür’at-i mümkine ile derhal limandan istasyona naklettirmiştir. Bu tarz-i kabul merasim-i ihtiramkârane şeklinde pek heybetli olmuştur.



“Âsar-ı mihmannüvazi ibrazından hali kalmayan Hükümet, matbuat tarafından aleyhimizde vaki neşriyatın şayanı teessür olmadığını ve bu velvelenin yakında kesb-i sükûn olacağını ifade eylemiştir....” [xlviii]
Amerikan Hükümetinin sıkı koruyucu önlemleri ve dostça davranışı Ahmet Muhtar Beyi hoşnut etmişti. Demek ki, karşı tarafın saldırgan düşmanlığına karşılık Hükümet çevrelerinde Türkiye’ye dostluk duyguları besleniyordu. Türk Büyükelçisinin görevi kolaylaştırılacaktı. Büyükelçimiz, Amerika’da başlica görevinin Türkiye’ye karşi sürdürülmekte olan düşmanca kampanyanin etkilerini gidermeye yönelik olacagina ve bunun da her şeyden önce para gerektirecegine inanmişti. Bu görüşünü Ankara’ya yazdı.
Büyükelçinin bu telgrafı üzerine Türk Dışişleri Bakanlığı, “Maruz kaldığınız matbuat hücumuna karşı (Amerikan) Hükümetin(nin) hareketi burada (Ankara’da) hüsnü tesir etti” dedi. Ahmet Muhtar Beye, “kıyaset, metanet ve hüsnü hareket” öğütledi. Amerikan kamuoyu yeni Türkiye’yi tanıdıkça, kışkırtmaların ve saldırıların yatışacağını söyledi. [xlix] Türk Hükümetinin umudu buydu.
Ahmet Muhtar Bey’in suikast tehditleri altında Amerika’ya varışını Washington’daki yabancı diplomatik çevreler de yakından izlemişlerdi. İngiltere’nin Washington Büyükelçisi olayı Londra’ya şöyle rapor ediyordu:
“Amerika’ya yeni atanan Türk Büyükelçisi Ahmet Muhtar Bey 29 Kasım (1927) günü Washington’a geldi. Hayatına karşı bir suikasttan korkulduğu için New York’a gelişinde silahli, motosikletli bir polis filosu tarafindan karşilandi. New York’ta bir gece bile kalamadı. Hemen başkent trenine götürüldü ve gece yarısı saat 12.30’da başkente geldi. Şimdi kalmakta oldugu Wardman Park Hotel’in yan kapısına kadar detektifler eşliğinde getirildi...Gelişi Mr. James W. Gerard’ın şiddetli saldırılarına neden oldu. Gerard, basına verdiği demeçte Muhtar Beyi suçladı...(Ama) Bu saldırıları fazla taraftar bulmadı...New York Tribune ve Baltimoe Sun gazeteleri Türkiye ile Amerika arasında ilişkiler kurulması konusunda Hükümeti destekleyen başyazılar yayınladılar. “New York Tribune gazetesi Lozan Antlaşmasinin onaylanmasini savunuyor.” [l]
Türkiye Cumhuriyetinin ABD’ye gönderdiği ilk Büyükelçi Ahmet Muhtar Bey, işte böyle çok sıkı güvenlik önlemleri altında Washington’da salimen göreve başladi. Belki bu önlemler sayesinde bir Ermeni suikastina ugramaktan kurtuldu.

Sonrasi...
Amerika’daki Ermeni lobisinin elebaşisi James W. Gerard, Ahmet Muhtar Bey’in Washington’a varışından sonra da seviyesizce saldırılarını ve kışkırtmalarını sürdürdü. 1 Aralık 1927 günlü Amerikan gazeteleri Gerard’ın yeni demeçlerini yayınladılar. Bunlarda da Türk Büyükelçisi ve Türkiye ağır biçimde suçlandı. [li] Büyükelçimiz, Amerika’daki havayı durmadan Ankara’ya rapor ediyordu. 6 Aralık günlü bir telgrafında şunları söylüyordu:
“Gerard, Hükümetimizi külhan bey çetesi gibi kelimelerle tavsif ve âcizlerine de hücum ile Ermenileri müdafaa, ithamatta berdevamdır. Beyanatı tezvirattan ibaret. Kendisi rüesayı muhaliften mühim bir şahsiyet olmakla velveleye verdiği matbuat ile mehafil-i muhtelifede haysiyetimizi muttasıl rencide etmektedir. Burada hemen herkes bizimle meşguldür denilse sezadır.
