CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

DEVLETİMİZE YÖNELİK TEHDİTLERE KARŞI, BİZ TÜRK GENÇLERİNİN ALACAĞI TEDBİRLER NELER OLMALIDIR?

Devletimize yönelik tehditlere karşı,  biz Türk gençlerinin alacağı tedbirler neler olmalıdır?
(yarbay melıh gülova)

Tarih bilımi, bizlere geçmişte yaşanmış olayların sosyal, kültürel ve teknolojik nedenlerini, hangi sorunlardan kaynaklandığını anlatarak ondan sers almamızı, yani aynı sorunlara tekrar karşılaşmamamız için ne gibi tedbirler almamızı gerektiğini öğretiz.

Geçmişteki olaylar, bu günün bilgileriyle, ancak geçmişin şartları dikkate alınarak incelendiğinde, tarihten "ders" alınabilir.

Arkadaşlar, bu yazıda sizlere; biz Türk gençleri olarak, milletimizi ve vatanımızı çağdaş medeniyet seviyesine çıkarmak güçlü, zengin, müreffeh ve huzurlu bir Türkiye yaratmak için, ortaya çıkacak bütün sorunların akıl ve bilmin önderliğinde çok çalışarak çözümlenmesi için, Atatürkçü düşünce sistemine uygun olarak önce geçmişte; Türk tarihinin derinliklerinden çıkardığımız derslere ilaveten;

Atatürk'ün Türk gençlğine hitabında belirttiği tehlikeleri de içine alan ve devrimleri sürekli kılamadığımız ve gerekli tedbirleri yeterince alamadığımız için bugün karşımıza tekrar çıkan sorular, tehlikeler karşısında,

Biz Türk gençlerinin, alacağı tedbirler anlatılacaktır.

2500-3000 yıllık geçmişi olan ve tarih boyunca yaşamış ve yıkılmış Türk devletlerinin büyük bir kısmı, düşmanın kuvvetli orduları ile yıkılmamış, tam tersine şimdi anlatacağım sosyal, kültürel ve ekonomik nedenler, sorunlar sebebiyle yıkılmıştır. Bu nedenleri tespit eden Atatürk, kurtuluş savaşından sonra bir Türk milleti oluşturarak çağdaş bir Türk milleti kurmak için kültürel, sosyal ve teknolojik alanlarda birçok devrim yapmıştır.

Türk Devrimi; bağımsızlık, eğemenlik çeğdaşlaşma mücadelesidir. Türk milletinin çağdaşlaşmasını sağlayan kökten, sosyal bir değişimdir, ilerleme ve gelişmeyi hedef alan dinamik bir harekettir. Türk devrimi, milli birlik ve bütünlüğe önem vererek, demokratik rejime yönelmiş ve onun savunucusu olmuştur.

Bu sorunlar köklü tedbirlerle çözülemediği için, daha sonra günümüzde değişik oyuncular tarafından yeniden sahneye konmaya başlamıştır.

1. Geçmişte, eski Türk devletlerinin hemen hemen hepsi, siyasi iktidarı, ele geçirmek maksadıyla ve düşman devletlerin kışkırtmaları ile çıkarılan iç ayaklanmalar isyanlar ile yıkılmıştır. Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti devleti'nin "vatan ve milletinin bölünmez bütünlüğüne" karşı geçmişte ve günümüzde olduğu gibi gelecekte de saldırılar olacağını, Türk milletinin olumsuz şartlar içinde bulunduğu hallerde, her yönden üstün düşmanların milletimize saldıra bileceğini bildirmiştir.

Bugün; Türkiye'nin yüksek gelişme potansiyeli ve dünya üzerindeki konumunun çok önemli olması nedeniyle vatanımızın ve milletimizin içten parçalara ayrılarak tıpkı geçmişte olduğu gibi, parça parça yok edilmek istenmesi tehdidi, bugün de gerçekliğini korumaktır. 1980'li yıllara kadar aşırı sol, yıkıcı ve bugün dahi süren bölücü örgütlerin saldırıları günümüzde yerini bölücü örgütlerle berber çalışan aşırı sağ, irticai örgütlere bırakmıştır.

Tedbir olarak bizler Türk gençliği, vatanı bir, dili bir, bayrağı bir, kültürü bir, ülküsü, amaçları bir, kederde vesevinçde aynı ortak duyguları paylaşan büyük Türk milletinin birer ferdi olduğumuzu asla unutmamalıyız. bizleri parçalamaya çalışan aşırı ve ayrı fikirli insanlara, örgütlere kanmamak için onların karşısına bu konularda son derece bilgili olarak çıkmalıyız. devlet yapısını ve işleyiş tarzını çok iyi bilmeliyiz. onların fikirlerine taraftar bulamamaları için, kandırdıkları kişileri ikna ederek kendi tarafımıza çekmeliyiz onlar silahlı eyleme geçmedikleri sürece, fikren ikna etmeye çalışmalıyız. silahlı eylem yaparak milletimizi karşılarına alanları devletin güvenlik güçlerine bildirmeliyiz.

2. Geçmişte, dünyada birçok gelişmeler yenilikler yapılırken, Türk devletleri yönetimlerini, ülkenin sorunlarını çözebilecek şekilde geliştirememişlerdir. buda yönetimin içte ve dışta otaritesini zayıflatmıştır. bu otoriteyi uhrevi güçlerle kuvvetlendirmek isteyen padişahlar, halifelik sıfatlarınıda kullanmaya başlamışlardır. Böylece devlet yönetimi laiklikten uzaklaşıp, din ve devlet işleri birbirine karışmıştır.

Bugün, yüce Aatürk'ün dini işler ile sosyal, hukuksal, kültürel, siyasal alnlarda laikleştirmiş olduğu devlet işlerinin Birbirinden ayrılarak, yürütülmesi için yapılmış olan yasalar, iktidarda bulunanların gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunmaları ve hatta bu iktidar sahiplerinin kişisel çıkarlarını, aşırı eğilim sahiplerinin genel politikalarıyle birleşmeleri nedeniyle, yeterince etkin olarak uygulanamamıştır.

Bu nedenle halen, Türkiye'de faliyette bulunan yasal ve yasadışı dernekler, tarikatlar, şeyhler ve şeriatçı terör örgütleri tarafından, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin çağdaş ve laik düzenini değiştirerek dini kurallara dayalı bir devlet düzeni kurmak amacıyla, milletimizi, gençlerimizi kandırmaya çalışmaktadır.

Bugün Türkiye, gerek iç ve gerekse dış propaganda ve tehdit odaklarıncai laik ve demokratik yapısını yıkmaya yönelik bir çok faliyetle karşı karşıya bulunmaktadır.

Tedbir olarak, bu tehditlerle tekrar karşılaşmamak veya tekrar karşılaşıldığında mücadele edebilmek için; dinimizle ilgili temel kitap olan kur'anı mutlaka okumalıyız ve bilmeliyiz.

Yasa dışı dini kuruluş ve derneklere maddi çıkarlar elde etmek için girmemeliyiz, parasal yardım yapmamalıyız. bilmeliyiz ki bir defa bu örgütlere, tarikatlara veya onların vekıflarına girenler, yasa dışı işlere bulaştırılmakta, örneğin, kara para aklama, vergi kaçırma gibi işlere bulaştırılmakta ve bir daha çıkmaları zorlaşmaktadır. bu tür örgütleri devlet kuruluşlarına cesaretle bildirmeliyiz.

Likliğin; dini ne olursa olsun bütün vatandaşlara devletin sosyal, hukusal, kültürel ve siyasal bütün devlet işlerinde eşit muamele yapılmasını sağladığını bilmeliyiz.

Atatürk'ün gerçek bir müslüman olduğunu o'nun 1923 yılında balıkesir paşa camiinde söylediği; "allah birdir. şanı büyüktür. peygamberimiz efendimiz hazretleri, allah tarafından insanlara hakiki dini tebliğe memur ve elçi olmuştur. hepimizce bilinen esaslarıi kur'an da mevcuttur. dinimiz son ve en gelişmiş dindir. çünkü, dinimiz akla, mantığa ve hakikate tamamen uymaktadır." sözlerini iyi bilmeli ve bu yüce Türk büyüğünü, savunmalıyız.

Aynı milletin fertlerinin dini inançlarındaki farkların o milleti etkilemeyeceğini, bu nedenle dini kamlaştırmaların, çalışmaların olmaması gerektiğini bilmeli ve bu yönde yapılacak kışkıtmalara kanmamalıyız.

Milli değerlerimiz olan dilimizin, kültür ve tarihimizin çeşitli amaçlarla tahsif edilmesine müsamaha etmemeli, bilimsel ve hukuksal yollarla tepki göstermeliyiz.

3. Geçmişte; aynı dönemde yaşayan iki Türk devleti arasında düşman devletlerin kışkırtmaları sonucu çıkarılan savaşlar ile Türk devletlerinin yıkıldığı görülmüştür.

Günümüzde, halen yaşayan Türk devletleri ile kültür bağlarımızın güçlendirilmesi için, yüce Atatürk'ün vaktiyle verdiği direktif doğrultusunda çalışmalar başlatılmıştır. bizlerde kendi öz "Türk dilini, tarihini, güzel sanatlarını yabancı kültürlerden arındırmalıyız. bu konuda yapılan bütün çalışmaları desteklemeliyiz.

4. Geçmişte; imparatorluk içerisinde bulunan etnik unsurların milliyetçilik fikriyle isyan ettikleri, milliyetçilik fikirlerinin, çok uluslu bir yapıya sahip olan osmanlı devleti'nin dağılma sürecini hazırladığı görülmüştür.

Günümüzde ise, ulu önder Atatürk sayesinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin çok uluslu bir devlet olma özelliği kalkmış, sadece tek bir milletin, Türk milletinin devleti olma özelliğini kazanmıştır. devletimizin ilelebet yaşaması için tek (üniter) millet olma özelliğini korumak için ülkemizi, başka ülkelerin etkisinden kurtararak, çağdaş medeniyet seviyesindeki milletlerin kültür seviyesine çok çalışarak, devrimler, keşifler, icatlar, şaheserler yaparak çıkmalıyız. hala ülkemizde, Atatürk milliyetçiliği dışında, dünyada yaşayan Türk devletlerini bir bayrak altında toplama "turan" hayalleri ile "milliyetçilik" adı altında "ırkçılık" yapılmaktadır. devletin yasal güçleri dışında, yasadışı, gizli silahlı örgütler oluşturularak, her türlü yasa dışı usulleri uygulayan, milli çıkarlarımızı savunduklarını iddia ederek, yasadışı birtakım faaliyetlerle maddi çıkar temin eden, örgütler, partiler bu çıkar uğraşlarını halen sürdürmektedirler. tıpkı aşırı kökten dinci, radikal islami örgütler gibi, bunlarda milliyetçiliği paravan olarak kullanmaktadırlar. hatta "Türk-islam sentezi" adı altında aşırı dinciler ile milliyetçiler eylem birliğine girmektedirler.

Tedbir olarak, biz Türk gençleri, Atatürkçü düşünce sistemi ile gerçek sorunun, Türk-islam milliyetçiliği kisvesi altında çıkar örgütleri oluşturduklarını, iktidarı ele geçirdiklerinde devletimizin demokratik yönetimini ortadan kaldırarak bir diktatörlüğe dönüşeceğini bilmeliyiz. bu nedenle Türk milletinin ortak menfaatlerinin ve özellikle, milletin kendi, kendisini kayıtsız, şartsız yönetme gücünün sürekli korunmasını ön gören Atatürk milliyetçiliğinin bu özelliğini çok iyi bilerek çevremizdeki insanları uyarmalıyız Türk ordusunun ve güvenlik güçlerinin, Türk milletinin emrinde olduğunu ve Atatürk milliyetçisi olduklarını, milletimizin, bu güçlerin dışında "milliyetçi" kisvesi altında yasa dışı silahlı örgütlere ihtiyaç olmadığını bilmeli ve çevremizdekilere anlatmalıyız.

5. Geçmişte; devlet adamlarının yetersizliği ve ekonomik çöküntü nedeniyle devlet idaresi bozulmuş, ahlaki çöküntü başlamış, rüşvet ve adam kayırma artmıştır. bu hususta milletin padişada olan güvenini ortadan kaldırmıştır.

Günümüzde ise, yüce Atatürk'ün devrimleriyle gerçekleşen, sosyal, hukuksal, kültürel siyasal alanlarda devlet işlerinin yürütülmesi için yapılmış olan yasalar dışında, devleti yönetmeye talip olan, seçilmiş insanlarımızın gaflet, dalalet ve hatta hiyanet içinde bulundukları ve hatta bu insanlarımızın seçim sisteminin bozukluğundan kaynaklanan bir nedenle kişisel çıkarlarını, aşırı eğilim sahiplerinin genel politikalarıyla birleştirdikleri, rüşvet aldıkları, adam kayırdıkları bir gerçektir. bu gün Türkiye büyük millet meclisinde işledikleri çeşitli suçlardan dolayı dokunulmazlıklarının kaldırılması beklenen birçok milletvekilinin olduğu, liyakat yerine kayıtsız, şartsız kişilere sadakat arandığı, bunun da kadrolaşmayı ortaya çıkardığı bir gerçektir.

Tedbirinin kaldırılması beklenen birçok milletvekilinin olduğu, liyakat yerine kayıtsız, şartsız kişilere sadakat arandığı, bunun da kadrolaşmayı ortaya çıkardığı bir gerçektir.

Tedbir olarak,Türk gençliği, demokrasimizi, Cumhuruyetimizi korumak için, sistem bozukluklarını ortadan kaldırarak, milletimize sadık yani Atatürk milliyetçisi ve milletimizi temsil etmeye layık, dürüslüğü, çalışkanlığı ile bilinen insanlarımızı seçmek için çalışmalıyız. bunun dışında, bütün insanlarımıza, geçlerimize ve çocuklarımıza, ilk önce ve her şeyden önce, Türkiye'nin bağımsızlığına, milletimizin kendi, kendisini yönetme gücü olan demokrasimize, Cumhuriyetimize, kendi benliğimize, milli kültür ve geleneklerimize düşman olan bütün unsurlara, mücadele etmek gereğini öğretmeliyiz.

6. geçmişte; ordunun emir komuta dinlememesi, fiilen siyasetle uğraşması, avrupa ordularının teknoloji açıdan büyük atılımlar gerçekleştirirken, Türk ordularının çağ dışı kalması, devletin büyük yenilgilere düşmesine, giderek devletin çökmesine neden olmuştur.

Günümüzde Türk orduiarı olarak, Türk gençliği, demokrasimizi, Cumhuruyetimizi korumak için, sistem bozukluklarını ortadan kaldırarak, milletimize sadık yani Atatürk milliyetçisi ve milletimizi temsil etmeye layık, dürüslüğü, çalışkanlığı ile bilinen insanlarımızı seçmek için çalışmalıyız. bunun dışında, bütün insanlarımıza, geçlerimize ve çocuklarımıza, ilk önce ve her şeyden önce, Türkiye'nin bağımsızlığına, milletimizin kendi, kendisini yönetme gücü olan demokrasimize, Cumhuriyetimize, kendi benliğimize, milli kültür ve geleneklerimize düşman olan bütün unsurlara, mücadele etmek gereğini öğretmeliyiz.

6. Geçmişte; ordunun emir komuta dinlememesi, fiilen siyasetle uğraşması, avrupa ordularının teknoloji açıdan büyük atılımlar gerçekleştirirken, Türk ordularının çağ dışı kalması, devletin büyük yenilgilere düşmesine, giderek devletin çökmesine neden olmuştur.

Günümüzde Türk ordusu, değişmez baş komutanımız yüce Atatürk'ün emir ve direktifleri ile, yüce milletimizin onayladığı anayasa ve yasalar çerçevesinde ve emrinde olarak, teknolojik açıdan büyük gelşmeler sağlamış ve halen dünyanın en güçlü ilk beş ordusundan birisi olmuştur. 2500-3000 yıldan beri ordu-millet geleneğinin en güçlü parçası olan ordumuz, milletimizin, Cumhuriyeti koruma ve kollama görevini verdiği yegane güven ve gurur kaynağıdır.

Tedbir olarak, biz Türk gençleri, çağdışı ve dış mihraklı hiç bir siyasi düşünceye taraftar olmamalıyız. kendi tarihimizden aldığımız tecrübelerimizle, kendi milli kültürümüze ve karakterimize uyan Atatürkçü düşünce sistemini bütün sorunlarımızın çözümlenmesinde kullanmalıyız.

Biz Türk gençleri olarak, devletimizin bütünlüğüne yönelecek olan iç ve dış düşmanlarımızı ortadan kaldırıp, yüksek refah seviyesine ulaşmış, gelişmiş bir ülke olarak varlığının devamını sağlamak için; askerliği, asker olarak yapacağımız, eğitim, atış, spor faliyetlerini iyi öğrenmeli ve başarılı bir şekilde uygulamalıyız. genel kültürümüzü geliştirmek için çok okumalıyız ve öğrenmeliyiz. böylece bazı kişilerin uydurarak söylediklerine, yalanlarına kanmayız. böylece onların kişisel çıkarlarına alet olmamış oluruz.

7. Geçmişte; Türkçe dışında milletin anlamadığı dilde ve harflerle (osmanlıca ve arap harfleriyle) yönetimin, eğitim ve öğretimin yapılması, halk ile yönetimi (otoriteyi) birbirinden kopuk hale getirmiştir. 19 ncu yüzyıla gelindiğinde eğitim- öğretimin yaygınlaşması, gazetetinin günlük yaşama girmesi, dış ülkelerle haberleşmede telgrafın önem arz etmesi, öğrenilmesi ve yazımı arap alfabesine göre daha kolay olan latin alfabesine geçişi gerektiriyordu. Atatürk döneminde, Türk milletinin birlik ve beraberliğinin sağlanması yönünde atılan en önemli adım, arap alfabesinden latin alfabesine geçilmesidir.

