CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

Ruhsal Aydınlanması Gerçekleşmiş Türk Kadını

Türk Selçuklu Hakanlık Panosundan Bir Detay. 12.yy.
Kadın yüzü olan kabartmanın başının etrafı, "Kut Halesi" ile çevrelenmiş. Damla şeklinde Diadem olan taç takmış. Üçüncü Göz çakrasının üzerinde olması, aydınlanmayı (*) ifade eder.



Türk Selçuklu Hakanlık Panosundan Bir Detay. 12.yy.

Kadın yüzü olan kabartmanın başının etrafı, "Kut Halesi" ile çevrelenmiş. Damla şeklinde Diadem olan taç takmış. Üçüncü Göz çakrasının üzerinde olması, aydınlanmayı ifade eder.  

(*) Editörün notu: 

Ruhsal Aydınlanma, bilincin evrimidir. 

Hem birey hem de toplumsal olarak hepimiz dünyaya gelirken, nihai amaç olan ruhsal aydınlanmayı / uyanışı gerçekleştirmek ve tekâmül /evrim sınavını başarıyla verme peşindeyizdir. İşte ki:

Dünya Hayatı Epröv'ler 

"Dünya Hayatına eprövler, yani imtihanlar alemi deriz. İmtihanlar aleminde madde ile sınanırız. Bilirsiniz, eski geleneklerde su, ateş, hava ve toprak gibi dört büyük temel unsurdan ve bunların her birinin insan üzerinde ayrı ayrı etkisinin var olduğundan söz edilir.
Gerçekten de insanın bedeninin yapısında bunların temsil ettiği enerjiler mevcuttur. Dikkat ederseniz; bunların aynı zamanda insanlığın imtihan şekillerini oluşturduklarını da görebilirsiniz: 

Suyla imtihan oluruz; seller, yağmurlar, göller, boğulmalar, sel basmaları, su basmaları vs. Ateşle imtihan oluruz; volkanik hareketler vs. Toprakla imtihan olduğumuz da büyük depremler, çatlaklar, heyelanlar ortaya çıkar. Havayla imtihan olduğumuzda ise büyük esintiler, boralar, fırtınalar, hiç dinmeyen rüzgarlar kendini gösterebiliyor.

Demek ki bizler, yani ruh varlıkları için imtihanı olmayan, denenmeyen bir maddesel hayat yoktur. Tabiatın her türlü hareketi ruh varlığı için bir imtihan, bir sınanma şekli olur. Esas mesele, o hareket karşısında varlığın göstermiş olduğu uyanıklıktır. Uyum, özellikle, esneme kabiliyetidir; herhangi bir basınç, itilim veya zorlanma karşısında ne dereceye kadar yaylanıp, geriye çekilip kopmamak, pes etmemek, kendini yok etmemek, hayattan caymamak, yılmamak üzere bir esneklik gösterip göstermediğinin kanıtlarının fiilen ortaya konmasıdır; zaten bu, hayatın ta kendisidir!

Biz insanlar, yeryüzünde her zaman çok çeşitli olaylarla karşılaşırız ve bunlara karşı bizim bir tavrımız, bir tutumumuz, onları değerlendirme halimiz vardır. Bunlar, bizim o an içinde bulunduğumuz realitemizin, gerçeklik şuurumuzun sağladığı imkanlar dahilinde oluşur. Başka bir gerçeklik şuuru içerisinde incelemiş olsak, bir olay bize belki de felaket gibi gelmeyecektir; onu tahammül etmesi, taşınması gayet kolay, geçici bir olaymış gibi görebiliriz. Hatta aynı olayı bize yakın bir başkasında görsek, kendi alanımızda olmadığı için o olayın bizi pek fazla etkilememesi söz konusudur. Bu durum için en iyi örnek, ölüm karşısındaki tavrımızdır.

Metapsişik açıdan ölüm olayı bir felaket değildir çünkü nasıl doğuyorsak bu kez de ruh dünyasına bir doğuş daha yapıyoruzdur. Kainatta ölüşler, yok oluşlar söz konusu değildir; daima doğuşlar vardır. Ruh dünyasından fizik dünyaya doğarız, fizik dünyasından da tekrar ruh dünyasına doğarız; kısacası her iki taraf arasındaki geçişler hep birer doğum şeklindedir.

