[Editörün Notu: Atatürk’ün Tarih Anlayışı - Türk Tarih Tezi Devrimcidir: http://bit.ly/2e5guq6
O'nu takip etmek her Türkün Varoluş vazifesidir.
“Ey Türk Milleti! Sen yalnız kahramanlık ve cengâverlikte değil, fikirde ve medeniyette de insanlığın şerefisin. Tarih, kurduğun medeniyetlerin sena ve sitayişlerile doludur. Mevcudiyetine kasteden siyasî ve içtimaî amiller birkaç asırdır yolunu kesmiş, yürüyüşünü ağırlaştırmış olsa da, on bin yıllık fikir ve hars mirası, ruhunda bakir ve tükenmez bir kudret halinde yaşıyor. Hafızasında binlerce ve binlerce yılın hatırasını taşıyan tarih, medeniyet safında lâyık olduğun mevkii sana parmağıyla gösteriyor. Oraya yürü ve yüksel! Bu, senin için hem bir hak, hem de bir vazifedir.” - Gazi Mustafa Kemal Atatürk
O'nu takip etmek her Türkün Varoluş vazifesidir.
“Ey Türk Milleti! Sen yalnız kahramanlık ve cengâverlikte değil, fikirde ve medeniyette de insanlığın şerefisin. Tarih, kurduğun medeniyetlerin sena ve sitayişlerile doludur. Mevcudiyetine kasteden siyasî ve içtimaî amiller birkaç asırdır yolunu kesmiş, yürüyüşünü ağırlaştırmış olsa da, on bin yıllık fikir ve hars mirası, ruhunda bakir ve tükenmez bir kudret halinde yaşıyor. Hafızasında binlerce ve binlerce yılın hatırasını taşıyan tarih, medeniyet safında lâyık olduğun mevkii sana parmağıyla gösteriyor. Oraya yürü ve yüksel! Bu, senin için hem bir hak, hem de bir vazifedir.” - Gazi Mustafa Kemal Atatürk
O, ne dediyse daima doğruluğu belgelendi.
Atatürk'ün Türk Tarih Tezi de hergeçen gün yeni belgelerle ispatlanıyor.
UYGHURISTAN
Tengri alemlerni yaratqanda, biz uyghurlarni NURDIN apiride qilghan, Turan ziminlirigha hökümdarliq qilishqa buyrighan.Yer yüzidiki eng güzel we eng bay zimin bilen bizni tartuqlap, millitimizni hoquq we mal-dunyada riziqlandurghan. Hökümdarlirimiz uning iradisidin yüz örigechke sheherlirimiz qum astigha, seltenitimiz tarixqa kömülüp ketti.Uning yene bir pilani bar. U bizni paklawatidu, Uyghurlar yoqalmastur!
MU UYGARLIĞI VE NAACALLER
Batık Mu kıtası ve Mu uygarlığı hakkındaki bilgilerin çok büyük bir bölümü, 19. yüzyılda yaşamış olan İngiliz araştırmacı James Churchward'ın incelemeleri neticesinde gün yüzüne çıkmıştır. İngiliz silahlı kuvvetlerinde albay olan Churchward, 1880'li yıllarda Hindistan ve Tibet'te görevle bulunduğu sıralarda bu kıta hakındaki ilk bilgilen edinmiş, emekliliğinden sonra da Orta Amerika'da araştırmalarını tamamlayarak bu batık uygarlık hakkında beş eser yazmıştır.
Churcward'ın kaynakları, Batı Tibet'te bir mabette, bu mabedin başrahibi tarafından kendisine verilen "Naacal Tabletleri" ile, Amerikalı Jeolog William Niven'in 1921-23 yılları arasında Meksika'da ortaya çıkardığı tabletler olmuştur. (1)
Bilim dünyası, gerek Churchward'ın ortaya çıkardığı Mu uygarlığının, gerekse bir diğer batık kıta olan Atlantis'in varlıklarını kuşkuyla karşılamaktadır. Ancak yine bilim dünyası, bu iki kıtanın battığı öne sürülen tarih olan 12 bin yıl önce dünyada büyük bir jeolojik olayın yaşandığını onaylamaktadır. Kaldı ki, dünyanın hemen her yerindeki kavim ve milletlerin tufan efsaneleri de, büyük bir felaketin yaşandığını doğrulamaktadır ve bilim dünyası ister kabul etsin, ister etmesin, Mısır, Maya kalıntıları, Paskalya adası uygarlığı gibi bugün nasıl ortaya çıktıkları izah edilemeyen birçok eser bu batık kıta uygarlıklarının varlığı ile mantıklı izahlara kavuşabilmektedir.
Evrim kuramları ve genel bulgulara göre, günümüzden 200 ile 500 bin yıl önce iki ayağı üzerinde dik olarak durabilen "Homo Erectus" yerini, düşünebilen insan "Homo Sapiens"e bırakmıştır. Homo Sapiens'in ortaya çıkış tarihini 200 bin yıl önce olarak kabul etsek dahi, o günden bu güne kadar insanoğlunun sadece günümüz uygarlığını yaratmış olduğunu düşünmek, insanlık adına büyük bir bencilliktir. 200 bin yıl önce dünyaya gelen ve uzmanlarca beyin ağırlığı ve düşünme kapasitesi
günümüz insanı ile aynı olarak kabul edilen Homo Sapiens, ne olmuştur da, 194 bin yıl bekledikten sonra, günümüzden 6 bin yıl önce birden bire dev adımlar atmaya karar vermiştir? Nitekim, günümüz bilim çevreleri, tekerleğin ve yazının ancak M.Ö. 4 binlerde bulunduğunu öne sürmektedir.
Ancak, dünyanın geçirdiği tufan felaketi nedeniyle çok az belge ve bulgunun kalmış olmasına rağmen, bu belge ve bulgular, insanoğlunun dünya üzerindeki uzun geçmişinde, günümüz uygarlığının dışında en az bir büyük uygarlık daha yaratmış olduğunu ve hatta bugünkü uygarlığın temellerinin de bu eski uygarlıkta atıldığını ortaya koymaktadır.
James Churchward 1883'de, Batı Tibet'te bir manastırda bu belgelerin en önemlilerini gün yüzüne çıkarttı. Tibet'te görevli olarak bulunan Churchward, eski dinlerin kökenleri hakkındaki araştırmaları doğrultusunda Tibet'teki manastırları dolaşırken, yolu Batı Tibet'te bir manastıra düştü. Bu manastırın, "Büyük Rahipler Kardeşliğinin" önde gelen üyelerinden olan baş rahibi Rishi, Churchward'a, günümüzden 15 bin yıl önce yazılmış "Naacal Tabletleri"ni gösterdi.(2)
Rishi'nin Churchward'a, binlerce yıldır sır olarak saklanan tabletleri niçin gösterdiği bilinmiyor. Ancak, kendisi de bir inisiye olan Rishi'nin, başka kanallardan da olsa Ezoterik doktrini bünyesinde yaşatan bir diğer kardeşlik örgütüne, Masonluğa üye olan Churchward'ı kendisine yakın bulduğu ve bazı sırların batı dünyasına açıklanması zamanının geldiğine inandığı tahmin ediliyor.
Rishi, bu düşüncelerle Churchward'a iki yıl boyunca üstadlık yaptı ve sadece büyük rahiplerin bildiği, Naacal Tabletlerinin yazıldığı ölü dili kendisine öğretti.(3)
Naacal dilini öğrenen ve tabletleri inceleyen Churchward, bu tabletlerin ışığı doğrultusunda batık kıta Mu ve uygarlığının izlerine rastlamak umuduyla 50 yıl süren araştırma gezilerine başladı.
Pasifik okyanusundaki hemen bütün adalarda, Sibirya ve Orta Asya'da, Avusturalya'da, Mısır'da incelemeler yapan Churchward'a yeni nur kaynağı Meksika'da parladı. Amerikalı Jeolog William Niven, 1921-23 yılları arasında Meksika'da yaptığı kazılarda, 11.500-12.000 yıl önce yazıldıkları saptanan 2600 dolayında tablet buldu (4). Bu tabletlerdeki yazılar ne Niven tarafından, ne de tabletler üzerinde uzun bir inceleme yapan Carnegie Enstitüsü uzmanlarından Dr. Morley tarafından okunamadı. Tabletlerin varlığını duyan Churchward Meksika'ya gitti ve Tibet'te öğrenmiş olduğu Naacal diliyle yazılı olduklarını ispatladığı Meksika tabletlerini çözmeyi başardı. Tibet tabletlerinde eksik kalan bilgilerini Meksika tabletleri ile tamamlayan Churchward, batık uygarlık Mu hakkında büyük yankılar getiren eserlerini yazdı (5).
Churchward ve Niven'in bulguları, Mu kıtasının bugünkü Pasifik okyanusunun oldukça büyük bir bölümünü kapladığını, Hawaii, Haiti, Fiji, Paskalya adaları ile diğer Polonezya adalarının bu batık kıtadan artakalan parçalar olduklarını ortaya koydu. Danimarkalı araştırmacı ve yazar Eric Von Daniken de, birbirlerinden binlerce kilometre uzakta olan bu adalar kültürlerinin şaşılacak derecede benzediğine işaret ediyor. (6)
Churchward'a göre Mu kıtası, doğudan batıya 8 bin kilometre, kuzeyden güneye de 5 bin kilometre uzunluğunda dev bir ada kıtaydı. Naacal tabletleri bu kıtanın, uygarlığın beşiği olduğunu öne sürmektedir. Yaklaşık 70.000 yıllık bir uygarlık geçmişine sahip olan Mu, zaman içerisinde tüm dünyada birçok koloniler ve büyük imparatorluklar oluşturmuştur (7).
Mu uygalığının kolonileştirdiği ve daha sonra bağımsızlaşarak birer imparatorluğa dönüşen en önemli iki devlet, Atlantis ve Uygur İmparatorluklarıdır (8). Ayrıca, bugün Antik Mısır, Çin, Hint ve Maya uygarlıkları diye bilinen uygarlıkların kökeninde de Mu uygarlığı yatmaktadır.
Mu uygarlığının ne zaman başladığı bilinmiyor. Naacal Tabletleri ve Meksika'da bulunanlar bu konuda aydınlatıcı olamadı. Ancak tabletler, Mu'nun kolonileşme ve uygarlığının temelini oluşturan dinini yayma aşamasına 70 bin yıl önce geçtiğini gösteriyorlar.
15 bin yaşında oldukları belirlenen Naacal Tabletleri evrenin başlangıcı ve ortaya çıkışı konusunda ayrıntılı öngörüler kapsamakta. Bu tabletlere göre, evrenin başlangıcında sadece ruh vardı. Daha sonra bu ruhtan, bir kaosun hakim olduğu uzay var oldu. Zamanla kaos yerini giderek düzene bırakmaya başladı ve uzaydaki şekilsiz ve dağınık gazlar biraraya geldi. Bu gazlar güneş sistemlerini ve gezegenleri oluşturmak için katılaştı. Katılaşma sırasında önce hava, sonra su oluştu. Sular dünyayı kapladı. Güneş ışıkları havayı ve suyu ısıttı. Bu ışıklar ve toprak altındaki ateş, üzerinde su bulunan toprakları yükseltti ve bunlar açık toprak oldu. Güneş ışıkları suyun içinde ve balçıkta kozmik hayat yumurtalarını (Rna-Dna) oluşturdu. İlk hayat sudan çıktı ve tüm yeryüzüne yayıldı.
Günümüzde geçerli evren ve yaşamın oluşumu teorilerine bu denli benzerlik tesadüf olamaz. Zaten, en az 70 bin yaşında olan bir uygarlıktan daha farklı bilgiler ummak da saçmalık olur. Mu uygarlığının ulaştığı seviyeyi gösterme açısından bir başka kaynaktan yararlanalım. Günümüzden 3 bin yıl önce yazılmış Mahabharata'da, uzak geçmişte insanoğlunun kullandığı bir silah tarif ediliyor: "Dumansız bir ateşin ışıltısına sahip olan ve alevler saçan bir mermi atıldı. Birden heryer karanlığa gömüldü. Daha sonra, gözleri kör eden bir ışık ve kulakları sağır eden bir gürültü çıktı. Ardından meydana gelen büyük ısıda sular buharlaştı. Filler, atlar, insanlar bir anda kavruldu. Ağaçlar tamamen yandı. Heryer yeniden aydınlandığında koca ordudan geriye sadece bir avuç kül kalmıştı"...
Bu efsane, atalarımızın ulaştığı uygarlık düzeyinin yanısıra, onların dünyasının da bugün olduğu gibi, barıştan yana pek nasibini almadığını gösteriyor.
Mahabharata efsanesi ve Sodom ve Gomora'nın yokoluşu gibi diğer bazı efsaneler, Atlantis ve Mu kıtalarının batışı teorilerinden birisini destekler niteliktedir. Ancak bu konuya daha sonra değinileceği için şimdi, Mu uygarlığının yönetiliş biçimine ve bunun aracı olan ilk tek Tanrılı dine, "Mu Dini"ne göz atalım.
Mu uygarlığı bir imparatorluktu ve imparatorların unvanı, güneşin oğlu da denilen "Ra Mu" idi. Mu imparatorluğunun bir diğer adı da "Güneş İmparatorluğu"ydu. Mu dilinde "Ra" kelimesi, güneş anlamına geliyordu. Mu'nun kolonisi olan Mısır'da da güneş tanrıya "Ra" adı verilmiştir. Ayrıca, kökleri Mu uygarlığına kadar uzandığı sanılan Japonya'da da imparatorun unvanı "Güneşin Oğlu" dur. Bunun yansıra eski Maya ve İnka uygarlıklarında da krallar aynı unvanı kullanmışlardır.
