CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

ATATÜRK’ÜN EKONOMİ POLİTİKASININ TEMEL KAVRAMLARI

Atatürk'ün Ekonomik Görüşü, Devletçilik

Prof. Dr. Mustafa A. Aysan 

ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 6, Cilt: II, Temmuz 1986  

  ATATÜRK’ÜN EKONOMİ POLİTİKASININ TEMEL KAVRAMLARI

Atatürk’ün ekonomi politikası, çok sevdiği ulusunun çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırılması hedefine yöneliktir. Bu uygarlık düzeyi, zamanın Batı Avrupa toplumlarında örnekleri görülen bir ekonomik refah düzeyidir. Ancak, bu Kemalist ekonomik kalkınma modeli, dünyanın ezilen uluslarına örnek teşkil edecek özellikler taşımaktadır. Aynen siyasal bağımsızlık konusunda dünyanın ezilen uluslarına verdiği örnek gibi....

I. Atatürk Ekonomik Kalkınmayı “Sistem Yaklaşımı” ile ele almıştır.

Çağdaş anlamda bir “model”in bütün unsurlarını taşıyan Atatürk’ün ekonomi politikasının, belirli ve ölçülebilir amaçları vardır; bu amaçlara uygun araçları vardır; araçların topluca amaçlara yönetilmesini sağlayan bir sistem yaklaşımı vardır; ekonomik sistemin bütün altsistemler ile belirlenebilen ve ölçülebilen sonuçları vardır; ve bu sonuçların amaçlarla karşılaştırılmasından sonra ulaşılacak yargılara göre düzeltilmesini sağlayacak bir geribesleme düzeni vardır. Bu özellikleri olan ekonomik kalkınma politikası ile Atatürk, askerî stratejide uyguladığı o eksiksiz “sistem yaklaşımını”1, amaçladığı toplumsal kalkınma sisteminin bir alt sistemi olan ekonomiye de uygulamıştır. Aşağıda bu sistem yaklaşımının türlü yönleri açıklanacaktır. Atatürk, Türk toplumunun ekonomik ve sosyal kalkınmasına yaptığı “sistem yaklaşımını”, 1937’de şöyle ifade etmiştir:

“Şimdi arkadaşlar, ekonomi hayatımızı gözden geçireceğim. Derhal bildirmeliyim ki ben ekonomik hayat denince, ziraat, ticaret, sanayi faaliyetlerini ve bütün nafıa (bayındırlık) işlerini birbirinden ayrı düşünülmesi doğru olmayan bir kül (bütün) sayarım. Bu vesile ile şunu da hatırlatmalıyım ki, bir millete müstakil (bağımsız) hüviyet ve kıymet veren siyasî varlık makinasında, devlet, fikir ve ekonomik hayat mekanizmaları, birbirine tabidirler. O kadar ki, bu cihazlar birbirine uyarak aynı âhenkte çalıştırılmazsa, hükümet makinasının motris (önde gelen sürükleyici) kuvveti israf edilmiş olur; ondan beklenen tam verim elde edilemez. Onun içindir ki, bir milletin kültür seviyesi üç sahada, devlet, fikir ve ekonomi sahalarındaki faaliyet ve başarıları neticelerinin hâsılası ile ölçülür”2.

2. Atatürk’ün Ekonomi Doktrini, kendinden önce uygulanmış ideolojilerden farklıdır.

Atatürk’ün ekonomi alanında kendinden önce öne sürülmüş ekonomik sistemlerle ilgili ideolojilerden hangisini benimsediği konusunda çok tartışma yapılmıştır. Oysa, Atatürk’ü sağ, ya da sol ekonomik ideolojilere kapılmış, ya da onları benimsemiş bir lider olarak göstermek, O’nun anısına yapılmış büyük haksızlıklardan biri olsa gerektir. O, kendi ekonomik ideolojisini zaman içinde oluşturmuş ve onu yıllarca uygulamıştır. Burada bu gereksiz tartışmanın örneklerini vermek yerine, ekonomik ideolojiyle ilgili olarak ne söylemiş, neyi yapmış; onun anlatılması daha yararlı görülmüştür.

Atatürk’ün yarattığı ekonomik ideolojinin en özlü ifadesi, 1936 yılında yayımlanan ikinci Sanayi Plânı’nın önsözünde yazdığı şu sözlerin içindedir:

“Devletçiliğin bizce manası şudur: fertlerin hususî teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını gözönünde tutarak, memleketin iktisadiyatını devletin eline almak.

“Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk vatanında asırlardan beri ferdî ve hususî teşebbüslerde yapılamamış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi ve görüldüğü gibi kısa bir zamanda yapmaya muvaffak oldu. Bizim takip ettiğimiz yol, görüldüğü gibi liberalizmden başka bir sistemdir”.

Bu sözlerin İkinci Sanayi Plânı’nın önsözünde, üzerinde uzun süre düşünülmeden, her kelimesi üzerinde titizlikle durulmadan bir önsezi ile yazılmamış olduğu konusunda elimizde çok güçlü kanıtlar vardır:

1. Atatürk 1923’den başlayarak ülkede alman ekonomik önlemler, uygulanan ekonomi politikası, uygulama sonuçları, yapılan plânlar ve yatırımlarla çok yakından ilgilenmiş, plânlara, programlara ve yatırımlara çok yararlı, zamanında ve yerinde müdahalelerde bulunmuştur. Zamanında yerli ve yabancı uzmanlarca hazırlanan iki “Sanayi Plânı”nı satır satır ve bazı yerlerin altını çizerek, bazı yerlerinde düzeltmeler yaparak okuduğu3, yatırımların başlaması, bitişleri ve uygulamalarını yakından izlediği ve zamanında uygulanan Birinci Beş Yıllık Sanayi Plânı’nın % 100 oranında gerçekleştirilmesini sağladığı bilinmektedir.

2. Atatürk benzer görüşleri çok önceleri söylemiştir. 21 Nisan 1931’deki milletvekilleri seçimleri nedeni ile basma verdiği demecin konu ile ilgili bölümü şöyledir:

“Ferdî iş faaliyetini esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha, memleketi mamurluğa eriştirmek için, milletin genel ve yüksek menfaatlerinin gerektirdiği işlerde, özellikle ekonomik alanda devleti fiilen alâkadar kılmak.... prensibimizdir” 4.

3. Atatürk, 1935 te bu görüşünü iyice olgunlaştırmıştır. Görüş

1931’de söylenenden farklı değildir. İzmir Enternasyonal Fuarının açılışı nedeniyle bu tarihte iktisat Vekili olan Celâl Bayar’a Atatürk tarafından verilen bir notta şunlar vardır:

“Türkiyelin tatbik ettiği Devletçilik Sistemi, 19’uncu asırdan beri sosyalizm nazariyatçılarının ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir. Devletçiliğin bizce mânâsı şudur: Fertlerin hususi faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve bir çok şeylerin yapılmadığını gözönünde tutarak memleket iktisadiyatını devletin eline almak”5.

Bu ilke (Devletçilik) 5 Şubat 1937 tarih ve 3115 sayılı kanunla anayasaya girmiştir. CHP Programındaki ifade de yukarıdakine benzemektedir 6.

4. Atatürk devletin ekonomiye müdahaleleriyle birlikte, kişisel özgürlüklerin korunmasına büyük önem vermektedir. Profesör Afet İnan’a ve sekreterine dikte ettirmek, ya da kendi elyazısı ile yazmak suretiyle yayımlattığı, “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında7 önceki ekonomik ideolojiler hakkında yazdıkları, Atatürk’ün ekonomik ideolojisinin kendi eseri olduğunu açıkça göstermektedir:

“Demokrasinin bu kişisel özgürlüklerle ilgili mefhumu, bazı nazariyelerin hücumuna maruz bulunmaktadır:

I. Bolşevik nazariyesi,

II. İhtilâlci siyasî sendikalizm nazariyesi, III. Menfaatlerin temsili nazariyesi.”

Bütün bu nazariyelerin (kuramların) demokrasinin yaşaması için tehlikeli olduğunu söyledikten sonra Atatürk, şu sonuca ulaşmıştır:

“işte bu sebeplerden dolayıdır ki, biz bu ve bundan evvelki nazariyeleri memleket ve milletimiz için muvafık görmüyoruz. Biz, memleket halkı fertlerinin ve muhtelif sınıf mensuplarının yekdiğerine yardımlarını aynı kıymet ve mahiyette görürüz; hepsinin menfaatlerinin aynı derecede ve aynı müsavatperverlik (eşitlik) hissiyle teminine çalışmak isteriz. Bu tarz, milletin umumî refahı, devlet bünyesinin kuvvetlenmesi için daha muvafık olduğu kanaatindeyiz.

Bizim nazarımızda çiftçi, çoban, amele, tüccar, sanatkâr, doktor velhasıl herhangi bir içtimaî müessesede faal bir vatandaşın hak, menfaat ve hürriyeti müsavidir. Devlete, bu telâkki ile azami faydalı olmak ve milletin emniyet ve iradesini, mahalline sarfedebilmek bizce, bizim anladığımız manâda, halk hükümeti idaresi ile mümkün olur.”

5. Atatürk, “Medeni Bilgiler” de kendi yarattığı bu ekonomik ideolojiyi, fertle devlet arasında korunması gereken bir denge üzerine kurmuştur:

“... milletin kurduğu devletin ve hükümet teşkilâtının vatandaşlara karşı mükellef olduğu vazifeleri ve selâhiyetleri ile ilgili olarak şöyle bir sıra yapılabilir:

“a. Memleket içinde asayişi ve adaleti tesis ve idame ederek, vatandaşların, her nevi hürriyetlerini masun bulundurmak,

“b. Harici siyaset ve diğer milletlerle münasebetleri, iyi idare ederek ve dahilde her nevi müdafaa kuvvetlerini, daima hazır bulundurarak milletin istiklâlini emin ve mahfuz bulundurmak...

“Bu iki nevi vazife devletin en esaslı vazifelerindedir. Denebilir ki, devlet teşkilinden maksat, bu iki vazifenin ifasını temin etmektir, çünkü bu vazifeler, vatandaşların fert olarak yapmağa muktedir olamayacakları işlerdir. Hatta vatandaşların bu vazifeleri, kısmen dahi yapmaya kalkışmaları caiz değildir. Zira, o zaman anarşi olur, devlet kalmaz”8.

“Bu iki nevi vazifeden başka devletin alâkadar olduğunu işaret ettiğimiz vazifeleri de, başlattığımız sıra içinde söyleyelim9:

c. Yollar, demir yolları vs. gibi nafıa işleri,

d. Maarif işleri,

e. Sıhhiye İşleri,

f. içtimai muavenet işleri,

g. Ziraat, ticaret, zanaate ait iktisadî işler.

“Bu son söylediğimiz işleri, devletin yapmaması, fertlere terketmesi lâzım geldiği iddiasında bulunanlar vardır. Bu nazariyeyi tasvip ve takip edenlere “ferdiyetçi” derler.

“Milletin umumî ve müşterek menfaatlerine ait siyasî, fikrî işlerde olduğu gibi, iktisadî her nevi işlerin dahi, fertlere bırakılmayıp devlet tarafından yapılması daha muvafık olacağı nazariyesini müdafaa eden “Devletçiler” de vardır.

“Biz devletimizce tatbiki münasip olan prensibi tesbit için, “ferdiyetçi” ve “devletçiklerin istinat ettikleri noktaları ve bir de, demokrasinin bazı vasıflarını gözönünde tutarak kısa bir muhakeme yapalım:

“Malumdur ki, Türkiye Cumhuriyeti, demokrasi esasına müstenit bir devlettir. Demokrasi ise, esas itibariyle, siyasî mahiyettedir, fikrîdir; ferdîdir; müsavatperverdir.

“Demokrasinin bu esas noktalarına göre, vatandaşın siyasî hürriyet ve mesaisini temin etmek; vatandaşın ilmî, içtimaî, sanat, ahlâk gibi fikrî sahalarda inkişafını temin ile alâkadar olmak ve vatandaşın millî hâkimiyete usulü dairesinde iştirak hakkını ve bütün vatandaşların aynı siyasî hakları haiz olmalarını temin eylemekten ibaret olan noktalar, devletin vatandaşa karşı başlıca vazifelerinin hududunu gösteren işaretlerdir.

“O halde demokrasi esasına müstenit bir devlet, içtimaî muavenet sistemi, veyahut bir iktisadî teşkilât sistemi değildir.

“Bunun için bu sahalara ait işlere, devletin karışmaması, bütün bu mahiyetteki işleri fertlere veya fertlerden mürekkep şirketlere bırakması mümkündür. Bu imkânın derecesini anlamak için, devletin millete ve memlekete karşı ifasına mecbur olduğu esaslı vazifelerinin ikinci derecede görülen vazifelerle münasebet ve irtibatlarını düşünmek lâzımdır.

“Bu saydığımız sahalardaki işlerden iktisadî olanlar, doğrudan doğruya, devletin zarurî vazifelerinden görünmemekle beraber, o vazifelerin ifasında, müessirdirler. Bu sahalardaki işleri, fertlere veya şirketlere tamamen bırakabilmek için bu işlerin, devlet müdahalesi ve muaveneti olmadığı halde, devleti esas vazifelerini ifada müşkülâta uğratmayacağına emin olmak lâzımdır.

“Görülüyor ki, iktisadî ve içtimâi işler, bir taraftan fertlerin menfaatleri ile alâkadardır. Bunun içindir ki, ferdiyetçiler, bu işlere devletin karışmasını şahsî hürriyete tecavüz gibi görürler. Fakat bu işler içinde, dolayısı ile bütün milletin müşterek menfaatine temas ve taallûk eden noktalar da vardır. Bu sebeple, devletçilerin haklı oldukları noktaları kabul etmek muvafık olur.

“Hususî menfaat, ekseriya, umumî menfaatle, tezat halinde bulunur.

“Bir de hususî menfaatler en nihayet, rekabete istinat eder. Halbuki yalnız bununla iktisadî nizam tesis olunamaz. Bu zanda bulunanlar, kendilerini, bir serap karşısında aldatılmağa terkedenlerdir.

“Fertler, şirketler, devlet teşkilatına nazaran zayıftırlar. Serbest rekabetin, içtimâi mahzurları da vardır; zayıflarla kuvvetlileri müsabakada karşı karşıya bırakmak gibi... ve nihayet fertler bazı büyük müşterek menfaatleri tatmine muktedir olamazlar.

“Herhalde devletin siyasî ve fikrî hususlarda olduğu gibi, bazı iktisadî işlerde de nâzımlığını prensip olarak kabul etmek caiz görülmelidir. Bu takdirde, karşı karşıya kalınacak mesele şudur : Devlet ile ferdin karşılıklı faaliyet sahalarını ayırmak...

“Devletin, bu husustaki faaliyet hududunu çizmek ve bu hususta istinat edeceği kaideleri tespit etmek, diğer taraftan vatandaşın ferdî teşebbüs ve faaliyet hürriyetini tahdit etmemiş olmak, devleti idareye selâhiyettar kılınanların düşünüp tayin etmesi lâzım gelen meselelerdir.

“Prensip olarak, devlet, ferdin yerine kaim olmamalıdır. Fakat ferdin inkişafı için umumî şartları göz önünde bulundurmalıdır. Bir de, ferdin şahsî faaliyeti, iktisadî terakkinin esas menbaı olarak kalmalıdır. Fertlerin inkişafına mâni olmamak, onların her noktai nazardan olduğu gibi, bilhassa iktisadî sahadaki hürriyet ve teşebbüsleri önünde devlet kendi faaliyeti ile bir mâni vücuda getirmemek, demokrasi prensibinin en10 mühim esasıdır.

“O halde, diyebiliriz ki, ferdiyet inkişafının mâni karşısında kalmaya başladığı nokta, devlet faaliyetinin hududunu teşkil eder. Buna nazaran, umumiyetle, zaman ve mekânda, daimî bir hususî vasıf gösteren iktisadî bir işi devlet üzerine alabilir. Meselâ, bir iş ki büyük ve muntazam bir idareyi icap ettirir ve hususi fertler elinde inhisara duçar olmak tehlikesini gösterir veyahut umumi bir ihtiyaca tekabül eder, o işi devlet üzerine alabilir. Madenlerin, ormanların, kanalların, demir yollarının, deniz seyrisefer şirketlerinin devlet tarafından idaresi ve para ihraç eden bankaların millileştirilmesi, kezalik su, gaz, elektrik ve saireye ait işlerin mahallî idareler tarafından yapılması yukarıda izah ettiğimiz neviden işlerdir.

“Bu izah ettiğimiz manâ ve telâkkide, devletçilik, bilhassa içtimâi, ahlâki ve millîdir. Millî servetin tevziinde daha mükemmel bir adalet ve emek sarfedenlerin daha yüksek refahı, milli birliğin muhafazası için şarttır. Bu şartı daima, gözönünde tutmak, millî birliğin mümessili olan devletin mühim vazifesidir.

“Memlekette her nevi istihalinin ziyadeleşmesi için, ferdi teşebbüsün devletçe elzem olduğunu ehemmiyetle kaydettikten sonra, beyan etmeliyiz ki, devlet ve fert birbirine muarız değil, birbirinin mütemmimidir.

“Bizim takibini muvafık gördüğümüz (mutedil devletçilik) prensibi bütün istihsal ve tevzi vasıtalarını fertlerden alarak, milleti büsbütün başka esaslar dahilinde tanzim etmek gayesini takip eden ve hususî ve ferdî iktisadî teşebbüs ve faaliyete meydan bırakmayan sosyalizm prensibine müstenit kollektivizm, komünizm gibi bir sistem değildir.

“Hülâsa, bizim takip ettiğimiz devletçilik, ferdî mesai ye faaliyeti esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi mamuriyete eriştirmek için milletin umumî ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde, bilhassa iktisadî sahada, devleti fiilen alâkadar etmektir”.

Prof. Dr. Afet înan’ın yukarıda sözü geçen “Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları” kitabının 351-358. sayfalarında verilen el yazıları kısmında Atatürk’ün “Mutedil Devletçilik” terimini tercih ettiği anlaşılmaktadır11. Bu el yazmalarında aynı terimi parantez içinde ve iki kez kullandığı halde “Millî Eğitim Bakanlığının ortaokullara ders kitabı olarak 7 Eylül 1931 tarihli kararı ile basılan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” adını taşıyan bu kitabın 59’uncu sahifesinde mutedil kelimesi kaldırılmış”tır12, Ancak, bu mutedil (ılımlı) kelimesinin Atatürk’ün el yazısı ile yazıya kasıtlı biçimde eklendiği ve ekleme amacının, katı bir Devlet Kapitalizmine, ya da sistemin Sosyalist bir ekonomik kalkınma modeline dönüşmesini önlemek için konulduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Atatürk’ün Devletçilik ilkesini bir parti ve hükümet politikası haline getirmeden yerli ve yabancı uzmanlarla uzun süre tartıştığı13 ve Başbakan îsmet İnönü’nün, hükümetin çalışmalarını eleştirenlere cevap özelliğindeki ünlü Sivas konuşmasında14 aynı terimin kullanıldığı görülmektedir. Aslında İnönü’ye göre, Atatürk’ün ekonomik modeli, hep kişisel girişime (ferdî teşebbüse) öncelik vermiş, koyu bir devletçilik uygulamasını önlemeye çalışmıştır15.

Yukardaki söz ve görüşlerin Atatürk tarafından ekonomik alanda yapılan uzun görüşme, tartışma ve düşüncelerin ürünü olduğu bilinmektedir. İkinci Sanayi planının önsözüne yazdığı, 1930’da Prof. Afet İnan’ın imzası ile yayımladığı Medeni Bilgiler kitabında bulunan ve 1931’de milletvekili seçimleri nedeniyle yayınladığı bildiride bulunan sözlü sözlerin uzun bir düşünce hazırlığına dayandığı kabul edilmelidir16.

Atatürk’ün yukarıda kendi sözleriyle ifade edilen ekonomik kalkınma anlayışı, ek açıklamaları gerektirmeyecek biçimde kesin çizgilerle anlatılmıştır.

3. Bu kalkınma modelinin amaçları, çağdaş kalkınma planlarının amaçlarından farklı değildir:

Atatürk’ün söz ve eylemlerinden anlaşıldığına göre, Kemalist Ekonomik Kalkınma Modelinin amaçları şöyle özetlenebilmektedir :

a. Tam çalışma,

b. Hızlı ve dengeli sermaye birikimi,

c. Dış ödemeler ve dış ticaret dengesinin sağlanması,

d. Dengeli gelir dağılımı,

e. Enflasyonsuz hızlı kalkınma,

f. Bölgeler arası dengeli kalkınma,

g. özel girişiminin geliştirilmesi,

h. Yabancı sermaye ile işbirliği.

Ekonomik kalkınmanın yukarıdaki amaçları, Atatürk tarafından yazılan veya söylenen bir tek kaynakta toplanmış değildir. Ancak ekonomi ile sosyal kalkınma arasındaki ilişkileri belirten Atatürk 1923-1938 arasında bu amaçları sürekli olarak gözönünde bulundurmuş ve Hükümet üyelerini sürekli bu amaçlar yönünde aydınlatmıştır.