Atatürk, Türk kültür birliği uğrunda çok çalışmış, dünyadaki yaşayan Türk milletlerinin fikriyle, zihniyetiyle, kıyafetiyle medeni milletler seviyesine çıkmasını esas hedef olarak belirlemiştir. modern Türkiye'yi yaratırken demokrasiye (Cumhuriyetçiliğe) laikliğe, halkçılığa, devletçiliğe, milliyetçiliğe, devrimciliğe önem vermiştir. sosyo-kültürel alanda yapılan inkılaplarda, örneğin kılık kıyafette birliğn sağlanması, soyadında kişinin sosyal durumunu belirtecek sıfatların kullanılmaması, kadınlara seçme ve seçilme haklarının verilmesi gibi devrimlerin etkili olmasıyla tüm vatandaşlar eşit sayılmış, sosyal tabakalar ortadan kaldırılmıştır.

Tedbir olarak, bizler bütün sorunlarımızın çözümlenmesinde, öncelikle birbirimizle iletişim kurabilmek için, milli kültürümüze ve dil özelliklerimize uygun olmayan alfabeleri kabul ettirmeye açlışanlara karşı çıkmalıyız.

9. Geçmişte; 17 nci yüzyılda, avrupa'da rönesans (yeniden doğuş) ve reform (dini ıslahat) hareketleri ile başlayan dinde, kültür ve sanatda bilim ve teknolojideki gelişmeler aydınlanma çağını başlatmış, yeni buluşlar, yeni toprakların keşfi avrupa'yı hem manevi hem de maddi alanda yükseltmiştir. buna karşılık osmanlı devleti bu yeiliklere yabancı ve uzak kalmıştır. sözde din adamları sınıfı gibi bir zümre bağnaz, tutucu ve mutaassıp düşüncelerle her türlü yeniliğe karşı çıkmış, bu nedenle osmanlı devleti büyük bir hızla gerileyerek çökmüştür. aydınlar ve siyaset adamları reformların yapılmasını istemiş, ancak, gerilemenin gerçek sahiplerini bulmak yerine, osmanlıların zaferlerle dolu geçmişinden medet ummuşlar, batıdaki değişimi ve gelişmeyi iyi değerlendirememişlerdir.

... hayatta en hakiki yol göstericinin ilim olduğunu söyleyen Aatürk'e göre; Türk toplumunun kurtuluş yolu akılın kullanılması (bilimsel mantık) ve ilimdir.

Günümüzde ise, eğitimde laiklik ve eğitim seviyesinin yükseltilmesi konularında yapmamız gereken devrimleri halkımızın, milletimizin ortak çıkar ve menfaatlerini dikkate alarak gerçekleştiremediğimiz için, Türk insanı 20 nci yüzyılda da büyük yeniliklere, keşif ve icatlara imzasını atamamıştır. ancak, bütün bunlara rağman, kültürel ve teknolojik alanlarda, uluslararası nitelikte başarılar kazanmaya başlasıkları görülmektedir. tamamen laikleştirilmiş sekiz yıllık kesintisiz eğitim, Türk milletinin, kültür seviyesini yükseltecektir. bu da bize, yeni teknolojilerin bulunması ile onları üretecek sanayi tesislerini, gelişmiş bir ekonomiyi ve milletimizin zenginleşmesini sağlayacaktır.

Tedbir olarak; biz Türk gençleri, bir milletin çağdaşlaşması, modernleşmesinin, ancak ve ancak, laik, akla, çağdaş bilme dayanan ve seviyesi yüksek, çağdaş bir eğitimden geçeceğini asla unutmamalı, bu hususu yakın çevremizde olupta anlayamamış olan herkese sabır ve hoşgörü ile anlatmalıyız.

3000 yıllık Türk tarihinden çıkaracağımız ve asla unutmamamız gereken en önemli dersler, sizlere anlatılan bu tedbirlerdir.

Genel sonuç olarak; devletimizin, tıpkı geçmişte olduğu gibi parça parça yok edilmek istenmesi tehdidi buğün de; gelecekte de gerçekliğini korumaktadır.

Yarbay Melih Gülova



Yarbay Melih Gülova kimdir?

Yarbay Melih Gülova görev yaptığı manisa'dan kendi isteği ile şırnak'a yeni tayin olmuştu. manisa'da kalan en yakın arkadaşı yüzbaşı hasan özmen'de yarbay gülova'nın ailesine göz kulak olacaktı.

Yarbay Melih Gülova astları ve üstlerince çok sevilen, saygı duyulan bir komutandı. halkla da her zaman iç içeydi. kendine hiç boş vakit bırakmaz, en kötü ihtimalle askerlerini toplar ve onlarla uzun uzun konuşmalar yapardı. askerlere öğütler verir, gençlerin asıl askerliklerinin sivile gidince başlayacağını anlatırdı. vatanın tehlikede olduğunu, iç savaş çıkabileceğini, devletimizin bölünebileceğini, siyasetçilere ve askerlere bile güvenilmemesi gerektiğini, bu ülkenin büyük önder mustafa kemal tarafından yalnız ve yalnız bu ülkenin çocuklarına emanet edildiğinin altını çizer, "bu ülkeyi ancak sizler kurtarabilirsiniz" der ve Türk geçlerinin neler yapması gerektiğini anlatırdı.

Uzaktan kumandalı bir mayınla öldürüldü!..

Bitmedi!

Yarbay Melih Gülova'nın şehit edildiği saatlerde, ailesini emanet ettiği yüzbaşı hasan özmen de manisa'daki birliğinde ölü bulundu!

Atatürk'ün Müthiş İddiası : Amerikalılar Türktürler

Atatürk, elimide bulunan bazı tarihi verilerden hareket ederek ( Piri Reis Haritaları gibi ) Türklerin K. Kolomb'dan önce Amerika'yı keşfetmiş olabilecekleri tezi üzerinde durmuştur. Özellikle 1930'lardaki tarih ve dil çalışmaları sırasında bu yöndeki bazı ip uçlarıyla ilgilendiği anlaşılmaktadır. Örneğin, yine bir gece tarih ve dil üzerine çalışırken Amerika ve Türkler konusunda bir ip ucuna rastlamıştır. Sonrasını o sırada Atatürk'ün yanında bulunan yaveri Cevat Abbas Gürer'den dinleyelim.

Alıntı:
"Böyle bir gecenin yarısından sonra idi. Meşhur Rus alimiPekarsky'in Yakut Lügatını tetkik eden Atatürk'ün "EMERİK" kelimesine gözü ilişmişti.

Durdu ve kendi kendine gülmeye başladı. Derin bir haz ve neşe içinde gözlüğünü çıkardı. 'Birer sigara ve kahve içelim' emrini verdi. Meğer bulduğu 'emerik' kelimesi Türk Yakut dilinde 'denizle ayrılmış arazi parçasını' ifade eden manaya geliyormuş. Haz veneşesi yaratan mütaalasını da acizden esirgemedi. Emerik kelimesinin Amerika'nın kaşiflerinin tarihiyle, Yakut Türklerinin kıdemleri tarihini mukayese ederek, 'Amerika'nın adını büyük ecdad koymuştur ' dedi.

'Evet; Kristof Kolomb'dan sonra Amerika'ya muhtelif zamanlarda dört defa seyehat eden floransalı gemici 'Ameriko Vespuçi' adına izafe edilen Amerika kıtasına Avrupa Kaşiflerinden çok evvel Asya'dan geçenlerin yeni tetkiklerle kıdemlerini ( kökenlerini ) biliyoruz.' buyurdurlar" 

Yani Atatürk, "Amerika" adının, Ameriko Vespuçi'den değil, Yakut dilinde halen kullanılan Türkçe "Emerik" (Amerik) sözcüğünden geldiğini tespit etmiştir. Onun bu tespiti, III. Türl Dil Kurultayı üçüncü gün birinci toplantısında sunulan Genel Sekreterlik Raporunda şöyle ifade edilmiştir:

"Bu kıtaya Amerika isminin Ameriko Vespuçi'nın adına göre verildiği iddiasıyna karşı, daha bundan önce Nikaragua yerlilerinin Amerika adını kullandıklarını yine Avrupalı coğrafya ve tarih uzmanlarının kitaplarında buldukları, Yakut Lügatı'ndaEmerik kelimesine de hala yaşayan bir söz olarak rast geldikten sonra..."

Atatürk, yaptığı araştırmalar sonunda Amerika'yı Kolomb'dan önce Türklerin keşfettiğini, hatta Amerika'nın ilk yerli halkları arasında Türklerin olduğunu düşünüyor, bu düşüncesini her fırsatta dile getirmekten de çekinmiyordu. Örneğin, bir keresinde bu düşüncesini Amerikalı bir gazeteciyle paylaşmıştı.

Atatürk bir gece Ankara Palas'ta Kızılay'ın düzenlediği bir baloya katılmıştı. Bir süre sonra balo salonunda elinde viski bardağıyla dolaşan uzun boylu bir adam dikkatini çekmişti.

Adamın duruşundan bir yabancı olduğu anlaşılıyordu

Atatürk yavaş yavaş yaklaşan adama yaklaşmış ve önce yanında bulunan Tevfik Rüştü Aras'a: "Bu mösyö kimdir?" diye sormuştu.

Tevfik Rüştü: "Paşam amerikan Gazetecisidir" diye yanıt verince Atatürk, o gazeteciyle tanışmak istemişti.

Tanışmanın ardından Atatürk'le Amerikalı gazeteci arasında şu konuşma geçmişti:

Atatürk Amerikalıya: "Hangi Irktansınız ?" diye sormuş.

"Amerikalıyım" yanıtını alınca.
"Hayır, siz Amerikalı Değil Türksünüz!" diye karşılık vermişti.
Amerikalı önce şaşırmış, bir yanlış anlaşılma olduğunu düşünerek yine "Ben Amerikalıyım" diye diretince Atatürk:
"Cristof Colomb'tan elli yıl önce Türkler Amerika'yı keşfetmişler!" diye söze başlayarak, müzelerimizde ceylan derisinden yapılmış Amerika haritalarının bulunduğunu, Amerikaya giderken rastlanan Kayık Adaları'nın Türkçe Olduğunu, Türkçede kayığa sandal da dendiğini, Kanarya Adalarının adının "KANARİ" olarak yazıldığını, Kanari'nin bizim Türkçede KANARYA olduğunu ve Amerikan yerli halklarının Bering yoluyla Orta Asya'dan Amerika'ya gittiklerini anlattıktan sonra Amerikalıya:

"Siz Amerikalılar Orta Asya'dan hicret ettiniz. Olsanız olsanız Türk olabilirsiniz." diyerek sözlerini bitirmişti.

Amerikalı gazeteci şaşkındı.

Atatürkün tarihe olan ilgisini gördükten ve Amerikan tarihi hakkındaki ilginç sözlerini duyduktan sonra bir kaç günlüğüne geldiği Türkiye'de daha uzun süre kalmış; günlerce müzelerde incelemeler yapmış, kitaplar okumuş, notlar almış ve Amerika'ya gidince de:

"Biz Amerikalılar Türk'ten başka bir şey değiliz..." diye yazılar yazmıştı. Türk Gazeteleri de Amerikalının Yazılarını Türkçeye çevirerek yayımlanmışlardı.

Kaynak : Atatürk ve Kayıp Kıta MU 2 Köken Sinan Meydan S-60 

ATATÜRK’ÜN EKONOMİ POLİTİKASININ TEMEL KAVRAMLARI

Atatürk'ün Ekonomik Görüşü, Devletçilik

Prof. Dr. Mustafa A. Aysan 

ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 6, Cilt: II, Temmuz 1986  

  ATATÜRK’ÜN EKONOMİ POLİTİKASININ TEMEL KAVRAMLARI

Atatürk’ün ekonomi politikası, çok sevdiği ulusunun çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırılması hedefine yöneliktir. Bu uygarlık düzeyi, zamanın Batı Avrupa toplumlarında örnekleri görülen bir ekonomik refah düzeyidir. Ancak, bu Kemalist ekonomik kalkınma modeli, dünyanın ezilen uluslarına örnek teşkil edecek özellikler taşımaktadır. Aynen siyasal bağımsızlık konusunda dünyanın ezilen uluslarına verdiği örnek gibi....

I. Atatürk Ekonomik Kalkınmayı “Sistem Yaklaşımı” ile ele almıştır.

Çağdaş anlamda bir “model”in bütün unsurlarını taşıyan Atatürk’ün ekonomi politikasının, belirli ve ölçülebilir amaçları vardır; bu amaçlara uygun araçları vardır; araçların topluca amaçlara yönetilmesini sağlayan bir sistem yaklaşımı vardır; ekonomik sistemin bütün altsistemler ile belirlenebilen ve ölçülebilen sonuçları vardır; ve bu sonuçların amaçlarla karşılaştırılmasından sonra ulaşılacak yargılara göre düzeltilmesini sağlayacak bir geribesleme düzeni vardır. Bu özellikleri olan ekonomik kalkınma politikası ile Atatürk, askerî stratejide uyguladığı o eksiksiz “sistem yaklaşımını”1, amaçladığı toplumsal kalkınma sisteminin bir alt sistemi olan ekonomiye de uygulamıştır. Aşağıda bu sistem yaklaşımının türlü yönleri açıklanacaktır. Atatürk, Türk toplumunun ekonomik ve sosyal kalkınmasına yaptığı “sistem yaklaşımını”, 1937’de şöyle ifade etmiştir:

“Şimdi arkadaşlar, ekonomi hayatımızı gözden geçireceğim. Derhal bildirmeliyim ki ben ekonomik hayat denince, ziraat, ticaret, sanayi faaliyetlerini ve bütün nafıa (bayındırlık) işlerini birbirinden ayrı düşünülmesi doğru olmayan bir kül (bütün) sayarım. Bu vesile ile şunu da hatırlatmalıyım ki, bir millete müstakil (bağımsız) hüviyet ve kıymet veren siyasî varlık makinasında, devlet, fikir ve ekonomik hayat mekanizmaları, birbirine tabidirler. O kadar ki, bu cihazlar birbirine uyarak aynı âhenkte çalıştırılmazsa, hükümet makinasının motris (önde gelen sürükleyici) kuvveti israf edilmiş olur; ondan beklenen tam verim elde edilemez. Onun içindir ki, bir milletin kültür seviyesi üç sahada, devlet, fikir ve ekonomi sahalarındaki faaliyet ve başarıları neticelerinin hâsılası ile ölçülür”2.

2. Atatürk’ün Ekonomi Doktrini, kendinden önce uygulanmış ideolojilerden farklıdır.

Atatürk’ün ekonomi alanında kendinden önce öne sürülmüş ekonomik sistemlerle ilgili ideolojilerden hangisini benimsediği konusunda çok tartışma yapılmıştır. Oysa, Atatürk’ü sağ, ya da sol ekonomik ideolojilere kapılmış, ya da onları benimsemiş bir lider olarak göstermek, O’nun anısına yapılmış büyük haksızlıklardan biri olsa gerektir. O, kendi ekonomik ideolojisini zaman içinde oluşturmuş ve onu yıllarca uygulamıştır. Burada bu gereksiz tartışmanın örneklerini vermek yerine, ekonomik ideolojiyle ilgili olarak ne söylemiş, neyi yapmış; onun anlatılması daha yararlı görülmüştür.

Atatürk’ün yarattığı ekonomik ideolojinin en özlü ifadesi, 1936 yılında yayımlanan ikinci Sanayi Plânı’nın önsözünde yazdığı şu sözlerin içindedir:

“Devletçiliğin bizce manası şudur: fertlerin hususî teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını gözönünde tutarak, memleketin iktisadiyatını devletin eline almak.

“Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk vatanında asırlardan beri ferdî ve hususî teşebbüslerde yapılamamış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi ve görüldüğü gibi kısa bir zamanda yapmaya muvaffak oldu. Bizim takip ettiğimiz yol, görüldüğü gibi liberalizmden başka bir sistemdir”.

Bu sözlerin İkinci Sanayi Plânı’nın önsözünde, üzerinde uzun süre düşünülmeden, her kelimesi üzerinde titizlikle durulmadan bir önsezi ile yazılmamış olduğu konusunda elimizde çok güçlü kanıtlar vardır:

1. Atatürk 1923’den başlayarak ülkede alman ekonomik önlemler, uygulanan ekonomi politikası, uygulama sonuçları, yapılan plânlar ve yatırımlarla çok yakından ilgilenmiş, plânlara, programlara ve yatırımlara çok yararlı, zamanında ve yerinde müdahalelerde bulunmuştur. Zamanında yerli ve yabancı uzmanlarca hazırlanan iki “Sanayi Plânı”nı satır satır ve bazı yerlerin altını çizerek, bazı yerlerinde düzeltmeler yaparak okuduğu3, yatırımların başlaması, bitişleri ve uygulamalarını yakından izlediği ve zamanında uygulanan Birinci Beş Yıllık Sanayi Plânı’nın % 100 oranında gerçekleştirilmesini sağladığı bilinmektedir.

2. Atatürk benzer görüşleri çok önceleri söylemiştir. 21 Nisan 1931’deki milletvekilleri seçimleri nedeni ile basma verdiği demecin konu ile ilgili bölümü şöyledir:

“Ferdî iş faaliyetini esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha, memleketi mamurluğa eriştirmek için, milletin genel ve yüksek menfaatlerinin gerektirdiği işlerde, özellikle ekonomik alanda devleti fiilen alâkadar kılmak.... prensibimizdir” 4.

3. Atatürk, 1935 te bu görüşünü iyice olgunlaştırmıştır. Görüş

1931’de söylenenden farklı değildir. İzmir Enternasyonal Fuarının açılışı nedeniyle bu tarihte iktisat Vekili olan Celâl Bayar’a Atatürk tarafından verilen bir notta şunlar vardır:

“Türkiyelin tatbik ettiği Devletçilik Sistemi, 19’uncu asırdan beri sosyalizm nazariyatçılarının ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir. Devletçiliğin bizce mânâsı şudur: Fertlerin hususi faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve bir çok şeylerin yapılmadığını gözönünde tutarak memleket iktisadiyatını devletin eline almak”5.

