CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

BÜYÜK VAZİFELİ VARLIKLAR GÖREVLERİNE “KESİNTİSİZ” DEVAM EDERLER.

ve 
BİR GÜN GELİR  IŞIK BİR KEZ DAHA ANADOLU’DAN YÜKSELİR (*)

Mustafa Kemal Atatürk'ün şu ifadesini de #aşkın bir zihinle/ görüyle tekrar derinlikli düşününüz:

"Ben vazifemin bitmediğini, yüklendiğim sorumluluğun da yüksek ve çetin olduğunu anlıyorum. Arkadaşlar, bu vazife bitmeyecektir; ben toprak olduktan sonra da devam edecektir! Ben seve seve, sevine sevine bütün varlığımı bu kutsal vazifeye vereceğim ve onun yüksek sorumluluğunu yüklenmekle mesut olacağım. Vazifeme başarı ile devam edebileceğim. Çünkü büyük milletimizin kalp ve vicdanında bana karşı sarsılmaz bir güven ve itimat taşımakta olduğunu görüyorum. Bu benim için büyük kuvvettir, büyük yetkidir."

(*)Bkz.MetaPsişik

---

Büyük vazifeli varlıklar görevlerine “KESİNTİSİZ” devam ederler..

Onların geliş-gidişleri de, üst boyutlarda en ince detaylarına kadar tasarlanan planlar dahilinde yürütülür.. Ellerinde görev dosyalarıyla gelirler, gerekeni, gerektiği kadarıyla yaparlar ve kozmik mekanlarına geri dönerler..

Hiç görmediğiniz, yaşamınızda aynı tarihsel dönemi bile paylaşmadığınız bazı varlıklara neden bu kadar güçlü bir sevgi ve bağlılık duyduğunuza anlam veremezsiniz.. Bu, onların gerçekleştirdikleri reformlara duyduğunuz saygının ötesinde bir şeydir.. Bunun sebebi, bu tür varlıkların bedenlerinden ayrıldıktan sonra da, görev bölgeleri üzerindeki tesir akışını kesintisiz sürdürmeleridir.. Siz o yüksek tesir alanının içinde, o enerjiyi, en olumsuz koşullarda dahi derinden hissedersiniz.. O, sizi dimdik ayakta tutar.

Büyük vazifeliler gerektiği zaman, gerektiği yerde, yepyeni bir görev dosyasıyla yeniden ortaya çıkarlar.. Bunları hayal ürünü zanneder, güler geçersiniz.. Bir gün bir bakarsınız, yanı başınızdadır.

O gün ışık bir kez daha Anadolu’dan yükselir…






Erhan Kolbaşı

https://bit.ly/2EOVPoz

% 100 Türk Genomuna sahip olmak

Dilini kaybeden her şeyini kaybeder.
Hangi dili yayınlıyorsanız ,
Hangi frekanstaysanız 
O' sun'uz.
Evrende her şey frekanslardan oluşur.
Dil'i aynı insanla yakınlık kurarsınız.
Frekansı (elektriği) aynı olan insan sizi çeker.
Elektrik alma-Kanım almadı- deyişleri her şeyin frekans olduğunu açıklar.
Dilinizden, düşüncenizden Türkçe olmayan sözcükleri çıkarın
% 100 Türk Genomuna sahip olun.






% 100 Türk Genomuna sahip olmak...

Genom = Dil.

Papua Yeni Gine de yaklaşık 850 yerel dil var.
Dilsel ve kültürel çeşitliliğin genetik yapıda nasıl bir etkiye sahip olduğunu anlamak adına araştırmacılar, 85 farklı dilden 385 bireyin genomlarını inceledi.
Araştırmacılar, her bir genomda bir milyondan fazla genetik pozisyona baktılar ve genetik benzerlik ve ayrılıkları anlamak adına bu genetik pozisyonları birbirleri ile karşılaştırdılar. 
Ortaya çıkan sonuçlar, şaşırtıcı bir biç'im'de ayrı dilde konuşan grupların genetik olarak da birbirinden oldukça ayrı olduğunu ortaya koyuyor.
50.000 yıldır farklı bir evrim süreci Oxford Üniversitesi’nden Stephen J. Oppenheimer, ” Dağlık bölgelerde yaşayan insanlar ile alçak bölgelerde yaşayan insanlar arasında çarpıcı ayrışmalar ortaya koyduk. 
İki grup arasında 10.000 ila 20.000 yıl arasında değişen genetik ayrışmalar yakaladık. 
Bu, tarihsel olarak kapalı bir hayat yaşayan yayla toplulukları için belli bir mantık barındırsa da, bunun aksine coğrafi açıdan oldukça yakın olan bu gruplar arasında böylesine güçlü bir genetik engel oldukça sıra dışı bir durum.” diyor.