Ölmek tabiri bize göre çok yanlış anlamda kullanılmaktadır. Ölüm olayı da, fizik dünyada karşılaştığımız diğer her olayın bırakmış olduğu izlenimler gibi, bizim üzerimizde izlenimler bırakmaktadır. Gelin, ölümün bizde uyandırdığı düşünceleri, bizlerde seri şekilde uyandırdığı duygusal izlenimleri ele alalım.

Her olayın değerlendirilmesi bizim kendi realite şuurumuza bağlı olmak üzere oluşur. Daha önce de belirttiğimiz gibi, başkasının realite şuurunda değersiz olan bir olay, bir başkası için müthiş değerlidir. Bu durum psikosomatik hastalıkların incelenmesinde de görülür. Hastalar en küçük bir şeyi bile abartabilirler, normalde önemsiz olan bazı haller şuur altları tarafından çok değişik yorumlara tabi tutulabilir.

Tabiat olaylarından veya çok sayıda ölümün meydana geldiği olayların insanlara vermiş olduğu izlenimler de bu şekilde farklı yorumlanabilmektedir. Aslında, birçok ölümün aynı ana veya art arda gelmesi önemli değildir, orada sadece bir senkronizasyon meydana gelmiştir. Kısacası, o insanların bedenlerinden ayrılmalarının zamanlaması o şartlara uygun düşmüştür; bu, o varlıklarla ilgili bir irade ve istek meselesidir çünkü varlıklar kendi isteklerine bağlı olarak bedenlerini terk ederler. Bu bir istek meselesidir ve istekler birçok bakımdan birbirine uygunluk gösterip bir araya gelebilir.

Bir deprem olur, bakıyorsunuz 15.000 kişi bir arada ölüyor. Bir gemi batar, 30-40 kişi aynı anda boğulur. Şimdi, bunlar üst üste geldi diye bu felaket 30 kere veya 15.000 kere katlandı anlamına gelmez. Bu bir senkronizasyon veya hem zamanlılık meselesidir. Demek ki, o varlıklar için bedenden ayrılmanın imkanları o zaman ve o olayla gerçekleşmiş, irade de kendini o zaman tahakkuk ettirmiştir.

Bu felaketlerden kişisel ders çıkartmak mümkün değildir, yani eşimizin veya bir akrabamızın ölmesi, bir yerde bazı insanların kaza sonucu ölmesi bize zulüm olsun, bize ders olsun diye meydana gelmez. O varlıklar kendi eprövlerini yaşamaktadırlar, ölümleri ve ölüm şekilleri kendileriyle alakalı bir konudur. Bizler olsa olsa, kendi kendimize bazı yorumlar yaparız: 
"Çok hızlı gidiyordu, iyi sollayamadı, işaretini zamanında veremedi, hatalı sollama yaptı ve çarpıştı." Ama ölüm bu değildir. Evet, fiziki hayat içerisinde herhangi bir ölüme hazırlık bu şekilde olabilir çünkü her tipten ölüm meydana gelebileceğinden hazırlık her türlü şekliyle olabilir. Fakat ölüm ayrı bir konudur.

Şunu sorabilirsiniz: "Ölüm insanlara ibret olabilir mi, olamaz mı?" Eğer ölümler insanlara ibret olsaydı savaşların önü kesilirdi. Halbuki biz insanlar yeryüzünde asırlardan beri hiç . durmadan savaşıyoruz. Hayır, ölümler insanlara ders olmuyor,ibret olmuyor. Ancak ahlaki bir sistem içerisinde yetiştirilmiş ve "mal mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi" hikayesinden çıkartılma bazı sloganlarla büyütülmüşsek, istediğimiz kadar çalıp çırpalım, kalp kıralım, fakir fukara hakkı yiyelim, servet biriktirelim, belirli bir zaman içerisinde ecel geldiğinde, dünyadan ayrılma zamanı gelip çattığında biriktirmiş olduğumuz şeyleri bu dünyada bırakmak zorunda olduğumuzu görür ve bu sözün doğruluğuna hak veririz. Arkasından "kefenin cebi yok" gibi, bu sözü pekiştiren bir halk tabirini de ekleriz. Ama ne olur?
Tüm bunlar bilinmesine rağmen, her neslin kendinden sonra gelecek nesile bıraktığı asıl miras açgözlülüktür. Bütün bunlara rağmen insanların açgözlülüğü asla bitmemiş ve hiç durmadan servet yapmanın yolları aranmıştır. Yani konulan bir mirastan daha başka büyük bir mirası teşkil etmek üzere kendisinden sonrakilerde de yine aynı işe devam edilmiştir. Demek ki, ölümün insanlara büyük bir bilgi verdiği veya nefsi, varlığı üzerinde kontrol edinmesini sağlaması bakımından - onda derin bir izlenim bıraktığı düşüncemiz sadece bir zandan ibaret. İnsan sadece geçici korkulara kapılır.