Bu ilke (Devletçilik) 5 Şubat 1937 tarih ve 3115 sayılı kanunla anayasaya girmiştir. CHP Programındaki ifade de yukarıdakine benzemektedir 6.

4. Atatürk devletin ekonomiye müdahaleleriyle birlikte, kişisel özgürlüklerin korunmasına büyük önem vermektedir. Profesör Afet İnan’a ve sekreterine dikte ettirmek, ya da kendi elyazısı ile yazmak suretiyle yayımlattığı, “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında7 önceki ekonomik ideolojiler hakkında yazdıkları, Atatürk’ün ekonomik ideolojisinin kendi eseri olduğunu açıkça göstermektedir:

“Demokrasinin bu kişisel özgürlüklerle ilgili mefhumu, bazı nazariyelerin hücumuna maruz bulunmaktadır:

I. Bolşevik nazariyesi,

II. İhtilâlci siyasî sendikalizm nazariyesi, III. Menfaatlerin temsili nazariyesi.”

Bütün bu nazariyelerin (kuramların) demokrasinin yaşaması için tehlikeli olduğunu söyledikten sonra Atatürk, şu sonuca ulaşmıştır:

“işte bu sebeplerden dolayıdır ki, biz bu ve bundan evvelki nazariyeleri memleket ve milletimiz için muvafık görmüyoruz. Biz, memleket halkı fertlerinin ve muhtelif sınıf mensuplarının yekdiğerine yardımlarını aynı kıymet ve mahiyette görürüz; hepsinin menfaatlerinin aynı derecede ve aynı müsavatperverlik (eşitlik) hissiyle teminine çalışmak isteriz. Bu tarz, milletin umumî refahı, devlet bünyesinin kuvvetlenmesi için daha muvafık olduğu kanaatindeyiz.

Bizim nazarımızda çiftçi, çoban, amele, tüccar, sanatkâr, doktor velhasıl herhangi bir içtimaî müessesede faal bir vatandaşın hak, menfaat ve hürriyeti müsavidir. Devlete, bu telâkki ile azami faydalı olmak ve milletin emniyet ve iradesini, mahalline sarfedebilmek bizce, bizim anladığımız manâda, halk hükümeti idaresi ile mümkün olur.”

5. Atatürk, “Medeni Bilgiler” de kendi yarattığı bu ekonomik ideolojiyi, fertle devlet arasında korunması gereken bir denge üzerine kurmuştur:

“... milletin kurduğu devletin ve hükümet teşkilâtının vatandaşlara karşı mükellef olduğu vazifeleri ve selâhiyetleri ile ilgili olarak şöyle bir sıra yapılabilir:

“a. Memleket içinde asayişi ve adaleti tesis ve idame ederek, vatandaşların, her nevi hürriyetlerini masun bulundurmak,

“b. Harici siyaset ve diğer milletlerle münasebetleri, iyi idare ederek ve dahilde her nevi müdafaa kuvvetlerini, daima hazır bulundurarak milletin istiklâlini emin ve mahfuz bulundurmak...

“Bu iki nevi vazife devletin en esaslı vazifelerindedir. Denebilir ki, devlet teşkilinden maksat, bu iki vazifenin ifasını temin etmektir, çünkü bu vazifeler, vatandaşların fert olarak yapmağa muktedir olamayacakları işlerdir. Hatta vatandaşların bu vazifeleri, kısmen dahi yapmaya kalkışmaları caiz değildir. Zira, o zaman anarşi olur, devlet kalmaz”8.

“Bu iki nevi vazifeden başka devletin alâkadar olduğunu işaret ettiğimiz vazifeleri de, başlattığımız sıra içinde söyleyelim9:

c. Yollar, demir yolları vs. gibi nafıa işleri,

d. Maarif işleri,

e. Sıhhiye İşleri,

f. içtimai muavenet işleri,

g. Ziraat, ticaret, zanaate ait iktisadî işler.

“Bu son söylediğimiz işleri, devletin yapmaması, fertlere terketmesi lâzım geldiği iddiasında bulunanlar vardır. Bu nazariyeyi tasvip ve takip edenlere “ferdiyetçi” derler.

“Milletin umumî ve müşterek menfaatlerine ait siyasî, fikrî işlerde olduğu gibi, iktisadî her nevi işlerin dahi, fertlere bırakılmayıp devlet tarafından yapılması daha muvafık olacağı nazariyesini müdafaa eden “Devletçiler” de vardır.

“Biz devletimizce tatbiki münasip olan prensibi tesbit için, “ferdiyetçi” ve “devletçiklerin istinat ettikleri noktaları ve bir de, demokrasinin bazı vasıflarını gözönünde tutarak kısa bir muhakeme yapalım:

“Malumdur ki, Türkiye Cumhuriyeti, demokrasi esasına müstenit bir devlettir. Demokrasi ise, esas itibariyle, siyasî mahiyettedir, fikrîdir; ferdîdir; müsavatperverdir.

“Demokrasinin bu esas noktalarına göre, vatandaşın siyasî hürriyet ve mesaisini temin etmek; vatandaşın ilmî, içtimaî, sanat, ahlâk gibi fikrî sahalarda inkişafını temin ile alâkadar olmak ve vatandaşın millî hâkimiyete usulü dairesinde iştirak hakkını ve bütün vatandaşların aynı siyasî hakları haiz olmalarını temin eylemekten ibaret olan noktalar, devletin vatandaşa karşı başlıca vazifelerinin hududunu gösteren işaretlerdir.

“O halde demokrasi esasına müstenit bir devlet, içtimaî muavenet sistemi, veyahut bir iktisadî teşkilât sistemi değildir.

“Bunun için bu sahalara ait işlere, devletin karışmaması, bütün bu mahiyetteki işleri fertlere veya fertlerden mürekkep şirketlere bırakması mümkündür. Bu imkânın derecesini anlamak için, devletin millete ve memlekete karşı ifasına mecbur olduğu esaslı vazifelerinin ikinci derecede görülen vazifelerle münasebet ve irtibatlarını düşünmek lâzımdır.

“Bu saydığımız sahalardaki işlerden iktisadî olanlar, doğrudan doğruya, devletin zarurî vazifelerinden görünmemekle beraber, o vazifelerin ifasında, müessirdirler. Bu sahalardaki işleri, fertlere veya şirketlere tamamen bırakabilmek için bu işlerin, devlet müdahalesi ve muaveneti olmadığı halde, devleti esas vazifelerini ifada müşkülâta uğratmayacağına emin olmak lâzımdır.

“Görülüyor ki, iktisadî ve içtimâi işler, bir taraftan fertlerin menfaatleri ile alâkadardır. Bunun içindir ki, ferdiyetçiler, bu işlere devletin karışmasını şahsî hürriyete tecavüz gibi görürler. Fakat bu işler içinde, dolayısı ile bütün milletin müşterek menfaatine temas ve taallûk eden noktalar da vardır. Bu sebeple, devletçilerin haklı oldukları noktaları kabul etmek muvafık olur.

“Hususî menfaat, ekseriya, umumî menfaatle, tezat halinde bulunur.

“Bir de hususî menfaatler en nihayet, rekabete istinat eder. Halbuki yalnız bununla iktisadî nizam tesis olunamaz. Bu zanda bulunanlar, kendilerini, bir serap karşısında aldatılmağa terkedenlerdir.

“Fertler, şirketler, devlet teşkilatına nazaran zayıftırlar. Serbest rekabetin, içtimâi mahzurları da vardır; zayıflarla kuvvetlileri müsabakada karşı karşıya bırakmak gibi... ve nihayet fertler bazı büyük müşterek menfaatleri tatmine muktedir olamazlar.

“Herhalde devletin siyasî ve fikrî hususlarda olduğu gibi, bazı iktisadî işlerde de nâzımlığını prensip olarak kabul etmek caiz görülmelidir. Bu takdirde, karşı karşıya kalınacak mesele şudur : Devlet ile ferdin karşılıklı faaliyet sahalarını ayırmak...

“Devletin, bu husustaki faaliyet hududunu çizmek ve bu hususta istinat edeceği kaideleri tespit etmek, diğer taraftan vatandaşın ferdî teşebbüs ve faaliyet hürriyetini tahdit etmemiş olmak, devleti idareye selâhiyettar kılınanların düşünüp tayin etmesi lâzım gelen meselelerdir.

“Prensip olarak, devlet, ferdin yerine kaim olmamalıdır. Fakat ferdin inkişafı için umumî şartları göz önünde bulundurmalıdır. Bir de, ferdin şahsî faaliyeti, iktisadî terakkinin esas menbaı olarak kalmalıdır. Fertlerin inkişafına mâni olmamak, onların her noktai nazardan olduğu gibi, bilhassa iktisadî sahadaki hürriyet ve teşebbüsleri önünde devlet kendi faaliyeti ile bir mâni vücuda getirmemek, demokrasi prensibinin en10 mühim esasıdır.

“O halde, diyebiliriz ki, ferdiyet inkişafının mâni karşısında kalmaya başladığı nokta, devlet faaliyetinin hududunu teşkil eder. Buna nazaran, umumiyetle, zaman ve mekânda, daimî bir hususî vasıf gösteren iktisadî bir işi devlet üzerine alabilir. Meselâ, bir iş ki büyük ve muntazam bir idareyi icap ettirir ve hususi fertler elinde inhisara duçar olmak tehlikesini gösterir veyahut umumi bir ihtiyaca tekabül eder, o işi devlet üzerine alabilir. Madenlerin, ormanların, kanalların, demir yollarının, deniz seyrisefer şirketlerinin devlet tarafından idaresi ve para ihraç eden bankaların millileştirilmesi, kezalik su, gaz, elektrik ve saireye ait işlerin mahallî idareler tarafından yapılması yukarıda izah ettiğimiz neviden işlerdir.

“Bu izah ettiğimiz manâ ve telâkkide, devletçilik, bilhassa içtimâi, ahlâki ve millîdir. Millî servetin tevziinde daha mükemmel bir adalet ve emek sarfedenlerin daha yüksek refahı, milli birliğin muhafazası için şarttır. Bu şartı daima, gözönünde tutmak, millî birliğin mümessili olan devletin mühim vazifesidir.

“Memlekette her nevi istihalinin ziyadeleşmesi için, ferdi teşebbüsün devletçe elzem olduğunu ehemmiyetle kaydettikten sonra, beyan etmeliyiz ki, devlet ve fert birbirine muarız değil, birbirinin mütemmimidir.

“Bizim takibini muvafık gördüğümüz (mutedil devletçilik) prensibi bütün istihsal ve tevzi vasıtalarını fertlerden alarak, milleti büsbütün başka esaslar dahilinde tanzim etmek gayesini takip eden ve hususî ve ferdî iktisadî teşebbüs ve faaliyete meydan bırakmayan sosyalizm prensibine müstenit kollektivizm, komünizm gibi bir sistem değildir.

“Hülâsa, bizim takip ettiğimiz devletçilik, ferdî mesai ye faaliyeti esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi mamuriyete eriştirmek için milletin umumî ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde, bilhassa iktisadî sahada, devleti fiilen alâkadar etmektir”.

Prof. Dr. Afet înan’ın yukarıda sözü geçen “Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları” kitabının 351-358. sayfalarında verilen el yazıları kısmında Atatürk’ün “Mutedil Devletçilik” terimini tercih ettiği anlaşılmaktadır11. Bu el yazmalarında aynı terimi parantez içinde ve iki kez kullandığı halde “Millî Eğitim Bakanlığının ortaokullara ders kitabı olarak 7 Eylül 1931 tarihli kararı ile basılan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” adını taşıyan bu kitabın 59’uncu sahifesinde mutedil kelimesi kaldırılmış”tır12, Ancak, bu mutedil (ılımlı) kelimesinin Atatürk’ün el yazısı ile yazıya kasıtlı biçimde eklendiği ve ekleme amacının, katı bir Devlet Kapitalizmine, ya da sistemin Sosyalist bir ekonomik kalkınma modeline dönüşmesini önlemek için konulduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Atatürk’ün Devletçilik ilkesini bir parti ve hükümet politikası haline getirmeden yerli ve yabancı uzmanlarla uzun süre tartıştığı13 ve Başbakan îsmet İnönü’nün, hükümetin çalışmalarını eleştirenlere cevap özelliğindeki ünlü Sivas konuşmasında14 aynı terimin kullanıldığı görülmektedir. Aslında İnönü’ye göre, Atatürk’ün ekonomik modeli, hep kişisel girişime (ferdî teşebbüse) öncelik vermiş, koyu bir devletçilik uygulamasını önlemeye çalışmıştır15.

Yukardaki söz ve görüşlerin Atatürk tarafından ekonomik alanda yapılan uzun görüşme, tartışma ve düşüncelerin ürünü olduğu bilinmektedir. İkinci Sanayi planının önsözüne yazdığı, 1930’da Prof. Afet İnan’ın imzası ile yayımladığı Medeni Bilgiler kitabında bulunan ve 1931’de milletvekili seçimleri nedeniyle yayınladığı bildiride bulunan sözlü sözlerin uzun bir düşünce hazırlığına dayandığı kabul edilmelidir16.

Atatürk’ün yukarıda kendi sözleriyle ifade edilen ekonomik kalkınma anlayışı, ek açıklamaları gerektirmeyecek biçimde kesin çizgilerle anlatılmıştır.

3. Bu kalkınma modelinin amaçları, çağdaş kalkınma planlarının amaçlarından farklı değildir:

Atatürk’ün söz ve eylemlerinden anlaşıldığına göre, Kemalist Ekonomik Kalkınma Modelinin amaçları şöyle özetlenebilmektedir :

a. Tam çalışma,

b. Hızlı ve dengeli sermaye birikimi,

c. Dış ödemeler ve dış ticaret dengesinin sağlanması,

d. Dengeli gelir dağılımı,

e. Enflasyonsuz hızlı kalkınma,

f. Bölgeler arası dengeli kalkınma,

g. özel girişiminin geliştirilmesi,

h. Yabancı sermaye ile işbirliği.

Ekonomik kalkınmanın yukarıdaki amaçları, Atatürk tarafından yazılan veya söylenen bir tek kaynakta toplanmış değildir. Ancak ekonomi ile sosyal kalkınma arasındaki ilişkileri belirten Atatürk 1923-1938 arasında bu amaçları sürekli olarak gözönünde bulundurmuş ve Hükümet üyelerini sürekli bu amaçlar yönünde aydınlatmıştır.

Bu amaçların en belirgin biçimde ortaya konulduğu belgeler, Atatürk’ün görev başındaki hükümete direktiflerini ve milletvekillerine temel telkinlerini içinde bulunduran yıllık T.B.M.M’ni açış konuşmalarıdır17. Atatürk, ömrü boyunca yaptığı 20 T.B.M.M’ni açış konuşmasında, ekonomik sorunlara ve ekonomik kalkınmanın amaçlarına gittikçe artan önem ve yer vermiştir. İlgili okuyucu, bu konuşmaların tümüne başvurmalıdır. Aşağıda, Atatürk’ün ekonomi politikalarının uygulama biçim ve yöntemleri uygulanırken, bu açış konuşmalarından sık sık aktarmalar yapılacaktır. Tekrarları önlemek için burada amaçlarla ilgili aktarmalar yapılmamıştır18.

ATATÜRK’ÜN EKONOMİK STRATEJİLERİ

Askerî alanda olduğu gibi ekonomi alanında da Atatürk, “bir amaca varmak için eylem birliği sağlama ve düzenleme san’atı”19 biçiminde tanımlanan “strateji” san’atının güzel bir örneğini ververmiştir. Yukardaki amaçlara ulaşmak için, yukarda kendi sözleriyle açıklanmış olan sistem yaklaşımı ile, toplumda eylem birliğini sağlayabilmek için bütün yönleriyle düşünülmüş aşağıdaki strateji uygulanacaktır:

1. Refahın sağlanması açısından toplumun kesimleri arasında imtiyazlı kişi, grup, zümre, ya da sınıfların oluşması önlenmeli; kalkınmanın sonuçları bütün kesimlere eşit dağıtılmalıdır.

Bu konuda Atatürk, şöyle diyor:

“... Bizim nazarımızda çiftçi, çoban, amele, tüccar, sanatkâr, doktor, velhasıl herhangi bir içtimaî (sosyal) müessesede (kurumda) faal bir vatandaşın, hak, menfaat ve hürriyeti müsavidir. ..”20

2. Ekonomi, pazar ekonomisinin kurallarına göre işletilmeli; pazarları denetlerken, yönlendirirken ve doğrudan endüstri ve ticaret işleri yaparken Devlet, pazar ekonomisinin kurallarına uymalıdır.

Atatürk’ün aşağıdaki sözleri, ekonomi stratejilerinin bu yönünü açıkça göstermektedir:

“İç ticarete gelince, bunda en önde gördüğümüz esas, teşkilâtlandırma ve muayyen tipler üzerinde işleme ve rasyonel çalışmadır.

“Kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılamaz; bununla beraber hiçbir piyasa da başıboş değildir21”. 

3— Kişisel girişim gücü korunmalı ve desteklenmelidir.

Ekonomik kalkınmanın temelinde kendi deyimiyle, “ferdî teşebbüs ve menfaatin bulunması” doğaldır ve bunun böylece kabul edilmesi, demokratik rejimin temel koşulu ve kalkınmayı hızlandırmanın en etkin yoludur.
Atatürk’ün bu konudaki sözleri, yukarıda verildiği için burada tekrarlanmayacaktır. Aslında T. İş Bankası ile T.C. Merkez Bankasının kuruluşunda halkın sermaye iştirakinin sağlanması ile Atatürk bu alanda iki de örnek göstermiştir.