Bu amaçların en belirgin biçimde ortaya konulduğu belgeler, Atatürk’ün görev başındaki hükümete direktiflerini ve milletvekillerine temel telkinlerini içinde bulunduran yıllık T.B.M.M’ni açış konuşmalarıdır17. Atatürk, ömrü boyunca yaptığı 20 T.B.M.M’ni açış konuşmasında, ekonomik sorunlara ve ekonomik kalkınmanın amaçlarına gittikçe artan önem ve yer vermiştir. İlgili okuyucu, bu konuşmaların tümüne başvurmalıdır. Aşağıda, Atatürk’ün ekonomi politikalarının uygulama biçim ve yöntemleri uygulanırken, bu açış konuşmalarından sık sık aktarmalar yapılacaktır. Tekrarları önlemek için burada amaçlarla ilgili aktarmalar yapılmamıştır18.

ATATÜRK’ÜN EKONOMİK STRATEJİLERİ

Askerî alanda olduğu gibi ekonomi alanında da Atatürk, “bir amaca varmak için eylem birliği sağlama ve düzenleme san’atı”19 biçiminde tanımlanan “strateji” san’atının güzel bir örneğini ververmiştir. Yukardaki amaçlara ulaşmak için, yukarda kendi sözleriyle açıklanmış olan sistem yaklaşımı ile, toplumda eylem birliğini sağlayabilmek için bütün yönleriyle düşünülmüş aşağıdaki strateji uygulanacaktır:

1. Refahın sağlanması açısından toplumun kesimleri arasında imtiyazlı kişi, grup, zümre, ya da sınıfların oluşması önlenmeli; kalkınmanın sonuçları bütün kesimlere eşit dağıtılmalıdır.

Bu konuda Atatürk, şöyle diyor:

“... Bizim nazarımızda çiftçi, çoban, amele, tüccar, sanatkâr, doktor, velhasıl herhangi bir içtimaî (sosyal) müessesede (kurumda) faal bir vatandaşın, hak, menfaat ve hürriyeti müsavidir. ..”20

2. Ekonomi, pazar ekonomisinin kurallarına göre işletilmeli; pazarları denetlerken, yönlendirirken ve doğrudan endüstri ve ticaret işleri yaparken Devlet, pazar ekonomisinin kurallarına uymalıdır.

Atatürk’ün aşağıdaki sözleri, ekonomi stratejilerinin bu yönünü açıkça göstermektedir:

“İç ticarete gelince, bunda en önde gördüğümüz esas, teşkilâtlandırma ve muayyen tipler üzerinde işleme ve rasyonel çalışmadır.

“Kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılamaz; bununla beraber hiçbir piyasa da başıboş değildir21”. 

3— Kişisel girişim gücü korunmalı ve desteklenmelidir.

Ekonomik kalkınmanın temelinde kendi deyimiyle, “ferdî teşebbüs ve menfaatin bulunması” doğaldır ve bunun böylece kabul edilmesi, demokratik rejimin temel koşulu ve kalkınmayı hızlandırmanın en etkin yoludur.
Atatürk’ün bu konudaki sözleri, yukarıda verildiği için burada tekrarlanmayacaktır. Aslında T. İş Bankası ile T.C. Merkez Bankasının kuruluşunda halkın sermaye iştirakinin sağlanması ile Atatürk bu alanda iki de örnek göstermiştir.

4. Devlet, özel girişim alanını izlemeli, denetlemeli ve temel ekonomik amaçlara yöneltmek için teşvik etmelidir.

Devletin bu denetim ve yöneltmeyi etkinleştirebilmesi için, ekonomik faaliyete, doğrudan yatırımlar yaparak katılması ve özel girişimcilere öncülük etmesi gerekir. Ancak, devletin bu tür faaliyetinin, kişisel girişim gücünü engelleme noktasına getirilmesi önlenmelidir. O’na göre:

“... ferdin şahsî faaliyeti, iktisadî terakkinin esas menbaı (temel kaynağı) olarak kalmalıdır. Fertlerin inkişafına (gelişmesine, ilerlemesine) mani (engel) olmamak, onların her noktai nazardan olduğu gibi, bilhassa iktisadî sahadaki hürriyet ve teşebbüsleri önünde devlet kendi faaliyeti ile bir mâni vücuda getirmemek, demokrasi prensibinin en mühim esasıdır”.

5. Kişisel girişimin engellenmesini önlemek için Devletin doğrudan yatırımlarına ve devlet işletmesinin ekonomi içindeki rol ve önemine sınırlar çizilmesi çok önemlidir.

Bu sınırlar, ekonomik hayatın dinamizmi içinde katı ve değişmez olmaz. Hükümetlerin temel görevlerinden biri, zaman içinde bu sınırları sık sık gözden geçirerek yeniden saptamak olmalıdır. Hükümetler, bu görevi aksattıkları takdirde “Ilımlı Devletçilik Politikası”, katı ve verimsiz bir “Devlet Kapitalizmi”ne dönüşecek ve ideolojik biçimler alacaktır. Bu tehlikeden kaçınabilmek için Hükümetler, devletin girişimde bulunduğu alan ve bölgeler geliştikçe, bu alan ve bölgelerde halk girişimcileri ve yöneticileri yetiştikçe işletmelerdeki devlet mülkiyetinin halka devredilmesini sağlamalıdır. Bu suretle halkın sağlanacak fonlarla, gelişmemiş alan ve bölgelerde yeni devlet yatırımları yapılmalıdır. Diğer deyişle, belirli işletmelerdeki devlet mülkiyeti geçici, ama “Devletçilik” sistemi kalıcı olmalıdır.

Atatürk’ün bu konudaki uygulama ile ilgili sözleri de yukarıda verilmiştir; burada tekrarlanmayacaktır. O’na göre:

“Devletin bu husustaki faaliyet hududunu çizmek ve bu hususta istinat edeceği kaideleri tesbit etmek, diğer taraftan vatandaşın ferdî teşebbüs ve faaliyet hürriyetini tahdit etmemiş olmak, devleti idareye selâhiyettar (yetkili) kılınanların düşünüp tayin etmesi lâzım gelen meselelerdir”.

6. Devlet yatırım ve işletmeleri için en uygun alanlar, alt-yapı yatırımlarıdır ve bu tür yatırımlar, devlet için en yüksek önceliğe sahip olmalıdır. Devletçe yatırım harcamaları yaparlarken, devletin temel işlevleri ile ilgili öncelikler unutulmamalıdır. Devletin harcama politikasının temelini oluşturan bu harcama öncelikleri, Atatürk tarafından yazılmış olan “Vatandaş için Medeni Bilgiler” kitabında sıralanmıştır. Yukarda Atatürk’ün el yazmalarından aktarmalarla sıralanan bu öncelikler, özetle şöyledir:

1. Ülkede asayiş ve huzurun sağlanması,

2. Ulusal savunma ve Dış işleri,

3. Ulaştırma,

4. Millî Eğitim,

5. Sağlık,

6. Sosyal Güvenlik,

7. Ziraat, ticaret, zanaate ait iktisadî işler.

Görüldüğü gibi Atatürk’ün iktisadî stratejisinde “iktisadî işler” devlet işlevlerinin görülmesi açısından son sırada bulunmaktadır. Bu öncelik sırasının doğal sonucu olarak, devlet harcamaları, önce devletin temel işlevlerinin gerçekleştirilmesine ve ulaştırma, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi alt-yapı yatırım ve hizmetlerinin gerçekleştirilmesi için yapılacak, daha sonra devlet hazinesinin harcama imkânı kalırsa iktisadî işlere harcama yapılacaktır. Devletin iktisadî işlere harcama yapabilmesi için, ancak devlet bütçesi fazlalarından, devlet tekellerinin ve işletmelerinin yarattığı fonlardan ve iç ve dış borçlanmadan elde edilen harcama imkânlarından yararlanılmalıdır. Atatürk’ün çok önemli olan bu stratejinin uygulama biçimlerinden oluşan “bütçe politikası”, “maliye politikası”, “para politikası”, “yatırım politikası” gibi politikalar incelenirken bu konu yeniden ele alınacaktır.

7. İktisadî işler için yukarda sayılan sağlıklı kaynaklardan elde edilecek fonlar da bir öncelik sırasıyla harcanmalıdır. Bu öncelikler de şöyle sıralanmalıdır:

1. Bayındırlık,

2. Tarım ve öncelikle sulama projeleri,

3. Tarımsal endüstri,

4. Ağır sanayi,

5. Hafif sanayi, ticaret, hizmetler.

Bu öncelik sırası, halkın kendi gücü ile yapabileceği yatırımlar ile ticaret ve hizmetler alanlarına devletin fazla yatırım yapmasının gerekli olmadığını ifade etmektedir.

KEMALİST EKONOMİK KALKINMA MODELİNİN TEMEL POLİTİKALARI

Yukarda listesi verilen amaçlara, yine yukardaki stratejilerle ulaşabilmek için, hızlı, dengeli ve plânlı bir ekonomik kalkınma modelinin uygulamaya konması gerekmiştir. Bu tür bir ekonomik kalkınmanın uygulama araçlarından olan özel girişim işletmeleriyle devlet işletme ve faaliyetlerinin tümü, ortak bir strateji çerçevesinde ekonomik kalkınmaya yöneltilmelidir. Atatürk’ün tayin ettiği ekonomi politikaları böyle bir temel anlayıştan kaynaklanmıştır. Kuşkusuz Atatürk, bu politikaları, bizim şimdi böyle bütün yönleriyle yazdığımız gibi tek bir metinde ve ayrıntıları ile ortaya koymamıştır. Ancak, 192 2-1938 arasında ekonomik politikalarla ilgili söylev ve demeçleri, uygulamaları ve davranış biçimleri üst üste konup incelenince, insana hayranlık veren bir sistem yaklaşımı içinde bütün politikaların çelişmez biçimde yan yana geldikleri ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında “mazlum milletler” için ortaya konan “Kalkınma Ekonomisi” politikalarına benzer olgunlukta bir kalkınma modeli ortaya çıkmaktadır. Şimdiye kadar bu üst üste koymanın yapılmamış olması, milletimize ve diğer “mazlum milletler”e çok zaman kaybettirmiştir. Aşağıda Atatürk’ün bu temel ekonomik politikasının temel özellikleri açıklanacaktır:

1. Bütçe ve maliye politikası,

2. Para Politikası,

3. Dış ekonomik ilişkiler politikası,

4. Yatırım politikası.

ATATÜRK’ÜN MALİYE POLİTİKASI

Yukardaki ekonomik kalkınma amaçlarına ve temel stratejilere uygun olarak Atatürk’ün maliye politikasının temel amacı, halka işkence etmeden devlet bütçesi dengesinin sağlanmasıdır. Hatta, kurduğu yeni Türk Devletinin hızla kalkınması gerektiği için, devlet bütçelerinin, yatırımlara tahsis edilmek üzere bütçe fazlaları vermesi de sağlanmalıdır. Şu sözler O’nundur:

“Binaenaleyh, usul-ü malîmiz (maliye yöntemimiz) halkı tazyik ve izrar etmekten içtinap (halka baskı yapmaktan ve ona zarar vermekten kaçınmak) ile beraber mümkün olduğu kadar harice arz-ı ihtiyaç ve iftikar etmeden (ihtiyaç ve yokluklar için dışarıya muhtaç olmadan) varidat-ı kâfiye (yeterli gelir) temin etmek esasına müstenittir (sağlamak temeline dayanmaktadır)”22.

“Cumhuriyet bütçelerinin taayyün eden (belirlenen) ve daima kuvvetlenmesi gereken müşterek hususiyetleri (ortak özellikleri), yalnız denkli oluşları değil, aynı zamanda, koruyucu, kurucu ve verici işlere her defasında daha fazla pay ayırmakta olmalarıdır” 23.

Atatürk’ün maliye politikasında devlet bütçesinin açık vermesi, kesinlikle yasaktır. Bütçeler, yıl başlarında denk olarak hazırlanmalı, kesin hesaplar da denk olarak kapatılmalıdır. Yıl içinde ek ödeneklerle bütçe denkliğinin bozulmasına izin verilmemelidir. Denklik’ten anlaşılan devletin normal gelirleri (vergi gelirleri ve vergi dışı normal gelirler) ile normal harcamaları (yukardaki önceliklere uygun olarak tesbit edilecek devletin temel işlevleri ile ilgili hizmetler için yapılan harcamalar) arasında denkliğin sağlanmasıdır, îç ve dış borçlanmadan sağlanan devlet gelirleri ile bütçe denkliğinin sağlanması kabul edilemez.

Atatürk’ün bütçe dengesi üzerinde bu ölçülere varan titizlikle durmasının temel nedeni, Devlet Hazinesi’nin yurt içinde ve yurt dışında güçlü ve güvenilir olmasını zorunlu görmesidir. O’na göre, ekonomik bağımsızlığı sağlamanın başka yolu yoktur:

“Açık bir bütçenin, hesapsız mahzurlarını iyi bilen Büyük Millet Meclisi’nin muvazene yolunda kat’i karar sahibi bulunması, devletin malî ve hattâ umumî siyaseti için en büyük teminattır”24.

Bu anlayışla ve Atatürk’ün yakın ilgisi ile yapılan 1924-1938 (1919-22 yıllarında bütçe yapılmamış, ülke Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden ayrı ayrı alman ödeneklerle yönetilmiştir) arasındaki 11 bütçenin kesin hesabı denk bağlanmış, 3’ü fazla vermiş, sadece 1’i açıkla (içinde Aşar vergisinin kaldırıldığı 1925 yılı) kapanmıştır.

Atatürk’ün Maliye Politikası, Devlet Hazinesinin yurt içinde ve dışında güçlü olması temel amacını gütmektedir. Ancak, bu amacı gerçekleştirirken vergilerin, halk için işkenceye dönüşmesi önlenmelidir. Bunun için, vergi artışlarının halkın gelir düzeyi artışlar ile oranlı olması sağlanmalıdır. Çağdaş Maliye Politikasının temel amacı olarak gösterilen bu ilke, Atatürk’ün konu ile ilgili konuşmalarında açık ve seçik olarak ortaya çıkmaktadır. Nitekim Atatürk döneminde halka ağır gelen ve sosyal zararları çok olan bütün vergi, resim ve harçlar kaldırılmış; onlar yerine halkın gelir düzeyine göre ayarlanabilen vergiler getirilmiştir.

Aşağıdaki sözler, Atatürk’ün yukardaki maliye politikaları ile elde edilen sonuçlarla ilgili olarak duyduğu mutluluğu ifade ediyor:

“Son iki sene zarfında hayvanlar, tuz, şeker, çimento, petrol ve benzin, elektrik, iptidaî maddeler resim ve vergilerinde yapılan ve herbiri 30-50 nisbetinde bir vergi indirilmesini ifade eden tahfiflerin (hafifletmelerin), istihsalin teşviki bakımından, vatandaş ve memleket için müspet ve hayırlı neticeler verdiğini görmekteyiz”25

Çağdaş Maliye Politikalarının amaçları arasında, şimdi açık ve seçik olarak ortaya konmuş olan, “vergilerin ekonomik etkilerinin üretimi azaltmasının önlenmesi” ilkesi de Kemalist Maliye Polilitikasının temellerinden biridir. O’nun yönetiminde ekonomi ve özellikle üretim üzerindeki etkileri olumsuz olan hemen bütün vergi, resim ve harçlar kaldırılmıştır.

ATATÜRK’ÜN PARA POLİTİKASI

Atatürk’ün para politikasının temel amacı, devlet harcamaları ile kaynaklar arasında sürekli bir dengenin korunması suretiyle enflasyonun önlenmesidir.

Atatürk’ün enflasyon karşısındaki tutumunu en iyi ifade eden İsmet İnönü’nün şu sözlerinin burada tekrarlanmasında yarar vardır : “Hükümet olarak yılda iki kez ödeme yapamayacak duruma düştüğümüz olurdu. Gider konuşurdum. Birkaç milyon liralık emisyon bizi ferahlatacağım anlatmaya çalışırdım. Bir defa bile “evet” dedirtemedim 26”.

O’na göre çok muhtaç durumda bulunan halkın refahını arttırmak için yatırımları hızlandırmak gerekliydi. Ancak, yatırımları hızlandırmak amacı ile, devletin sağlıklı yollardan sağladığı gelirlerden fazla harcama yapması önlenmeliydi. Bunu önleyebilmek için bütçe fazlası, devlet tekelleri ile işletmelerinin gelir fazlaları ile iç ve dış borçlanmadan sağlanan fonlar tutarından fazla yatırım harcaması yapılmamalıydı ve T.C. Merkez Bankasının emisyonu arttırması (yani para basması) yolundan sağlanan kaynaklarla yatırım yapılması kesinlikle engellenmeliydi.

Atatürk döneminin kaynak ve harcama rakamları ile ilgili olarak elde edilen bilgiler, bu ilkenin de eksiksiz uygulandığını göstermektedir. O’nun yönetimindeki 15 yılda ortalama yıllık % 4-6 oranında reel büyüme hızı elde edildiği halde enflasyon yoktur. 1929’da çeşitli nedenlerle ortaya çıkan dengesizlik, alman tedbirlerle, 1930 yılı sonunda giderilmiştir27. Türkiye’nin ilk “istikrar programı” olan 1929 istikrar programı ile devlet harcamalarının kısılması ve gelirlerinin artırılması, yabancı ülkeler borsalarında Türk Lirası değerinin desteklenmesi yolundan, O’nun deyimi ile -”Millî Para Buhranı”, 1930 yılı sonuna kadar kontrol altına alınmıştır.

Atatürk, enflasyonun en önemli nedeni olarak, T.C. Merkez Bankası’nın emisyon arttırmasını (yani para basmasını) görmektedir. En önemli yurt ihtiyaçları için olsa bile T.C. Merkez Bankasından finansman yapılmasına, kesin tutumu sayesinde, 1919’da Osmanlı İmparatorluğu’ndan 158 milyon TL. olarak devralınan banknot hacmi, 20 yılda (1938’e kadar) ancak %2o oranında artmış ve 194 milyon TL’sına yükselmiştir. Yaklaşık %i oranında bir yıllık artışı ifade eden bu banknot artışı, ekonominin %4-6 düzeyinde bir ortalama reel büyüme hızına ulaştığı bir dönemde, aslında, deflasyonist bir para politikasını ifade etmektedir.

Atatürk’ün para değerinin düşmesine karşı gösterdiği özenin en önemli göstergesi, 1919-1938 arasındaki %23 oranındaki banknot hacmi artışının, hemen tamamının ig38’de ortaya çıkmış olmasıdır. Bu %23 oranındaki artışın %15’lik kısmı, 1938 yılının son yansında ortaya çıkmıştır. 1938 yılının son yarısında Atatürk, devlet işleri ile ilgilenemeyecek kadar ağır hastadır. Nitekim, bir yıl sonra gelecek İkinci Dünya Savaşının da etkisiyle sonraki yıllarda banknot hacmi hızla yükselecektir28.

O’na göre paranın iç değeri ile dış değeri arasında çok yakın bir ilişki vardır. Ülkede enflasyonu önlemenin temel gerekçelerinden biri de, yurt-dışında Türk Lirasının ve Hazine’nin itibarını ve gücünü korumaktır. Devletin iç ve dış harcama ve gelirleri arasındaki önemli dengelerin paranın dış değeri üzerindeki etkileri konusunda derin bir anlayışı ifade eden yine O’dur:

“Samimi bir bütçeye ve hakiki bir tediye muvazenesine (ödemeler dengesine) dayanan paramızın fiilî istikrar vaziyetini kesin surette muhafaza edeceğiz” 29.

Yeni Türk Devleti hazinesinin ve Türk Lirası’nın dış pazarlardaki gücünü ve itibarını yükseltmek kolay olmamış, “Düyun-u Umumiye” taksitlerinin yükü ve Lozan Antlaşmasının 1929’a kadar gümrükleri sınırlayan hükümleri Türk Lirası’nın dış değerini 1929’a kadar düşürmüş, 1929’da bu gidiş bir “Millî Para Buhranı” biçimine dönüşmüş, yani düşüş hızlanmıştır. Ancak 1929’u izleyen yıllarda alınan önlemlerle Türk Lirası’nın İngiliz Sterling’i karşısındaki değeri 1921’dt ortalama 620 kuruş iken, 1929’da 1032 kuruşa kadar düşmüş ama 1938’de yeniden 620 kuruş düzeyine yükseltilmiştir. Bu basanda Atatürk’ün enflasyon karşısındaki tutumunun, yukarıda özellikleri açıklanan Maliye Politikasının ve aşağıda özellikleri açıklanacak Dış Ekonomik İlişkiler Politikasının önemli etkileri vardır. Bütün bu yıllarda alınan temel ekonomik kararlarda Atatürk’ün bazı hallerde ince ayrıntılara inen müdahaleleri vardır.

Ancak Atatürk’ün bu konudaki asıl katkısı, T.B.M.M. ve Hükümet’e karşı sık sık tekrarladığı, kesin kararlılığıdır:

“Şüphe yoktur ki, bahusus devletçi ve halkçı olan bir idare ve ekonomi hayatında Hazine’nin kudret ve intizamı, başlıca mesnettir, (dayanaktır). Cumhuriyetin kudreti de, her sahada ve millî müdafaa sahasında, ihtiyaçlarını karşılayan Hazine’nin intizamın-dadır. Gelecek yıllar içinde Hazine’nin kudretini muhafaza etmek, sizin en mühim işiniz olacaktır. Milli paramızın fiilen müstekar olan kıymeti, muhafaza olunacaktır30”.

Atatürk, Türk para piyasasının Türklerin yönetiminde ve Türklerin elinde olmasını istemiş ve ekonomiyi bu amaca ulaştırmıştır. ig30JdaT.C. Merkez Bankasını kurarken danıştığı dünyanın iki ünlü Merkez Bankacısının (Almanya’yı korkunç “Weimar enflasyonu”ndan kurtaran ve bu hizmeti nedeniyle “Malî Sihirbaz” unvanı verilen zamanın Alman Merkez Bankası Başkanı Dr. Hjalmar Schacht ve yardımcısı Kari Müller’in) olumsuz görüşlerine rağmen Türk Emisyon Bankasını kurmuştur31. Bu iki ünlü Merkez Bankası uzmanı, ülkemizde belirli bazı iktisadî ve malî tedbirler alınarak para istikrarının sağlanması güven altına alınmadan bir emisyon bankasının kurulmasını “mevsimsiz” bulmuşlardır32. 19303-da verilen bu raporlara göre, T.C. Merkez Bankası, gelecek 5 yıl içinde, tedavüldeki banknotların %303u oranında altın, %10’u oranında döviz mevcutları, devlet bütçesi ve dış ödemeler dengesi sağlandıktan ve ekonomi, bu mevcut ve dengeleri zaman içinde koruyacak kadar güçlendirildikten sonra kurulabilir. Bu şartlar yerine getirilmeden kurulabilecek bir Merkez Bankası, ülkede para istikrarını bozabilir ve bunun çok olumsuz sonuçları olacaktır.

Millî Para’nın Türklerin yönetimine geçmesini isteyen Atatürk, 1930’da T.C. Merkez Bankasını kurmuş, bankanın hisselerini de Türk Bankaları ile devlet memurlarına dağıtmıştır. Ancak 1930’dan sonra yabancı uzmanların önerilerine uygun olarak 1931’de 6127 kilo olan T.C. Merkez Bankası altın mevcudunu, 1938’de 26190 kiloya ulaştırmış, Düyun-u Umumiye Borçlarının, 1933’te ulaşılan anlaşmaya uygun olarak ödenmesini sürdürmüş, ödemeler dengesi ile devlet bütçesi dengesini kurarak korunmasını sağlamış ve fiyat istikrarının bozulmasını da kesin kararlarla önlemiştir33.

Atatürk’ün görüşüne göre, Türk bankacılığı da Türklerin yönetiminde ve mülkiyetinde olmalıdır. O, yabancı bankaların Türkiye’de çalışmasına karşı değildir. Ancak, Türk mevduatının büyük çoğunluğunun yabancı bankalar elinde olmasını da uygun görmemektedir. O’na göre 1920’de %68’i yabancı bankalar elinde bulunan mevduatın ancak %32’sinin Millî bankalar elinde bulunması uygun değildir.

Atatürk’ün Türk bankacılığını millîleştirme karar ve düşüncesinin bir sonucu olarak 1924’de kendi kurduğu T. îş Bankası da dahil olmak üzere Millî bankalarımız, 1937’de mevduatın %81’ini elde edebilmişler, aynı yılda yabancı bankaların payının %19’a inmesi sağlanabilmiştir. 1920-1937 yılları arasındaki dönemde 6 katma yükselmiş bankalardaki mevduat toplamı, Atatürk’ün tasarrufu teşvik yönündeki önderliğinin bir sonucu olarak, bu dönemdeki kalkınmanın finansmanında da önemli katkıda bulunmuştur.

O’na göre, enflasyona gitmeden yatırımların hızlandırılabilmesi için, halkın tasarrufa yöneltilmesi ve halk tasarruflarının büyük yatırımları gerçekleştirebilmek için birleştirilmesini sağlayan bir malî yapının kurulması gereklidir. Atatürk’ün karan ile başlatılan “Millî İktisat ve Tasarruf Hamlesi” ve “Yerli Mallar Haftaları” ile T. îş Bankası’nın kurulması, bu amaca yönelik uygulamalardır34.

ATATÜRK’ÜN BANKACILIK DEVRİMİ

Cumhuriyet kurulduktan sonra Atatürk’ün para ve sermaye piyasalarının geliştirilmesi yönünde çok güçlü ve etkili adımlar attığı görülmektedir. Bu önemli adımlardan birincisi 17-24 Şubat 1923’te İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde alınan kararlara uygun olarak Atatürk’ün kişisel girişimi ile kuran Türkiye İş Bankası’dır. Bu konuda atılan çok önemli ikinci adım, uzun süren bir etüd ve araştırma döneminden sonra 11 Haziran 1930 tarihli ve 1715 sayılı kanunla kurulmuş olan ve 3 Ekim 1931 ‘de faaliyete geçen T.C. Merkez Bankası olmuştur. Bir önceki bölümde bu tedbirlerle para piyasasında elde edilen büyük sonuçlarla ilgili bilgiler sunulmuştur. Bu bölümde, T. iş Bankasının kuruluşu ve ilk gelişme yıllarındaki gelişmelerle ilgili olarak ek bilgiler sunulacak ve Atatürk’ün bu gelişmeler içindeki tayin edici karar ve çalışmaları belirlenmeye çalışılacaktır.

T. iş Bankası 26 Ağustos 1924’te 1 milyon TL. sermayeli bir anonim şirket şeklinde ve Bakanlar Kurulu kararıyla kurulmuş35, sermayenin tamamı Atatürk tarafından taahhüt edilmiştir. Bankanın isim babası da Atatürktür36. Atatürk tarafından ödenen sermayenin ilk %25’lik kısmını temsil eden 250.000 TL. hemen ödenmiş ve ilk banka şubesi, 30 Ağustos 1924’te törenle faaliyete başlamıştır. Sermayenin geride kalan kısmı için, Ankara, İzmir, İstanbul, Samsun ve Bursa piyasalarında nominal değeri 10 TL. olan hisse senetlerinin satılması suretiyle 160.000 TL. daha sağlanmış ve ilk yıl içinde ödenmiş sermaye 410.000 TL’sına ulaşmıştır. Böylece Atatürk’ten başka 35 kurucu ortak daha T. iş Bankası’na katılmıştır37.

T. iş Bankası’nın Ulus’taki ilk iş yerinin (halen T. iş Bankası’nın Ulus Şubesi aynı iş yerindedir) o sırada inşaatı henüz tamamlanmış “evkaf evleri’nden birinin kiralanması suretiyle elde edildiği ve Atatürk’ün sermaye olarak koyduğu 250.000 TL.’nın çuvalla Çankaya’dan bu iş yerine taşındığı görülmektedir38. Atatürk’ün bu ilk ödemesini oluşturan paranın O’nun şahsî hesabından geldiği anlaşılmaktadır 39.

Atatürk, bankanın kuruluşu ile ilgili kararı, Çankaya’da toplanan icra Vekilleri Heyeti’ne Mayıs 1924’te şu sözlerle getirmiştir:

“Vatanı kurtaracak ve yükseltecek tedbirlerin başında olarak halkın doğrudan doğruya itibar ve itimadından doğup meydana gelen tam manasıyla modern ve millî bir banka kurmak”. ..

T. İş Bankası’nın sermayesi 1926’da 2 milyon TL/sına yükseltilmiş, 1927’de sermayesi 2 milyon TL. olan Osmanlı İtibar-ı Millî Bankası da T. îş Bankası’na katılınca sermaye 4 milyon TL.’na yükselmiştir. Daha sonra 1956’da bankanın sermayesi 10 milyon TL.’na, 1964’de 20 milyon TL/na, 1974’de 40 milyon TL/na ve 12 Eylül 1980’den sonra 30 milyar TL/na yükselmiştir. 31 Aralık 1983’te sermaye ve öz kaynaklar toplam 64 milyar TL/na, mevduat toplamı 743 milyar TL/na ulaşmış olan T. iş Bankası, T. Ziraat Bankası’ndan sonra ülkemizin en büyük bankası olma özelliğini korumaktadır.

Bankanın 20.8.1924’te Bakanlar Kurulu Karan ile onaylanan ana sözleşmesi (nizamnamesi) içinde gösterilen 35 kurucu ortağı bulmak kolay olmamıştı. Bankanın ilk genel müdürü Sayın Bayar, Atatürk’ün bankaya kurucu ortak bulma işini kendisine bıraktığını ve kurucu ortaklarının Anadolu’nun varlıklı kişilerinden ve zamanın ünlü politika adamlarından biraz da zorlayarak seçilmiş olduğunu belirtmiştir40.

Atatürk bankanın ilk genel müdüründen sonra, yönetim kurulunu da en yakın dostları ve o günlerin en güvenilir kişileri arasından şahsen seçmişti. îlk yönetim kurulu Mahmut (Soydan) Bey’in Başkanlığında şu üyelerden oluşmuştur : Dr. Fikret Bey, Fuat (Bulca) Bey, îhsan Bey, Ali (Kılıç) Bey, Mahmut Celâl (Bayar) Bey (Genel Müdür), Rahmi (Köken) Bey, Rasim (Basara) Bey, Salih (Bozok) Bey ve Şakir (Kuracı) Bey.

1921-1924 yıllarında Mübadele ve İmar-İskân Bakanı olan Sayın Bayar, 8 yıl genel müdürlük yaptıktan sonra 9 Eylül 1932’de İktisat Vekili olarak yeniden Bakanlar Kurulu’na atanmıştır. Bu tarihten bir yıl sonra (30 Ağustos 1933) T. iş Bankası kuruluşunun dokuzuncu yıldönümü dolayısıyla Yalova’da Atatürk’e saygılarını sunmaya giden banka heyetine Atatürk’ün söylediği şu sözler, aynı zamanda, başarıya ulaştırılmış bir girişimi nedeniyle O’nun duyduğu büyük mutluluğun bir ifadesidir:

“iş Bankası’nın dokuzuncu yıldönümünü bütün mensuplarına tebrik ederim, iş Bankası mütevazi bir sermaye ile işe başlamıştı. Mütevazi olan ancak maddî sermayesi idi. Fakat manevî sermayesi çok büyüktü. Çünkü işin başında gayet kıymetli, halûk ve sebatlı Celâl Bey ve onun yanında birkaç kişiyi geçmeyen güzide arkadaşları bulunuyordu. Bu maddî sermayenin yüzlerce misli ile işe başlamış ve hiç bir muvaffakiyet göstermeden batmış nice müesseseler tanırız. Demek ki bir müessesenin yaşaması, inkişaf etmesi, muvaffak olması, o müessesenin başına geçenlerin halûk (ahlâklı, temiz huylu), dürüst ve imanlı zatlar (kişiler) olmasına bağlıdır.

“Banka, memleketimizin iktisadiyatına çok nafi (yararlı) hizmetler ifa etmiştir. Bence bütün bu hizmetlerin fevkinde daha büyük olan bir hizmet de bankacılığa gençlerimizi yetiştirmiş olmasıdır. En çok bununla iftihar ederiz”.
“Celâl Beyin İş Bankasını tesisinde ve onun inkişafında gösterdiği muvaffakiyeti şimdi başında bulunduğu iktisat Vekâletinde de göstereceğine şüphem yoktur. Bankanın yıldönümünde bu münasebetle Celâl Beyin adını anmayı bir borç bilirim. îş Bankası’na yeni ve daha parlak muvaffakiyetler dilerim41”.

T. iş Bankasına ilk ana sözleşmeyle verilen görevler, her türlü ticaret bankacılığı işlemleri yapmakla birlikte, doğrudan yatırım yaparak iştirakler oluşturmak şeklinde özetlenebilecektir. O sıralarda Fransa’da hem ticaret, hem yatırım bankacılığı yapan bu tür karma bankalara verilen (Banque d’Affaire) teriminden esinlenen ulu önder bu yeni Türk Bankası’na T. İş Bankası adını vermiştir, ilk ana sözleşmenin ikinci maddesi, bu görevleri şöylece tesbit etmiştir 4a.

“a. Her türlü banka muamelelerini yapmak,

b. Ziraate, sanayiye, madenlere, enerji istihsali ve tevziine, nafa işlerine, nakliyeciliğe, sigortacılığa, turizme, ihracata müteallik her nevi teşebbüsler kurmak veya bu gibi teşebbüslere iştirak etmek,

c. Her türlü eşya veya levazımın istihsal, imal ve tedariki için şirketler kurmak veya bu işlerle uğraşan teşekküllere iştirak etmek,

d. Her türlü sınaî ve ticarî muameleleri gerek kendi namı ve hesabına ve gerek yerli ve ecnebi müesseseler ile müştereken veyahut bu müesseseler nam ve hesabına deruhte ve ifa etmek”.

Atatürk kuruluş nedeniyle verilen yemekte Yönetim Kurulu’na şu direktifi vermiştir:

“Bu müesseseyi muvaffak kılmanızı temenni ederim. Böylelikle millî vasıflarımıza bir yenisini ekleyeceksiniz. Çalışmalarınızı dikkat ve hassasiyetle takip edeceğim. Endişe etmeyiniz; zekâ, dikkat, iffet en büyük muvaffakiyet âmilinizdir”.

Bir milyon TL. tutarındaki ilk banka sermayesinin %25’ini ödemekle birlikte, Atatürk’ün sonraki arttırmalara katılmadığı ve ölümü sırasında banka sermayesindeki Atatürk hisselerinin toplam kayıtlı sermayeye oranın %27, 56’ya düştüğü görülmektedir. 1981’e kadar yapılan sonraki sermaye arttırımları ihtiyatlardan aktarma biçiminde gerçekleştirildiğinden Atatürk’ün hisselerinin oranı günümüzde hemen hemen aynı düzeydedir. Sadece Hazine’nin Atatürk’ün hisselerine ek olarak satın aldığı 24, 310 adet B tertibi hisse senetleri nedeniyle Atatürk’ün hisselerinin oranı %28, 38’e yükselmiştir43.

Türkiye İş Bankası’nın yukarıda verilen kısa tarihçesi Atatürk’ün banka hisselerinin küçük partilerde çok sayıda özel kişiler arasında dağılmasını istediğini göstermektedir. Uzun yıllar sermaye artışı yapamamış Banka’nın son yıllardaki enflasyon karşısında gelişmesini önleyen küçük kayıtlı sermaye sorunu bir çözüme kavuşturulmuştur. Gelecek yıllarda Hazine’nin mülkiyetinde ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’nin idaresinde bulunan hisselerden büyük bir parçanın küçük tasarruf sahiplerine satışının planlanması ve gerçekleştirilmesi Ulu önder’in aziz anısına saygılı bir davranış biçimi olacaktır. Bu değişikliklerden sonra Banka statüsü özel şirket yapısını korumaktadır. Atatürk, zamanında kurulan KiT’lerin dahî, zaman içinde halka satılmasını isteyen bir görüşe sahip olmuştur. O’nun bu niyet ve isteklerinin T. iş Bankası’nın uzun süreli yararlarına da uygun olacağı kuşkusuzdur.

ATATÜRK’ÜN DIŞ EKONOMİK İLİŞKİLER POLİTİKASI

Atatürk’ün dış ekonomik ilişkiler politikasının amacı, Türk Lirası’nın yabancı paralar karşısındaki değerinin düşmesini önlemek ve Türk Hazinesinin uluslararası pazarlama itibarını yükseltmektir. Bu amaca ulaşabilmek için, yukarda özetlenen maliye ve para politikalarına uygun olarak dış ödemeler dengesi de sağlanmalı; yabancı devletlere karşı girişilen ödeme taahhütleri, gecikmesiz ve eksiksiz yerine getirilmelidir. O’na göre bu ilke, tam bağımsızlığın temel koşuludur.

“... İstiklâliyetin (bağımsızlığın) tamamiyeti ise ancak, istiklâl-i malî (malî bağımsızlık) ile mümkündür. Bir devletin maliyesi istiklâlden mahrum olunca o devletin bütün şuabat-ı hayatiyesinde (hayat kısımlarında) istiklâl mefluçtur (felç olmuştur). Çünkü her uzv-u devlet (devlet organı) ancak kuvve-i maliye (malî kudretle) ile yaşar. İstiklâl-i malînin mahfuziyeti (korunması) için şart-ı evvel (ilk şart) bütçenin bünye-i iktisadiye (ekonomik yapı) ile mütenasip (uyumlu) ve mütevazin (denk) olmasıdır. Binaenaleyh, bünye-i devleti yaşatmak için harice müracaat etmeksizin memleketin men-ba-ı varidatıyla (gelir kaynaklarıyla) temin-i idare (yönetimin sağlanması) çare ve tedbirlerini bulmak lâzımdır ve mümkündür”44.

Atatürk’e göre ödemeler dengesinin temelinde dış ticaret dengesi vardır:

“Dış ticarette takip ettiğimiz ana prensip, muvazenemizin dengemizin) aktif (fazla veren) karakterini muhafaza etmektir. Çünkü Türkiye tediye muvazenesinin en mühim esasını bu teşkil eder”*5.

Bu denge sağlanmalı ve yatırımları hızlandırabilmek, Hazinenin altın ve döviz mevcutlarını arttırabilmek ve Düyun-u Umumiye borçlarını ödeyebilmek için Dış Ticaret Dengesi’nin “fazla”-larla kapanması sağlanabilmelidir. O’na göre hattâ toplam ithalat ve ihracat arasında denge sağlanması yeterli değildir; ülkeler itibariyle dengeye ulaşmak da dış ticaret politikasının temel amaçlarından biri olmalıdır. Yabancı sermaye ve dış borçlanmadan sağlanacak kaynaklar, ödemeler dengesinin sağlanması açısından, talî önemi olan faktörlerdir:

“... ihracatımızın kolaylaştırıldığı yerde ithalatın artmasından sakınmıyoruz. Bu ithalâtı arttırmaya ve kolaylaştırmaya çalışıyoruz. Bu dürüst politika üç seneden beri ticaretimiz hacmini muntazaman arttırmıştır” 46.

Bu sağlam dış ekonomik ilişkiler politikası özellikle 1929’dan sonra amaca uygun sonuçlarını yaratmıştır.

ATATÜRK’ÜN YATIRIM POLİTİKASI

Atatürk’ün yatırım politikasının temel amacı, sağlam kaynaklarla finanse etmek şartıyla en kısa zamanda ülkenin bütün faaliyet alanlarının ve bütün bölgelerinin kalkındırılmasıdır.

Yukarda özetlenmiş ekonomik kalkınma amaçları ve daha önce açıklanmış bulunan temel stratejilere uygun olarak Atatürk’ün yatırım politikasının temelinde kendi deyimi ile “ılımlı devletçilik” ilkesi vardır47. 1930’dan başlayarak her fırsatta tekrarladığı ve her ekonomik girişimde hatırlattığı bu “ılımlı devletçilik’“ politikası devletin özel kesim işletmelerine denetleyici, yönlendirici ve teşvik edici öncülüğünü öngörmektedir. Buna ek olarak özel kesimdeki girişim, sermaye ve yönetim gücü eksiklikleri nedeniyle, halkın ve kişilerin yapamadıkları ve işletme yönetemedikleri iş dalları ve bölgelerde, bu öncülük işlevi, devletin doğrudan yatırım yapması ve yatırımla doğan işletmeyi doğrudan yönetmesini de kapsamına almaktadır. Ekonomiye temel mal ve hizmetlerin sağlanması için, yukarda belirlenen stratejik önceliklere göre yapılacak alt yapı yatırımlarında devletin doğrudan işletme yönetmesi, olağan ve sürekli olabilir. Ancak ekonomide temel mal ve hizmetlerden başka tüketim mal ve hizmetlerine duyulan türlü nedenlerle geliştiremediği alan ve bölgelerde üst-yapı yatırımlarının doğrudan devletçe yapılması ve yönetilmesi de ekonomik kalkınma amaçları için gerekli bulunacaktır. Bu tür üst-yapı mal ve hizmetleri üreten ve satan devlet işletmelerinin, piyasa ekonomisinin kurallarına göre kurulması, işletilmesi ve yönetilmesi gereklidir.

Üst-yapı alanında çalışan devlet işletmelerinin özel kesim işletmeleriyle kıyasıya bir rekabete girişmesi söz konusu olamaz. Bu alanlarda devletin görevi, öncülük yapmakla sınırlı olmalıdır ve hükümetlerin en önemli sorumluluğu, özel kesim işletmeleriyle devlet işletmeleri arasında gelişebilecek yıkıcı bir verimsiz rekabetin gelişmesini önlemek olmalıdır. Kemalist Ekonomik Kalkınma modelinin bu özelliği, onu zamanının kalkınma modellerinden ayırmaktadır.

Bu noktada Atatürk’ün şu sözlerini tekrarlamakta yarar vardır48:

“Memlekette her nevi istihsal ziyadeleşmesi için ferdî teşebbüsün devletçe elzem olduğunu ehemmiyetle kaydettikten sonra beyan etmeyiniz ki, devlet ve fert birbirine muarız (birbiriyle savaşan) değil birbirinin mütemmimidirler (tamamlayıcısıdırlar).

“Bizim takibini muvafık (uygun) gördüğümüz “mutedil devletçilik” prensibi, bütün istihsal (üretim) ve tevzi (dağıtım) vasıtalarını (araçlarını) fertlerden alarak, milleti büsbütün başka esaslar dahilinde tanzim etmek gayesini takip eden ve hususî ve ferdî iktisadî teşebbüs ve faaliyete meydan bırakmayan sosyalizm prensibine müstenit kollektivizm, komünizm gibi bir sistem değildir”49.

Bu amaca ulaşabilmek için devletin üst-yapı mal ve hizmetleri üreten kuruluşların geliştikçe halka devredilmesini sağlayacak bir yönetimin uygulanması gereklidir. Devletin tüketim malı üreten üstyapı işletmelerinin çalıştığı alanlar geliştikçe bu alanlarda halk sermayeleri biriktikçe ve işletmeleri yönetecek yönetim yetenekleri geliştikçe, bu işletmelerin hisseleri halka satılmalıdır. Bu hisse satışından sonra da işletmelerdeki devlet yönetimi bir süre daha sürdürülebilir; ancak, devlet bu işletmeleri tümüyle devretme fırsatını buldukça bu alanlardan çekilmeli, bu hisse satışlarından elde edilecek fonlar, gelişmemiş diğer alanlarda ve bölgelerde yeni devlet yatırımlarının yapılması için kullanılmalıdır50.

SONUÇ:

Kemalist Ekonomik Kalkınma Modelinin bu dörtlü dengesi şöylece özetlenebilir:

— Devlet Bütçesi Dengesi,

— Kaynak-Harcamalar Dengesi,

— Dış ödemeler Dengesi,

— Devlet İşletmesi-özel İşletme Dengesi.

Bu dengeler korunmadığı süreler boyunca Türk Ekonomisine neler olduğunu, 1938’den bu yana uygulanan ekonomik kalkınma uygulamalarımız açıkça göstermektedir. Cumhuriyetin 63 yıllık uygulamasında O’nun yönetimdeki 15 yıllık Atatürk Dönemi, ekonominin en istikrarlı gelişme dönemidir. Ama, O’ndan sonra yaklaşık her 10 yılda bir ekonomimiz çıkmaza girmiştir.

Ekonominin Kalkınma Modelinin bu özelliklerini dünyaya anlatabildiğimiz ölçüde, dünyanın bütün “mazlum milletleri” de O’na şükran duyacaktır.

Amerika, Sevres Antlaşması Ve "Ermenistan" Sınırları 2.Bölüm

Fahir Armaoğlu ANKARA, 27 Eylül 2007 Perşembe 

Bu mesaja göre, Milletler Cemiyeti Konseyi, Müttefikler Yüksek Konseyi'ne başvurup, Ermenistan ile en fazla ilgilenen devletin kim olduğunu ve Ermenistan'ın bağımsızlık ve güvenliği için bu devletin neler yapabileceğini sormuş, imiş. Başta İngiltere'nin oynamak istediği basit oyunun, bizim dilimizdeki en hafif nitelendirmesi "tecahül-i arifane" dir.

Yine bu mesaja göre, Başkan Wilson'ın şimdiye kadar Ermenistan konusunda yaptığı çeşidi konuşmaları ve Amerikan Dışişleri Bakanı Colby'nin kullandığı deyimle "uygar dünyanın istek ve beklentileri" dolayısıyla, şimdi Yüksek Konsey Ermenistan mandasını Amerika'nın kabul edip etmeyeceğini soruyordu.

San Remo, bu kadarla da yetinmeyip, Ermenistan konusunda bir takım görüşler de belirtiyordu: Amerika şimdiye kadar hep "geniş" bir Ermenistan ilkesini savunmuştur. Bununla beraber, Kilikya'yı (Çukurova) Ermenistan'a vermek pratik bir yol görünmüyor[1]. Bu durumda, Ermenistan'a, Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis vilâyetlerinin verilmesi söz konusu olmakla beraber, önce Amerika'nın Ermenistan mandasını kabul etmesi ve ikinci olarak da bu bağımsız Ermenistan'ın sınırlarının Amerika Birleşik Devlederi Başkanı tarafından çizilmesi istenmekteydi.

Kısacası, Müttefîkler'in Osmanlı Devleti yerine bir "Ermenistan Devleti"ni ikame etmek isterlerken, bu işin, badireleri ve sonuçlan ile, bütün yükünü Amerika'nın sırtına yüklemeye çalıştıkları apaçık belliydi. Şunu da belirtelim ki, General Harbord'ın, bir "Bağımsız Ermenistan" mandasının ne denli sorunlar ortaya çıkaracağı hakkındaki raporu da, müttefiklerin elindeydi.

Nitekim, Yüksek Konsey'in kararına göre, Ermenistan sorunu yine de bu kadarla bitmiyordu. Türkiye ile barış imza edilir edilmez, Ermenistan'ın dış saldırılara karşı savunulması için gerekli askerî kuvvet ve ayrıca düzenli bir yönetim için malî yardım söz konusu olacaktı. Yani, Amerika, Ermenistan mandasını kabul ettiği takdirde, bu iki yükü de sırtlamak zorundaydı.

Yine Yüksek Konsey'e göre, Amerika'nın bu hususta acele karar vermesi gerekmiyordu. Ama Ermenistan halkı da büyük bir bekleyiş ve endişe içindeydi..

Müttefiklerin 27 Nisan mesajına, Amerika 17 Mayıs 1920'de cevap verdi ve bu cevapta "Ermenistan mandası" hakkında tek kelime mevcut değildi. Sadece, Amerika Cumhurbaşkanı'nın, Ermenistan'ın sınırları konusunda "hakem" olmayı ("to act as arbiter") kabul ettiği bildiriliyordu[2].

Söz konusu telgrafta Ermenistan mandası hakkında herhangi bir ifadenin bulunmamasının sebebi, bir yandan Amerikan Senatosu'nun bu konudaki olumsuz havası, diğer yandan da, Yüksek Konsey'in 27 Nisan 1920 günlü mesajı üzerine, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın, Harbiye Bakanlığı'na, Ermenistan mandası hakkındaki görüşünü sormasıydı. Harbiye Bakanı Baker'ın Dışişleri Bakanı Colby'ye gönderdiği 2 Haziran 1920 tarihli memoranduma göre[3], General Harbord, her ne kadar raporunda, Ermenistan mandası için 59.000 kişilik bir Amerikan kuvvetini gerekli görmüş ise de, bu miktar % 50 oranında azalülabilirdi ve Ermenistan'ın dış saldırılara karşı korunması için 27.000 kişilik bir Amerikan kuvveti yeterli olabilirdi. Ne var ki, Ermenistan'ın dış saldırılara karşı korunması evvelâ Milletler Cemiyeti'nin göreviydi ve ikinci olarak da, Bolşeviklerin şu anda Kafkaslar'da yarattığı tehlike dolayısıyla bu kadar bir Amerikan kuvvetinin orada bulundurulması pratik bir formül değildi. Bolşevikler Bakü'yü işgal etmişlerdi ve gazete haberlerine göre de, Ermenistan topraklarına girmeye başlamışlardı.

Ağustos ayı geldiğinde, artık Amerika'nın "Ermenistan mandası" söz konusu değildi. Fakat, Amerika'nın Avrupalı Müttefikleri, şimdi Türkiye için hazırlanmış olan bu barış antlaşmasının imzasından önce, Ermenistan sınırlarının çizilmesi işinin Amerika Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilip edilmediğini öğrenmek istediler[4].

Amerika'nın bu isteğe cevabı, hazırlanan barış antlaşmasının (yani Sevres Andaşması) 89'uncu maddesine göre, "Türkiye, Ermenistan ve diğer Yüksek Akit Taraflar", Ermenistan sınırlarının çizilmesi hususunda Amerika Birleşik Devletleri Başkanı'nın kararını kabul edeceklerine göre, Amerika Cumhurbaşkanı'nın bu görevi kabul edebilmesi için, önce söz konusu tarafların bu antlaşmayı imza etmeleri gerekir, şeklindeydi16. Başka bir deyişle, Başkan Wilson, Türkiye barışı imzalanmadıkça ve 89'uncu madde ile sınırların çizimi görevi veya "hakemliği"nin kendisine verilmesi "resmileşmedikçe", sınırların çizimi konusunda herhangi bir taahhüde girmek istemiyordu.

Bilindiği gibi, 10 Ağustos 1920'de İstanbul Hükümeti Sevres Antlaşması'nı imza etti ve aynı anda da, hatta daha Mayıs ayında, bu antlaşma Ankara Hükümeti, yani T.B.M.M. Hükümeti tarafından geçersiz ilân edildi. Fakat bütün bunların, Amerika'yı veya Başkan Wilson'ı etkilemediği görülüyor.

Lâkin, Sevres Antlaşması'na karşı Anadolu'da uyanan millî duygular ve Ankara'daki millî hükümet tarafından gösterilen tepkiler, işin başından beri Türkiye ile ilgili gelişmeleri, Waşington'dan çok daha farklı bir şekilde değerlendiren, Amerika'nın İstanbul'daki Yüksek Komiseri Amiral Bristol'ü, Waşington'u ciddi bir şekilde uyarma ihtiyacına sevketmiş görünüyor, Amiral Bristol'ün Waşington'a 18 Eylül 1920'de gönderdiği telgraf, özellikle Ermenistan konusunda şu noktaları vurgulamaktaydı [5]: 

"Şu hususu kesin olarak belirtmek gerekir ki, Ermenistan'a (Anadolu'dan) toprak verilmesine karşı Doğu Anadolu vilâyetlerinde oluşan tepkiler, şimdiye kadar olduğundan çok daha acı ve kuvvetlidir. Ermenistan'a bırakılan toprakları, Türklerin, kuvvet zoru olmaksızın bırakacaklarına hiç kimse inanmamaktadır. Türklerin çok geniş bir çoğunluğunu temsil eden Milliyetçiler, İstanbul Hükümeti tarafından imza edilen anlaşmayı tanımamaktadırlar" ve çok muhtemeldir ki, Müttefikler, Yunanistan vasıtasıyla, bu anlaşmayı Türklere kabul ettirmeye zorlayacaklardır. Türkiye barışı, Ermenistan'a, Türkiye'nin, Başkan'ın hakemliği ile tespit edilecek doğu vilayetlerini vermektedir. Bu bölgelerde bugün fiilen Ermeniler yoktur ve Erivan "daki Ermenileri bu bölgelere yerleştirmek, yeterli koruma sağlanmadığı takdirde, karışıklıkların ortaya çıkması sonucunu verecektir".

Amiral Bristol'un bu son derece isabetli değerlendirmesi, Amerikan Hükümeti ve Başkan Wilson üzerinde tamamen etkisiz kaldığı gibi, Sevres Antlaşması'na ve Amerika'ya güvenen Rusya Ermenistam, 4 Ekim 192ü'de Türkiye'ye savaş ilân etti. Gürcistan da Ermenistan'ı destekleyeceğini bildirdi [6].

Amiral Bristol'un İstanbul'dan Waşington'a gönderdiği uyarıların, Başkan Wilson üzerinde hiç bir etkisi olmadığı anlaşılıyor. Çünkü, Başkan Wilson'ın, "önce Türkiye ile barış imzalansın" şartı üzerine, Barış Konferansı'nın Genel Sekreterliği, ilk defa olarak ve Sevres Antlaşması'nın imzasından iki ay sonra, Sevres Antlaşması'nın tam metnini, Amerika'ya vermiştir[7]. Verirken de, Sevres Antlaşması'nın 89. maddesinin, Amerika Cumhurbaşkanı'na, hem Ermenistan'ın sınırlarını çizme, hem Ermenistan'ın denize çıkmasının sağlanması ve hem de Ermenistan ile Türkiye arasındaki sınırda "gayrı askerî bölge"nin tesbiti görevini verdiği belirtilmekteydi.

Yaklaşık bir ay sonra, Amerikan Dışişleri Bakanlığı, Paris Büyükelçiliği vasıtasıyla, Başkan Wilson'ın, Ermenistan sınırları hakkında hazırlayıp, Müttefik Devletler Yüksek Konseyi'ne hitaben kaleme aldığı raporunu, söz konusu Konsey Başkanlığı'na sundu[8].

Wilson'ın Ermenistan sınırlarının çizimine ait raporunu ele almayı, yazımızın sonuna bırakarak, raporun Yüksek Konsey'e sunulmasından sonra ortaya çıkan bazı ilginç gelişmelere değinmek istiyoruz.

Başkan Wilson, 30 Kasım 1920 tarihinde Milletler Cemiyeti Konseyi Başkanı'na gönderdiği bir telgrafta[9], Ermenistan üzerinde bir Amerikan mandası tesisi teklifi, Amerikan Senatosu tarafından reddedilmiş olmakla beraber, Amerikan halkının, Ermenistan'ın kaderi ile çok yakından ilgilendiğini, fakat şu anda Ermenistan'a yardım bakımından Amerikan askerini kullanma yetkisine sahip olmadığını, ekonomik yardımın ise, yine Senato'nun kararına bağlı bulunduğunu, fakat bu karar konusunda şimdiden bir tahminde bulunamayacağını söylemiştir. Başkan Wilson, Senato'nun kesin muhalefetine rağmen, Ermenistan'a yardım için elinden gelen her türlü çabayı harcamaya kararlı görünüyordu.

Ne var ki, Wilson'ın Milletler Cemiyeti Konseyi Başkanı'na bu telgrafı gönderdiği, aynı 30 Kasım 1920 günü, İstanbul'daki Yüksek Komiser Amiral Bristol, 1 Aralık sabahı Waşington'a ulaşuğı anlaşılan telgrafında[10] şunları yazıyordu: 

Ermenistan konusunun artık bittiği bildirilmektedir. Kars ve Gümrü'deki Ermeni kuvveden, çok üstün olmalarına rağmen, hezimete uğratılmış ve bir çok noktalarda Ermeni kuvvetleri kaçmıştır ("ran away"). Türkler Iğdır'ı ele geçirmiş olup, Aralık'tan bir kaç mil mesafede bulunmaktadır... Bir barış antlaşması müzakere edilmektedir. Türk hattı dahilindeki Amerikalıların güvenlikte olduğu bildirilmektedir. Bolşevikler ve Milliyetçi Türkler anlaşma içinde bulunuyor. Gümrü ve Kars'ın Ermeniler tarafından tekrar ele geçirildiğine dair haberler doğru değildir ve Ermenilerin bu iki şehri geri almaları ihtimali de mevcut değildir".

Tiflis'teki Amerikan Konsolosu Moser de, 4 aralık 1920 sabahı Waşington'a gönderdiği telgrafında şöyle demekteydi[11]: 

Erivan'da resmen açıklandığına göre, Ermenistan bir Sovyet Cumhuriyeti olarak ilân edilmiştir... Sovyet Rusya Büyükelçisi'nin söylediğine göre, Sovyetler bu yeni Sovyet Cumhuriyed'ni resmen tanımışlardır. Bir hafta önce kurulan Ermeni hükümetinin devrilmesinin arkasından, Bakû'den gelen Rus kuvvetleri, Ermenistan'ın sınır bölgelerini işgale başlamıştır. Rusya bu harekâtı, Bakû'deki Ermeni Bolşevik Komitesi'nin isteği üzerine yapmıştır. Türkiye ile Ermenistan arasındaki barış müzakereleri sırasında, Gümrü'deki mahallî hükümet de Bolşeviklere katılmıştır..."

Bu gelişmeler karsısında Wilson'ın çizdiği Ermenistan haritasının havada kalması bir yana, Ermenistan'da bu gelişmeler olurken, "bağımsız Ermenistan"ın sınırlarının çizildiğinin açıklanması, hem Amerika ve hem de Müttefikler'in prestijine ağır bir darbe teşkil edecek ve bir "skandal" olacaktı. Bu sebeple, İngiltere hemen harekete geçerek, Wilson'dan, bu sınırların kamuoyuna duyurulmasının durdurulmasını istemiş ve Wilson da, çizmiş olduğu Ermenistan sınırlarını açıklamaktan vazgeçmiştir[12]. Böylece Wilson'ın çizmiş olduğu Ermenistan haritası, tarihin arşivine girecek bir belge niteliğini muhafazaya mahkûm olmaktaydı.

Wilson'ın, Ermenistan sınırlarını çizen raporuna gelince[13]: Rapor 22 Kasım 1920 tarihli olup, iki kısımdır. Raporun birinci kısmında Wilson, sınırları, yani Türkiye-Ermenistan sınırlarını çizerken, veya daha doğru bir deyişle bir kısım Türk topraklarını Ermenilere hediye ederken, hangi esas ve ilkeleri gözönünde tuttuğunu uzunca bir şekilde belirtmekte, ve ikinci kısımda ise, çizmiş olduğu sınırların geçtiği yerleri ve mevkileri, gayet ayrıntılı bir şekilde açıklamaktadır.

Bu yazımıza ek olarak verdiğimiz ve Başkan Woodrow Wilson tarafından çizildiği belirtilen ve onun imzasını taşıyan haritanın altındaki nottan, bu haritanın, Amerikan Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı tarafından, Amerikan Dışişleri Bakanlığı ile işbirliği yapılarak hazırlandığı ve bunun için de General Harbord'ın verdiği bilgilerden ve Türk Genelkurmayı'nın kullandığı 1/200.000 ölçekli harita ile, Almanların savaş sırasında yaptıkları 1/400.000 ölçekli haritalarla, İran ve Kafkaslara ait 1/1.000.000 ölçekli İngiliz haritalarından yararlandığı anlaşılmaktadır.

Wilson'ın gözönünde tuttuğunu söylediği ilke ve esasları şu şekilde özetleyebiliriz:

Sevres Antlaşması'nın 89'uncu maddesi, Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis vilâyetlerinin Ermenistan'a verilmesini öngördüğünden, sınırın çiziminde de bu dört vilâyet gözönünde tutulmuştur.

Kendi ifadesine göre, Wilson, Ermeni halkının çıkarlarına, en iyi şekilde hizmet etme endişesini taşımakla beraber, bitişik bölgelerdeki Türk, Kürt, Rum, v.s. halklara karşı da gayet adaletli davranmaya özen göstermiş.

Söz konusu dört vilâyet Ermenistan sınırları içine alınırken, sınırın çiziminde etnik yapı dikkate alınmamıştır. Çünkü bu dört vilâyette halklar, çeşidi sebeplerden, birbirine karışmıştır.

Keza, dört vilâyeti kapsayacak sınır çizilirken, "yeterli tebiî sınırlar" ve yeni devletin "coğrafi ve ekonomik vahdeti"nin asgari gerekleri gözönünde tutulmuştur.

Ermenilerin, Türklerin, Kürtlerin ve Rumların toprak isteklerini birbiriyle çatışması durumunda, Wilson, "müstakbel Ermeni Devletinin bir ekonomik hayata sahip olması" ilkesini, kesin bir faktör olarak tercih ettiğini belirtmektedir.

Sınır boyunca, Türkler ve Kürtlerle meskûn dağ ve vadilerin Türkiye'ye bırakılmasına çalışılmakla beraber, "ticaret merkezlerinin Ermenistan tarafına aktarılmasına" önem verilmiştir.

"Ermeni şehirleri (!) olan Bitlis ve Muş" un güneyinden geçen sınır çizgisi, Hakkâri ve Siirt sancakları ile, Van vilâyetinin hemen yansını Türkiye'ye bırakmıştır. Wilson için bunun gerekçesi de Siirt ve Hakkâri nüfusunun çoğunluğunun Kürt olması imiş.

Wilson, ilkeleri arasında, "Pontus Rumları" nın isteklerini de unutmadığını belirtmektedir. Zira, Pontus Rumlan, 1920 Marü'nda Londra'da yapılan Müttefikler Yüksek Konseyi toplantısına bir memorandum sunarak, Rumlarla meskûn Karadeniz kıyı bölgesinin bütünlüğünün korunmasını ve Rize'den Sinop'un batısına kadar olan bölgeye özerklik verilmesini istemişler. Lâkin, Wilson'a, Karadeniz kıyıları bakımından, sadece Trabzon vilâyeti için yetki verildiğinden, Karadeniz kıyılarının diğer kısımları için herhangi bir teklif yetkisi yokmuş. (Yani, teklif yetkisi verilse imiş, Rize'den Sinop'un batısına kadar olan Karadeniz kıyılarını da Rumlara vereceği anlaşılıyor).

Diğer taraftan Wilson, Trabzon'un nüfus çoğunluğunun Müslüman (Yani Türk) olduğunu, Trabzon'daki Ermeni nüfusun Rumlardan da az olduğunu belirtiyor, fakat, Ermenistan'ın Trabzon'dan denize çıkması hususunun en geniş şekilde ve Ermenistan'ın gelişmesini sağlayacak nitelikte olmasını istemekteydi. Bundan dolayıdır ki, Wilson, Giresun şehrinin doğusuna kadar olan, Anadolu'nun Doğu Karadeniz kıyılarını veriyordu. Ermenistan'a, denize çıkışını sağlamak için sadece Trabzon limanı değil, Anadolu'nun Karadeniz kıyılarının yaklaşık dörtte biri verilmekteydi. Wilson açısından, bunun gerekçesi de Ermenistan'ın ekonomik gelişmesinin sağlanmasıydı.

Bu surede, Wilson'ın, "gayet adaletli" davrandığı iddiasını kabul etmek için, insanın bütün gerçekleri ters-yüz etmesi gerekiyordu.

Yine, görüldüğü gibi, sınır çiziminde Wilson'ın gözönünde tuttuğu temel ilke ve esas, sadece ve sadece, Ermenistan'ın çıkarları idi. Başka bir deyişle, "her şey Ermenistan'a" ilkesi, sınır çizminin ana unsurunu teşkil etmekteydi. Dolayısıyla, Wilson'ın meşhur "milliyetler ilkesi" de tam anlamı ile bir komediye dönüşüyordu. Zaman zaman, "milliyetler ilkesi" ne ağırlık verir gibi görünmesine rağmen, çizdiği sınırların, gerçekten milliyetler ilkesine ne derece uygun düştüğü çok tartışma götürür. Meselâ Wilson, Sevres Antlaşması'nın, söz konusu dört vilâyetimizi Ermenistan'a vermesinin gerekçe ve mantığını, milliyetler ilkesi açısından hiç tartışmamış, sadece Ermeni iddialarını kendisine dayanak yapmıştır. Bitlis ve Muş'un "Ermeni" şehirleri olduğunu söylüyor, fakat bu iddiasını rakamlara ve belgelere dayandırmaktan kaçmıştır. Tarih hocalığı yapan ve 1890'da Princeton Üniversitesi'nden Profesör unvanını alan, yani güya bilim adamı olan bu zat, Ermeni propagandası ağzı ile, Bitlis ve Muş'un "Ermeni" şehirleri olduğunu söyleyip işin içinden sıyrılıveriyor. Herhalde, "milliyetler ilkesi"nin ciddi ve bilimsel uygulaması bu değildir.

Belirttiğimiz gibi ve kendisinin de raporunda sık sık kullandığı bir ifade ile, "Ermenistan'ın istikbâli ve ekonomik gelişmesi" endişesi, Wilson için, her türlü ilkenin önüne geçmiştir. Bir halde ki, Wilson, "Bağımsız Ermenistan'ın kurucu babası olmayı, siyasî kariyerinin en büyük hedefi ve ihtirası haline getirmiş görünmekteydi.

İlkeler ve esaslar konusunda belirtilmesi gereken son bir nokta da, Ermenistan sınırının çizilmesi dolayısıyla, yine Sevres'in 89'uncu maddesi ile, bir de Osmanlı Devleti (Türkiye) tarafında, "gayrı askerî bir bölgenin sınırlarının çizilmesi görevinin de Wilson'a verilmiş olmasıydı.

Wilson bu işe girişmemiştir. Gerekçesi ise, gayrı askerî bölge tesis etmenin, karmaşık tedbir ve düzenlemeleri gerektirmesiydi. (Şüphesiz bu, Ermenistan'a gelişigüzel toprak vermek gibi olmayacaktı). Bu ise Wilson'a göre, hem pratik değil ve hem de gereksizdi. Zira, Sevres Antlaşması'nın 177'nci maddesi, Türkiye'ye bırakılan topraklardaki bütün "kalelerin" ("existing forts") silahsızlandırılmasını öngördüğü gibi, bir "karışıklık" (yani bir Türk saldırısı) halinde, Müttefiklere müdahale hakkı veriyordu. Bunun için de bir Müttefiklerarası Kontrol Komisyonu kurulacaktı. Bu sebeplerden dolayı, Wilson'a göre, ayrıca bir de "gayrı askerî bölge" tesisine gerek yoktu.

Burada Wilson'ın peşin hükümlü ve peşin kararlı tutumu bir kere daha ortaya çıkmaktadır. "Gayrı askerî bölge" tesisi, Sevres Antlaşması'nın bir hükmü ve Ermenistan sınırlarının çizilmesiyle birlikte kendisinin hakemliğine, dolayısıyla görevine havale edilmiş bir husus olduğu halde, Wilson kendi takdiri ile bu konuyu bertaraf ediyor, fakat Bitlis ve Muş'un "Ermeni" olduğunu ileri sürerken ve Trabzon'da ancak bir avuç Ermeni bulunduğu halde, burasını da Ermenistan'a verirken, bütün bu hususları tarafsız bir analizden geçirerek, Sevres Antlaşması'nın mantıksızlığını tartışmaya yanaşmıyordu.

Wilson Raporu'nun ikinci kısmı, doğrudan doğruya sınırı ayrıntılı bir şekilde çizmekteydi. Raporun bu kısımının tercümesini vermek yerine, faksimilesini vermeyi tercih etük. Zira, Rapor'un sınır çizimine ait kısmında, bir çok köyler, yerleşimler ve fizikî coğrafya isimleri, o zamanki şekliyle yer almaktadır ve bunlardan bazılarının bugünkü isimlerini ve Rapor'daki telâffuzlarından o zamanki isimlerini dahi tespit etmek kolay değildir.

Nihayet, bu belgeler Türk Tarih'in birer kalıntısından ibarettir. Bizim burada asıl vurgulamak istediğimiz, Büyük Atatürk'ün başlattığı Türk Millî Mücadelesi'nin ve Millî Devlet kurma çabasının daha başlangıcında, Amerika'nın Türk Milleti'ne karşı tutumunu ortaya koymak ve bu tutumdan, günümüze bazı ışıklar getirmektir.

Bununla beraber, incelememizin sonuna, yine Amerikan belgeleri arasında yayınlanan ve Doğu Anadolu topraklarımızdan Ermenistan'a verilen, yani Türk Vatanı'ndan koparılmak istenen toprakları gösteren bir haritayı da koyduk[14]. Belgelerde, çizilen sınırın çok daha ayrıntılı bir haritasından söz edilmekte ise de, bu harita belgeler arasında yayınlanmamıştır[15].


Dipnotlar:

 

1 - Pratik görünmüyor, çünkü Fransızlar, 1919 Eylülü'nde İskenderun ve Mersin'e 12.000 kişilik bir kuvvet çıkararak Kilikya'yı kontrol alana almışlardı. Bu olay Amerika'yı şaşkına çevirdi. Çünkü, sanılmıştı ki, Fransızlar, bu bölgeleri Ermenistan için işgal etmekteydiler. Halbuki, bu sırada Fransa, Ermenistan'ı kurtarmak için Batum, v.s. ye asker gönderemeyeceğini söylemekteydi. Bak.: Papers....1920/111, p. 840; ayrıca bak.: Evans, adı geçen eser, p. 185.


2 - Amerika Dışişleri Bakanlığı'ndan Paris Büyûkelçiliği'ne 17 Mayıs 1920 günlü telgraf,

aynı kaynak, p. 783.


3 - Memorandumun metni: Papers....l920/III, p. 784-785.


4 - Waşinton'daki İngiliz Büyükeçiliği'nden Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na 6 Ağustos 1920 günlü nota, aynı kaynak, p. 787.


5 - Amerikan Dışişleri Bakanlığı'ndan İngiltere Büyükelçiliği'ne 13 Ağustos 1920 tarihli

nota, aynı kaynak, p. 787-788.


6 - Yüksek Komiser Bristol'den Waşington'a İS Eylül 1920 günlü telgraf, Papers...l920/III, p. 788.


7 - Amiral Bristol'un Dışişleri Bakanlığı'na 10 Ekim 1920 günlü telgrafı, aynı kaynak, p. 788- 789.


8 - Paris Büyükelçiliği'nden Dışişleri Bakanlığı'na 18 Ekim 1920 günlü telgraf, aynı kaynak, p. 789.


9 - Amerikan Dışişleri Bakanı'ndan Paris Büyükelçisi'ne 24 Kasım 1920 günlü telgraf

Papers...l920/III, p. 789-790.


10 - Telgrafın metni: aynı kaynak, p. 804-305.


11 - Telgrafın metni: aynı kaynak, p. 805.


12 - Telgrafın metni: aynı kaynak, p. 806-807. Bu telgraf Waşington'a 11 Aralık'ta ulaşmıştır. u Bak.: Papers...1920/111, p. 807-808.


13 - Raporun tam metni: aynı kaynak, p. 790-804.


14 - İncelememizin sonunda verdiğimiz harita: Papers...l920/IWün. sonunda yayınlanmıştır.


15 - Bak.: papeı?...1920/III, p. 790, 51 no.lu not.

 

hhtp://www.heddam.com 




Amerika, Sevres Antlaşması Ve "Ermenistan" Sınırları [1. Bölüm]



Fahir Armaoğlu ANKARA, 30 Ağustos 2007 Perşembe 

1919 Ocak ayında toplantılarına başlayan Paris Barış Konferansı'nda Birleşik Amerika'nın Osmanlı Devleti'yle ilgili faaliyetlerini, Sevres Öncesi ve Sevres Sonrası diye ikiye ayırmak gerekmektedir.


Dünya Savaşı'nı sona erdiren barış antlaşmalarını hazırlamak üzere 1919 Ocak ayında toplantılarına başlayan Paris Barış Konferansı'nda Birleşik Amerika'nın Osmanlı Devleti'yle ilgili faaliyetlerini, Sevres Öncesi ve Sevres Sonrası diye ikiye ayırmak gerekmektedir. Başka bir deyişle, birincisi 1919 yılını kapsamakta, ikincisi de 1920 yılına ait bulunmaktadır.

Bu iki dönemde Amerika'nın Türkiye[1] ile ilgili faaliyetlerinin ortak noktası, Ermenistan faktörü'nün her iki dönemde de ağırlıklı bir unsur teşkil etmesidir. Yalnız bu ortak faktörün niteliği, 1919 ve 1920 yıllarında, yine birbirinden bir farklılık göstermektedir. 1919 yılında söz konusu olan, özellikle ve "soyut" olarak bir politik amaç veya bir politika faaliyeti olduğu halde, 1920'de, Amerika için söz konusu olan ise, bir antlaşmaya dayalı "somut bir faaliyet", veya bir icra'dır. Bu icra ise, Sevres Antlaşması'nın 89'uncu maddesi uyarınca, "Ermenistan"a Türkiye'den koparılıp verilen toprakların, yani "Türkiye-Ermenistan" sınırının çizilmesi yetkisinin veya görevinin, Amerika Cumhurbaşkanı'na, yani Woodrow Wilson'a verilmiş olmasıdır.

Bu incelememizde, Sevres öncesi dönem, yani 1919 yılı üzerinde fazla durmayacağız. Bilindiği gibi, bu dönemin Türkiye-Amerika münasebetleri, daha doğrusu Amerika ile Millî Mücadele arasındaki münasebetler bakımından en Önemli olayı, "Ermenistan sorunu" hakkında rapor hazırlamakla görevlendirilen General Harbord Misyonu'nun, 20 Eylül 1920 Sivas'ta Atatürk ile yaptığı ve 3-4 saat süren görüşmelerdir.

Harbord Misyonu konusu yeteri kadar incelendiği için, biz bu konu üzerinde fazla durmayacağız[2].

Yalnız şu kadarını belirtelim ki, Amerika'nın "Ermenistan" konusu üzerine eğilmesi, Başkan Wilson'ın "Milliyetler" ilkesi dolayısıyla ve Amerikan kamuoyunun ağır baskısı altında ortaya çıktığı gibi, yine çeşidi yardım kuruluştan ve Ermeni davasını destekleyen kuruluş ve politikacıların tahriki ile, konunun, 1919 Haziranı'ndan itibaren Paris Barış Konferansı'nın gündemine girmesiyle bir dinamizm kazanmıştır.

Ermeni davasını destekleyen bazı kuruluşların ve aynı zamanda Amerika'nın resmî yardım kuruluşlarının, Rusya Ermenistanı ile Türkiye sınırlarında 700-800 bin Ermeni mültecinin biriktiğini iddia etmesi, bunların açlıkla karşı karşıya kaldıklarını ve bunlara yardım yapılması gerektiğini bildirmeleri ve ayrıca, İngiltere'nin de, şüphesiz "Ermenistan yükünü", "Amerika hamalı"nın sırtına yüklemek amacı ile, Ermenistan'daki kuvvetlerini 1919 Ağustosu'ndan itibaren çekeceğini bildirmesi, bir yandan Ermeni mültecilerine yardım sorununu, diğer yandan da kurulacak "Bağımsız Ermenistanın kendisini dışarıya (yani Türklere karşı) karşı koruması sorununu ön plâna çıkarmış ve özellikle bu ikinci nokta da, baştan beri Ermenilere kanat germeye hevesli ve kararlı olan Başkan Wilson'ı Ermenistan üzerinde bir Amerikan "manda"sı sorunu ile karşı karşıya getirmiştir.

Bu sırada Amerikan Senatosu'nda, Başkan Wilson'ın Avrupa politikasına fazla "bulaştığı" yolunda eleştirilerin artması ve "inziva" (Isolation) politikasına dönülmesi eğilimlerinin kuvvetlenmesi dolayısıyla, Başkan Wilson, General Harbord başkanlığında kalabalık bir heyeti, Anadolu dahil, bölgeye göndererek, "Ermenistan Mandası"nı ve muhtemel sorunlarını yerinde inceletmiştir. Harbord Misyonu'nun askerî niteliği, Ermenistan'ın özellikle dışarıya karşı korunmasının, Wilson'ın başlıca endişesini teşkil ettiğini göstermekteydi[3].

General Harbord, gezisinin sonunda uzun bir rapor hazırlayarak bir nüshasını Paris'teki Barış Konferansı'na, bir nüshasını da Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na vermiştir[4].

General Harbord, raporunda[5], bir hayli tarafsız davranarak, sade Türklerin Ermenilere saldırmadığını, bir çok yerlerde Ermenilerin de Türklere saldırmakta olduklarını örnekleriyle belirtmiş ve, yukarda da değindiğimiz gibi, Ermenilere yardım kuruluşları ile Ermeni davasını destekleyen Amerikan politikacıları, Rusya Ermenistanı'na sığınan Ermeni mültecilerin sayısını 700-800 bin olarak iddia ettikleri halde, General Harbord bu miktarın 300 bin civarında olduğunu söylemiş tir.

Manda konusunda ise, "Ermeni sorunu Ermenistan'da çözülemez" diyen Harbord, Fransa ve İngiltere tarafından işgal edilmiş olmaları sebebiyle, Suriye ve Mezopotamya hariç, İstanbul ve Rumeli (Trakya) dahil, bütün Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde bir manda rejiminin kurulması gerektiğini ileri sürmüştür.

Fakat bu ifade, Harbord'ın, Amerikan mandası konusundaki iyimserliğinin bir işareti değildi. Generalin belirttiğine göre, manda yönetimini üzerine almakla Amerika, en az bir kuşak boyu bu işe bulaşmış olacaktı ve askerî bakımdan da, değişen şartlara göre, 25.000 ile 200.000 arasındaki bir askerî kuvvede bu rejimi desteklemek zorunda kalacak, ve nihayet, manda yönetiminin ilk beş yılında Amerika'nın 756 milyon dolarlık bir malî yükü de sırtlaması gerekecekti.

Harbord'ın raporundan yaklaşık bir ay sonra, Amerikan Senatosu'nun, bir yandan 28 Haziran 1919 tarihli Versay Anlaşması'nı ve bir yandan da, ona bağlı olan Milleler Cemiyeti Paktı'nı onaylamayı 19 Kasım 1919'da reddetmesi ile, Amerika'nın "Ermeni Mandası" hikâyesi de sona eriyordu.

Çünkü, Amerika Milletler Cemiyeti'ne üye olamıyordu. Halbuki "manda" rejimleri Milletler Cemiyeti'ne bağlı bir sistemdi.

Senato'nun bu kararı üzerine, Amerika, Aralık 1919'da Paris Barış Konferansı'ndan çekildi.

Başkan Wilson, özellikle Milletler Cemiyeti Paktı'nı Senato'ya onaylatmak için bir kaç teşebbüste daha bulunduysa da, bütün teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlandı.

Fakat, başta İngiltere olmak üzere, Amerika'nın Avrupalı müttefikleri, Amerika'nın ve özellikle Başkan Wilson'ın yakasını bırakmadılar.

Paris Konferansı, "Türkiye Sorunu"nu, yani Osmanlı Devleti'yle yapılacak barışı 1920 Ocak ayından itibaren ele aldı. Almasıyla birlikte, "Ermenistan" konusu ve dolayısıyla Amerika, tekrar gündeme geldi[6].

İngiltere, Fransa ve İtalya, yani Barış Konferansı'nın "Yüksek Konseyi" ("Supreme Council"), Şubat ve Mart aylarında Londra'da ve Nisan ayında da San Remo'da (İtalyan Rivierasında) toplanarak, Türkiye ile barışın esaslarını tespit etmişlerdir. Amerika, San Remo toplantıları ile temaslarını, Roma Büyükelçisi vasıtasıyla sürdürmüştür.

Yüksek Konsey'in Londra toplantılarından sonra, Fransa'nın Waşington Büyükelçisi, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na verdiği 9 Mart 1920 tarihli bir notada, Türkiye ile barış konusundaki çalışmaların bir hayli ilerlediğini, bu durumda, Fransa'nın (Yüksek Konsey Başkanı), Amerika'nın "Doğu Sorunları" ile ilgilenip ilgilenmediğini veya bu sorunlarla ilgisini devam ettirip Konferansa katılıp katılmayacağını öğrenmek istediğini bildirdi. Amerika ise, bu notaya cevabında, Müttefiklerin Türkiye ile barış konusundaki düşüncelerini bilmediğini söyleyince[7], Fransa'nın Waşington Büyükelçisi, 12 Mart 1920 tarihli bir nota ile[8], tespit edilen bazı esasları Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na bildirmiştir. Nota'ya göre, Türkiye barışı konusunda Londra'da tespit edilen esaslar şöyleydi: 

1) Türkiye'nin Avrupa sınırları, Midye-Enez çizgisi, fakat muhtemelen Çatalca Hattı olacaktır. 

2) Türkiye'nin Asya tarafındaki sınırlan, kuzeyde ve batıda Karadeniz, Marmara ve Akdeniz, doğuda Ermenistan sınırı (yani bağımsız Ermenistan), güneyde ise, Ceyhan Nehri'nden başlayıp, Antep, Birecik, Urfa, Mardin ve Cezire-i İbni Ömer'in kuzeyinden geçen çizgidir. 

3) Padişah İstanbul'da kalabilecek, fakat burada Padişah'ın muhafız kuvvetlerinden başka kuvvet bulunmayacaktır. Müttefikler, Avrupa Türkiyesi (Trakya) ile Marmara ve Boğazlann güneyindeki bölgeleri işgal etme hakkını mahfuz tutarlar. 

4) Boğazlardan geçiş, savaşta ve barışta serbest olacak, bir Boğazlar Komisyonu kurulacak ve Padişah'ın Boğazlar üzerindeki egemenlik hakkını, Padişah adına bu Komisyon kullanacaktır. Bu Komisyon'da, bazı şartlarda Amerika ve Rusya da temsil edilecektir. Komsiyon'un başkanı ancak büyük devletlerden biri olacaktır. 

5) Trakya'nın Türklere bırakılan kısımlarının dışında kalan kısımlar Yunanistan'a verilecek, Edirne'deki Türkler ("Osmanlılar" deniyordu) için özel garantiler sağlanacak ve Bulgaristan'a da Trakya'da bir serbest liman verilecekti. 

6) Bağımsız bir Ermenistan kurulacak ve bu devletin denize çıkışını sağlamak için de, Lâzistan'da (yani Trabzon) kendisine bazı özel haklar tanınacaktır. 

7) Türkiye; Mezopotamya, Arabistan, Filistin, Suriye ve bütün adalar üzerindeki haklarından feragat edecektir. 

8) Aydın bölgesi hariç, İzmir bölgesi, Padişah'a bağlı olarak Yunanistan'ın yönetimine verilecek ve İzmir Liman'ında Türkiye'ye de ayrı bir kısım ayrılacaktır.

Bundan sonra da Osmanlı borçlarına ait bazı malî hükümler söz konusu olmaktaydı.

Barış Konferansı'ndan çekilmiş olmasına ve ancak "uzaktan gözlemci" statüsünde bulunmasına rağmen, Amerikan hükümeti bu barış esaslan hakkında şu görüşleri bildirdi[9]. 

1) İstanbul bölgesi dışındaki Trakya topraklarının Yunanistan'a verilmesini Amerika kabul etmekle beraber, bu bölgenin kuzey kısmı halkı Bulgar olduğundan (!), Edirne ve Kırklareli (Kırkkilise) ve havalisi Bulgaristan sınırları içine katılmalıdır. Çünkü Bulgaristan'ın, tamamen Bulgarlarla meskûn olan batı topraklan Sırbistan'a verildiğinden, Bulgaristan'a yapılan bu haksızlık Trakya'da telâfi edilmelidir. 

2) Amerika, Ermenistan konusu ile çok yakında ilgilidir. Ermenistan'ın sınırları, Ermeni halkının meşru (!) isteklerini karşılayacak ve kolay ve engelsiz bir şekilde denize çıkışını sağlayacak şekilde çizilmelidir. Denize çıkışı sağlamak için Lazistan'da Ermenistan'a özel haklar tanımak yeterli değildir. Venizelos, bu bölge Rumları adına, Trabzon'un Türklere verilmektense Ermenistan'a verilmesini tercih ettiğini bildirdiğine göre, Trabzon, doğrudan doğruya Ermenistan'a verilmelidir. 

3) Amerikan hükümeti, elinde çok sınırlı bilgi olduğundan İzmir konusunda görüş bildirebilecek durumda değildir. 

4) Eski Osmanlı imparatorluğu topraklarında ne şekilde bir düzenleme yapılırsa yapılsın (kime ne toprak verilirse verilsin), Amerikan vatandaşları ve şirketleri, diğer devletlerinkinden daha az müsait durumda kalmamalıdır. Yani Amerika, ekonomik ve ticarî bakımdan, "Açık Kapı" veya "fırsat eşitliği" ilkesinin uygulanmasını istiyordu.

Toplantılarına San Remo'da devam etmekte olan Konsey, Amerika'nın bu görüşlerine verdiği cevapta[10], Türkiye ile âdil ve kalıcı (!) esasları kapsayan bu barış antlaşmasını, Amerika'nın da imzalayacağı ümidini izhar ettikten sonra, tespit ettikleri ve 12 Mart'ta Amerika'ya bildirdikleri barış esaslarını savunuyorlardı. Bundan başka, Bulgaristan'a Edirne ve Kırklareli (Kırkkilise) nin verilmesi hususundaki Amerikan isteğine karşı da, kendilerindeki istatistik bilgilere göre, bu iki şehir ve havalisinin çoğunluğunun Türk olduğunu belirtiyorlardı.

İlginç bir nokta da, Amerika'nın Avrupalı müttefiklerinin, Amerikan Senatosu'nun Versay Antlaşması'nı onaylamayı reddetmesinin anlamını hâlâ anlamamış olmaları veya anlamamazlıktan gelmeleriydi.

Bağımsız Ermenistan konusunda Müttefiklerin de Amerika ile aynı görüşü paylaştıklarını ve halihazır ihtiyaçları ve gelecekteki gelişmesi (expansion) bakımından "haklı olarak (!) iddia ettiği" toprakları Ermenistan'a vermeyi ciddi bir şekilde arzu ettiklerini bildirmekteydiler.

Sorun bir al gülüm - ver gülüm hikâyesine dönüşmüştü. Avrupalılar, müstakbel Sevres Antlaşması'na Amerika'yı da bağlamak ve bu antlaşma ile Yakın Doğu'da yapacakları karmaşık ve tehlikeli düzenlemede Amerika'ya da sorumluluk yüklemek için, Amerika'ya şirin görünmenin her türlü çabasını harcamaktaydılar.

Yalnız, Müttefiklerin bu 27 Nisan 1920 günlü cevaplarında, İzmir ile ilgili yeni açıklamalar dikkati çekmekteydi. İzmir ile bazı komşu ilçelerin (kazaların) nüfus çoğunluğunun Rumlarda olması ve Türkiye'nin bu Rumlara fena muamelede bulunması sebebiyle, İzmir'in Yunan yönetimine verildiği belirtildikten sonra, İzmir'in bütün Anadolu'nun ekonomisinde önemli bir yeri olması ve İzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinin millî tepkilere sebep olmasının, Türkiye ile barışın uygulanmasını imkânsız kılmasa bile, güçleştirmesi ihtimali dolayısıyla, İzmir'in Padişaha bağlı hale getirildiği ve aynı zamanda Türklere de İzmir Limanı'nda imkânlar sağlandığı belirtilmekteydi. Burada "millî tepkiler" den duyulan endişe dikkati çekmektedir.

Amerika'yı Türkiye ile barış sorununa "bulaştırmak" ve konunun içine çekmek için, Nisan 1920 sonunda, İngiltere'nin egemen olduğu Milletler Cemiyeti'nin de kullanılmak istendiği de görülüyor. Çünkü, San Remo'dan 27 Nisan'da Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na gönderilen uzun bir mesajda[11]., Ermenistan konusunda, Amerika bir karar verme zorunluluğu ve dolayısıyla, Türkiye barışı ile karşı karşıya bırakılıyordu.


DİPNOTLAR

1 - Gerek Amerikan belgelerinde, gerek Paris Barış Konferansı ile ilgili belgelerde, Osmanlı

Devleti, daima "Türkiye" adı ile zikredildiğinden ve hatta 1920 yılında, sonradan Sevres

Antlaşması adını alacak antlaşmanın adı daima "Türkiye ile barış" (Peace with Turkey, Peace

Setdement with Turkey) diye zikredildiğinden, biz bu incelememizde, Osmanlı Devleti yerine,

Türkiye deyimim kullandık.

2 - Bu konuda bak.: Dr. Fethi Tevetoğlu, Millî Mücadelede Mustafa Kemal Paşa-Ceneral

Haıbord Görüşmesi, TÜRK KÜLTÜRÜ, Yıl VII, Sayı 76, Şubat 1969, s. 257-267; Yıl VII, Sayı 77,

Mart 1969, s. 321-334; Yıl VII, Sayı 80, Haziran 1969, s. 525-545; Yıl VII, Sayı 81, Temmuz 1969, s. 589-603. Bizim incelediğimiz Amerikan belgelerinde, General Harbord'un raporunun metni verilmekte, fakat, başka hiç bir bilgi verilmemektedir.

3 - Bütün bu gelişmelere ait Amerikan belgeleri için bak.: Papers Relating to the Foreign Relations of the United States, 1919, Washington, D.C., Government Printing Office, 1934, Vol. II, p. 817-841.

4 - General Harbord Misyonu, Başkan Wilson'ın onayı ile gönderilmekle beraber, esasında Paris Barış Konferansı adına görev yapmıştır. Bu sebeple, 16 Ekim 1919 tarihli olan raporunun imzalı nüshasını Paris Barış Konferansı'na sunmuş, imzasız bir nüshasını da Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na vermiştir. Bu konuda bak.: aynı kaynak, Vol. II, p. 841, 24 no.lu dipnotu.

5 - Raporun metni: aynı kaynak, p. 841-889. Ayrıca bak.: Maj. Gen. James G. Harbord, Conditions in the Neaı- East: Repon of the American Military Mission to Armenia, U.S. Senate, 66th Congress, 2d Session, Document No. 266; Washington, Government Printing Office, 1920; Brig. Gen. George Van Horn Moseley, Mandatory över Armenia: Report made to Maj. Gen. James. G. Haıobrd, Senate, 66th Congress, 2d Session, document No. 281, Washington Government Printing Office, 1920.

6 - Bundan sonraki açıklamalarımızı, şu kaynakta yer alan belgelere dayandıracağız: Papers Relating to the Foreign Relations ofthe United States, 1920, Washington, D.C., Government

Printing Office, 1936, Vol. III, p. 748-809. Bu kaynağı bundan sonra kısaca "Papers... 1920/IU"

Şeklinde zikredeceğiz.

7 - Laurence Evans, United States Policyand the Paıtition ofTurkey, 1914-1924, Baltimore,

The John Hopkins Press, 1965, p. 278.

8 - Notanın metni: Papers... 1920/111, p. 748-750.

9 - Amerikan Dışişleri Bakanlığı'ndan Fransız Büyükelçiliği'ne 24 Mart 1920 tarihli nota, Papers... 1920/III, p. 750–753.

10 - Roma'daki Büyükelçi Johnson'dan Washington'a 27 Nisan 1920 günlü telgraf, Papel?1920/III, p. 753–756.

11 - Roma Büyükelçiliği'nden Waşington'a 27 Nisan 1920 günlü telgraf, Papers...l920/M, p.

779-783.

1915 Tartisilirken Gozden Kacirilanlar

SUNUŞ

Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde asırlarca huzur içinde devletine bağlı bir tebaa olarak yaşayan Ermeniler, devlet kademesinde “millet-i sâdıka” olarak anılmışlar ve devletin pek çok önemli makam ve mevkilerinde görev yapmışlardır.
Bunlara rağmen XIX. Yüzyıl sonlarından itibaren ve özellikle Osmanlı İmparatorluğu açısından Birinci Dünya Savaşı’nın en buhranlı yılı olarak anılan 1915 senesinde, dış güçlerin kışkırtması ile oluşturulan Ermeni terör örgütleri Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmişlerdir. Bu örgütlerin savunmasız Türkleri nasıl katlettikleri belgelerde açıkça görülmektedir.
Birinci Dünya Savaşı’nda toplam nüfusunun 1/5’ini ve topraklarının 4/5’ini kaybeden Osmanlı İmparatorluğu, vatandaşlarının can güvenliğini, birliklerinin geri ve yan emniyetini temin etmek ve lojistik yollarını açık tutabilmek maksadıyla, düşman ile işbirliği yaptığı sabit olan bir takım toplulukların zararlı faaliyetlerine engel olunması için bu toplulukları, savaştan daha az zarar görecekleri değerlendirilen güney bölgelerine sevk ve yeniden iskan etmeye karar vermiştir.
1915 senesinde neler olmuştur? Osmanlı Devleti niçin böyle bir kararı almıştır?
Uzun süredir bu konuda özellikle yabancı arşiv belgelerinden istifade ederek hakikati bulmak maksadıyla çeşitli araştırmalar yapan ve kasıtlı olarak çarpıtılan tarihi, kamuoyu vicdanında objektif olarak gözler önüne serebilmek için yoğun çalışmalar gerçekleştiren değerli bilim insanı Prof. Dr. Hikmet ÖZDEMİR’in edinmiş olduğu birikimler hepimiz açısından ayrı bir önem taşımaktadır.


Süha TANYERİ
Tuğgeneral
SAREM Başkanı



ÖZGEÇMİŞ

HİKMET ÖZDEMİR

Siyasal Bilimler Profesörü. Mesleki kariyerine Başbakanlıkta danışman ve Cumhurbaşkanlığında başdanışman olarak başlamıştır.
Sonraki yıllarda üniversite öğretim üyeliği de yapmıştır.
Türkiye dışında British Chevening bursuyla Londra Üniversitesi’nde; Fulbright bursuyla Washington DC’de Georgetown Üniversitesi’nde; ayrıca İngiltere ve ABD’nde ve İsviçre’de Birleşmiş Milletler Arşivlerinde incelemelerde bulunmuştur.
2002 yılından beri Türk Tarih Kurumu Ermeni Araştırmaları Başkanı olarak “Birinci Dünya Savaşı ve Türkiye” alanında çalışmalarını sürdürmektedir.
Türkiye’nin siyasî tarihi üzerine Türkiye’de yayınlanmış 28 kitabı vardır.
Aynı zamanda Harp Akademilerinde Öğretim Üyeliği de yapmaktadır.
“Osmanlı Ordusu 1914-1918” adlı araştırması ABD’de seçkin bir üniversite tarafından yayınlanmak üzere kabul edilmiştir.


İÇİNDEKİLER
Sunuş I
Özgeçmiş II
İçindekiler III
1915 Ermeni Tartışmasında Gözden Kaçırılanlar
Savaştan Barış Yaratmak........................................................................ 1
1915’te Ne Oldu?..................................................................................... 4
Arşivler Niçin Önemlidir?.......................................................................... 4
Tanımlama Sorunu................................................................................... 7
Sık Kullanılan Önlem................................................................................ 7
Örnek Tutum............................................................................................ 10
Suçlu-Suçsuz Ayrımı................................................................................ 12
Düşman Saflarında.................................................................................. 16
Ayaklanmalar........................................................................................... 19
Deniz Bombardımanları........................................................................... 22
Nereye Gidiyoruz?................................................................................... 24
Seçilmiş Okuma Listesi 27


Savaştan Barış Yaratmak

Modern Türkiye’nin kurucusu ve mimarı Kemal Atatürk, Trablusgarp’ta İtalyan, Çanakkale’de İngiliz, Fransız, Avustralyalı ve Yeni Zelandalı, Doğu Anadolu’da Rus ve Batı Anadolu’da da Yunan ordularıyla savaşan bir deneyimli asker ve devlet adamı olarak tarihte hak ettiği yeri almıştır. Bu nedenledir ki, ölümünden 69 yıl sonra, şu anda bulunduğumuz Genelkurmay Karargâhının az ötesinde, Anıtkabir diye bilinen ebedi istirahatgâhı, 2005 yılında 4 milyon, 2006 yılında 8 milyon Türk ve yabancı tarafından ziyaret edilmiştir.
Büyük Komutan’ın karizmatik kişiliği ve felsefesi ülkesinin sıradan yurttaşlarından, dünya uluslarının saygıdeğer temsilcilerine kadar, Anıtkabir ziyaretçilerinin hafızalarında taptaze bir iz olarak yaşamaktadır.
Sanırım, Doğu Akdeniz coğrafyasında bir modern ulusun ve laik cumhuriyetin yaratıcısı olan bir askerin “savaş” kavramını nasıl tanımladığını biliyorsunuz.
Ancak yine de pek çok hayranı gibi benim de büyülendiğim bu tanımı sizlere bir kez daha aktarmak istiyorum.
Türkiye Cumhuriyeti Ordularının Ebedi Başkomutanı’na göre;
“Savaş zorunlu olmadıkça bir cinayettir”.
Yani açıkça, “savaş”ın cinayet olarak anlaşılmaması için “zorunlu” olması gerekir, diyor.
İnsani açıdan bundan güçlü bir tanım yapmak mümkün müdür, bilemiyorum?
Üstelik bu tanımın sahibi, bir askeri dehadır; muharebe alanlarında gözünü kırpmadan çarpışan bir kahramandır.
1915 yılında çok sıcak bir Ağustos gecesinin şafağında Gelibolu’da, askerlerine, “Size ölmeyi emrediyorum!” diye seslenmiştir.
Hep şunu düşünmüşümdür:
Acaba, bir komutan, “savaş” için niçin böyle bir tanım yapmıştır?
Niçin, “savaş zorunlu olmadıkça bir cinayettir,” demiştir?
Kemal Atatürk, cephelerde, başka ulusların ordularına karşı muharebeler, meydan savaşları yönetmiş bir askerdir.
O, kendi evlatlarının Balkan Savaşı’nda, Dünya Savaşı’nda ve Türk İstiklal Savaşı’nda çarpıştığı öteki orduların dünyasını da gözlemledikten sonra bu tanımı yapmıştır.
Yani, savaşın içinden, karşılaştırmalı gözlemlere dayalı bir tanım.
Burada hemen ifade etmek isterim:
1923 yılında, 600 yıllık ömrünü tamamlamış bir imparatorluktan kalan son topraklarda yeni bir devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması bu savaş tanımının bir sonucudur.
1918’de Mondros Ateşkesi’nde, dört yıl süren kanlı savaş biterken, Türkiye’ye dayatılan model adaletsizdir.
Atatürk’ün liderliğinde Türkler bunun üzerine Ankara’da, yeni bir meclis ve ordu kurmuşlardır ve “zorunlu” olarak savaşmışlardır.
Komutan, askeri zaferi kazandığı o tarihi anda, ordusuna ve ulusuna bu defa yeni ve ebediyen sürecek bir hedef göstermiştir.
“Yurtta barış, dünyada barış!”
Bu hedef, Türkiye Cumhuriyeti’nin değişmez devlet politikası olarak bugün de sürdürülmektedir.
Ben bu evreyi “savaştan barış yaratmak” olarak adlandırmaktayım.
Komutan Atatürk, bu yeni evrede, Türk ulusunu Balkan Savaşı, Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı’nın dayanılması imkânsız trajedileri ile ebediyen baş başa bırakmak istememiştir.
Muzaffer Komutan, ulusunun bu felaketler döneminden hayatta kalabilen kadın ve erkek bireylerine, çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak ve aşmak hedefini göstermiştir.
Kadın ve erkek bütün Türklerden, insanlığın ortak hazinesine katkılar yaparak bölge ve dünya barışına hizmet etmelerini istemiştir.
Kahraman Asker ve Ulusu bu yolda ilk somut adımı Lozan Barış Antlaşması ile atmıştır.
Lozan’da, 1919–1922 Savaşı’nda Batı Anadolu’da göğüs göğse çarpıştığı ülkenin evlatlarıyla barışmıştır.
18 Mart 1934 günü de, Büyük Savaş’ta, Gelibolu Yarımadası’nda Türk kuvvetlerine karşı çarpışırken can veren İngiliz, Fransız, Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerlerin acılı annelerine seslenmiştir.
Büyük İnsan, 1453 yılından beri Türk başkenti olan İstanbul’u ele geçirmek amacıyla Gelibolu Savaşları’nda canlarını veren Müttefik askerleri için şunları söylemiştir:
“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar!”
“Burada bir dost vatanın topraklarındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz.”
“Sizler, Mehmetçikle koyun koyunasınız.”
“Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar!”
“Gözyaşlarınızı dindiriniz, evlatlarınız bizim bağrımızdadır.”
“Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır.”
“Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Yeni Türkiye’nin cumhuriyetçi kuşakları, komşularıyla ve öteki dünya uluslarıyla ve ordularıyla geçmişte kalan ihtilaflardan beslenmemişlerdir.
Yeni kuşaklar, kin, öfke ve intikam duygularına dayalı, sürekli saldırganlık peşinde koşan bireyler olarak eğitilmemişlerdir.
Ancak, derin bir acı ile gözlemlemekteyim, dünyamızda her ulus, her devlet, her lider, Büyük Savaş sonrası ilişkilere ve barışa Atatürk gibi bakmamaktadır.
O nedenledir ki; bugün Türk Ulusu, 90 yıl önce, bütün insanlığı mahveden bir inanılmaz felaketin, Dünya Savaşı’nın asker ve sivil ölülerini milliyetlerine göre ayıran çağdışı bir anlayışın intikamcı tahrik ve kışkırtmaları ile yüz yüzedir.
Dünya tarihinde gerçeklerin engizisyon kararlarıyla çarpıtılması olarak tanımladığım bu yeni tür saldırganlık, Ortaçağ zihniyetini bir kez daha hortlatmıştır.
Uygar dünyanın değerlerine gönülden inanmış bir akademisyen olarak, bazı Müttefik ülkelerin parlamentolarında, “1915 olayları” üzerine alınan “soykırım” kararları karşısında, ulusumuzun bütün bireyleri gibi ben de çok şiddetli bir insani tepki duymaktayım.
Bununla birlikte, bir Türk olarak, bu kararlara karşı haklı insani tepkimi dizginlemek zorundayım.
Türk Ulusu’na ve onun güvenilir dostlarına karşı saldırgan bir üslupla sürdürülen, tarih, akıl, bilim ve hukuk-dışı bir engizisyonun değerlendirmesini yapmak için huzurunuzda bulunuyorum.

1915’te Ne Oldu?

Osmanlı İmparatorluğunda yüzlerce yıl huzur ve güven ortamında birlikte yaşayan Türkler ve Ermeniler arasında “1915 Krizi” diye bilinen olayların aydınlatılmasında öncelikle “1915’te ne olmuştur” sorusunun dürüst şekilde yanıtlanması gerekir.
Evet, 1915 yılında savaş sürerken Osmanlı Hükümeti ile Osmanlı Ermeni Komiteleri arasında ne olmuştur?
Biliyor musunuz, 1915’ten yaklaşık bir yıl önce yapılan Osmanlı Parlamentosu seçimlerinde, iktidardaki İttihat ve Terakki Komitesi ile Ermeni Taşnak Komitesi tek listeye oy vermişlerdir.
1915’ten yalnızca 7 yıl önce, 1908’de önde gelen İttihatçılar ve Taşnak Komitesi liderleri, İstanbul’da meydanlarda “Yaşasın Hürriyet!” diye haykırmışlardır.
Peki, aynı Türk ve Ermeni liderler, Dünya Savaşı için seferberlik ilan edildiğinde neden birbirlerine “düşman” saflarda savaşa katılmışlardır?
Dünya tarihi, “gerçek” olguların sürekli üstünün küllendiğini, saptırıldığını kanıtlayan örneklerle doludur.
Biz kendi örneğimize bakalım:
1915 ilkbaharında Müttefik kuvvetlerin Çanakkale Boğazı’na saldırıları ve Doğu Anadolu’ya yönelik Rus ordularının da kara harekâtı sürmektedir.
Aynı günlerde İmparatorluğun kıyı bölgeleri Müttefik savaş gemilerinin bombardımanları altındadır.
24 Nisan 1915 günü, (yani Ermeni diasporası ve Ermenistan Cumhuriyeti’nin bir tür “seçilmiş travma” olarak ilan ettikleri gün) İstanbul’da, Hükümet, Osmanlı Ermeni Komiteleri liderlerini “düşman orduları lehinde askeri faaliyetlerde bulundukları” gerekçesiyle tutuklamıştır.
Arşivler Niçin Önemlidir?
24 Nisan 1915 günü İstanbul’daki ve Anadolu’daki manzarayı anlatmak istiyorum.
O sırada Dünya Savaşı nedeniyle Fransa’nın İstanbul Elçiliği, kapalıdır. Buna karşın, Elçilik Maslahatgüzarının “günlük olaylar” başlıklı istihbarat notları, ABD Elçiliği kanalıyla Fransa’ya ulaştırılmaktadır.
İstanbul’da Fransız Elçiliği tarafından hazırlanan 25 Nisan - 1 Mayıs 1915 arasındaki istihbarat notlarında yer alan tarihi bilgiler şöyledir:
(BİR) Rus donanması İstanbul Boğazı’nın Karadeniz girişindedir.
(İKİ) İngiliz ve Fransız donanması Çanakkale Boğazı girişine saldırmaktadır.
(ÜÇ) Kafkasya Cephesinde Ermeniler, Rus ordusu ile birlikte Türklere karşı savaşmaktadır.
(DÖRT) Erzurum bölgesinde, özellikle Van’da Ermeni çeteleri, Türklere karşı savaşmaktadır.
(BEŞ) Osmanlı başkentinde Ermeni Komitelerinin liderleri tutuklanmıştır.
(ALTI) Osmanlı hükümetinin bu baskısı, Zeytun ve Kafkasya Cephesinde Ermenilerin tutumundan kaynaklanmaktadır. (Raporda “tutum” sözüyle ne kastedildiği açıklanmamıştır).
(YEDİ) Osmanlı Harp Divanı Başkanına göre; ülke dışındaki Ermeni Komiteleri, Doğu Anadolu’da altı vilayette ayaklanma hazırlığındadır. (Gerçekte Ermeni Komiteleri ayaklanmayı başlatmışlardır; raporda “hazırlık” aşamasında oldukları yazılmıştır.)


Tanımlama Sorunu

Türk-Ermeni ihtilafının en şiddetli tartışma alanı, 1915 yılında ve sonrasında etkili propagandalarla karartılmıştır.
1915 Krizi çeşitli yönleri olan hayli dramatik bir savaş trajedisidir.
Tarih yazımı açısından bu konu günümüzde uluslararası boyutlarda bir ihtilafa dönüştürülmüştür.
Artık müzminleşmiş olan bu ihtilafta tarafların pozisyonları şöyledir:
(1) Ermeni diasporası ve Ermenistan Cumhuriyeti tarafından, Ermeni Komitelerin savaş altında düşman hesabına gerçekleştirdikleri askeri faaliyetler, “Osmanlı egemenliğinden kurtulmak” için girişilen eylemler olarak açıklamaktadır.
(2) Birinci Dünya Savaşı’ndaki Müttefik devletler için, Ermeni Komitelerini kullanmak ve Türkleri arkadan vurmak savaş koşullarında son derece normaldir. Fakat Türk tarihçiler tarafından bunun hatırlatılması elbette can sıkıcıdır. Ermeni Komitelerine bir diyet borcu olarak parlamentolarından ve uluslararası kuruluşlardan siyasi nitelikli “soykırım” kararları almaları zorunluluktur. Böylece 1915’in “masum kuzucukları” onların bu kararlarından sonra Birinci Dünya Savaşı’nda nasıl kullanıldıklarını unutacaklardır.
(3) Türkler ise Osmanlı Ermeni Komitelerinin askeri faaliyetlerini ve kanlı katliamlarını, İmparatorluğun varlığını tehlikeye düşüren, bastırılması bir nefis savunması zorunluluğu ve devlet sorumluluğu olarak değerlendirmektedir.
İhtilafın aşılabilmesi için öncelikle şu soruların yanıtları bulunmalıdır:
Birinci Dünya Savaşı başında Ermeni Taşnak, Hınçak ve Ramgavar Komiteleri tarafından Osmanlı ordusuna ve sivil ahalisine karşı sürdürülen askeri faaliyetler nelerdir?
Bunlar bir “dolaylı savaş” mıdır veya “iç savaş” olarak mı tanımlanabilir?
Yoksa daha farklı bir kavramlaştırma mı gerekmektedir?
Sık Kullanılan Önlem
Büyük Savaş’la birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nda baş gösteren 1915 Krizi’nde kullanılan araçlar nelerdir?
Geçmişte kalan bir konuda tarih ve hukuk bilimleri açısından mümkün olan en adil değerlendirmeyi yapabilmek için öncelikle ve tereddütsüz olarak bu araçlar bilinmelidir.
Türklerle Ermeniler arasında derin ihtilafın kaynağı olan 1915 Krizi’nin yaratılmasında kullanılan üç araç gözlemlemekteyim:
(1) Ermeni Gönüllü Birlikler,
(2) Ermeni Fedailerin Organizasyonları,
(3) Deniz Ablukaları ve Bombardımanları.
Bu araçlardan ilk ikisi bilinçli olarak Ermeni Komiteleri ve onlarla iş birliği yapan Müttefikler tarafından planlanmış ve savaş alanına sürülmüştür.
Üçüncüsü ise savaş koşulları nedeniyledir, rastlantısal ve dolaylıdır.
Ermeni Komiteleri ve Müttefik devletler tarafından hazırlanan iki araç, aniden baş gösteren krizi önlemek için alınabilecek tek zorunlu kararı, Osmanlı Hükümetinin gündemine taşımıştır.
Osmanlı Hükümeti tarafından, bu krizi önlemek için alınan yer değiştirme kararının yaygınlaştırılmasında da rastlantısal olarak ortaya çıkan üçüncü araç etkili olmuştur.
Şimdi incelemelerimden elde ettiğim bu gözlemlerimi sırasıyla açıklayacağım:
1915 Krizi’ni yaratmak için kullanılan araçlardan iki tanesi, Kafkas Cephesi’ndeki “Ermeni Gönüllü Alayları” ve farklı Anadolu vilayetlerinde Taşnak ve Hınçak Komitelerine bağlı olarak kendilerine verilen askeri görevleri yapan “Ermeni Fedailer” adlı silahlı gruplardır.
Bu iki araçla gerçekleştirilen askeri ve yarı-askeri faaliyetler, ana hatlarıyla Müttefik Hükümetlerin bilgisi dâhilindedir; bilinçli ve planlıdır.
Savaş koşulları nedeniyle, Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz kıyıları boyunca Rus, İngiliz ve Fransız donanmalarının bombardımanları bu bölgelerde yerleşik Müslüman ve Hıristiyan toplulukları etkilemiştir.
Osmanlı Hükümeti, sivil ahalinin kendi aralarında çatışmasını önlemek ve Ermenilerin Müttefik kuvvetlerine yardım amacıyla giriştikleri askeri faaliyeti etkisiz kılmak için ek önlemler almak zorunda kalmıştır.
İncelemelerimde Ermeni Komiteleri ile bazı Avrupalı devletlerin doğrudan ve dolaylı anlamda birer müttefik gibi işbirliğini kanıtlayan belgelere ulaştım.
Şu anda bu belgelerle ilgili değerlendirmelerimi konuşmamın dışında tutuyorum.
Yalnızca bir örnek vermek istiyorum:
Osmanlı Hükümeti’nin 27 Mayıs 1915 tarihli yer değiştirme kararından 90 gün önce; 7 Şubat 1915 tarih ve 1185 nolu telgrafta, Rusya Dışişleri Bakanı’na Kafkasya Valisi Varontsov-Daşkov şunları yazmıştır:
“Şu sırada, Zeytun Ermenileri temsilcisi Kafkas ordusu karargâhına geldi. Temsilci, yaklaşık 15,000 Ermeni’nin, Türk ulaşım hatlarına saldırmaya hazır olduğunu, fakat silah ve mermilerinin bulunmadığını ifade etmektedir. Zeytun’un Erzurum’daki Türk ordusunun ulaşım hattına konumu dolayısıyla yeterli miktarda silah ve merminin İskenderun’a getirilmesi oldukça önemlidir. (…) silahların doğrudan doğruya bizim tarafımızdan verilmesinin imkânsız olması nedeniyle, Fransız ve İngiliz (savaş) gemilerindeki Fransız veya İngiliz silahlarının ve mermilerin İskenderun’a getirilmesi hakkında Fransız ve İngiliz yönetimi ile temas kurulması gerektiği düşüncesindeyim.”
Bu telgraf, 9 Şubat 1915 tarih ve 708 nolu telgrafın ekinde Paris ve Londra’ya gönderilmiştir.
Burada bir konuyu açıklıkla belirtmek isterim.
Hükümetler tarafından güvenlik gerekçesiyle sivil toplulukların yerlerinin değiştirilmesi, savaş ve ayaklanmalar nedeniyle sık başvurulan bir yöntemdir.
Birinci Dünya Savaşı’nda Rusya Hükümeti, savaşın hemen başında Alman ordularının harekât bölgesine yakın Batı Rusya’da bazı sivil toplulukların yerlerini güvenlik gerekçesiyle değiştirmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Hükümeti’nin, Anadolu’nun Karadeniz, Marmara, Ege, Akdeniz ve Suriye kıyılarındaki bombardımanlar karşısında uyguladığı güvenlik nedeniyle yer değiştirme önleminin bir benzeri, İkinci Dünya Savaşı’nda ABD Başkanı tarafından Japon asıllı ABD yurttaşları için uygulanmıştır.
Yine İkinci Dünya Savaşı’nda, SSCB Hükümeti tarafından Kırım ve Kafkasya bölgesinde yaşayan Türk asıllı topluluklar, haftalarca süren meşakkatli (brutal) yolculuklarla merkezi Asya’ya gönderilmişlerdir.
Yine İkinci Dünya Savaşı’nda Polonyalı siviller, SSCB Ordusu tarafından oturdukları bölgelerden uzaklaştırılmışlardır.
Örnek Tutum
Hükümetlerin farklı zaman ve coğrafyalarda güvenlik gerekçesiyle sivil topluluklar için yer değiştirme önlemine başvurmalarının mutlaka anlaşılabilir nedenleri vardır.
Bununla birlikte modern ve çağdaş tarih, bu tür güvenlik kararlarının neden olduğu büyük acıların ve unutulmaz dramların örnekleriyle doludur.
Hiç kuşkusuz, Osmanlı İmparatorluğu’nda da bu güvenlik kararı dayanılmaz acıları ve faciaları beraberinde getirmiştir.
Sivil Ermeni kafilelerin bazen “çete” saldırılarına bazen “işgüzar” yetkililerin kötülüklerine maruz kaldıkları, Osmanlı arşivi belgelerinde hiçbir zaman inkâr edilmemiştir.
Fakat bu kararın uygulanması sürecinde Osmanlı sivil ve askeri yetkililerin gösterdiği insani çaba ve duyarlılık göz ardı edilmemelidir.
Büyük Savaş’ın ağır koşullarında Suriye Cephesi’nde Dördüncü Osmanlı Ordusu Komutanı Cemal Paşa’nın olağanüstü insani yardım projeleri ile Ermeni göçmenleri kucaklaması; yaşam mücadelesi veren bu topluluklar için, tereddütsüz olarak Ordu’ya ait imkânları seferber etmesi de bir tarihi gerçek olarak kaydedilmelidir.
Suriye’de Dördüncü Osmanlı Ordusu’nun Ermeni göçmenlere yardımları, şimdilerde NATO ve BM barış kuvvetlerinin sürdürdükleri “insani yardım” amaçlı faaliyetlerin 20. yüzyıl başında ve savaş koşullarında özveriyle sürdürülen ilk örneğidir.
Çok kısa söyleyeceğim:
Türk halkı ve Osmanlı liderliği bir ölüm-kalım mücadelesi verirken ve Ermeni Komitelerinin sorumsuz davranışları karşısında bile, insani yardımlaşma vasıflarını; suçlu ile suçsuzu ayırt etme kabiliyetlerini yitirmemiştir. Ermeni göçmen kafilelerine uygunsuz davranışları görülenleri, görev ve mevkileri ne olursa olsun titizlikle cezalandırmıştır.
20’nci Yüzyılın hemen başında bir büyük savaş koşullarında, Osmanlı Hükümeti’nin bu politikası, savaş sürerken yapılan yargılamalara ve cezalandırmalara bir ilk örnek oluşturması bakımından da ilginç bir tarihi deneyimdir.
Burada önemli bir ayrıntıyı da karışıklığı önlemek için sunmak istiyorum:
1918’de Mondros Mütarekesi’nden sonra işgal altındaki İstanbul’da yapılan siyasi yargılamalar benim burada kastettiğim değildir.
1915 sonbaharında, Ermeni kafilelere kötü muamelede bulundukları iddia edilen Osmanlı memurları hakkında sürdürülen tahkikatları ve hemen ardından bu kişilerin askeri mahkemelerde yargılanmalarını kastediyorum.
1915 ve 1916 yıllarında gerçekleştirilen Osmanlı askeri yargılamaları, savaş suçları bilimi alanında bir örnek tutum olarak kaydedilmelidir.
1915’te zorunlu yer değiştirme ve iskân kararını uygulayan resmi otorite tarafından aynı yıl içinde gerçekleştirilen bu askeri yargılamalar, bilinçli olarak göz ardı edilmektedir.
1940 yılında, Rus Tümgenerali Nicolay Georgiyeviç Korsun, zorunlu göç kararı uygulanırken, Türk askeri makamlarının ve Türk halkının göçmenlere nazik davrandığını; ancak bazı bölgelerde Ermenilerin saldırılara uğradıklarını yazmıştır.
Rus Tümgeneraline göre, Ermeni göçmenlerin yarısı açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle ölmüştür.
Burada yeri gelmişken bir konuda da görüşümü açıklamak isterim.
Dünya Savaşı’nda bir kısım Anadolu vilayetlerinde savaş koşullarının yol açtığı “iktidar boşluğu” nedeniyle, Türkler (Müslümanlar) ve Ermeniler (Hıristiyanlar) arasında bir de “iğtişaş” [=karışıklık] hali gözlemlenmektedir.
Kimi yerleşim birimlerinde Ermeniler ve Müslüman ahali birbiri aleyhine silahlanmış ve mukateleye (=birbirini öldürmeye) kalkışmıştır.
Bütün bunlardan dolayı iki taraf için de hazin olaylar cereyan etmiştir.
1914 - 1918 arasında Anadolu’da Ermeni Fedailerin ve Ermeni Gönüllü Birliklerin katlettiği Müslümanların sayısı, dört yıl süren Dünya Savaşı’nda Müttefik kuvvetlerin, Osmanlı ordusuna silahlı çatışmalarla verdirdikleri zayiatın yaklaşık beş katıdır.
1914 - 1915 yıllarında, Taşnak ve Hınçak Komitelerine bağlı Ermeni Gönüllü Birliklerin ve Ermeni Fedailerin, Osmanlı güvenlik kuvvetlerinin ve sivil Müslüman ahalinin karşılıklı çatışmaları, aylara göre grafikte gösterilmiştir.

Bu grafik en yüksek noktasına, güvenlik açısından tehdit oluşturan ve İmparatorluğun başkentinde bulunan lider konumundaki bazı şahsiyetler için tutuklamaların yapıldığı günlerde (24 Nisan 1915) ulaşmıştır.
Aynı zaman dilimlerinde Ermeni halkın toplam kayıpları ile ilgili olarak çok farklı rakamlar ifade edilmektedir.
Ermeni kayıpları konusunda sürdürdüğüm çalışmam henüz tamamlanmadığı için -şimdilik- rakam veremiyorum.
Suçlu - Suçsuz Ayrımı
24 Nisan 1915 günü tutuklanan Ermeni şahsiyetler, -o günkü koşullarda- Osmanlı İmparatorluğu aleyhinde faaliyette bulunan Ermeni Taşnak, Hınçak ve Ramgavar Komitelerinde yönetici olarak görevli ve etkili konumdadırlar.
İlginçtir, Osmanlı Hükümetinin aldığı güvenlik kararı ile Başkent İstanbul’dan uzaklaştırılanlar ve Kafkasya Cephesinde Rus kuvvetleriyle doğrudan işbirliği yapanların arasında Osmanlı Parlamentosunda görevli eski ve yeni Ermeni milletvekilleri de vardır.
Bu milletvekillerinin bir kısmı yanlarındaki gönüllülerle birlikte daha savaş başlarken Kafkasya Cephesine gitmişlerdir.
Bu kişiler Rus kuvvetleri ile doğrudan işbirliğine girmişlerdir, dolayısıyla onlar tutuklanamamıştır.
Eğer, onlar da 24 Nisan 1915 günü İstanbul’da bulunsalar hiç kuşkusuz, Osmanlı İmparatorluğu aleyhindeki faaliyetleri nedeniyle ihanetle suçlanacaklar ve en ağır şekilde cezalandırılmış olacaklardı.
Bu durum, yasalar çerçevesinde ve son derece olağan bir işlemdir.
Bütün devletlerde bu tür eylemlerde bulunanlar benzer yöntemlerle cezalandırılmışlardır.
20’nci Yüzyıl başındaki değerlerle, 21’inci Yüzyılın başındaki değerler kimi açılardan farklılık gösterebilir. Fakat “savaş aleyhtarlığı” değil, “savaşta vatana ihanet” hele “düşman safında çarpışmak” bugün de bütün devletlerde en ağır cezayı gerektiren bir eylem olarak değerlendirilmektedir.
Osmanlı Parlamentosunda görevli öteki Ermeni milletvekillerinden Ermeni Komitelerinin düzenledikleri askeri faaliyetlerle ilgili bulunmayanlar, savaş yılları boyunca parlamentodaki görevlerini sürdürmüşlerdir.
Osmanlı Parlamentosunun tutanakları bu uygulamanın en açık kanıtıdır.
Osmanlı mülki, adli, mali ve askeri bürokrasisinde de -bazı istisnalarla- tereddütsüz aynı politika geçerlidir.
Osmanlı Hükümetinin vali ve kaymakamlara gönderdiği emirler, suçlu-suçsuz ayırımı yapılmasındaki hassasiyeti kanıtlamaktadır.
Burada, Osmanlı ordularında sağlık hizmetlerinde görevli ve savaş sırasında çeşitli cephelerde çatışmalarda veya tifüs ve öteki hastalık salgınlarında Müslüman hekimlerle birlikte yaşamlarını yitiren Ermeni ve öteki Hıristiyan topluluklardan kahraman hekimleri ve eczacıları anmak isterim.
Büyük Savaş’ta Kafkasya Cephesi’nde can veren 163 Osmanlı sağlık subayından 124’ü Müslüman, 19’u Rum, 17’si Ermeni ve 3’ü de Musevi kökenlidir.
Bugün, Ankara’daki Gülhane Askeri Tıp Fakültesi binasında sol yandaki mermer duvara bu personelin hepsinin isimleri birlikte kazınmıştır.
Osmanlı ordularında, imparatorluk emirlerine sadık Osmanlı Hıristiyan yurttaşları askerlik görevlerini büyük bir özveriyle yerine getirmişlerdir.
Osmanlı Harbiye Nezareti tarafından bu kahramanların hizmetleri madalyalarla ödüllendirilmişlerdir.
1917 yılında Osmanlı ordu karargâhlarında ve cephelerde son derece kritik pozisyonlarda, gizlilik dereceli görevlerde Ermeni veya Hıristiyan asıllı askerlerin listesi suçlu - suçsuz ayrımı yapıldığının inkâr edilemez bir delilidir.

Osmanlı Ordusu Başkomutanlığı
2 nci Şube
28 Haziran 1917
(Tezkere)
Özlük İşleri Müdürlüğüne
Osmanlı Ermeni erlerinden olup, dil bilmeleri dolayısıyla tercüman olarak görevlendirilenlerin isimleriyle, görev yerlerini gösteren bir listenin gönderilmesini önemle rica ederim.

----------  -----  ----------

Harbiye Nezareti
Özlük İşleri Müdürlüğü
Yabancı İşleri Şubesi
1743

Genel Karargâh 2 nci Şubeye
02 Temmuz 1917 tarihli ve 43155 numaralı muhtıraya cevaptır.
Osmanlı Ermeni erlerinden olup, dil bilmeleri sebebiyle tercüman olarak görevlendirilenlerin isimleriyle, görev yerlerini gösteren listenin ekli olarak gönderildiği bildirilerek bu muhtıra verildi.
24 Temmuz 1917

Ermenilere ait hususların sabit
bir talimata bağlanması gerekir.

----------  -----  ----------

Düşman Saflarında
Büyük Savaş’ın hemen başında, Kafkasya’da Osmanlı ve Rus orduları arasında çarpışmalar henüz başlamamıştır. Başlarında bazı Osmanlı milletvekilleri olduğu halde, Doğu Anadolu vilayetlerinden bir kısım Osmanlı yurttaşlarının Osmanlı İmparatorluğu aleyhindeki askeri faaliyetleri üzerine bazı kritik bilgileri sunmak istiyorum.
Onların, Türkiye aleyhindeki askeri faaliyetleri; bazı Anadolu vilayetlerindeki Ermeni Komitelerine bağlı Fedailerin ayaklanmalarıyla birlikte; Rus cephesine yakın oturan sivil Ermeni ahalinin bu bölgenin uzağında bir yere (Suriye’ye ve Mezopotamya’ya) nakledilmelerinin tek nedenidir.
Bir Türk bilim adamı olarak kişisel onurumun ve Tanrı’nın ve bütün insanlığın ortak kutsal değerleri üzerine yemin ederim ki; 1915 Krizi’nde savaş koşullarında Osmanlı Ermeni ahalinin oturdukları yerlerden, evlerinden başka bölgelere yerleştirilmek üzere imkânsızlıklar içinde yollara dökülmesinin başka hiçbir bir gerekçesi bulunmamaktadır.
Sizlere sunacağım bu kritik bilgilerin tamamı Rus ve Ermeni kaynaklarına aittir.
Burada özellikle Kafkasya Cephesinde dikkatinize sunmak istediğim Ermeni Komitelerinin askeri faaliyetleri doğrudan Rus ve Ermeni kaynaklarından elde edilmiştir.
Dünya Savaşı’nda, Doğu Anadolu’da, Ermeni Taşnak ve Hınçak Komiteleri tarafından Osmanlı ordusuna ve bölgedeki sivil Müslüman ahaliye yönelik askeri faaliyetin en güvenilir anlatıcısı, bir Rus Komutan’dır.
1927 yılında Ermeni asıllı Rus General Gavril Korganoff, La participation des Armeniens a la guerre Mondiale sur le front du Caucase, 1914–1918, (Paris, 1927) adlı kitabında; Ermeni Komiteleri ve Rusya Genelkurmay Başkanlığı tarafından nasıl Ermeni Gönüllü Birlikler örgütlediği ve bunların Türklere karşı nasıl savaştıkları el ile çizilmiş 30 cephe planıyla birlikte açıklanmıştır.
Rus Kafkas Ordusu tarafından hazırlanan 24 Aralık 1915 tarih ve 13378 nolu raporda; Ermeni Gönüllü Birlikler hakkında istatistikler bulunmaktadır. Bu belgeye göre; 6 adet gönüllü birlik oluşturulmuştur. Her birlik 1,000 kişi veya daha az sayıdadır ve toplam olarak 5,000 Ermeni gönüllü mevcuttur. Bu arada 7. ve yedek bir gönüllü birlik Erivan’da oluşturulmuştur. (Bunlar ilk istatistiklerdir. Daha sonra bu miktar 10,000’e yükselmiştir).
Bulgaristan, Romanya, Mısır ve ABD’nden Ermeni Gönüllüler de (bunların arasında Osmanlı Ermenileri çoğunluktadır) bu birliklere katılmışlardır.
1986’da Beyrut’ta yayınlanan Andranik biyografisinde vurgulandığı gibi; Kafkasya Cephesinde Ermeni Gönüllü Birlikler oluşturma projesine katılanların büyük bölümü Kafkasya’ya sığınmış veya öteki ülkelerde yerleşmiş Osmanlı Ermeniler’dir.
Bu gönüllü birlikler hakkında çok kısa olarak bazı bilgiler sunmak istiyorum:
Birinci Ermeni Gönüllü Birliği
Bu birliğin Komutanı Andranik, Rus General Nazarbekov ile görüşmesinde, kendi birliğindeki savaşçıların çoğunun Türkiye’den ve Muş vilayetinden geldiklerini söylemiştir.
Güzergâhı, İran-Başkale-Van şeklindedir.

İkinci Ermeni Gönüllü Birliği

Bu birliğin başında Komutan Dro bulunmaktadır.
Iğdır’dan hareket eden bu birlik Iğdır-Beyazıt-Berkri-Van güzergâhını takip etmiştir.

Üçüncü Ermeni Gönüllü Birliği
Kağızman’da oluşturulmuştur.
Amazaspom komutasındaki birliğin güzergâhı, Kağızman-Eleşkirt-Malazgirt-Bitlis’tir.

Dördüncü Ermeni Gönüllü Birliği

Erzurum’lu Keri komutasındaki birliğin Güzergâhı, Sarıkamış-Gare-Orzan-Köprüköy-Erzurum’dur.
Ermeni Gönüllü Birlikler için tek tip askerî üniforma hazırlanmıştır.
Bu üniformalara “A.D.I” (Pervaya Armyanskaya Drujina: Birinci Ermeni Gönüllü Birliği)” yazılı yeşil apoletler takılmıştır


Ayaklanmalar

Ermeni Komiteleri tarafından Anadolu vilayetlerinde gerçekleştirilen başlıca ayaklanmaların merkezleri Zeytun, Bitlis, Van, Şebinkarahisar, Urfa ve ikinci derecede de Yozgat, Amasya, Tokat, Sivas, Kayseri, Elazığ ve Diyarbakır’dır.
Ermeni Komiteleri tarafından bu merkezlerde müfettişler, komutanlar, çete reisleri tayin edilmiştir.
Ayaklanma ve askeri sabotaj eylemleri için seçilen yerler Osmanlı ordularının menzil istasyonlarının bulunduğu başlıca yollar ve askeri haberleşme hatlarıdır.
Bu ayaklanmalar sırasında, Zeytun, Van, Şebinkarahisar, Musa Dağı ve Urfa’da olduğu gibi Ordu’dan bir kısım kuvvetin de bu bölgelere sevkini gerektirmiştir.
Bu ise, cephede çarpışan ordu gücünü zayıflatmıştır.
Savaşın başlamasıyla birlikte Ermeni Komitelerinin askeri eylemleri bir bölgeden diğerine yayılmıştır.
1915 yılında; Sivas’ta 30,000, Erzurum’da 10,000, Van’da 15,000, Muş’ta 7,000, Diyarbakır’da 5,000, Elazığ’da 4,000 ve Bitlis’te 5,000 olmak üzere yaklaşık 76,000 Ermeninin isyan hazırlığı içinde bulundukları saptanmıştır.
1914 - 1916 yıllarındaki bu askeri faaliyetlerin tarih ve yerlerini haritada gösterilmektedir.
Ermeni Gönüllü Birlikler ve Ermeni Fedailer, Türk ordusu hakkında en önemli istihbaratları sağlayan destek unsurları olarak hizmet vermişlerdir.
Rus Duma Milletvekili Papacanov, Rus askeri yetkililerin kendisine, Ermeni Gönüllü Birliklerin Rus ordusuna olan katkılarını dile getirdiklerini ve istihbarat konusunda bölgeyi çok iyi bilen bu birliklerin yerinin doldurulamayacağını ifade ettiklerini belirtmiştir.
1916 yılında Erzurum’un Ruslar tarafından işgal edilmesinden sonra, Fransa’da Echo de Paris’te yayınlanan bir yazıda şunlar anlatılmıştır:
“Türklerin güçlü kalesi Erzurum’da yapılan şiddetli çarpışmalarda cesur Rus Kazak Birliklerinin yanında Ermeni Gönüllü Birlikleri de çarpıştılar. Bölgeyi çok iyi bilen Ermeni Gönüllü Birlikler Rus ordusuna paha biçilmez bir hizmet sundular.”
Rus General Çernozubov, Andranik’in Birinci Ermeni Gönüllü Birliği için şunları yazmıştır:
“(…) Bizim Aşnak, Vruş Horan, Hanik, Kotur, Saray, Molla Hasan, Belicik ve Garateli’deki başarılarımız önemli ölçüde Birinci Ermeni Gönüllü Birliğinin faaliyetleriyle gerçekleşmiştir. Hoy civarında Kutur Boğazında yapılan çarpışmalarda 28 - 31 Nisan 1915’te Dilman’da yararlıklar gösterdi.(…)”



Deniz Bombardımanları

Nihayet üçüncü konuya gelebildim.
Anadolu kıyılarındaki deniz ablukası ve bombardımanları.
Konuşmamın başında vurgulamıştım; deniz bombardımanları konusu, güvenlik gerekçesiyle hükümetin aldığı yer değiştirme kararının yaygınlaştırılmasında etkili olmuştur.
Deniz bombardımanlarına ek olarak savaş koşullarında Marmara ve Karadeniz bölgelerinde Hıristiyan ahalinin (Rumların ve Ermenilerin) durumunu etkileyen iki gelişme daha vardır:
Biri, 18 Eylül 1915 günü Fransa’nın Selanik’e asker çıkarması ve diğeri, bundan hemen birkaç gün sonra 24 Eylül 1915 günü Yunanistan’ın seferberlik ilan etmesi.
Savaş alanı olarak Marmara Bölgesinde, İstanbul şehri bir istisnadır; çünkü başkenttir ve orada güçlükle de olsa güvenlik sağlanabilmektedir.
Dolayısıyla, Ermeni Komiteleriyle ilişkili oldukları bilinen kişiler dışında zorunlu göç kararı İstanbul şehir merkezinde ikamet eden 120 bin Ermeni için uygulanmamıştır.
Yalnız bu istisna bile, İstanbul çevresinde ve Trakya’da yerleşim birimlerinde olağanüstü savaş koşulları nedeniyle Ermeni ve Rum ahaliden düşmanla işbirliği yapan örgütlere mensup kişilerin zorunlu göç işlemine maruz kalmalarının -bir savaş zorunluluğu dışında- başka bir nedenle açıklanamaması için yeterlidir.
Kaldı ki, 1915 yılında savaş bütün cephelerde sürerken; bir ara Hükümet, başkentin Anadolu’ya taşınmasını bile düşünmüştür.

Richard G. Hovannisian (Ed.), Armenian Van/Vaspuragan, (Costa Mesa,.California, Mazda Publishers Inc., 2000).

Nereye gidiyoruz?

Sizlerin de yakından bildiği gibi, son yıllarda Türkiye’nin müttefiki olan dost ülkelerin parlamentoları, 1915 olaylarını “soykırım” diye adlandırmaktadır.
Bugün dünyada, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması sürecinde, Birinci Dünya Savaşı ortamında baş gösteren dramatik olayların cereyan şekli hakkında hiçbir bilgisi bulunmayan bireyler veya topluluklar, bir sanal bellek üstüne oluşturulmuş bir dogmaya inanmaya zorlanmaktadır.
Bilimsel araştırma özgürlüğüne sadık bir bilim adamı olarak kesin kanaatim budur.
Ermeni diasporası ve Ermenistan Cumhuriyeti ve yandaşları tarafından yayılan bu sanal inanç sistemine inanmayanlar kimi ülkelerde tutuklanmakla tehdit edilmekte veya cezalandırılmaktadır.
Bu anlayış, günümüzde, medeniyetler savaşının yeni bir şeklidir.
Tank, uçak ve denizaltıların yerine, edebiyatın, tarihin, müzik ve sinemanın ve nihayet internetin kullanıldığı bir kirli savaştır bu…
Türk Ulusu, bu yeni tür savaşta, ecdadına haksızlık yapılmasını asla kabul etmeyecektir.
Kaldı ki, Birinci Dünya Savaşı yıllarında insafsız bir savaş propagandasıyla karartılmış tarihî ayrıntıların açıklanmasını istemek en doğal bir insani haktır.
Bu insani hakkın kullanılmasının özellikle bazı ülkelerde kanunla yasaklanması, konuşmamda işaret ettiğim gibi, ortaçağ zihniyetinin hortlamasıdır.
Engizisyon kararları ile bu hakkın Türkler tarafından kullanılması ebediyen yasaklanmak istenmektedir.
Onsekizinci Yüzyıl Avrupası’nda ünlü düşünür Voltaire, Rousseau’nun kitabı İsviçre’de yakıldığında; daha önce “Diyojen’in kudurmuş köpeği” diye andığı meslektaşına, “Söylediğiniz hiçbir fikri tutmuyorum, ama söyleme hakkınızı ölünceye kadar savunurum,” diye haber iletmiştir.
Voltaire farklı düşünceye özgürlük yorumuyla düşünce özgürlüğü için örnek bir tutum sergilemiştir.
Biz Türkler, tarihin bizim kuşağımıza yüklediği bu kronik ihtilafın çözümü için bugün dayatılan modeli, asla kabul etmeyiz.
Şuna inanınız, dünyanın bütün parlamentoları aleyhimizde kararlar alsalar bile, bin yıl yolumuza sarsılmaz bir özgüvenle devam ederiz.
1915 olayları, Ermeni Diasporası ve Ermenistan Cumhuriyeti’nin ve onlara inananların anlattıkları şekilde cereyan etmemiştir.
Bu kararları alanlara, “Siz, bu sanal inanç sisteminize inanmaya devam edebilirsiniz, biz sizin kendi arşiv belgelerinizi, tarihi anlamak, anlatmak ve yazmak için kullanacağız,” deriz.
Bu durumda şunu sorabilirsiniz?
Türklerle Ermeniler arasındaki bu kronik ihtilafın ortadan kaldırılabilmesi nasıl ve ne zaman mümkün olacaktır?
90 yıldan beri süren bu kronik ihtilafın çözümü için tek yanlı atılacak bir adım yoktur.
En uygun yol, ihtilafın taraflarının çözüm için birlikte adım atmalarıdır.
Daha önce de vurgulandığı gibi, “tarihçiler (…) sadece olanı değil, nasıl ve neden olduklarını, bu şeylerin anlamını ortaya koymak isterler; tarihçiler bunu kendilerine görev” bilirler.
Bu saygın görevin ve etik hakkın uluslar arası kullanımında -öteki meslektaşları kadar- Türk tarihçilerinin de kısıtlanmaması gerekir.
Son olarak ifade etmek isterim ki; Türk-Ermeni İhtilafının çözümü için Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı tarafından Ermenistan Cumhuriyeti yetkililerine bir mektup gönderilmiştir.
Bu mektupta, 1915 olaylarının araştırılması için iki tarafın tarihçilerinden bir ortak komisyonun oluşturulması ve ortaya çıkacak sonucun taraflarca kabul edilmesi önerilmiştir.
Bu çok önemli bir adımdır.
Fakat ne yazık ki, Ermenistan tarafı şu ana kadar “olumlu” yanıt vermemiştir.
Taraflar, savaş yıllarıyla ilgili bütün arşivlerini birbirlerine açmalıdır.
Ermeni Taşnak Komitesi Arşivi, ABD’dedir ve Türk akademisyenlerine kapalıdır.
Ermeni Patrikhanesi Arşivi, İsrail’dedir, aynı şekilde o da Türk akademisyenlere kapalıdır.
Arşiv kayıtları, bu tür ihtilafların çözümünde vazgeçilemez önem taşımaktadır.
Türk tarafı, kendi arşivlerindeki belgelerin tıpkıbasımlarını yayınlamak suretiyle de bu kararlı tutumunu ısrarla sürdürmektedir.
Başbakanlık Arşivlerinde Ermeni sorunuyla ilgili yaklaşık 1 milyon belge vardır.
Bu olaylarla ilgili orijinal belgelerin tıpkıbasımlarının yayınlanması halen büyük bir hızla sürdürülmektedir.
Aynı şekilde, Türk Genelkurmay Başkanlığı’nın talimatı ile Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı tarafından askeri arşivde bulunan toplam 1047 Belge 8 cilt olarak yayına hazırlanmıştır.
Bu ciltlerde, dönemin Osmanlı Ordularına ait gizli yazışmalar ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ermeni Komitelerinin askeri faaliyetlerine hakkında bütün kayıtların tıpkıbasımları ve İngilizce tercümeleri uluslararası kamuoyunun, yerli ve yabancı bütün araştırmacıların bilgisine sunulmuştur.
1915 Türk-Ermeni İhtilafı’nın çözümünde kuşkusuz bu kadarı yetmez; fakat barışa giden meşakkatli sürece doğru mütevazı bir ilk adım için fazlasına gerek yoktur.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Her birinize ayrı ayrı esenlikler, dilerim.

Seçilmiş Okuma Listesi

Ahmed Rüstem Bey, the World War and the Turco-Armenian Question, (Berne, Imprimerie St. Empfli, 1918).
Alexander V. Prusin, “The Russian Military and the Jews in Galicia, 1914-15”, Eric Lohl and Marshall Poe (Eds.) the Military and Society in Russia, 1450-1917, (Brill, Leiden, 2002).
Andre N. Mandelstam, La Societe des nations et les Puissances devant le probleme Armenian, (Paris, libraire de la cour d’appel et l’ordre des avocats, 1925).
Antranig Chalabian, General Andranik and the Armenian Revolutionary Movement, (Southfield, MI, 1988).
Ara Caprielian, the Armenian Revolutionary Federation: The Politics of a Party in Exile, (A Dissertation for PhD Thesis in New York University, 1975).
Aspirations et Assignments Révolutionnaires des Comités Arméniens avant et après la proclamation de la Constitution Ottomane, (Ankara, second edition, 2001).
Azmi Süslü, Armenians and the 1915 Event of Displacement, (Ankara, Kök Series, 1999).
Barbara Jean Keller, United States and Armenia, 1914 to 1920: The Armenia, (A Thesis Presented to the Faculty of California College at Fullerton, June 1969).
Center for Strategic Research, Armenian Claims and Historical Facts: Questions and Answers, (Ankara, 2005).
Esat Uras, the Armenians in History and the Armenian Question, (Istanbul, Documentary Publications, 1988).
Firuz Kazemzadeh, the Struggle for Transcaucasia, (New York, Philosophical Library, 1951).
Gunter Levy, the Armenian Massacres in Ottoman Turkey, A Disputed Genocide, (Salt Lake City, University of Utah Press, 2005).
Hasan Dilan, Les evenements Armeniens dans les documents diplomatiques Français, 1914-1918, (Ankara, TTK, 2005), Volume I-VI.
Hikmet Özdemir and Yusuf Sarınay (Eds.), Turkish-Armenian Conflict/Documents, (Ankara, TBMM Pub., 2007), forthcoming.
Hikmet Özdemir, the Ottoman Army 1914-1918, Brutal March with Epidemic Disaster, (In US, 2007), forthcoming.
Hovhannes Katchaznouni, the Armenian Revolutionary Federation (Dashnagtzoutiun) has nothing to do any more, (The Manifesto of Hovhannes Katchaznouni, First Prime Minister of the Independent Armenian Republic, Translated from original by Matthew A. Calendar, Edited by John Roy Carlson (Arthur A. Derounian), Published by the Armenian Information Service, 1955, (A Reprint by the United Turkish America/UTA), and June 1984.
Hüsamettin Yıldırım, Armenian Claims and Realities, (Ankara, Sistem, 2001)).
Justin McCarthy and others, The Armenian Rebellion at Van, (Salt Lake City, The University of Utah Press, 2006).
Justin McCarthy, Death and Exile, the Ethnic Cleansing of Ottoman Muslims, 1821-1922, (Princeton, New Jersey, The Darwin Press, 1996).
Justin McCarthy, The Ottoman Peoples and the End of Empire, (London, Arnold, 2001).
Kamuran Gürün, The Armenian File: The Myth of Innocence Exposed, (London-Nicosia-Istanbul, K. Rustem&Bro. And Weidenfeld&Nicolson Ltd., 1985).
M.S. Anderson, the Eastern Question, 1774-1923, (London, MacMillan Press, 1966).
Manoug Joseph Somakian, Empires in Conflict: Armenia and the Great Powers, 1895-1920, (London, New York, I. B. Tauris, 1995).
Michael A. Reynolds, The Ottoman-Russian Struggle for Eastern Anatolia and the Caucasus, 1908-1918, Identity, Ideology and the Geopolitics of World Order, (A dissertation for Princeton University, November 2003).
Mim Kemal Öke, the Armenian Question, (Ankara, TTK, 2001).
Peter Gatrell, A Whole Empire Walking, (Bloomington and Indianapolis, Indiana University Press, 1999).
Richard G. Hovannisian, Armenia on the Road to Independence 1918, (Berkeley and Los Angeles, University of California Press, 1967).
Robert Conquest, the Soviet Deportation of Nationalities, (London, Macmillan Co Ltd., 1960).
Roderick Davison, “The Armenian Crisis, 1912-1914”, The American Historical Review, Vol. LIII, No. 3, (April 1948).
Ronald P. Bobroff, Late Imperial Russia and the Turkish Straits, Roads to Glory, (London, New York, I. B. Tauris, 2006).
Şahin Doğan, Rus Kaynaklarına Göre Doğu Anadolu’daki Ermeni Faaliyetleri (1914-1918), (Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Unpublished MA Thesis, 2007).
Salâhi R. Sonyel, Displacement of the Armenians Documents/Le Deplacement des Populations Arméniennes Documents/Ermeni Tehciri ve Belgeler, (Ankara, Baylan, 1978).
Salâhi R. Sonyel, the Great War and the Tragedy of Anatolia, Turks and Armenians in the Maestrom of Major Powers, (Ankara, TTK, 2000).
Salâhi R. Sonyel, the Turco-Armenian Imbroglio, (London, Cyprus-Turkish Association, 2005).
Samuel A. Weems, Secrets of a “Christian” Terrorist State, (Dallas, St. John Press, 2002).
Sedat Laçiner, the Armenian Issue and the Jews, (Ankara, ASAM Pub., 2003).
Seyit Sertçelik, Rus Arşiv Belgeleri Işığında Ermeni Soykırımı İddialarına Dair, (Ankara, TÜBİTAK Sosyal ve Beşeri Bilimler Ortak Komitesi, 2004-347).
Şahin Doğan, Rus Kaynaklarına Göre Doğu Anadolu’daki Ermeni Faaliyetleri (1914-1918), (Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Unpublished MA Thesis, 2007).
Tverdohlebov, I Witnissed and Lived Through, Erzurum 1917-1918, (Ankara, Genelkurmay Y., 2007).
Türkkaya Ataöv (Ed.), The Armenians in the Late Ottoman Period, (Ankara, TBMM Pub, 2001).
Türkkaya Ataöv, The British Blue Book: Vehicles of War Propaganda, 1914-18, (New York, Okey Enterprises, 2006).
Vatche Ghazarian (edited and translated), Boghos Nubar’s Papers and the Armenian Question, 1915-1918, Documents, (Waltham, Mayreni Publishing, 1996).
W.E.D. Allen and the late Paul Muratoff, Caucasian Battlefields, A History of the Wars on the Turco-Caucasian Border, 1828-1921, (Cambridge, at the University of Press, 1953).
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...