İmparatorun altında, hem bilim adamı hem de rahip olan "Naacaller" bulunuyordu ve bunlar yönetici sınıfı teşkil ediyordu. (9) "Kutsal Sırlar Kardeşliğinin üyesi olan Naacaller'in tüm dünyaya yaymış oldukları "Mu Dini", belki de insanlığın tanıdığı ilk tek Tanrılı dindi. Naacaller bu dini, sıradan insanlara, anavatan ve koloniler halklarına anlatırken, anlaşılması daha kolay olan semboller dilini kullanmayı tercih ediyorlardı. Bu sembollerin Ezoterik anlamlarını sadece inisiye edilmiş kardeşler ve imparator Ra-Mu bilmekteydi.
Naacaller'in sembolleri daha çok geometrik şekilleri kapsıyordu. Naacal öğretisi, evrenin ortaya çıkışında en önemli görevin Tanrının geometri ve mimarlık vasıflarına düştüğünü öngörmekteydi. Mu dinine göre Tanrı o kadar kutsal bir varlıktı ki, doğrudan ağıza alınamazdı. Bir sembol vasıtasıyla ifade edilmezse, sıradan insanlar tarafından idrak edilemezdi. İşte bu Yüce Varlığın sembolü, Güneş yani "Ra" idi (10). Tanrının güneş olduğu iddiasındaki tüm saptırılmış iddiaların ve güneş kültü diye nitelendirilen inanışların kökeninde yatan olgu budur.
Naacal öğretisinde Güneş doğrudan Tanrı değil, onun birliğinin ve tekliğinin kitleler tarafından daha iyi anlaşılması için seçilmiş olan bir semboldü. Sembollerin kullanılmasındaki bir diğer amaç da, belirli ifade tarzlarının kalıplaşmasını önlemek ve gelişmeler doğrultusunda sembollere yeni anlamlar yükleyerek, dinin bağnazlıktan ve doğmalardan kurtulmasını sağlamaktı. Ancak, uygarlık çöküp, ana kaynak yok olunca, zaman içinde "bu sembollerin kendileri putlaştı ve çok tanrılı dinlerin doğmasına neden oldu.
Semboller vasıtasıyla tek Tanrıya tapınımı öğreten dinin büyük rahibi, dolayısıyla kutsal kardeşlik örgütünün de başı, Ra Mu'nun kendisiydi. Ancak imparatorun hiçbir Tanrısal kişiliği yoktu ve sadece konumu nedeniyle, sembolik olarak "Güneşin Oğlu" unvanını taşıyordu.
Naacal kardeşlerinin, öğretilerini yaydıkları ve yeni üyeleri inisiye ettikleri mabetler, kıtanın her yerine ve kolonilere dağılmış vaziyetteydi. Dev blok taşlardan yapılan bu mabetlerin damları yoktu ve bunlara "şeffaf mabetler" deniliyordu. Güneş ışıklarının inisiyeler üzerine doğrudan ulaşması için mabetlere dam yapılmıyordu. Bu da bir tür semboldü ve Ezoterik anlamı, Tanrı ile insan arasında hiçbir engel olamayacağı şeklindeydi. Günümüz Masonluğunda da aynı sembol kullanılmakta ve Mason mabetlerinin tavanları, sanki üstü acıkmış gibi, gökyüzünü sembolize eder biçimde düzenlenmektedir.
Bu diyagramda, tam merkezde bulunan daire Güneşin, "Ra"nın, yani tek Tanrının kollektif simgesidir. Üçgen içindeki daire, tanrının gözünün daima insanların üzerinde olduğunun, içice geçmiş iki üçgen, iyiliğin ve kötülüğün birarada bulunduğunun simgesidir. Bu üçgenlerden yukarı dönük olanı iyiye, yani Tanrıya ulaşmayı, aşağı bakanı ise yeniden doğuş yasası uyarınca geriye dönüşü remzeder. Her ikisinin birarada oluşturduğu altı köşeli yıldız, adaletin sembolüdür. Ayrıca bu yıldızın herbir ucu bir fazileti remzeder ve insan ancak bu faziletlere sahip olunca Tanrıya ulaşabilecektir. Altı köşeli yıldızın dışındaki çember, dünyadan başka alemlerin de bulunduğunu, bunun dışındaki 12 fisto ise, insanın uzak durması gereken 12 kötü eğilimi simgeler. İnsan ruhu, diğer alemlere geçmeden önce, bu 12 dünyasal kötü eğilimden kurtulmak zorundadır.
Aşağı doğru inen sekiz şeritli yol ise, ruhun Tanrıya ulaşması için tırmanması gereken aşamaların ifadesidir. Ruh, en alt kademeden, cansız varlıktan mükemmele, yani Kamil İnsan'a ulaşmak zorundadır.
Naacal mabetlerinde ay, bir sembol olarak güneşin hemen yanında yer alır. Hem baba, hem ana olan Tanrının eril sembolü güneş ise, dişil sembolü de ay'dır. Kozmik diyagram üzerinde de görüleceği gibi üçgenin ve üç sayısının Naacal öğretisindeki yeri büyüktür. Üç sayısına verilen önem Mu kıtasının kendisinden kaynaklanmaktadır. Mu kıtası üç parçadan oluşmuş, ve aralarında dar boğazların bulunduğu adalar topluluğudur (12). Bu nedenle üçgen, hem Mu kıtasını, hem de, Tanrının eril ve dişil yönleri ile onlardan sudur eden İlahi Kelamı, yani evreni simgeler. Üçgen içindeki göz, ana kaynağın, yani Tanrının, varlığını insan üzerinde daima hissettirdiğini, bir biçimde onu gözlediğini remzeder. Bu sembol, Osiris ile önce Atlantis'e buradan Hermes ile Mısır'a, Mısır'dan Pisagor ile Yunanistan'a ve nihayet günümüzde Masonluğa kadar ulaşmıştır.
Birçok sembol gibi, Ezoterik Sırlar Öğretisinin üyelerini kabul ettiği inisiasyon törenlerinin kökeni de, Mu Naacal okulundadır. Değişik örgütlenmeler vasıtasıyla günümüze kadar ulaşmış bu inisiasyon töreninde aday, uzun bir hazırlık ve soruşturma döneminden sonra, layık görülmesi halinde kardeşliğe kabul edilirdi. Naacal kardeşlik örgütüne üyelerin seçilerek alındıkları dışında, kabul töreni ile ilgili herhangi bir bilgi bulunmamakta. Ancak, Naacal kardeşliğinin son durağı olarak da kabul edilebilecek Mısır'ın Hermetik kardeşliğine kabul töreninin Naacaller'in uyguladıkları törenden daha farklı olduğunu varsaymak için hiçbir neden yok. Bu törenin ayrıntılarına Mısır uygarlığını incelerken dönüleceği için, şimdi Naacal öğretisinin diğer kavramlarına geri dönelim. Mu dininin dört temel kavramı vardır:
1- Tanrı tektir. Herşey ondan varolmuştur ve ona dönecektir.
2- Ruh ile beden birbirinden ayrıdır. Beden ölür ve ayrışırken ruh ölmez.
3- Ruh, mükemmeliğe ulaşmak için değişik bedenlerde yeniden doğar.
4- Mükemmeliğe ulaşan ruh Tanrıya döner ve onunla birleşir. (13)
Naacal öğretisine göre, Tanrı, sevginin ta kendisidir ve tüm evreni de sevgi üzerine kurmuştur. Ancak bu evrensel sevgiyi kavrayabilecek vasıfta olan ruhlar ona geri dönebilecek yeterliliktedir. Bu vasıflara sahip bir insan olabilmek ancak Naacal kardeşi olmakla ve" kardeşlerin de öğretiyi derece derece sindirmeleri ile mümkündür. Naacaller, yalnızca üstad rahiplerin bu aşamaya ulaşabileceklerini kabul ederler.
Naacal öğretisinin bir diğer temel dayanağı, Tanrısal Nurdan çıkmış olan dört temel gücün kainatı kaosdan düzene geçirmiş oldukları teorisidir. Tanrının kendi asli nitelikleri olarak kabul edilen bu dört temel güç, "dört büyük inşaatçı", "dört büyük mimar", "dört büyük geometri üstadı" olarak adlandırılır. Bu dört temel eleman, ateş, yel, su ve toprak'dır (14).
Semavi dinlerin doğuşu ile bu dört temel eleman, "dört baş melek" olarak adlandırılmışlardır. Naacaller bu dört temel gücü gamalı haç ile sembolize etmişlerdir. Jeolog Niven'in bulduğu tabletler üzerinde rastlanan bu haçlardan, kollarının dördü de aynı uzunlukta olanının dört gücün eşitliğini, uçları kıvrık gamalı haçlardan ağızları sola dönük olanların iyiliği, sağa dönüklerin ise kötülüğü simgelediklerini görüyoruz. Bu konular üzerinde derin araştırmalar yapmış olan Hitler'in, imparatorluğuna sembol olarak ucu sağa dönük-gamalı haçı seçmiş olması bir tesadüf değildir. İsa'nın da öğretisinde kullandığı haç sembolü aynı kaynaktan, Mu'dan gelmektedir.
Yazı CİHANGİR GENER'e aittir ve www.historicalsense.com adlı siteden alınmıştır
GİZLİ GERÇEKLER
Ana sayfaya dönHatırası hafızalardan silinen zamanlarda Büyük Okyonusta merkezi Ekvator'un güneyinde bulunan,çok geniş bir kıta yükseliyordu.Bu kıtanın adı MU'ydu.Bugün deniz yüzünde bulunan kalıntılardan anlayabildiğimiz kadar,bu kıtanın yüzölçümü doğudan batıya 10.000 kilometre,kuzeyden güneye 5000 km'yi buluyordu.Tek ya da takım adalar halinde olsun ,bütün Pasifik Adaları 12.000 yıl önce bir afet sonucunda kaybolan Mu kıtasının parçalarıydı.Depremler ve Volkanik olaylar kocaman uygarlığı yok ederken Büyük Okyonusun suları 60 milyona yakın nüfusu örtüverdiler.Paskalya Adası,Tahiti,Samoalar,Kuk Adaları,Tongalar,Marşal takımadaları,Jilber,Karolina,Marianne,Havai ve Markiz adaları Mu kıatasının kalıntılarıdır.Mu'nun varlığı Hint,Çin,Birmanya,Tibet ve Kamboç'un sayısız efsanelerinde; Yukatan,Orta Amerika,Okyanus Adaları ve Kuzey Amerikada bulunan Tarihöncesi kalıntılarda , ele geçen yazıtlarda,simgelerde;eski Yunan düşünürlerinin yazılarıyla Mısır kaynaklarında açıklanır.
Bütün Bu kaynaklar Mu kıtasının varolduğunu ve insanoğlunun,200.000 yıl önce,ilk defa orada göründüğünü belirtmektedir.Mu kıtası Kutsal Kitabın Cennet'inden başka birşey değildir.
İkinci bir Atlantis olayıyla karşılaşıyoruz; ama bu defa Atlas Okyonusu'nda değilde Büyük Okyonus'ta yükselip 12.000 yıl önce kaybolan,görkemli bir uygarlık kuran,kendinden sonraki bütün uygarlıkları doğuran ya da etkileyen,eğiten bir kıta.
Mu ile Atlantis arasında birçok benzer noktalar vardır:Tarihöncesi dönemlerin,kayıp kıtaların uygarlıklarına tanınan olağanüstü özelliklerin benzeşmesi,Atlantis'te olduğu gibi,Mu'nun da tek bir bilinen kaynaktan çıkması gibi.Bütün bunlara rağmen oldukça önemli bir fark vardır.Atlantis kıtasını kabul eden jeoloji Mu hakkında,bir iki nokta dışında,hala oldukça kuşkulu davranmaktadır.
Büyük Okyonus'un Atlantis'i Mu, 19. yüzyılın sonlarına doğru Hindistan'da görevli Albay James Churcward tarafından keşfedilmiştir.Kendi anlatmasına göre elli yıl süreyle dünyayı dolaşan , her uğradığı yerde Mu'nun varlığını belirten kalıntılar,belgeler-özelliğkle gizli belgeler-bulan,yetmişine varınca keşfini "Kayıp Kıta Mu" 1926, ve "Mu'nun Çocukları" 1931 kitaplarıyla açıklayan Churcward bütün direnmesine rağmen çoğunlukla pek ciddiye alınmamıştır.
Atlatis'i kabul edip ona bir uygarlık payı tanıyan Albay Churchward,Orta Amerikayı karış karış incelemiş-bir defasında kanatlı bir yılanın saldırısına da uğramış- ve çözülemeyen Naskal (Mayaların kendilerine ait gerçekleri açıkladıkları belgeler) yazılarını okumuştur.Hindistan'da Tibet'te en uzak ve tanınmayan manastırlarda araştırmalrını sürdüren Albayı bir Hint bilgini eğitmiştir.Churchward,bir yerden sonra bilimsel yoldan iyice ayrılıp tutkusuna kapılarak gizemciliğe(occultisme) kaçar ve Mu kıtasını Lemurya ile karıştırır.
Ayrıntılara girmeden önce hem Lemurya'yı hem de gizemcilerin bu hayali kayıp ülkeyle ilişkilerini açıklamaya çalışalım.