4. Devlet, özel girişim alanını izlemeli, denetlemeli ve temel ekonomik amaçlara yöneltmek için teşvik etmelidir.

Devletin bu denetim ve yöneltmeyi etkinleştirebilmesi için, ekonomik faaliyete, doğrudan yatırımlar yaparak katılması ve özel girişimcilere öncülük etmesi gerekir. Ancak, devletin bu tür faaliyetinin, kişisel girişim gücünü engelleme noktasına getirilmesi önlenmelidir. O’na göre:

“... ferdin şahsî faaliyeti, iktisadî terakkinin esas menbaı (temel kaynağı) olarak kalmalıdır. Fertlerin inkişafına (gelişmesine, ilerlemesine) mani (engel) olmamak, onların her noktai nazardan olduğu gibi, bilhassa iktisadî sahadaki hürriyet ve teşebbüsleri önünde devlet kendi faaliyeti ile bir mâni vücuda getirmemek, demokrasi prensibinin en mühim esasıdır”.

5. Kişisel girişimin engellenmesini önlemek için Devletin doğrudan yatırımlarına ve devlet işletmesinin ekonomi içindeki rol ve önemine sınırlar çizilmesi çok önemlidir.

Bu sınırlar, ekonomik hayatın dinamizmi içinde katı ve değişmez olmaz. Hükümetlerin temel görevlerinden biri, zaman içinde bu sınırları sık sık gözden geçirerek yeniden saptamak olmalıdır. Hükümetler, bu görevi aksattıkları takdirde “Ilımlı Devletçilik Politikası”, katı ve verimsiz bir “Devlet Kapitalizmi”ne dönüşecek ve ideolojik biçimler alacaktır. Bu tehlikeden kaçınabilmek için Hükümetler, devletin girişimde bulunduğu alan ve bölgeler geliştikçe, bu alan ve bölgelerde halk girişimcileri ve yöneticileri yetiştikçe işletmelerdeki devlet mülkiyetinin halka devredilmesini sağlamalıdır. Bu suretle halkın sağlanacak fonlarla, gelişmemiş alan ve bölgelerde yeni devlet yatırımları yapılmalıdır. Diğer deyişle, belirli işletmelerdeki devlet mülkiyeti geçici, ama “Devletçilik” sistemi kalıcı olmalıdır.

Atatürk’ün bu konudaki uygulama ile ilgili sözleri de yukarıda verilmiştir; burada tekrarlanmayacaktır. O’na göre:

“Devletin bu husustaki faaliyet hududunu çizmek ve bu hususta istinat edeceği kaideleri tesbit etmek, diğer taraftan vatandaşın ferdî teşebbüs ve faaliyet hürriyetini tahdit etmemiş olmak, devleti idareye selâhiyettar (yetkili) kılınanların düşünüp tayin etmesi lâzım gelen meselelerdir”.

6. Devlet yatırım ve işletmeleri için en uygun alanlar, alt-yapı yatırımlarıdır ve bu tür yatırımlar, devlet için en yüksek önceliğe sahip olmalıdır. Devletçe yatırım harcamaları yaparlarken, devletin temel işlevleri ile ilgili öncelikler unutulmamalıdır. Devletin harcama politikasının temelini oluşturan bu harcama öncelikleri, Atatürk tarafından yazılmış olan “Vatandaş için Medeni Bilgiler” kitabında sıralanmıştır. Yukarda Atatürk’ün el yazmalarından aktarmalarla sıralanan bu öncelikler, özetle şöyledir:

1. Ülkede asayiş ve huzurun sağlanması,

2. Ulusal savunma ve Dış işleri,

3. Ulaştırma,

4. Millî Eğitim,

5. Sağlık,

6. Sosyal Güvenlik,

7. Ziraat, ticaret, zanaate ait iktisadî işler.

Görüldüğü gibi Atatürk’ün iktisadî stratejisinde “iktisadî işler” devlet işlevlerinin görülmesi açısından son sırada bulunmaktadır. Bu öncelik sırasının doğal sonucu olarak, devlet harcamaları, önce devletin temel işlevlerinin gerçekleştirilmesine ve ulaştırma, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi alt-yapı yatırım ve hizmetlerinin gerçekleştirilmesi için yapılacak, daha sonra devlet hazinesinin harcama imkânı kalırsa iktisadî işlere harcama yapılacaktır. Devletin iktisadî işlere harcama yapabilmesi için, ancak devlet bütçesi fazlalarından, devlet tekellerinin ve işletmelerinin yarattığı fonlardan ve iç ve dış borçlanmadan elde edilen harcama imkânlarından yararlanılmalıdır. Atatürk’ün çok önemli olan bu stratejinin uygulama biçimlerinden oluşan “bütçe politikası”, “maliye politikası”, “para politikası”, “yatırım politikası” gibi politikalar incelenirken bu konu yeniden ele alınacaktır.

7. İktisadî işler için yukarda sayılan sağlıklı kaynaklardan elde edilecek fonlar da bir öncelik sırasıyla harcanmalıdır. Bu öncelikler de şöyle sıralanmalıdır:

1. Bayındırlık,

2. Tarım ve öncelikle sulama projeleri,

3. Tarımsal endüstri,

4. Ağır sanayi,

5. Hafif sanayi, ticaret, hizmetler.

Bu öncelik sırası, halkın kendi gücü ile yapabileceği yatırımlar ile ticaret ve hizmetler alanlarına devletin fazla yatırım yapmasının gerekli olmadığını ifade etmektedir.

KEMALİST EKONOMİK KALKINMA MODELİNİN TEMEL POLİTİKALARI

Yukarda listesi verilen amaçlara, yine yukardaki stratejilerle ulaşabilmek için, hızlı, dengeli ve plânlı bir ekonomik kalkınma modelinin uygulamaya konması gerekmiştir. Bu tür bir ekonomik kalkınmanın uygulama araçlarından olan özel girişim işletmeleriyle devlet işletme ve faaliyetlerinin tümü, ortak bir strateji çerçevesinde ekonomik kalkınmaya yöneltilmelidir. Atatürk’ün tayin ettiği ekonomi politikaları böyle bir temel anlayıştan kaynaklanmıştır. Kuşkusuz Atatürk, bu politikaları, bizim şimdi böyle bütün yönleriyle yazdığımız gibi tek bir metinde ve ayrıntıları ile ortaya koymamıştır. Ancak, 192 2-1938 arasında ekonomik politikalarla ilgili söylev ve demeçleri, uygulamaları ve davranış biçimleri üst üste konup incelenince, insana hayranlık veren bir sistem yaklaşımı içinde bütün politikaların çelişmez biçimde yan yana geldikleri ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında “mazlum milletler” için ortaya konan “Kalkınma Ekonomisi” politikalarına benzer olgunlukta bir kalkınma modeli ortaya çıkmaktadır. Şimdiye kadar bu üst üste koymanın yapılmamış olması, milletimize ve diğer “mazlum milletler”e çok zaman kaybettirmiştir. Aşağıda Atatürk’ün bu temel ekonomik politikasının temel özellikleri açıklanacaktır:

1. Bütçe ve maliye politikası,

2. Para Politikası,

3. Dış ekonomik ilişkiler politikası,

4. Yatırım politikası.

ATATÜRK’ÜN MALİYE POLİTİKASI

Yukardaki ekonomik kalkınma amaçlarına ve temel stratejilere uygun olarak Atatürk’ün maliye politikasının temel amacı, halka işkence etmeden devlet bütçesi dengesinin sağlanmasıdır. Hatta, kurduğu yeni Türk Devletinin hızla kalkınması gerektiği için, devlet bütçelerinin, yatırımlara tahsis edilmek üzere bütçe fazlaları vermesi de sağlanmalıdır. Şu sözler O’nundur:

“Binaenaleyh, usul-ü malîmiz (maliye yöntemimiz) halkı tazyik ve izrar etmekten içtinap (halka baskı yapmaktan ve ona zarar vermekten kaçınmak) ile beraber mümkün olduğu kadar harice arz-ı ihtiyaç ve iftikar etmeden (ihtiyaç ve yokluklar için dışarıya muhtaç olmadan) varidat-ı kâfiye (yeterli gelir) temin etmek esasına müstenittir (sağlamak temeline dayanmaktadır)”22.

“Cumhuriyet bütçelerinin taayyün eden (belirlenen) ve daima kuvvetlenmesi gereken müşterek hususiyetleri (ortak özellikleri), yalnız denkli oluşları değil, aynı zamanda, koruyucu, kurucu ve verici işlere her defasında daha fazla pay ayırmakta olmalarıdır” 23.

Atatürk’ün maliye politikasında devlet bütçesinin açık vermesi, kesinlikle yasaktır. Bütçeler, yıl başlarında denk olarak hazırlanmalı, kesin hesaplar da denk olarak kapatılmalıdır. Yıl içinde ek ödeneklerle bütçe denkliğinin bozulmasına izin verilmemelidir. Denklik’ten anlaşılan devletin normal gelirleri (vergi gelirleri ve vergi dışı normal gelirler) ile normal harcamaları (yukardaki önceliklere uygun olarak tesbit edilecek devletin temel işlevleri ile ilgili hizmetler için yapılan harcamalar) arasında denkliğin sağlanmasıdır, îç ve dış borçlanmadan sağlanan devlet gelirleri ile bütçe denkliğinin sağlanması kabul edilemez.

Atatürk’ün bütçe dengesi üzerinde bu ölçülere varan titizlikle durmasının temel nedeni, Devlet Hazinesi’nin yurt içinde ve yurt dışında güçlü ve güvenilir olmasını zorunlu görmesidir. O’na göre, ekonomik bağımsızlığı sağlamanın başka yolu yoktur:

“Açık bir bütçenin, hesapsız mahzurlarını iyi bilen Büyük Millet Meclisi’nin muvazene yolunda kat’i karar sahibi bulunması, devletin malî ve hattâ umumî siyaseti için en büyük teminattır”24.

Bu anlayışla ve Atatürk’ün yakın ilgisi ile yapılan 1924-1938 (1919-22 yıllarında bütçe yapılmamış, ülke Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden ayrı ayrı alman ödeneklerle yönetilmiştir) arasındaki 11 bütçenin kesin hesabı denk bağlanmış, 3’ü fazla vermiş, sadece 1’i açıkla (içinde Aşar vergisinin kaldırıldığı 1925 yılı) kapanmıştır.

Atatürk’ün Maliye Politikası, Devlet Hazinesinin yurt içinde ve dışında güçlü olması temel amacını gütmektedir. Ancak, bu amacı gerçekleştirirken vergilerin, halk için işkenceye dönüşmesi önlenmelidir. Bunun için, vergi artışlarının halkın gelir düzeyi artışlar ile oranlı olması sağlanmalıdır. Çağdaş Maliye Politikasının temel amacı olarak gösterilen bu ilke, Atatürk’ün konu ile ilgili konuşmalarında açık ve seçik olarak ortaya çıkmaktadır. Nitekim Atatürk döneminde halka ağır gelen ve sosyal zararları çok olan bütün vergi, resim ve harçlar kaldırılmış; onlar yerine halkın gelir düzeyine göre ayarlanabilen vergiler getirilmiştir.

Aşağıdaki sözler, Atatürk’ün yukardaki maliye politikaları ile elde edilen sonuçlarla ilgili olarak duyduğu mutluluğu ifade ediyor:

“Son iki sene zarfında hayvanlar, tuz, şeker, çimento, petrol ve benzin, elektrik, iptidaî maddeler resim ve vergilerinde yapılan ve herbiri 30-50 nisbetinde bir vergi indirilmesini ifade eden tahfiflerin (hafifletmelerin), istihsalin teşviki bakımından, vatandaş ve memleket için müspet ve hayırlı neticeler verdiğini görmekteyiz”25

Çağdaş Maliye Politikalarının amaçları arasında, şimdi açık ve seçik olarak ortaya konmuş olan, “vergilerin ekonomik etkilerinin üretimi azaltmasının önlenmesi” ilkesi de Kemalist Maliye Polilitikasının temellerinden biridir. O’nun yönetiminde ekonomi ve özellikle üretim üzerindeki etkileri olumsuz olan hemen bütün vergi, resim ve harçlar kaldırılmıştır.

ATATÜRK’ÜN PARA POLİTİKASI

Atatürk’ün para politikasının temel amacı, devlet harcamaları ile kaynaklar arasında sürekli bir dengenin korunması suretiyle enflasyonun önlenmesidir.

Atatürk’ün enflasyon karşısındaki tutumunu en iyi ifade eden İsmet İnönü’nün şu sözlerinin burada tekrarlanmasında yarar vardır : “Hükümet olarak yılda iki kez ödeme yapamayacak duruma düştüğümüz olurdu. Gider konuşurdum. Birkaç milyon liralık emisyon bizi ferahlatacağım anlatmaya çalışırdım. Bir defa bile “evet” dedirtemedim 26”.

O’na göre çok muhtaç durumda bulunan halkın refahını arttırmak için yatırımları hızlandırmak gerekliydi. Ancak, yatırımları hızlandırmak amacı ile, devletin sağlıklı yollardan sağladığı gelirlerden fazla harcama yapması önlenmeliydi. Bunu önleyebilmek için bütçe fazlası, devlet tekelleri ile işletmelerinin gelir fazlaları ile iç ve dış borçlanmadan sağlanan fonlar tutarından fazla yatırım harcaması yapılmamalıydı ve T.C. Merkez Bankasının emisyonu arttırması (yani para basması) yolundan sağlanan kaynaklarla yatırım yapılması kesinlikle engellenmeliydi.

Atatürk döneminin kaynak ve harcama rakamları ile ilgili olarak elde edilen bilgiler, bu ilkenin de eksiksiz uygulandığını göstermektedir. O’nun yönetimindeki 15 yılda ortalama yıllık % 4-6 oranında reel büyüme hızı elde edildiği halde enflasyon yoktur. 1929’da çeşitli nedenlerle ortaya çıkan dengesizlik, alman tedbirlerle, 1930 yılı sonunda giderilmiştir27. Türkiye’nin ilk “istikrar programı” olan 1929 istikrar programı ile devlet harcamalarının kısılması ve gelirlerinin artırılması, yabancı ülkeler borsalarında Türk Lirası değerinin desteklenmesi yolundan, O’nun deyimi ile -”Millî Para Buhranı”, 1930 yılı sonuna kadar kontrol altına alınmıştır.

Atatürk, enflasyonun en önemli nedeni olarak, T.C. Merkez Bankası’nın emisyon arttırmasını (yani para basmasını) görmektedir. En önemli yurt ihtiyaçları için olsa bile T.C. Merkez Bankasından finansman yapılmasına, kesin tutumu sayesinde, 1919’da Osmanlı İmparatorluğu’ndan 158 milyon TL. olarak devralınan banknot hacmi, 20 yılda (1938’e kadar) ancak %2o oranında artmış ve 194 milyon TL’sına yükselmiştir. Yaklaşık %i oranında bir yıllık artışı ifade eden bu banknot artışı, ekonominin %4-6 düzeyinde bir ortalama reel büyüme hızına ulaştığı bir dönemde, aslında, deflasyonist bir para politikasını ifade etmektedir.

Atatürk’ün para değerinin düşmesine karşı gösterdiği özenin en önemli göstergesi, 1919-1938 arasındaki %23 oranındaki banknot hacmi artışının, hemen tamamının ig38’de ortaya çıkmış olmasıdır. Bu %23 oranındaki artışın %15’lik kısmı, 1938 yılının son yansında ortaya çıkmıştır. 1938 yılının son yarısında Atatürk, devlet işleri ile ilgilenemeyecek kadar ağır hastadır. Nitekim, bir yıl sonra gelecek İkinci Dünya Savaşının da etkisiyle sonraki yıllarda banknot hacmi hızla yükselecektir28.

O’na göre paranın iç değeri ile dış değeri arasında çok yakın bir ilişki vardır. Ülkede enflasyonu önlemenin temel gerekçelerinden biri de, yurt-dışında Türk Lirasının ve Hazine’nin itibarını ve gücünü korumaktır. Devletin iç ve dış harcama ve gelirleri arasındaki önemli dengelerin paranın dış değeri üzerindeki etkileri konusunda derin bir anlayışı ifade eden yine O’dur:

“Samimi bir bütçeye ve hakiki bir tediye muvazenesine (ödemeler dengesine) dayanan paramızın fiilî istikrar vaziyetini kesin surette muhafaza edeceğiz” 29.

Yeni Türk Devleti hazinesinin ve Türk Lirası’nın dış pazarlardaki gücünü ve itibarını yükseltmek kolay olmamış, “Düyun-u Umumiye” taksitlerinin yükü ve Lozan Antlaşmasının 1929’a kadar gümrükleri sınırlayan hükümleri Türk Lirası’nın dış değerini 1929’a kadar düşürmüş, 1929’da bu gidiş bir “Millî Para Buhranı” biçimine dönüşmüş, yani düşüş hızlanmıştır. Ancak 1929’u izleyen yıllarda alınan önlemlerle Türk Lirası’nın İngiliz Sterling’i karşısındaki değeri 1921’dt ortalama 620 kuruş iken, 1929’da 1032 kuruşa kadar düşmüş ama 1938’de yeniden 620 kuruş düzeyine yükseltilmiştir. Bu basanda Atatürk’ün enflasyon karşısındaki tutumunun, yukarıda özellikleri açıklanan Maliye Politikasının ve aşağıda özellikleri açıklanacak Dış Ekonomik İlişkiler Politikasının önemli etkileri vardır. Bütün bu yıllarda alınan temel ekonomik kararlarda Atatürk’ün bazı hallerde ince ayrıntılara inen müdahaleleri vardır.