“Bir muhalefet manevrası teşkil eden bu hücumlar Amerika Hükümetile bizi müşterek bir dâva karşısında bırakıyor. Hükümet ve taraftarlarımızın tavsiyesi, münakaşadan içtinab edip yalnız Yeni Türkiye hakkında hususî temaslar, gazetede mülâkatlar ve saire ile efkâr-ı umumiyeyi mebzulen tenvir suretindedir. Bu tarz-ı hareketi bendeniz de muvafık-ı basiret addederim. Zira Gerard’ın ithamatını burada redde kalkıştığımız takdirde vaziyetimiz bir kat daha eşkal edecek mukabil bir şiddet-i lisan istimali mecburiyetinden sarfınazar Amerikan Hıristiyanlık âlemi nazarında Ermeni bahsini İngilizlerin dahi istifade edebileceği şekilde ihyaya sebebiyet verilmiş olacağından şurası şayan-ı tezkârdır. Irken İngiliz olan mumaileyh Gerard, Ermeni teşkilâtının başında bulunmakla beraber aynı zamanda Berlin’de Sefir iken kendi memleketinden ziyade İngiltere’nin menafiini iltizam etmiş olmakla Hükümet-i müşarileyhanin burada da mürevvic-i âmali oldugu bazi mehafilde beyan edilmektedir. Hatta bu son hatti hareketi Lozan muahedesinin tasdikini akim birakmak hususunda Ingilizlerin eseri telkini addedenler vardir. Ancak bu hücumlara karşi hassas oldugumuzu matbuatimizla ihsas edebiliriz. Bu yoldaki neşriyatin Anadolu Ajansi vasitasile buraya (Amerika’ya) aksettirilmesi lâzımdır. Bilmünasebe Ajansta Amerika’nın ahvalimizden külliyen bi-haber olduğu muhtac-ı ihtardır. Nitekim Gerard memleketimizin nüfusunu halâ beş milyon iddia ve buna binaen Sefir teatisini ilzam etmektedir.



“Vaziyet-i maruzaya nazaran diğer taraftan Sefareti dahi burada el altından kabil-i istimal vesait-i cidal ve müdafaa ile teçhiz etmek bir zaruret-i mübreme halini almıştır.
“Amerika’ya muvasalatımızla âdeta unutulmuş birçok hasmane dâvaları tekrar uyandırmış olduk. Kendimizi şimdi müdafaa edemezsek buradaki huzurumuz faideden ziyade mazarratı tevlid etmiş olacaktır.
“Binaenaleyh heyet-i sefaretimizin temsil vezaifini itina-i mahsus ile tevsi ve kendimize müsaid istidatları mütemadi tenmiye ve gazete gibi propaganda vesaitini lehimize imale etmek lâzımdır...Kendimizi lâyikile müdafaa ve memleketi hüsn-ü temsil ettiğimiz takdirde bu netâyic-i mesaimizden hayli ümitvarım”. [lii]
Bunları söyledikten sonra Ahmet Muhtar Bey, görevini hakkıyla yapabilmek için en az yirmi bin liraya ihtiyaç duyduğunu, bu para sağlanamazsa “pek ağır bir vaziyette kalacağını” bildirmiştir. Telgrafi Başvekile arz edilmiş ve istenen paranin gönderilmesi ilke olarak kabul edilmiştir. [liii] Fakat paranin gönderilip gönderilemedigi saptanamamiştir.