Lemurya adı jeolojide ve sosyolojide ilkin 1860-1870 yıllarında geçiyor.Lemurya kıtasını destekleyen akımın başında Avusturyalı jeolog Melchior Neumayr'i zooloji uzmanı Philip Scalter'ı ve Alman Ernst Haeckel'i buluyoruz.Üçlünün çalışmalarından doğan görüşe göre 60 milyon yıl önce,merkezi Madagaskar olduğu sanılan bir kıta Hindistan'la Güney Afrika'nın arasında yükseliyordu.Bu görüşün çıkış noktası,çoğunlukla Madagaskar'da ve Hindistan'ın bazı bölgelerinde bulunan maymunların bir çeşit ilkel akrabası olan Lemurlere bağlıdır.Lemur cinsinin denizin ayırdığı iki ayrı bölgede bulunmasını açıklamak amacıyla 19.yüzyıl jeologları bağlantı görevini görebilecek bir kıta tasarlamışlardır.Lemurya görüşü yada mitos'u 1875 Albay Olcott'la Teozofi Derneğini daha doğrusu gizemci bir örgütünü kuran Helena p.Blavatky'nin eline düşünce,hem yer değiştirmiş-Bayan Blavatsky onu Hint okyonusuna yerleştirmişti-hem de yepyeni özelliklere kavuşmuştu Gizemci Blavatsky'ye göre Lemurya kıtasında yaşayanlar maymuna benzer,kimi dört kollu,kimi üç gözlü,yumurtlayan hermafrodit devlerdi.Bununla yetinmeyerek hayali çok geniş olan Bayan Blavatsky Atlantis'e kadar uzanıp oranın uygarlığınıda kendince bir gelişmeyle uydurmuştu;öyle ki Atlantis toplarla,projektörlerle donatılmış savaş gemileri ve uçaklar kullanan büyücülük ve telepati konularında uzman olan kişilerdi.
Chucward genellikle bu çeşit uç noktalara varmaktan kaçınmıştır.Amacı evrimi inkar edip,insanoğlunun doğuştan bilgi sahibi olarak yaratıldığını;tek bir üstün ırkın sonradan ortaya çıkan bütün uygarlıkları etkilediğini açıklamaktı.Tek ve üstün ırk kuramı her ne kadar bazı Atlantis taraftarları arasında rastlanıyorsada bu kuram hiçbir zaman aşırı noktalara itilmemiştir.Churcward değişik ırkları,uygarlıkları,dinleri tek bir kaynağa bağlayabilmek için epey uğraşmıştır.Şu var ki örnek olarak kullandığı belgeler ve bilgiler ya uydurulmuş ya da karıştırılmış,yanlış yorumlanmıştır.Üstelik, kaynak vermede de Albay titiz davranmıyor,eski bir yazıttan,bir manastırda gizli tutulan bir el yazmasından demeyi yeterli görüyor.En önemlisi başlı başına bir Mu alfebesi yaratıp bununla en değişik ve çeşitli eski yazı türlerini çözmeye kalkıyordu.
Churcward ve Mu üzerine bu kadar durulmasının nedeni,Churcward'a kapılıp dev heykelleri Mu uygarlığına maletmek değil,Büyük Okyonus'ta batık bir kıtanın -varsa-izlerini aramaktır.
A.B.D. deniz kuvvetlerine ait ilk atom denizaltısı Nautilius dünyayı dolaştığında Paskalya Adası'nın yakınlarında denizin dibinde yükselen bilinmeyen bir dağ keşfetmişti.1965 yılında Kaliforniya Üniversitesi ve Deniz Kaynakları Enstitüsü adına araştırmalar yapan Prof.H.W.Menard da Paskalya Adsı yakınlarında bir tortu köprüsünün yükseldiğini belirtmiştir.Washington'daki "Environmental Science Service Administration" da görevli jeolog Robert Dietz,Afrika , Güney Amerika,Antartik,Avustralya ve Hindistan'ın bazı kısımlarını kaplayan batık bir kıtanın haritasını çizmiştir.Dietz'in hesaplarına göre,bu kıta 150 milyon yıl önce vardı.
Bu durumda Churcward'ın 12.000 yıl önce kaybolan,75.000 yıl önce en parlak dönemini yaşayan ve geçmişi 200.000 yılı bulan Mu kıtasından oldukça uzağız.
Churcward, çoğu araştırmacılar gibi,eski efsanelere,geleneklere,mitoslara dayanmış,onları yorumlamıştır.Sonucun inandırıcı olmaması sistemin uygulanmasından değilde Albay'ın yorumlarından doğmaktadır.
Tahiti'de eski bir efsane var.Buna göre insanoğlu Fenua Nui kıtasında doğmuştur.Ama rüzgar tanrısı Ru soluğu ile kıtayı dağıtmış,irili ufaklı adaya ayırmıştır.Efsaneye göre Paskalya Adası Fenua Nui'nin bir parçasıymış.
Karolin adalarının sakinleri ise çok eski zamanlarda ışıl ışıl yanan gemilerle Ponape'ye giden,okyonusun ötesinde yaşayan,değişik dil konuşan mutlu insanlarla ve yüksek binalarla dolu bir ülkeden söz eder ve yerlileri eğiten bir ırkın varlığına inanırlar.
Havai,Yeni Zellanda ve Yeni Ebrid efsaneleri beyaz tenli,uzun saçlı atalarının olğanüstü başarılarıyla doludur.Madagaskar efsanelerinde ise Hint okyonusu'nda bulunduğu sanılan Serne Kıtası'nın adı sık sık geçmektedir.
Her ne kadar Churcward'ın ve arkeolog William Niven'in desteklediği Mu kıtası görüşü inandırıcı olmaktan uzaksa da Albayın hayali keşfin arkasında birtakım esrarlı gerçeklerin bulunduğu açıktır.
Churcward'ın öne sürdüğü ilk ırk ve kayıp uygarlık görüşünü oldukça geniş bir kısmı , Mu'nun çocuklarından saydığı uygurlarla ilgilidir.Albay'a göre Uygur İmparatorluğu,Mu'dan sonra,Dünyanın tanıdığı en yüce imaparatorluk olmuştur. "Doğu'da Pasifik Okyonusu'na,Batı 'da bugün Moskavanın bulunduğu yere kadar uzanırdı;bir ara Orta Avrupa ve Atlas Okyonusu kıyılarına kadar genişlemişti...Uygur İmparatorluğu'nun en parlak döneminde dağlar alçacık,Gobi çölü de bol suların aktığı büyük bir yaylaymış.Uygurlar burada , baykal gölünün güneyinde,başkentlerini kurmuşlar.Çok eski kaynaklara göre daha birçok büyük şehirler kurmuşlardı.Bunlar ya bütünüyle yok edildi ya da bugün Gobi çölünün kumları altında yatıyor.M.Ö 500 tarihini taşıyan bazı Çin kaynakları Uygurları bize şöyle anlatırlar:Saçları sarı,gözleri maviydi,tenleri açık ve beyazdı;güney bölgelerinde yaşıyanların saçları ve gözleri ise koyuydu...Bir manastırda bulunan eski bir yazıta göre,Uygurların başkenti ve halkı imparatorluğun bütün doğu bölgelerini kaplayan bir tayfun tarafından yok edilmişti.." Churchward'ın sözünü ettiği kaynaklar hiç bilinmiyorsada Gobi çölünde,Kara Kota kalıntılarında bulunan 18.000 yıllık bir mezarla,Fransa'da Glozel'de 1925'te keşfedilen ve Uygur yazısıyla benzerlikler taşıyan tarih öncesi toprak çanaklar,Albay'ın birtakım gerçeklerede değinmiş olabileceği görüşünü desteklemektedir.
KAYNAK
http://inkammaryon.tripod.com/
Bu büyük kitanin varligini kanitlayan belgelere genel olarak baktigimizda sunlara rastlariz: Hindistan, Çin, Burma, Tibet ve Kamboçya'da bulunan çesitli yazilar, kitaplar; Naakal tabletleri, kitabeler ve efsaneler; Yukatan ve Orta Amerika'da bulunan eski Maya yazitlari, tabletler, semboller ve efsaneler; Pasifik adalarinda özellikle Tahiti, Samoa, Tonga, Cook gibi adalarda bulunan arkeolojik kalintilar; Meksika ve Meksiko City yakinlarinda bulunan tas tabletler; Kuzey Amerika'da bulunan ilkel Amerikalilarin yazilari ve kitabeleri; eski Yunan filozoflarinin kitaplari. Bu belgelerden en önemlileri arkeologlarin da bilimsel belge olarak gördükleri pismis topraktan yapilmis tabletlerdir. Bu tabletlerdeki bilgilere göre; Mu Uygarligi, Pasifik Okyanusunda var olan on binlerce yil önce yesermis ve yaklasik 12.000 yil önce çesitli depremler ve volkan patlamalariyla birlikte sulara gömülmüs olan bir uygarliktir. Atlantis kitasiyla Mu kitasi hemen hemen ayni dönemde batmis olmasina ragmen Atlantis daha çok taninir. Oysa bugünkü bilimsel bulgularin isiginda, Mu kitasinin Atlantis'ten çok daha yasli bir kita oldugunu, üzerinde yüz binlerce yil pek çok kültürün olustugunu, bu kültürlerin Anakitadan Atlantis ve diger bölgelere yayildigini ve Dünya tarihinde en az Atlantis kültürü kadar önemli bir yeri oldugunu ögrenmis bulunmaktayiz. J. Churchward, Mu uygarliginin eldeki mevcut belgeler incelendiginde 50.000 yildan daha önce basladigini söylemektedir. Ve bu tarihi jeolojik arastirmalar da dogrulamaktadir.
MU konusuyla Atatürk de ilgilenmis, o dönemde birçok tarihçimizi bu konuda arastirmalar yapmak için görevlendirmis ve New York'tan getirttigi Churchward'in eserlerini bölümlere ayirtarak resmi ve özel kurumlarin 60 kadar çevirmenine kisa sürede tercüme ettirmisti. Atatürk bu çeviriler üzerinde önemle durup pek çok notlar alarak bu konudaki çalismalarini sürdürdü. Ayrica o dönemdeki tarihçilerimizden Tahsin Mayatepek'in Mu Uygarligi ile ilgili Meksika'da yapmis oldugu arastirmalarinin raporlarini da incelemis ve konudan çok etkilenmisti. Atatürk, özellikle insanin yaratilisi, Mu'nun insanligin anayurdu oldugu, ilk insanin orada yaratildigi, Mu'nun batis nedenleri, göçleri, kolonileri; Orta Asya, Uygurlar ve Anadolu ile ilgili kisimlarin altlarini çizerek okumus ve notlar almistir. Bu sekilde Atatürk Türklerin kökenini arastirmaya yönelik daha pek çok çalismalar yapmis, Türklerin Maya ve Inkalarla olan benzerliklerini bulmustur. Atatürk'ün o dönemde dilimize çevirttigi J. Churchward'in kitaplari bugün Anitkabir'de Atatürk'ün kitaplarinin bulundugu bölümdedir. (J. Churchward'in elli yillik arastirmalarini içeren MU uygarligi ile ilgili dizi kitaplar Ege Meta Yayinlari tarafindan Batik Kita Mu'nun Çocuklari, Kayip Kita Mu, Mu'nun Kutsal Sembolleri adlariyla yayinlanmistir.)
Mu Uygarligi'nin kesfi:
Mu Uygarligini tanimamizi saglayan ilk arastirmaci, Ingiliz Albay James Churchward'dir. J.Churchward Mu ile ilgili ilk arastirmalarina Hindistan'da bulundugu sirada baslamis ve elli yili askin bir zaman içerisinde tüm dünyayi dolasarak Mu ile ilgili pek çok belge elde etmistir. Aslinda pek çok kutsal kitapta ve pek çok kültürün mitolojisinde Pasifik Okyanusunda bir kitanin yer aldigina, bu kitanin üzerinde on binlerce yil hüküm süren ileri bir uygarligin yesermis olduguna ve bu uygarligin yozlasarak yok olduguna dair atiflar yer almaktaydi. Örnegin, Hintlilerin'Ramayana Destani'nda, Maya Kutsal metinlerinde ve Misir'in Ölüler Kitabi'nda kismen ya da açikça Mu Uygarligindan söz edilmektedir. Fakat Mu Uygarligini dini ve mitolojik kimliginden siyirip, konuyu bilimsel bir temele oturtan ilk kisi J. Churchward'dir.
Hindistan'da görevli bulundugu sirada bir tapinaga konuk olan J. Churchward Batik Mu Uygarligi hakkinda ilk bilgilerini bu tapinaktaki arsivlerden edinir. Naga-Maya dili denilen, çesitli sekillerden, sembollerden olusan çok eski ve ölü bir dilde yazilmis olan bu tabletler Mu kutsal metinlerinden kopya edilmistir. Naga-Maya dili Hindistan'daki arkaik sanskritçe olarak bilinen en ilkel Hint dilinden daha eskidir. J.Churchward Naga-Maya dilini bilen basrahipten bu ölü dili 2 yillik bir çalisma sonunda ögrenir. Ve rahibin de yardimiyla bu tabletlerde yazilanlari çözer. Burada yazilanlara göre, bu yazilar 15.000 yil önce yazilmis olup Hindistan'a Mu'nun bilim rahipleri dedikleri 'Naakaller' tarafindan getirilmis tabletlerdir. J.Churchward bundan sonra Güney Pasifik adalarina, Orta Asya'ya, Misir'a, Sibirya'ya, Birmanya'ya, Avustralya'ya, Orta Amerika gibi daha birçok yerlere giderek Mu'nun varligina iliskin pek çok kanit elde eder.