Değer verdiği birtakım özelliklerin artık kendisinde olmaması, onlara sahip olamayacağı olasılığı, kaybettiği değerlerin yoksunluğunun sonuçlarına katlanamama hali; ölüm korkusu ancak bunu meydana getirebilir.

Zaten asıl mesele, bir ölüm hadisesinden sonra bizde kalan izlenimler, duygular ve metafizik çağrışımlarımızdır. Bizin eprövümüzü bunlar oluşturur. Ama bizleri esas geliştirenler ölümle ilgili izlenimler değil de, değer yargılarımızı ve değer verdiğimiz şeyleri hayat içerisinden yaşarken alt üst eden olaylardır; gelişimimiz açısından çok daha önemlidirler.
Bunlar; servete, çoluğa çocuğa, sevgiye, kıymet verdiğimiz iktidarlara dayanan, yani egomuzla çok yakından ilişkili hale getirdiğimiz ilmimiz, irfanımız, rütbemiz, içinde bulunduğumuz durumumuz, fiyakamız, güvenliğimiz, gücümüz, güzelliğimiz vs. İşte, bunlar tehlikeye girdiğinde, yani bunların değer kaybına uğraması, değersizleşmesi, o değerin ya da bu değer vasıtasıyla ulaşmış olduğumuz birtakım başka değerlerin bizden uzaklaşabilmesi ihtimalleri doğduğunda, deyim yerindeyse bizlerde şafak atar. Bunlar çok daha etkili eprövler meydana getirmektedir. Hayatının büyük bölümünde refah ve rahatlık içinde yaşamış, ancak kendi yediği yemeği düşünüp, ancak yiyip içtikten sonra şükreden insanların bu imkanların değişik bir hayat akışı içerisinde birdenbire azalıvermesi, kesilivermesi, ortadan kalkması büyük bir paniğe ve korkuya sebep olur ve işte o zaman, o olay bir imtihan haline gelir.

Hepimiz her an birtakım değişimlere uyum sağlama zorunluluğuyla karşılaşıyoruz ve içimizde bu değişmeye karşı bir zorlanma meydana geliyor. İçinde bulunduğumuz statükoyu, yani artık sabitleşmiş durumu değiştirmek, başka bir hale uyum sağlayabilmek üzere sıkıştırılıyor veya gerginleştiriliyoruz. Gerginlik ve gerilme insan hayatının ayrılmaz bir parçasıdır. Her an bir gerginlik içerisindeyizdir ve bu gerginlik ve gerilme olmadığı sürece, bizler hayattan hiçbir lezzet almayız. Çünkü bizler, içinde bulunduğumuz durumun nasıl olduğunun farkına, ancak kıyas yaparak varabiliriz: İyi bir durumda mıyız, yoksa iyi olmayan 
bir durumda mı? Peki, neye göre? Elbette, bu kendi realite şuurumuza göre bir değerlendirmedir ama bunun farkına varabilmemiz için bir gerginlik içerisinde bulunmamız şarttır.

Dolayısıyla, bütün olayları birer esneklik sınavı şeklinde ele almakta çok büyük fayda vardır. Sürekli itilimlere karşı sert bir şekilde cevap vermeksizin. onun ittiği yönde geriye doğru esnemek gerekir. Tıpkı şiddetli rüzgar altında yatan buğday başakları veya kamışlar gibi eğilip, olabildiğince esnemek ve rüzgarın şiddeti azaldıktan sonra tekrar doğrulup dikilmek. İşte, bunu öğrenmeye adayız. Bu esneme yeteneği olmasa, o kamışlar çatır çatır kırılır, hayatiyetleri ortadan kalkar, büyüyemez ve çoğalamazlar. Esneklik gösteremediğimiz takdirde insan için de durum hemen hemen aynıdır. Elbette, esneklik gösteremediğimiz zamanlar da oluyor ama genellikle bu beceriyi sergiliyor ve esneyerek daha büyük değişimlere hazırlık yapabiliyoruz. Daha yüksek seviyeli bir hayat anlayışı, algılama ve şuur alanları içerisine girmeye aday olmaya çalışıyoruz.