Amerika’da Türk Büyükelçisine ve Türkiye Cumhuriyetine karşi yapilan adice hücumlar, geçten geç Türk basinina yansidi. Ilk defa 3 Aralikta Türk basini olayi genişçe haber verdi. Türkiye Temsilcisinin ve Türkiye’nin Atlantik ötesinde uğradığı ağır hakaret karşısında Türk basınının da ayni ölçüde patlayacağı umulurdu. Fakat öyle olmadı. İlk günlerde Türk gazetelerinde hiçbir yorum görülmedi. Daha sonraları çıkmaya başlayan başyazılar da pek yumuşaktı. Sadece Gerard ile Ermeniler ve Rumlar hedef alınıyor, Amerikalılara sitem bile edilmiyordu. Türk gazetelerin bu tutumu Amerikan Büyükelçisini bile şaşırtmıştı. Grew, “Türk basınının tutumu şaşılacak kadar ılımlı” diyor ve 6 Aralık gününe kadar Türk gazetelerinde hiçbir yorum görülmediğini ekliyordu. [liv] Türk gazeteleri, yaygaracı Amerikan gazetelerine nispetle, halâ “ağır ol da molla desinler” havasındaydı. Gazetelerimizin Türkiye’de bile pek çekingen ve cılız kalan yayınları Atlantik ötesinde hemen hiç ses getirmemiştir.
Büyükelçi Ahmet Muhtar Bey, 5 Aralık 1927 günü güven mektubunu Amerikan Cumhurbaşkanı Calvin Coolidge’e sundu. Dört gün sonra Ankara’ya ilk olumlu haberi verdi: “Hükümet partisinin mürevvic-i efkârı olan Washington Post gazetesinin bize müzahereti temim olunmuştur” dedi. Bu gazetenin genel yayın müdürü Mr. Benett, Büyükelçimize ve çalışma arkadaşlarına bir yemek vermiş ve niyetini açıklamıştı: Washingon Post, Türkiye’yi savunacaktı. Ermeni lobisinin propagandası karşısında artık susmayacaktı. “Ermeniler, iki Cumhuriyetin el sıkışmasını şimdiye kadar engellemişlerdi.” Bundan sonra onların Amerikan kamuoyunu yanıltmalarına izin verilmeyecekti...Mr. Benett, “Ermeniler, Amerika’da da Rusya’da da yılandır” diyordu ve gazetesinde, 9 Aralık 1927 günü “Yeni Türkiye” başlikli, çerçeve içinde bir yazi yayimladi. Bu, Amerika’daki Türk düşmanligi propagandasina karşi dolayli cevaplardan biriydi.
Günler geçtikçe Ermeni lobisinin kampanyasi hizini kaybetmege başladi. Ermeni örgütünün başi olan Gerard, saldirilarini biraz azaltti. Yeni Türkiye’ye karşi Amerikan kamuoyunda ilgi dogmaya başladi. Büyükelçi Ahmet Muhtar Bey, Washington’da birinci ayını doldururken şöyle diyordu:
“Hasımlarımızın tahrikiyle Amerika’ya hîn-i muvasalatımızda baş gösteren sakil bir cereyan kesb-i sükûnet etmiş ve hattâ mâkûs bir şekil almak istidadını göstermiştir...Şimdilik az çok bir buhranın önüne geçilebilmiştir. Yoksa vaziyet şayan-ı itinadır.” [lv]
Büyükelçi Ahmet Muhtar Bey, yedi yıl Washington’da kaldı. Bu yıllar Türk-Amerikan yakınlaşmasının gitgide dostluğa dönüştüğü yıllar oldu. Atatürk Türkiyesi, bütün dünyada olduğu gibi, Amerika’da da saygınlık kazandı. Amerikan Cumhurbaşkanı Franklin D. Roosevelt, Türkiye Cumhuriyetinin onuncu yıldönümümü dolayısıyla 1933’te yayınladığı mesajında, “Bu nispeten kısa müddet zarfında Türk milleti hayatında ve müesseselerinde husule getirdiği ve derin akisler yapan yenilikler ve değişiklikler sayesinde terakki yoluna büyük bir emniyetle girmiş ve bütün dünyanın dikkat ve hayranlığını üzerine celbetmeye muvaffak olmuştur”diyordu. [lvi] Amerika’da Türkiye’nin prestiji yükseldikçe Ermeni lobisinin düşmanca sesi kisiliyor gibiydi.