J.Churchward'dan baska Amerikali bir Jeolog-arkeolog olan William Niven da 1921-1923 yillari arasinda yaptigi Meksika kazilari sirasinda buldugu 2600'ü askin tabletlerde Mu Uygarligi'nin varligina iliskin geçerli kanitlar elde etmistir. Tabletleri inceleyen Carneige Enstitüsü uzmanlari bunlarin gerçek tabletler oldugunu ve simdiye dek bilinen hiçbir uygarliga ait olmadiklarini açiklamistir. Niven'in arastirmalarini duyan Churchward Meksika'ya gelerek bu tabletleri inceler ve bunlarin Hindistan'da gördügü tabletlerdeki Naga-Maya diline çok benzeyen bir dilde yazilmis oldugunu görür. Bu tabletler bugün Meksika Müzesinde bulunmaktadir ve 12.000 yil önce yazildigi düsünülmektedir.
Niven ve Churchward'in buldugu tabletler disinda Mu'ya iliskin diger bilimsel belgeler ise sunlardir:
-Yukatan'da hazirlanmis eski bir Maya kitabi olan 'Troano El Yazmasi'. Bugün British Museum'da bulunmaktadir.
-Troano El Yazmasiyla ayni yasta olan bir baska Maya kitabi 'Cortesianus Kodeksi'dir. Bugün Madrid Ulusal Müzesinde bulunmaktadir.
-Paul Schlieman tarafindan Tibet'te bir Budist tapinaginda bulunan 'Lhasan Belgesi'.
-Yukatan'da Mu kitasi anisina insa edilmis Uxmal Tapinagindaki Yazitlar yaklasik 12.000 yilliktir. Bu tapinakta 'Geldigimiz yer olan Bati ülkelerinin anisini korumak için insa edilmistir,' diye kabartma yazilar bulunmaktadir.
-Meksiko sehrinin 96 km güneybatisinda yer alan 'Xochicalo Piramiti Yazitlari'. Bu piramit, üzerindeki kabartma yazilara göre 'Bati ülkelerinin yikiminin anisina' insa edilmistir.
-Dr. Niven'in Alaska'da buldugu Mu kitasi sembolleriyle islenmis bir totempol.
-Eflatun'un Timeus ve Critias adli eserinde batik kitaya dair su sözler geçer: 'Mu ülkesinde 10 halk vardi.'
Tüm bu belgelere dayanarak, özellikle Churchward'in buldugu tabletlerdeki yazilar ayrintili olarak 'Dünya ve insanin yaratilisini ve insanin ilk zuhur ettigi yerin Mu oldugunu' ifade ediyorlardi. Bu tabletlerdeki yaratilis öyküsü kutsal kitaplardaki yaratilis öyküsüne çok benzer bir sekilde anlatilmisti. Ayrica; kayip kitanin Pasifik Okyanusunda, Amerika ve Asya kitalari arasinda bulundugunu, Kuzey Hawaii'den Fiji ve Paskalya adalarina kadar uzandigini, dogusu ile batisi arasinda 9.500 km, kuzeyi ile güneyi arasinda yaklasik 4.500 km'lik bir mesafe oldugunu anlatiyordu. Kita deniz ve bogazlarla birbirinden ayrilan 3 ana kara parçasindan olusuyordu. Pasifik Okyanusuna tek tek ya da gruplar halinde dagilmis kayalik adalarin tümü, bir zamanlar Mu kitasinin birer parçasiydilar. Bu kita üzerinde yasayanlar yeryüzünü kolonize etmislerdi. Mu kitasi bundan 12.000 yil önce korkunç yer sarsintilarindan sonra, su ve ates girdaplari içinde kaybolup sulara karismisti ve beraberinde 83.000 yillik bir uygarligi da götürmüstü.
BATIK KITA MU' NUN SAKINLERI ANTAKYA'NIN ILK ZIYARETÇILERI MIYDILER ?
Tarih, geçmisin olaylarini eldeki kaynak sayilan malzeme ve dokümanlari kronolojik sirayla tutarlilikla irdeleyerek inceleyen, neticelerini, neden ve niçin leri ile ortaya koymaya, açiklamaya çalisan bilim dalidir. Tarihçi, topladigi bilgi ve belgeleri eksik dahi olsalar bir puzzle in parçalari gibi akil yürütme yolu ile birlestiren, yeniden kurgulayan kisidir. Bütün bu çalismalari yaparken, arkeoloji, bibliyografya, kronoloji, paleografi, mühürbilim, yazitbilim, soybilim, antropoloji, sosyoloji ve ekonomiden faydalanir.
19. yüzyilda gerçeklesen bilimsel, belgesel tarihçilik devrimine ragmen, bir tarihçi ne kadar titiz olursa olsun içinde yasadigi toplumun parçasidir. Bu da geçmisi algilayisini belirleyen belki de en önemli faktördür. Bilgi ve belgeleri seçmesinde, konuyu tanimlamasinda, vardigi neticede hep parçasi oldugu toplumun izlerini ÖZ BENIN de tasir, tasiyabilir. Belki de bu, tarihi TEK YORUM, TEK SENTEZ dayatmaciligindan koruyan ve tarihçileri dogruyu bulmaya yönelten bilimsel evrensel bir emniyet sübabidir. Hangi konumda olursa olsun INSANIN / INSANLARIN dogup büyüdügü, geçmisten gelecege baglandiklari topraklarinin, belki de suuraltindaki mesru müdafaalaridir. Bu bakimdan tarihçi bütün teknolojik gelismelere ragmen SÜBJEKTIFTIR. Bu yazinin sahibi tarihçi, antropolog, arkeolog degildir. BIR INSAN olarak önce kendi ÖZ BENIni gelistirmek arzusu ile okumaya, ögrenmeye önem vermektedir.
Burada anlatilanlarin hayal mahsulü oldugunu düsünenler olabilir. Yazinin sonuna konacak kaynakçalara bakildiginda, OKUYUCU merak eder kaynaklara basvurur, olaylari kendince irdelerse hayal ile gerçegin ne kadar ince bir çizgide seyrettigini hissedecektir. Daha da önemlisi ATATÜRK'Ü, ONUN BITTI DENILEN BIR IMPARATORLUKtan NASIL BIR HALK, BIR MILLET YARATTIGINI yalniz ASKERI DEHASI ile degil, aslinda bir an denebilecek zaman araliklarinda GELECEK için, BIZLER için arastirip sentezledigi belgelerde, ANITKABIR'de bulabilecektir. Tabiidir ki nihai yorum ve sentez her bir okuyucunun BENINde kendince özümsenecek, sekillenecektir.
Dünyaya gözümüzü açtigimiz andan kisa bir süre sonra algilamaya basladigimiz ilk seslerle birlikte, hani kendimizi en güvende hissettigimizde uyumaya çalisirken anlatilan geçmis zaman hikayeleri var ya... Bir zamanlar Pasifik Okyanusunda, Amerika ile Asya arasinda, merkezi ekvatorun biraz güneyinde MU ülkesi denen bir kitanin varligindan bahseder kitaplar. Ama bu bir geçmis zaman hikayesi degildir. Bu, INSAN denilen üstün varligin yeryüzünde geliserek devam edecek sonu bilinmez hikayesinin basladigi yerdir!
Her sey Ingiliz arastirmaci Colonel James Churcward'in (Ingiliz silahli kuvvetlerinde albay) görevli olarak gittigi Hindistan ve Tibet'te 1880 yilinda basladi. Günümüzde evrim kurallari, mühürbilim ve arkeoloji bilimlerine büyük katkilar saglayan arastirmalarinda Churcward eski dinlerin kökenleri ile ilgili çalismalar yaparken, 1883 yilinda Bati Tibet'te bulunan bir manastirda manastirin Bas rahibi RISHI ile tanisti. Burada günümüzden yaklasik 15.000 yil önce yazildiklari ispat edilen tas tabletlerin varligini ögrenen Churcward, NAACAL TABLETLERI olarak adlandirilan bu tabletleri çözümleyebilmek amaci ile manastirda Rishi'nin yaninda iki yil kaldi. Bu süre içerisinde çesitli sembollerden ve sekillerden olusan, eski ve ölü bir dil olan Naacal dilini Rishi'den ögrenen ve tabletleri çözümleyen bilim adami dünyanin çesitli bölgelerinde, Kuzey, Orta ve Güney Amerika'da, Misir'da, Avusturalya'da, Güney Pasifik adalarinin nerdeyse tamaminda Orta Asya ve Sibirya'da 50 yil sürecek arastirmalarin kiyisinda oldugunu bilebilir miydi?
Simdi biraz basa dönelim ve bas rahip Rishi'nin binlerce yildan beri gizli kalmis bu tabletleri neden Churcward'e gösterdigini, daha ileri giderek çözümlenebilmeleri için gerekli olan Naacal dilini niçin ögrettigini düsünelim. Bu konuda ispatlanmis kesin bilgilere sahip degiliz. Ancak tabletler çözümlendiginde 15.000 yil önce yazilmis bu tabletlerin Hindistan'a MU kitasindan Naacal rahipleri tarafindan getirildigi ortaya çikiyordu. Bunlara Naacal Kardeslik örgütü de denmekteydi. Naacal'lar hem bilim adami hem rahiptiler ve Mu ülkesinde yönetici konumdaydilar. Mensubu olduklari ilk TEK TANRIli dini (belkide simdilik kaydiyla) hem kendi kitalarinda, hem kolonilerde yasayan insanlara daha rahat anlatabilmek amaci ile bu semboller dilini kullaniyorlardi. Bu dilin ezoterik, manalarini ise yalnizca imparator ve kendileri biliyorlardi.
Ezoterizmin Osmanlica karsiligi batinilik, Türkçesi içsel, içyüz anlamindadir. Ezoterizmin ziddi olan sisteme ise egzoterizm denir. Osmanlica karsiligi harici, Türkçesi dissaldir. Ezoterik bilgi herkese verilmeyen, açiklanmayan, belli egitimlerden geçerek o bilgiyi almaya hak kazanan insanlara verilen bilgilerdir. Bu bilgilere ulasabilmek için insan önce egzoterik bilgileri ögrenmekle baslar ve çabalariyla zaman içinde ezoterik bilgileri almaya hak kazanabilir.
Ezotorik bilgiler genelde yazili olmayabilirler ve bir ögreten, yol gösteren tarafindan sembollerle, belirli bir sistemle ögrenciye verilir ögretilirler. Buna inisiasyon denir. Bu kavram örnegin Saman-Türk geleneklerinde el vermek deyiminde manasini bulur. Çaglar içerisinde Mu dan baslayarak sirasiyla Atlantis, Uygurlar, Maya, Tibet, Hermes-Misir, Hint uygarligi, Rama, Babil, Pisagor, Saabilik, Eflatun, Yesevilik, Yeni Platonculuk, Kabbala, Ahilik, Mevlana, (ve diger batini ekollerin) kaynaginda ezoterizm ve ezoterik bilgiler yatar. Churcward Naacal tabletlerini çözümlediginde ilk olarak Pasifik okyanusunda Asya ile Amerika arasinda büyük bir kitanin varligini ortaya çikardi. Bu kita günümüzden yaklasik 200.000 yil önce üzerinde belki de ilk insani barindirmaya baslamisti. Kitanin topraklari o kadar genis ve bereketli, hava o kadar iliman ve güzeldi ki her sey hizla çogaldi. Yillar çaglari, çaglar bin yillari kovaladi ahenk ve güzellikler içerisinde. Günümüzden 70.000 yil önce Mu kitasi yaklasik 60.000.000'dan fazla insani barindiran dev boyutta bir kita olmustu, hayvani, bitkisi ayni zamanda teknolojisi ile. Ilk kolonilesme yeni yerler arama dürtüsü bu yillara rastlar. Bu hareketlenmenin sonunda bati ve dogu yönünde iki göç yolu, iki büyük koloni ortaya çikar. Churcward'ü toplam 50 yil süren bu arastirmalarinda hiçbir sey arkeolog William Niven'in 1921-1923 yillarinda Meksika'da ortaya çikardigi tabletler kadar etkilemez ve gerçege yaklastirmaz. Niven, Meksika'da eski çaglara ait çok fazla tablet bulmustu. Bütün bunlarin çözümlemesi Naacal lisani ile yazildiklari için ancak Churcward tarafindan yapilabildi. Böylece Mu kitasi, göç yollari ve batisi hakkindaki bilgiler bütünün eksiklerini tamamlayarak, bilimin hizmetine sunulabildi. James Churchward, Willam Niven'i günümüz bilimlerine, kendisine isik tutan, katkida bulunan çalismalarindan dolayi sevgi ve saygi ile anmaktadir. Belki de Niven'in buluslari olmasa Churcward çalismalarini bu kadar ileri götüremeyecekti.
Mu kitasindan çikan, kitaya göre batiya giden bir göç yolu Uygur Imparatorlugunu ortaya çikarmistir. Imparatorluk Asya ile Avrupa nin çok büyük bir bölümünü kapsamakta idi ve Mu'nun en büyük kolonisi idi. Uygur imparatorlugunun sinirlari zaman içerisinde Avrupa üzerinden Atlantik kiyilarina kadar ulasti. IÖ.1000'li yillardaki Çin belgeleri Uygur'larin 17.000 yil önce uygarliklarinin zirvesinde oldugunu söyler.
