CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

REALİTE - DENEYİM BAĞLANTISI

 REALİTE – DENEYİM BAĞLANTISI

Enkarne varlıklar olan bizler için içsel gelişimin, realiteden realiteye doğru bir gidiş içinde olduğunu biliyoruz. Şimdi esas konumuz olan deneyim ve görgü birikimi de dâhil, bu kavramlarla bağlantılı tüm öteki kavramlar (idrak, gözlem, uygulama vb.) içinde bulunduğumuz realite içinde olup bitiyor ve tüm bunlar bizi bir üst realiteye hazırlıyor. Belirli bir realitede, o realitenin getirdiği idrak düzeyini tutturmak için deneyimden deneyime geçerek görgüsünü arttırmaya çalışan bireyin o realiteyle ilgili bilgi birikimi kendi özvarlığında “öz bilgi birikimi” olarak toplanır.

Realiteler, öz varlıkta sonuçlandırdıkları bilgi birikimi bakımından düşünülünce, onların (realitelerinin) birbirlerini tamamladıkları da unutmamak gerekir. Bu bakımdan, her realite, bir üst realiteyi hazırlayarak, varılması gereken noktaya kadar zincirleme giden bir bütünün parçasıdır. Esâsen dünya insanının görgü ve deneyimi de, beşeri realitelerin öz varlığında (asıl kendisinde) bilgi olarak birikmiş izlenimlerinden ibarettir. Yani geçmiş bir realite, bir sonraki realiteyi hazırlarken; gelecek realitenin öz bilgileri içinde o geçmiş realitenin de izlenimi bulunur. Böylece, gelecek realiteler, geçmiş realitelerin sonuçlarını içine ala ala genişler ve varlığın görgü ve deneyim birikiminin artmasına neden olan (İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 109). Derlememiz sonlarına doğru, enkarne varlığın deneyim ve görgü birikiminde etkili olan etmenlerden söz edelim. Bunlar obsesyon ve sevgi şeklinde yaşayan eprövlerdir:

Obsesyon Deneyimi

Enkarne varlığın genel görgü ve deneyim birikiminin artmasında önemli etmenlerden biri, bireyin obsesyonla karşılaşmasıdır: Varlığın gelişiminin gerektirdiği çeşitli nedenlerden dolayı obsesyonla karşılaşması oldukça kaba bir deneyim ve ağır bir yaşam sınavıdır. Her şeyden önce obsesyonu yapacak varlığım çok “geri” ve dünyanın yoğun beşeri tabakalarına en yakın durumda olması gerekir. Böyle bir varlığın; idraki çok dar, tepeden tırnağa hodkâm, hırsları çok aşırı ve engel tanımaz durumdadır. Böyle “geri” düzeydeki bir varlıkla ortaklaşa deneyim geçirme durumunda olan bir varlığın doğrudan doğruya şuur üstü (bkz. Şekil 1) obsesif tesirlerin hedefi durumundadır. Bu nazik operasyon Yüksek İcaplar’ın kapsamında vazifeli rehberlerin yardımı ile oluşur ve gerektiği kadar sürer. (yazının devamı ve tamamı için.bkz.: http://selmangerceksever.blogspot.com/2014/10/gorgu-ve-deneyim.html)





DOĞAL AFETLER ve GELİŞİM

 DOĞAL ÂFETLER ve GELİŞİM...

Soru : Şuan ki âfetlerin spiritüelizm ışığında ki anlamı nedir ?

Cevap: Bu sorunun yanıtı için okunması gereken çok önemli olduğunu bildirdiğim yazının 3. ve SON bölümünü aşağıda dikkatinize sunuyorum.