Avrupa ve Asya’daki topluluklar, evrimsel anlamda yaklaşık 10.000 yıl önce ortaya çıkan tarım uygulamalarından büyük ölçüde etkilendi.
Avrupa ve Asya’daki homojenleşme Papua Yeni Gine’de gözlemlenemiyor.

Araştırmacılardan Chris Tyler-Smith, “Genetik araştırmalar sayesinde Yeni Gine adasında yaşayan insanların son 50.000 yıldır dünyanın geri kalanına göre bağımsız bir evrimleşme olduğunu görmüş olduk. 
Bu çalışma Avrupa ve Asya dışında farklı bir evrim sürecini görmemizi sağlıyor. 
Bu topraklarda tarım ortaya çıktı ancak demir ve tunç çağları yaşanmadı. 
Belki de bu genetik, kültürel ve dilsel çeşitliliğe kaynaklık eden de bu yeni teknolojilerin bölgeye girmemiş olmasıdır.” diyor.
Trust Sanger Enstitüsü Anders Bergstrom
-Bilimsel Makale Science dergisinde yayımlandı.
linkleri yorum bölümün de
.
Türkçe 2-3 yaşında,
Almanca 5, 
Arapça 12 yaşında öğrenilerek 
Ana dille oluşan, bilinçsel gelişim çizelgesi ortaya çıkıyor.
Dil bilimi profesörü Klan Delius.
.
İ ;İlk (kısa) dalga frekansı.
L; Proton (+)
D; Dalga boyu.
Dil;Kısa (ilk) dalga frekans düzenlemesi.
.
Bil-im;Bütün imgelerin (moleküllerin) proton sayısını bilme.
Dilini kaybeden her şeyini kaybeder.
Hangi dili yayınlıyorsanız ,
Hangi frekanstaysanız 
O' sun'uz.
Evrende her şey frekanslardan oluşur.
Dil'i aynı insanla yakınlık kurarsınız.
Frekansı (elektriği) aynı olan insan sizi çeker.
Elektrik alma-Kanım almadı- deyişleri her şeyin frekans olduğunu açıklar.
Dilinizden, düşüncenizden Türkçe olmayan sözcükleri çıkarın
% 100 Türk Genomuna sahip olun.

M.Çiçek

AMERİKA – MİSYONERLİK – GRANDTÜRK


SİYASİ TARİH * Emperyalizm * AMERİKA – MİSYONERLİK – GRANDTÜRK – Çünkü dönemin ABD Başkanı Theodore Roosevelt’e göre dünyada herkesten önce ezilmesi gereken bir Türk gücü vardı. Zaten misyonerlere verilmiş olan talimatta da öz olarak başka bir şey denilmiyordu. Misyonerleri Anadolu’ya gönderen güç, onlara verdiği talimatta: “Bir fetih savaşına girmiş askerler olduğunuzu unutmayın.





















AMERİKA – MİSYONERLİK – GRANDTÜRK 

Yıl 1786 idi.
İlk defa, ABD bandıralı bir gemi Osmanlı limanlarından birine yanaştı. Adı “Grand Türk” idi…İçine taşıdığı yolcular ise, Anadolu’ya ekilmek üzere gönderilen ilk nifak tohumları olan misyonerlerdi. İlk önce İzmir ve çevresine yuvalandılar.

Türk devletinin geniş hoşgörüsünden (aslında gafletinden) yararlandılar!
Anadolu’da birçok misyoner okulu açtılar. Okullarına öğrenci olarak da daha çok Bulgarları, Ermenileri, Rumları, İngilizleri, Yahudileri ve Kürtleri aldılar!

Yeni kiliseler kurdular etrafında cemaatler oluşturdular, Matbaalar kurdular ve maalesef bu milletin aleyhinde binlerce kitap, dergi vb. basmak suretiyle kararlı bir şekilde faaliyetlerine devam ettiler!

1863 yılına gelindiğinde bu matbaalarda Ermenice, Rumca, Bulgarca, İbranice, Kürtçe ve Türkçe olmak üzere basılan kitap sayısı 160.000’i aşmaktaydı. 

1900 yılına gelindiğinde ise sadece Anadolu’da (İstanbul dâhil) 400’ü aşkın okulda 17.500 civarında öğrenci okutmaktaydılar. Daha doğrusu, nifak tohumlarını bu öğrencileri zehirlemek suretiyle ekmekteydiler!