Ikinci göç yolu kita ya göre doguya giden, Meksika'nin güneydogusundan Atlantis kitasina geçen yoldur. Atlantis-Uygur'la birlikte ikincil, ilk anakaradir. Mu'dan çikan dogu koloni yollari Atlantis'ten sonra Atlantik Okyanusu'nu geçerek Akdeniz'e ulasmis ve burada bugünkü Fas, Tunus, Cezayir, Yunanistan ve Misir'a kollar vererek Anadolu'ya ulasmistir. Mu kitasi günümüzden yaklasik 12.000 yil önce yasanan depremler ve volkanik patlamalarla sularin derinliklerine gömülmüs, yok olmustur. Churcward'ün derlemis oldugu haritalar incelendiginde çaglar boyu medeniyetlerin besigi olan Anadolu'nun hem Uygur Imparatorlugu hem de Atlantis üzerinden gelen göç yollarinin adeta bir harman yeri oldugunu görüyoruz. Bu da aslinda Anadolu, Sümer, Babil, Asur, Grek uygarlik etkilesimlerinden çok daha önceleri tarihin derinliklerinde Mu, Uygur, Atlantis, Anadolu uygarlik etkilesimleri oldugu gerçegini ortaya çikarmaktadir. Bu gerçegi teyit eden bir baska bulus ise Prof. Ralph Solecki nin 1957 yilinda ortaya çikardigi buluntulardir. Solecki Toros daglarindan baslayan, Agri Dagi'na dogru devam eden buradan güneydoguya Zagros Daglari'na (Irak, Iran siniri) inen, buradan da güneybatiya Suriye, Lübnan'a dogru bir kavis çizen daglik arazilerde (Solecki buna uygarlik kavisi demektedir) Sanidar magarasinda 44.000 yil öncesine ait 9 iskeletle birlikte, modern insana ait kanitlar bulmustur. Solecki'nin ifadesine göre bu kaviste günümüzden 13.000 - 100.000 yil öncesine ait daha çok sayida magara gün isigina çikarilmayi beklemektedir. Onbinlerce yildan beri bir çok medeniyete ev sahipligi yapmis ANTAKYA'nin geçmisinin genelde ve hakli olarak IÖ.333 yilinda Pers hükümdari Darius'u Issos savasinda maglup eden Iskender'in bu topraklari tanimasi ile basladigi zannedilir. Bu daha önceki bin, on bin yillara ait arastirmalarin, buluntularin arastirmayi yapanlarin çalismalarini ve neticelerini yeterince tanitamamalarindan veya bütün bunlarin dar bir çerçevede, çevrede kalmasindan kaynaklanmaktadir. Bunun ötesinde yapilan bu çalismalara, arastirmalara verilen lokal ve genel destekler, olaylarin ciddiye alinip algilanmasi da moralite yönünden arastirmacilarin cesaretlenmesinde ve genel paylasimlarinda pozitif bir rol oynayacaktir.
Antakya'nin çok eski geçmisi ile ilgili ilk arastirma AMIK KAZILARI PROJELERI kapsaminda, Tell Tayinat, Tell Al-Judaidah, Chatal Höyük gibi uluslar arasi arkeolojik tanimlamalar çerçevesinde "Oriental Institute's Syrian Expedition" tarafindan 1932-1938 tarihleri arasinda yapilmistir. Ikinci arastirma Sir.Leonard Charles Woolley tarafindan önce 1937-1939 sonra 1946-1949 yillari arasinda Tell Atchana'da yapilmistir. Woolley ve daha önce bu arastirmalara ve kazilara konu olan çaglar IÖ.1400-1800, günümüzden yaklasik 3400 - 3800 yillar arasindaki dönemleri kapsamaktadir. Woolley bu çalismalarindan önce 1907-1911 yillari arasinda Misir'in güneyinde ve Sudan'in kuzeyinde arastirmalar, kazilar yapmistir. Woolley bu arastirmasindan sonra 1922 yilinda British Museum, University of Pensilvanya ortak çalisma grubunun genel yöneticisi olarak Ur'daki (modern Irak) bir arastirmaya da baskanlik etmistir. Buradaki arastirma konusu günümüzden 6000-2400 yil öncesinin bulgularinin tespit edilmeye çalisilmasidir. Bu iki arastirmadan sonra bir baglanti olarak günümüzden yaklasik 3400-3800 yil önceyi gün isigina çikaran Tell Atchana çalismalari (yeni ANTAKYA HIKAYESI) o dönem için bir tesadüf mü acaba? Bir de bunun Misir, Irak yaklasimlarini düsünürsek?...
Hatirlamaya çalisalim!
Mu'dan baslayan, Atlantis'ten gelen göç yollari haritasindaki yerlesimlerden en önemlilerinden birisi MISIR'di... ve nihai varis noktalarindan bir digeri ANTAKYA degil miydi?
Solecki'nin ifade ettigi gibi, Ur "geçmis uygarlik yari kavisi"nin Dogu'daki ev sahiplerinden biri ise gelen ziyaretçileri karsilayan Antakya olamaz mi?
Simdi daha yakin çaglara gelelim.
Iskender'i IÖ. 333 yilinda bu topraklara baglayan animsanan, bir cümle ile hatirlayalim. "TOPRAKLAR ÖYLE BEREKETLI, SULAR ÖYLE BERRAKTI KI GIDERKEN BU DEFA ARKASINA BAKTI KOCA ISKENDER. SUYUNDAN IÇTIGI PINAR ANNESININ SÜTÜ KADAR TATLI GELDI ONA. OLIMPIAS OLSUN ADI, ANNEMINKI GIBI." dedi ve gitti ........
Mu'dan ayrilan insanlarin da ayni hislerle arkalarina bakmadiklarini kim bilebilir?
Zaman akmaya devam etti ........
IÖ.100'lü yillarda Roma'dan sonra, kültürü, sanati, ticareti ve zenginligi ile dogu ve batinin her bakimdan bulustugu bir sentez baskenti idi Antakya.
Samandag'da (Seleucia Pieria) deniz hep gönlünce hep coskuyla gelir kiyilara çaglardan beri... diger açik AKDENIZ limanlari gibi. Tarih bu limanlara varabilmek için bir noktanin kerteriz alinmasi gerektigini söyler. Açik havalarda Kibris'in en kuzey ucundan Zafer limanindan bakildiginda Kel Dag (Cebel Akra), çogu zaman Kel Dag'dan bakildiginda Zafer Limani görünür.
Acaba ilk gezginler yeni anakaraya varmak için yollarini nasil buldular?...
Günümüzde 1995'li yillarda Chicago Üniversitesi, Oriental Institute'nin yeniden baslattigi bir çalisma var ANTAKYA'da. Adi AMIK VADISI PROJESI. Arastirilan zaman günümüzden 6.000 yilin daha öncesi. Projenin basinda tanidik bir isim... Chicago Üniversitesi görevlisi Prof. K. Aslihan Yener baskanliginda Tony Wilkinson ve diger degerli bilim insanlari. Mustafa Kemal Üniversitesi ve Antakya müzesinden degerli ögretim görevlileri ve arastirmacilari. Bu destek gören ve bütün dünyada ilgiyle izlenen uluslararasi ortak bir çalisma.
Bu yazi bundan 3-5 sene sonra yazilsaydi arastirilan dönem günümüzden 6.000 yil öncesi yerine 10.000 yil veya daha öncesi olmayacak miydi?
Yil 1930'dan 2 kisa zaman sonra 1932'de (Türk Tarih Kurumu'nun Atatürk tarafindan kurulmasi 1930) gelisen arastirmalar çerçevesinde; Ilkel Diller Uzmani, degerli bilim adami, emekli general Tahsin MAYATEPEK derinlesen fikri sohbetlerinin birinde ATATÜRK'e Maya dili ile Türk dili arasindaki benzesmelerden bahseder. (Türkçe de "tepe" sözcügünün karsiligi Maya dilinde "tepek"tir.) Mayatepek buna benzer kelime ve deyim benzerliklerinin 100'den fazla oldugundan söz eder. Bu fikri diyalogtan etkilenen ATATÜRK konuyu daha fazla arastirmasi için o yillarda Tahsin Mayatepek'i Meksika'ya elçi olarak tayin eder. Meksika daki arastirmalarinda Türk ve Maya dillerinin benzerlikleri konusunda çalismalar yaparken William Niven'le tanisan Tahsin bey, hem Niven'in tabletlerini inceleme firsatini elde eder, hem de Churhward'in 50 senedir üzerinde çalisip bitirdigi MU medeniyeti ile ilgili eserin varligini ögrenir. Bu gelismelerin düzenli olarak ATATÜRK'E aktarilmasi sonucu, Churcward kitabinin ilk nüshasi getirtilir ve yaklasik 40-50 kisilik bilim adamindan olusturulan grup tarafindan incelenir. ATATÜRK Türk dili ve sembolleri ile Niven'in buldugu Naacal tabletleri, Maya dili ve sembolleri ve Churcward kitaplari üzerinde yapilan çalismalara bizzat nezaret eder. Kendi kayitlarini tutar. 1960 li yillarin sonlarina kadar Türk Dil Kurumun da saklanan bu kitaplar daha sonra ANITKABIR arsivine devredilmistir. Bu gün orijinal baskilari ve Türkçe tercümeleri ATATÜRK'ÜN tuttugu notlarla birlikte ANITKABIR'de saklanmaktadir.
KAYNAK
www.fantasturk.com ATATÜRK VE MU
Batik Uygarliklari yakindan inceledigimizde, dünya tarihine baska bir gözle bakmayi ögrenebiliriz.
Batik kita Mu'nun kesfedilmesiyle birlikte insanligin ve dünyamizin tarihine daha farkli bir gözle bakmak zorunda kaliyoruz. Geçmisimizin ya da dünyamiz üzerinde yasamis olan uygarliklarin, bilinenden çok daha eski oldugunu ve bu uygarliklarin; gelismislik düzeyi, kullandigi esyalar vs. gibi birtakim arkeolojik bulgulardan çok daha önemli 'ezoterik' bilgilere sahip oldugunu görebilmekteyiz. Bu sebeple, Mu Uygarliginin günümüzdeki tarih anlayisindan daha derin bir anlayisla ele alinmasi gerekmektedir.
Üzerinde yasadigimiz Anadolu topraklari birçok uygarligin besigi olmustur. Ayrica Anadolu'nun güneydogusundaki Mezopotamya bölgesinde kurulan Sümer, Babil, Asur gibi önemli uygarliklarla da sürekli bir etkilesim içinde bulunmustur. Ancak bilinen tarihin biraz daha derinlerine inip baktigimizda (özellikle Anadolu'da) bugüne kadar pek dikkate alinmamis Batik Uygarliklarla Anadolu arasindaki baglanti oldukça dikkate degerdir.
Ezoterik bilgilerimize göre Dogu ve Bati uygarliklarinin iki ana kaynagi vardir. Bunlardan biri 'Atlantis' digeri de büyük Anavatan 'Mu Uygarligi'dir. Batik Mu Uygarligi konusunda elde mevcut belgeler o kadar birikmistir ki, bu belgelere dayanarak dünya beser tarihinin geçmisi yeniden yazilsa, kuskusuz pek çok sey degisecektir.
MU ALFABESİ...
Paskalya adası v.b. adalar (Avusturalya-Güney Amerika arasında) eskiden büyük bir kıtanın parçalarıydı! ....İnsanlığın anavatanı olduğu sanılan ve artık araştırma yapılabilen batık bir kıta MU KITASI! ... Mu kıtası büyük tufan sular altında kalır; ki bu büyük tufanın 'nuh tufanı' olduğu sanılmaktadır...Aynı zamanda maya, aztek, olmek mitolojilerinde de büyük tufan'dan bahsedilir! .... Mu kıtası sular altındadır ve sadece bir kaç parçası ayakta kalbilmiştir...Paskalya, Hawaii v.s v.s....
Mu'dan göçen insanlar çeşitli yerlere yerleşmişlerdir... İşte burda olay biraz nuh tufanıyla çakışıyor; çünkü o zamanki insanlar bazı telepatik v.b güçleri olduğundan, dejenerasyonun ve bozulmaların getireceği felaketi anlamış ve göç etmişlerdir... Örnek veriyorum: ''Uygur'' kabilesi kuzeye gidip Uzak Asya'ya yerleşmiştirn binlerce yıl sonra kurulan Uygur devletinin adı tesadüf müdür? ? ! ! Bu kabilelerden biri de karyenlerdir..(ismini tam hatırlayamıyorum ama böyle bir şey idi) Karyenler de uzun bir yolculuktan sonra Akdeniz ve Ege denizine ulaşmışlardır...Bunların da hani lise tarih kitaplarında (benim şu anda okumakta olduğum) gördüğümüz sümer, hitit, iyon, lidya, trak, yunan v.s... lerin ataları oldukları zannedilir.. (tabii bu medeniyetler arasında farklı yerlerden göç edip de gelenler de vardır!) Hatta Heredot karyen soyundan gelmesiyle övündüğünü anlatır....Ayrıca yunan alfabesi de Mu destanından oluşmaktadır! ! ! ! ...
Al-paa-ha(alpha) be-ta(beta) kam-ma (gamma) tel-ta (delta) ep-zil-onom (epsilon ze-ta (zeta) et-ha (eta) thetheha-ha (theta) ıo-ta (ıota) kap-paa (kappa) lam-be-ta (lambta) MU (mu) devam ediyor....