Ve 50 yil sonrasi
Ancak, evet ancak, Büyükelçi Ahmet Muhat Bey, Amerika’daki Türk düşmanliginin, Ermeni propagandasinin köklü olduguna ve kolay kolay söndürülemeyecegine de dikkati çekmişti. “Bu hasmane cereyan, kuvvetli kökenleri olmak itibariyle kolay kolay kabil-i itfa değildir” diyordu. Türk-Amerikan dostluğunun doruk noktasına ulaştığı, ya da öyle göründüğü dönemlerde bile, Türk düşmanlığı tohumları sürekli besleniyordu. İlk fırsatta patlayabilirdi. “Vaziyet şayan-i itinadir” diye ekliyordu Muhtar Bey.
Bu söyledikleri yarım yüzyıl sonra doğrulandı. 1920’lerde, fanatik bir Ermeni lobisine boyun eğerek Lozan Antlaşmasını reddeden Amerikan Senatosu, 1970’lerde de Türkiye’nin Kıbrıs çıkarmasını bahane ederek NATO üyesi Türkiye’ye silah ambargosu uygulamaktan çekinmedi. Bu ortamda, Amerika’daki Türk düşmanliginin çabucak hortlayiverdigi görüldü. 1920’lerde Ermeni lobisi elebaşilari Gerard gibi Amerikan siyaset gangsterlerinin serpmiş olduklari Türk düşmanligi tohumlarindan eli kanli Ermeni teröristler üretilmiştir. Bu teröristlerin Amerikan topraklarini kana buladiklari da görüldü. Şöyle ki:
27 Ocak 1973: T.C. Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ile yardimcisi Muavin Konsolos Bahadir Demir, Kaliforniya’nın Santa Barbara Kasabasında, Ermeni terörist Mıgırdıç Yanıkyan tarafından pusuya düşürülüp şehit edildiler. Katil terörist yakalandı, yargılandı ve müstahak olduğu cezaya çarptırıldı. Ama, 1920’lerin Ermeni terörü elli yıl sonra Amerikan topraklarında hortlatılmış oldu. Ermeni cinayetleri devam edecekti artık.
28 Ocak 1982: T.C. Los Angeles Başkonsolosu Kemal Arıkan, sabahleyin evinden işine giderken, Ermeni teröristlerce arabası içinde şehit edildi. Suikastı kendilerine “Adalet Komandoları” diyen Ermeni terör örgütü üstlendi, katil veya katiller yakalanamadı, cezasız kaldı.
4 Mayıs 1982: T.C Boston Fahri Başkonsolosu Orhan Gündüz, Massachusetts eyaletinin Boston şehrinde, işinden evine dönerken, yine “Adalet Komandoları” adlı Ermeni terör örgütü tarafından şehit edildi. Katil veya katiller yakalanamadı, cezasız kaldı.
27 Ağustos 1982: T.C. Ottawa Büyükelçiliği askeri ataşesi Hava Kurmay Albay Atilla Altıkat, sabah evinden işine giderken arabası içinde Ermeni teröristlerce şehit edildi. Suikastı aynı “Adalet Komandoları” adlı Ermeni terör örgütü üstlendi. Katil veya katiller yakalanamadı, cezasız kaldı....
Amerika Birleşik Devletlerinin teröre savaş açtığı şu günlerde (Ekim 2001’de), bizleri pek yakından ilgilendiren bu terör cinayetlerini hatırlamadan edemedik. Ve bu teröristler, Afganistan dağlarında değil, Amerikan (ve Kanada) topraklarında yetişmiş, barınmış ve yine oralarda gizlenip korunmuşlardır. Buna bir nokta koyalım.
Ermeni terörüne karşı uyanık olmak gerektiğini söyleyen ve “Vaziyet şayan-i itinadir” diyen rahmetli Büyükelçi Ahmet Muhtar Bey’i saygıyla anıyoruz. Onun bu sözleri, sorumsuzca hortlatılmış olan Ermeni terörü karşısında halen geçerlidir.