Türkiye’de misyoner okulları ; İstanbul – İzmit – Bursa – İzmir – Trabzon – Sivas- Adana – Merzifon

Bir karşılaştırma yapabilmek açısından aynı dönemdeki Türk okullarının sayılarını da vermek gerekmektedir. 1913-1914 yıllarında sadece Anadolu değil, bütün İmparatorluk dâhilindeki Sultaniye ve İdadilerin sayısı 63 ve buralarda okutulan öğrenci sayısı ise sadece 6.800 civarında idi. Osmanlı devleti, 1869’dan itibaren her türlü yabancı okulu yakından izlemeye başlayınca, gözdağı vermek için Osmanlı karasularına ABD savaş gemilerinin gönderilmesini dahi gündeme getirdiler!























Merzifon’da misyonerler ABD bayrağı ile piknikte

Çünkü dönemin ABD Başkanı Theodore Roosevelt’e göre dünyada herkesten önce ezilmesi gereken bir Türk gücü vardı. Zaten misyonerlere verilmiş olan talimatta da öz olarak başka bir şey denilmiyordu. Misyonerleri Anadolu’ya gönderen güç, onlara verdiği talimatta: 
“Bir fetih savaşına girmiş askerler olduğunuzu unutmayın. Ve her ne kadar mücadele manevi alanda, kafanın kafayla, kalbin kalple mücadelesi ise de ve sizin silahınız Tanrı’nın inayeti ile güçlendirilmiş manevi bir silahsa da Napolyon’un askeri girişimleri kadar araştırma, bilgi ve düşünmeye ihtiyaç gösterir. Bu mukaddes ve vaat edilmiş topraklar silahsız bir Haçlı Seferi’yle geri alınacaktır” denilmekte idi.

Yani, “Grand Türk”’ün yolcuları aslında; “Büyük Türk”ü “Küçük Türk” yapabilmek için gelmişlerdi…

Bulgaristan’ı kuranlar, başta Robert Koleji olmak üzere bu okullarda yetiştirildiler. Sonunda bağımsız Bulgaristan kuruldu!

Sonra, sonra ne mi oldu?
Neler olmadı ki?

Bir yandan misyonerler aracılığı ile Anadolu’da nifak tohumları ekilmeye, Anadolu’da yaşayan halklar birbirinden soğutularak düşman edilmeye çalışılırken, bir yandan da Anadolu’da can vermek üzere olan Hıristiyanlığa can suyu verilerek Anadolu yeniden Hıristiyanlaştırılmaya çalışılıyordu!

Yeter mi? Tabi ki yetmez…

1948’den başlayarak, etkileri 1970’li yıllara kadar devam eden Marşal Yardımı kapsamında; o dönemde Anadolu’da her evde koyun, keçi veya sığır (süt hayvanı) bulunduğu halde, içine ne katıldığı bilinmeyen süt tozları bütün Türk çocuklarına (okullarda) dağıtılıp içirilerek geri zekâlı bir nesil oluşturulmaya çalışıldı!

Buna rağmen Menderes döneminde Kore’ye gittik ve onlar için savaştık. Kan döktük can verdik.Hatta şarkılar bile besteledik. Yaşı 60’ın üzerinde olanlar bu şarkıyı çok iyi hatırlarlar:

“Amerika Amerika,
Türkler dünya durdukça,
Beraberdir seninle,
Hürriyet savaşında.
Bu bir dostluk şarkısıdır,
Kardeşliğin yankısıdır.
Kore’de olduk kan kardeşi,
Sönmez bu yangının ateşi…”

Ama kazın ayağı hiç de öyle değildi.
1960 yılına geldiğimizde ise yeni bir tezgâh daha sahneye konulmuştu.O yıl ABD büyükelçiliğinde bir albay başkanlığında 18 kişiden oluşan bir Kürt İşleri Bürosu kuruldu ve bu büro aracılığı ile, özellikle doğu illerimizde ABD adına görev yapacak çok iyi Kürtçe konuşabilen ve bölge hakkında çok geniş bilgilerle donatılan yeni ajanlar yetiştirilmeye, hiç vakit kaybetmeden Anadolu’ya yollanmaya başlandı!

Bu ajanlara, şeytanın silah arkadaşı olan Fransa Paris’te Kürtçe öğretildi.
Ajanların çok büyük bir bölümü çok zeki, çok genç ve çok güzel kızlardan oluşuyordu. Bu güzel kızları, o yolu yolağı olmayan Kürt köylerinde gören Kürt ve Türk gençlerinin ise içleri gidiyordu. Ne kadar da güzellerdi…





















O zamanlar, Türkiye’de devam eden bir savaş olmamasına rağmen, bölgede görevlendirilen bu ajanlara “Amerikan Barış Gönüllüleri” deniliyordu…1969 yılı itibariyle 69 ilimizde toplam 232 barış gönüllüsü bulunmaktaydı.Bu sözünü ettiğimiz “Barış Gönüllüleri (Peace Corps) projesi”, ABD tarafından 1961 yılında dönemin ABD Başkanı olan Jonn F.Kenedy tarafından, parlamento kararı ile başlatılan bir projeydi.

Proje kapsamında ülkemize gelen gönüllü (pardon ajan) sayısı resmi rakamlara göre 1201 idi, ancak gerçek sayının ne kadar olduğu hiçbir zaman tespit edilemedi!

Sonrası?
Doğu’daki PKK hareketinin başlangıcı bir 10 yıl sonraya rast gelir!
Yani bu barış gönüllülerinin icraatları bu topraklara saçılan kin tohumlarına mükemmel birer gübre olmuştu!Bizler ise Amerikan barış gönüllülerinin saçtığı zehri unuttuk. Bu zehre karşı panzehir üretmeyi ve kullanmayı maalesef yeterince akıl edemedik.

Ne mi yaptık?
Sadece zehirlenmiş kardeşlerimize düşman olduk!
Bu Amerikan ajanlarının yıllar önce insanlarımız arasına yavaş yavaş ektikleri nifak tohumlarının zehirli meyvelerini son 20/30 yıldır sık sık yemek zorunda kaldık.

Bu zehirli meyveleri hala yemeye devam etmiyor muyuz?
Biz her şeye rağmen saf saf Amerika’yı dost ve müttefik olarak görmeye devam ederken, 1974 yılında gerçekleştirdiğimiz Kıbrıs Türk Barış Harekatı’na karşı çıkan, bu harekatı durdurmak için Akdeniz’e deniz filosu gönderen ve Harekattan sonra da uzun yıllar ülkemize silah, mühimmat ve askeri malzeme ambargosu uygulayan da bu dost Amerika idi!

Yine aynı yıllarda, ABD’nin Nihat Erim Hükümetine baskı yaparak Türkiye’de afyon ekimini yasaklattığını ve Ecevit’in iktidara gelmesiyle ABD’ye meydan okuyarak afyon ekiminin 1973 yılında yeniden başlatıldığını, Amerikan ambargosunun sebeplerinden birinin de bu afyon (haşhaş) ekimi krizi olduğunu unutmayalım.

Zaman ilerledi, 1992 yılına geldiğimizde başka bir Amerikan ihaneti ile karşı karşıya gelmiştik. 10 Aralık 1992’de ABD’ye ait Çekiç Güç helikopteri Cudi Dağı’ndaki PKK’lara silah, mühimmat ve malzeme attılar!

Yani ABD’nin PKK, PYD gibi Türk düşmanlarına yardım yapması hiç de yeni değildir.Bu olayın Türk Jandarma ve İstihbarat Timleri tarafından fotoğraflanıp tespit edilmesi üzerine, Eşref Bitlis Paşa tarafından konu Genelkurmay Başkanlığı’na intikal ettirdi.Bunun üzerine, 17 Aralık 1992’de Çekiç Güce bağlı ABD helikopterleri, Irak’ın Selahaddin Kenti’ne gitmekte olan Eşref Bitlis’in helikopterine ateş açtılar! Ama Paşa şimdilik kaydıyla kurtulmuştu.

Ve takvimler 01 Ekim 1992’yi gösterirken, ABD tarafından bir muhribimiz resmen (yanlışlıkla) vuruldu! Adı Muavenet idi.Adını Çanakkale Savaşı’nda İngilizlerin Goliath Zırhlısı’nı batıran ünlü “Muavenet-i Milliye Muhribi”nden alan “Muavenet” adlı muhribimiz; dost ve stratejik ortak olarak bildiğimiz Amerika tarafından; Ege Denizi’nde gerçekleştirilen NATO Kararlılık Gösterisi-92 Tatbikatı sırasında, USS Saratoga (CV-60) uçak gemisinden üst üste ateşlenen füzeler tarafından, kaptan köşkü ve savaş harekât merkezinden vuruldu!

Bu elim olayda, yaşamlarının henüz baharında olan beş denizcimiz kalleşçe şehit edildi, 22 denizcimiz de yaralandı!

“Muavenet Muhribi 1 Ekim’de vuruldu, 4 Ekim’de ise Irak’ta Kürt Federe Devleti’nin ilan edildi!

Oysa Türkiye Irak’ta kurulacak bir Kürt devletini asla istemiyor ve hatta bunu savaş nedeni sayıyordu.Diğer bir gelişme ise; Muavenet vurulduğunda Eşref Bitlis Paşa tarafından; Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı büyük bir harekât başlatılmıştı, ancak ABD bu harekâtın yapılmasını istemiyordu.

Artık bu Eşref Paşa Amerika için çok olmaya başlamıştı…Nitekim üzeninden çok zaman geçmeyecek ve Eşref Bitlis Paşa; 1993 yılında uçağı düşürülerek (ABD parmağı olduğu düşünülen şaibeli bir uçak kazasında) şehit edilecekti!

1991 Yılındaki 1. Körfez Savaşı’nın ardından, 1996 yılında Saddam Hüseyin bölgedeki gücünü arttırınca, Kuzey Irak’ta barınamayacakları anlaşılan tam 7.500 CIA peşmergesi Kürt, ABD tarafından 1996 yazında bölgeden kaçırılmak zorunda kalındı.

Aynı yıl ABD tarafından Washington’da bir Kürt Enstitüsü kuruldu, başına da Mike Amitay adlı bir Yahudi getirildi…İşte Irak’taki bugünkü sözde Kürt Devleti Projesi’nin taslak planları, daha önce Güneydoğu Anadolu’da defalarda inceleme gezisi süsü verilen istihbarat faaliyetlerinde yöneticilik görevi yapmış olan bu Yahudi ABD ajanı tarafından hazırlandı.

ABD’nin Kuzey Irak’tan kaçırdığı bu Kürtler ile Avrupa, Türkiye, Suriye ve İran gibi ülkelerden seçilen yetenekli Kürtler; bu Enstitü tarafından, ileride düşünülen işgal sonrası yapılacak operasyonlar için özel olarak yetiştirildiler!

Neler mi öğretildi?
Bir bölgenin demografik yapısı nasıl değiştirilir, nüfus ve tapu kayıtları nasıl sabote edilir, oylar nasıl değiştirilir ve Kerkük gibi kentlere göçmenler nasıl kaydırılır gibi “ince işler” öğretildi.Aynı Enstitüde başka bir grup ise kurulacak Kürt Devletinin ihtiyaç duyacağı bürokrasiyi oluşturmak üzere yetiştirildi.

2002 yılına gelindiğinde ise 24 Temmuz – 15 Ağustos tarihleri arasında Kaliforniya’daki Nevada Çölü’nde, ABD tarihinin en büyük tatbikatı düzenlendi. Tatbikatın adı “Millennium Challenge-2002”, yani Türkçesi “Bin Yılın Meydan Okuması-2002” idi. Binlerce askerin katıldığı bu tatbikatta; ABD askerlerine, Türkiye’yi işgal eğitimi yaptırılıyordu.

Tatbikatın senaryosu ve başlangıç tarihi ise çok manidardı. Yani ABD, hedef tahtasına Türkiye’yi koyduğu tatbikatın başlangıç tarihi olarak, Lozan Anlaşması’nın imzalandığı 24 Temmuz’u seçiyor ve Türkiye’ye karşı bin yılın meydan okumasını yapıyordu!

Takvimler 20 Mart 2003’ü gösterirken “Özgürleştirme Operasyonu” adı altında ve naklen verilen dehşet dolu görüntülerle beklenen işgal hareketi başlatıldı! ABD özel kuvvetleri ve ABD’de yetiştirilen Kürt gruplar 09 Nisan’da Kerkük’e, 10 Nisan’da da Musul’a girdiler ve buraları işgal ettiler. Türk şehirlerine giren CIA Kürtleri 1. Körfez Savaşında olduğu gibi yine Tapu ve Nüfus Dairelerini yağmadılar!

Türk şehirlerindeki Tapu ve Nüfus kayıtlarının yok edilmesinin asıl sebebi ise, bölgedeki Türk kimliğini yok etmekti. Neden mi? Çünkü mevcut belgeler buraların Türklere ait olduğunu gösteriyordu. Öyleyse önce bunlar yok edilmeliydi. Asıl amaç bölgede bir Kürt Devleti kurmaktı ve bu nedenle bölge Türksüz ve Arapsız hale getirilmeliydi! Öyle de yapıldı!

2’nci Körfez Savaşı ile Irak’ta gücünü ve etkinliğini arttıran ABD artık Irak’ta hiçbir Türk’ü istemiyordu.Tarihler 04 Temmuz 2003’ü gösterirken ABD askerleri, Kuzey Irak’ta görev yapan Türk Özel Kuvvetlerine baskın yaptılar 11 askerimizi derdest ederek tutukladılar ve başlarına da ÇUVAL geçirdiler.Bu çuval bütün Türk milletinin başına geçirilmiş bir çuval idi.

ABD tarafından bu baskında hırsızlık da yapılmıştır. Türk Timi’nin karargâhı darmadağın edildi, odalardaki her şey kırıldı, döküldü, parçalandı. Türk bayrakları ve Atatürk tabloları yerlere atıldı. Karargâhtaki askeri uydu sistemi tahrip edildi, 30 tüfek, bilgisayar, harita, uydu fotoğrafları, çelik kasada bulunan 106.000 dolar para, telsizler, bir adet jeep, iki kamyonet ve bir otomobil çalındı. Çok daha önemlisi, bu baskında çok önemli bir MİLLİ KRİPTO CİHAZI’mıza da el konuldu.

Daha sonraki yıllarda da Amerika’nın Türkiye aleyhindeki faaliyetleri ve Türk düşmanlarına yardımları hiç hız kesmeden devam etti.2016 yılında ABD güdümündeki Irak’taki kukla hükümete gaz verilerek Musul’daki, Başika’daki askeri varlığımız tehdit edildi, tehlikeye sokuldu ve Irak’tan çıkmaya zorlandı.

Aslında geçmişe yönelik anlatılacak çok şey var ama isterseniz kısa keselim ve gelelim bu güne…Ney yazık ki, Türk milletine zararlı Amerikan faaliyetleri azalmadığı gibi artarak devam etti ve halen de artarak devam etmektedir.

Artık gün; dün değil, bugün…
Gelen haberlere göre;

ABD tarafından, Suriye’nin Afrin bölgesinde bölücü örgüt PKK adına bir ‘TERÖR AKADEMİSİ’ kuruldu! Şu anda birçok ülkeden gelen kürtçü teröristler bu kampta Türk milletine karşı eğitilmektedir!

Türk istihbarat birimleri tarafından Başbakan Binali Yıldırım’a sunulan rapora göre; sadece 2016 yılında PKK’ya verilen silahlarla ‘modern bir ordu’ kurulması mümkündür!

Son günlerde PKK/PYD’nin, önemli miktarda cephaneyi Münbiç-El Bab-Afrin hattına naklettiği bilgisi de gelen bilgiler arasındadır!

PKK’ya verilen silahlar arasında uçaksavarlar, roketatarlar, Dockalar, Kaleşnikof, Zagros, Dragunov ve G- 3 otomatik piyade tüfekleri de yer almaktadır!

Bu şu demektir: ABD tarafından PKK/PYD/YPG, şimdiye kadar hiç olmadığı ölçüde Türkiye’ye karşı güçlendirilmekte, eğitilmekte, donatılmakta ve silahlandırılmaktadır.Burada verdiğimiz fotoğraf da zaten her şeyi açıkça ortaya koymaya yetmektedir. Afrin’de yeni çekilen bu fotoğraf, Türkçe Konuşan Ülkeler Uluslararası Gazeteciler Derneği (TKÜUGD) Suriye Medya Ofisi tarafından yayınlanmıştır.

Ne diyelim?
Böyle dost, böyle ortak… Düşman başına…

Aslında en güzelini, yıllar önce Aşık Mahzuni Şerif söylemiştir:

“Devleti devlete çatar,
İt gibi pusuda yatar,
Kan döktürür silah satar,

Su diye yutturur buzu,
Gafil düştük kuzu kuzu!

Bunca milletlere yazık,
Sömürülmüş bağrı ezik,
Seni sevenin fikri bozuk,

Ülkemizi parçalamaya çalışan dış güçlere karşı, Türk milleti ve bu topraklarda yaşayan herkes din, dil, ırk, cinsiyet, milliyet, etnik köken farkı gözetmeksizin el ele, omuz omuza tek vücut olmalı, birlik, beraberlik içinde birbirimize kardeşçe, dostça, sevgi ve saygıyla davranarak bu cennet vatanımızı korumalıyız.

Sevgiyle, akılla, bilinçle ve mutlulukla kalın..

Orhan Karakoç

https://bit.ly/2OPY2EG



























The Brig Grand Turk, 18 guns, was the third ship of that name. She was constructed as a privateer and launched in late 1812. She was purchased by a group of Salem and Boston men and commissioned on 28 January by President Madison to “cruise against the enemies of the United States.”

Privateers were an important part of the U.S. war effort during the revolution and the war of 1812 because her formal navy was so miniscule in comparison to that of Great Britain. Primarily they attacked merchantmen and ran from armed ships of comparable or greater size.

The image is from a painting by Antoine Roux made in Marseille in 1815. The more famous painting at the top of the page by the same artist is in the Peabody Essex Museum of Salem.


https://ee.stanford.edu/~gray/ships/grand_turk.html



Ahlak ve slogan

Editörün Notu: Değerli okuyucumuz, Yüksek Türkiye ideaimiz için Atamızın şu ifadesini hiç unutmamak gereklidir: 

"Bizi yanlış yola sevk eden habisler, biliniz ki çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. Saf ve nezih halkımızı hep şeriat sözleriyle aldatagelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz; görürsünüz ki, sıkıntılı dönemler hep din kisvesi altındaki küfür ve alçaklıktan gelmiştir. Onlar her hayırlı hareketi dinle karşılarlar. Halbuki hamdolsun hepimiz dindarız, artık bizim dinin icaplarını, dinin yasaklarını öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur!

"Bizim dinimiz en makul ve en doğal bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin doğal olması için akla, tekniğe, ilme ve mantığa uygun olması gerekir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. 

"İslam'ın sosyal hayatı içinde hiç kimsenin, bir özel sınıf halinde varlığını sürdürme hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dini kurallara uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin kurallarını eşit olarak öğrenmeye mecburuz."

Yaşar Nuri Öztürk'ün yaşamı da bu hurafelerle, din yobazlarıyla mücadeleyle geçti;  İslam'ı din bezirganlarının pençesinden kurtarmak için çabaladı durdu;  hayatını buna adadı; İslam'ı din bezirganlarının pençesinden kurtarmak için çabaladı durdu; Cehalete ve halkı kandıranlara savaş açtı. Ve, bir gün bile geri adım atmadı. 
İşte atta sizere sunduğumuz yazısı da bunun örneklerindendir.


Ahlak ve slogan 

Sadece devlet başkanı değil, aynı zamanda bir düşünce adamı olan Ali İzzet Begoviç, eserinde Kur'an'ın temel mesajlarından birini ifadeye koyarken şöyle diyor: ‘‘Kur'an'da, imana gel ki iyi insan olasın denmiyor. İyi insan ol ki iman etmiş olasın deniyor.’’ (Begoviç, Doğu ile Batı Arasında İslam, s. 158) Begoviç bu sözüyle, ahlakı slogan ve iddianın üstüne çıkaran Kur'an'sal diyalektiğin ruhunu çok güzel biçimde dile getirmiştir. Kur'an diyor ki: ‘‘İman ve zafer yüzlerinizi doğu veya batı yönüne dönmeniz değildir; iman ve zafer, o kişinin tavrıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanır; malı, içinden gelerek akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, yardım dileyenlere, özgürlüğüne kavuşmak için didinenlere verir; namazı kılar, zekâtı öder. Böyleleri, ahitleştiklerinde sözlerine sadıktırlar. Ferahlık ve sıkıntı zamanlarında, şiddet ve savaş durumunda sabredenlerdir onlar. Özü sözü bir olanlardır onlar. Takva sahipleri de işte onlardır.’’ (Bakara, 177) Ahlak ve özü, işte böylece slogan ve şeklin üstüne çıkaran Kur'an, eminim ki Begoviç'i alnından öpecektir.

Ahlak halinde yaşanmayan din şekil ve slogana, şuur haline gelmeyen iman ise iddia ve inatçılığa mahkûm olur. Slogan, değer üretmekle övünme imkânı bulamayan benliklerin, değer üretenleri övme veya sövme hedefi yaparak tatmin bulmalarının aracıdır. Slogancılığı, şekli ilahlaştırma tutkusu izler. Ve bu tutku yerleşince de din, hayat olmaktan çıkar, nefsin iştah ve kinini tatmin aracı haline gelir. O halde, dinin gerçek anlamda yaşanması nasıl olmalıdır? İslam'ın muazzez peygamberi bu sorunun cevabını ölümsüz bir ifadeye büründürmüştür. ‘‘Ben, ahlaksal güzellikleri tamamlamak için gönderildim.’’ Bunun bize aktardığı pratik mesaj şudur: Din ve ona bağlı olarak Hz. Peygamber, bir ahlak idesidir, bir görüntü modeli değil. Eskilerin kullandıkları bir deyimle, Hz. Peygamber bir tahalluk (ahlaklanma) konusudur, bir teşekkül (şekillenme) konusu değil. Şeklin, ahlaka bağlantısının olduğu noktalar elbette vardır. Bunlar vahyin tespitleriyle açıklanmıştır. Vahyin şekil belirlemediği hususlarda dini ve Resul'ü bir ahlaksal nitelikler kaynağı olarak almak, dinden bereketlenmenin biricik yoludur. Bu yol Resul'ün haliyle hallenme yoludur. Çile, aşk, ıstırap, tevazu, hizmet ve sabır gerektirir. Oysa ki, Resul'ü bir görüntü modeli yapmak, onu belli bir çevre ve coğrafyanın temsilcisi haline getirmek olur. Belli bir coğrafyanın görüntülerini kutsallaştıran bir modelin evrensel mesajların taşıyıcısı olduğuna kimseyi inandıramazsınız. Hem dine yazık olur, hem dindara...
Bir peygamberi gösteri ve resim modeli olarak almanın ucuzluğundan kurtulup onu yeni bir dünyanın yapılandırılmasında bir iman ve aşk modeli haline getirmek için, örfü ilahlaştırmaktan vazgeçmek gerekiyor. Bu gerçeği çok iyi yakalamış olan Peygamber eşi Hz. Aişe, kendisine ‘‘Peygamberimizin ahlakını bize anlatır mısın?’’ diyenlere şu ‘‘prensip cevap’’ı vermiştir: ‘‘Gidin, Kur'an'ı okuyun!’’
Bugünkü Müslüman dünyanın en büyük talihsizliklerinden biri, belki de en büyüğü, Hz. Peygamber'i, bir ahlak ve hareket modeli olmaktan çok, bir şekil ve görüntü modeli halinde algılamasıdır. Bu yanlış algılama sadece bizi vahyin ruhundan uzaklaştırmakla kalmıyor, diğer kitlelerin Kur'an rahmetinden yararlanmasını da engelliyor.

Sonuç şu: Bizler ahlaksal zemini tahrip edilmiş, değerleri birkaç karelik görüntüden ibaret hale getirilmiş bir anlayışı, insanlığın geleceğini kurmaya aday göstermek gibi bir tutarsızlığın temsilcileri durumuna düşürülüyoruz. Ve insanlık, ısrarlı ve haklı bir biçimde şunu soruyor: Bugünü cehenneme çevirenlerin yarınki cennet vaatlerine nasıl inanalım?

Gerçekçi insanlar sıfatıyla atacağımız ilk adım, ‘‘âlemlere rahmet’’ olan Son Peygamber'in üzerine örttüğümüz ‘‘örf şalı’’nı kaldırmak ve Kur'an'ın Muhammed'ini insanlığın tanımasına ve yararlanmasına açmaktır. Başka bir deyişle, sloganlarımızın kutsanması için paravan yaptığımız ‘‘elçi’’nin inat, iddia ve şekil zemininden, ‘‘Allah elçisi’’ Hz. Muhammed'in basiret, hizmet, sevgi ve ahlak iklimine geçişi sağlamak borcundayız. Bizi kurtaracak olan, Arap örflerinin desenleriyle süslü fistan modeli değil, Kur'an ahlakıyla yüklü aşk ve iman modelidir. Bu modeli hayatımıza sokamadığımız sürece, ruhundan ışık yıllarıyla uzakta kaldığımız kuralların görüntülerini ihya etmek bize, eriş ve oluşun kapısını asla aralamayacaktır.

Yaşar NURİ ÖZTÜRK
https://bit.ly/2EeTfrl


.

SAKARYA ZAFERİ KUTLU OLSUN

CUMHURİYET TARİHİMİZDE 13 EYLÜL 1921

Sakarya zaferine doğru son dört gün..

İnisiyatifi ele alan Türk ordusu sabahleyin karşı saldırıya geçti. Mustafa Kemal Paşa, Fevzi ve İsmet paşalarla Albay Kâzım Bey, Zafertepe’de harekâtı izliyorlar. Mangaltepe çarpışmasız ele geçirildi.

Yunan ordusu Başkumandanı Sakarya’nın batısına çekilme emri verdi. Savaşın 21. günü… Yunanlılar bütün önemli mevzilerini bırakıyor. Sabah saatleri…Türkler Yunan siperlerini boş buldular. Çok kanlı çarpışmalarla elden çıkmış olan Çal Dağı Türklerin eline geçti. Sakarya’ya hâkim Duatepe,
 Kartaltepe, Beştepeler de zapt edildi. Yunanlılar Sakarya gerisine çekilmeden önce 8 km’lik demiryolunu tahrip ettiler. İnebolu’dan cepheye şenliklerle yeni asker sevk edildi.

Yunanlıların “Ankara’yı ele geçirerek Türk direnişini sona erdirmek” amacıyla 23 Ağustos’ta başlattıkları, 22 gün süren Sakarya Savaşı; Türk ordusunun zaferi ile sonuçlandı. Gün ışıyınca saldırılarına başlayan Türk birlikleri her koldan ilerledi. Yunanlıların çekilmesiyle Bütün Sakarya batısı Türklerin eline geçti. Bakanlar Kurulu Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’ya bir kutlama yazısı gönderdi: “Anafartalar kahramanının genç başı üstünde sonsuza kadar sönmeyecek olan bir Sakarya güneşi parladı.”

Resmî bir bildiri ile Türk zaferi ilan edildi. Yurdun her yanında şenlikler yapılıyor, mevlitler okunuyor, dualar ediliyor, fener alayları düzenleniyor.

Kaynak: Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü IV, TTK yayını.

*
300 yıldır Türklüğün üzerine yürüyen emperyalist düşmanlar Sakarya'da (1921) durduruldu; Dumlupınar'da (1922) ise tepelendi, sürüldü, kovuldu.

Prof. Dr. Cihan Dura


MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...