Al: ağır şiddetli
paa: zorla girmek
ha: su
be: yürümek
ta: düzlük, yer, zemin
kam: mağruz kalmak
ma: anne, dünya
tel: dip, alt
ta: bulunduğu yer
ep: engel
zil: sınır oluşturma
onom: büyük fırtına, hortum..
ze: çarpak, vurmak
ta: bulunduğu yer
et: birlikte
ha: su
thetheha: kaplamak
ha: su
ıo: canlı
ta: bulunduğu yer
ka: çökelti, tortu
paa: zorla girmek, hücum etmek
lam: batmak
be: yürümek
ta: bulunduğu yer
mu: MU
buraya kadarını hikaye haline getirelim: Şiddetle hücum eden sular, dağılır düzlüklere, alçak yerlere... Engel çıkaran yüksekliklerde çarparak dalgalar büyük hortum ve fırtınalarla birlikte yine sular arka arkaya, kaplar bulunduğu her yeri. Sular örter üzerini canlıların bulunduğu yerleri. BATAR MU'NUN TOPRAKLARI....(devam ediyor)
bu yunan alfabesinin sonuna kadar böyle...
Paskalya Adası bir zamanlar insanların anavatanı mu'nun bir parçasıydı; zaten o küçücük adada bu kadar fazla ve ağır heykeller bulunması bundandır...Paskalya ayakta kalan adalardandı...Buraya kadar olaylar böyle...gerisi de eclemif'in anlattığı gibi olabilir tabii....
NOT: Atlantis Kıtası da gerçektir; mitolojiden ibaret değildir; niteki ipuçları bulunmuş, hikaelerden araştırmalara geçilmiştir..yeri İberya yarımadasının hemen burnunun dibidir (batı avrupa'nın batısı) Hatta şu anda Portekiz'e ait olan The Azores (azorlar takımadası) de Atlantis'in ayakta kalmış yegane parçalarıdır....
Bu yazı Fenomen dergisinden alınmıştır:
Yeraltı Evreni (1)
Değerli Fenomen okurları. Bu sayımızda, yurdumuzun en ilginç bölgelerinden biri olan Kapadokya' nın, bizce en ilginç yerleri olan yeraltı şehirlerine değişik bir bakış açısıyla bakmaya çalışacağız. Kapadokya bölgesinde açıkçası sayısını bilemediğimiz kadar irili ufaklı bir sürü yeraltı şehri mevcut. Bunların bazıları gezilebiliyor, bazılarıysa ağzına kadar taş toprak dolu. Bölgedeki yeraltı şehirlerinin yapısını en iyi şekild şu benzetme ile tarif edebiliriz. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerimizi düşünün. Büyük binalar ve aralarında serpiştirilmiş gecekondular var. Örneğin İstanbul' daki bir Akmerkez binasının bir iki kilometre uzağında derme çatma gecekondular görünür. Kapadokya' daki her yeraltı şehri bir bina olarak kabul edersek, yeraltı şehirlerinin bazıları İstanbul' daki Akmerkez ya da Galleria gibi, bazıları da bizim gecekondularımız gibi derme çatma sayılabilecek yerlerdir. Bölgedeki son derece büyük, tanınmış ama bugünkü teknolojik imkanların üzerinde olması gereken bir teknolji ile açılmış yeraltı şehirlerinin yanısıra daha mütevazi yeraltı şehirleri de var. Burada akla gelen şey bir iki, hatta sadece bir özgün örneğin çevresinde daha sonraki dönemlerde ve daha ilkel kimselerce bazı taklit kazılar yapıldığıdır. Kapadokya' daki yeraltı şehirlerinin en fazla tanınanları Kaymaklı ve Derinkuyu yeraltı şehirleridir. Bu iki şehir birbirinden yaklaşık olarak 9,10 Km kadar uzaktadır. Gerek konuyla ilgili arkeologlar, gerekse yöre halkı tarafından bu iki yeraltı şehrini birbirine bağlayan bir tünelin varlığı bilinmektedir. Yeraltı şehirlerindeki tüneller tabii ki, Kaymaklı ve Derinkuyu arasındaki ile de sınırlı değildir. Mesela Kaymaklı' nın 12-15 Km doğusunda kalan Mazı Köyü yeraltı şehrinin Kaymaklı ve Derinkuyu' ya bağlayan tünellerin oluğu da bilinmektedir.
Bilinmeyenin Boyutu Nedir
Bölge haklı mevcut bütün yeraltı şehirlerinin birbirine tünellerle bağlı olduğunu iddia ederler. Bu durumda bölgenin altı bir örümcek ağı gibi tünel şebekeleri ile örtülü oluyor. Bu tünellerin hemen hemen hepsi bugün ya duvar örülerek ya da göçükler yüzünden kullanılmaz durumdadır. Yakın gelecekte de bunların açılması için herhangi bir çalışma yapılmasını beklemek mümkün değildir. Yeraltı şehirlerinin yeniden keşfedilmeleri ve ziyarete açılmaları o kadar eski değil. Mesela, yetkili kimseler Derinkuyu diye bir yer olduğunu ancak 1963' te keşfedebilmişler. Bu şehirleri ilk defa gezen bir kimseyseniz hayretler içinde kalmamanız, hayran olmamanız mümkün değil fakat bilmelisiniz ki, gezdiğiniz yerler yeraltı şehirlerinin bugün bilinen kısımlarının ancak onda biridir. Geziye açık olan ve aydınlatılmış kısımların haricinde çok geniş bir alan ve bir sürü çıkış kapısı daha vardır. Tabii bunlar bilinenler. Bilinemeyen kısımların ne ntelikte olduğu konusu ise doğal olarak meçhul. Ancak, örneğin Derinkuyu' nun altında en 3 ile 8 kat kadar bir derinlik olduğu arkeologlar tarafından tahmin ediliyor. Aslında Kapadokya ve yeraltı hakkında bazıları arkeolojik, bazıları turizm amacıyla yazılmış olan Türkçe ve hemen her dilde yayınlanmış olan yüzlerce kitap mevcuttur. Konuyu bu açıdan merak edenler söz konusu kitapları turistlik eşya satışı yapan her dükkandan alabilirler ve gerek kaya kiliselerinin, gerek yeraltı şehirlerinin bilinen her ayrıntısını, derinliklerini, ölçülerini kısaca herşeyi öğrenebilirler.
İnkalar Hazinelerini Yeraltına Sakladılar
Bu yazıda ise, kendi ekolümüz icabı bu bölgenin ve yeraltı şehirlerinin ökült incelemelerini yapıyoruz. Kaymaklı ve Derinkuyu konularında daha ileri gitmeden önce dünyanın değişik yerlerindeki benzeri yerleri ve bu yer hakkındaki araştırma ve iddaları kısaca hatırlamamız yerinde olur. Bizdeki gibi yeraltı şehri ismi verimemiş de olsa dünyanın değişik yerlerinde bir sürü tünel şebekesi mevcuttur. Bu tünellerini birçoğu günümüzde bilinmektedir fakat hepsi de belli yerden sonra tıpkı bizim yeraltı şehirlerimiz gibi taş, toprakla dolmuş ya da doldurulmuştur. Güney Amerika' da, Ekvador, Peru, Bolivya civarında Eski İnka uygarlığından kalma bir çok tünel olduğu söylenir. İspanyol yağmacılarının en önemlisi olan Pizarro' nun ordusundaki bir asker rahip olan Cieza de Leon, son İnka imparatoru olan Atahualpa' nın, Pizarro tarafından öldürülmesinden 4, 5 yıl sonra yazdığı notlarda, İnkalar' ın, İspanyol soygununda korkarak hazinelerini bugün dahi bulunamamış olan gizli yerlere taşıdıklarını yazar. Bu gizli yerler dağların altında oyulmuş olan tünel sistemleriydi. Bu fikri aslında İngiliz Arkeoloğu Harold Wilkins' in de buşunduğu birçok bilimadamı desteklemektedir. Başka br görüşe göre ise, söz konusu tünel sistemleri son derece ileri bir uygarlık tarafından binlerce yıl boyunca oyulmuştur. Güney Amerika' daki tünel sistemleri çok fazladır ve sadece İnka ülkesinde değildirler. En fazla bilineni, Lima' yı, Peru' nun eski başkenti olan Cuzco' ya bağlayan ve sonra da Bolivya sınırına kadar uzanan bir tünel şebekesidir. Eski belgelere göre bu tünellerde çok zengin Kralın mezarı vardır. Ama bugün kimse tünellerde hazine aramayı düşünmüyor, çünkü tüneller hemen hemen tamamen toprak doludur, temizlenmeleri, içlerinden çıkması olası olan hazinelerden çok daha pahalıya malocaktır. Tünelleri araştırmış olan bilimadamlarının çoğunluğu da, bunları İnka tarafından kazılmayacağı konsunda hemfikirler.
Malta -Fas -İspanya Bağlantısı
İnka'lar bu tünelleri biliyorlar ve kullanıyorlardı fakat ilk inşaatçıların kimler olduğunu onlar da bilmiyorlardı. Güney Amerika' dan sonra Kuzey Amerika, California ve Virginia' da tünel sistemleri vardır. En ilginç sistemlerden birisi de Hawaii' de olduğu söylenendir. Buradaki tünel sistemlerinin bazı adaları birbirine bağladığı da idda edilir. Bundan 4, 5 yıl kadar önce televizyonda yayınlanan ve gerek müziği, gerekse içeriği ile yurdumuzda da büyük bir beğeni kazanan İpek Yolu belgeselinin bir bölümünde gösterdiği gibi Asya' nın altı sonradan sulama kanalı haline getirilmiş tünel sistemleri ile örümcek ağı gibi oyulmuştur. Tünellere Akdeniz bölgesinde de rastlanır. Mesela Malta' da böyle sistem vardır, Elli metrelik bir böIümüne girilmiş olan bir Malta tünelinin Cebelitarık boğazını altından geçip, İberik Yanmadası ile Fas'ı birleştirdiği söylenir. Avrupa' da sadece bu tünelin girişi olan bölgede maymun yaşar ve bu maymunların Afrika' dan, bu tünel vasıtası ile Avrupa' ya geçtikleri söylenir, Ayrıca İsveç' te ve Çekoslovakya'da da bilinen tUnel sistemleri vardır. Bazı iddialara göre dünyanın altındaki tUneller burada anlatıldığından da uzundurlar. Mesela Tibet Lamaları, Tibet' ten, Güney Amerika' ya kadar giden tüneller olduğunu ısrarla iddia ederler.
Daniken' ın gördükleri
1994' de Bir Amerikan dergisinin Ekvador muhabiri olan John Sheppard, Kolombia sınırında elinde dua değirmeni ile meditasyon yapan tipik bir Tibet rahibi gördüğünü yazar. İddaya göre bu adam 13. Dalay Lama' dır. 1933' te ölmüş olduğu idda edilen bu kişinin mezarı boştur ve Tibet rahipler onun ölmeyip, Budizm' i benimsemeden önceki vatanı olan Güney Amerika' ya döndüğünü ve bu iş için tünelleri kullandığını söylerler. Gene de bu hikaye pek güvenilir değildir. Güney Amerika' daki tünel sistemlerini bildiğimiz kadarı ile en son inceleyen kimse Erich Von Daniken' dir. Daniken "Ausstat und Kosmos" isimli kitabının hemen hemen tamamında Güney Amerika mağaralarından bahseder. Ekvador Cumhuriyeti' ndeki mağaralar Arjantin uyruklu ve Macaristan doğumlu Juan Moricz tarafından keşfedilmiş ve kendi adına tapusu alınmıştır. Daniken bu mağaraları 1972' de gezer. Mağaralara, dağdaki bir oyuktan girilir. İlk önce 80 metre kadar, ipten yapılmış bir asansötle diklemesine inildikten sonra sonsuz bir tünel sistemine girilir. Bazıları dar, bazıları geniş olan tünellerden, Daniken' in gördüklerinin hepsi köşelidir. Duvarları dümdüz ve her yan cam gibi bir madde ile kaplıdır. İçerde manyetik etki çok güçlüdür ve pusulalar çalışmaz. Daniken girdiği dev bir salondan bahseder. Bu salonun içinde masa, sandalye benzeri olan ve hangi maddeden yapıldığı belli olmayan eşyalar vardır. Salonun taban ölçüsü 110 x 130 metresie ve bu ölçü Teotihuacan' daki piramitin taban ölçüsü ile aynıdır. İçerideki bazı buluntular burasının M.Ö. 9000 ile 4000 yıllarında bile mevcut olduğunu göstermektedir. Bazı duvarlarda da, şüphesiz ki, inşaatçılardan binlerce yıl sonra gelen ilkel insanlarca yapılmış olan dinozor benzeri hayvan çizimleri vardır. Tünellerden bir çok altın eşya da çıkarılmıştır. Bazı altın levhalarda deşifre edilememiş olan bir alfabe ile yazılmış yazılar vardır. Daniken burada gördüğü bir altın küre üzerinde çok fazla durmakta ve kürenin Uzaylılarla ilgili olduğunu iddia etmektedir ve işin en ilginç yanı da, Daniken' in aynı kürenin gerek boyut gerekse üzerindeki garip yazı ve resimlerle tıpatıp benzeri olan bir taş küreyi de İstanbul Arkeoloji müzesinde görüğünü ve bu kürenin tasnif edilememiş eşyalar arasında olduğunu yazmaktadır.