Ancak Atatürk’ün bu konudaki asıl katkısı, T.B.M.M. ve Hükümet’e karşı sık sık tekrarladığı, kesin kararlılığıdır:

“Şüphe yoktur ki, bahusus devletçi ve halkçı olan bir idare ve ekonomi hayatında Hazine’nin kudret ve intizamı, başlıca mesnettir, (dayanaktır). Cumhuriyetin kudreti de, her sahada ve millî müdafaa sahasında, ihtiyaçlarını karşılayan Hazine’nin intizamın-dadır. Gelecek yıllar içinde Hazine’nin kudretini muhafaza etmek, sizin en mühim işiniz olacaktır. Milli paramızın fiilen müstekar olan kıymeti, muhafaza olunacaktır30”.

Atatürk, Türk para piyasasının Türklerin yönetiminde ve Türklerin elinde olmasını istemiş ve ekonomiyi bu amaca ulaştırmıştır. ig30JdaT.C. Merkez Bankasını kurarken danıştığı dünyanın iki ünlü Merkez Bankacısının (Almanya’yı korkunç “Weimar enflasyonu”ndan kurtaran ve bu hizmeti nedeniyle “Malî Sihirbaz” unvanı verilen zamanın Alman Merkez Bankası Başkanı Dr. Hjalmar Schacht ve yardımcısı Kari Müller’in) olumsuz görüşlerine rağmen Türk Emisyon Bankasını kurmuştur31. Bu iki ünlü Merkez Bankası uzmanı, ülkemizde belirli bazı iktisadî ve malî tedbirler alınarak para istikrarının sağlanması güven altına alınmadan bir emisyon bankasının kurulmasını “mevsimsiz” bulmuşlardır32. 19303-da verilen bu raporlara göre, T.C. Merkez Bankası, gelecek 5 yıl içinde, tedavüldeki banknotların %303u oranında altın, %10’u oranında döviz mevcutları, devlet bütçesi ve dış ödemeler dengesi sağlandıktan ve ekonomi, bu mevcut ve dengeleri zaman içinde koruyacak kadar güçlendirildikten sonra kurulabilir. Bu şartlar yerine getirilmeden kurulabilecek bir Merkez Bankası, ülkede para istikrarını bozabilir ve bunun çok olumsuz sonuçları olacaktır.

Millî Para’nın Türklerin yönetimine geçmesini isteyen Atatürk, 1930’da T.C. Merkez Bankasını kurmuş, bankanın hisselerini de Türk Bankaları ile devlet memurlarına dağıtmıştır. Ancak 1930’dan sonra yabancı uzmanların önerilerine uygun olarak 1931’de 6127 kilo olan T.C. Merkez Bankası altın mevcudunu, 1938’de 26190 kiloya ulaştırmış, Düyun-u Umumiye Borçlarının, 1933’te ulaşılan anlaşmaya uygun olarak ödenmesini sürdürmüş, ödemeler dengesi ile devlet bütçesi dengesini kurarak korunmasını sağlamış ve fiyat istikrarının bozulmasını da kesin kararlarla önlemiştir33.

Atatürk’ün görüşüne göre, Türk bankacılığı da Türklerin yönetiminde ve mülkiyetinde olmalıdır. O, yabancı bankaların Türkiye’de çalışmasına karşı değildir. Ancak, Türk mevduatının büyük çoğunluğunun yabancı bankalar elinde olmasını da uygun görmemektedir. O’na göre 1920’de %68’i yabancı bankalar elinde bulunan mevduatın ancak %32’sinin Millî bankalar elinde bulunması uygun değildir.

Atatürk’ün Türk bankacılığını millîleştirme karar ve düşüncesinin bir sonucu olarak 1924’de kendi kurduğu T. îş Bankası da dahil olmak üzere Millî bankalarımız, 1937’de mevduatın %81’ini elde edebilmişler, aynı yılda yabancı bankaların payının %19’a inmesi sağlanabilmiştir. 1920-1937 yılları arasındaki dönemde 6 katma yükselmiş bankalardaki mevduat toplamı, Atatürk’ün tasarrufu teşvik yönündeki önderliğinin bir sonucu olarak, bu dönemdeki kalkınmanın finansmanında da önemli katkıda bulunmuştur.

O’na göre, enflasyona gitmeden yatırımların hızlandırılabilmesi için, halkın tasarrufa yöneltilmesi ve halk tasarruflarının büyük yatırımları gerçekleştirebilmek için birleştirilmesini sağlayan bir malî yapının kurulması gereklidir. Atatürk’ün karan ile başlatılan “Millî İktisat ve Tasarruf Hamlesi” ve “Yerli Mallar Haftaları” ile T. îş Bankası’nın kurulması, bu amaca yönelik uygulamalardır34.

ATATÜRK’ÜN BANKACILIK DEVRİMİ

Cumhuriyet kurulduktan sonra Atatürk’ün para ve sermaye piyasalarının geliştirilmesi yönünde çok güçlü ve etkili adımlar attığı görülmektedir. Bu önemli adımlardan birincisi 17-24 Şubat 1923’te İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde alınan kararlara uygun olarak Atatürk’ün kişisel girişimi ile kuran Türkiye İş Bankası’dır. Bu konuda atılan çok önemli ikinci adım, uzun süren bir etüd ve araştırma döneminden sonra 11 Haziran 1930 tarihli ve 1715 sayılı kanunla kurulmuş olan ve 3 Ekim 1931 ‘de faaliyete geçen T.C. Merkez Bankası olmuştur. Bir önceki bölümde bu tedbirlerle para piyasasında elde edilen büyük sonuçlarla ilgili bilgiler sunulmuştur. Bu bölümde, T. iş Bankasının kuruluşu ve ilk gelişme yıllarındaki gelişmelerle ilgili olarak ek bilgiler sunulacak ve Atatürk’ün bu gelişmeler içindeki tayin edici karar ve çalışmaları belirlenmeye çalışılacaktır.

T. iş Bankası 26 Ağustos 1924’te 1 milyon TL. sermayeli bir anonim şirket şeklinde ve Bakanlar Kurulu kararıyla kurulmuş35, sermayenin tamamı Atatürk tarafından taahhüt edilmiştir. Bankanın isim babası da Atatürktür36. Atatürk tarafından ödenen sermayenin ilk %25’lik kısmını temsil eden 250.000 TL. hemen ödenmiş ve ilk banka şubesi, 30 Ağustos 1924’te törenle faaliyete başlamıştır. Sermayenin geride kalan kısmı için, Ankara, İzmir, İstanbul, Samsun ve Bursa piyasalarında nominal değeri 10 TL. olan hisse senetlerinin satılması suretiyle 160.000 TL. daha sağlanmış ve ilk yıl içinde ödenmiş sermaye 410.000 TL’sına ulaşmıştır. Böylece Atatürk’ten başka 35 kurucu ortak daha T. iş Bankası’na katılmıştır37.

T. iş Bankası’nın Ulus’taki ilk iş yerinin (halen T. iş Bankası’nın Ulus Şubesi aynı iş yerindedir) o sırada inşaatı henüz tamamlanmış “evkaf evleri’nden birinin kiralanması suretiyle elde edildiği ve Atatürk’ün sermaye olarak koyduğu 250.000 TL.’nın çuvalla Çankaya’dan bu iş yerine taşındığı görülmektedir38. Atatürk’ün bu ilk ödemesini oluşturan paranın O’nun şahsî hesabından geldiği anlaşılmaktadır 39.

Atatürk, bankanın kuruluşu ile ilgili kararı, Çankaya’da toplanan icra Vekilleri Heyeti’ne Mayıs 1924’te şu sözlerle getirmiştir:

“Vatanı kurtaracak ve yükseltecek tedbirlerin başında olarak halkın doğrudan doğruya itibar ve itimadından doğup meydana gelen tam manasıyla modern ve millî bir banka kurmak”. ..

T. İş Bankası’nın sermayesi 1926’da 2 milyon TL/sına yükseltilmiş, 1927’de sermayesi 2 milyon TL. olan Osmanlı İtibar-ı Millî Bankası da T. îş Bankası’na katılınca sermaye 4 milyon TL.’na yükselmiştir. Daha sonra 1956’da bankanın sermayesi 10 milyon TL.’na, 1964’de 20 milyon TL/na, 1974’de 40 milyon TL/na ve 12 Eylül 1980’den sonra 30 milyar TL/na yükselmiştir. 31 Aralık 1983’te sermaye ve öz kaynaklar toplam 64 milyar TL/na, mevduat toplamı 743 milyar TL/na ulaşmış olan T. iş Bankası, T. Ziraat Bankası’ndan sonra ülkemizin en büyük bankası olma özelliğini korumaktadır.

Bankanın 20.8.1924’te Bakanlar Kurulu Karan ile onaylanan ana sözleşmesi (nizamnamesi) içinde gösterilen 35 kurucu ortağı bulmak kolay olmamıştı. Bankanın ilk genel müdürü Sayın Bayar, Atatürk’ün bankaya kurucu ortak bulma işini kendisine bıraktığını ve kurucu ortaklarının Anadolu’nun varlıklı kişilerinden ve zamanın ünlü politika adamlarından biraz da zorlayarak seçilmiş olduğunu belirtmiştir40.

Atatürk bankanın ilk genel müdüründen sonra, yönetim kurulunu da en yakın dostları ve o günlerin en güvenilir kişileri arasından şahsen seçmişti. îlk yönetim kurulu Mahmut (Soydan) Bey’in Başkanlığında şu üyelerden oluşmuştur : Dr. Fikret Bey, Fuat (Bulca) Bey, îhsan Bey, Ali (Kılıç) Bey, Mahmut Celâl (Bayar) Bey (Genel Müdür), Rahmi (Köken) Bey, Rasim (Basara) Bey, Salih (Bozok) Bey ve Şakir (Kuracı) Bey.

1921-1924 yıllarında Mübadele ve İmar-İskân Bakanı olan Sayın Bayar, 8 yıl genel müdürlük yaptıktan sonra 9 Eylül 1932’de İktisat Vekili olarak yeniden Bakanlar Kurulu’na atanmıştır. Bu tarihten bir yıl sonra (30 Ağustos 1933) T. iş Bankası kuruluşunun dokuzuncu yıldönümü dolayısıyla Yalova’da Atatürk’e saygılarını sunmaya giden banka heyetine Atatürk’ün söylediği şu sözler, aynı zamanda, başarıya ulaştırılmış bir girişimi nedeniyle O’nun duyduğu büyük mutluluğun bir ifadesidir:

“iş Bankası’nın dokuzuncu yıldönümünü bütün mensuplarına tebrik ederim, iş Bankası mütevazi bir sermaye ile işe başlamıştı. Mütevazi olan ancak maddî sermayesi idi. Fakat manevî sermayesi çok büyüktü. Çünkü işin başında gayet kıymetli, halûk ve sebatlı Celâl Bey ve onun yanında birkaç kişiyi geçmeyen güzide arkadaşları bulunuyordu. Bu maddî sermayenin yüzlerce misli ile işe başlamış ve hiç bir muvaffakiyet göstermeden batmış nice müesseseler tanırız. Demek ki bir müessesenin yaşaması, inkişaf etmesi, muvaffak olması, o müessesenin başına geçenlerin halûk (ahlâklı, temiz huylu), dürüst ve imanlı zatlar (kişiler) olmasına bağlıdır.

“Banka, memleketimizin iktisadiyatına çok nafi (yararlı) hizmetler ifa etmiştir. Bence bütün bu hizmetlerin fevkinde daha büyük olan bir hizmet de bankacılığa gençlerimizi yetiştirmiş olmasıdır. En çok bununla iftihar ederiz”.
“Celâl Beyin İş Bankasını tesisinde ve onun inkişafında gösterdiği muvaffakiyeti şimdi başında bulunduğu iktisat Vekâletinde de göstereceğine şüphem yoktur. Bankanın yıldönümünde bu münasebetle Celâl Beyin adını anmayı bir borç bilirim. îş Bankası’na yeni ve daha parlak muvaffakiyetler dilerim41”.

T. iş Bankasına ilk ana sözleşmeyle verilen görevler, her türlü ticaret bankacılığı işlemleri yapmakla birlikte, doğrudan yatırım yaparak iştirakler oluşturmak şeklinde özetlenebilecektir. O sıralarda Fransa’da hem ticaret, hem yatırım bankacılığı yapan bu tür karma bankalara verilen (Banque d’Affaire) teriminden esinlenen ulu önder bu yeni Türk Bankası’na T. İş Bankası adını vermiştir, ilk ana sözleşmenin ikinci maddesi, bu görevleri şöylece tesbit etmiştir 4a.

“a. Her türlü banka muamelelerini yapmak,

b. Ziraate, sanayiye, madenlere, enerji istihsali ve tevziine, nafa işlerine, nakliyeciliğe, sigortacılığa, turizme, ihracata müteallik her nevi teşebbüsler kurmak veya bu gibi teşebbüslere iştirak etmek,

c. Her türlü eşya veya levazımın istihsal, imal ve tedariki için şirketler kurmak veya bu işlerle uğraşan teşekküllere iştirak etmek,

d. Her türlü sınaî ve ticarî muameleleri gerek kendi namı ve hesabına ve gerek yerli ve ecnebi müesseseler ile müştereken veyahut bu müesseseler nam ve hesabına deruhte ve ifa etmek”.

Atatürk kuruluş nedeniyle verilen yemekte Yönetim Kurulu’na şu direktifi vermiştir:

“Bu müesseseyi muvaffak kılmanızı temenni ederim. Böylelikle millî vasıflarımıza bir yenisini ekleyeceksiniz. Çalışmalarınızı dikkat ve hassasiyetle takip edeceğim. Endişe etmeyiniz; zekâ, dikkat, iffet en büyük muvaffakiyet âmilinizdir”.

Bir milyon TL. tutarındaki ilk banka sermayesinin %25’ini ödemekle birlikte, Atatürk’ün sonraki arttırmalara katılmadığı ve ölümü sırasında banka sermayesindeki Atatürk hisselerinin toplam kayıtlı sermayeye oranın %27, 56’ya düştüğü görülmektedir. 1981’e kadar yapılan sonraki sermaye arttırımları ihtiyatlardan aktarma biçiminde gerçekleştirildiğinden Atatürk’ün hisselerinin oranı günümüzde hemen hemen aynı düzeydedir. Sadece Hazine’nin Atatürk’ün hisselerine ek olarak satın aldığı 24, 310 adet B tertibi hisse senetleri nedeniyle Atatürk’ün hisselerinin oranı %28, 38’e yükselmiştir43.

Türkiye İş Bankası’nın yukarıda verilen kısa tarihçesi Atatürk’ün banka hisselerinin küçük partilerde çok sayıda özel kişiler arasında dağılmasını istediğini göstermektedir. Uzun yıllar sermaye artışı yapamamış Banka’nın son yıllardaki enflasyon karşısında gelişmesini önleyen küçük kayıtlı sermaye sorunu bir çözüme kavuşturulmuştur. Gelecek yıllarda Hazine’nin mülkiyetinde ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’nin idaresinde bulunan hisselerden büyük bir parçanın küçük tasarruf sahiplerine satışının planlanması ve gerçekleştirilmesi Ulu önder’in aziz anısına saygılı bir davranış biçimi olacaktır. Bu değişikliklerden sonra Banka statüsü özel şirket yapısını korumaktadır. Atatürk, zamanında kurulan KiT’lerin dahî, zaman içinde halka satılmasını isteyen bir görüşe sahip olmuştur. O’nun bu niyet ve isteklerinin T. iş Bankası’nın uzun süreli yararlarına da uygun olacağı kuşkusuzdur.

ATATÜRK’ÜN DIŞ EKONOMİK İLİŞKİLER POLİTİKASI

Atatürk’ün dış ekonomik ilişkiler politikasının amacı, Türk Lirası’nın yabancı paralar karşısındaki değerinin düşmesini önlemek ve Türk Hazinesinin uluslararası pazarlama itibarını yükseltmektir. Bu amaca ulaşabilmek için, yukarda özetlenen maliye ve para politikalarına uygun olarak dış ödemeler dengesi de sağlanmalı; yabancı devletlere karşı girişilen ödeme taahhütleri, gecikmesiz ve eksiksiz yerine getirilmelidir. O’na göre bu ilke, tam bağımsızlığın temel koşuludur.

“... İstiklâliyetin (bağımsızlığın) tamamiyeti ise ancak, istiklâl-i malî (malî bağımsızlık) ile mümkündür. Bir devletin maliyesi istiklâlden mahrum olunca o devletin bütün şuabat-ı hayatiyesinde (hayat kısımlarında) istiklâl mefluçtur (felç olmuştur). Çünkü her uzv-u devlet (devlet organı) ancak kuvve-i maliye (malî kudretle) ile yaşar. İstiklâl-i malînin mahfuziyeti (korunması) için şart-ı evvel (ilk şart) bütçenin bünye-i iktisadiye (ekonomik yapı) ile mütenasip (uyumlu) ve mütevazin (denk) olmasıdır. Binaenaleyh, bünye-i devleti yaşatmak için harice müracaat etmeksizin memleketin men-ba-ı varidatıyla (gelir kaynaklarıyla) temin-i idare (yönetimin sağlanması) çare ve tedbirlerini bulmak lâzımdır ve mümkündür”44.

Atatürk’e göre ödemeler dengesinin temelinde dış ticaret dengesi vardır:

“Dış ticarette takip ettiğimiz ana prensip, muvazenemizin dengemizin) aktif (fazla veren) karakterini muhafaza etmektir. Çünkü Türkiye tediye muvazenesinin en mühim esasını bu teşkil eder”*5.

Bu denge sağlanmalı ve yatırımları hızlandırabilmek, Hazinenin altın ve döviz mevcutlarını arttırabilmek ve Düyun-u Umumiye borçlarını ödeyebilmek için Dış Ticaret Dengesi’nin “fazla”-larla kapanması sağlanabilmelidir. O’na göre hattâ toplam ithalat ve ihracat arasında denge sağlanması yeterli değildir; ülkeler itibariyle dengeye ulaşmak da dış ticaret politikasının temel amaçlarından biri olmalıdır. Yabancı sermaye ve dış borçlanmadan sağlanacak kaynaklar, ödemeler dengesinin sağlanması açısından, talî önemi olan faktörlerdir:

“... ihracatımızın kolaylaştırıldığı yerde ithalatın artmasından sakınmıyoruz. Bu ithalâtı arttırmaya ve kolaylaştırmaya çalışıyoruz. Bu dürüst politika üç seneden beri ticaretimiz hacmini muntazaman arttırmıştır” 46.

Bu sağlam dış ekonomik ilişkiler politikası özellikle 1929’dan sonra amaca uygun sonuçlarını yaratmıştır.

ATATÜRK’ÜN YATIRIM POLİTİKASI

Atatürk’ün yatırım politikasının temel amacı, sağlam kaynaklarla finanse etmek şartıyla en kısa zamanda ülkenin bütün faaliyet alanlarının ve bütün bölgelerinin kalkındırılmasıdır.

Yukarda özetlenmiş ekonomik kalkınma amaçları ve daha önce açıklanmış bulunan temel stratejilere uygun olarak Atatürk’ün yatırım politikasının temelinde kendi deyimi ile “ılımlı devletçilik” ilkesi vardır47. 1930’dan başlayarak her fırsatta tekrarladığı ve her ekonomik girişimde hatırlattığı bu “ılımlı devletçilik’“ politikası devletin özel kesim işletmelerine denetleyici, yönlendirici ve teşvik edici öncülüğünü öngörmektedir. Buna ek olarak özel kesimdeki girişim, sermaye ve yönetim gücü eksiklikleri nedeniyle, halkın ve kişilerin yapamadıkları ve işletme yönetemedikleri iş dalları ve bölgelerde, bu öncülük işlevi, devletin doğrudan yatırım yapması ve yatırımla doğan işletmeyi doğrudan yönetmesini de kapsamına almaktadır. Ekonomiye temel mal ve hizmetlerin sağlanması için, yukarda belirlenen stratejik önceliklere göre yapılacak alt yapı yatırımlarında devletin doğrudan işletme yönetmesi, olağan ve sürekli olabilir. Ancak ekonomide temel mal ve hizmetlerden başka tüketim mal ve hizmetlerine duyulan türlü nedenlerle geliştiremediği alan ve bölgelerde üst-yapı yatırımlarının doğrudan devletçe yapılması ve yönetilmesi de ekonomik kalkınma amaçları için gerekli bulunacaktır. Bu tür üst-yapı mal ve hizmetleri üreten ve satan devlet işletmelerinin, piyasa ekonomisinin kurallarına göre kurulması, işletilmesi ve yönetilmesi gereklidir.

Üst-yapı alanında çalışan devlet işletmelerinin özel kesim işletmeleriyle kıyasıya bir rekabete girişmesi söz konusu olamaz. Bu alanlarda devletin görevi, öncülük yapmakla sınırlı olmalıdır ve hükümetlerin en önemli sorumluluğu, özel kesim işletmeleriyle devlet işletmeleri arasında gelişebilecek yıkıcı bir verimsiz rekabetin gelişmesini önlemek olmalıdır. Kemalist Ekonomik Kalkınma modelinin bu özelliği, onu zamanının kalkınma modellerinden ayırmaktadır.

Bu noktada Atatürk’ün şu sözlerini tekrarlamakta yarar vardır48:

“Memlekette her nevi istihsal ziyadeleşmesi için ferdî teşebbüsün devletçe elzem olduğunu ehemmiyetle kaydettikten sonra beyan etmeyiniz ki, devlet ve fert birbirine muarız (birbiriyle savaşan) değil birbirinin mütemmimidirler (tamamlayıcısıdırlar).

“Bizim takibini muvafık (uygun) gördüğümüz “mutedil devletçilik” prensibi, bütün istihsal (üretim) ve tevzi (dağıtım) vasıtalarını (araçlarını) fertlerden alarak, milleti büsbütün başka esaslar dahilinde tanzim etmek gayesini takip eden ve hususî ve ferdî iktisadî teşebbüs ve faaliyete meydan bırakmayan sosyalizm prensibine müstenit kollektivizm, komünizm gibi bir sistem değildir”49.

Bu amaca ulaşabilmek için devletin üst-yapı mal ve hizmetleri üreten kuruluşların geliştikçe halka devredilmesini sağlayacak bir yönetimin uygulanması gereklidir. Devletin tüketim malı üreten üstyapı işletmelerinin çalıştığı alanlar geliştikçe bu alanlarda halk sermayeleri biriktikçe ve işletmeleri yönetecek yönetim yetenekleri geliştikçe, bu işletmelerin hisseleri halka satılmalıdır. Bu hisse satışından sonra da işletmelerdeki devlet yönetimi bir süre daha sürdürülebilir; ancak, devlet bu işletmeleri tümüyle devretme fırsatını buldukça bu alanlardan çekilmeli, bu hisse satışlarından elde edilecek fonlar, gelişmemiş diğer alanlarda ve bölgelerde yeni devlet yatırımlarının yapılması için kullanılmalıdır50.

SONUÇ:

Kemalist Ekonomik Kalkınma Modelinin bu dörtlü dengesi şöylece özetlenebilir:

— Devlet Bütçesi Dengesi,

— Kaynak-Harcamalar Dengesi,

— Dış ödemeler Dengesi,

— Devlet İşletmesi-özel İşletme Dengesi.

Bu dengeler korunmadığı süreler boyunca Türk Ekonomisine neler olduğunu, 1938’den bu yana uygulanan ekonomik kalkınma uygulamalarımız açıkça göstermektedir. Cumhuriyetin 63 yıllık uygulamasında O’nun yönetimdeki 15 yıllık Atatürk Dönemi, ekonominin en istikrarlı gelişme dönemidir. Ama, O’ndan sonra yaklaşık her 10 yılda bir ekonomimiz çıkmaza girmiştir.

Ekonominin Kalkınma Modelinin bu özelliklerini dünyaya anlatabildiğimiz ölçüde, dünyanın bütün “mazlum milletleri” de O’na şükran duyacaktır.

Amerika, Sevres Antlaşması Ve "Ermenistan" Sınırları 2.Bölüm

Fahir Armaoğlu ANKARA, 27 Eylül 2007 Perşembe 

Bu mesaja göre, Milletler Cemiyeti Konseyi, Müttefikler Yüksek Konseyi'ne başvurup, Ermenistan ile en fazla ilgilenen devletin kim olduğunu ve Ermenistan'ın bağımsızlık ve güvenliği için bu devletin neler yapabileceğini sormuş, imiş. Başta İngiltere'nin oynamak istediği basit oyunun, bizim dilimizdeki en hafif nitelendirmesi "tecahül-i arifane" dir.

Yine bu mesaja göre, Başkan Wilson'ın şimdiye kadar Ermenistan konusunda yaptığı çeşidi konuşmaları ve Amerikan Dışişleri Bakanı Colby'nin kullandığı deyimle "uygar dünyanın istek ve beklentileri" dolayısıyla, şimdi Yüksek Konsey Ermenistan mandasını Amerika'nın kabul edip etmeyeceğini soruyordu.

San Remo, bu kadarla da yetinmeyip, Ermenistan konusunda bir takım görüşler de belirtiyordu: Amerika şimdiye kadar hep "geniş" bir Ermenistan ilkesini savunmuştur. Bununla beraber, Kilikya'yı (Çukurova) Ermenistan'a vermek pratik bir yol görünmüyor[1]. Bu durumda, Ermenistan'a, Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis vilâyetlerinin verilmesi söz konusu olmakla beraber, önce Amerika'nın Ermenistan mandasını kabul etmesi ve ikinci olarak da bu bağımsız Ermenistan'ın sınırlarının Amerika Birleşik Devlederi Başkanı tarafından çizilmesi istenmekteydi.

Kısacası, Müttefîkler'in Osmanlı Devleti yerine bir "Ermenistan Devleti"ni ikame etmek isterlerken, bu işin, badireleri ve sonuçlan ile, bütün yükünü Amerika'nın sırtına yüklemeye çalıştıkları apaçık belliydi. Şunu da belirtelim ki, General Harbord'ın, bir "Bağımsız Ermenistan" mandasının ne denli sorunlar ortaya çıkaracağı hakkındaki raporu da, müttefiklerin elindeydi.

Nitekim, Yüksek Konsey'in kararına göre, Ermenistan sorunu yine de bu kadarla bitmiyordu. Türkiye ile barış imza edilir edilmez, Ermenistan'ın dış saldırılara karşı savunulması için gerekli askerî kuvvet ve ayrıca düzenli bir yönetim için malî yardım söz konusu olacaktı. Yani, Amerika, Ermenistan mandasını kabul ettiği takdirde, bu iki yükü de sırtlamak zorundaydı.

Yine Yüksek Konsey'e göre, Amerika'nın bu hususta acele karar vermesi gerekmiyordu. Ama Ermenistan halkı da büyük bir bekleyiş ve endişe içindeydi..

Müttefiklerin 27 Nisan mesajına, Amerika 17 Mayıs 1920'de cevap verdi ve bu cevapta "Ermenistan mandası" hakkında tek kelime mevcut değildi. Sadece, Amerika Cumhurbaşkanı'nın, Ermenistan'ın sınırları konusunda "hakem" olmayı ("to act as arbiter") kabul ettiği bildiriliyordu[2].

Söz konusu telgrafta Ermenistan mandası hakkında herhangi bir ifadenin bulunmamasının sebebi, bir yandan Amerikan Senatosu'nun bu konudaki olumsuz havası, diğer yandan da, Yüksek Konsey'in 27 Nisan 1920 günlü mesajı üzerine, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın, Harbiye Bakanlığı'na, Ermenistan mandası hakkındaki görüşünü sormasıydı. Harbiye Bakanı Baker'ın Dışişleri Bakanı Colby'ye gönderdiği 2 Haziran 1920 tarihli memoranduma göre[3], General Harbord, her ne kadar raporunda, Ermenistan mandası için 59.000 kişilik bir Amerikan kuvvetini gerekli görmüş ise de, bu miktar % 50 oranında azalülabilirdi ve Ermenistan'ın dış saldırılara karşı korunması için 27.000 kişilik bir Amerikan kuvveti yeterli olabilirdi. Ne var ki, Ermenistan'ın dış saldırılara karşı korunması evvelâ Milletler Cemiyeti'nin göreviydi ve ikinci olarak da, Bolşeviklerin şu anda Kafkaslar'da yarattığı tehlike dolayısıyla bu kadar bir Amerikan kuvvetinin orada bulundurulması pratik bir formül değildi. Bolşevikler Bakü'yü işgal etmişlerdi ve gazete haberlerine göre de, Ermenistan topraklarına girmeye başlamışlardı.

Ağustos ayı geldiğinde, artık Amerika'nın "Ermenistan mandası" söz konusu değildi. Fakat, Amerika'nın Avrupalı Müttefikleri, şimdi Türkiye için hazırlanmış olan bu barış antlaşmasının imzasından önce, Ermenistan sınırlarının çizilmesi işinin Amerika Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilip edilmediğini öğrenmek istediler[4].

Amerika'nın bu isteğe cevabı, hazırlanan barış antlaşmasının (yani Sevres Andaşması) 89'uncu maddesine göre, "Türkiye, Ermenistan ve diğer Yüksek Akit Taraflar", Ermenistan sınırlarının çizilmesi hususunda Amerika Birleşik Devletleri Başkanı'nın kararını kabul edeceklerine göre, Amerika Cumhurbaşkanı'nın bu görevi kabul edebilmesi için, önce söz konusu tarafların bu antlaşmayı imza etmeleri gerekir, şeklindeydi16. Başka bir deyişle, Başkan Wilson, Türkiye barışı imzalanmadıkça ve 89'uncu madde ile sınırların çizimi görevi veya "hakemliği"nin kendisine verilmesi "resmileşmedikçe", sınırların çizimi konusunda herhangi bir taahhüde girmek istemiyordu.

Bilindiği gibi, 10 Ağustos 1920'de İstanbul Hükümeti Sevres Antlaşması'nı imza etti ve aynı anda da, hatta daha Mayıs ayında, bu antlaşma Ankara Hükümeti, yani T.B.M.M. Hükümeti tarafından geçersiz ilân edildi. Fakat bütün bunların, Amerika'yı veya Başkan Wilson'ı etkilemediği görülüyor.

Lâkin, Sevres Antlaşması'na karşı Anadolu'da uyanan millî duygular ve Ankara'daki millî hükümet tarafından gösterilen tepkiler, işin başından beri Türkiye ile ilgili gelişmeleri, Waşington'dan çok daha farklı bir şekilde değerlendiren, Amerika'nın İstanbul'daki Yüksek Komiseri Amiral Bristol'ü, Waşington'u ciddi bir şekilde uyarma ihtiyacına sevketmiş görünüyor, Amiral Bristol'ün Waşington'a 18 Eylül 1920'de gönderdiği telgraf, özellikle Ermenistan konusunda şu noktaları vurgulamaktaydı [5]: 

"Şu hususu kesin olarak belirtmek gerekir ki, Ermenistan'a (Anadolu'dan) toprak verilmesine karşı Doğu Anadolu vilâyetlerinde oluşan tepkiler, şimdiye kadar olduğundan çok daha acı ve kuvvetlidir. Ermenistan'a bırakılan toprakları, Türklerin, kuvvet zoru olmaksızın bırakacaklarına hiç kimse inanmamaktadır. Türklerin çok geniş bir çoğunluğunu temsil eden Milliyetçiler, İstanbul Hükümeti tarafından imza edilen anlaşmayı tanımamaktadırlar" ve çok muhtemeldir ki, Müttefikler, Yunanistan vasıtasıyla, bu anlaşmayı Türklere kabul ettirmeye zorlayacaklardır. Türkiye barışı, Ermenistan'a, Türkiye'nin, Başkan'ın hakemliği ile tespit edilecek doğu vilayetlerini vermektedir. Bu bölgelerde bugün fiilen Ermeniler yoktur ve Erivan "daki Ermenileri bu bölgelere yerleştirmek, yeterli koruma sağlanmadığı takdirde, karışıklıkların ortaya çıkması sonucunu verecektir".

Amiral Bristol'un bu son derece isabetli değerlendirmesi, Amerikan Hükümeti ve Başkan Wilson üzerinde tamamen etkisiz kaldığı gibi, Sevres Antlaşması'na ve Amerika'ya güvenen Rusya Ermenistam, 4 Ekim 192ü'de Türkiye'ye savaş ilân etti. Gürcistan da Ermenistan'ı destekleyeceğini bildirdi [6].

Amiral Bristol'un İstanbul'dan Waşington'a gönderdiği uyarıların, Başkan Wilson üzerinde hiç bir etkisi olmadığı anlaşılıyor. Çünkü, Başkan Wilson'ın, "önce Türkiye ile barış imzalansın" şartı üzerine, Barış Konferansı'nın Genel Sekreterliği, ilk defa olarak ve Sevres Antlaşması'nın imzasından iki ay sonra, Sevres Antlaşması'nın tam metnini, Amerika'ya vermiştir[7]. Verirken de, Sevres Antlaşması'nın 89. maddesinin, Amerika Cumhurbaşkanı'na, hem Ermenistan'ın sınırlarını çizme, hem Ermenistan'ın denize çıkmasının sağlanması ve hem de Ermenistan ile Türkiye arasındaki sınırda "gayrı askerî bölge"nin tesbiti görevini verdiği belirtilmekteydi.

Yaklaşık bir ay sonra, Amerikan Dışişleri Bakanlığı, Paris Büyükelçiliği vasıtasıyla, Başkan Wilson'ın, Ermenistan sınırları hakkında hazırlayıp, Müttefik Devletler Yüksek Konseyi'ne hitaben kaleme aldığı raporunu, söz konusu Konsey Başkanlığı'na sundu[8].

Wilson'ın Ermenistan sınırlarının çizimine ait raporunu ele almayı, yazımızın sonuna bırakarak, raporun Yüksek Konsey'e sunulmasından sonra ortaya çıkan bazı ilginç gelişmelere değinmek istiyoruz.

Başkan Wilson, 30 Kasım 1920 tarihinde Milletler Cemiyeti Konseyi Başkanı'na gönderdiği bir telgrafta[9], Ermenistan üzerinde bir Amerikan mandası tesisi teklifi, Amerikan Senatosu tarafından reddedilmiş olmakla beraber, Amerikan halkının, Ermenistan'ın kaderi ile çok yakından ilgilendiğini, fakat şu anda Ermenistan'a yardım bakımından Amerikan askerini kullanma yetkisine sahip olmadığını, ekonomik yardımın ise, yine Senato'nun kararına bağlı bulunduğunu, fakat bu karar konusunda şimdiden bir tahminde bulunamayacağını söylemiştir. Başkan Wilson, Senato'nun kesin muhalefetine rağmen, Ermenistan'a yardım için elinden gelen her türlü çabayı harcamaya kararlı görünüyordu.

Ne var ki, Wilson'ın Milletler Cemiyeti Konseyi Başkanı'na bu telgrafı gönderdiği, aynı 30 Kasım 1920 günü, İstanbul'daki Yüksek Komiser Amiral Bristol, 1 Aralık sabahı Waşington'a ulaşuğı anlaşılan telgrafında[10] şunları yazıyordu: 

Ermenistan konusunun artık bittiği bildirilmektedir. Kars ve Gümrü'deki Ermeni kuvveden, çok üstün olmalarına rağmen, hezimete uğratılmış ve bir çok noktalarda Ermeni kuvvetleri kaçmıştır ("ran away"). Türkler Iğdır'ı ele geçirmiş olup, Aralık'tan bir kaç mil mesafede bulunmaktadır... Bir barış antlaşması müzakere edilmektedir. Türk hattı dahilindeki Amerikalıların güvenlikte olduğu bildirilmektedir. Bolşevikler ve Milliyetçi Türkler anlaşma içinde bulunuyor. Gümrü ve Kars'ın Ermeniler tarafından tekrar ele geçirildiğine dair haberler doğru değildir ve Ermenilerin bu iki şehri geri almaları ihtimali de mevcut değildir".