Dr. Bed­ri Ruhselman, İlahi Nizam ve Kainat adlı kitabı tamamladıktan sonra üçer yazılık diziler halinde bazı konuları kaleme almış ve vefatından önce bunları bastırarak dağıtmıştır. Bunların birisi doğa  olayları hakkında ve diğeri de ruhsal planlarla ilgilidir. Bu yazılar şimdi herkesin ulaşamayacağı durumda olduğundan ve ayrıca spiritüalizm ile ilgilenen herkesin bunları okuması gerektiğine inandığımdan soruya yanıt olarak bunları aşağıda sunuyorum. Osmanlıca sözcükler için sözlüğe başvurmanız gerekebilir.

Üstat Dr. Bed­ri Ruhselman şunları açıklıyor:

BÜYÜK DOĞA OLAYLARI ve ANLAMLARI - 3. Yazı(*)

Önceki iki yazımdan birincisi, genel olarak dünyanın yaşamsal bünyesini destekleyen şuurlu ve idrakli dünya üstü bir idare mekanizmasının mevcudiyetine ait bazı değerlendirmeleri içerir. İkincisi, dünyada gelmiş geçmiş normal üstü bazı doğa olaylarından ve bunların insanlar arasında yapmış oldukları ızdıraplı ve korkunç görünen sonuçlarından ve bu sonuçların illiyet ilkesi ile olan ilişkisinden  söz eder. Bu yazı ise sıra dışı ve felâketli görünen bu büyük doğa olaylarını gene illiyet ilkesi karşısında evrendeki o büyük idare mekanizmasıyla olan bağlantısını ve bütün gelişen ülkelerde olduğu gibi ülkemizin de bu bağlantı alanının dışında kalamayacağını belirtecektir.

Bu yazı bundan önce yazmış olduğum yazıların hedef tuttuğu noktayı belirtmek amacına yöneliktir. Orada bazı felâketli doğa olaylarından ısrarla söz etmiştim, vurgulamaak istediğim bir problemin daha iyi bir açıklamasını yapmak içindi. Bu problem nedir? Bundan sonra gelecek ilk yazılarımda açık seçik  görüşmelerini yapabilmek olanağına kavuşacağımızdan emin bulunduğum bu problemin şimdilik elimden gelebildiği kadar açıklamaya çalışacağım. Geçen iki yazımda da az çok belirttiğim gibi bütün bu olağanüstü doğa olaylarının büyük hedefleri vardır. Bunlardan birisi de o olaylara tanık olan ya da  mukadderleri o olaylara bağlı bulunan pek çok  insanın gelişmesidir.

Bir yerde beşeriyetin felâket damgasını vurabileceği büyük veya küçük ıstıraplı olağanüstü herhangi bir doğa olayı ortaya çıkarsa, orada muhakkak kütlesel, yani az çok geniş bir insan topluluğunu ilgilendiren gelişim söz konusu olur. Dünyada gelip geçen bütün felâketli zamanları mutlaka az çok belirli bir gelişim hızı izlemiştir. Bu gelişimin; o sırada ölenler, yani felâkete kurban oldu denilenler için de böyle olup olmadığını tartışmamıza bu yazılarımızın içerikleri bugün henüz elverişli değildir. Dahası, bu konu başka gözlemleri elde ettikten sonra daha geniş bir bilgi kadrosu içinde düşünülebilecek bir durum arz eder. Biz şimdilik böyle doğa afetlerinden hayatta kalan insanlardan söz ediyoruz..

Her şeye rağmen, dünyada ortaya çıkan bütün felâketler bireyin ve toplumun gelişiminde muhakkak hızlandırıcı bir etmen olmuştur. Bundan başka, insanların dünya üzerinde yer yer ve zaman zaman gelişimlerinin hızlandırılması da esâsen bir doğal yasa gereğidir. Dahası, tarih boyunca ortaya çıkmış sayısız olayların incelenmesiyle anlaşılacağı gibi, dünyamız bugünkü gelişmişlik düzeyine işte böyle topluluklar arasında zaman zaman ortaya çıkmış büyük toplumsal ve doğa olaylarının insanlara yaptırdığı hamlelerle ulaşabilmiştir.

Konu bu bakımdan gözden geçirilince, bu olaylar – ne kadar felâketli olursa olsun – beşeriyet için bir yükselişin ve kurtuluşun hem nedeni, hem de ifadesi olarak görünür. Gerek bilgi, gerek kültür kazanımında gelişim hızını arttırmak gayretiyle yıllardan  beri çırpınıp duran ülkemizde de elbette bu hızı liyakatlerimize uygun bir şekilde her alanda sağlayıcı bazı olayların olacağını/oluşacağını beklemek elbette bir gereklilik olur. İşte biz bu gibi olaylarla karşılaştığımız zaman bu bekleyişimizin bizlere ne derece yararlı kazançlar sağlayacağını da bu yazılarımızla şimdilik hiç olmazsa duyumsatmaya uğraşıyoruz; ayrıca, ilerde zamanı geldikçe bu duyumsamalarımızı yavaş yavaş daha geniş bilgi ve idraklere doğru götürecek olan görüşmelerimize aksatmadan devam edeceğiz.

Büyük olayların ilk anlarda; daha önce değindiğimiz büyük âfetler gibi geniş çapta olmayacağını hesap ve kitaplara dayanan içsel gelişim konusunun gerekliliklerinden çıkartabiliriz. Görülüyor ki, önceleri son derece basit ve dünyada sık sık görülebilen bazı olağanüstü ve görece küçük olayların ülkemizde de görülebileceğini hesaplayarak idrak ve bilgi kapasitelerimizi ona göre alıcı ve yararlanıcı açık bir anten halinde hazır bulundurmamız bizim için elbette çok yararlı ve hatta gerekli olur.

Acı bir ilacın sıkıntı verici bir hastalığı defetmesi gibi, elbette az çok acılığı bulunan bu türlü olayların karşısında tiksinmek veya şaşırıp kalmak insana büyük bir şey kazandırmaz. Fakat öyle bir karışıklıkta bu yazılarımızın taşıdığı anlamları iyi hazmetmiş olup, uygulamada onları kullanabilenlerin yararı büyük olur. Durum böyle olunca, daha iyi açıklamış olmak için bu anlamları kısaca ve şimdilik son söz olarak yineliyorum; her olayın bir nedeni vardır. Bu nedenle de ağırlaşmış bir gelişim hızını arttırmaya yöneliktir. Ayrıca, ne kadar az ya da çok felâketli görünürse görünsün, her olay hayırlı, iyi ve insanların yükselmesi için gerekli elemanları hazırlayan bir sürü sonucu peşinden sürükler. Şu halde bunlar doğanın rastgele birer kötü tesadüfü değil, yüksek evren yasalarına dayanan şuurlu ve idrakli bir idare mekanizmasının düzenlemeleri ve gereklilikleridir. Bu idare mekanizması elbette dünyamız üstü bir kudretin ifadesidir. İşte bütün bu olayların ve gelecek şeylerin insanlara açıklanması gereken şu andaki en önemli anlamı da olanların bu idare mekanizmasını kanıtlayıcı birer işareti ve birer ışığı olmalarıdır.

İlerisi daha çok derinleşen bu büyük hakikati şimdilik ancak bu kadarcık ve biraz da belirsizlik içinde ifade edebilmiş oluyoruz. Fakat bu kısa açıklamalar gelecek günlerimiz için yeterlidir. İleride, daha iyi gözlemler karşısında daha açık ve daha geniş ölçüde görüşeceğimizi ve böylece de yazılarımızı okuyan dostlarımıza bu yoldaki bilgilerinin artması bakımından daha yararlı olabileceğimizi kuvvetle umuyorum.

23.12.1958 İstanbul

………………………………………………..

(*) Güncel Türkçe’ye uyarlayan Selman GERÇEKSEVER (13.10,2017)







Toplumda psikolojik hastalık yok, -lojik hastalık var.

Şahane bir tespit: Toplumda psikolojik hastalık yok, -lojik hastalık var. Sistematik düşünme bilgi ve pratiği olmayan toplumumuzda, sofistik düşünme alışkanlığı bireylerin akıl ve ruh sağlığını bozuyor.. (Sofistik düşünme duyguların geçici tatminini sağlayan,gerçekçi olmayan düşünme şekli).


ATATÜRK YOLUNDA; YüksekVazifeli ülke Türkiye’nin Yüksek Vazifeli Varlıkları’ndan Dr. Bedri Ruhselman

"İyiliğin ve dürüstlüğün yitirildiği bir ortamda, gerçek sanat ve fazilet gelişemez. Pisagor teoremini ezberlemekle, kimse insan olmayı öğrenmemiştir. Bir insana gelişimi için nefes kadar vazgeçilmez şekilde lazım olan şey, önce yüksek insani değerlerdir. Diğer her şey ondan sonra gelir. Sağlam ahlakın olmadığı yerde, bilim de yozlaşır."
-Dr. Bedri Ruhselman  


O, hem faziletli bir bilim adamı, hem de eşsiz
bir metapsişikçiydi. Hayatının her anı bir bilgiye, idrake ve ilkeye bağlıydı. Dr. Ruhselman, Ruh ve Kainat adlı çok önemli eserini yayınlar. Bu kitabıyla ülkemizde, Ruhçuluğun ve metapsişik biliminin tanınmasına olanak sağlamıştır. Bu ve bunu izleyecek yayınlarına, "Neo-Spiritüalizm" adını vererek, bu alanda yeni bir ekol kurar. Ruh ve Kainat adlı kitabında bütün ruhsal konular ele alınmıştır. 

İnsan, ruh, ötealem, tekâmül, vicdan, kader gibi önemli konular hakkında bilgiler verilmektedir. Tekrardoğuş konusu bilimsel açıklama ve örneklerle ortaya konmuştur. Bu eser ülkemizde bu alanda yayınlanan ilk bilimsel ve ciddi yayındır.  

Devamını oku: https://bit.ly/3NmlYd4


Zübeyde Hanım ve oğlu Mustafa Kemal

 Zübeyde Hanım (1857-1923)

Zübeyde Hanım ve oğlu Mustafa Kemal

Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım, 1857’de Selanik yakınlarındaki Langaza’da doğdu. Ailesi “Sofuzadeler” olarak bilinen Feyzullah Ağa ile onun 3.evliliğini yaptığı Ayşe Hanım’ın tek kızı olan Zübeyde Hanım’ın annesine, bilge kişiliğinden dolayı “Molla Hanım” denilmekteydi. Aynı şekilde, kendisine de Selanik’in bilge ve akıllı, okuryazar kadınlarına verilen isimle “Zübeyde Molla” şeklinde seslenilmekteydi. Zübeyde Hanım, yeterince eğitim görmemiş ama çocukluğunda okuma yazmayı öğrendiğinden çevresinde de muhafazakâr, geleneklerine bağlı bir kadın olarak bilinmekteydi. Bu yönüyle de daha sonra oğlu Mustafa Kemal’in ilk olarak dini yönü güçlü mahalle mektebine gitmesini istemişti. Çünkü o dönem mahalle mekteplerinde öğrencilere, sadece Arap harfleri öğretilir ve Kuran-ı Kerim’i okuyacak hale gelmesi düşünülürdü.

Zübeyde Hanım’ın ataları Evlad-ı Fatihan olarak bilinen, Osmanlı’nın fetih dönemlerinde Balkanların Türkleştirilmesi için bölgeye yerleştirilen Anadolu’daki Yörük Türkmen soyundandı. Zübeyde Hanım’ın anne soyu “Konyarlar” diye anılan ve Konya Karaman’dan Rumeli’ye gelen Yörüklerden gelmekteydi. Konyarlar, Fatih Sultan Mehmet döneminde 1466’da Rumeli’ye göç ettirilerek iskân edilmişlerdi. İlk yerleştikleri yer ise, Batı Makedonya’daki Vodin ilçesinin batısındaki Sarıgöl Bucağı idi. Selanik’e de buradan gelmişlerdi.

Kızı Makbule Hanım da, annesi Zübeyde Hanım’ın sık sık, “Soyumuz Yörük’tür. Konya Karaman yöresinden buraya gelmişiz” dediğini anlatırken, Atatürk’ün de birçok kez “Benim atalarım Anadolu’dan Rumeli’ye gelmiş Yörük Türkmenleridir” dediği bilinmekteydi.

Zübeyde Hanım, Selanik’e bir saat mesafedeki Langaza’da Rapla Çiftliği’nde büyümüş, genç kızken eline bir yorgan iğnesinin batması üzerine doktor için gittiği Selanik’i ve havasını beğenmeleri üzerine buraya yerleşmişlerdi. Zübeyde Hanım da Selanik’te bulunan Ali Rıza Efendi ile tanışmış ve evlenmişlerdi.

Aydın Söke’den Selanik’e göç etmiş Hafız Ahmet Efendi’nin oğlu Ali Rıza Efendi ile 1870 veya 1871 yılında evlendiğinde Zübeyde Hanım, henüz 14 yaşında ve kızı Makbule Hanım’a göre “uzun boylu, ince yapılı, altın saçlı, yeşil gözlü bir kadın” idi. Şevket Süreyya ise Zübeyde Hanım’ı “kumrala çalan sarışın bir güzeldi. Beyaz, pembe teni, renkli yüzü, orta boylu, narin, canlı bir yapısı vardı. Ama asıl çekiciliğini veren gözleriydi. Biraz içerlek, biraz yumuk, hafif şehla ve mavimsi gözler” şeklinde tanımlamıştı.

Zübeyde Hanım, ailesinin zor ikna edilmesi ile Ali Rıza Efendi ile evlendikten sonra onun Selanik’teki Ahmet Subaşı mahallesindeki baba evine yerleşmişti. İlk evlilik yılları üç katlı, iki daireli pembe boyalı bu evde mesut bir şekilde geçen çiftin, sırayla “Fatma”(1872-1875), “Ahmet” (1874-1883), “Ömer” (1875-1883). “Mustafa” (1881-1938), “Makbule” (1885-1956) ve “Naciye” (1889-1901) isminde 6 çocukları olmuştur. Ancak, dönemin şartları ve salgın hastalıklar nedeniyle Fatma, Ahmet, Ömer ve Naciye değişik yıllarda hayatlarını kaybetmişlerdi.

Zübeyde Hanım çocuklarının ölümüyle sarsılmışken, bir de eşi Ali Rıza Efendi’yi “bağırsak vereminden” kaybedince işler daha da kötüye gitmişti. Zübeyde Hanım, ailenin geçinmesi konusunda ortaya çıkan maddî sıkıntıdan dolayı, çocuklarını da alarak Selanik Langaza’daki baba bir kardeşi Hüseyin Ağa’nın yanına çiftliğe gitmek zorunda kalmıştı.

Mustafa Kemal, Askerî Rüştiye’de iken genç yaşında dul kalan Zübeyde Hanım, Selanik’e gelen ve Mora eşrafından, iki oğlu ile iki kızı olan Ragıp Bey adlı bir reji memuruyla ikinci evliliğini yapmıştı. Mustafa Kemal’in o günlerde bu evliliğe tepki duyduğu bilinmekteydi. Zübeyde Hanım da oğlunun eğitiminden kaygılanarak, onu Selanik’e halasının yanına göndermişti. Mustafa Kemal, üvey babası Ragıp Bey ile ancak daha sonraları, sıcak bir iletişim kuracaktı.

Zübeyde Hanım, Harp Akademisi’ni bitiren ve kurmay yüzbaşı olan Mustafa Kemal’in kısa süre de olsa hapse atılması üzerine oğlunu görebilmek için 1905 yılında, birkaç günlüğüne de olsa İstanbul’a gelmiş ve oğlunu buradan ilk görev yeri Şam’a bizzat gözyaşlarıyla uğurlamıştı.

Ancak Balkan Savaşları’nın sonuna kadar Selanik’te ikameteden Zübeyde Hanım, Balkan Savaşları sonunda Selanik’in sınırlarımız dışında kalması ve ikinci eşinin de öldüğünü düşünürsek; kızı Makbule Hanım ile birlikte İstanbul’a gelmiş ve Beşiktaş semtinde Akaretler’de 76 numaralı eve yerleşerek artık yeni bir hayata başlamıştı.

Zübeyde Hanım, Çanakkale savaşı sonrası Halep’te görevlendirilen Mustafa Kemal sarılık hastalığına yakalandığı zaman da onu görmek için Halep’e giderek, kör olduğundan korktuğu oğlu Mustafa Kemal’i ziyaret etmiş ve yine İstanbul’a dönmüştür. Ülkenin savaştan yenik çıkması sonrasında oğlu Mustafa Kemal’in, Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan birkaç gün sonra 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelmesiyle sevinen Zübeyde Hanım, hasret gidermiş ve Mustafa Kemal Paşa’nın Şişli’de tuttuğu üç katlı evde oğlu ve kızıyla yaşamaya başlamıştı.

Mustafa Kemal 16 Mayıs 1919’da Samsun’a hareket etmeden önce annesi ve kız kardeşi ile vedalaşmış ve bu görüşmede Zübeyde Hanım baygınlık geçirmişti. Sabaha kadar dertleşip oğluyla konuşan Zübeyde Hanım, oğlunu sabah dualarla Samsun’a yolcu etmişti.

Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı sonrasında kızı Makbule Hanım ile İstanbul’da yalnız kalan Zübeyde Hanım, Mustafa Kemal’in İstanbul ile arasının bozulması ve idama mahkûm olması gibi taşıyamayacağı haberler nedeniyle rahatsızlanıp kısmî felç olacaktı. Zübeyde Hanım bu süreçte, kızı Makbule Hanım’ın Mustafa Mecdi Bey ile evlenmesi üzerine tekrar Akaretler’deki eski evlerinde, kızı ve damadıyla birlikte yaşamaya devam etmişti.

Kurtuluş Savaşının ateşli yıllarında Zübeyde Hanım’ın damadı Mustafa Mecdi Bey’in sık sık Ankara’ya gidip gelmesi, Mustafa Kemal Paşa’ya o kadar iş arasında annesi ile de ilgilenme şansını vermişti. Eniştesinden annesi ile ilgili bilgi almış, Dışişleri Bakanlığı Levazım müdürü arkadaşı Cemal Bey (Bolayır) aracılığıyla sık sık İstanbul’da Akaretler’de oturan annesi Zübeyde Hanım’ı kontrol ettirmiş ve elden mektup ve para göndertmişti.

Zübeyde Hanımın İslam dinine ve gereklerine sıkı sıkıya bağlı bir kadındı ve iyiliksever ince bir kalbi vardı. Yardımseverliği ile tanınan Zübeyde Hanım, Beşiktaş Akaretler’de otururken, iki çeşmenin dört senedir bozuk olması nedeniyle su sıkıntısı çeken mahallede çeşmeleri tamir ettirterek Ramazan ayının birinci günü açılmasına da katkı sağlamıştı.

İşgal kuvvetlerince evine yapılan baskınlar ve oğlu Mustafa Kemal Paşa hakkında duyduğu kaygı ve keder nedeniyle zaten bozuk olan sağlığı daha da yıpranmıştı. Mustafa Kemal Paşa tarafından 1920 yılı sonlarında Ankara’ya getirilmek istenmesine rağmen hastalığın şiddetlenmesi ve bu nedenle de dayanamayabileceği kaygısıyla bu yolculuktan da vaz geçilmişti.

Ancak üç yıl gibi uzun bir süre annesinden ayrı kalan Mustafa Kemal, sonuçta ne olursa olsun onu yanına getirtmeye karar verdi. Artık TBMM Başkanı ve Başkomutan Mustafa Kemal Paşa; annesi Zübeyde Hanım’ın uzakta olması ve sağlığının iyi durumda olmaması nedeniyle onu getirmek için planını yapmıştı.

Mustafa Kemal Paşa güvendiği kişiler ile sağlığı biraz olsun düzelen annesini İstanbul’dan farklı bir isimle aldırmış önce İzmit sonra da Adapazarı’na getirtmişti. Kendisi de, annesini almak için 14 Haziran1922’deAdapazarı’na gelmiş ve ertesi gün annesi ile etraftakilerin duygulu bakışları ve alkışlarıyla sarılıp buluşmuştu. Mustafa Kemal Paşa İzmit’te Claude Farrere ile görüştükten sonra, 24 Haziran’da Ankara’ya hareket etmişlerdi. Makbule Hanım ile birlikte gelmesine rağmen, Zübeyde Hanım onun geri dönmesi sonrası yanında uzak akrabası Ragıp Bey’in yeğeni Fikrîye Hanım ile Ankara’ya gelmiş ve Çankaya’da bir bağ evine yerleştirilmişti. Zübeyde Hanım artık oğlunun yanındadır, ancak sağlığı iyice bozulmaya başlamış ve her ana gibi oğlunun “mürüvvetini görme” düşüncesine kapılmıştı. Bu düşüncesi kısa zamanda hayata geçmiş ve oğlu Mustafa Kemal Paşa’nın İzmir’in kurtulduğu günlerde tanıştığı İzmir’in köklü ailelerinden Uşakizade Latife Hanım ile evlenmek istemesiyle bu isteği de karşılanmıştı.

Ancak bu süreçte Zübeyde Hanım’ın İstanbul’da başlayan hastalığı daha da ilerleyince, Mustafa Kemal Paşa, hasta annesine İzmir havasının iyi geleceği düşüncesiyle onu da ikna ederek bir süre kalması için İzmir’e göndermişti. Bu ziyaretin bir başka amacı da, Mustafa Kemal’in evliliği düşündüğü Latife Hanım ile Zübeyde Hanım’ı tanıştırmaktı Zübeyde Hanım gelin adayı olan Latife Hanım’ın Karşıyaka’daki yazlık köşkünde bir süre kalmasına rağmen oğlunun mürüvvetini göremeden 66 yaşında 15 Ocak 1923’te hayatını kaybetmişti.

Mustafa Kemal de bu elim haberi tren ile Ankara’dan başlayan ve Batı Anadolu’yu kapsayan bir yurt gezisine çıktığında Eskişehir’de öğrenmişti. Özellikle İstanbul gazetecileri ile yapacağı ve devrimi anlatacağı bu geziye büyük önem veren Mustafa Kemal Paşa, acısıyla yaşamış ve geziyi kesmemişti. Bir süre sonra İzmir’e gelerek annesine olan son görevini de yerine getirmiş ve annesinin mezarı başında dua etmiştir.

Latife Hanım, Zübeyde Hanım’ın ölüm haberini ilk önce İzmir Valisi Mustafa Abdülhalik (Renda)’ya bildirmiş, Vali de büyük bir cenaze töreni hazırlatmıştı. Latife Hanım ilk gece İzmir’in tanınmış hafızlarından tam otuz üç kişi çağırarak sabaha kadar hatim yaptırmış ve hatim duası üç gün sürmüştü. “Latife Hanım, kabirde yüzlerce gümüş mecidiye sadaka dağıtmış, kırkında Mevlut okutmuş, 52’nci gecesinde de aşure yaparak fakir fukaraya dağıttığı gibi hatimler indirerek bu mübarek kadına karşı duyduğu sevgi ve şükran borcunu ödemişti.”