Binlerce Yıl Önceki Isı Matkabı
Tünellerin açılışları konusunda Daniken öyle binlerce yıl süren şartlar düşünmüyor. Ona göre bu tüneller bir uzay uygarlığı tarafından nükleer enerji ya da benzeri bir şey kullanılarak çok kısa zamanda açılmıştır. Bu iddası için kanıt olarak da "Der Spiegel" dergisinin 3 Nisan 1972 tarihli sayısındaki bir yazıyı göstermektedir. Bu yazıda ısı matkaplarından bahsedilmektedir. Yazıda anlatıldığına göre los Alamos' taki Nükleer Araştırma Merkezi' ndeki bilim adamları tarafından birbuçuk yıllık bir çalışma sonrasında bir ısı matkabı yapılmıştır. Aracın ucu volfram çelliğidir ve grafitle ısıtılmaktadır. Delme işlemi sırasında, delinen yerden dışarıya hiçbir şey çıkmamaktadır, delici, taşları eritip, delinen yerlerin iç yüzeylerine preslenmekte, preslenen yerler de bir süre sonra öylece donmaktadırlar. Derginin verdiği bilgilere göre ilk denemesinde dört metre kalınlığında bir taş blok hiç bir ses ve atık madde çıkartılmadan delinmiştir. Loss Alamos bilim adamalarının bir askeri tanka benzeyen, köstebek gibi çalışacak olan büyük bir delicinin planlarını hazırladığı ve bununla Magma tabakasına inip, örnek almanın düşünüldüğü de belirtiliyor. Bu ısı matkabı konusunu aşağıdaki, Derinkuyu ve Kaymaklı' nın kazılmasıyla ilgili bölümde tekrar hatırlamak yerinde olur.
Agharta-Şamballah ve Hitler Uzantısı
Konunun Kapadokya ile ilgili kısmına tekrar dönmeden önce dünyanın her yanında hemen hemen nehirler kadar çok rastlanan bu tünel sistemlerinin kimler tarafından yapıldığına dair iddaları da görmemiz yerinde olur. Bazı ciddi araştırmacılar ve Okültistler binlerce yıl önce dünyada yaşamış ona ve günümüzün masal ve efsanelerinde bahsedilen bir devler ırkından bahsederler. Tünellerin kaynağı Daniken gibi araştırmacılar uzay uygarlıkları olarak gösterirken, bazıları devler ırkı, bir kısmı da çok çok eski çağlarda mevcut olan Atlantis ve Mu kıtalarının batışlarından sonra kurtulan kimseler olarak gösterirler. Söz konusu kıtalar batıp, yeryüzü şekil değiştirdiği zaman kurtulan kimselerin uzay çağı teknolojisine ve insanüstü psişik güçlere sahip olduklarına inanılır, o zamanlardaki en yüksek kara parçalarına sığınırlar ve bu bölge, bugünkü Himalaya dağları ve çevresidir. İki kıtadan gelenler iki ayrı yeraltı şehri kurarlar. Bunlardan biri Agartha diğeri Şamballah ismiyle bilinirler. Bazı iddalara göre de söz konusu yeraltı şehirlerinin biri sağ-el yolunu izleyen majisyenler ait, diğeri karanlık yolu izleyicilerine aittir. Agatha ve Şamballah sakinleri daha sonraki dönemlerde insanlarla çok az iletişim kurarak günümüze kadar yaşarlar. Bazı inançlara göre bu şehirler dünyanın aydınlık ve karanlık pisişik merkezleridirler. Yeraltı uygarlıklarının sakinleri hem pisişik yeteneklerini hem de nükleer enerjiyi kullanarak dünyanın her yanına açılan tüneller yaparlar. Gerçek veya fantezi, dünyanın birçok bölgesinde yeraltında yaşayan üstün varlıklara ait efsaneler vardır. Bunlar üç aşağı, beş yukarı birbirine benzemektedirler. Bazı kimseler Himalayalar' ın atlındaki yeraltı şehirlerini Atlantis ve Mu uygarlıklarına bağlarken bazı kaynaklar onların çok eski dönemlerde dünyamızı ziyaret eden uzaylılardan kalma ikmal merkezleri olduğunu söylerler. Kapadokya, Derinkuyu ve Kaymaklı gibi yeraltı şehirleri ile bu efsanelerin ilişkili olup, olmadıklarını incelemeden önce özellikle Hitler Almanya' sı dönemindeki okült inanışları, gizli majikal örgütleri ve bazı kimseleri tanımamızda, fikirlerini bilmemizde fayda vardır.
Vril ve "Bizi Ezecek Olan Irk"
Roketler konusunda dünyanın büyük uzmanlarından birisi olan Dr. Willy Ley 1933' de Almanya' dan kaçar. Ley, Vril örgütünün ilk açıklayanlardan biridir. Örgüt Berlin' de kurulmuş olan küçük bir Order' dı. Vril, günlük hayatımız sırasında çok az bir parçasını kullannabildiğimiz sonsuz enerjidir. Vril' e hakim olan kimse kendisine de, başka dünyalara da hakim olur. İnsanlar bütün gayretlerini buna yöneltmelidirler. Dünya değişecektir. Efendiler, yeraltından yeryüzüne çıkacaklardır. Onlarla anlaşırsak bizi de efendi, anlaşamazsak köle olacağız. Vril fikri aslında, gene bir Golden Dawn üyesi olan Bulwer Lytton' un "Bizi Ezecek Olan Irk" isimli romanından alınmıştır. Aynı zamanda "Pompei' nin Son Günleri" isimli eserin de yazarı olan Lytton bu kitapta, Ruh alemi bizden çok daha yüksek olan insanları anlatır. Bunlar şimdilik gizlenme durumundadırlar. Dünyanın merkezinde bulunan mağaralarda yaşarlar ve her şeyin üzerinde güç sahibidirler.
İlk bakışta, bir romandan yola çıkan herhangi bir örgütün bu kadar ciddiye alınması saçma gibi görünebilir fakat şunu da düşünmek gerekir; Dünyada meydana gelmiş olan bir çok oluşum tarihlerinden çok önce romanlarda oluşmuşlardır. Mesela, 1896' da Peter Shiel bir roman yayımlar. Kitap Avrupa çapında bir örgütten bahsetmektedir. Örgütün üyeleri zararlı buldukları aileleri öldürüp, cesetleri yakarlar ve kitabın ismi S.S' lerdir. Aynı şekilde Titanik, batışından çok önce bir romana konu olmuş ve romanda geminin büyük ölçüleri, batış şekli ve hatta romandaki "Titan" ismi gerçeği ile tutarlı olmuştur.
Yeraltı Evreni (2)
"Ben Onu Gördüm"
Jules Verne, nükleer denizaltıdan, uzaya atılan füzelere kadar bir çok şeyi romanlarında anlatmıştır. Bunlara benzer daha bir çok örnek saymak mümkündür. Ayrıca S.S.'lerin yazarı olan Lytton' un da bir majikal örgütün üyesi olduğu ve aldığı bazı bilgileri roman haline getirdiği de düşünülebilir. Dr. Ley' e göre Vril örgütünün üyeleri ırk değiştirmek ve dünyanın merkezinde saklanan adamlara benzemek için gereken bazı sırları bildiklerie inanmaktadırlar. Bazı özel kültür fizik yöntemleri vardır. Lyton, romanında özellikle cehennem dünyasının gerçeklerine parmak basmaya çalıştığını söyler. İnsan üstü güçlere sahip olan varlıkların varlığından emin olduğunu belirtir. Bu yaratıklar insanları ezecek ve aralarından seçtiklerini pek büyük değişimlere uğratacaklardır. Golden Dawn' ın başkanlarından biri olan Samuel Mathes 1896' da Gizli Şefler konusunda şunları yazar: "Bana kalırsa onlar dünyada yaşayan fakat insanüstü güçlere sahip yaratıklardır. Şahsi tecrübelerim bana, bir ölümlü için onların karşısında dayanabilmenin ne kadar zor olduğunu gösterdi. Öylese dehşet verici bir gücün karşısında olduğumu hissediyordum ki, soluğum kesiliyor, ağzımdan, burnumdan, kulaklarımdan kan geliyordu." Hitler de üstün yaratıklarla kontak kurduğunu söylüyordu. Danzig hükümet başkanı olan Rauschning' e insan ırkının değişimi konusunda şöyle der; "Yeni insan aramızda yaşıyor. Size bir sır vereyim. Ben onu gördüm." Bunları anlatırken titrediğini söyleyen Rauschning ayrıca şu olayı anlatır; Yakındarında birisinin anlatığına göre Hitler geceleri çığlıklar atarak uyanırmış. Karyolayı dallayacak kadar şiddetli titremeler yaşar ve odanın köşesine bakıp, "İşte o, işte o, buraya gelmiş" diye inlermiş. Bundan sonra da anlaşılmaz bir dilde konuşurmuş.
Horbiger, "Korkunun Kralı" nı anlatıyordu.
Nazi Almanyası' nda üzerinde durulan iki temel kuram vardı. Bunlar dünyanın ve insanın açıklaması sayılırlardı; Oyuk Dünya (Hollow Earth) ve Donmuş Dünya Kuramları. Ebedi Buz Öğretisi (Well Welt is lehre)' nin kurucusu olan Hans Horbiger 1860' da Triol bölgesinde doğdu. Hitler ve Himmler ona inanıyorlardı. Hitler; "Bir Kuzey Nasyonal sosyalist bilimi vardır ki, yahudi liberal bilime karşı çıkar. Batıda benimsenmiş olan bilim bozulması gereken bir tılsımdır." diyordu. öğretinin taraftarları tarafından üç yıl içinde üç kalın kitap, halka yönelik kırk kadar daha basit kitap ve yüzlerce broşür yayınlanmıştır. "Dünya Olaylarının Anahtarı" isimli bir de yüksek tirajlı, aylık dergileri vardı. Bir broşürlerinde şöyle diyorlardı; "Hitler yahudi politikacıları kovdu. İkinci bir Avusturyalı olan Horbiger de yahudi bilim adamlarını kovacaktır." Horbiger' in fikirleri Nietzche' nin felsefesi ve Wagner' in mitolojik görüşleri ile uyumluydu. Bu dönemde, Ari ırkın kökeninin başka bir devirde dünyaya ve yıldızlara hakim olan üstün insanların yaşadığı döneme dayandığı inancı iyice yerleşmişti. Horbiger öğretisinin cevaplamaya çalıştığı üç temel sorun vardı; Neyzi, nereden geliyoruz ve nereye gidiyoruz? Horbiger' in teorileri özet olarak şu şekildedir; "Yıldızlar buz yığınlarıdır. Bu güne kadar bir kaç tane Ay, Dünya' ya çarpmıştır. Şİmdiki Ay' da Dünya' ya düşecektir. İnsanlığın bütün geçmişi buz ve ateş arasındaki savaşla açıklanabilir. İnsan büyük bir değişimin eşiğindedir ve tanrısal nitelikler kazanmak üzeredir. Bu yeni insanın birkaç örneği dünyada yaşamaktadır. Bunlar zaman ve mekan sınırlarının ötelerinden gelmiş olabilirler. Dünyanın sahibi ya da korkunun kralı doğuda, gizli bir şehirde hüküm sürmektedir. Onunla kontaklar kurmak mümkündür. Onunla anlaşmaya varanlar Dünya' nın görünümünü değiştirecektir ve insanlığa anlam kazandıracaklardir."
Devlerin Yaşadığı Çağlar
Horbiger' e göre, günümüzdeki Ay, Dünya' nın dördüncü uydusudur. Tarih boyunca üç Ay daha vardır. Bunlar sırasıyla Dünya' ya düşmüşlerdir. Ama bu seferki, öncekilerinden çok daha büyük olduğu için çok daha büyük felakerlere yol açacaktır. Dünya' da dört büyük jeolojik dönem yaşanmıştır. Çünkü geçmişte dört uydu vardı. Bugün dördüncü zamandayız. Bir Ay Dünya' ya düştüğünde ilk parçalanmadan oluşan halka Dünya' ya düşüp, yer kaabuğunu örter. Bu da her şeyi fosilleştirir. Normal dönemlerde gömülen organizmalar fosilleşemezler, sadece çürürler. Ancak bir ay' ın düştüğü zamanlarda fosilleşme olabilir. İşte bu yüzden jeolojik zamanları ayırdedebiliriz. Bir uydu yakşaldığı zaman birkaç bin yıl boyunca Dünya' ya çok yakı bir yörüngede olur ve yerçekimi çok azalır. Yaratıkların büyüklüğünü belirleyen şey çekim gücüdür. Bu yüzden, uydunun yakın olduğu dönemler, devleşme dönemleridir. Birinci jeolojik dönemde büyük bitkiler ve böcekler, ikinci dönemin sonunda Dinozorlar oluşmuştur. Ani değişimler olmamaktadır, çünkü kozmik ışınlar çok güçlüdür. Daha sonra ise dev insanlar oluşur. Tevrat' ın Tekvin bölümü devlerin dokuzyüz yıl yaşadıklarını anlatır. Bunun sebebi ağırlığın olmamasından dolayı organizmanın geç yaşlanmasıdır. İkinci dönemin sonundaki felaketten ancak birkaç tür hayatta kalır ve bunlar giderek küçülürler. Üçüncü zaman Ay' ı yörüngeye girdiği zaman daha akıllı bize göre normal insanlar türerler. Gerçek atalarımız bunlardır. Bununla beraber atalarımızla beraber eski devler de hala yaşamaktaydılar. Atalarımıza uygarlığı öğretenler bunlar. Devler insanlara tarım, madencilik, sanat, bilim, metafizik bilgileri öğrettiler. Bu dönem Altın Çağ olarak bilinen dönemdir. Bu dönem çeşitli mitolojilerdeki devler ve tanrıları, Mezopotamya' nın dev krallıklarını açıklar.
