CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR
Yunan Mezalimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yunan Mezalimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

KURTULUŞ SAVAŞI DÖNEMİNDE YUNAN MEZALİMİ

Biz, Türk Milleti olarak geçmişimizi unutmayacağız. Araştıracağız. Okuyacağız. Anlatacağız. Dinleyeceğiz. Haykıracağız. Yeni bir Türk soykırımı yaşanmasın diye tarihten ders çıkaracağız.
Her ne kadar Atatürk ve Silah arkadaşlarının yaptıkları unutturulmaya çalışılsa da, Atatürk gibi düşünerek hafızaları hep taze tutacağız.





Yunanlılar İzmir’i işgal ettiğinde gerekçeleri Rumlara Türklerin zulmettiğiydi. Böyle bir durum hiç yaşanmadığı gibi, aksine işgalle birlikte Türk insanı genç yaşlı kadın erkek denilmeden sistemli bir katliama tabi tutuldu. Bunun basit bir nedeni vardı. Bütün Ege ve Marmara’yı Türksüzleştirmek. Ancak işleri kolay değildi. O dönem Yunanlıların sözde medeniyetlerinin beşiği kabul ettikleri Ege ve Marmara’da Türk nüfus %80’den fazlaydı.

5-6 milyon Türk, hiçbir sistemli katliamla kısa sürede yok edilemezdi. Yunanlılar bu yüzden 1821’deki Mora isyanının başından 1912-13 Balkan Savaşlarına kadar geçen sürede Osmanlı’dan kopardıkları bütün topraklarda yaptıkları planı uygulamaya koydular: Öldürmek, türlü katliam ve vahşetle halkı sindirmek ve Türk nüfusu kaçırmak.

Balkanlar'daki Türk insanının kaçabilecek bir Anadolu'su vardı. Peki Ege köylüsü nereye kaçabilecekti ki? Tabii bu sefer Türk milletinin önemli bir şansı da Mustafa Kemal Paşa gibi bir liderin çıkıp direniş çağrısında bulunmuş olmasıydı.

Yaşanan bütün bu katliamlara karşın, Mustafa Kemal'in başlattığı direnişten de umutlanarak ve güç kazanarak, Türk insanı yerini yurdunu terk etmedi. Öldürülmeyi, katledilmeyi, insanlık dışı baskı ve işkenceleri göze aldı, ama Yunan ordusundan kaçmadı. Aksine dağlara çekilerek Kuvayı Milliye'nin ilk tohumlarını attı. Direnişi filizlendirdi...

Böylece Balkanlar'ı Türksüzleştirmiş Yunanlar, aynı senaryoyu Trakya, Ege ve Marmara'da gerçekleştiremediler. Ve 9 Eylül 1922'de İzmir kurtarıldı. İzmir'le birlikte milyonlarca Türk evladı da vatansız kalmaktan kurtulmuş oldu.

Hasan İzzettin Dinamo'nun 3 ciltlik efsanevi eseri Kutsal İsyan, İzmir'in kurtuluşuyla sona erer. Bir diğer destansı kitabı Kutsal Barış ise buradan devam eder.

İnsan, Kutsal Barış'ı eline aldığında bir zafer romanı okuyacağını düşünür. Sonuçta Kurtuluş Savaşı kazanılmış, İzmir kurtarılmıştır. Kuvayı Milliye başarılı olmuştur. Lozan ve ardından da Cumhuriyet'in kuruluşuyla Türk yükselişi başlayacaktır. Ancak Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal Barış'a Yunan işgali sırasında yaşanan zulmü anlatarak başlar. Böylece "Barış"ın bedelini gösterir okura...

“Yunanvandalizmindegenellikle kullanılan işkence yöntemleri şöyle özetlenebilir: Tırnak sökmek, un çuvalına sokarak dövmek, çuvala koyup suya atarak boğmak, ağaca asarak kasap gibi parça parça etmek; diri diri kendilerine kazdırılan çukura gömmek; gözleri oymak, kulak kesmek, kol bacak kesmek, camiye doldurup yakmak, evlerde soygun, silahı kurbanın eline verip kendi kendini öldürtmek; dağa kaldırmak, ırza geçmek, kadın memelerinden kebap yapmak, kadınlara zorla kesilmiş erkek cinsel organlarını çiğnetmek, çocukların ana-babalarına zorla tecavüz ettirilmesi, kurşuna dizmek, kadınların edep yerlerine bomba koyup patlatmak; Kur'an'a tecavüz, kızgın demirlerle dağlamak, boğaza, kulağa, gözlere erimiş kurşun dökmek, tabanları yarıp tuz basarak yürütmek, tabanlara nal çakmak, vb.”

Bu alıntı işte o kitaptandır. Birkaç alıntıyla daha bu zulmün ayrıntılarını öğrenelim:

"Ağva kazasının Çanaklı köyüne yirmi Yunan askeri girdi, köyün birçok erkeğini kurşunladı; kadınları bir araya toplayıp anadan doğma soydu, çırılçıplak kadınların kocaları da onların gözleri önünde bir yandan sürüklenerek öldürülüyordu. Köyde sağ kalan bütün erkekler meydana toplattırıldı. Evler yağmalandı. Kadınlara, kızlara usa gelmeyecek biçimlerde saldırıldı; sonra, kulaklarındaki küpeler, kulakları, bilezikler, bilekleri, yüzükleri, parmakları kesilerek alındı. Islatılmış çuvallara sokulan erkekler, kalın odunlarla dövüldü, sonra ayaklarının tabanları kasatura ile yarılarak tuz basıldı, böylece yürümeye zorlandılar."

"Halkı korkudan kaçıp gitmiş olan Ötükler köyü, baştanbaşa ateşe verilmişti. Peşkeş Hacı İsmail köyü yerli Rumlarca yakılmıştı. Karadere köyünde altı köylü bir iple bağlanarak sokağa yatırılmış, koyun gibi kesilmişti. Bütün bu köylerin kadınları, kızları saldırıya uğramıştı. İmranlar köyünün bütün kadınları ırzlarına geçilmek üzere bir eve tıkılmış, içlerinde namusunu korumak uğruna davrananlar, öbürlerinin gözleri önünde doğranmış, parçalanmıştı. Tekkeler köyünde on beş genç kız bacaklarından ağaçlara asılmış, türlü işkencelerden, vahşiliklerden sonra öldürülmüştü. Küçükaşağı, Büyükaşağı, Bucaklı köylerinden erkekler ağaçlara asılıp ölesiye kırbaçlanmışlar, çoluk çocuklarının gözleri önünde erkeklik organları kesilerek birbirlerine çiğnettirilmiş, daha sonra hepsi öldürülmüştü."

"İki makineli tüfekli dokuz Yunan eri, Karamandıra köyüne girmiş, halktan iki bin altın istemişti. Bu parayı köyün ağası Hacı Mustafa'nın toplayıp getirmesini isteyen erler, onun direnmesine kızarak sakallarını tutuşturmuşlardı. Kafası kızarak çılgına dönen Hacı Mustafa, Yunanlılara büsbütün karşı durmuş, bunun üzerine adamcağızı kurşunla deliş deşik etmişler, sonra da hınçlarını alamayarak onun karısına kızına saldırmışlardı. Kızın ırzına geçmişler, sonra boynundan bağladıkları bir ipi ahırdaki atın kuyruğuna bağlayarak hayvanı süngüyle dürtüp yaralamışlar, hayvan can korkusuyla kaçıp giderken kızcağızı parça parça etmişti."

"Safvetiye köyüne giren on dokuz Yunan askeri, silah aramak bahanesiyle herkesi dışarı çıkararak evlere girmişler, yükte hafif, pahada ağır ne buldularsa yağmaladıktan sonra Kur'an-ı Kerim'in yapraklarına pislemiş, bunu da köylülere yalatmışlardı."

"Yunanlılar, Çınarcıklı delikanlıları anneleriyle yatmaya zorlamışlarsa da buna hiçbir oğul yanaşmamış, bunu yapmadığı için de süngülenerek öldürülmeyi yeğ görmüşlerdi. Askerler, ateşe verilen evlerin alevlerinde süngülerini geçirdikleri bebekleri kuzu gibi kızartmaya çalışmışlardı, Genç kızların memelerini keserek kebap etmişlerdi. Kundaktaki çocuklar, analarının süngüyle, bıçakla yarılan karınlarına gömülmüş, kimisi de ayrıca süngülenmişti." Sayfalar böyle devam ediyor...

Yunanların 1919 yılı 15 Mayıs'ında İzmir'i işgal etmelerinin ardından başlattıkları sistemli katliam İzmir'de Yunan askerinin denize dökülmesiyle bitmemiş, Bütün Trakya ve Güney Marmara kurtarılana kadar devam etmiştir.

JustinMcCarthy namuslu bir tarihçi. ABD'li bilim adamı. "Ölüm ve Sürgün" isimli önemli eserinde Türklerin Balkanlar'dan Kafkaslar'a geniş bir coğrafyada yaşadığı soykırımı anlatır. Bu önemli eserde 1919-22 yılları arasında yaşanan vahşetin boyutları açıkça bulunabilir.

McCarthy, sadece 15 Mayıs 1919'da, yani İzmir'e ilk Yunan askeri çıktığı ilk gün birkaç saat içinde 700-800 Türk'ün öldürüldüğünü anlatır. Ve İzmir'in ardından işgal edilen Aydın, Denizli, Manisa, Uşak, Kütahya, Bursa gibi şehirlerde köylere kadar varan sistemli katliamın rakamlarını verir. Üstelik tamamen Batılı devlet adamlarının ve tarihçilerinin anlatım ve yazdıklarından yola çıkarak. Asıl büyük katliam ve vahşet ise, Sakarya Savaşı'ndan sonra geri çekilmeye başlayan Yunan ordusu tarafından gerçekleştirilmiştir. İngiliz askeri kaynakları bu durumu şöyle analiz eder:

"Geri çekiliş, ustalıkla ve düzenli biçimde gerçekleştirildi. Yunanlılar boşalttıkları ülke bölümünde tam bir yakıp yıkma, yok etme etkinliği yürüttüler, bütün köyleri yaktılar ve demiryolunu da tümüyle tahrip ettiler."

Amerikan Konsolosu Park ise, her ne kadar Yunan hayranı ve Türk düşmanı da olsa, tanık olduğu vahşet karşısında şaşkınlığa düşmüştür:

"Manisa hemen hemen tümüyle yok olmuştur. 10.300 ev, 15 cami, 2 hamam, 2.278 dükkan, 19 otel, 26 villa...

Bize anlatıldığına göre Turgutlu 40.000 nüfuslu bir kent idi ve bunun 3.000'i gayrimüslimlerden oluşuyordu. Bu 37.000 Türk'ten şimdi canlı kalanları saymağa kalksanız yalnız 6.000 kişi sayabilirsiniz. Kenti oluşturan 2.000 yapıdan yalnızca 200'ü ayakta kalmıştır.

Adı verilen dört kentin her birinde yakılıp yıkılmış evlerin yüzde oranı şöyle idi: Manisa %90, Turgutlu %90, Alaşehir %70, Salihli %65"

McCarthy bu rakamlara ek olarak Aydın, Nazilli, Orhangazi (Bursa), Bilecik, Söğüt, Gediz'deki yapıların tümünün, İznik'ten Eskişehir'e çok geniş bir alanda ise yapıların çoğunun yakılıp yıkıldığını anlatır.

Yunan zulmü, İngiltere Parlamentosu'nda bile eleştiri konusu olur. Parlamento üyesi AubreyHerbert Yunanlıları destekleyen İngiliz Hükümetine Yalova'nın 7.000 kişilik Türk nüfusundan 5.000'in öldürüldüğünün doğru olup olmadığını bir soru önergesiyle sorar. Hükümet Sözcüsü Chamberlain ise "elinde ayrıntılı sayılar bulunmadığını söyler, ancak ‘ağır ölçüde aşırı davranışların' yapıldığını kabul eder."

Ünlü tarihçi Arnold Toynbee de o dönem Yunan zulmünü incelemekle görevlendirilen uluslararası komisyonun üyesi bir gazeteci olarak şunu aktarır:

"Aydın vilayetinin Karatepe köyü, Yunanlı/Rumlarca hem Yunan askerlerince hem de çeteci yerli Rumlarca, kuşatıldı. Bütün köy ahalisi camiye dolduruldu, sonra cami ateşe verildi. Camiden kaçabilen birkaç kişi kurşunlanarak öldürüldü. Bütün taşınabilir mallar ve hayvanlar çalındı."

Ve McCarthy son olarak 1919-1922 yılları arasında Batı Anadolu'da Yunanlılar tarafından öldürülen Türk sayısını 640.000 olarak hesaplıyor. Yunan işgali altındaki bölgenin o dönem toplam nüfusu yaklaşık 5 milyondu. Kısacası katliamın bilançosu son derece ağırdır. Yunanlılar işgal ettikleri bölge nüfusunun %10'undan fazlasını 2-3 yıl gibi kısa bir süre içinde katletmiştir.

9 Eylül 1922'de İzmir kurtarıldı. İzmir'le birlikte milyonlarca Türk evladı da vatansız kalmaktan kurtulmuş oldu.Maalesef 1919-1922 yılları arasında Yunan'ın yaptığı zulüm çok fazla bilinmez. Ancak Atatürkçü Düşünce Derneği olarak diyoruz ki: Her ne kadar Atatürk ve Silah arkadaşlarının yaptıkları unutturulmaya çalışılsa da; Biz,Türk Milleti olarak geçmişimizi unutmayacağız. Araştıracağız... Okuyacağız... Anlatacağız... Dinleyeceğiz... Haykıracağız... Yeni bir Türk soykırımı yaşanmasın diye tarihten ders çıkaracağız.

Celil ÖZCAN
 Kaynak: http://bit.ly/2IoX2nB

SAKARYA ZAFERİ KUTLU OLSUN

CUMHURİYET TARİHİMİZDE 13 EYLÜL 1921

Sakarya zaferine doğru son dört gün..

İnisiyatifi ele alan Türk ordusu sabahleyin karşı saldırıya geçti. Mustafa Kemal Paşa, Fevzi ve İsmet paşalarla Albay Kâzım Bey, Zafertepe’de harekâtı izliyorlar. Mangaltepe çarpışmasız ele geçirildi.

Yunan ordusu Başkumandanı Sakarya’nın batısına çekilme emri verdi. Savaşın 21. günü… Yunanlılar bütün önemli mevzilerini bırakıyor. Sabah saatleri…Türkler Yunan siperlerini boş buldular. Çok kanlı çarpışmalarla elden çıkmış olan Çal Dağı Türklerin eline geçti. Sakarya’ya hâkim Duatepe,
 Kartaltepe, Beştepeler de zapt edildi. Yunanlılar Sakarya gerisine çekilmeden önce 8 km’lik demiryolunu tahrip ettiler. İnebolu’dan cepheye şenliklerle yeni asker sevk edildi.

Yunanlıların “Ankara’yı ele geçirerek Türk direnişini sona erdirmek” amacıyla 23 Ağustos’ta başlattıkları, 22 gün süren Sakarya Savaşı; Türk ordusunun zaferi ile sonuçlandı. Gün ışıyınca saldırılarına başlayan Türk birlikleri her koldan ilerledi. Yunanlıların çekilmesiyle Bütün Sakarya batısı Türklerin eline geçti. Bakanlar Kurulu Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’ya bir kutlama yazısı gönderdi: “Anafartalar kahramanının genç başı üstünde sonsuza kadar sönmeyecek olan bir Sakarya güneşi parladı.”

Resmî bir bildiri ile Türk zaferi ilan edildi. Yurdun her yanında şenlikler yapılıyor, mevlitler okunuyor, dualar ediliyor, fener alayları düzenleniyor.

Kaynak: Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü IV, TTK yayını.

*
300 yıldır Türklüğün üzerine yürüyen emperyalist düşmanlar Sakarya'da (1921) durduruldu; Dumlupınar'da (1922) ise tepelendi, sürüldü, kovuldu.

Prof. Dr. Cihan Dura


Yunanlıların ilk genel taarruzu

Yunanlılar, 22 Haziran 1920’de Milne (Miln) hattından genel taarruza geçtiler. Kuvvetleri altı tümene çıkmış bulunuyordu. Üç tümenle iki koldan, Akhisar – Soma yönünden; iki tümenle Salihli yönünden; bir tümenle de Aydın cephesinden taarruz ettiler. Düşmanın kuzey kolu, 30 Haziran 1920’de Balıkesir’e girdi ve süvarileri 2 Temmuz 1920’de Kirmastı ve Karacabey’i işgal etti. Bu düşman karşısında bulunan 61’nci ve 56’ncı Tümenlerimiz, Ulubat köprüsünü tahrip ederek Bursa’ya doğru çekildi.

Düşman takibe devam ederek Bursa’yı da işgal etti ve ileri hatlarını Dünboz – Aksu hattına kadar sürdü. Bunun karşısındaki kuvvetlerimiz fazla sarsıldı. Eskişehir’e kadar çekildi. Bu savaşlar sırasında İngilizler, 25 Haziran 1920’de Mudanya’ya ve 2 Temmuz 1920’de de Bandırma’ya birer müfreze çıkardılar.

Salihli yönünde doğuya ilerleyen iki Yunan tümeni de, 24 Haziranda Alaşehir’e girdi. Daha sonra ilerleyerek 29 Ağustosta Uşak’ı zaptetti ve Dumlupınar sırtları elimizde kalmak üzere, bu bölgeye kadar ilerledi. Bu düşman karşısında bulunan 23’üncü Tümen ve millî kuvvetlerimiz çok kayıp verdi ve zayıfladı.

Aydın’dan ilerleyen bir Yunan kolu da, Nazilli’ye kadar geldi.Bu harekât sırasında, tümenlerimizin kuru birer kadro halinde olduklarını, harp malzemelerinin bulunmadığını ve henüz takviyelerine de imkân olmadığını bilirsiniz.

Efendiler, bizzat Eskişehir’e ve oradan da ileri bölgelere gittim. Gerek orada gerek başka bölgelerde bulunan kuvvetlerimizin düzene sokulmasını emrettim. Yeniden, düşman karşısında, düzenli komutaya bağlı cepheler kurulmasını sağladım.

(güncelleme) Atatürk'ün Bu Görüntüleri İlk Kez Yayınlanıyor AMERİKAN ARŞİVİNDEN ÇIKAN GÖRÜNTÜLER


Atatürk'ün bu görüntüleri binlerce kilometre uzakta, Amerika'da ortaya çıktı... İzmir'de Yunan ordusunu denize döken Atatürk ve silah arkadaşlarının kente girerken çekilen video görüntüleri Amerikan arşivlerinden ilk kez ortaya çıktı.

.

GERÇEK GÖRÜNTÜLERLE BÜYÜK TAARRUZ BELGESELİ ve NUTUK'TA BÜYÜK TAARRUZ

Büyük Taarruz...bir milletin en temel hakkının, tam bağımsızlığının bedelini kanla ödediği, ingiliz emperyalizmine ve Yunan zulmüne karşı tek vücut olup direndiği büyük savaş..

Büyük Taarruz, bir halkın millet olma mücadelesinin uyanışının birleşmesinin ayağa kalkıp destanlaşmasının adı.





NUTUK'TA BÜYÜK TAARRUZ

TAARRUZ KARARI

 Gerçekte ordumuz ihtiyaçlarını ve eksiklerini tamamlamak üzere bulunuyordu. Ben, daha Haziran ortalarında taarruza karar vermiştim. Bu kararımı yalnız Cephe Komutanı ile Genelkurmay Başkanı ve Millî Savunma Bakanı biliyorlardı. Bildirdiğim tarihlerde bir geziyi vesile ederek İzmit - Adapazarı yönüne hareket ettiğim zaman, Ankara'da Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleri'yle görüştükten sonra, o zaman Millî Savunma Bakanı bulunan Kazım Paşa Hazretleri'ni Sarıköy istasyonuna kadar birlikte götürerek, oraya davet ettiğim Cephe Komutanı İsmet Paşa Hazretleri'yle birlikte, taarruz için gerekli hazırlıkların sür'atle tamamlanması ile ilgili kararlar aldık.
v Efendiler, artık Büyük Taarruz'dan söz açma sırası geldi. Bilirsiniz ki, Sakarya Meydan Muharebesi'nden sonra, düşman ordusu büyük ve kuvvetli bir grupla Afyonkarahisar - Dumlupınar arasında bulunuyordu. Bir başka kuvvetli grubuyla da Eskişehir bölgesindeydi. Bu iki grup arasında yedek kuvvetleri vardı. Sağ kanadını, Menderes dolaylarında bulundurduğu kuvvetlerle, sol kanadını da İznik Gölü'nün kuzey ve güneyindeki kuvvetleriyle koruyordu. Denilebilir ki, düşman cephesi, Marmara'dan Menderes'e kadar uzanıyordu. Düşman ordusunun teşkilâtı, üç kolordu ve bazı müstakil birliklerin mevcudu da üç tümeni bulmaktaydı. Biz, Batı Cephesi'ndeki kuvvetlerimizi iki ordu halinde teşkilâtlandırmış ve düzenlemiştik. Bundan başka, doğrudan doğruya cepheye bağlı teşkilâtımız da vardı. Bizim bütün birliklerimiz on sekiz tümen idi. Bundan başka üç tümenli bir süvari kolordumuz ve daha zayıf mevcutlu iki süvari tümenimiz vardı. Teşkilâtı biribirinden farklı olan iki düşman ordusu biribiriyle karşılaştırılırsa, her iki tarafın insan ve tüfek kuvvetleri, aşağı yukarı biribirine denk bulunuyordu. Yalnız, Yunan ordusu, dünyanın hür ve kendisini destekleyen sanayiine dayandığı için, makineli tüfek, top, uçak, taşıt, cephâne ve teknik malzeme bakımından daha üstün durumdaydı. Diğer taraftan bizim ordumuz süvari sayısı yönünden daha üstün bulunuyordu.

1'İNCİ ORDU KOMUTANI ALİ İHSAN PAŞA'NIN YARATTIĞI DURUM

Burada, sırası gelmişken bir noktayı belirtmeliyim. Ordularımızdan birinin, 2' nci Ordu'nun komutanı bugün Askerî Şûra üyelerinden olan Şevki Paşa Hazretleri idi. 1' inci Ordumuzun komutasını Malta'dan gelmiş olan İhsan Paşa 'ya vermiştik. İhsan Paşa 'nın, kendisini Divan-ı Harbe kadar götüren yersiz ve davranışlarından dolayı, ordu komutanlığından uzaklaştırılması gerekti. Gerçekten, Ali İhsan Paşa; ordunun disiplinini ve genel yönetimini bir çıkmaza sokacak şekilde hareket etti. Örnek olarak, ordusundaki ast komutanlarda, üst komutanlara karşı itaatsizlik edecek durumlar yarattı.

Söz gelişi, ambarlarının mevcudunu günlerce haber vermeyerek ve haber verdirmeyerek genel yiyecek sıkıntısının çekildiği bir sırada, ansızın ambarlarının boşaldığını ve açlık tehlikesi bulunduğunu bildirdi.

Ast komutanları, üstlerine karşı itaatsizliğe ve görevlerini yapmamaya kışkırtma ve bu davranışları destekleme gibi tutumları yanında, ordunun emirlere uyma ve görev duygusuyla oynayacak kadar entrikacı bir yaratılışta olduğu kanaatini de uyandırdı.

Ali İhsan Paşa 'nın bilinen, kendisine has özelliklerinden başlıcaları şunlardı :

En küçük birliklere kadar bütün ordusuna, önemli önemsiz her işin ve her kararın ancak kendisi tarafından verileceğini telkin ederek bütün ordusunda yalnız kendisinin kudret sahibi olduğunu zannettirmek. Büyüklerinden daha üstün olduğunu herkese ispatlamak düşüncesine kapılmak. Gerek resmî iş gerek özel davranış bakımından büyüklerinin itibarlarını düşürmeye çalışmak. Savaş açısından tedbirde yerindelik ve sinirde sağlamlık yönleriyle kendisini deneme fırsatı bulunmamış olmakla birlikte, bu hususta anlaşılan karakteri şuydu :

Herhangi bir başarısızlığı mutlaka astına veya üstüne yükleme yolunu her zaman düşünmesi. İhsan Paşa, yumuşak ve nazik davranışlardan çok, sert ve resmi davranışla iş yaptırmayı gerekli bulur.

Ali İhsan Paşa 'nın huyu ve ahlâkı konusunda, kendisinin kurmay başkanı iken çekilmek zorunda kalan Yarbay Halit Bey'in (Sonradan Kastamonu Milletvekili olmuştur) Batı Cephesi Komutanlığı'na verdiği 20 Ocak 1922 tarihli resmî bir raporunun bazı bölümlerini olduğu gibi bilginize sunacağım. Halit Bey, Birinci Dünya Savaşı'nda, Irak'ta da Ali İhsan Paşa ile birlikte bulunmuştu. Sözünü ettiğim raporda şu cümleler vardır :
" ----------------------------------------------------------

Komutanım Ali İhsan Paşa 'nın geldiği günden beri ast komutanların haysiyetini ve görev yapma isteğini kıracak davranışlar içinde bulunması ve yapılan yazışmalardan anlaşılmış olacağı üzere Cephe Komutanlığı'na karşı astlara hissettirecek derecede yakışıksız bir haberleşme kapısı açması, benlik kokusu hissedilen düşünce yarışına girişmesi, dünyanın değer verdiği ve saygı duyduğu cephe karargâhının nüfuzunu azaltmak istediğini anlatır bir davranış tarzını benimsemiş olması, beni ciddî olarak düşündürdü ve üzdü. Davranışlarını elimden geldiği kadar değiştirmeye çalıştım. Fakat yine büyük bir fark göremedim.
.-----------------------------------------------------------

Aklında yer etmiş bencillik hastalığı, ün yapma hırsı, aşırı kıskançlık ve sonsuz bir bencilliığin etkisiyle baş olmak istediği, davranışlarından ve ast komutanlar yaninda söyledigi biribirine düşürücü sözlerden anlaşılıyordu. 11' nci Tûmen Komutanı istifamı işittikten sonra, bana gizli bir konuşmada :

Ali İhsan Paşa ' nın Malta'da iken kurtulması için Ferit Paşa ' ya mektuplar yazdığını ve İngiliz mandasını kabul etmek için kendi karşısında saatlerce açıktan açığa konuşmalar ve tartışmalar yaptığını söyledi. Ali İhsan Paşa 'nın davranışlarına bakarak, bu sözleri dikkat çekici buldum.." Astlardan gelen bazı evrakı cepheye, cepheden geleni astlara olduğu gibi göndererek karşılıklı güven duygularmı sarsma şeklindeki davranışlan da ayrıca dikkati çekmektedir. Söz gelişi : Şeyhelvan dağının düşman eline geçişi ile ilgili yazışmaların olduğu gibi 2 nci Kolordu'ya, 5 inci Kolordu'dan yazılan bazı raporların da aynen cepheye yazılması gibi. Buna rağmen, söz konusu olayın sorumluluğunu 5' inci Kolordu Komutanı'na yüklemesi ve kendisinden cepheye şikâyette bulunması âmirlik niteliği ile bağdaştırılamaz, Tevhid-i Efkâr gazetesinde yayınlattığı hâtıraları arasında, Ateşkes Anlaşması tarihinden bir gün önce, Musul güneyinde, Şarkat'ta esir olan Dicle Grubu nun esirlik sebebini yalnız o zaman grup komutanı olan (Şimdi Doğu Cephesi nde Tümen Komutanı imiş) Yarbay İsmail Hakkı Bey' in üzerine atması da bu karakterinin delilidir. Dicle Grubu 7, 9, 43, 18 ve 22 nci Alaylarla Avcı Alayından oluşmuştur. Bunlardan başka ayrıca 5' inci Tümen'den 13 ve 14' üncû Alaylar da parça parça esir verildi. Ateşkes Anlaşması'ndan bir gün önce 13.000 kişinin esir verilmesi, 50 kadar topun kaybı, gerçekte kendisinin şartlara ve duruma uygun olmayarak verdiği bir emir yüzündendir. İşte bu durum Musul ilinin kaybedilmesine yol açtı, Halbuki, ateşkes anlaşması yapılacağı belliydi. Gruba, Keyare mevziine çekilmek için direktif verilseydi, İngilizler gruba tesir etmek şöyle dursun yenemezlerdi bile. Bu gruba 5' inci Tûmen de katılabilirdi. Ateşkes anlaşması yapıldığı zaman, esir olan sekiz piyade alayı elde bulunur ve Musul da bizde kalırdı, Fakat sefil bir düşünce mantığa galebe çaImıştır.

Hâtıralarında, Dicle boyundaki bütün başan ve Townshend' in esir alınması şerefi, kendisine mâledilmiştir.... , Her başarıyı kendisine aitmiş gibi gösteren yayınlar yaptırmaktan maksadı, kamuoyunu aldatarak şöhret ve mevki kazanmaktır. Ünlü adamlarm hâtıralarını yayınlamak, millette övünme duygularını canlı tutar ve gereklidir de, ancak, tarihin sorumlu tutacağı kimselerin hareketlerini övünülecek şeyler arasında saymak tarihi lekeler ve gelecek nesilleri yanlış düşüncelere sürükler.

General Marshalli 'ın :

Yanzı ölene kadar Musul'u terk ediniz; aksi halde savaş esirisiniz, emri aldığı zaman o büyüklük taslayan Paşa Hazretleri Sincar çölünü geçerek Nusaybin'egitmek için General Marshall'dan resmi bir yazı ile kendisini koruyacak iki zırhlı otomobil istedi ve bunların koruyuculuğunda Aşir Bey ' le (şimdiki Milli Savunma Bakanı Müsteşar Yardımcısı Aşir Paşa ' dır) beni Musul'da bırakarak Nusaybin'e gitti. Aşiretler arasında hükümetin manevi otoritesini de kırdı. Bu durumu görenlerin vicdanı sızladı. Zaho yoluyla, koruyucusuz gidebilirdi veya süvari alarak çölden geçebilirdi. Halep'te İngiliz generalinden şahsı için özel tren istedi ve yolda hakarete uğramaması için muhafız bulundurulmasını istemeyi de unutmadı. Gerektiğinde hayatının ve rahatının korunması için milli şerefi unutan paşa Hazretleri'nin ahlâkına örnek olmak üzere yukandaki olayları dile getirdim..... Eski komutanıma hoş görünmedim.Çünkü hırsına hizmet etmedim ve dalkavukluğunu yapmadım." Millete, Millî Ordu'yukuran ve millete zaferler kazandıranbüyük komutanlar gibiasil ruhlu, iyi niyetli kılavuzlar, komutanlar gerekir. Orduda birlik ve uyumun bozulmasına, görev aşkının zayıflamasına çalışanlar, dâhi de olsalar zararlı birer şahsiyettirIer. Ben, çekilen emekleri bildiğim, girişilen kutsal mücadelede başarıya ulaşmayı istediğim için, kötû niyetli olmadığıma ve çıkar gözetmediğime namusum ve mukaddesatım üzerine yemin ederek bunları anlatmaya cür'et ettim. İran'da, Kafkas a'da uzun süre yaverliğini yapan (şimdi Birinci Ordu harekat şube müdürü)Binbaşı C e m i l B e y son günlerde bana :" İyi ki Ali İhsan Paşa , Millî Mücadele'nin başlangıcında Anadolu'da bulunmadı. Malta'da bulunduğu iyi oldu. Aksi halde, hiç şüphe yok ki, aykırı bir yol tutardı dedi. Paşa'nın nasıl bir insan olduğunu çok iyi bilen C e m i l B e y , pek doğru söylemiştir... Ulu Tanrı'dan kış uykusuna yatmış yılana güneş göstermesin dileğinde bulunurum.

Efendiler, Ali İhsan Paşa, Meclis'teki muhalifler grup ileri gelenleri ile de temas ve haberleşmelerde bulunuyordu. Kendisinin komutanlığına son verilerek, hakkında kanunî işleme devam edilmek üzere Millî Savunma Bakanlığı emrine verilmesini onayladığım. 18 Haziran 1922 gününün ertesinde, yani 19 Haziran tarihinde, o zaman Türkiye Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanı bulunan Rauf Bey'den, makina başında, İhsan Paşa ile ilgisini gösterir bir şifreli telgraf almıştım. Yeri gelince bu telgrafı da bilginize sunmuştum. O günlerde Adapazarı, İzmit taraflarında gezide bulunuyordum. Rauf Bey telgrafında diyordu ki : 1' inci Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa' nın görevden alınarak Divan-ı Harbe verilmek üzere Konya'ya gönderildiğine dair Meclis çevrelerinde dedikodulara yol açan bir söylenti vardır.

Efendiler, bir komutanın görevden alınması, göreve tayini veya askerî mahkemeye verilmesi işleminin üzerinden bir gün bile geçmeden, Meclis'çe dedikodu olabilecek bir söylenti haline gelmesi ve Meclis İkinci Başkanı'nın bu olayla, benden açıklama isteyecek kadar yakından ilgilenmesi dikkat çekici değil midir? Rauf Bey'e tarafından gereken cevap verildi.1' inci Ordu Komutanlığı bir süre vekâletle idare edildi. Fakat birinin asil olarak tayini gerekiyordu. Moskova Sefirliği'nden dönmüş olan Fuat Paşa'nın 1' inci Ordu Komutanlığı'nı kabul edip etmeyeceği konusunda düşüncesini almak istedim. Anladım ki, cephe komutanlığı yapmış olduğundan, cephe komutanının emrine girmek istemiyor. Millî Savunma Bakanı bulunan Kazım Paşa vasıtasıyla 1' inci Ordu Komutanlığı'nı, Refet Paşa'ya teklif ettirdim. Kabul etmemiş. Nihayet, o tarihlerde kayıtsız şartsız cephe emrine girerek görev yapacağını söyleyen ve açıkta bulunan Nurettin Paşa'yı 1' inci Ordu Komutanlığı'na getirdik.

TAARRUZ PLANIMIZIN ANA ÇİZGİLERİ

Efendiler, düşman ordusunun cephe ve teşkilât durumu ile, ona karşı Batı Cephesi'ndeki kuvvetlerimizin esas olarak iki ordu halinde kurulup düzenlenmiş olduğunu söylemiştim. Öteden beri tasarlamış olduğumuz taarruz plânımızın ana çizgilerini de arz edeyim :

Düşündüğümüz, ordularımızın ana kuvvetlerini düşman cephesinin bir kanadında ve mümkün olduğu kadar dış kanadında toplayarak, bir imha meydan muharebesi vermekti. Bunun için elverişli bulduğumuz durum, ana kuvvetlerimizi, düşmanın Afyonkarahisar yakınlarında bulunan sağ kanat grubu, güneyinde ve Akarçay ile Dumlupınar hizasına kadar olan alanlarda toplamaktı. Düşmanın en hassas ve önemli noktası orasıydı. Çabuk ve kesin sonuç almak, düşmanı bu kanadından vurmakla mümkündü.

Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, bu bakımdan gerektiği gibi bizzat incelemeler yapmışlardı. Hareket ve taarruz plânımız çok önceden tespit edilmişti.

Konya'ya gelmiş olan General Townshend'in isteği üzerine, kendisiyle görüşmek için, Ankara'dan hareket ederek 23 Temmuz 1922 akşamı Batı Cephesi Karargâhı'nın bulunduğu Akşehir'e gittim. Savaş plânı üzerinde görüşürken Genelkurmay Başkanı'nın da katılmasını uygun bulduk. Ben, 24 Temmuzda Konya'ya gittim. 27'sinde tekrar Akşehir'e gelmişti. 27/28 Temmuz gecesi birlikte yaptığımız görüşme sonunda, tespit edilmiş olan plân gereğince taarruz etmek üzere, 15 Ağustosa kadar bütün hazırlıkların tamamlanmasına çalışmayı kararlaştırdık.

28 Temmuz 1922 günü öğleden sonra yaptırıIan bir futbol maçını seyretmek bahanesiyle ordu komutanları ve bazı kolordu komutanları Akşehir'e çağrıldı. 28/29 Temmuz gecesi genel olarak komutanların taarruzla ilgili görüşlerini aldım. 30 Temmuz 1922 günü Genelkurmay Başkanı ve Batı Cephesi Komutanı ile yeniden görüşerek tarruzun şeklini ve ayrıntılarını tespit ettik. Ankarara'dan çağırdığımız Millî Savunma Bakanı Kazım Paşa da 1 Ağustos 1922 öğleden sonra Eskişehir'e geldi. Ordu hazırlığının tamamlanmasında Millî Savunma Bakanlığı'na düşen işler tespit edildi.

TAARRUZA HAZIRLIK EMRİ

Ordunun hazırlıklarının tamamlanmasını ve taarruzun bir an önce yapılmasını emrettikten sonra tekrar Ankara'ya döndüm. Batı Cephesi Komutanı, 6 Ağustos 1922'de ordularına gizli olarak taarruza hazırlık emri verdi. Genelkurmay Başkanı ve Millî Savunma Bakanı Paşalar da Ankara'ya döndüler.

Efendiler, taarruz için yeniden cepheye gitmeden önce, Ankara'da yapılması gereken bazı işler vardı. Daha taarruz emri verdiğimi Bakanlar Kurulu'na da açıkça bildirmemiştim. Artık onlara recmî olarak haber verme zamanı gelmişti. Yaptığımız bir toplantıda iç ve dış durumlarla ordunun durumunu görüşüp tartıştıktan sonra, taarruz konusunda Bakanlar Kurulu ile görüş birliğine vardık.

Önemli bir konu daha vardı. Muhalifler ordunun çürüdüğünden, kıpırdayacak durumda olmadığından, böyle karanlık ve belirsizlik içinde beklemenin sonucunun felâketten ibaret olacağı yolundaki propagandalarına alabildiğine hız vermişlerdi. Gerçi, Meclis'te bu düşünce akımının bıraktığı yankılar, zaten düşmanlardan fazlasıyla gizlemek istediğim taarruz bakımından yararlıydı. Fakat bu olumsuz propaganda en yakın ve en inanmış kimseler üzerinde bile kötü etkisini göstermeye başlamış, onlarda da kararsızlıklar uyandırmıştı. Onları da yakında yapacağım taarruz konusunda ve altı yedi gün içinde düşmanın ana kuvvetlerini yeneceğime olan güvenim hususunda aydınlatmayı ve yatıştırmayı gerekli buldum. Bunu da yaptıktan sonra Ankara'dan ayrıldım. Genelkurmay Başkanı benden önce 13 Ağustos 1922'de cepheye gitmişti.

Ben birkaç gün sonra hareket ettim. Hareketimi belirli birkaç kişi dışında bütün Ankara'dan gizledim. Benim Ankara'dan ayrılacağımı bilenler, burada imişim gibi davranacaklardı. Hattâ gazetelerde benim Çankaya'da çay ziyafeti verdiğimi de ilân edeceklerdi. Bunu şüphesiz o vakitler işitmişsinizdir. Trenle hareket etmedim. Bir gece otomobille Tuz Çölü üzerinden Konya'ya gittim. Konya'ya hareketimi telgrafla orada kimseye bildirmediğim gibi, Konya'ya varır varmaz telgrafhaneyi kontrol altına aldırarak Konya'da bulunduğumun da hiçbir yere bildirilmemesini sağladım. 20 Ağustos 1922 günü öğleden sonra saat 16.00'da Batı Cephesi Karargâhı'nda yani Akşehir'de bulunuyordum. Kısa bir görüşmeden sonra 26 Ağustos 1922 sabahı düşmana tarruz için Cephe Komutanı'na emir verdim.

26 AĞUSTOS 1922 TAARRUZ EMRİ

20/21 Ağustos 1922 gecesi 1' inci ve 2' nci Ordu Komutanlarını da Cephe Karargâhına çağırdım. Genelkurmay Başkanı ile Cephe Komutanını da yanımda bulundurarak, taarruzun nasıl yapılacağını harita üzerinde kısa bir savaş oyunu şeklinde açıkladıktan sonra, Cephe Komutanı'na o günvermiş olduğum emri tekrarladım. Komutanlar harekete geçtiler. Taarruzumuz, strateji ve aynı zamanda bir taktik baskın halinde yürütülecekti. Bunun gerçekleştirilebilmesi için de kuvvetlerin yığınak ve hazırlıklarının gizli kalmasına önem vermek gerekiyordu. Bu sebeple bütün yürüyüşler gece yapılacak, birlikler gündüzleri köylerde ve ağaçlıklar altında dinleneceklerdi. Taarruz bölgesinde, yolların düzeltilmesi v.b.çalışmalarla düşmanın dikkatini çekmemek için diğer bazı bölgelerdide benzeri yanıltıcı hareketlerde bulunulacaktı.

24 Ağustos 1922'de karargâhımızı Akşehir'den, taarruz cephesi gerisindeki Şuhut kasabasına getirttik, 25 Ağustos 1922 sabahı da Şuhut'tan savaşı idare ettiğimiz Kocatepe'nin güneybatısındaki çadırlı ordugâha naklettik. 26 Ağustos sabahı Kocatepe'de hazır bulunuyorduk.Sabah saat 5.30'da topçu ateşimizle taarruz başladı

BAŞKOMUTAN SAVAŞI

Efendiler, 26/27 Ağustos günlerinde, yani iki gün içinde, düşmanın Karahisar'ın güneyinde 50 ve doğusunda 20, 30 kilometre uzunluğundaki müstahkem cephelerini düşürdük. Yenilen düşman ordusunun bütün kuvvetlerini, 30 Ağustosa kadar Aslıhanlar yöresinde kuşattık. 30 Ağustosta yaptığımız savaş sonunda (buna Başkomutan Muharebesi adı verilmiştir),düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve esir aldık. Düşman ordusunun Başkomutanlığını yapan General Trikopis de esirler arasına girdi.Demek ki, tasarladığımız kesin sonuç, beş günde alınmış oldu. 31 Ağustos 1922 günü ordularımız ana kuvvetleriyle İzmir'e doğru yol alırken ,diğer birlikleriyle de düşmanın Eskişehir de kuzeyinde bulunan kuvvetlerini yenmek üzere ilerliyorlardı.

ATEŞKES TEKLİFİ

Efendiler, Başkomutan Savaşı'nın sonuna kadar her gün büyük başarılarla gelişen taarruzumuzu,resmî bildirilerde pek önemsiz harekâttan ibaret gösteriyorduk. Maksadımız, durumu mümkün olduğu kadar dünyadan gizlemekti. Çünkü,düşman ordusunu tamamen yok edeceğimizden emindik. Bunu anlayıp,düşman ordusunu felâketten kurtarmak isteyeceklerin yeni teşebbüslerine meydan vermemeyi uygun görmüştük. Gerçekten, bizim hareketimizi sezdikleri zaman ve taarruzumuzun arkasından bize başvuranlar olmuştur. Örnek olarak, biz taarruza devam ettiğimiz sırada, Bakanlar Kurulu Başkanı olan Rauf Bey'den, Ateşkes konusunda İstanbul'dan haber geldiğini bildiren 4 Eylül 1922 tarihli bir telgraf almıştım.Verdiğim cevap aynen şöyledir :

Tel. Makama özel 5.9.1922
Bakanlar Kurulu Başkanlıgı
Yüksek Katına

Anadolu'daki Yunan ordusu kesin olarak yenilgiye uğratılmıştır. Yunan ordusunun artık yeniden ciddî bir direnişte bulunmasına ihtimal yoktur. Anadoluiçin herhangi bir görüşmeye gerek kalmamıştır. Ateşkes ancak Trakya için sözkonusu olabilir. Bu bakımdan Eylülün onuna kadar doğrudan doğruya Yunan Hükümeti veyahut Ingiltere vasıtasıyla, hükümetimize resmen başvurduğu takdirde, aşağıdaki şartlar ileri sürülerek cevap verilmelidir. Bu tarihten, yani Eylülün onundan sonra yapılacak başvurmaya verilecek cevap başka türlü olabilir. Bu takdirde durum bana ayrıca bildirilmelidir :

1- Ateşkes Anlaşması tarihinden başlayarak on beş gün içinde Trakya,1914 sınırlarına kadar kayıtsız şartsız Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti'nin sivil memurlarına ve askerî kuvvetlerine teslim edilmiş bulunacaktır.

2 - Yunanistan'daki esirlerimiz on beş gün içinde İzmir, Bandırma ve İzmit limanlarında bize teslim edilecektir.

3 - Yunan Hükûmeti, Yunan ordusunun üç buçuk yıldan beri Anadolu'da yaptığı ve yapmakta olduğu tahribatı tamir etmeyi şimdiden taahhüt edecektir.

Büyük Millet Meclisi Başkanı
Başkomutan
Mustafa Kemal

ORDULARIMIZ İZMİR RIHTIMINDA İLK VERDİĞİM HEDEFE, AKDENİZ'E ULAŞTILAR

Doğrudan doğruya bana gönderilen bir telsiz telgrafta da, İzmir'deki İtilâf Devletleri konsoloslarına benimle görüşmelerde bulunma yetkisinin verildiği bildirilerek, onlarla hangi gün ve nerede buluşabileceğim soruluyordu. Buna verdiğim cevapta da, 9 Eylül 1922'de Kemalpaşa'da görüşebileceğimizi bildirmiştim. Gerçekten de, söz verdiğim gün, ben Kemalpaşa'da bulundum. Fakat görüşme isteyenler orada değildi. Çünkü ordularımız, İzmir rıhtımında ilk verdiğim hedefe,, Akdeniz'e ulaşmış bulunuyorlardı.

Saygıdeğer Efendiler, Afyonkarahisar - Dumlupınar Meydan Muharebesini ve ondan sonra düşman ordusunu tamamiyle yok eden veya esir eden ve kılıç artıklarını Akdeniz'e, Marmara'ya döken harekâtımızı açıklayıcı ve vasıflandırıcı söz söylemeyi gereksiz sayarım.

Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekât Türk ordusunun, Türk subay ve komuta hey'etinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihe bir kere daha geçiren muazzam bir eserdir.

Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklâl düşüncesinin ölümsüz bir âbidesidir. Bu eseri yaratan bir milletin evlâdı, bir ordunıın başkomutanı olduğumdan, mutluluk ve bahtiyarlığım sonsuzdur.

Efendiler, işte şimdi diplomasi alanına geçebiliriz. Gerçi, ordumuzun zafere ulaşacağından ümitsiz oldukları için, bu meseleyi daha önce diplomasi yoluyla çözüme bağlama kanaat ve iddiasında olanları, dediklerini yapma hususunda biraz fazlaca bekletmiş oldum. Bununla birlikte, sonunda benim de diplomasi alanında ciddî olarak çaba harcadığımı görerek memnun olmaları gerekirdi. Böyle olup olmadığını göreceğiz.

Ordularımız, İzmir ve Bursa'yı geri aldıktan sonra, Trakya'yı da Yunan ordusundan kurtarmak için İstanbul ve Çanakkale doğrultusunda yürüyüşlerine devam ederken, İngilizlerin o zamanki başbakanı bulunan Lloyd George, fiilen harbe karar vermiş bir tavırla ve yardımcı birlikler gönderilmesi isteğiyle dominyonlara müracaat etmiş. Yalnız, ondan sonra olup bitenlere bakılırsa LIoyd George'un isteğinin yerine getirilmediğini kabul etmek gerekir.

İTİLAF DEVLETLERİNİN 23 EYLÜL 1922 TARİHLİ ATEŞKES TEKLİFİ

Bu sıralarda, İstanbul'da Fransız Fevkalâde Komiseri bulunan General Pelle benimle görüşmek üzere İzmir'e geldi diye adlandırdığı bir bölgeye, ordularımızın girmemesinin yerinde olacağını tavsiye eti. Millî hükûmetimizin böyle bir bölge tanımadığını, Trakya'yı da kurtarmadıkça ordularımızın durdurulmasına imkân olmadığını söyledi. General Pelle, bana,Mösyö Franklin Bouillin 'un benimle görüşmek üzere gelmek istediğini bildiren, kendisine çekilmiş özel bir telgrafını gösterdi.Kendisini İzmir'de kabul edeceğimi söyledim. Mösyö Franklin Bouillon, bir Fransız harp gemisiyle İzmir'e geldi. Fransız Hükümeti adına ,İngiliz ve İtalyan Hükûmetlerinin de uygun görmeleri üzerine, benimle görüşmeler yapmaya geldiğini söyledi. Biz Franklin Bouillon'la görüşürken, İtilâf Devletleri Dışişleri Bakanları imzasını taşıyan 23 Eylül 1922 tarihli bir nota geldi. Bu notada iki önemli nokta yer alıyordu. Bunlardan biri askerî harekâtın durdurulmasıyla diğeri de Barış Konferansı'yla ilgiliydi.

Biz, Rumeli'de Doğu Trakya'yı millî sınırlarımıza kadar tamamen almadıkça askerî hareketten vazgeçemezdik. Ancak, yurdumuzun bu bölgesinden düşman birlikleri çıkarıldığı takdirde böyle bir harekete devam etmeye kendiliğinden gerek kalmayacaktı. Bu notada, Venedik veya başka bir şehirde toplanacak olan İngiliz, Fransız, İtâlyan, Japon, Romen,Sırp - Hırvat - Sloven Devleti ile Yunanistan'ın da çağrıIacağı bir konferansa, delegelerimizi göndermeyi kabul edip etmeyeceğimiz sorulmakla birlikte, görüşmeler sırasında Boğazlardaki tarafsız bölgelere bizden asker gönderilmemesi şartıyla, Edirne dahil olmak üzere Meriç'e kadar Trakya'nın bize iadesi ile ilgili talebimizin olumlu karşılanacağı bildiriliyordu.

Notada, boğazlardan, azınlıklardan ve Milletler Cemiyeti'ne girmemizden de söz ediliyordu.

Konferansın toplanmasından önce, Yunan birliklerinin, İtilâf Devletleri komutanlarının çizerkleri bir hattın gerisine çekilmesi için, İtilâf Devletleri'nin nüfuzunu kullanacağına söz verilmekte ve bu konuda görüşülmek üzere Mudanya veya İzmit'te bir toplantı yapılması teklif edilmekteydi.

MUDANYA KONFERANSI

29 Eylül 1922 tarihinde, bu notaya verdiğim kısa bir cevapta, Mudanya Konferansı'nı kabul ettiğimi bildirdim. Fakat Meriç nehri'ne kadar Trakya'nın derhal bize geri verilmesini istedim. 3 Ekimde toplanmasının uygun olacağını söylediğim Mudanya Konferansı'na, Başkomutanlık adına olağanüstü yetkiyle Batı Cephesi Orduları Komutanı İsmet Paşa'yı delege tayin ettiğimi bildirdim. Bu notaya hükûmetçe de 4 Ekim l922 tarihli etraflı bir cevap verildi. Bu cevapta, konferans yeri olarak İzmir teklif edildi. Boğazlar meselesi dolayısıyla, Rusya, Ukrayna ve Gürcistan Cumhuriyetleri'nin de daveti istendi. Diğer konular üzerindeki görüşlerimiz de ana çizgileriyle bildirildi.

Mudanya'da, İsmet Paşa'nın başkanlığı altında, İngiliz delegesi General Harrington, Fransız delegesi General Charpy, İtalyan delegesi General Monbelli 'nin katıldıkları konferans toplandı. Bir hafta kadar süren tartışmalı görüşmelerden sonra, 11 Ekimde, Mudanya Ateşkes Anlaşması imzalandı. Böylece, Trakya ana vatana katılmış oldu.

Efendiler, zaferden sonra, bizim İzmir'deki siyasî temaslarımız üzerine, Ankara'da Bakanlar Kurulu'nun daha doğrusu bazı bakanların telâşlı bir duruma girdikleri farkedildi.

Askerî görevimin son bulmuş olduğunu, bundan sonraki siyasi işlerin Bakanlar Kurulu'na ait olduğunu hissettirecek şekilde, beni Ankara'ya davet ettiler. Halbuki, ne askerî görevim son bulmuştu ne de siyasî ve diplomatik konularla ilgilenmek ve uğraşmaktan kendimi alabilirdim. Bu bakımdan, İzmir'den ordunun başından ve başlattığım siyasî ilişkilerden uzaklaşamazdım. Bundan dolayıdır ki, benimle görüşmek isteğinde bulunan ve bunda direnen hükûmet üyelerinin veya ilgili bakanların İzmir'e yanıma gelmelerini teklif ettim. Hükûmet Başkanı Rauf Bey 'le Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey geldiler. Rauf Bey, İzmir'de bana bazı özel dileklerini de bildirdi. Sözgelişi, Ali Fuat Paşa ile Refet Paşa 'nın, zafer dolayısıyla terfi ettirilmelerini ve kendilerine uygun birer görev verilerek memnun edilmelerini rica ettiler. Bildiğiniz üzere, muharebeden önce Ali Fuatve Refet Paşa'ların bu harekâta katılmaları için türlü yollarla teşebbüste bulunmuştum; fakat başaramadım. Zaferden dolayı, Muharebe'de fiilen hizmet edip liyakat göstermiş olan komutanlar ve subaylar terfi ettirilmek ve takdir edilmek suretiyle elbette ödüllendirilmişlerdi.Askerî harekâta katılmaktan kaçınan kimselerin de bizzat orada bulunanlarla birlikte ödüllendirilmeleri elbette kötü etki yapabilirdi .Kısacası, Rauf Bey'e dileklerini yerine getiremeyeceğimi söyledim. Fakat Ali Fuat Paşa, Meclis İkinci Başkanı bulunduğuna göre, mevkii ve görevi kendisini memnun edebilecek bir seviyede idi. Yalnız, açıkta bulunan Refet Paşa için uygun bir görev bulmaya çalışacağıma söz verdim. Kendisini İzmir'e davet etmesini sövledim. Refet Paşa,İzmir'e gelmişti. Fakat bu geliş tam benim Ankara'ya döndüğüm geceye rastladığı için kendisiyle orada görüşme imkânı olamadı.

.

İzmirde Yunan ve Ermeni Mezalimi - 13 EYLÜL 1922 – İZMİR YANIYOR

Yunan Kuvvetlerinin çekilirken Batı Anadolu’da ellerine geçen bütün Türk köy ve kasabalarını kurdukları özel askeri ekiplerle soyup soğana çevirdiğini ve arkasından da yakıp yıktığını, bu zulümden canlı hayvanların bile nasibini aldıklarını hatırlıyoruz. Yine unutamadığımız en önemli hususlardan biri; onların bu kıyımlar sırasında uyguladıkları taktikleri olmuştur. Şehir veya kasaba Yunan ve yerli Rum askerleri ile kuşatılıyor, ilk önce orada yaşayan gayrimüslimler tahliye ediliyordu Çoğunlukla Cami, samanlık, okul gibi kapalı yerlerde toplanan Türklere buralardan veya evlerinden çıkmama talimatı veriliyor, askerler veya çeteler evlere dalıp altın, gümüş gibi değerlerden istediklerini alıyor ve evleri gaz dökerek tutuşturuyorlardı. Şehirden veya kurulan çemberden çıkmak isteyenler kurşunlanıyor ve alevler içinde kalmaya zorlanıyordu.
Evleri talan eden Yunan askerlerinin
Türkler’e reva gördüğü zulmü anlatan tablo
(İtalyan ressam Pisani’nin)

Tahmin edileceği gibi batılı yazar ve gazeteciler bu olaylara asla temas etmemekte, dikkatleri Yunan kaçışı ve İzmir Yangını üzerine yoğunlaştırmaktaydılar. İzmir yangını kim, niçin çıkarmıştır sorusu yıllarca tartışıldı. (1) Türk tarafı bütün Egeyi yakan bozguna uğramış ve kaçan Yunan askerlerinin ve İzmirli Rumların ve Adana bölgesinden kaçan Ermeni militanların bu yangını çıkardığını iddia ederken Yunanlılar tam tersini savundular. Onlara ve bazı yabancı yazarlara göre yangını “Gâvur İzmir’i” artık Türkleştirmek isteyen ve şehirdeki yoğun Gayrimüslim varlığına tahammül edemeyen fanatik Türk milliyetçilerinin çıkarmış olması muhtemeldi.

Bu konuda en önemli dayanakları; İzmir’in ünlü Türk düşmanı Patriği Hristostomos’u halkın önüne atıp linç edilmesini sağlayan(2) Ordu Komutanı Nurettin Paşa (Sakallı Nurettin Paşa olarak anılırdı) İzmir yangınının baş sorumlusu olmalıydı. Çünkü aynı şahıs bir iki ay geçmeden İzmit’te halkı tahrik ederek,(3) İstanbul’da yakalanıp yargılanmak üzere Ankara’ya götürülmekte olan Milli Mücadele Grubunun can düşmanı, gazeteci yazar Ali Kemalin linç edilmesini sağlamıştı.(4) İzmir’in Gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadığı bir bölgesini ancak böylesine kin, böylesine nefret dolu insanlar yakabilirdi.

Bazı yazarlar da sorumluluğu Ermenilere yüklemekte, Büyük Devletlerin vaatleriyle kurulmasına kesin gözle baktıkları devasa boyutlardaki yeni Ermeni Devletinin Yunan Ordusunun yenilgisi ile bir anda buhar olup uçmasından büyük bir hayal kırıklığı ve panik yaşayan Ermeni toplumunun bu yangını kasıtlı ve planlı olarak çıkardığını ileri sürmektedirler.

İzmir liman tarafında yangın,
yangının merkezi sağda limanın arkası ile Ermeni mahallesi
Richart Reinhart, İzmir’in külleri adlı romanında olayların arifesinde Ermenilerin durumunu şu sözlerle anlatıyor:

“Ermeniler, dehşet içinde. Ermeniler el bombaları ve asit şişeleriyle silahlı İzmir’e dolmuşlardı. Cepleri mermi doluydu, Siyahlar giyinmiş Ermeni kadınları dinamit taşıyor, erkek çocuklar duvarların dibine gaz yağı tenekelerini yerleştiriyorlardı. Kırmızı kukuletalı Şeytan söylevine devam etti.