Zübeyde Hanım İstanbul’da da hasta olduğu bir sırada; daha önce vasiyetini hazırlatmış ve kendisi öldükten sonra her sene ruhuna hatim okutmak için bağış yapmak istediğini söylemişti. Sonuçta Darüşşafaka’ya gidilmiş ve bir miktar para bırakarak içini rahatlatmıştı. Annesinin bu vasiyetini öğrenen Mustafa Kemal de her ölüm yıl dönümünde bir oğlun annesine duyduğu sevgi ve bağlılığın manevî bir işareti olarak, annesine hatim okutup, hatim okuyan hafıza, zarf içinde bir miktar para vermeyi adet haline getirmişti.

Atatürk’ün, annesi Zübeyde Hanım’a duyduğu derin sevgi, tüm ömrü boyunca devam etmişti. Zübeyde Hanım’ın oğlu ile arasındaki saygı ve sevginin boyutları çok büyüktü. Atatürk’ün yaverlerinden Cevat Abbas Gürer “Bayan Zübeyde de hasta yatağında olsa dahi büyük bir ihtimamla Atatürk’ü kabule hazırlanırdı. Saçlarını taratır, işlemeli başörtüsünü örter, … Oğlunu beklediği haberini gönderirdi.” demişti. Zübeyde Hanım küçük yaşlardan beri çocukları için yaşamış ve özellikle yetim kalan oğlunun her durumuyla yakından ilgilenmişti. Atatürk’e tam anlamıyla hem analık hem babalık etmişti. Zübeyde Hanım oğluna “Mustafa’m”, “Sarı Mustafa’m” diye seslenmiş, çoğu zaman bunu az bularak “Paşam” veya “Sarı Paşam” da demiş ve bu isimlerle onu anmıştı.

Son döneminde onu canlı olarak görmüş olan Halide Edip Adıvar da Zübeyde Hanım’ı şu sözlerle anlatmıştı: “İhtiyar hanımın yüzü, ince, hareketli vücudu sıkılgan ifadesiyle, Mustafa Kemal Paşa’nın aynıydı. Yetmiş yaşında olmakla birlikte, süt gibi beyaz, pembe renkli cildinde bir tek buruşuk yoktu. Çok çabuk öfkelenir olmasına karşın koyu mavi gözlerinde ve ağzında bir şefkat duyulurdu. Beyaz entarisi, ütülü mendilleri, beyaz elleri büyükannemi hatırlatırdı. Tam Makedonyalı bir kadındı.”

Zübeyde Hanım’ın kabri Karşıyaka’dadır. İstasyondan Soğukkuyu tarafına giden Zübeyde Hanım Caddesi üzerindeki bir parkta ziyarete açıktır. Zübeyde Hanım’ın cenaze alayına İzmirliler kalabalık şekilde katılmışlardı. Vali, memurlar, komutanlar ve hocalar olduğu halde cenaze alayının uzunluğu bir kilometreyi bulmuştu. Okulların getirdiği çelenkler kabrin üstünde büyük bir örtü teşkil etmişti. Batı Cephesi Kurmay Başkanı Asım, Kazım (Özalp), Fahrettin (Altay), Mürsel (Bakü), İzzettin (Çalışlar), Abdurrahman Nafiz (Gürman) paşalar cenaze alayının önünde yürümüşlerdi.

Yıllar sonra İzmir Belediye Başkanı Behçet Uz, Atatürk’ün annesi için bir anıt-mezar yaptırmak amacıyla Fuar için getirtilen mimar Gautier’ye bir proje hazırlatmıştı. Bu proje, Atatürk’e gösterildiğinde O, projeyi çok süslü ve masraflı bulmuş ve sadece mezarın başına ağır bir taş parçası konulup “Atatürk’ün anası Zübeyde burada gömülüdür. Ölümü: 1923” yazdırılmasını ve Zübeyde Hanım çocukları çok sevdiği için de etrafının bir çocuk parkı ile süslenmesini istemişti.

Zübeyde Hanımın mezarı, 1933 yılında temeli atılarak mezar anıt şekline dönüştürülmüş ve 1940 yılında İzmir Belediyesi tarafından resmen açılmıştır. Hayatını kaybettiği Latife Hanım Köşkü de bugün müze halindedir.

Mehmet Emin ELMACI




MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...