Tiahuanaco Kapısı
Ve sonra üçüncü dönem Ay' ı da yaklaşır, çekime kapılan sular yükselir. İnsanlar ve devler en yüksek tepelere çekilirler ve bazı merkezler oluştururlar. Horbiger ve takipçileri buraları Atlantis olarak nitelendirirler. Horbiger' in İngiliz taraftarı Bellamy, Güney Amerika' da, And Dağları' nda 4000 metre yükseklikle, 700 Km. uzunlukta bir bölgede deniz tortuları bulunur. Bunlardan da üçüncü zamanın sonunda ortaya kadar yükseldiği sonucu çıkartılır. O dönemin uygarlık merkezlerinden biri Titicaca gölü yakınlarındaki Tiahuanaco' yu. Bu kentin kalıntıları yüzbinlerce yıl öncesinden kalmadır. Daha sonraki uygarlıkların hiç birine benzemez. Horbigercilere göre orada devlerinizleri açıkça bellidir. Gene Horbiger' in taraftarlarından olan Alman arkeolog Kiss 1928 ile 1937 yılları arasında Tiahuanaco' da bit kapı incelemiştir. Kapının en az yüzbin yıl öncesine ait olması gerekiyordu. 10 ton ağırlığındaki kapının süslemelerinin üçüncü zaman astronomları tarafından yapılmış bir takvim olduğu ileri sürülmektedir. Bu süslemelerde Ay' ın görünür ve gerçek hareketleri, Dünya' nın da dönüşü göz önüne alınarak işlenmiştir. Bundan çıkan sonuç ta Tiahuanaco' nun üçüncü zaman sonunda devler tarafından kurulan bir deniz uygarlığı olduğudur. Tiahuanaco, aynı tipteki beş merkezden biridir. Orada aynı zamanda da büyük bir liman ve rıhtım kalıntıları da bulunmuştur. Diğer merkezlerin Yeni Gine, Meksika, Habeşistan ve Tibet' te olduğu anlatılır. Devler, üçüncü Ay' ın da yörüngesinin daraldığını ve zamanı gelince düşeceğini biliyorlardı. Sular alçalacak ve beş büyük merkez ortada kalacaktı. Meksika' da Toltekler, Dünya' nın geçmişini, Horbiger' in görüşüne göre açıklayan yazıtlar bırakmışlardır. Günümüzden 150.000 yıl sonra devler de uygarlıklarını kaybederler. Yönettikleri insanlar eski vahşi hallerine dönerler. Horbiger, Dünya' nın 138.000 yıl boyunca Ay' sız kaldığınnı hesaplar. Ay' sız dönemlerde cüceler v bazı önemsiz, küçük hayvanlar türer ve son kalan devler bir krallık kurarlar. Bu krallık 10' K ile 60' K enlemleri arasındaki bir düzlüğe yerleşir ve İkinci Altantis kurulur. And Dağları' ndaki Atlantis ve çok sonra kurulan Kuzey Atlantik' teki ikinci Atlantis' tir ve Platon' un bahsettiği Atlantis ikinci Atlantis' tir. 12.000 yıl önce günümüzün Ay' ı, Dünya' nın yörüngesine girer. Yeni felaketler olur, denizler kabarır, Buzul Çağı başlar ve Atlantis batar. Bu da kutsal kitaplarda anlatılan Tufan ve kıyamet olayıdır.
Rampa Kimdi? Crowley, Dee ve Kelly Üçgeni
1957' de İngiltere' de Horbigercilerin destekleyen bir kitap yayınladı. "Üçüncü Göz". Kitabı yazan bir Avrupalıydı fakat kendisinin Tibet' li bir Lama ve isminin Lobsang Rampa olduğunu iddia ediyordu. Rampa "İkinci Beden" isimli kitabında da çok detaylı bir şekilde anlattığı gibi hayattan bezmiş bir Avrupalı ile Astral planda beden değiştirdiğini iddia ediyordu. Bir çok kişi Rampa' nın Hitler tarafından Tibet' e gönderilen Almanlardan biri olduğunu ve savaştan sonra orada kalıp, uzun süre sonra geri döndüğünü düşündü. İngiliz gazeteleri Rampa' nnın kimliğini araştırdılar fakat resmi istihbarat servisleri bile hiçbir şey bulamadılar. Rampa ya iddia etiği gibi gerçek bir Lama idi ya da kendisine aktarılmış olan bazı şeyyleri anlatıyor ve bu şekilde Horbigerci veya Nasyonal tezleri dile getiriyordu. Şurası kesindir ki, Rampaa' nın açıklamaları Tibet konusunda uzman olan kimseler tarafından hiç bir zaman yalanlanmamıştır. Rampa, "Üçüncü Göz" de yeraltındaki derin mahzenlerde gördüğü bazı şeyleri anlatır. Üç tane tabut ve içlerinde altınla kaplı üç ceset. Cesetlerin boyları üç ve beş metre arasında değişmekte, kafaları tepeye doğru konikleşmektedir. Yani geniş tarafı yukarıda olan bir koni gibidir. Beyinleri geniş, cesetlerin ağızları ince ve küçük, çeneleri sivridir. Tabutlardan birisinin kapağına garip bir yıldız haritası çizilmiştir. Rampa' nın tarifi Aleister Crowley tarafından kontak kurulan ve resmi çizilen ruhsal varlık Lama' ya benzediği kadar Elizabeth devrinin saray majisyeni Dr. John Dee ve asistanı Edward Kelly tarafından kontak kurulan varlıklara da benzemektedir. Bu varlıklar Dee' ye Enochian dilini ve alfabesini öğretirler. Bu dil Golden Dawn tarafından geniş ölçüde kullanılmıştır ve hala da majikal orderler arasında geçerlidir. Son yıllarda bir de Enochian sözlük yayınlanmıştır. Rampa tarafından anlatılan cesetler yapı olarak bizim kat çalışmalarımız sırasında karşılaştığımız Işık Varlıkları' na da benzemektedir. Rampa' nın anlattığı haritanın bir benzeri Himalayaların eteklerindeki bir mağarada bulunmuştur. Bu haritanın 13.000 yıl önce yapıldığı uzmanlar tarafından tesbit edilmiştir ve harita 1925' te National Geographic Dergisi' nde yayınlanmıştır. Rampa mahzende gördükleri hakkında şunları söyler: "Binlerce yıl önce günler daha kısa ve sıcaktı. İnsanlar daha fazla bilgiye sahiptiler. Dış uzaydan gelen bir gök cismi Dünya' ya çarptı ve her yeri sular basınca Tibet sıcak bir deniz ülkesi olmaktan çıktı." 1953' te yapılan bir araştırmaya göre Horbiger' in Almanya ve İngiltere' de çok fazla izleyicisi vardır. Sadece ABD' de bir milyondan fazla Horbigerci vardır. Londra' da ise H. S. Bellamy önemli sayıda taraftara sahiptir.
Yine Kapadokya
Şimdi gene Kapadokya ve yeraltı şehirlerine dönersek, buradaki şehirlerin aslında birbirinden farklı şehirler değil de tek bir şehrin farklı çıkışları olduklarını da düşünebiliriz. Kapadokya bölgesinde Hıristiyanlığın ilk çağlarında, Bizans ve Roma dönemlerinde yapıldıklarına şüphe duyulmayacak birçok kaya mezarı ve kilisesi de vardır fakat yeraltı şehirleri bir başkadır. Bazı Arkeolog ve tarihçiler yeraltı şehirlerinin ilk Hıristiyanlar tarafından korunma amacıyla kazıldığını iddia ederleken, bazı uzmanlar bu şehirlerin çok daha eski dönemlerden kalma olduklarını, ilk Hıristiyabların bunlara sonradan yerleştiklerini ya da buralarda yaşayan kimselerin Hıristiyanlığı benimsediklerini ileri sürerler. Bizce bu ikinci tez çok daha geçerlidir. Her şeyden önce Büyük İskender dönemi tarihçileri bu bölgende bulunan devasa yeraltı şehirlerinden bahsederler ki, o döneemde İsa henüz doğmamıştır. Bu noktada, Mazıköy yeraltı şehirlerinden de biraz bahsetmek gerekir. Yukarıda da bahsedildiği gibi Kaymaklı ile 12-15 Km' lik bir tünelle bağlanmış olan Mazıköy yeraltı şehri, diğer yeraltı şehirlerine göre daha değişik bir yapıdadır. Diğer şehirler aşağıya doğru ilerleyip, genişlerken Mazıköy yeraltı şehri hem aşağıya, hem yukarıya giden bir şehirdir. Büyük bir kayanın ya da dağın altında kazılmıştır. Şehir zeminden aşağıya toprak altına ve yukarıya kayanın içine doğru ilerler. Üzerindeki koca kaya parçası adeta dev bir apartman gibidir. Mazıköy yeraltı şehri birçok açıdan Kaymaklı ve Derinkuyu' dan daha modern bir yerdir. Daha çağdaş yaşam şartlarına sahiptir. Roma dönneminden kaldığı iddia edilir. Şehir ilk defa köylüler tarafından imece usulü ile çalışılarak açılmıştır. Esas girişinin neresi olduğu göçükler yüzünden belli değildir. Bugün, köylüler tarafından açılmış olan girişlerden girilerek açılmış ve aydınlatılmış olan kısımlar gezilebilir. Köylüler zemini ve iki üst katı açtıktan sonra, aşağıya doğru kazarken bazı tarihi eşyalar bulurlar ve bunun üzerine ilgili bakanlık köylülerin kazılarını durdurur. Bir, iki arkeolog gelir, şöyle bir bakarlar ve uygun bir zamanda devam etmek üzere kazılar durdurulur.
Tarih Öncesi Kalan Fosil
Mazıköy yeraltı şehirlerinin sadece kazıların durdurulduğu güne kadar açılabilen kısımları ziyarete açıktır. Geri kalan aşağı ve yukarı doğru olan katlar toprakla doludur. Mazıköy' den bu kadar bahsetmemizin sebebi ise Bizans dönemline ait olduğu söylenen bu yeraltı şehrinde, zeminin altındaki kısımlarda bulunan bir ilk çağ hayvanı fosilidir. Ne olduğu anlaşılamayan, sadece pre-historik dönemlere ait olduğu anlaşılan, büyük ve yırtıcı bir hayvana ait olan bu fosil de incelenmek üzere Ankara' ya götürülmüştür. Bugün ise, fosilin akibeti bilinmemektedir. Roma dönemine ait olduğu iddia edilen bir yerde de böyle bir fosilin bulunması oldukça anlamsızdır. Bu durumda Mazıköy yeraltı şehrinin de Kaymaklı ve Derinkuyu gibi, çok çok eski çağlardan kalarak sonraki dönemlerde Bizanslılar tarafından kullanılmış olması akla yakındır. Bizanslılar olsa olsa yukarıya doğru olan kayanın içindeki kısımları kazmış olabilirler. Derinkuyu, Kaymaklı ve Mazıköy gibi yeraltı şehirlerinin Hıristiyanlıktan çok daha eski olduklarını hatta Atlantis ve Mu dönemlerinin kalıntıları ya da Agartha ve Şamballah' ın devamı olup, olmadıklarını düşünürken bu şehirde daha sonraki dönemlerde, iddia edildiği gibi ilkel kazma araçları ile açılan bir sürü odanın da olduğunu unutmamız gerekir fakat esas ileri bir teknoloji ile çok daha eski dönemlerde yapılmış olabilir. Bu şehirlerin hepsinin etrafındaki toprağın son derece verimli bir arazi olması da dikkat çekicidir. Sadece ziyarete açık olan bölümlerin kazılmasında bile binlerce metreküp kaya parçası çıkar. Ziyarete açık olan bölümlerin de bugünkü arkeologlar tarafından bilinen yerlerin yaklaşık olarak onda biri kadar olduğunu düşünürsek, buraların kazılmasından çıkacak olan kaya parçalarının miktarı yapay bir dağ oluşturmaya yeteceğini kolayca görebiliriz. Bölgede ise yığma kaya ve topraktan oluşan değil böyle bir dağ, küçük bir tepe bile yoktur. Arazinin verimli toprak olması, döküntünün çevreye dağıtılmış olması fikrini de çürütmektedir.
Onların Etkileri Hala Aramızda
Şimdi akla şu soru gelmektedir. Buralardan çıkan atık kayalara ne oldu? Bunun en akılcı cevabı tünellerin, günümüzdekinden çok daha ileri bir teknoloji ile açılmış olmasıdır. Burada, yazımızın Daniken' le ilgili bölümünde söz edilen ısı matkaplarını düşünelim. Bize göre Derinkuyu, Kaymaklı, Mazıköy ve çevredeki diğer yeraltı şehirleri bir bütünün parçaları olabilirler. Agartha, Şamballah ve Himalayalar' daki efsanevi yeraltı uygalıkları ile bağlantılar var mıdır yok mudur bilemeyiz? Fakat göründüklerinden çok daha derine inenler ve çok daha büyük bir bölgeyi kaplarlar. Zannedilenden çok daha eski dönemlere aittirler ve ileri bir teknoloji ile açılmışlardır. Bazı iddialara göre bu yeraltı tesisleri dünya yakınlarından geçen uzay araçları için yapılmış olan ikmal merkezleri, konaklama noktalarıdır ve artık kullanılmadıkları için de bilerek toprak ve kaya ile doldurulmuşlardır. Kapadokya' nın bazı noktalarında ve özellikle Derinkuyu' da günümüze kadar gelen yoğun pisişik etkiler de vardır.
Kaynak: http://hantengri.blogspot.com.tr/2008/07/mu-uygarlii-ve-naacaller-batk-mu-ktas.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder