CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR
Türk düşmanlığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türk düşmanlığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Madımak’ı anlamak.. Büyük Suikast

 Madımak’ı anlamak..

1993 Ocak ayında Uğur Mumcu öldürüldü.

Şubat 93’te, bir uçak kazası sonucu Orgeneral Eşref Bitlis aramızdan ebediyen ayrıldı.

Mart 93’te, Özal Yönetimi PKK örgütü ile ateşkes yaptı ve Eşref Paşa’nın yarım kalmış harekatından vazgeçildi.

Nisan 93’te, Özal vefat etti.

Mayıs 93’te, PKK örgütü Bingöl karayolunu kesip 33 askerimizi şehit etti.

Temmuz 93’te, bir yanda Madımak öte yanda Başbağlar'da katliamlar yaşandı…

Sayılan olayların ayrı ayrı tek başına değerlendirebilmek mümkün değildir.

Eğer ki siz büyük resmi görmek istiyorsanız…

Mumcu suikastı ve Bitlis Paşa’nın uçak kazası ile Mart 93 Ateşkesi ve Bingöl pususu..

İsrail’in 1982’de ortaya koyduğu Ortadoğu stratejisi ile 

ABD'nin 91'de uygulamaya geçtiği Bop'un..

Madımak ve Başbağlar olaylarla bağlantılarını çözümlenmeden 90’lı yılların karanlıklarını aydınlatabilmek mümkün değildir.

Eşref Bitlis ve Uğur Mumcu'yu saygıyla anıyorum,

Madımak'ta yaşamını yitiren kardeşlerimize Allah'tan rahmet diliyorum.


Not: Gazi Mustafa Kemal Atatürk

Nutuk'ta

Böylesi bir süreci 'Büyük Suikast' olarak tanımlıyor.

Bilginiz olsun.

Erdal. SARİZEYBEK

Araştırmaci Yazar



Kürt Şeyh SAİT'İN AYAKLANMASI VE DİYARBAKIR'I KUŞATMASI

Kürt Şeyh SAİT'İN  AYAKLANMASI VE DİYARBAKIR'I KUŞATMASI (13 Şubat 1925 – 31 Mart 1925). Şeyh SAİT'İN  İDAM ELMESİ VE MUSUL OLAYI (1865-29 Haziran 1925).

İSYANIN NEDENİ?

Şeyh Sait Palu-Elazığ doğumlu. Okulu: Medrese. İsyanı Cumhuriyet’in ilk yıllarında çıkan ve oldukça önemli sonuçları bulunan bir isyandır. 

Şeyh Sait İsyanının iki temel gerekçesi bulunur. Bunlar dış ve 
iç olarak ikiye ayrılır. 

Dış gerekçesi ise; aynı dönemde Musul'da başarı kazanmak isteyen İngilizlerin, Türkiye içerisinde isyanlar ve kargaşalar çıkartmak. Bu şekilde Türkiye'yi diğer dünya ülkelerine istikrar bulamamış bir ülke olarak tanıtmak.

İç gerekçesi, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin ve onun inkılaplarının bazı kişiler tarafından onaylanmamasıdır. 

Şeyh Said İsyanı, 1925 yılında Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndeki Zaza ve Kürt aşiretlerinin İngiliz destekli olarak Ankara merkezi yönetime karşı çıkan geniş çaplı bir ayaklanmadır. (Elazığ, Bingöl, Diyarbakır ve çevresi)

Şeyh Said, 16 Şubat'da valiyi ve öteki görevlileri esir aldı ve  halkı İslam dini adına ayaklanmaya çağırdı. Sonradan bu Kürt istiklâl hareketine çevrildi. 

Şeyh Sait, Halka yönelik kışkırtmak için; ''Medreseler kapatıldı. Din ve Vakıflar Bakanlığı kaldırıldı ve din mektepleri Millî Eğitim’e bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye, Peygamberimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün elimden gelse, bizzat dövüşmeye başlar ve dinin yükseltilmesine gayret ederim.” gibi yalan haberleri yaydı.

Şeyh Said ayrıca tüm bey ve aşiretleri Kemalist yönetime karşı ortak mücadeleye davet ederek; “Bu dinsiz hükûmet bizi de kendisi gibi dinsiz yapacaktır. Bunlarla cihad farzdır.” söyledi. Bunu 6 Mart 1925’te Dersim’deki tüm aşiret reislerine de gönderildi.
Buna rağmen Bazı aşiret reisleri Ankara'yı destekliyordu. 

ANKARA HÜKÜMET'İN TUTUMU 

Mustafa Kemal (Atatürk) ciddiyeti anlayıp İsmet Paşa'yı  Çankaya'ya çağırdı.

Hükûmet 21 Şubat'ta doğu vilayetlerinde sıkıyönetim ilan etti. 23 Şubat'ta ayaklanmacıların üzerine gönderilen ordu  Şeyh Said kuvvetleri karşısında tutunamayarak Diyarbakır'a çekilmek zorunda kaldı. Elâzığ birkaç gün boyunca isyancılar tarafından yağmalandı.

Şeyh Said'in emrindeki yaklaşık 10.000 kişilik bir kuvvet Bingöl üzerinden 7 Mart 1925'de Diyarbakır'a yöneldi ve kuşattı. Başka bir kol da Muş'a doğru harekete geçti. 

Çankaya'da, İsmet Paşa'ya "Doğuda din elden gidiyor bahanesiyle İngiliz destekli provokatif ama ciddi bir ayaklanmanın başladığını" söyledi. 

Bu devirde Ali Fethi (Okyar) Bey başbakandı. Bu esnada Ali Fethi Bey ile İsmet Paşa'nın arası açıktı. Ali Fethi Bey  isyanı  çok ciddiye almamışdı.  

Mustafa Kemal Paşa, Ali Fethi Beyi görevinden aldı ve 3 Mart'ta İsmet Paşa'yı yeni bir hükûmet kurmakla görevlendirdi. 

Bir gün sonra TBMM'de hükûmete olağanüstü hâl yetkileri tanıdı. Ankara ve Diyarbakır'da İstiklal Mahkemeleri kurulması kararlaştırıldı. Çünkü Diyarbakır Şeyh Said kuvvetlerinin kuşatması altındaydı. 

Hükûmet 26 Martda geniş kapsamlı   bastırma harekâtıyla ayaklananların çoğunu teslime zorladı. İsyancı bazı aşiret reisleri Palu'da yakalandı. Şeyh Said Varto yakınlarında  Akrabası Binbaşı Kasım Ataç'ın yardıyla ele  geçirildi (15 Nisan 1925).

İSYANIN İÇ VE DIŞ SONUÇLARI 

Şeyh Sait İsyanı'nın hem iç politikada hem de dış politikada önemli etkileri oldu.

Dış politikaya etkisi: Cumhuriyet rejimine karşı düzenlenen ilk büyük ayaklanmayla Misak-ı Milli sınırları içerisinde bulunan Musul'un artık tamamen İngilizlerin eline geçmesidir (Bunu farklı yorumlayanlar da var).

Bu durumda Türk ordusu gereğinden fazla yıpranmışdı ve Musul'a gerekli desteği veremedi. Bu nedenle Türkiye Ankara Anlaşması ile Musul üzerinde bulunan haklarından vazgeçti.

İç politikaya etkisi: Ayaklanmanın kanıtlamış olduğu bir diğer sonuç ise Türkiye Cumhuriyetinin henüz çok partili hayata geçişe hazır olmamasıydı. 

Sonuç olarak isyanın ardından Kazım Karabekir Paşa'nın Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da kapanmış ve çok partili hayata geçiş denemesi bu dönemde başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Şeyh Sait İsyanı sonrasında Musul ve Kerkük kaybedildi. Bu esnada Ruslar Atatürk'ü, İngiliz ve Fransızlar da isyancıları desteklemiştir. 

ŞEYH SAİD'İN  ÖLDÜRÜLMESİ

Şeyh Said ve avanesi 47 kişi, 5 Mayıs 1925 günü Diyarbakır Şark İstiklal Mahkemesine getirildi.
"Benim ölümüm Allah ve Din için ise darağacında asılmama perva etmem" demişdi.  

İsyanı destekleyen Kürt Teali Cemiyeti reisi Seyit Abdülkadir ve 12 arkadaşı İstanbul'dan  Diyarbakır'a getirildiler. Yargılanma sonucunda Seyit Abdülkadir ve 5 arkadaşı  idam edildiler (27 Mayıs 1925).

Diyarbakır'daki Şark İstiklal Mahkemesi Şeyh Said ve 47 ayaklanma yöneticisi hakkında da ölüm cezası verdi (28 Haziran). Cezalar, başta Şeyh Said olmak üzere, ertesi gün 29 Haziran'da infaz edildi. 

Şeyh Said'in Kardeşleri; Şeyh Abdurrahim, Şeyh Bahaeddin, Şeyh Mehdi, Şeyh Diyaeddin, Şeyh Tahir, Şeyh Necmeddin.

Şeyh Said'in Çocukları: Selahaddin Fırat, Ali Rıza Fırat, Gıyaseddin Fırat, Abdülhalik Fırat, Ahmet Fırat.

Derleyen: Sefer EREN

Not: GÖRÜLDÜĞÜ GİBİ ŞEYH SAİT İSYANI, BÜYÜK BİR  BÖLGESEL KÜRT İSYANIDIR. TABİÎ Kİ BUNUN UZANTISI BUGÜN DE PKK VE HİZBULLAH İLE DEVAM ETTİRİLMEYE ÇALIŞILMAKTADIR.





Türklük yüce bir ruhtur.. Papa Eftim bunun somut örneğidir.

[Editörün notu: Ebedi olan ruhtur. 
Dinler -ki maddi ilişkileri düzenler- dahil herşey gelip geçicidir ve maddeye aittir.