—Kalemiz burası bizim. Hz. İsa’nın kılıcı koruyacak bizi. Bizleri buradan atmağa kalkacak olurlarsa bizlerle birlikte onlar da yanacaklar.

ve kalabalık: “Yakacağız onları! Yakacağız” diye tekrarladı.” (52)

Ereskoviç adındaki bir gözlemcinin anılarından naklen Mustafa Turan olayı şu şekilde anlatmaktadır. “Büyük yangın, 13 Eylül 1922 sabahı Ermeni mahallesinden çıkmıştır. Ermeni kilisesi yakınındaki bir evden çıkan yangın hızla yayılmıştır. Aynı zamanda Ermeni kilisesinde de yangın çıkmış, bunu Basmahanedeki bir Ermeni’nin evinde çıkan yangın, sonra da Soğuk çeşme karşısındaki diğer bir Ermeni’nin evinde çıkan yangın izlemiştir. Bu sırada Ermeni mahallesinin en az 25 yerinde yangın çıkmıştır. İtfaiye ekipleri, Asya Dimitri mahallesindeki evlerin korunmasına çalıştıkları sırada Peştemalcıbaşı’nda yangın çıkmış ve şehrin her tarafını sarmıştır.” (6) Olayda Ermenilerin ilişkisini belirleyen önemli bir husus “İtfaiye birliklerinin çalışmasını engellemek için birçok Ermeni’nin itfaiye birliklerinin üzerine ateş açmasıdır.” (7)

Fransızlar tarafından kurulup Kilikya’nın işgalinda kullanılan Ermeni Lejyonu o kadar çok suça karışmıştı ki bu alay 1920 yazında lağvedildi. Sadece 1920’nin Temmuz ayında, beş Ermeni ve bir Süryani kundakçı Fransız askeri mahkemesince ölüme mahkûm edilip cezaları infaz edilmişti. Ermenilerin kundakçılık yaptığından Fransız arşivlerinin yanı sıra Kilikya’da görev yapan subayların anılarında, özellikle Maxime Bergès ve Paul Bernard’ın kitaplarında söz edilir. Fransız donanmasının 15 Kasım 1920 tarihli bir istihbarat raporuna göre, görevine son verilen lejyonerlerle Ermeni halkından bazıları acı duygular içinde Kilikya’dan İzmir’e geçtiler. Aynı rapor bu kişilerin Yunan ordusunu Türk halkına karşı tahrik etmeye çalıştığından da söz eder. (Maxime Gauin)

İzmir yanıyor 1922

Biz İzmir yangınını sadece “bütün ümitleri tükenmiş ve ülkeden kaçmaya hazırlanan” Ermenilerin geride işe yarar hiçbir şey bırakmama arzusu sonucuna bağlamak istemiyoruz. Yangını Ermenilerin başlatmış olabileceğini kabul etmekle birlikte; olayın, aynı amacı taşıyan işgalci Yunan gücü’nün oynadığı son perde –yıkım operasyonunun bir parçası olduğuna inanıyoruz. Hatırlayalım “Manisa’daki
14.000 evden 13.000’i yanmış, 1.000 kadar sağlam ev kalmış, Alaşehir’de 4.800 evden sadece 100 kadar evin kaldığı yabancı yazarlarca gözlemlenmişti. Bunun yanında Camilere doldurulup yakılmış insanları da unutmuyoruz. (8)

DİPNOTLAR: (1) David Walder: The Chanak Affairs, S.177 ( London–1969)
(2) Rahmi Apak: Yetmişlik Bir Subayın Anıları, s.262–265 (TTK Ankara–1983)
(3) Falih Rıfkı Atay: Çankaya, s.342 (Ankara–1984)


(4) Bilge Umar: İzmirde Yunanlıların Son Günleri, s.309–321 (Ankara–1974)
(5) Richard Reinhart: İzmirin Külleri ( The Ashes of İzmir), S.419 (Hürriyet Yay. İstanbul)
(6) Mustafa Turan, İstirdatta İzmir Büyük Yangını, S.214, 220 (Nihat Atsız ve Necdet Sancar Armağanı, Medrese Kitabevi, Afyon–1995).
(7) Aynı Eser, S.224.
(8) Grace Mary Ellison, An English women in Angora, S:74–79 (Hutchinson Co. London –1923): Türkçesi Bir İngiliz Kadını Gözüyle Kuvay-ı Milliye Ankarası, S.69–71 (Milliyet Yayınları, İstanbul –1973), Ayrıca Bknz. Bilge Umar S.267–345

Dr. M. Galip Baysan

.

Yakan, yıkan, gasbeden, katleden Yunanlılardan harb tazminatı alınmaması

Yunanlılar, 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal etmelerinden 8 Eylül 1922’de denize dökülmelerine kadar, 3 yıl 3 ay 25 gün bu güzel yurdumuzu işgal ederek kirletmişlerdir. Bu müddet zarfında Yunan ordusu, tarihte eşine ender rastlanan bir hunharlık, iğrençlik, alçaklık ve vahşet tabloları sergilemiştir.
Yunanlılar, İzmir, Manisa, Eskişehir, Bursa, Aydın, Bilecik, Uşak, Balıkesir başta olmak üzere birçok ili ve ilçeyi, yüzlerce köyü ve kasabayı yakıp yıkmış, viraneye çevirmiştir. Buralarda binlerce masum insana işkence yapmış, öldürmüş, tecavüz etmiş, ziynet ve değerli eşyalarını gasbetmiştir.

İtalyan ressam Pisani’nin, evleri talan eden Yunan askerlerinin,  Türkler’e reva gördüğü zulmü anlatan tablosu
Yunanlıların Anadolu’nun işgale uğrayan kısımlarında âdeta taş taş üstünde bırakmamalarının binlerce belgesi mevcuttur. Henüz yakılan köylerin, kasabaların, şehirlerin üzerinden dumanlar yükselirken o bölgeyi gezen edebiyatçılardan ve gazetecilerden müteşekkil bir heyet de (Yakup Kadri, Halide Edip, Falih Rıfkı, Mehmet Âsım) hadiseyi sıcağı sıcağına tespit edip, canlı şahitleriyle konuşup kaleme almışlardır.

Bir ülkenin mühim bir bölgesini âdeta yok eden bir canavarlar topluluğundan tek kuruş tazminat alınmaması tuhaf, hem de çok tuhaftır.

Yunanlılardan Harp tazminatı alınmaması, istenmemesi şöyle dursun; bir de üstelik “misak-ı millî” sınırları içerisinde olmasına rağmen, Batı Trakya ve On İki Adalar da Yunanlılara bırakılmış, Kıbrıs da BM’nin ve İngilizlerin insafına terkedilmiştir. Öte yandan, “Yunanlılardan harp tazminatı alınmayacağı” hükme bağlanmıştır. Lozan Andlaşması’nın 59. Maddesi şöyledir:

“Yunanistan savaş yasalarına karşıt olarak, Anadolu’nun Yunan ordu ve yönetiminin eylemlerinden doğan yıkımların onarılması zorunluluğunu tanır.

“Öte yandan Türkiye, Yunanistan’ın savaşın sürmesinden ve bunun sonuçlarından doğan malî durumunu nazara alarak onarım konusunda Yunan hükümetine karşı her türlü istekten kesin olarak vazgeçer.” (Mondros, Sevr, Lozan Andlaşmaları, Ankara Ticaret Odası Yayınları, s. 269)

Yunan askerleri 70 yaşındaki Türk köylülerine kendi ölüm çukurlarını kazdırıyor.

Yunanlılar üç yıl boyunca çok sistemli ve planlı bir şekilde tahribat yapmışlardır. Öyle ki ordu içerisinde; soyguncu ekibi, tecâvüzcü ekibi, yakıp yıkma ekibi, öldürme ekibi, işkence ekibi diye sınıflar teşekkül ettirilmiştir. Mehmet Âsım “Yakıp yıkma ekibinin” nasıl çalıştığını şu şekilde naklediyor:

“…Turgutlu kasabasında alınan malûmata göre Yunanlılar tahrip taburlarını yedi süvari ve ikisi piyade olarak üçer kişilik yangın postalarından teşkil etmişlerdir. Yangın postalarının önündeki süvariler aralarındaki iki piyadenin kumandanı olarak göğüslerinde kırmızı bir işaret, başlarında siyah bir kabalak, ellerinde boruya benzer parlak sarı bir teneke ile ayrılırdı. Piyadelere gelince bunların birisi içi bomba ile dolu bir posta, ikincisi dezenfekte tulumbalarını andıran benzin ile dolu bir âleti taşıyorlardı…” (İzmir’den Bursa’ya, s. 120)

Yaktılar, yıktılar, gasbettiler, öldürdüler… Bütün bunlar yanlarına kâr kaldı. Her ne kadar Lozan’da bu çapulcular sürüsünü Anadolu’ya gönderenlerce “borcu yoktur” kaydı düşülse de Yunanlıların yaptığı da “alacak” hânesine kaydedildi…

Burhan Bozgeyik

Kaynak:
Yakın Tarihimiz


MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...