--------------------------------------------------------------------------------

* E. Büyükelçi, Tarihçi - Yazar

[i] Bu konuda daha geniş bilgi için bkz.: Bilâl N. Şimşir, “Türk-Amerikan İlişkilerinin Yeniden Kurulması ve Ahmet Muhtar Beyin Vaşington Büyükelçiliği (1920-1927)”, Belleten, Cilt XLI, Sayı 162, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara : 1977, s. 277-356
[ii] Roger R. Trask, The United States Response to Turkish Nationalism and Reform, 1919-1939, The University of Minnesota Press, Minneapolis: 1971, p. 30-34
[iii] Ibid. Antlaşmalar “Traités signés entre la Turquie et les Etats-Unis d’Amérique, le 6 Août 1923 à Lausanne”başiligiyla 1923 yilinda Lozan’da basılmıştır.
[iv] J. C. Hurewitz, Diplomacy in the Near and Middle East, Vol. II, New York: 1958, p. 114-9
[v] Trask, op. Cit., p. 37-39
[vi] T.C. Dışişleri Bakanlığı Arşivi (DBA) - S. Amerika, K.1/2 : T.C. Washington Büyükelçisi Ahmet Muhtar Bey’den Hariciye Vekâletine rapor. 27.12.1927, No. 53/26
[vii] Osman Ulagay, Amerikan Basınında Türk Kuruluş Savaşı, İstanbul: 1974, s. 51, 192
[viii] DBA - S. Amerika, K. 1-2 :T.C. Washington B.E.’den Hariciye Vekâletine rapor. 27.12.1927, No. 53/26
[ix] Aktaran: Osman Ulagay, op. cit., s. 240
[x] Trask, op. cit., p. 38
[xi] 3. 2. 1922 günlü The New York Times’tan aktaran : Ulagay, op. cit., s. 153
[xii] “King back, still foe of Lausanne Pact”, The New York Times, 27.8.1925
[xiii] 29.11.1923 günkü The New York Times gazetesinden aktaran: Ulagay; op.cit.,s. 310-311.
[xiv] To the Leaders of the Country of the Free. A Brief from the Turks in America, Edited by Ibrahim Sefa Bey, Contributed by the Turkish Welfare Association, Inc.. Ne York: (1924).
[xv] Bu Genel Komiteye üye kurumlarla derneklerin tam listesi şudur: American Board of Commissioner for Foreign Missions, American Chamber of Commerce for the Levant, American Manifacurers Export Association, American Men’s Club of Constantinople, Chamber of Commerce the United States, Chamber of Commerce of the State of New York, Chicago Council on Foreign Relations, Conference of Women’s Foreign Missionary Societies, Federated Chambers of Commerece on the Near East, Foreign Policy Association, National Council of the Congressional Churches, Near East College Association, Young Men’s Chritian Associations, Young Women’s Chritian Associations.



[xvi] Komiteni yönetim kurulu şu kişilerden oluşuyordu: Rayford W. Alley (Başkan), James L. Barton, James W. De Graff, Jeanette W. Emrich, Irving G. Gray, John R. Mott, George A. Plimton, Guy Emery Shipler ve E. Veil Stebbins.
[xvii] The Treaty With Turkey. Statements, Resolutions, and Reports in Favour of Ratification of the Trreaty of Lausanne, New York: 1926
[xviii] Ibid., p. 26-29
[xix] Ibid., p. 25
[xx] Ibid., p. 42
[xxi] Ibid., p. 59
[xxii] Ibid., p. 58
[xxiii] Ibid., p. 60-63
[xxiv] Ibid., p. 67
[xxv] Ibid., p. 90-91
[xxvi] . Ibid., p. 106 ve 110
[xxvii] Ibid., p. 104: “Trying to Turn the Clock Back”, The New York World, 22. 4. 1926
[xxviii] Ibid., p. 112-114
[xxix] Ibid., p. 136-158: The Foreign Policy Association, “Report of the Committee on the Lausanne Treaty to the Executive Committee.”
[xxx] DBA. - S. Amerika. K. 1/5: T.C. New York Başkonsoloslugundan Hariciye Vekâletine şifre tel. 13.1.1927.
[xxxi] Ibid. : T.C. New York Başkonsoloslugundan Hariciye Vekâletine şifre tel. 19.1.1927
[xxxii] American Public Opinion Condemns the Failure to Ratify the American-Turkish Treaty, New York: 1927
[xxxiii] Ibid., p. 29: Noprfolk Leader Despatch, 20.1.1927, Moon Telegrqaph, 19.1.1927
[xxxiv] Ibid., p. 29: Tampa Tribune, 28.1.1927
[xxxv] Ibid., p. 31: Eau Claire Telegram, 20.1.1927.
[xxxvi] F.O. (Ingiltere Dişişleri Arşivi) 424/266, p. 32, No. 11: Clerck to Chamberlain, 26. 1. 1927, No. 41
[xxxvii] F.O. 424/266, p. 32, No. 11
[xxxviii] Trask, op.cit., p. 47
[xxxix] Ibid., p. 48-49
[xl] Türkiye ile Amerika Hükümati Müttehidesi Beyninde Münasebatin Tanzimi Zimninda Hariciye Veklili Dr. Tevfik Rüştü Beyefendi ile Amerika Mümessili Siyasisi Amiral L. Bristol arasinda Teati Olunan Notalar, Hariciye Vekâleti, Ankara: 1927
[xli] F.O. 424/266, p.45, No. 26: Hoare to Chamberlain, 16.3.1927, No. 134 Confidential.
[xlii] Trask, op.cit., p. 52-54
[xliii] Büyükelçi Grew, Türkiye anilarini yayimlamiştir. Bkz. Joseph C. Grew, Turbulent Era. A Diplomatic Record of Forty Years, 1904-1945, New York: 1952, Vol. II, p. 707-925. Bu anilar Türkçe’ye de çevrilmiştir.
Bkz. Joseph C. Grew, Yeni Türkiye, Türkçesi Dr. Kadri Mustafa Oragli, Multilingual, Istanbul: 1999, Ayrica bkz. Trask, op. cit.p. 54-57;
[xliv] DBA- A. Muhtar Bey’in Sicil dosyası No. 315; M. Ali Çankaya, Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler, Ankara: 1968-69 Cilt III, s. 436-437
[xlv] Grew, op. cit., II, p. 729; Trask, op. cit., p. 60
[xlvi] Grew, op. cit., p. 745
[xlvii] Bu gazetenin haber başlığı şöyleydi: “Gerard Denounces New Turkish Envoy. Blaming Moukhtar Bey for Slaying 30,000 in Armenia. He Calls His Coming an Insult”, The New York Times, 28. 11. 1927
[xlviii] DBA - S. Amerika. 1/ 2 : T.C. Washington Büyükelçiliğinden Hariciye Vekâletine şifre tel. 2.12.1927, No. 2
[xlix] Ibid., T.C. Hariciye Vekâletinden Washington Büyükelçiliğine şifre tel. 5.12.1927, No. 7
[l] F.O. 424/267, p. 122, No. 68: Howard to Chamberlain, 2. 12. 1927, No. 2167
[li] “Gerard Scents Oil in Turkish Policy. Charges Acceptance of Envoy is Part of Move by Certain Group to Size Deposits...Renews Attack on Moukhtar Bey”, The New York Times, 1. 12. 1927
[lii] DBA- S. Amerika. K. 1 / 2: T.C. Washington Büyükelçiliğinden Hariciye Vekâletine şifre tel., 6.12. 1927, No.4
[liii] Ibid., T.C. Hariciye Vekâletinden Washington Büyükelçiliğine şifre tel. 12.12.1927, No. 26809/10.
[liv] Grew, op. cit., II, p. 748
[lv] DBA-S. Amerika K. 1 / 2: T.C. Washington Büyükelçiliği’nden Hariciye Vekâletine. Rapor. 27.12.1927, No. 53/26
[lvi] Bu mesajın tam metni ve Ataürk ile Amerikan Cumhurbaşkanları arasındaki yazışmalar için bkz. Bilâl N. Şimşir, Atatürk ve Yabancı Devlet Başkanları, Cilt I, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara: 1993, s.237-238 ve devamı


Kaynak: Tarih Arastirmalari
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...