Türklük, dinler kullanılarak ruhsuz bir ceset demek olan bedene tıkılmak ve kısırlaştırılmak istenmiştir. Göreceğiniz üzere Mübadeleler de bunun bir kanıtıdır.  ]




BÜYÜK TÜRK PAPA EFTİM


" Papa Eftim bu memlekete bir ordu kadar hizmet etmiştir. " 
-Mustafa Kemal Atatürk


"Ben, her zaman her yerde Türk olduğumu beyan ettim. Bir yabancı Türk dostu olabilir. Fakat benim gibi halis bir Türk’ün, bir yabancı Türk dostu gibi gösterilmesinden incinmemek ve teessüf duymamak mümkün değildir. Bana Türk demeyip Türk dostu diyenleri hiçbir şekilde affedemem! Biz hristiyan Türkler de, bütün milletimizle beraber milli istiklalimize kavuştuk ve şimdi övünüyoruz. Ne mutlu Türk’üm diyene."
- Papa Eftim



Kayseri'deki kongreye katılan Hıristiyan Türk çevreleri Milli Mücadelede Atatürk ve arkadaşlarının yanında yer alırlar, gerekli desteği verirler. Türk Hıristiyan Ortodoksların önderi Baba (Papa) Eftim'e, Kurtuluş Savaşına verdiği destekten ötürü bizzat M. Kemal Atatürk tarafından İstiklal Madalyası verilir. 


Büyük Taarruzdan önce Ankara'da ilk toplanan TBMM bahçesinde, Atatürk'ün de hazır bulunduğu bir miting sırasında halka seslenen Papa Eftim, İncil'den bir pasaj okur: 

"Düşmanlarımızın herşeyi var, ancak bizim silah ve cephanemiz yok. Fakat göğsümüzde imanımız var, mutlaka kazanacağız. Yaşasın muzaffer Türk Ordusu!


Bağımsız Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erenerol'un babası olan Papa Eftim, Kurtuluş Savaşına verdiği destekten sonra Atatürk'ün şu sözlerine mazhar oldu: "Baba Eftim, bu memlekete bir ordu kadar hizmet etmiştir."

Sivas'ta tanışma imkanı bulan Mustafa Kemal, Selçuk Erenerol'a göre 1924 yılında Papa Eftim'den Fener Rum Patrikhanesinin başına geçmesini istiyor. Cemaatin halen dini lideri görevini yürüten Selçuk Erenerol, babasının Atatürk ve arkadaşlarının bu teklifini, "Benden üstün dini ruhbanlar dururken, benim o makamı doldurmam mümkün değil" diyerek geri çevirdiğini söylüyor. Ancak Papa Eftim, Atatürk ve arkadaşlarına Yunanistan'ın göndereceği patriğin özelliklerinin ne olması gerektiği konusunda 11 maddelik bir rapor veriyor. Papa Eftim'in, patrik için birinci şart olarak Yunanistan'da kral taraftarı olması gerektiğini ileri sürmesi dikkat çekiyor. O dönemde Kral taraftarı din adamlarının Yunan Hükümetinden farklı görüşlere sahip olduğu biliniyor. Papa Eftim'in, atanacak patriğin Yunan Hükümetinin kirli emellerine alet olmaması için böyle bir istekte bulunduğu tahmin ediliyor.

Lozan antlaşması sonrası, Atatürk'ün özel izni ile mübadeleden ayrı tutulan Papa Eftim ve 50 kişiyi bulan yakınları önce Ankara'ya getirildiler. Ardından İstanbul'a götürülerek Karaköy yakınlarına yerleştirildiler. 

1964 yılına gelindiğinde Anadolu'da Türk kökenli Ortodoks kalmamıştı. Ancak mübadeleden uzak tutulan İstanbul'da Türk kökenli Ortodoksların sayısı azımsanmayacak kadar fazlaydı. Üstelik bu insanların büyük bölümü ticaret ve sanatta Müslüman Türklerle kıyaslandığında çok daha zengin durumdaydı.

Yunanistan ve yerli işbirlikçileri Kıbrıs'ta kanlı olayları başlatınca dönemin başbakanı İsmet İnönü, Yunanistan'a iyi bir ders olur niyetiyle İstanbul'daki Rumların sınırdışı edilmesini gündeme getirdi. Papa Eftim İsmet Paşa ile Taşlık'taki evinde görüşerek ikinci bir Lozan faciasının yaşanmamasını istedi. 

İsmet Paşa ile Papa Eftim arasında sert tartışmaların yaşandığı da biliniyor. Ancak İsmet Paşa kararlıydı. Tıpkı Lozan'da olduğu gibi 1964 yılında da insanların kökenine bakılmaksızın, din unsuru dikkate alınıp yaklaşık 70 bin kişi sınırdışı edildi. Selçuk Erenerol'a göre bu rakam 86 bin olup 1520 bini hariç hepsi Türk'tü. Ağırlık kazanan rakam ise 50 bin. Mübadeledeki gibi toplu halde trenlere bindirme değil, tek tek toplayıp sınırdışı etme vardı bu defa.

Papa Eftim Türkiye lehine yaptığı çalışmalardan sonra Yunanistan'da istenmeyen adam ilan edilmişti artık. İstanbul'daki diğer Hıristiyan cemaatlerin aksine Türk Ortodoks Kilisesi mensuplarının Yunanistan'la ilişkileri bugüne kadar düzelmedi. Selçuk Erenerol, babasına Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanistan'ın yanında yer alması için çok büyük baskılar yapıldığını söylüyor: "Eğer babam Yunanistan'ın istediğini yapmış olsaydı, bugün Atina'da heykeli dikilmiş olacaktı."

.
.

Geçmişi Unutma! İşte İngilizin - Yunanın İmamları ve Torunları.. Atatürk'ün Masum Din Adamlarını Astırdığı Söylentilerine Yanıt Olan Bu Yazıyı Okumalısınız!

Atatürk'ün Masum Din Adamlarını Astırdığı Söylentilerine Yanıt Olan Bu Yazıyı Okumalısınız!

Atatürk'ün masum din adamlarını astırdığı söylentilerine ısrarla inananlara yanıt niteliğinde bir önsöz ile konuya CON SINOV ‏@lordsinov 12 May 2017 tarihli floodundan 
alınan yazıyla girişi yapalım :

"Atatürk ve annesine atılan iftiraların dışında, bir de Atatürk'ün binlerce hocayı astırdığı, dine karşı mücadele ettiği söylenir.

 Sözde hoca geçinen takımın savaş sırasında halkı nasıl kandırdığını, düşmanla iş birliği yaptığını çok iyi görmüştür.

 Şimdi bir an durun ve düşünün: 15 Temmuz'da bir takım hocalar çıkıp "Fethullah hocaya karşı sokağa inmek din düşmanlığıdır" dese?

15 Temmuz gecesi bazı hocalar Tanklara karşı durmak, dine karşı durmak gibidir, darbeye direnenlerin katli vaciptir diye fetva verseler?

Bir takım hocalar 15 Temmuz gecesi çıkıp, darbeye destek vermek İslami görevdir diye açıklamalar yapsa ne hissedilir? İnanacak mıydık?

Böyle bir durum yaşansa, darbe bastırılınca, bu hocaların okulları, şirketleri kapatılmaz mıydı? Bu hocalar hapsedilmez miydi?

Bugün Gülen'in idamını isteyenler, geçmişte Mustafa Kemal'in İngilizlerle iş birliği yapan bu sözde hocaları idam etmesine neden karşı?

Mustafa Kemal savaş bitince halkı kandıran, halkı sömüren bu üfürükçü, falcı, büyücü ve şeyh geçinenleri bitirmek için harekete geçti.

Bu sözde hoca geçinenler, askerden muaf tutuluyordu. Önce bu muafiyet kaldırıldı. Bu kimselerin kendi okulları vardı. Hepsi kapatıldı. "



"Atatürk hocaları astı" diye servis edilen fotoğrafların aslı nedir?!


Yazımızı A.Nedim Çakmak’ın "İŞGAL GÜNLERİNDE İŞBİRLİKÇİLER - HÜSNÜYADİS HORTLADI" isimli kitabından alıntıyla sonlandırmak istiyoruz:

Mayıs 1919 !

"Gece karanlığında 37 atlı, atlarının ayaklarına, ses olmasın diye sardıkları keçelerle, gizlice ve sessizce karanlığa karışarak gözden kayboldular.

Ali Osman efe ve Parti pehlivan namlı iki yiğit, Manisa cezaevinden kaçırdığı mahkumlarla beraber oluşturdukları bir akıncı mufrezesiyle, Yunan ordusunun yaklaşmakta olduğu Menemen Boğazı’na gitmektedirler. Emir, Balkan savaşlarının eski komutani Ali Çetinkaya’dandır.

Akıncılar Yund dağını aşarak, Kocadere’yi geçip Osmancalı köyünde mola verirler. Menemen Boğazı önlerinde yükselen Dumanlı dağlarının hemen ardındadır. Akıncıların hiç bir azığı yoktur. Osmancalı köylüleri sadece ekmek verebilirler. Destek alabilmek için çevrede bulunan Ortaköy, Avdal ve Bozalan köylerini dolaşırlar.

Köylülere Yunan ordusunun yaptığı mezalimler anlatılır fakat köylü çok soğuk ve ilgisizdir. Destek vermezler.

Köylülere "neden yardım etmedikleri" sorulduğunda bir köylü şöyle der;

“İyi emme, biz bir şey yapamayız. Sümbüller köyünde Şeyhimiz var. Onunla görüşmeniz

gerekir.” Akıncılar yola koyulur ve Sümbüller köyüne vararak şeyhle görüşmek istediklerini söylerler.

Halk da köy meydanına toplanır. Şeyh de yeşil sarıklı, cübbeli, saç, sakal birbirine karışmış gelir.

Parti Pehlivan söze başlar:

 “İzmir’i, Menemen’i Yunan vurdu, ezan sustu. Mala, cana, ırza

tecavüz ediyorlar. Buralara da geldiklerinde aynı şeyi yapacaklar. Direnişe destek verin!"

Köylü suskun kalır, Şeyh ise alaycı bakışla, "hoşgeldiniz, aç mısınız, tok musunuz"

demeden;

“Ben Yund dağına kadar bu köylerin tarikat şeyhiyim, bizim tarikatımız Yunan’a tek bir

kurşun atmayacak. Mehdi gelmeden de caiz değildir” dediğinde, Milisler sert tepki veriler,

silaha davrananlar olur. Arap Osman efe bağırır:

“Bunlarla başlayalım, gavurla anlaşmış gibiler.”

Parti Pehlivan milisleri durdurur. Şeyh' e sorar:

“Sizin tarikatınız Gavur tarikatı mıdır ki, gavura kurşun atmaz! Ne biçim laf edersiniz?"

Akıncı milisler, Şeyhe ve onun izinden giderek Yunan ordusuna karşı destek vermeyen,

kurşun atmayanlara lanet okuyarak köyden ayrılırlar. 21 Mayıs 1919 da Dumanlı dağlarını aşarak Menemen düzüne ulaşırlar…Yunan’lılarla çatışırlar.

İşgalci Yunan’a kurşun attırmayan Yund dağı çevresindeki köylerin şeyhi kimdir bilir misiniz?

Yunan’a kurşun atmayıp da, Yunan’a direnmeyen ve direnmeyi de önleyen, kendi Devletine baş kaldıran; Giritli, Nakşibendi tarikatından, Menemen’de Kubilay’ı vurup sonra da başını kesen derviş Mehmet namlı haindir...

İngiltere ve Yunanistan’ın da adının karıştığı, Yunanistan’da Lavrion kampında 15 haziran 1930 da tezgahlanmış olan bu kalkışmanın planlayıcıları içinde Girit’li Manisa mutasarrıfı hain Hüsnüyadis, Nakşibendi Said Molla (İngiliz Muhipleri Cemiyeti Başkanı, Kıbrıs’tan Yunanistan’a geçti), Şeyh Sükuti ve Giritli nakşibendi Derviş Mehmet, Erbilli Şeyh Esat, Giritli Sütçü Mehmet, Giritli Şamdan Mehmet, Giritli İsmail, Giritli Alioğlu Hasan, Yahudi Jozef ve diğerleri vardır.

Kalkışmayı planlayan ve uygulayanların bir çoğunun Giritli olmasi ve Nakşibendi tarikatından olmaları size bir sey ifade ediyor mu? Yunan’a direnmek icin yola koyulmus olan 37 akıncıdan ekmeği, katığı, atı, silâhı ve desteği esirgemiş olan köylü, Menemen’i “DİN ELDEN GİDİYOR” diye basacak olan bu vatan hainine destekte kusur etmemişlerdir.

Yunan askerine kurşun atmayan bu hainler, kendi ordularının subayının başını kesmekten

kaçınmamışlardır.

Sanmayınız ki 9 Eylül’de düşman denize döküldüğünde gitti, yok oldu! Giderlerken, yerlerine papaz Hristosmos yerine Derviş namlı Mehmet’i ve adamlarını vekil bıraktılar…

Onlar da bugünlere torunlarını bıraktılar …

Bunlar gavur ruhunu emanet almış ve taşımaktadır."







ABD'nin Vergi Ödediği Tek Ülke... Amerika'yı Haraca Bağlayan Tek Devlet.. Osmanlı Devleti



ABD'yi Dize Getiren İlk Büyük Kuvvet




























Osmanlı'nın 1795 yılında ABD'nin kendi teknelerine dokunmaması karşılığında Osmanlıya haraç ödediğini biliyor muydunuz? Trablus anlaşması'nın önemi: ABD tarihinde kendi dilinde olmayan tek uluslararası anlaşma Türkçe'dir ve ABD tarihinde vergi vermeyi kabul ettiği tek ülke Osmanlı Devleti’dir.

Time Dergisi'nde yayınlanan bir haber Amerika Birleşik Devletleri'nin yıllarca Osmanlı Devleti'ne vergi vermek zorunda kaldığını bir kez daha ortaya koydu. Amerikan Yale Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin başlattığı "Avalon Projesi" çerçevesinde yayınlanan tarihi anlaşma metni bir çok


yönüyle ilginç ayrıntıları da gözler önüne seriyor.

Türkçe Anlaşma

Akdeniz'deki Osmanlı Korsan Gemileri'nin saldırılarına maruz kalan Amerika Birleşik Devletleri
gemilerini üst üste kaybetmeye başlayınca Osmanlı Devleti ile 22 maddeden oluşan bir anlaşma yaparak bütün Akdeniz'deki faaliyetleri için Osmanlı'ya vergi ödemeye başladı Ayrıca Cezayir'de
bulunan esirlerin bırakılması için de 642500 dolar "Haraç" ödedi 5 Eylül 1795 yılında imzalanan ve dili Türkçe olan Dostluk ve Barış Anlaşması'na göre Amerika Birleşik Devletleri tarihinde ilk kez bir  devlet tarafından haraca bağlanmış oldu Türk Dili'nde hazırlanan anlaşma aynı zamanda ABD tarihinde imzalanmış bir kaç yabancı dilli anlaşmadan biri olma özelliği taşıyor.


Amerika'yı Haraca Bağlayan Tek Devlet


Türk Sancağını Yırtıcı Kuşlardan Koruyan Aslan

Amerika Birleşik Devletleri ya da arşiv kayıtlarımıza geçen adıyla "Memâlik-i Müctemia-i Amerika Devleti"nin başı, Osmanlı’nın Kuzey Afrika'daki Garp Ocakları'yla fena halde dertteydi Cezayir, Tunus ve Trablusgarblı "Resmî Korsanlar" Akdeniz’de kol geziyor, kendileriyle veya doğrudan Osmanlı Devleti’yle antlaşma yapmamış olan veya savaş halinde oldukları devletlerin gemilerini yakalayıp el koyuyor, fidye isteyerek karşı tarafı ekonomik olarak ve moralman çökertiyorlardı Amerikan gemileri 18 yüzyılın sonlarında Akdeniz ticaretinin getireceği kazancı hesaba katarak Akdeniz'e yöneldi Fransa, Akdeniz'deki ticaret gemilerinin güvenliğini sağlamak için Osmanlı'ya yıllık 200000 İspanyol doları vergi ödemekteydi Bu miktar İngiltere için de yıllık 280000 İspanyol doları olarak belirlenmişti Ancak o yıllarda Amerika'nın Osmanlı Devleti ile imzaladığı bir dostluk anlaşması yoktu İşte bu yüzden Osmanlı Korsan Gemileri bu sularda dolaşan Amerikan gemilerine saldırmaya ve mürettebatını esir etmeye başladılar.

25 Temmuz 1785'te, ABD bandıralı ilk gemi Cezayir açıklarında Osmanlı korsanlarınca ele geçirildi Bu gemi, Boston Limanı'na bağlı Kaptan Isaac Stevens'in idaresindeki Maria idi Daha sonra Philadelphia Limanı'na bağlı Kaptan O’Brien idaresindeki Dauphin de Osmanlı korsanları tarafından yakalandı 1793 Ekim ve Kasım aylarında ise tam 11 ABD gemisi Osmanlılar’ın eline geçti.

ABD kamuoyunda artık iyice büyük bir sorun olmaya başlayan durum karşısında Amerikan Kongresi'nde tedbirler alınması istendi Kongre, Başkan G Washington'a bir savaş filosu kurması için

688000 altın dolar harcama yetkisi verdi Fakat bu donanma da Osmanlı korsanlarıyla baş edemeyince ABD yönetimi Osmanlı'ya yıllık vergi ödemek zorunda kaldı 5 Eylül 1795 (21 Sefer 1210) tarihinde, tamamı 22 fasıl ve bir hatimeden mürekkep Dostluk ve Barış Anlaşması'na göre Amerika, Cezayir'de bulunan esirlerin bırakılması için 642500 dolar "Haraç" ödeyecek ve her sene 12000 Cezayir Altını karşılığı 21600 dolar "Vergi" verecekti Anlaşma 7 Mart 1796'da Amerikan Kongresi'nce de onaylandı.

Amerika ve Trablusgarp Beylerbeyliği 7 Mart 1796 yılında Osmanlı ile Amerika arasında imzalanan Dostluk ve Barış Anlaşmasına rağmen yer yer karşılıklı çatışmaya ve birbirlerinden gemi ve esir ele geçirmeye devam ettiler. Gözü kara bir Paşa olan Trablusgarp Beylerbeyi Yusuf Paşa ülkedeki Amerikan temsilcisini yanına çağırtarak elini öptürüp, yıllık haraç miktarını 225000 dolara çıkardığını ilan etti Ayrıca çeşitli mallardan oluşan 25000 dolarlık bir miktarın da buna eklenmesini istedi Yusuf Paşa ne kadar kararlı olduğunu göstermek ve gözdağı vermek için de konsolosun gözü önünde Amerikan gemisinin bayrak direğini kestirdi Bunun üzerine ABD Başkanı Thomas Jefferson'ın emriyle 4 savaş gemisiyle Trablus sahillerine giden Com Dole, tehlikelerle dolu 1200 km uzunluğundaki sahilin gözünü korkutması üzerine savaşmaya cesaret edemeyerek ülkesine geri döndü Bir yıl sonra, Mayıs 1802’de bu defa 6 gemiyle Trablus Limanı açıklarına demirleyen Amerikan Filosu bir Trablus gemisini batırıp sahili de bombaladı.

Aynı yıl Albay Bainbridge, Trablus’u kuşatmak için harekete geçti ise de kendini Trablusgarp Beylerbeyi Yusuf Paşa tarafından kuşatılmış bulunca Amerika'nın ünlü Philadelphia Savaş Gemisi -içindeki 307 Amerikalı subay ve erden oluşan mürettebatıyla birlikte- ele geçirildi İki yıl Türk Bayrağı'nın şanlı bir şekilde dalgalandığı Amerikan Gemisi, Stephen Decatur'un -bir Türk teknesini ele geçirdikten sonra Osmanlı Askeri süsü verdiği- 74 gönüllüsüyle birlikte Trablus Limanı'na gizlice yanaşması sonucu 15 Şubat 1804’te ateşe verilerek yakıldı.

Direğinde Türk Bayrağı'nın 2 Yıl Dalgalandığı
Amerika'nın Ünlü Philadelphia Savaş Gemisi 

Philadelphia Gemisi'ni Trablus Limanı'nda yakan 25 yaşındaki Stephen Decatur, göstermiş olduğu bu başarı(!) sonrası Albaylığa atanarak ABD Deniz Kuvvetleri’nin en genç yaşta Kaptanlığa yükselen Deniz Albayı ünvanını elde etti Ünlü İngiliz Amirali Nelson Amerikan Denizcilik Tarihi'nde önemli bir yer tutan bu olayı duyunca bunu "Çağın En Cesur Eylemi" olarak ilan etti.

Osmanlı deniz akıncıları ise her fırsatta Akdeniz’deki Amerikan gemilerine denizleri dar etmeye devam ettiler. Yaman bir kahraman olan Yusuf Paşa, Amerika ile karşılıklı inatlaşmaya devam etti ve esir edilen Amerikan askerlerini değiş-tokuş etmeye yanaşmadı Bunun üzerine 3 Eylül 1804’de harekete geçerek Trablus Limanı'nı hedef seçen bir "Amerikan İntihar Gemisi" açılan ateş sonucu amacını gerçekleştiremeden patlatılarak batırıldı.

Amerika Birleşik Devletleri Osmanlı'nın "Garp Ocakları"na Akdenizde'ki faaliyetleri için ödediği yıllık vergiyi 1824 yılına kadar ödemeye devam etti.

7 Mart 1796 yılında Osmanlı ile Amerika arasında imzalanan Dostluk ve Barış Anlaşması'nın orjinal metninin ilk 3 maddesi ise şöyle:

Bismillahirahmanirrahim

1. Fasıl İbtida ki faslın kavi u kararı oldur ki işbu 1210 senesinde hala Merikan Ceziresi Eyaletlerine mutasarrıf dostumuz Cor-co Vaşinto (George Washington) her biri zebtinam Merika hakimi ile ocağımız Mahruse-i Cezair-i Garbta sahib-i devlet olan saadetlü Hasan Paşa (Cezayir Dayısı Hasan Paşa) -yesserellahü ma ye-zid vema yeşa- Hazretlerinin rey ve as-ker-i mansure Ağası ve kul kethüdası ve sair erbab-ı divan ve cümle asakir-i mansure ve canibinin reayaları ittifakıyla bu sulh ve selahımız ve metin ve muhkem olub sabit olmuştur. Ba'del yevm sulhü-müze muhalif ve mugayir ve fasid idicek bir söz kalmamış.

2. Fasıl İkinci faslın kavi u kararı oldur ki Merikan hakimi dostumuzun gemileri gerek büyük ve gerek küçük ve kezalik anların hükmünde olan reayasının gemileri mahruse-i Cezayir iskelesi veyahut taht hükmünde olan iskelelere varurlar ise adet-i kadim üzere rızklarından ötürü sattıklarında sair İngiliz ve Felemenk sevid bazerkanlarının vire geldüği ve anlara akdo-lunan gümriği 100 guruşta beş guruş gümrük alına. Ziyade taleb olunmaya. Ve bir dahi budur ki satılmayan rızkların yine gemiye koyup götürmek murad ettiklerinde bir kimesne anlardan bir şey talep itmeye. Ve mezkur iskelelerde bir kimesne anları incidüb alıkomalayalar.

3. Fasıl Üçüncü faslın kavi u karan oldur ki Merikan hakimi dostumuzun gerek korsan ve gerek bazargan ve gerek Ceza-ir'in korsan ve bazargan gemileri ruy-i deryada birbirlerine rastgelüb buluştuklarında aramaktan ve birbirlerin incitmekten beri olup rivayet ve hürmet ile birbirlerinden yollarına gitmeden bir kimesneye mani olmaya. Ve biri dahi budur ki içlerinde herkangı cins olursa olsun yolcu oldukta rızkları ve malları ve eşyalarıyla her ne canibe giderler ise birbirin incidüb bir şeylerin almaya ve bir yere götürmeyeler ve eğtendürmeyeler ve hiçbir vecihle birbirlerine zarar-u ziyan itmeyeler.
Vesselam. Tahriren fi 21 Safer 1210.


* * *

George Washington Vergi Dairesi: İstanbul

[img]http://www.empirepic.com/images/hsp1egksi0afijdwa26n.jpg[/img]

Amerikan Kongresi, Cezayirli Hasan Paşa ile imzalanan “haraç anlaşması”nı 1796 yılının 7 Mart’ında onayladığında, Osmanlı Devleti’nin de resmen vergi mükellefi olmuştu!

Cezayir, Trablusgarb ve Tunus… Osmanlı’nın “Garp Ocakları” adı ile andığı bu topraklar, Anadolu’dan, özellikle de Ege bölgesinin yeniçeri ve leventlerini bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Osmanlı İmparatorluğu’na geniş bir özerklik statüsü olarak bağlanan bu eyaletlerde idari güç, bölgenin en sözü geçen kişisi olan ve “Dayı” unvanını taşıyan “yeniçeri kökenli” yöneticilerin elindeydi.

Buralarda yapılan korsanlık faaliyeti, çok daha kazançlı ve az riskliydi. Yerli halk kendi halinde yaşar, ama askerler ve leventler, geçimlerini Akdeniz’de korsanlıkla sağlarlardı. Korsanların İstanbul ile ticaret ve Türk denizlerinde dolaşma anlaşması yapmış olan memleketlerin bayrağını taşıyan gemilere saldırması yasak, ama diğer gemileri yağmalanması serbestti.

O günlerde Fransız Devrimi’nin rüzgârları Avrupa’yı sarsarken, bir başka fırtına, Napolyon Bonapart, Avrupa krallıklarını birbiri ardına işgal ediyordu. İspanya, Savoia, Piemonte, Avusturya, Prusya ve
Polonya bir anda Fransız işgaline uğramıştı. Kısacası, Trablusgarb, Cezayir ve Tunus korsanlarının karşısında duracak bir donanma kalmamıştı… 18. yüzyılda Akdeniz’in tek hâkimi, hâlâ Türk ve Arap korsanlardı!

“Maksat ayağınız alışsın!”
Bu dönemde pek çok Avrupa devleti, Osmanlı İmparatorluğu’nun himayesi altındaki “Dayı”lar ile haraç anlaşmaları yapmışlardı. 1786’da “Cezayir Dayısı” ile bir ayönetimi nlaşmaya varılamazken, Amerikalıların “Barbar Devletler” olarak andığı devletlerden Fas, 40.000 altına razı oldu. İki ay sonra Faslı korsanlar bir Amerikan gemisini yaktıklarında, anlaşmayı hatırlatmak için gelen Amerikan elçisine Fas beyi, “Gönderilen haracın bittiğini, Amerikalıların lideri George Washington’un gönderilen paraya takviye yapmasını” söyledi… Korsanlar, 1789’da ABD’nin ilk başkanı olacak George Washington’u daha başkan olmasını bile beklemeden haraca bağlamışlardı!

Maksat, Amerikalılarının “ayağının alışması”ydı… “Memalik-i Osman”ın toprakları sayılan Cezayir, Tunus ve Trablusgarb eyaletlerinin de devreye girmesiyle, Amerika’ya kesilen haracın meblağı da artmaya başladı. 1795 yılında gelindiğinde, sadece Cezayirli Hasan Paşa’nın George Washington’a kestiği “nakit cinsinden” haraç, 642.500 Amerikan dolarını bulmuştu! “Ödeme”, Cezayir dayısının 115 denizcisine, uluslararası sularda yapılıyordu.

Vergi mükellefi: George Washington
Osmanlı İmparatorluğu ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilk vergilendirme anlaşması, Amerikan elçisi Joseph Donaldson ile Cezayirli Hasan Paşa arasında, 5 Eylül 1795 günü imzalandı.

Metin Türkçe olarak kaleme alınmıştı ve daha önce Fas ile imzalanan ve Arapça olarak kaleme alınan 1786’daki anlaşmadan sonra, Amerikan tarihinin İngilizce olmayan ikinci metniydi. Anlaşmaya göre Amerika, Cezayir’de bulunan esirlerin bırakılması için “Dayı”ya 642.500 dolar “haraç” ödeyecek ve her yıl 12.000 Cezayir altınına denk gelen 21.600 doları vergi olarak verecekti. Amerikan Kongresi, anlaşmayı 1796’nın 7 Mart’ında onaylayınca, metin yürürlüğe girdi. Kongre, böylelikle Osmanlı Devleti’nin resmen vergi mükellefi oluyordu!

Amerika, 1796′nın 4 Kasım’ında Trablusgarb’ın, 1797′nin 28 Ağustos’unda da Tunus’un dayıları ile anlaşmalar imzaladı. Trablusgarb ile varılan anlaşma uyarınca Amerikan tarafı Trablusgarb beyi Yusuf Paşa ile “divan”ına Amerikalı esirlerin iade edilmeleri karşılığında 40.000 İspanyol doları ödüyor, Trablusgarb’ın ileri gelenlerine altın ve gümüş saatler, elmas yüzükler ve pahalı kumaşlardan yapılmış kaftanlar vermeyi taahhüt ediyordu.

Yine Türkçe olan bu anlaşmanın ilginç taraflarından biri, besmeleyle başlayan metnin hemen girişinde “Bu belge dünyanın hâkimi, denizlerin ve karaların hükümdarı, kralların efendisi, sultanlar sultanı, imparatorlar imparatoru, Sultan Mustafa Han’ın oğlu Sultan Selim Han’ın dikkati nazarları altında imzalanmıştır. Allah, O’nun hükmünü daimi kılsın” şeklindeki ifadelerin yer almasıydı ve bu ifadeler, metni Türk tarafının dikte ettirdiğini göstermekteydi.

Bu anlaşmada dikkat çeken bir diğer husus, anlaşmanın 11. maddesinde “Hiçbir şekilde köklerini Hıristiyanlık dininden almayan, Amerika Birleşik Devletleri” gibi bir ibarenin kullanılmasıdır! Ertesi yıl anlaşma biraz daha genişletildi. Önceki haraç miktarına ek olarak, 36 toplu Crescent firkateyni Cezayir Dayısı’na “hediye” edildi. 1797 yılının haraç listesinde ise, bir başka firkateyni, Handullah’ı görüyoruz. Amerika Birleşik Devletleri çaresizlikten, kendilerini haraca bağlayan Türk ve Arap korsanlara “donanma” düzmekteydi!

Trablusgarb Beyi’nin hizmetindeki Türk korsanların hayal gücü daha da genişti. 1798 yılı için Amerikalıların vereceği 115.000 dolar haracın dışında, bir küçük madde daha kondu anlaşmaya: Trablusgarb ufuklarında görünen Amerikan gemilerini selamlamak için gemi başına bir fıçı barut!

Amerikalılar çaresizdi. Dönem, Amerika Birleşik Devletleri’nin kurulduğu yıllardır ve yeni yeni kurulan bu ülke Kuzey Afrika’nın Türk ve Arap korsanları ile baş etmek bir yana, kendi sahillerini bile koruyamamaktadır. İnternet üzerinden de kolaylıkla erişebilecek Ulusal Kongre Kütüphanesi kayıtlarına göre, Amerika Birleşik Devletleri2nin 1800 yılı bütçesinde 2.000.000 dolar “haraç ödemeleri”ne gitmişti. Bir başka deyişle, o günkü ABD bütçesinin yüzde 20’si!

“Sen benim kölemsin”
Mayıs 1800’de, George Washington’ın ünlü amirali Bainbridge, yeni Cezayir dayısı Mustafa Bey’e her zamanki haracını ödedi. Tam ayrılacakken, Cezayir dayısı, bir elçisini padişahın İstanbul’daki sarayına götürmesini istedi. Bainbrigde bu isteği kibarca reddetmeye çalışsa da ve Cezayir dayısı buna emretti: “Sen bana haraç ödediğinde kölem oldun demektir. Bu yüzden sana canımın istediği gibi emretmeye hakkım var!”

Kalenin silahları Bainbridge’in firkateynine nişan almıştı. Bu yüzden Brainbridge boyun eğdi ve Amerikan bayrağını pruvada, Cezayir bayrağını ise kıçta dalgalandırma şartıyla talebi kabul etti. Bainbridge Cezayir dayısının elçisini İstanbul’a götürdüğünde, ilk defa ABD bayrağını Osmanlı Devleti’ne gösterme fırsatını da buluyordu. Osmanlı padişahı III. Selim ve maiyeti şaşırdılar. Amerika Birleşik Devletleri diye bir devlet olduğundan haberleri bile yoktu. Saraylılar Kristof Kolomb hakkında sadece belli belirsiz dedikodular duymuşlardı.

Bainbrigde, Amerika’nın büyük denizin ötesindeki bir ülke olduğunu ve Kristof Kolomb tarafından keşfedildiğini söyledi. Bainbridge ve Osmanlı Kaptan-ı Deryası sıkı dost oldular. Hatta padişah, Bainbridge’in küstah Cezayir dayısı tarafından rahatsız edilmemesi için bir de ferman verdi!

Bainbridge, dönüş yolunda Amerikan Donanma Sekreteri’ne şöyle yazdı: “Umarım bir daha haraç ödemek için Cezayir’e yollanmam; en azından beni toplarımızın namlusuna koyup ateşleyerek, haracı teslim etme görevini vermediğiniz sürece!”

Jefferson’dan “culüs bahşişi” isteyen paşa
George Washington’nun ardından John Adams, o günlerde yeni bir devlet olan Amerika Birleşik Devletleri’nin ikinci başkanı olur. Yeni başkanın “gelenek görenek” konusunda pek bilgili olmadığına kanaat getiren Trablusgarb beyi Yusuf Paşa, 1799 yılında dostunu uyarmayı uygun bulur. Yusuf Paşa, “Ölen yüksek makam sahibi adına o makama gelen yeni başkanın Trablus Krallığı’na bir hediye sunması” gerektiğini, Adams’a bir ferman yazarak, lisan-ı münasip ile anlattı. Tüm bunlara ek olarak, “hediye” miktarının 10.000 dolar olduğunu belirtmeyi de ihmal etmedi.

10.000 dolarından haber alamayan ve sabırsızlığı üst seviyeye ulaşan Yusuf Paşa, aradığı fırsata 1801 yılında kavuştu. Adams yerini Thomas Jefferson’a bırakmıştı. Garb Ocakları’nın yönetiminde yer alan tüm yöneticiler gibi “yeniçeri kökenli” olan Yusuf Paşa, yeni başkan Jefferson’dan 225.000 dolarlık “cülus bahşişi”ni talep etti. Jefferson kızgınlıkla bu talebi reddetti.

“Gelin elimi öpün!”
Trablusgarb beyi Yusuf Paşa da kızgındı. Paşa, derhal Amerikan temsilcilerinin huzuruna çıkmaları ve hatalarını kabul ederek el öpmelerini emretti! 225.000 dolarlık cülus bahşişinin yanı sıra, Yusuf Paşa’nın seçeceği türden 25.000 dolarlık malın “hediyesi”ni uygun buldu! İlk mesajın yeterince ciddiye alınmaması Yusuf Paşa’yı bu defa daha “ikna edici” davranmaya itti. Mesaj netti: Ya “hediye” ya da savaş!

Savaş çıktı. Trablusgarb dayısı Yusuf Paşa, Amerikan tarihine “First Barbary War” adıyla geçecek olan savaşı, 10 Mayıs 1801 tarihinde başlattı.


Trablusgarb paşasının ABD’ye savaş ilan etmesi üzerine Jefferson, Amerikan donanmasını Akdeniz’e gönderdi. Tunus ve Cezayir savaştan hemen çekilirken, Trablusgarb ve Fas, aralıklarla 1815’e dek sürecek olan zorlu bir mücadeleye giriştiler. 1803 Ekim’inde Trablusgarb dayısı, Amerikan donanmasının en iyi firkateynlerinden biri olan Philadelphia’yı ele geçirerek, gemi kaptanı amiral William Bainbridge ve tüm mürettebatını esir aldı.

Philadelphia’nın kaptırılması, Amerikalıların küçük düşmesine neden oldu. Bunun üzerine, 16 Şubat 1804 tarihinde Amerikan donanması tarafından alınan ilginç ve radikal bir uygulanmaya kondu. Enterprise’ın kaptanı olan genç teğmen Stephen Decatur, Trablusgarb limanına girerek, bir zamanlar Amerikan donanmasının en iyi gemilerinden biri olan Philadelphia’yi ateşe verdi ve ülkesine bir kahraman olarak döndü!

Not : Umida Salih ve Ali Işıngör’ün birlikte hazırladıkları bu dosya, Focus dergisinin Ağustos 2004 sayısında yer aldı. Dergideki yazı, önemli oranda kısaltılarak buraya alınmıştır.


Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/ext.php?re ... stanbul%2F


"Tam bağımsızlık demek, kuşkusuz siyasal, maliye, ekonomi, adalet, askerlik,
kültür... gibi her alanda bağımsızlık ve tam özgürlük demektir.
Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin
gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir."

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

.

Türkiyedeki islamcı yapılar öteden beri Haçlıların ileri karakollarıdır. #İngilizinİmamları



ERZURUM, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Savaş Eğilmez, Türklerin casuslarla binlerce yıldır mücadele ettiğini söyledi.

ERZURUM, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Savaş Eğilmez, Türklerin casuslarla binlerce yıldır mücadele ettiğini söyledi. Türkiye'deki ajanların en iyisinin imam, diğerlerinin de papaz olarak görev yaptığını öne süren Eğilmez, "Terör örgütleri FETÖ ve PKK adına suç işlediği, casusluk yaptığı iddiasıyla şu an ev hapsinde bulunan ABD'li casus Andrew Brunson, ABD ile Türkiye arasında krize neden olmuştur" dedi.

ABD'li Rahip Brunson vakasının bu coğrafya için ne ilk, ne de son olacağını ifade eden Eğilmez, Brunson gibi casusların Hunlar döneminde de var olduğunu, Selçuklu çağında da faaliyet gösterdiklerini belirtti. Örneğin Çinli casus Chang Sun-Sheng'in 6'ncı asrın sonu ve 7'nci asrın başlarında Türkler hakkında yıllar süren casusluk faaliyetleri sonucunda elde ettiği istihbaratlar neticesinde hazırlamış olduğu raporu, Çin'in Asya'daki Türk üstünlüğüne son vermesinde önemli bir rol oynadığını vurgulayan Tarihçi Savaş Eğilmez, "M.Ö. 2'nci yüzyıldan itibaren başlayan casusluk faaliyetlerindeki başrolü Türk başkentindeki Çinli prensesler üstlenmiştir ki bu, Çin'in Türkler arasında sistemli ve etkili bir şekilde casusluk faaliyetlerinde bulunmuş olduğunun en önemli göstergesidir. Hun, Göktürk ve Uygur devletlerinin zayıflaması ve hatta yıkılmasında rol oynayan Çinli casuslar gibi Türk yurdunda faaliyet gösteren Moğol, Kırgız ve İranlı casuslar da farklı dönemlerde etkili olmuşlardır. İslamiyeti kabul edip Anadolu'ya yerleşen Türkler, batının en büyük hedefi haline gelmiştir" diye konuştu.

Türklerin İslamiyet'i kabul ettikten kısa bir sure sonra bu dinin hem koruyucusu, hem de yayıcısı rolünü üstlendiğini ve hemen ardından Hristiyan dünyası için büyük önem arz eden Anadolu'yu vatan edindiğini ifade eden Eğilmez, "Bu durum da Türk devletini batının en önemli hedefi haline getirmiştir. Türkleri alt etmek adına her türlü hileye başvuran batı dünyası için casusluk faaliyetleri de vazgeçilmez bir kanıt haline gelmiştir. Gerek papalık, gerekse batılı devletler aracılığıyla yürütülen casusluk faaliyetlerinde genellikle din adamı kimliği kullanılmıştır. Batı adına faaliyet gösteren casuslar bazen Hristiyan bir papaz, bazen de Müslüman bir imam kılığına bürünüyorlardı. Papalık eliyle yapılan casusluk çalışmalarında Papa, bir yandan Avrupa milletlerini Osmanlılara karşı birleşmeye çağırırken, diğer yandan da casusları aracılığı ile Türk topraklarındaki gayrimüslim tebaayı devlete karşı isyana teşvik etmiştir. 16'ncı asrı takip eden yıllarda Osmanlı Devleti'ndeki yabancı devlet casuslarının etkisi ve sayısı artarak devam etmiştir. Bu süreçte batılı devletler, gerek Osmanlı tebaasından elde ettikleri casuslar yoluyla, gerekse Osmanlı ülkesine gönderdikleri diplomat, yazar, arkeolog, Türkolog kılığındaki kişiler eliyle casusluk çalışmalarını geniş bir alana yaymışlardır" dedi.



Saraylarda muhtelif görevlerde çalışan birçok casus olduğunu sözlerine ekleyen Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Savaş Eğilmez şunları söyledi:

"Sarayda da muhtelif görevlerde çalışan birçok casus bulunmaktaydı. Öyle ki, padişahın nereye ve ne zaman sefer düzenleyeceği, Osmanlı ordusundan önce batılı diplomatlar haberdar oluyordu. 19'ncu yüzyılın başarındaki bağımsızlık hareketlerine paralel olarak casusluk faaliyetlerinde büyük artış gözlenmiştir. Öyle ki bu faaliyetlerin bir kısmının ortaya çıkmasından sonra 2'nci Mahmut tercüme işlerinden Rumları uzaklaştırdığı gibi, devletin Avrupa ile ilişkilerini yürütecek bir Müslüman-Türk bürokrat sınıfın yetiştirilmesine gayret göstermiştir. Casusların nasıl yetiştirildikleri ve çalıştıkları konusunda Kazım Karabekir Paşa şu bilgileri vermektedir, 'İki sene fiilen hizmet eden subaylardan isteyenler Doğu Dilleri Okulu'na alınır. İki, üç sene kadar sizi okur, yani; Türk dili, Türk tarihi, Türk coğrafyası, İslam dini, Türk karakter ve ahlakı, Türk iktisadını tahsil ederek imtihan olurlar. İmtihanda başarılı olanlar İstanbul'a gelir, iki sene kadar yine aynı konuları daha ayrıntılı olarak okumakla beraber büyük şahsiyetleri, büyük hükümet makamlarını, Kars'ın fikirli gazeteleri, çeşitli fikir akımlarını, halkın iktisadi durumunu, orduyu sonuç itibarıyla her türlü varlığımızı görerek yerinde inceler. Yani okuduklarını gözüyle de görür. İmtihanda başarılı olanlardan casusluğa kabiliyetli olanlar, her duruma uyar, her yere girebilir derecede, kurnaz, yüz olarak tanınmaz, ağzı sıkı, fedakar kimseler ajan olurlar. Ajanlar ülkemiz içerisinde muhtelif işlere, çeşitli milliyetler ve isimlerle dağılıp işe başlarlar. Bunlardan en yetenekli olanları hidayete ermiş gibi İslam dinine girerek sızar, hatta evlenerek çoluk çocuk sahibi de olur. Süresi bitince isterse bu vazifeye devam eder, istemezse önemli bir para mükafatı, oturacak ev veya arazi verilir. Serbestçe yaşantısını sürdürür. Özellikle mühtediler (din değiştirenler) çoluk çocuk sahibi olanlar, hayatları müddetince bu vazifede kalırlar."

Çanakkale Savaşı sırasında İtilaf devletlerinin casusları eliyle yürüttükleri propagandanın etkisini ve boyutunu görmek açısından Kazım Karabekir Paşa'nın zikrettiği anekdodun da büyük önem arzettiğini hatırlatan Eğilmez konuşmasını şöyle sürdürdü:

"Çanakkale'ye asker çıkarmadan önce İngiliz ve Fransızlar, Müslüman askerlere şöyle bir genelge yayınlamışlar: 'Halife'yi Almanların elinden kurtarmaya gidiyoruz. Almanlar Çanakkale Boğazı'nı tutmuşlar. Muharebede sakın Türk askerlerine ateş etmeyiniz, onlar sizin din kardeşlerinizdir. Maksadımız o zavallıları da Almanların elinden kurtarmaktır. Türk askerlerinin başında kırmızı fes olduğunu biliyorsunuz. Almanların başında toprak rengi başlık vardır. Bunlara aman vermeyin, öldürün. Sakın feslilere ateş etmeyin! Gayret ve kahramanlık gösterin de Halife ve Padişah efendimizi çabuk kurtaralım! Bu tamim Müslüman askerlerin ruhuna işlemişti. Esirler bizi haki başlıkla görünce Alman sanmışlar. İşte propaganda böyle kısa ve yakışık alır ve dinleyenlerce inanılır ve kolay kolay da silinmez bir tarzda yapılır. Türk kara ordusu başlarında fesi çoktan çıkarmış ve toprak rengi başlık giymişti. Tabi sömürge halkı bunu bilmezdi. Onun gözüne daima Türk askerlerinin kırmızı renkli kıyafeti gösterilmişti. Kulakları hala hep böyle dolduruluyordu. O zavallılar Alman sanarak Türkleri öldürürken, üstelik bir de sevap işlediklerini sanarak seviniyorlarmış."

Eğilmez, yine Kazım Karabekir Paşa'nın "İstiklal Harbimiz" isimli eserinde zikrettiği şu ifadelerde tam olarak casusluk sistematiğine ışık tutar vaziyette olduğunu hatırlatarak, konuşmasını şöyle tamamladı:

"Bugünlerde Ahmet Robenson adresine Bandırma cihetlerinden gelen şüpheli bir mektup ele geçti. Ahmet Robensen kimdir? Araştırma neticesinde ebeveyninin İngiliz olup Müslümanlığı kabul ettikleri ve oğulları Robenson'un da isminin önüne bir Ahmet takarak Türk vatandaşı gibi Harb-i Umumi'de yedek subay olarak orduya dahil olduğunu, fakat Kars'ta kalarak gelmediği anlaşılmıştı. Yapılan tahkikatta Kars bölgesinde İngilizler hesabına casusluk etmekte olduğu öğrenildi. Ne ibret alınacak vakalar! İslam olup içimize karışanlar, yüzümüze gülerek menfaatler gösteren insanlar, ne uzun müddetler, zavallı Türk milletine neler yapmışlar. Geçen sene Erzurum'da yakaladığımız Müslüman olmuş ve ara ara imamlık yapan Rus casusunu temize çıkarmak için bir mahalle halkının karargahıma geldiği zaman hallerine bakıp da hatıratıma şunu kaydetmiştim: "Ey Türkoğlu! Sen pek safsın, seni herkes aldattı! Erdim diyen, döndüm diyen çemberinden atlattı! İmam kılığındaki Hristiyan casuslar, yıllarca camilerde Türk-İslam-Kültürünü tahrif ettiler."

'BATI, KÖY İMAMLARININ GÖREVLENDİRME BOŞLUĞUNDAN İYİ YARARLANDI'


Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Savaş Eğilmez, Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyetimizin ilk yıllarında köylerde görev yapan imamların aldıkları ücretin devlet tarafından değil, bulundukları köyün insanları tarafından karşılandığını hatırlattı. Ajanların en iyisinin imam gerisinin de papaz olduğunu söyleyen Eğilmez, "Bu imamlar köyün ileri gelenleri ile alacakları ücret, yatacakları yer, yiyecek ve içecekleri konusunda anlaştıktan sonra göreve başlarlardı. Bu yüzden imamlık bilgisine sahip din adamları iş bulmak amacıyla köy köy dolaşırlar ve anlaştıkları köyde işe başlarlardı. Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu'nu içten yıkmak isteyen batı dünyası, sadece köyün ileri gelenleri tarafından seçilen köy imamlarındaki bu görevlendirme boşluğundan iyi yararlanmışlar ve Anadolu köylerine imamlıkla ilgisi olmayan, ancak bu konuda yetiştirilmiş casuslarını göndererek uzun süre imamlık yaptırmışlardır. Köy halkının hiçbir şeyden habersiz aylarca arkasında namaz kıldığı sahte imamlar, Anadolu insanının maddi ve manevi gücünü, yediğini, içtiğini, devlete olan bağlılığını, savaşla ilgili düşüncelerini anında bağlı oldukları ülkeye rapor ederek Türk devletini yıkmanın ve zayıf düşürmenin yollarını arıyorlardı. Savaş sonuna kadar görevlerine devam eden bu imamların casus olduğundan hiç kimse şüphe duymamıştır" dedi.

- Erzurum

Kaynak: DHA


Alıntı: Haberler.com

11.08.2018 12:59

İslam etkilenmesin diye gizlenen 70 yıl süren Türk - Arap savaşı | Arap vahşeti

İslam etkilenirmiş... (*)

Şu gerçek unutulmamalıdır:

DİN, İNSAN İÇİNDİR; İNSAN, DİN İÇİN DEĞİLDİR!



















































Türklere yapılan Talkan ve Curcan Katliamı! Tarih-i Taberi / Cilt 3/
70 sene süren Türk-arap savaşlarının en ehemmiyetli noktaları ve sonuçları:

1- 100.000’in üstünde Türk katledilmiştir.
2- 50.000’in üstünde Türk genci köle ve cariye yapılmıştır.
3- Şehirler yağmalanmış , ganimet diye halkın herşeyi talan edilmiştir.
4- Tüm zenginlikler , tarihi yapıtlar yokedilmiş , yakılmış , yıkılmıştır.
5- Dünyanın en büyük katliamlarından biri olan “Talkan Katliamında” 40.000 Türkün kesilerek 24 kilometre yol süresince ağaçlarda sallandırılmıştır.( Tarihte örneği çok azdır.)
6- Aynı şekilde “Curcan Katliamında da esir alınan 40.000 Türk’ün nehir kenarında kafaları kesilmiş , nehrin suyu kıpkızıl olmuş , cesetler yine ağaçlarda sallandırılmıştır.
7- “Teslim olursanız canınız bağışlanacak” sözü hiç bir zaman yerine getirilmemiş , “Şeriat söz tanımaz” denilerek kadın-erkek kılıçtan geçirilmiştir.
8- Araplar tarihte yaşadıkları bu en büyük yağma ve talandan çok büyük servet ele geçirmişlerdir.
9- Türkler böyle bir vahşet ve mezalimi Çinlilerden bile görmemişlerdir.
10- Türk’ler bu katliamların ardından Arap dinine zorla geçirilir ve asimile edilir. Bu tarihi gerçekler “islam etkilenmesin” düşüncesiyle gizlenmekte, söz edilmemektedir.
(Syf-349-350)

Ayrıca bakınız: https://bit.ly/2Fm6Ufp




(*) Not:
Kuran’da a’rab kelimesi, geçtiği 10 yerin biri hariç, daima olumsuzluğun, kötülüğün, iki yüzlüğün, cimriliğin, kaypaklığın taşıyıcısı olarak kullanılmaktadır: Tevbe 90; Tevbe 97; Tevbe 98; Tevbe 101; Tevbe 120; Fetih 11-12; Fetih 16; Hucurât 14
.
.

AMERİKA – MİSYONERLİK – GRANDTÜRK


SİYASİ TARİH * Emperyalizm * AMERİKA – MİSYONERLİK – GRANDTÜRK – Çünkü dönemin ABD Başkanı Theodore Roosevelt’e göre dünyada herkesten önce ezilmesi gereken bir Türk gücü vardı. Zaten misyonerlere verilmiş olan talimatta da öz olarak başka bir şey denilmiyordu. Misyonerleri Anadolu’ya gönderen güç, onlara verdiği talimatta: “Bir fetih savaşına girmiş askerler olduğunuzu unutmayın.





















AMERİKA – MİSYONERLİK – GRANDTÜRK 

Yıl 1786 idi.
İlk defa, ABD bandıralı bir gemi Osmanlı limanlarından birine yanaştı. Adı “Grand Türk” idi…İçine taşıdığı yolcular ise, Anadolu’ya ekilmek üzere gönderilen ilk nifak tohumları olan misyonerlerdi. İlk önce İzmir ve çevresine yuvalandılar.

Türk devletinin geniş hoşgörüsünden (aslında gafletinden) yararlandılar!
Anadolu’da birçok misyoner okulu açtılar. Okullarına öğrenci olarak da daha çok Bulgarları, Ermenileri, Rumları, İngilizleri, Yahudileri ve Kürtleri aldılar!

Yeni kiliseler kurdular etrafında cemaatler oluşturdular, Matbaalar kurdular ve maalesef bu milletin aleyhinde binlerce kitap, dergi vb. basmak suretiyle kararlı bir şekilde faaliyetlerine devam ettiler!

1863 yılına gelindiğinde bu matbaalarda Ermenice, Rumca, Bulgarca, İbranice, Kürtçe ve Türkçe olmak üzere basılan kitap sayısı 160.000’i aşmaktaydı. 

1900 yılına gelindiğinde ise sadece Anadolu’da (İstanbul dâhil) 400’ü aşkın okulda 17.500 civarında öğrenci okutmaktaydılar. Daha doğrusu, nifak tohumlarını bu öğrencileri zehirlemek suretiyle ekmekteydiler!


Türkiye’de misyoner okulları ; İstanbul – İzmit – Bursa – İzmir – Trabzon – Sivas- Adana – Merzifon

Bir karşılaştırma yapabilmek açısından aynı dönemdeki Türk okullarının sayılarını da vermek gerekmektedir. 1913-1914 yıllarında sadece Anadolu değil, bütün İmparatorluk dâhilindeki Sultaniye ve İdadilerin sayısı 63 ve buralarda okutulan öğrenci sayısı ise sadece 6.800 civarında idi. Osmanlı devleti, 1869’dan itibaren her türlü yabancı okulu yakından izlemeye başlayınca, gözdağı vermek için Osmanlı karasularına ABD savaş gemilerinin gönderilmesini dahi gündeme getirdiler!























Merzifon’da misyonerler ABD bayrağı ile piknikte

Çünkü dönemin ABD Başkanı Theodore Roosevelt’e göre dünyada herkesten önce ezilmesi gereken bir Türk gücü vardı. Zaten misyonerlere verilmiş olan talimatta da öz olarak başka bir şey denilmiyordu. Misyonerleri Anadolu’ya gönderen güç, onlara verdiği talimatta: 
“Bir fetih savaşına girmiş askerler olduğunuzu unutmayın. Ve her ne kadar mücadele manevi alanda, kafanın kafayla, kalbin kalple mücadelesi ise de ve sizin silahınız Tanrı’nın inayeti ile güçlendirilmiş manevi bir silahsa da Napolyon’un askeri girişimleri kadar araştırma, bilgi ve düşünmeye ihtiyaç gösterir. Bu mukaddes ve vaat edilmiş topraklar silahsız bir Haçlı Seferi’yle geri alınacaktır” denilmekte idi.

Yani, “Grand Türk”’ün yolcuları aslında; “Büyük Türk”ü “Küçük Türk” yapabilmek için gelmişlerdi…

Bulgaristan’ı kuranlar, başta Robert Koleji olmak üzere bu okullarda yetiştirildiler. Sonunda bağımsız Bulgaristan kuruldu!

Sonra, sonra ne mi oldu?
Neler olmadı ki?

Bir yandan misyonerler aracılığı ile Anadolu’da nifak tohumları ekilmeye, Anadolu’da yaşayan halklar birbirinden soğutularak düşman edilmeye çalışılırken, bir yandan da Anadolu’da can vermek üzere olan Hıristiyanlığa can suyu verilerek Anadolu yeniden Hıristiyanlaştırılmaya çalışılıyordu!

Yeter mi? Tabi ki yetmez…

1948’den başlayarak, etkileri 1970’li yıllara kadar devam eden Marşal Yardımı kapsamında; o dönemde Anadolu’da her evde koyun, keçi veya sığır (süt hayvanı) bulunduğu halde, içine ne katıldığı bilinmeyen süt tozları bütün Türk çocuklarına (okullarda) dağıtılıp içirilerek geri zekâlı bir nesil oluşturulmaya çalışıldı!

Buna rağmen Menderes döneminde Kore’ye gittik ve onlar için savaştık. Kan döktük can verdik.Hatta şarkılar bile besteledik. Yaşı 60’ın üzerinde olanlar bu şarkıyı çok iyi hatırlarlar:

“Amerika Amerika,
Türkler dünya durdukça,
Beraberdir seninle,
Hürriyet savaşında.
Bu bir dostluk şarkısıdır,
Kardeşliğin yankısıdır.
Kore’de olduk kan kardeşi,
Sönmez bu yangının ateşi…”

Ama kazın ayağı hiç de öyle değildi.
1960 yılına geldiğimizde ise yeni bir tezgâh daha sahneye konulmuştu.O yıl ABD büyükelçiliğinde bir albay başkanlığında 18 kişiden oluşan bir Kürt İşleri Bürosu kuruldu ve bu büro aracılığı ile, özellikle doğu illerimizde ABD adına görev yapacak çok iyi Kürtçe konuşabilen ve bölge hakkında çok geniş bilgilerle donatılan yeni ajanlar yetiştirilmeye, hiç vakit kaybetmeden Anadolu’ya yollanmaya başlandı!

Bu ajanlara, şeytanın silah arkadaşı olan Fransa Paris’te Kürtçe öğretildi.
Ajanların çok büyük bir bölümü çok zeki, çok genç ve çok güzel kızlardan oluşuyordu. Bu güzel kızları, o yolu yolağı olmayan Kürt köylerinde gören Kürt ve Türk gençlerinin ise içleri gidiyordu. Ne kadar da güzellerdi…





















O zamanlar, Türkiye’de devam eden bir savaş olmamasına rağmen, bölgede görevlendirilen bu ajanlara “Amerikan Barış Gönüllüleri” deniliyordu…1969 yılı itibariyle 69 ilimizde toplam 232 barış gönüllüsü bulunmaktaydı.Bu sözünü ettiğimiz “Barış Gönüllüleri (Peace Corps) projesi”, ABD tarafından 1961 yılında dönemin ABD Başkanı olan Jonn F.Kenedy tarafından, parlamento kararı ile başlatılan bir projeydi.

Proje kapsamında ülkemize gelen gönüllü (pardon ajan) sayısı resmi rakamlara göre 1201 idi, ancak gerçek sayının ne kadar olduğu hiçbir zaman tespit edilemedi!

Sonrası?
Doğu’daki PKK hareketinin başlangıcı bir 10 yıl sonraya rast gelir!
Yani bu barış gönüllülerinin icraatları bu topraklara saçılan kin tohumlarına mükemmel birer gübre olmuştu!Bizler ise Amerikan barış gönüllülerinin saçtığı zehri unuttuk. Bu zehre karşı panzehir üretmeyi ve kullanmayı maalesef yeterince akıl edemedik.

Ne mi yaptık?
Sadece zehirlenmiş kardeşlerimize düşman olduk!
Bu Amerikan ajanlarının yıllar önce insanlarımız arasına yavaş yavaş ektikleri nifak tohumlarının zehirli meyvelerini son 20/30 yıldır sık sık yemek zorunda kaldık.

Bu zehirli meyveleri hala yemeye devam etmiyor muyuz?
Biz her şeye rağmen saf saf Amerika’yı dost ve müttefik olarak görmeye devam ederken, 1974 yılında gerçekleştirdiğimiz Kıbrıs Türk Barış Harekatı’na karşı çıkan, bu harekatı durdurmak için Akdeniz’e deniz filosu gönderen ve Harekattan sonra da uzun yıllar ülkemize silah, mühimmat ve askeri malzeme ambargosu uygulayan da bu dost Amerika idi!

Yine aynı yıllarda, ABD’nin Nihat Erim Hükümetine baskı yaparak Türkiye’de afyon ekimini yasaklattığını ve Ecevit’in iktidara gelmesiyle ABD’ye meydan okuyarak afyon ekiminin 1973 yılında yeniden başlatıldığını, Amerikan ambargosunun sebeplerinden birinin de bu afyon (haşhaş) ekimi krizi olduğunu unutmayalım.

Zaman ilerledi, 1992 yılına geldiğimizde başka bir Amerikan ihaneti ile karşı karşıya gelmiştik. 10 Aralık 1992’de ABD’ye ait Çekiç Güç helikopteri Cudi Dağı’ndaki PKK’lara silah, mühimmat ve malzeme attılar!

Yani ABD’nin PKK, PYD gibi Türk düşmanlarına yardım yapması hiç de yeni değildir.Bu olayın Türk Jandarma ve İstihbarat Timleri tarafından fotoğraflanıp tespit edilmesi üzerine, Eşref Bitlis Paşa tarafından konu Genelkurmay Başkanlığı’na intikal ettirdi.Bunun üzerine, 17 Aralık 1992’de Çekiç Güce bağlı ABD helikopterleri, Irak’ın Selahaddin Kenti’ne gitmekte olan Eşref Bitlis’in helikopterine ateş açtılar! Ama Paşa şimdilik kaydıyla kurtulmuştu.

Ve takvimler 01 Ekim 1992’yi gösterirken, ABD tarafından bir muhribimiz resmen (yanlışlıkla) vuruldu! Adı Muavenet idi.Adını Çanakkale Savaşı’nda İngilizlerin Goliath Zırhlısı’nı batıran ünlü “Muavenet-i Milliye Muhribi”nden alan “Muavenet” adlı muhribimiz; dost ve stratejik ortak olarak bildiğimiz Amerika tarafından; Ege Denizi’nde gerçekleştirilen NATO Kararlılık Gösterisi-92 Tatbikatı sırasında, USS Saratoga (CV-60) uçak gemisinden üst üste ateşlenen füzeler tarafından, kaptan köşkü ve savaş harekât merkezinden vuruldu!

Bu elim olayda, yaşamlarının henüz baharında olan beş denizcimiz kalleşçe şehit edildi, 22 denizcimiz de yaralandı!

“Muavenet Muhribi 1 Ekim’de vuruldu, 4 Ekim’de ise Irak’ta Kürt Federe Devleti’nin ilan edildi!

Oysa Türkiye Irak’ta kurulacak bir Kürt devletini asla istemiyor ve hatta bunu savaş nedeni sayıyordu.Diğer bir gelişme ise; Muavenet vurulduğunda Eşref Bitlis Paşa tarafından; Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı büyük bir harekât başlatılmıştı, ancak ABD bu harekâtın yapılmasını istemiyordu.

Artık bu Eşref Paşa Amerika için çok olmaya başlamıştı…Nitekim üzeninden çok zaman geçmeyecek ve Eşref Bitlis Paşa; 1993 yılında uçağı düşürülerek (ABD parmağı olduğu düşünülen şaibeli bir uçak kazasında) şehit edilecekti!

1991 Yılındaki 1. Körfez Savaşı’nın ardından, 1996 yılında Saddam Hüseyin bölgedeki gücünü arttırınca, Kuzey Irak’ta barınamayacakları anlaşılan tam 7.500 CIA peşmergesi Kürt, ABD tarafından 1996 yazında bölgeden kaçırılmak zorunda kalındı.

Aynı yıl ABD tarafından Washington’da bir Kürt Enstitüsü kuruldu, başına da Mike Amitay adlı bir Yahudi getirildi…İşte Irak’taki bugünkü sözde Kürt Devleti Projesi’nin taslak planları, daha önce Güneydoğu Anadolu’da defalarda inceleme gezisi süsü verilen istihbarat faaliyetlerinde yöneticilik görevi yapmış olan bu Yahudi ABD ajanı tarafından hazırlandı.

ABD’nin Kuzey Irak’tan kaçırdığı bu Kürtler ile Avrupa, Türkiye, Suriye ve İran gibi ülkelerden seçilen yetenekli Kürtler; bu Enstitü tarafından, ileride düşünülen işgal sonrası yapılacak operasyonlar için özel olarak yetiştirildiler!

Neler mi öğretildi?
Bir bölgenin demografik yapısı nasıl değiştirilir, nüfus ve tapu kayıtları nasıl sabote edilir, oylar nasıl değiştirilir ve Kerkük gibi kentlere göçmenler nasıl kaydırılır gibi “ince işler” öğretildi.Aynı Enstitüde başka bir grup ise kurulacak Kürt Devletinin ihtiyaç duyacağı bürokrasiyi oluşturmak üzere yetiştirildi.

2002 yılına gelindiğinde ise 24 Temmuz – 15 Ağustos tarihleri arasında Kaliforniya’daki Nevada Çölü’nde, ABD tarihinin en büyük tatbikatı düzenlendi. Tatbikatın adı “Millennium Challenge-2002”, yani Türkçesi “Bin Yılın Meydan Okuması-2002” idi. Binlerce askerin katıldığı bu tatbikatta; ABD askerlerine, Türkiye’yi işgal eğitimi yaptırılıyordu.

Tatbikatın senaryosu ve başlangıç tarihi ise çok manidardı. Yani ABD, hedef tahtasına Türkiye’yi koyduğu tatbikatın başlangıç tarihi olarak, Lozan Anlaşması’nın imzalandığı 24 Temmuz’u seçiyor ve Türkiye’ye karşı bin yılın meydan okumasını yapıyordu!

Takvimler 20 Mart 2003’ü gösterirken “Özgürleştirme Operasyonu” adı altında ve naklen verilen dehşet dolu görüntülerle beklenen işgal hareketi başlatıldı! ABD özel kuvvetleri ve ABD’de yetiştirilen Kürt gruplar 09 Nisan’da Kerkük’e, 10 Nisan’da da Musul’a girdiler ve buraları işgal ettiler. Türk şehirlerine giren CIA Kürtleri 1. Körfez Savaşında olduğu gibi yine Tapu ve Nüfus Dairelerini yağmadılar!

Türk şehirlerindeki Tapu ve Nüfus kayıtlarının yok edilmesinin asıl sebebi ise, bölgedeki Türk kimliğini yok etmekti. Neden mi? Çünkü mevcut belgeler buraların Türklere ait olduğunu gösteriyordu. Öyleyse önce bunlar yok edilmeliydi. Asıl amaç bölgede bir Kürt Devleti kurmaktı ve bu nedenle bölge Türksüz ve Arapsız hale getirilmeliydi! Öyle de yapıldı!

2’nci Körfez Savaşı ile Irak’ta gücünü ve etkinliğini arttıran ABD artık Irak’ta hiçbir Türk’ü istemiyordu.Tarihler 04 Temmuz 2003’ü gösterirken ABD askerleri, Kuzey Irak’ta görev yapan Türk Özel Kuvvetlerine baskın yaptılar 11 askerimizi derdest ederek tutukladılar ve başlarına da ÇUVAL geçirdiler.Bu çuval bütün Türk milletinin başına geçirilmiş bir çuval idi.

ABD tarafından bu baskında hırsızlık da yapılmıştır. Türk Timi’nin karargâhı darmadağın edildi, odalardaki her şey kırıldı, döküldü, parçalandı. Türk bayrakları ve Atatürk tabloları yerlere atıldı. Karargâhtaki askeri uydu sistemi tahrip edildi, 30 tüfek, bilgisayar, harita, uydu fotoğrafları, çelik kasada bulunan 106.000 dolar para, telsizler, bir adet jeep, iki kamyonet ve bir otomobil çalındı. Çok daha önemlisi, bu baskında çok önemli bir MİLLİ KRİPTO CİHAZI’mıza da el konuldu.

Daha sonraki yıllarda da Amerika’nın Türkiye aleyhindeki faaliyetleri ve Türk düşmanlarına yardımları hiç hız kesmeden devam etti.2016 yılında ABD güdümündeki Irak’taki kukla hükümete gaz verilerek Musul’daki, Başika’daki askeri varlığımız tehdit edildi, tehlikeye sokuldu ve Irak’tan çıkmaya zorlandı.

Aslında geçmişe yönelik anlatılacak çok şey var ama isterseniz kısa keselim ve gelelim bu güne…Ney yazık ki, Türk milletine zararlı Amerikan faaliyetleri azalmadığı gibi artarak devam etti ve halen de artarak devam etmektedir.

Artık gün; dün değil, bugün…
Gelen haberlere göre;

ABD tarafından, Suriye’nin Afrin bölgesinde bölücü örgüt PKK adına bir ‘TERÖR AKADEMİSİ’ kuruldu! Şu anda birçok ülkeden gelen kürtçü teröristler bu kampta Türk milletine karşı eğitilmektedir!

Türk istihbarat birimleri tarafından Başbakan Binali Yıldırım’a sunulan rapora göre; sadece 2016 yılında PKK’ya verilen silahlarla ‘modern bir ordu’ kurulması mümkündür!

Son günlerde PKK/PYD’nin, önemli miktarda cephaneyi Münbiç-El Bab-Afrin hattına naklettiği bilgisi de gelen bilgiler arasındadır!

PKK’ya verilen silahlar arasında uçaksavarlar, roketatarlar, Dockalar, Kaleşnikof, Zagros, Dragunov ve G- 3 otomatik piyade tüfekleri de yer almaktadır!

Bu şu demektir: ABD tarafından PKK/PYD/YPG, şimdiye kadar hiç olmadığı ölçüde Türkiye’ye karşı güçlendirilmekte, eğitilmekte, donatılmakta ve silahlandırılmaktadır.Burada verdiğimiz fotoğraf da zaten her şeyi açıkça ortaya koymaya yetmektedir. Afrin’de yeni çekilen bu fotoğraf, Türkçe Konuşan Ülkeler Uluslararası Gazeteciler Derneği (TKÜUGD) Suriye Medya Ofisi tarafından yayınlanmıştır.

Ne diyelim?
Böyle dost, böyle ortak… Düşman başına…

Aslında en güzelini, yıllar önce Aşık Mahzuni Şerif söylemiştir:

“Devleti devlete çatar,
İt gibi pusuda yatar,
Kan döktürür silah satar,

Su diye yutturur buzu,
Gafil düştük kuzu kuzu!

Bunca milletlere yazık,
Sömürülmüş bağrı ezik,
Seni sevenin fikri bozuk,

Ülkemizi parçalamaya çalışan dış güçlere karşı, Türk milleti ve bu topraklarda yaşayan herkes din, dil, ırk, cinsiyet, milliyet, etnik köken farkı gözetmeksizin el ele, omuz omuza tek vücut olmalı, birlik, beraberlik içinde birbirimize kardeşçe, dostça, sevgi ve saygıyla davranarak bu cennet vatanımızı korumalıyız.

Sevgiyle, akılla, bilinçle ve mutlulukla kalın..

Orhan Karakoç

https://bit.ly/2OPY2EG



























The Brig Grand Turk, 18 guns, was the third ship of that name. She was constructed as a privateer and launched in late 1812. She was purchased by a group of Salem and Boston men and commissioned on 28 January by President Madison to “cruise against the enemies of the United States.”

Privateers were an important part of the U.S. war effort during the revolution and the war of 1812 because her formal navy was so miniscule in comparison to that of Great Britain. Primarily they attacked merchantmen and ran from armed ships of comparable or greater size.

The image is from a painting by Antoine Roux made in Marseille in 1815. The more famous painting at the top of the page by the same artist is in the Peabody Essex Museum of Salem.


https://ee.stanford.edu/~gray/ships/grand_turk.html



MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...