Demek ki, hayat içinde başımıza gelen zorlu olaylar, sadece şanssızlığımız yüzünden sürekli üst üste karşımıza çıkan şeyler meselesi değildir. Bunlar bizim karmik telafılerimiz de olabilir. Art arda meydana gelen gerilmelere veya gerginlik meydana getirecek basınçlara maruz kalmak elbette, kolay iş değildir ama bu da bir telafidir. Aslında hayat planımızın gidişatına göre önümüze çıkan veya çıkartılan imkanları herhalde biz sadece %5'ini kullanabildiğimiz, şuurumuzIa değerlendiremediğimiz için değişimin kendine göre olan zaman akışını kaçırmamak bakımından bazı işlereve olayları yaşamaya zorlanırız, bunlar da üst üste karşımıza çıkan sıkıntılar tarzında olur.

Elbette, isteyen kişi en küçük olaydan bile çok dersler çıkarabilir. Kendi realitemizin, şuurlu realitemizin ihtiyacı olan bilgileri, aslında en küçük olayın içerisinden elde etmek de mümkündür.

Hayatın Metamorfozu

Kutsal Kitaplar ve Spiritüalizm'in büyük bilgileri de aynı şeyi ifade ederler: Dünya bir imtihan yeridir ve dünyanın yönetimi ruhların elinde değil de, dünyanın sahibi dediğimiz Dünya Rab'binin elindedir; dünyanın yöneticisi, görüp gözeticisi odur. Bu imtihan yerinin sınavları, eprövleri her zaman gelişmekte olan varlıkların daha fazla gelişebilmeleri için sürekli bir şekilde değiştirilmektedir. Hayatın zaman ve mekan içerisindeki metamorfozu süreklidir. Değişim devamlıdır ve bu değişimi sağlayan da yine, gelişmekte olan o varlıkların ihtiyaçlarıdır. Bir varlık belirli bir kademeye kadar gelmiş ve çeşitli ihtiyaçlarını gidermiştir ama bu kez önünde uzanan, katedeceği yolun ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlara uygun zaman ve zemine, sınanmasına, yani bunlara dayalı tecrübe yapabilmesine ihtiyacı vardır. Dolayısıyla, dünya her zaman bir tecrübe ortamı, yani imtihan yeri olduğundan, her seferinde yeni yeni şeylerle karşılaşırız. Varlığın mütekamil ya da olgunlaşmış olmasının elbette, en sonunda toplumsal olarak da faydası vardır ama bireysel faydası şudur:
Önünüze çıkan sınanma şekillerini veya deneyim hallerini daha rahat, daha kolay, daha derinden halletme imkanınız ortaya çıkar. Dünyanın şartları Dünya Rabbi'ne, yani Ruhsal idare Mekanizması'na bağlı olmak üzere sürekli dengeler halinde tutulur. Birtakım yeni uyum ve tecrübe alanları, yeni esneklik kazanma durumları karşısında insan, esneklik gösterebilme yeteneğini geliştirdikçe bütün kozmik etkilerin, tanıştığı ve tanışmadığı bütün kanunların karşısında da o kanunla yüz yüze gelebilecek derecede bir olgunluğa ve yüceliğe ulaşma yolunda da adımlar atar. İnsanın o kanunları kullanabilme yetisinin oluşabilmesi için bu şarttır çünkü hiçbir şey ezberlemekle olmaz; her şey bir tecrübeden, adeta gerçekten dokunarak, yoklayarak, giyerek, içerek, görerek tecrübe ediliyor. Olgunlaşmaya, kemalata doğru, ancak böyle ilerliyoruz. Bu eprövler alanının şartlarının her an değişmesinin nedeninin varlıkların ihtiyaçlarındaki değişiklik olduğunu belirtmiştik.

Gerçekten de bizler belirli ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra bir ilerleme katederiz ve her ilerlemeden sonra yeni ihtiyaçlar ortaya çıkar. Her ihtiyacın icapları vardır, yani ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek için bazı şeyleri yerine getirmek, bazı imkanları harekete geçirmek zorundayız. Metapsişik terimiyle bunlara icabat, yani icaplar diyoruz. İcaplar değiştikçe bizler de çeşitli yeni şekillerde zorlanırız. Bir önceki hayatımızdaki icaplar şimdiki hayatımızda mevcut değildirler, zaman ve zemin değişmiştir. Fakat ne yazık ki, günümüzde bazı inanç sistemlerinde hep o eski icapların sanki hala mevcut olduğu kanaatiyle hareket ediliyor, "Şu yüce zat şimdi, burada olsa şöyle yapardı, böyle yapardı," deniliyor. Ancak söz konusu kişi şimdi, burada olsa ve geçmişte yaptığının aynısını yapsa, eski kabulleri değiştirmeye gerek duyulmazdı ama kesinlikle eskiden yaptığının aynısını yapmayacaktır.
Bir zamanlar vermiş olduğu kararı, bir zamanlar göstermiş olduğu davranışı; şimdi, şu anın zaman enerjisi ve mekanı bakımından kesinlikle veremez ve yapamazdı. Her şey tamamen değişmiştir, bütün icaplar değişmiştir. Bir zamanlar öyle icap ediyordu çünkü o hareketi yapmasına kolaylık sağlayan her turlu imkan vardı. Ama artık o imkanlar da, o icaplar da yoklar. O devri alıp bugünün şartları içinde aynen yaşatmaya çalışmak, Shakespeare'in oyunlarını oynamak, bugünün teknolojisiyle eski dönem filmleri çekmek gibi olur. 
Şunları sormak lazım: "Şimdi, şu anda işler nasıldır? Ne yapabiliriz? Kimleri ikna edebiliriz? Kime ne verebiliriz? Gerçeğe uyar mı, uymaz mı? Uygulaması nasıl yapılabilir? Bunlar şu anda hissediliyor mu?

Hissediliyorsa, ihtiyaç halinde mi hissediliyor, yoksa sadece duygusal tarzda mı? Hatta ezberlenmiş duygular mıdır? Yoksa gerçekten ihtiyaçtan doğan bir şey midir?"
İnançlara dayanan ideolojiler üretmeye çalışanların bütün bunları çok iyi kontrol etmeleri gerekir. Tabiatın ve toplumun ihtiyaç ve zaruret mekanizmalarını, bireylerin ruhsal zaruret ve ihtiyaç mekanizmalarını adamakıllı gözden geçirmek, çok iyi kontrol etmek ve çok iyi tartışmak gerekir.


Bunları dikkate almayan bir akım asla oluşturulamaz, sürdürülemez."

 Kaynak;  Ergün Arıkdal; Ruh ve Madde Dergisi


Atatürkden bugüne Festli Sakallı Müslüman zanedilen İngiliz Ajanlarına dikkat ediniz.!


Cehalet okumamış olmak, okul bitirmemek değil'dir..

Cehalet okumamış olmak, okul bitirmemek değil'dir..

Cehalet,

3 - 5 kuruşluk, gelip geçici, çıkar menfaat uğruna; kendisinin ve çocuklarının geleceklerini rehin bırakmak, adalete ve insanlığa ters düşecek, karaktersizce davranışlar sergilemektir.

Bu anlamda,

Okulların en yükseğini bitirip, diplomaların en cafcaflısını, iş yerlerinde ki duvarlarına asan bir çok insan; cehaletten kurtulamamış durumda yaşamaktadır.

Etrafınıza şöyle bir göz atın! Göreceksiniz.



.

MARSHALL YARDIM PLANI: "ÖNCE AL GÜLÜM, SONRA DA VER BAKALIM GÜLÜM" PLANLARI

Marshall Planı II. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konmuş ABD kaynaklı  antikomünist; istismarcı / ürün vereni sömürerek ve  bilinçsizce ve de edilgenleştirerek yaşatma, hedefleri olan bir ekonomik yardım paketidir. 16 ülke, bu plan uyarınca ABD'den ekonomik kalkınma yardımı almıştır.

Bu program çerçevesinde 1948-1952 yılları arasında uygulanan bu yardımlarda ABD, Avrupa ülkelerine 13 milyar dolarlık bir yardım yapmıştır.

Türkiye 2. Dünya savaşına katılmadığı halde, savaşta mağdur olan ülkelere verilmesi kararlaştırılan bu yardımdan -türlü cambazlıklarla- faydalanmıştır. Bu bir siyasi başarı mıdır, yoksa tam bir onursuzluk ve aymazlık mıdır?  Bu ikilemin çözümü için "Marshall yardımının" ülkemiz için olan sonuçlarına bakmak gerekir:


Ciddi bir bakışla, ABD ye bağımlılığımızı başlatan bu yardım planı, her açıdan kendi özgün Üreticiliğimizi, Gelişmemizi, Sanayileşmemizi, Sağlığımızı ve Özgürlüğümüzü çelmelemiştir.. kundaklamıştır.

Ekonomik açıdan Pakistan, İran ve Iraktan farklı olmamamıza neden olan, kendi teknolojisini üretemeyen ve büyük çoğunlukla montaja dayalı bir ekonomiye sahip olmamızın temel nedenlerinden biri bu sözde yardım planıdır.. Örn.  önce kullanılmış eski teknolojik makinaları yardım niyetine vermiş, sonra da yedek parçaları için makina parasına yakın miktarlar için istemişlerdir.

İçindekilerin ne olduğunu tam bilmediğimiz kötü süt tozu, peynir, yağ ve bisküvi karşılığı verilen ASKERİ ÜS izinleri de bu sözde yardım planına dahildir. Bu, bizim ve tehdit altında tuttuğu Orta Doğu ülkeleri için hazırlanmış çok kötü niyetli bir yardım plandır. [Bkz. ABD nin bugün Orta Doğu'ya sözde demokrasi getirme taktiği, yalanı altında yaptıklarına.]

Marshall yardım planı kapsamında Türkiye'ye ayni yardım olarak bol bol girmiş kumaş türü  "Amerikan bezi"ni de unutmamak gerekir.

Görüldüğü üzere Amerika bu yardımı bizim "kara kaşımız, kara gözümüz" için "hibe" olarak vermemiştir. Katmerli-Borç olarak vermiştir. 

Genetiği oynanmış mısır, buğday, pamuk, yağ  gibi tohum ve gıdalara ihtiyacımız olmadığı halde almamızın nedeni ABD'nin Türkiye'ye dayattığı bu anlaşmaların sonucudur. Amerika dünyanın en büyük mısır üreticisi ülkesidir. Elinde birikmiş olan mısır dağlarını eritebilmek için, "mısırözü yağı ihracatını" keşfedivermiş ve de Türkiye'ye yapılacak Marshall yardımının koşullarından birini de, "Türkiye'nin Amerika'dan mısırözü yağı ithal etmesi" olarak belirlemiştir. Bunun karşılığı olarak da Türkiye Zeytinyağı üretmeyecek, zeytin ağaçlarını da sökecektir.

Eskişehirde üretime tamamen hazır vaziyetteki uçak fabrikası, "nasılsa ABD uçak veriyor biz üretmesek de olur" denilerek kapatılmıştır. 


Türkiye'nin uçak üretmemesi için 1941-44 yılları arasında ABD Türkiye'ye 95 milyon dolarlık savaş malzemesi vermişti. CHP döneminin Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Zeki Doğan, Nuri Demirağ'a şu ibretlik sözleri söylemişti: 

"Amerikan yardımından bedava uçak almak dururken uçak fabrikanıza sipariş verirsem yarın bu millet beni asar." 

Demirağ örümünden vazgeçip daha fazla fosil yakıtı tüketmemizle, asfalt yol örümüne geçmemizle sonuçlanan bu plan sayesinde, "Yüce ABD yol yapıyor allah razı olsun" denip demiryolu yapımı da durdurulmuştur. 
Ata’mızın emriyle yaptırılan ilk yerli
ve milli trenimiz BOZKURT


[Türkiye Cumhuriyeti'nin yeni kurulduğu dönemde ismi öne çıkan Mehmet Nuri Demirağ, Türk havacılık tarihinin de en önemli isimlerinden ve Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları inşaatının ilk müteahhitlerindendi.]

Devletin hangi mekanizmalarla hem kapitalist zoru hem de meşruiyet kanallarını yapılandırdığını ve bunu nasıl da sermaye ile içiçe, plansız ve oldukça tepkisel bir şekilde kuvveden fiile geçirdiğini gösteren Marshall planı, Türk lirasının dolar karşısında düşüşünün başladığı tarih olarak bilinir. O günden sonra belimizi doğrultamadık.

İşte bu şekilde başlayan "ABD'ye sırtı dayayıp, onun verdikleriyle yaşama" alışkanlığı daha doğrusu bağımlılığı bugün kontrolden çıkmış olup, aksi olasılık dışı hale gelmiştir.

Amerikanın bu, "sizin üretmenize gerek yok biz her şeyi veririz " planı, o zamanlar  insanların sarıldığı bir sözde yardımdır. Tabii bu,  "armut piş ağzıma düş olayı" dır ve "üretmeyelim" -"üretemeyelim" demektir ki, bunun sonucunda 1. görgü tanıklarından bilindiği üzere en basit örnek haliç tersanesinin üretiminin ve argesinin yok edilip tamire vs.ye kaydırılmasıdır. (2)

Bunun bu günkü sonucu da devlet kotasıydı, oydu buyduyla üretimin önüne geçmek, buna karşılık dışardan ithal etmektir ki bu sadece tarım vs değil bilişim dahil her sektör için geçerlidir. En bilenen örnekte mısır tohumlarının her sene tekrar tekrar ithal edilmesidir.

Oysa vaktinde üretimin temelleri düzgün atılmış olsaydı bu gün dışarıya ciddi anlamda bağımlı olacağımız bir şey olmayacaktı denilebilir.

2. Dünya savaşına katılan Avrupa ülkeleri ise, yıkılan ekonomilerini onarmak için yoğun bir çabaya girişmişlerdir. Bunun için gerekli olan makine ve donatımı ancak ABD'den sağlanabildikleri için  bu ülkelerin tüm döviz ve altın rezervleri ABD'ye akmış ve büyük bir döviz darboğazı içine sürüklenmişlerdi.

Ancak....


Marshall yardımı alan ülkeler
Bu yardım hakkında asıl sorulması gereken asıl soru şu: Bu yardımdan payını bir çok ülke aldı fakat diğer bütün ülkeler borçlarını Türkiyeye oranla daha çabuk geri ödedi ve düze çıktı. 
Türkiye cumhuriyeti hiç gereği olmadığı halde kendisini bağlamayan Osmanlıya ait borçları bile ödemişti ama tabii bağımsız karakterli devlet adamlarının yönettiği bir Cumhuriyet başka oluyor. 
Bu yardımlardan yararlanan diğer ülkelerle birlikte Avrupa ekonomik işbirliği teşkilatı (şimdiki OECD) üyesi olduk. Bugün 30 üyesi olan ve 1961'de yapısı biraz değişen bu teşkilat'ın gelişmişlik ve ekonomik istatistiklerinde sonunculuğu pek kimseye kaptırmayan bir ülke olarak alınan yardımları nasıl kullandığımız konusunda çok soru işaretleri oluşmaktadır. Örn.Almanya ya da Fransa da bu yardımlardan yararlanmıştır. Önemli olan yararlanıp yararlanmamamız değil nasıl yararlan(ama)dığımızdır?!



-------

Notlar : 
(1) - " Amerika para verir, Türkiye kendi güzelim zeytinyağı varken, Amerika'dan mısırözü yağı ithal eder. İthalatın kesintisiz sürmesi için, Türkiye'de ilk margarin fabrikası kurulur. Yine aynı dönemde "bunlar bir işe yaramaz" denilerek yüz binlerce zeytin ağacı sökülüp neredeyse bir "zeytin ağacı katliamı" yapılır. Kalan zeytin ağaçlarından elde edilen zeytinyağının büyük bir bölümü Amerika tarafından dolar karşılığı alınır ve mısırözü yağı Türk Lirası karşılığı satılır. Türk insanını zeytinyağından soğutup, mısırözü ve margarine alıştırmak için hayasızca yalan söylentiler çıkarılır. "Zeytinyağı ısınırsa kanser yapar" yalanı bunlardan biri. Oysa, zeytinyağı halkın deyimiyle "dumanlaşma" derecesi en yüksek, yani en zor yanan sıvı yağlardan biri. Biz, "Zeytinyağlı yiyemem aman" türküsünü söyledikçe Türkiye'de zeytinyağını tanıyanların sayısı hızla azalır. Bugün Doğu bölgesindeki insanlarımızın çoğu zeytinyağının adını duymuş ama görüp tanımamıştır. Bugün İtalya'da kişi başı zeytinyağı tüketimi yıllık 25-30 litre arasında iken, Türkiye'de bu rakam 1.5-2 litre arasındadır. Önce ülkemizde bir seferberlik halinde "zeytinyağının tanıtımını"yapmalıyız. Tanıtımda aksayan yanlarını görmeliyiz. Geniş halk kesimlerinin kullanabileceği ambalajlarla zeytinyağını halkın ayağına götürmeliyiz. Ambalaj masrafından kısıp halka ucuz satmalı ve zeytinyağının yararlarını anlatmalıyız. El ele verip Marshall Planı'nın 60 yıllık etkisini silip atmalıyız." 
Ah Marshall Planı ah
Can AKSIN : https://bit.ly/2TCRvie