Tiflis'teki Amerikan Konsolosu Moser de, 4 aralık 1920 sabahı Waşington'a gönderdiği telgrafında şöyle demekteydi[11]: 

Erivan'da resmen açıklandığına göre, Ermenistan bir Sovyet Cumhuriyeti olarak ilân edilmiştir... Sovyet Rusya Büyükelçisi'nin söylediğine göre, Sovyetler bu yeni Sovyet Cumhuriyed'ni resmen tanımışlardır. Bir hafta önce kurulan Ermeni hükümetinin devrilmesinin arkasından, Bakû'den gelen Rus kuvvetleri, Ermenistan'ın sınır bölgelerini işgale başlamıştır. Rusya bu harekâtı, Bakû'deki Ermeni Bolşevik Komitesi'nin isteği üzerine yapmıştır. Türkiye ile Ermenistan arasındaki barış müzakereleri sırasında, Gümrü'deki mahallî hükümet de Bolşeviklere katılmıştır..."

Bu gelişmeler karsısında Wilson'ın çizdiği Ermenistan haritasının havada kalması bir yana, Ermenistan'da bu gelişmeler olurken, "bağımsız Ermenistan"ın sınırlarının çizildiğinin açıklanması, hem Amerika ve hem de Müttefikler'in prestijine ağır bir darbe teşkil edecek ve bir "skandal" olacaktı. Bu sebeple, İngiltere hemen harekete geçerek, Wilson'dan, bu sınırların kamuoyuna duyurulmasının durdurulmasını istemiş ve Wilson da, çizmiş olduğu Ermenistan sınırlarını açıklamaktan vazgeçmiştir[12]. Böylece Wilson'ın çizmiş olduğu Ermenistan haritası, tarihin arşivine girecek bir belge niteliğini muhafazaya mahkûm olmaktaydı.

Wilson'ın, Ermenistan sınırlarını çizen raporuna gelince[13]: Rapor 22 Kasım 1920 tarihli olup, iki kısımdır. Raporun birinci kısmında Wilson, sınırları, yani Türkiye-Ermenistan sınırlarını çizerken, veya daha doğru bir deyişle bir kısım Türk topraklarını Ermenilere hediye ederken, hangi esas ve ilkeleri gözönünde tuttuğunu uzunca bir şekilde belirtmekte, ve ikinci kısımda ise, çizmiş olduğu sınırların geçtiği yerleri ve mevkileri, gayet ayrıntılı bir şekilde açıklamaktadır.

Bu yazımıza ek olarak verdiğimiz ve Başkan Woodrow Wilson tarafından çizildiği belirtilen ve onun imzasını taşıyan haritanın altındaki nottan, bu haritanın, Amerikan Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı tarafından, Amerikan Dışişleri Bakanlığı ile işbirliği yapılarak hazırlandığı ve bunun için de General Harbord'ın verdiği bilgilerden ve Türk Genelkurmayı'nın kullandığı 1/200.000 ölçekli harita ile, Almanların savaş sırasında yaptıkları 1/400.000 ölçekli haritalarla, İran ve Kafkaslara ait 1/1.000.000 ölçekli İngiliz haritalarından yararlandığı anlaşılmaktadır.

Wilson'ın gözönünde tuttuğunu söylediği ilke ve esasları şu şekilde özetleyebiliriz:

Sevres Antlaşması'nın 89'uncu maddesi, Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis vilâyetlerinin Ermenistan'a verilmesini öngördüğünden, sınırın çiziminde de bu dört vilâyet gözönünde tutulmuştur.

Kendi ifadesine göre, Wilson, Ermeni halkının çıkarlarına, en iyi şekilde hizmet etme endişesini taşımakla beraber, bitişik bölgelerdeki Türk, Kürt, Rum, v.s. halklara karşı da gayet adaletli davranmaya özen göstermiş.

Söz konusu dört vilâyet Ermenistan sınırları içine alınırken, sınırın çiziminde etnik yapı dikkate alınmamıştır. Çünkü bu dört vilâyette halklar, çeşidi sebeplerden, birbirine karışmıştır.

Keza, dört vilâyeti kapsayacak sınır çizilirken, "yeterli tebiî sınırlar" ve yeni devletin "coğrafi ve ekonomik vahdeti"nin asgari gerekleri gözönünde tutulmuştur.

Ermenilerin, Türklerin, Kürtlerin ve Rumların toprak isteklerini birbiriyle çatışması durumunda, Wilson, "müstakbel Ermeni Devletinin bir ekonomik hayata sahip olması" ilkesini, kesin bir faktör olarak tercih ettiğini belirtmektedir.

Sınır boyunca, Türkler ve Kürtlerle meskûn dağ ve vadilerin Türkiye'ye bırakılmasına çalışılmakla beraber, "ticaret merkezlerinin Ermenistan tarafına aktarılmasına" önem verilmiştir.

"Ermeni şehirleri (!) olan Bitlis ve Muş" un güneyinden geçen sınır çizgisi, Hakkâri ve Siirt sancakları ile, Van vilâyetinin hemen yansını Türkiye'ye bırakmıştır. Wilson için bunun gerekçesi de Siirt ve Hakkâri nüfusunun çoğunluğunun Kürt olması imiş.

Wilson, ilkeleri arasında, "Pontus Rumları" nın isteklerini de unutmadığını belirtmektedir. Zira, Pontus Rumlan, 1920 Marü'nda Londra'da yapılan Müttefikler Yüksek Konseyi toplantısına bir memorandum sunarak, Rumlarla meskûn Karadeniz kıyı bölgesinin bütünlüğünün korunmasını ve Rize'den Sinop'un batısına kadar olan bölgeye özerklik verilmesini istemişler. Lâkin, Wilson'a, Karadeniz kıyıları bakımından, sadece Trabzon vilâyeti için yetki verildiğinden, Karadeniz kıyılarının diğer kısımları için herhangi bir teklif yetkisi yokmuş. (Yani, teklif yetkisi verilse imiş, Rize'den Sinop'un batısına kadar olan Karadeniz kıyılarını da Rumlara vereceği anlaşılıyor).

Diğer taraftan Wilson, Trabzon'un nüfus çoğunluğunun Müslüman (Yani Türk) olduğunu, Trabzon'daki Ermeni nüfusun Rumlardan da az olduğunu belirtiyor, fakat, Ermenistan'ın Trabzon'dan denize çıkması hususunun en geniş şekilde ve Ermenistan'ın gelişmesini sağlayacak nitelikte olmasını istemekteydi. Bundan dolayıdır ki, Wilson, Giresun şehrinin doğusuna kadar olan, Anadolu'nun Doğu Karadeniz kıyılarını veriyordu. Ermenistan'a, denize çıkışını sağlamak için sadece Trabzon limanı değil, Anadolu'nun Karadeniz kıyılarının yaklaşık dörtte biri verilmekteydi. Wilson açısından, bunun gerekçesi de Ermenistan'ın ekonomik gelişmesinin sağlanmasıydı.

Bu surede, Wilson'ın, "gayet adaletli" davrandığı iddiasını kabul etmek için, insanın bütün gerçekleri ters-yüz etmesi gerekiyordu.

Yine, görüldüğü gibi, sınır çiziminde Wilson'ın gözönünde tuttuğu temel ilke ve esas, sadece ve sadece, Ermenistan'ın çıkarları idi. Başka bir deyişle, "her şey Ermenistan'a" ilkesi, sınır çizminin ana unsurunu teşkil etmekteydi. Dolayısıyla, Wilson'ın meşhur "milliyetler ilkesi" de tam anlamı ile bir komediye dönüşüyordu. Zaman zaman, "milliyetler ilkesi" ne ağırlık verir gibi görünmesine rağmen, çizdiği sınırların, gerçekten milliyetler ilkesine ne derece uygun düştüğü çok tartışma götürür. Meselâ Wilson, Sevres Antlaşması'nın, söz konusu dört vilâyetimizi Ermenistan'a vermesinin gerekçe ve mantığını, milliyetler ilkesi açısından hiç tartışmamış, sadece Ermeni iddialarını kendisine dayanak yapmıştır. Bitlis ve Muş'un "Ermeni" şehirleri olduğunu söylüyor, fakat bu iddiasını rakamlara ve belgelere dayandırmaktan kaçmıştır. Tarih hocalığı yapan ve 1890'da Princeton Üniversitesi'nden Profesör unvanını alan, yani güya bilim adamı olan bu zat, Ermeni propagandası ağzı ile, Bitlis ve Muş'un "Ermeni" şehirleri olduğunu söyleyip işin içinden sıyrılıveriyor. Herhalde, "milliyetler ilkesi"nin ciddi ve bilimsel uygulaması bu değildir.

Belirttiğimiz gibi ve kendisinin de raporunda sık sık kullandığı bir ifade ile, "Ermenistan'ın istikbâli ve ekonomik gelişmesi" endişesi, Wilson için, her türlü ilkenin önüne geçmiştir. Bir halde ki, Wilson, "Bağımsız Ermenistan'ın kurucu babası olmayı, siyasî kariyerinin en büyük hedefi ve ihtirası haline getirmiş görünmekteydi.

İlkeler ve esaslar konusunda belirtilmesi gereken son bir nokta da, Ermenistan sınırının çizilmesi dolayısıyla, yine Sevres'in 89'uncu maddesi ile, bir de Osmanlı Devleti (Türkiye) tarafında, "gayrı askerî bir bölgenin sınırlarının çizilmesi görevinin de Wilson'a verilmiş olmasıydı.

Wilson bu işe girişmemiştir. Gerekçesi ise, gayrı askerî bölge tesis etmenin, karmaşık tedbir ve düzenlemeleri gerektirmesiydi. (Şüphesiz bu, Ermenistan'a gelişigüzel toprak vermek gibi olmayacaktı). Bu ise Wilson'a göre, hem pratik değil ve hem de gereksizdi. Zira, Sevres Antlaşması'nın 177'nci maddesi, Türkiye'ye bırakılan topraklardaki bütün "kalelerin" ("existing forts") silahsızlandırılmasını öngördüğü gibi, bir "karışıklık" (yani bir Türk saldırısı) halinde, Müttefiklere müdahale hakkı veriyordu. Bunun için de bir Müttefiklerarası Kontrol Komisyonu kurulacaktı. Bu sebeplerden dolayı, Wilson'a göre, ayrıca bir de "gayrı askerî bölge" tesisine gerek yoktu.

Burada Wilson'ın peşin hükümlü ve peşin kararlı tutumu bir kere daha ortaya çıkmaktadır. "Gayrı askerî bölge" tesisi, Sevres Antlaşması'nın bir hükmü ve Ermenistan sınırlarının çizilmesiyle birlikte kendisinin hakemliğine, dolayısıyla görevine havale edilmiş bir husus olduğu halde, Wilson kendi takdiri ile bu konuyu bertaraf ediyor, fakat Bitlis ve Muş'un "Ermeni" olduğunu ileri sürerken ve Trabzon'da ancak bir avuç Ermeni bulunduğu halde, burasını da Ermenistan'a verirken, bütün bu hususları tarafsız bir analizden geçirerek, Sevres Antlaşması'nın mantıksızlığını tartışmaya yanaşmıyordu.

Wilson Raporu'nun ikinci kısmı, doğrudan doğruya sınırı ayrıntılı bir şekilde çizmekteydi. Raporun bu kısımının tercümesini vermek yerine, faksimilesini vermeyi tercih etük. Zira, Rapor'un sınır çizimine ait kısmında, bir çok köyler, yerleşimler ve fizikî coğrafya isimleri, o zamanki şekliyle yer almaktadır ve bunlardan bazılarının bugünkü isimlerini ve Rapor'daki telâffuzlarından o zamanki isimlerini dahi tespit etmek kolay değildir.

Nihayet, bu belgeler Türk Tarih'in birer kalıntısından ibarettir. Bizim burada asıl vurgulamak istediğimiz, Büyük Atatürk'ün başlattığı Türk Millî Mücadelesi'nin ve Millî Devlet kurma çabasının daha başlangıcında, Amerika'nın Türk Milleti'ne karşı tutumunu ortaya koymak ve bu tutumdan, günümüze bazı ışıklar getirmektir.

Bununla beraber, incelememizin sonuna, yine Amerikan belgeleri arasında yayınlanan ve Doğu Anadolu topraklarımızdan Ermenistan'a verilen, yani Türk Vatanı'ndan koparılmak istenen toprakları gösteren bir haritayı da koyduk[14]. Belgelerde, çizilen sınırın çok daha ayrıntılı bir haritasından söz edilmekte ise de, bu harita belgeler arasında yayınlanmamıştır[15].


Dipnotlar:

 

1 - Pratik görünmüyor, çünkü Fransızlar, 1919 Eylülü'nde İskenderun ve Mersin'e 12.000 kişilik bir kuvvet çıkararak Kilikya'yı kontrol alana almışlardı. Bu olay Amerika'yı şaşkına çevirdi. Çünkü, sanılmıştı ki, Fransızlar, bu bölgeleri Ermenistan için işgal etmekteydiler. Halbuki, bu sırada Fransa, Ermenistan'ı kurtarmak için Batum, v.s. ye asker gönderemeyeceğini söylemekteydi. Bak.: Papers....1920/111, p. 840; ayrıca bak.: Evans, adı geçen eser, p. 185.


2 - Amerika Dışişleri Bakanlığı'ndan Paris Büyûkelçiliği'ne 17 Mayıs 1920 günlü telgraf,

aynı kaynak, p. 783.


3 - Memorandumun metni: Papers....l920/III, p. 784-785.


4 - Waşinton'daki İngiliz Büyükeçiliği'nden Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na 6 Ağustos 1920 günlü nota, aynı kaynak, p. 787.


5 - Amerikan Dışişleri Bakanlığı'ndan İngiltere Büyükelçiliği'ne 13 Ağustos 1920 tarihli

nota, aynı kaynak, p. 787-788.


6 - Yüksek Komiser Bristol'den Waşington'a İS Eylül 1920 günlü telgraf, Papers...l920/III, p. 788.


7 - Amiral Bristol'un Dışişleri Bakanlığı'na 10 Ekim 1920 günlü telgrafı, aynı kaynak, p. 788- 789.


8 - Paris Büyükelçiliği'nden Dışişleri Bakanlığı'na 18 Ekim 1920 günlü telgraf, aynı kaynak, p. 789.


9 - Amerikan Dışişleri Bakanı'ndan Paris Büyükelçisi'ne 24 Kasım 1920 günlü telgraf

Papers...l920/III, p. 789-790.


10 - Telgrafın metni: aynı kaynak, p. 804-305.


11 - Telgrafın metni: aynı kaynak, p. 805.


12 - Telgrafın metni: aynı kaynak, p. 806-807. Bu telgraf Waşington'a 11 Aralık'ta ulaşmıştır. u Bak.: Papers...1920/111, p. 807-808.


13 - Raporun tam metni: aynı kaynak, p. 790-804.


14 - İncelememizin sonunda verdiğimiz harita: Papers...l920/IWün. sonunda yayınlanmıştır.


15 - Bak.: papeı?...1920/III, p. 790, 51 no.lu not.

 

hhtp://www.heddam.com 




Amerika, Sevres Antlaşması Ve "Ermenistan" Sınırları [1. Bölüm]



Fahir Armaoğlu ANKARA, 30 Ağustos 2007 Perşembe 

1919 Ocak ayında toplantılarına başlayan Paris Barış Konferansı'nda Birleşik Amerika'nın Osmanlı Devleti'yle ilgili faaliyetlerini, Sevres Öncesi ve Sevres Sonrası diye ikiye ayırmak gerekmektedir.


Dünya Savaşı'nı sona erdiren barış antlaşmalarını hazırlamak üzere 1919 Ocak ayında toplantılarına başlayan Paris Barış Konferansı'nda Birleşik Amerika'nın Osmanlı Devleti'yle ilgili faaliyetlerini, Sevres Öncesi ve Sevres Sonrası diye ikiye ayırmak gerekmektedir. Başka bir deyişle, birincisi 1919 yılını kapsamakta, ikincisi de 1920 yılına ait bulunmaktadır.

Bu iki dönemde Amerika'nın Türkiye[1] ile ilgili faaliyetlerinin ortak noktası, Ermenistan faktörü'nün her iki dönemde de ağırlıklı bir unsur teşkil etmesidir. Yalnız bu ortak faktörün niteliği, 1919 ve 1920 yıllarında, yine birbirinden bir farklılık göstermektedir. 1919 yılında söz konusu olan, özellikle ve "soyut" olarak bir politik amaç veya bir politika faaliyeti olduğu halde, 1920'de, Amerika için söz konusu olan ise, bir antlaşmaya dayalı "somut bir faaliyet", veya bir icra'dır. Bu icra ise, Sevres Antlaşması'nın 89'uncu maddesi uyarınca, "Ermenistan"a Türkiye'den koparılıp verilen toprakların, yani "Türkiye-Ermenistan" sınırının çizilmesi yetkisinin veya görevinin, Amerika Cumhurbaşkanı'na, yani Woodrow Wilson'a verilmiş olmasıdır.

Bu incelememizde, Sevres öncesi dönem, yani 1919 yılı üzerinde fazla durmayacağız. Bilindiği gibi, bu dönemin Türkiye-Amerika münasebetleri, daha doğrusu Amerika ile Millî Mücadele arasındaki münasebetler bakımından en Önemli olayı, "Ermenistan sorunu" hakkında rapor hazırlamakla görevlendirilen General Harbord Misyonu'nun, 20 Eylül 1920 Sivas'ta Atatürk ile yaptığı ve 3-4 saat süren görüşmelerdir.

Harbord Misyonu konusu yeteri kadar incelendiği için, biz bu konu üzerinde fazla durmayacağız[2].

Yalnız şu kadarını belirtelim ki, Amerika'nın "Ermenistan" konusu üzerine eğilmesi, Başkan Wilson'ın "Milliyetler" ilkesi dolayısıyla ve Amerikan kamuoyunun ağır baskısı altında ortaya çıktığı gibi, yine çeşidi yardım kuruluştan ve Ermeni davasını destekleyen kuruluş ve politikacıların tahriki ile, konunun, 1919 Haziranı'ndan itibaren Paris Barış Konferansı'nın gündemine girmesiyle bir dinamizm kazanmıştır.

Ermeni davasını destekleyen bazı kuruluşların ve aynı zamanda Amerika'nın resmî yardım kuruluşlarının, Rusya Ermenistanı ile Türkiye sınırlarında 700-800 bin Ermeni mültecinin biriktiğini iddia etmesi, bunların açlıkla karşı karşıya kaldıklarını ve bunlara yardım yapılması gerektiğini bildirmeleri ve ayrıca, İngiltere'nin de, şüphesiz "Ermenistan yükünü", "Amerika hamalı"nın sırtına yüklemek amacı ile, Ermenistan'daki kuvvetlerini 1919 Ağustosu'ndan itibaren çekeceğini bildirmesi, bir yandan Ermeni mültecilerine yardım sorununu, diğer yandan da kurulacak "Bağımsız Ermenistanın kendisini dışarıya (yani Türklere karşı) karşı koruması sorununu ön plâna çıkarmış ve özellikle bu ikinci nokta da, baştan beri Ermenilere kanat germeye hevesli ve kararlı olan Başkan Wilson'ı Ermenistan üzerinde bir Amerikan "manda"sı sorunu ile karşı karşıya getirmiştir.

Bu sırada Amerikan Senatosu'nda, Başkan Wilson'ın Avrupa politikasına fazla "bulaştığı" yolunda eleştirilerin artması ve "inziva" (Isolation) politikasına dönülmesi eğilimlerinin kuvvetlenmesi dolayısıyla, Başkan Wilson, General Harbord başkanlığında kalabalık bir heyeti, Anadolu dahil, bölgeye göndererek, "Ermenistan Mandası"nı ve muhtemel sorunlarını yerinde inceletmiştir. Harbord Misyonu'nun askerî niteliği, Ermenistan'ın özellikle dışarıya karşı korunmasının, Wilson'ın başlıca endişesini teşkil ettiğini göstermekteydi[3].

General Harbord, gezisinin sonunda uzun bir rapor hazırlayarak bir nüshasını Paris'teki Barış Konferansı'na, bir nüshasını da Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na vermiştir[4].

General Harbord, raporunda[5], bir hayli tarafsız davranarak, sade Türklerin Ermenilere saldırmadığını, bir çok yerlerde Ermenilerin de Türklere saldırmakta olduklarını örnekleriyle belirtmiş ve, yukarda da değindiğimiz gibi, Ermenilere yardım kuruluşları ile Ermeni davasını destekleyen Amerikan politikacıları, Rusya Ermenistanı'na sığınan Ermeni mültecilerin sayısını 700-800 bin olarak iddia ettikleri halde, General Harbord bu miktarın 300 bin civarında olduğunu söylemiş tir.

Manda konusunda ise, "Ermeni sorunu Ermenistan'da çözülemez" diyen Harbord, Fransa ve İngiltere tarafından işgal edilmiş olmaları sebebiyle, Suriye ve Mezopotamya hariç, İstanbul ve Rumeli (Trakya) dahil, bütün Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde bir manda rejiminin kurulması gerektiğini ileri sürmüştür.

Fakat bu ifade, Harbord'ın, Amerikan mandası konusundaki iyimserliğinin bir işareti değildi. Generalin belirttiğine göre, manda yönetimini üzerine almakla Amerika, en az bir kuşak boyu bu işe bulaşmış olacaktı ve askerî bakımdan da, değişen şartlara göre, 25.000 ile 200.000 arasındaki bir askerî kuvvede bu rejimi desteklemek zorunda kalacak, ve nihayet, manda yönetiminin ilk beş yılında Amerika'nın 756 milyon dolarlık bir malî yükü de sırtlaması gerekecekti.

Harbord'ın raporundan yaklaşık bir ay sonra, Amerikan Senatosu'nun, bir yandan 28 Haziran 1919 tarihli Versay Anlaşması'nı ve bir yandan da, ona bağlı olan Milleler Cemiyeti Paktı'nı onaylamayı 19 Kasım 1919'da reddetmesi ile, Amerika'nın "Ermeni Mandası" hikâyesi de sona eriyordu.

Çünkü, Amerika Milletler Cemiyeti'ne üye olamıyordu. Halbuki "manda" rejimleri Milletler Cemiyeti'ne bağlı bir sistemdi.

Senato'nun bu kararı üzerine, Amerika, Aralık 1919'da Paris Barış Konferansı'ndan çekildi.

Başkan Wilson, özellikle Milletler Cemiyeti Paktı'nı Senato'ya onaylatmak için bir kaç teşebbüste daha bulunduysa da, bütün teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlandı.

Fakat, başta İngiltere olmak üzere, Amerika'nın Avrupalı müttefikleri, Amerika'nın ve özellikle Başkan Wilson'ın yakasını bırakmadılar.

Paris Konferansı, "Türkiye Sorunu"nu, yani Osmanlı Devleti'yle yapılacak barışı 1920 Ocak ayından itibaren ele aldı. Almasıyla birlikte, "Ermenistan" konusu ve dolayısıyla Amerika, tekrar gündeme geldi[6].

İngiltere, Fransa ve İtalya, yani Barış Konferansı'nın "Yüksek Konseyi" ("Supreme Council"), Şubat ve Mart aylarında Londra'da ve Nisan ayında da San Remo'da (İtalyan Rivierasında) toplanarak, Türkiye ile barışın esaslarını tespit etmişlerdir. Amerika, San Remo toplantıları ile temaslarını, Roma Büyükelçisi vasıtasıyla sürdürmüştür.

Yüksek Konsey'in Londra toplantılarından sonra, Fransa'nın Waşington Büyükelçisi, Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na verdiği 9 Mart 1920 tarihli bir notada, Türkiye ile barış konusundaki çalışmaların bir hayli ilerlediğini, bu durumda, Fransa'nın (Yüksek Konsey Başkanı), Amerika'nın "Doğu Sorunları" ile ilgilenip ilgilenmediğini veya bu sorunlarla ilgisini devam ettirip Konferansa katılıp katılmayacağını öğrenmek istediğini bildirdi. Amerika ise, bu notaya cevabında, Müttefiklerin Türkiye ile barış konusundaki düşüncelerini bilmediğini söyleyince[7], Fransa'nın Waşington Büyükelçisi, 12 Mart 1920 tarihli bir nota ile[8], tespit edilen bazı esasları Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na bildirmiştir. Nota'ya göre, Türkiye barışı konusunda Londra'da tespit edilen esaslar şöyleydi: 

1) Türkiye'nin Avrupa sınırları, Midye-Enez çizgisi, fakat muhtemelen Çatalca Hattı olacaktır. 

2) Türkiye'nin Asya tarafındaki sınırlan, kuzeyde ve batıda Karadeniz, Marmara ve Akdeniz, doğuda Ermenistan sınırı (yani bağımsız Ermenistan), güneyde ise, Ceyhan Nehri'nden başlayıp, Antep, Birecik, Urfa, Mardin ve Cezire-i İbni Ömer'in kuzeyinden geçen çizgidir. 

3) Padişah İstanbul'da kalabilecek, fakat burada Padişah'ın muhafız kuvvetlerinden başka kuvvet bulunmayacaktır. Müttefikler, Avrupa Türkiyesi (Trakya) ile Marmara ve Boğazlann güneyindeki bölgeleri işgal etme hakkını mahfuz tutarlar. 

4) Boğazlardan geçiş, savaşta ve barışta serbest olacak, bir Boğazlar Komisyonu kurulacak ve Padişah'ın Boğazlar üzerindeki egemenlik hakkını, Padişah adına bu Komisyon kullanacaktır. Bu Komisyon'da, bazı şartlarda Amerika ve Rusya da temsil edilecektir. Komsiyon'un başkanı ancak büyük devletlerden biri olacaktır. 

5) Trakya'nın Türklere bırakılan kısımlarının dışında kalan kısımlar Yunanistan'a verilecek, Edirne'deki Türkler ("Osmanlılar" deniyordu) için özel garantiler sağlanacak ve Bulgaristan'a da Trakya'da bir serbest liman verilecekti. 

6) Bağımsız bir Ermenistan kurulacak ve bu devletin denize çıkışını sağlamak için de, Lâzistan'da (yani Trabzon) kendisine bazı özel haklar tanınacaktır. 

7) Türkiye; Mezopotamya, Arabistan, Filistin, Suriye ve bütün adalar üzerindeki haklarından feragat edecektir. 

8) Aydın bölgesi hariç, İzmir bölgesi, Padişah'a bağlı olarak Yunanistan'ın yönetimine verilecek ve İzmir Liman'ında Türkiye'ye de ayrı bir kısım ayrılacaktır.

Bundan sonra da Osmanlı borçlarına ait bazı malî hükümler söz konusu olmaktaydı.

Barış Konferansı'ndan çekilmiş olmasına ve ancak "uzaktan gözlemci" statüsünde bulunmasına rağmen, Amerikan hükümeti bu barış esaslan hakkında şu görüşleri bildirdi[9]. 

1) İstanbul bölgesi dışındaki Trakya topraklarının Yunanistan'a verilmesini Amerika kabul etmekle beraber, bu bölgenin kuzey kısmı halkı Bulgar olduğundan (!), Edirne ve Kırklareli (Kırkkilise) ve havalisi Bulgaristan sınırları içine katılmalıdır. Çünkü Bulgaristan'ın, tamamen Bulgarlarla meskûn olan batı topraklan Sırbistan'a verildiğinden, Bulgaristan'a yapılan bu haksızlık Trakya'da telâfi edilmelidir. 

2) Amerika, Ermenistan konusu ile çok yakında ilgilidir. Ermenistan'ın sınırları, Ermeni halkının meşru (!) isteklerini karşılayacak ve kolay ve engelsiz bir şekilde denize çıkışını sağlayacak şekilde çizilmelidir. Denize çıkışı sağlamak için Lazistan'da Ermenistan'a özel haklar tanımak yeterli değildir. Venizelos, bu bölge Rumları adına, Trabzon'un Türklere verilmektense Ermenistan'a verilmesini tercih ettiğini bildirdiğine göre, Trabzon, doğrudan doğruya Ermenistan'a verilmelidir. 

3) Amerikan hükümeti, elinde çok sınırlı bilgi olduğundan İzmir konusunda görüş bildirebilecek durumda değildir. 

4) Eski Osmanlı imparatorluğu topraklarında ne şekilde bir düzenleme yapılırsa yapılsın (kime ne toprak verilirse verilsin), Amerikan vatandaşları ve şirketleri, diğer devletlerinkinden daha az müsait durumda kalmamalıdır. Yani Amerika, ekonomik ve ticarî bakımdan, "Açık Kapı" veya "fırsat eşitliği" ilkesinin uygulanmasını istiyordu.

Toplantılarına San Remo'da devam etmekte olan Konsey, Amerika'nın bu görüşlerine verdiği cevapta[10], Türkiye ile âdil ve kalıcı (!) esasları kapsayan bu barış antlaşmasını, Amerika'nın da imzalayacağı ümidini izhar ettikten sonra, tespit ettikleri ve 12 Mart'ta Amerika'ya bildirdikleri barış esaslarını savunuyorlardı. Bundan başka, Bulgaristan'a Edirne ve Kırklareli (Kırkkilise) nin verilmesi hususundaki Amerikan isteğine karşı da, kendilerindeki istatistik bilgilere göre, bu iki şehir ve havalisinin çoğunluğunun Türk olduğunu belirtiyorlardı.

İlginç bir nokta da, Amerika'nın Avrupalı müttefiklerinin, Amerikan Senatosu'nun Versay Antlaşması'nı onaylamayı reddetmesinin anlamını hâlâ anlamamış olmaları veya anlamamazlıktan gelmeleriydi.

Bağımsız Ermenistan konusunda Müttefiklerin de Amerika ile aynı görüşü paylaştıklarını ve halihazır ihtiyaçları ve gelecekteki gelişmesi (expansion) bakımından "haklı olarak (!) iddia ettiği" toprakları Ermenistan'a vermeyi ciddi bir şekilde arzu ettiklerini bildirmekteydiler.

Sorun bir al gülüm - ver gülüm hikâyesine dönüşmüştü. Avrupalılar, müstakbel Sevres Antlaşması'na Amerika'yı da bağlamak ve bu antlaşma ile Yakın Doğu'da yapacakları karmaşık ve tehlikeli düzenlemede Amerika'ya da sorumluluk yüklemek için, Amerika'ya şirin görünmenin her türlü çabasını harcamaktaydılar.

Yalnız, Müttefiklerin bu 27 Nisan 1920 günlü cevaplarında, İzmir ile ilgili yeni açıklamalar dikkati çekmekteydi. İzmir ile bazı komşu ilçelerin (kazaların) nüfus çoğunluğunun Rumlarda olması ve Türkiye'nin bu Rumlara fena muamelede bulunması sebebiyle, İzmir'in Yunan yönetimine verildiği belirtildikten sonra, İzmir'in bütün Anadolu'nun ekonomisinde önemli bir yeri olması ve İzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinin millî tepkilere sebep olmasının, Türkiye ile barışın uygulanmasını imkânsız kılmasa bile, güçleştirmesi ihtimali dolayısıyla, İzmir'in Padişaha bağlı hale getirildiği ve aynı zamanda Türklere de İzmir Limanı'nda imkânlar sağlandığı belirtilmekteydi. Burada "millî tepkiler" den duyulan endişe dikkati çekmektedir.

Amerika'yı Türkiye ile barış sorununa "bulaştırmak" ve konunun içine çekmek için, Nisan 1920 sonunda, İngiltere'nin egemen olduğu Milletler Cemiyeti'nin de kullanılmak istendiği de görülüyor. Çünkü, San Remo'dan 27 Nisan'da Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na gönderilen uzun bir mesajda[11]., Ermenistan konusunda, Amerika bir karar verme zorunluluğu ve dolayısıyla, Türkiye barışı ile karşı karşıya bırakılıyordu.


DİPNOTLAR

1 - Gerek Amerikan belgelerinde, gerek Paris Barış Konferansı ile ilgili belgelerde, Osmanlı

Devleti, daima "Türkiye" adı ile zikredildiğinden ve hatta 1920 yılında, sonradan Sevres

Antlaşması adını alacak antlaşmanın adı daima "Türkiye ile barış" (Peace with Turkey, Peace

Setdement with Turkey) diye zikredildiğinden, biz bu incelememizde, Osmanlı Devleti yerine,

Türkiye deyimim kullandık.

2 - Bu konuda bak.: Dr. Fethi Tevetoğlu, Millî Mücadelede Mustafa Kemal Paşa-Ceneral

Haıbord Görüşmesi, TÜRK KÜLTÜRÜ, Yıl VII, Sayı 76, Şubat 1969, s. 257-267; Yıl VII, Sayı 77,

Mart 1969, s. 321-334; Yıl VII, Sayı 80, Haziran 1969, s. 525-545; Yıl VII, Sayı 81, Temmuz 1969, s. 589-603. Bizim incelediğimiz Amerikan belgelerinde, General Harbord'un raporunun metni verilmekte, fakat, başka hiç bir bilgi verilmemektedir.

3 - Bütün bu gelişmelere ait Amerikan belgeleri için bak.: Papers Relating to the Foreign Relations of the United States, 1919, Washington, D.C., Government Printing Office, 1934, Vol. II, p. 817-841.

4 - General Harbord Misyonu, Başkan Wilson'ın onayı ile gönderilmekle beraber, esasında Paris Barış Konferansı adına görev yapmıştır. Bu sebeple, 16 Ekim 1919 tarihli olan raporunun imzalı nüshasını Paris Barış Konferansı'na sunmuş, imzasız bir nüshasını da Amerikan Dışişleri Bakanlığı'na vermiştir. Bu konuda bak.: aynı kaynak, Vol. II, p. 841, 24 no.lu dipnotu.

5 - Raporun metni: aynı kaynak, p. 841-889. Ayrıca bak.: Maj. Gen. James G. Harbord, Conditions in the Neaı- East: Repon of the American Military Mission to Armenia, U.S. Senate, 66th Congress, 2d Session, Document No. 266; Washington, Government Printing Office, 1920; Brig. Gen. George Van Horn Moseley, Mandatory över Armenia: Report made to Maj. Gen. James. G. Haıobrd, Senate, 66th Congress, 2d Session, document No. 281, Washington Government Printing Office, 1920.

6 - Bundan sonraki açıklamalarımızı, şu kaynakta yer alan belgelere dayandıracağız: Papers Relating to the Foreign Relations ofthe United States, 1920, Washington, D.C., Government

Printing Office, 1936, Vol. III, p. 748-809. Bu kaynağı bundan sonra kısaca "Papers... 1920/IU"

Şeklinde zikredeceğiz.

7 - Laurence Evans, United States Policyand the Paıtition ofTurkey, 1914-1924, Baltimore,

The John Hopkins Press, 1965, p. 278.

8 - Notanın metni: Papers... 1920/111, p. 748-750.

9 - Amerikan Dışişleri Bakanlığı'ndan Fransız Büyükelçiliği'ne 24 Mart 1920 tarihli nota, Papers... 1920/III, p. 750–753.

10 - Roma'daki Büyükelçi Johnson'dan Washington'a 27 Nisan 1920 günlü telgraf, Papel?1920/III, p. 753–756.

11 - Roma Büyükelçiliği'nden Waşington'a 27 Nisan 1920 günlü telgraf, Papers...l920/M, p.

779-783.
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...