(2)  - Türkiye Marshall Planı çerçevesinde 1948 – 1952 yılları arasında 352 milyon dolar yardım almıştır . Alınan bu yardımdan 1951 yılında İzmir Enternasyonal Fuarındaki Ulaştırma Bakanlığı Pavyonunda çekilmiş bir resimde de görüldüğü üzere bu gün adı Türkiye Denizcilik İşletmeleri A.Ş olan Devlet Denizyolları ve Limanları Umum Müdürlüğü’ne 1948 yılında 3.,441,810 dolar 1950 yılında 19,539,000 dolar 1951 yılında ise 10,713,16, dolar olmak üzere 33,693,970 dolar ayrılmıştır. Ayrılan bu 33.693.970 dolar ile neler yapılmış neler alınmıştır. Marshall Planı çerçevesinde ayrılan bu fondan ilk olarak ithalat ve ihracatımızda kullanılmak üzere Ardahan, Aydın, Çoruh, Hopa, Kars, Kastamonu, Malatya Manisa, Rize ve Yozgat adı verilen 10 adet kuru yük gemisi satın alınmıştır Bu gemiler 1944 ve 1945 yıllarında ABD muhtelif tersanelerinde inşa edilmişlerdir, Kars, Kastamonu, Malatya ve, Rize gemileri bilahare cevher gemisine dönüştürülerek yıllarca Ereğli Demir Çelik Fabrikalarının ihtiyacı olan kömürleri Zonguldak’tan Ereğli’ye taşımıştır. Satın alınan Kocaeli ve Sivas tankerleri Türkiye’nin ihtiyacı olan petrolü taşımışlardır.. Kocaeli Tankeri 1943 yılında Sivas ise 1945 yılında inşa edilmiştir. Alınan bu 10 gemi ile iki tanker 1955 yılında kurulan Deniz Nakliyatı T.A.Ş nüvesini teşkil etmiştir. Uzun yıllar ülkenin ihtiyacı olan mallar dış ülkelerden yurda getirirken ürettiği malları çeşitli limanlardan götürmüştür. 
Devamı için bakınız:  https://bit.ly/2EWwZRu ]

19 MAYIS 1934: BULGARİSTAN’DA YAPILMASI PLANLANAN TÜRK KATLİAMINI ATATÜRK ÖNLEDİ !


19 Mayıs 1934 yılında bir darbe yapan Bulgar Ordusu, kurdurduğu geçici hükümet sayesinde Hitler Almanya’sının safında yerini almış, Bulgaristan Türkleri arasında yaygınlaşan “Turan Gençlik ve Spor Cemiyetleri Birliği’ne karşı polis takibatına geçip işkence ile öldürmeler çoğalmıştı. Ayrıca Bulgar köylerinden teşkil ettikleri çetelerle toplu katliama başlamak üzereyken, Türk istihbaratı bu haberi Atatürk’e iletir.    


Atatürk de, o sıralarda Trakya’da askerî tatbikat yapmakta olan 3. Ordu Komutanı Salih Omurtak Paşa’ya, biraz Bulgar sınırını ihlâl ederek Bulgarlar’a gözdağı vermesi konusunda talimat verir.



Yağmurlu bir gecede akşamdan Bulgar sınırını sapa bir yerden geçen askerimizin öncü birlikleri, sabah ortalık aydınlandığında Filibe yakınındaki Hacıilyas (Pırvomay) kasabasına varmışlardır. Önce kendi askerleri sanan Bulgarlar, hava iyice aydınlanınca, Filibe’ye doğru ilerleyen birliklerin Türk askeri olduğunu fark etmişler ve olay Bulgar kralına iletilmiş.

Telefona sarılan Kral III. Boris, Atatürk’le yaptığı görüşmede, “Ekselansları acaba Bulgaristan’a harp mi ilân ettiniz?” diye sorar telâşla.

Atatürk, “Neden böyle bir şey yapalım ki!” deyince, Kral Boris:’Askerleriniz Filibe önlerinde ve Sofya yönünde ilerliyorlar!” diye cevap vermiş. Atatürk “Yolu şaşırmışlardır, Kral Hazretleri, şimdi olayı tetkik eder, Haşmetmeaplarına malûmat arz ederim” diyerek teselli etmiş ve Salih Omurtak Paşa’ya: “Maksat hâsıl olmuştur, geri dönün”, talimatı gönderilmiştir. 

Bu gözdağı üzerine, Kral hemen duruma el koymuş ve kitle halinde yapılması plânlanan Türk katliamı da durdurulmuştur.

BULGARİSTAN’DAKİ TÜRKLER (1879-1989)
Ahmet Şerif Şerefli
T.C. KÜLTÜR BAKANLIĞI YAYINI





MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...