Tarihte bugün:
İnsanlık tarihinin en büyük kahramanlarından biri olan BEHİÇ ERKİN’in doğum günü [5 Nisan 1876]
Behiç Erkin… Türkiye Cumhuriyeti‘nin kurucularından, Kurtuluş Savaşı‘nın lojistiğini başarıyla yöneten komutan… Devlet Demiryollarını ilk işleten, kuran ve millileştiren, İTÜ‘yü özerkleştiren ve lisanını Türkçeleştiren, genç cumhuriyetin ilk kamu müzesini (İnkılâp Tarihi Müzesi) kuran ve onbinlerce insanın hayatını kurtaran devlet adamı...
Behiç Erkin’in olağanüstü kişiliğiyle tanışıklığım aslında geçtiğimiz Ekim ayında başladı. Dostlarımdan biri Emir Kıvırcık adında bir arkadaşı olduğunu ve dedesinin biyografisini yazdığını söyledi. Hikayenin beni ilgilendirebileceğini düşünerek ana hatlarını anlattı. Şaşırmıştım. Tarih bilgimin derin olduğuna inanırdım ancak ne Behiç Erkin’in, ne de hayatını, bu eşsiz hikâyeyi insanlığa anlatmaya adayan ve bu iş için 9 senesini veren torunu Emir Kıvırcık’ın adını duymuştum daha önce…
Telefona sarıldım ve Emir’i aradım. Telefon görüşmemizden bir hafta sonra Emir’in ofisindeydim. Dedesini onun ağzından dinlediğimde önce şaşırdım, büyülendim ve niye yalan söyleyeyim ağladım...
Emir Kıvırcık önce Atatürk’ün en yakın dostunu, bir Kurtuluş Savaşı kahramanını, kısacık bir zamana sığan kocaman bir hayatı, hep halkının iyiliği için yaşayan, doğru bildiğinden karşısındaki kim olursa olsun kesinlikle vazgeçmeyen güçlü ve saygın bir devlet adamını anlattı bana…
Daha sonra ise Fransa’daki büyükelçilik yıllarında bir baba nasıl oğlunun üstüne titrerse, ölümün pençesinde olan Yahudiler için o derece uğraşan duygu dolu bir insanı anlattı. Bu kişi, Behiç Erkin’di…
Emir’in dedesini dünyaya anlatabilmek için gösterdiği çaba da takdire şayandı. 9 senelik yoğun araştırmasının emeği olan kitabı “Büyükelçi” Şubat ayında çıktı ve ülke çapında beklendiği üzere sansasyon yarattı. Kitap ilk etapta İngilizce, Fransızca, Almanca ve İbraniceye çevrilecek. Daha sonra ise tüm dünya dillerine… Çünkü Behiç Erkin’in hikayesi sadece Türkleri, Yahudileri, Fransızları ya da Almanları değil, tüm insanlığı ilgilendiriyor.
Bu kitap bir tokattı belki de… Bugünkü dünya yöneticilerine, bir arada yaşamayıp sürekli çatışan medeniyetlere… Güçsüzleri ezip güçlü olduklarını zannedenlere… İnsanlığını unutmuş adem oğullarına… Behiç Erkin’in hayat hikayesi herkese, hepimize en güzel yanıtı veriyor… Ama insanoğlu her zaman unutur! Tarihini, sevdiklerini hatta anılarını bile… Sağ olsun Emir Kıvırcık’ın çabalarıyla şimdi yeniden hatırlıyoruz, hem de bu kez hiç unutmamak üzere…
Birazdan okuyacaklarınız dünya üzerine ender gelen insanlardan birinin yaşam öyküsüdür. Konuyla ilgili daha fazla bilgi almak isterseniz Kıvırcık’ın Goa Yayınları’ndan çıkan kitabı Büyükelçi’yi okumanızı tavsiye ederim. Ama bu kitabı tarihsel bir gerçeği öğrenmek için değil, kendiniz, çocuklarınız ve hatta hayatınız için okuyun.
**
Kurtuluş Savaşı kahramanı, devlet adamı, Atatürk’ün yakın dostu Behiç Erkin
Behiç Erkin, 1876 yılında İstanbul’da doğar. Köklü bir aileden gelmektedir. Babası Cemil Bey, dedesi ise Osmanlı İmparatorluğu’nun ünlü komutanlarından Mareşal Ömer Fevzi Paşa’dır. Dedesi, Behiç Erkin’in birçok insanın kaderini etkileyecek olan cesur, inatçı, doğruluktan şaşmayan, araştırmacı, alçak gönüllü ve diplomat karakterini şekillendiren kişidir.
Behiç Erkin, Erkan-ı Harp (Kurmay) subayı olmak ister. Ancak küçükken çocuk felci geçirdiği için Osmanlı kanunlarına göre bu imkânsızdır. Yine de büyükbabasının Osmanlı Ordu Kumandanlığı yapmasının da etkisiyle özel bir kararla Askeri Okul’a alınır ve Erkan-ı Harp subayı olarak mezun olur. 1903’te Selanik’e 3. Ordu’ya tayini çıkar. Behiç Bey’e “hat komiserliği” görevi verilir. Bu o dönemde çok önemli bir görevdir zira Osmanlı’nın başkenti İstanbul’a ulaşan tüm yollar üç değişik yerden gelip Selanik’te birleşmekte ve oradan İstanbul’a gelmektedir. O dönemki lojistik hizmetleri açısından en önemli nokta, Selanik’tir… Aynı zamanda Behiç Erkin’in, Türk ulusunun ve Fransa’da yaşayan 18.000 Türk Yahudisi’nin de kaderini belirleyecek olan Selanik…
Behiç Erkin’in, demiryollarıyla ilk teması bu şekilde olur. 1907’de Mustafa Kemal Paşa Şam’da Yüzbaşı görevindeyken Kolağası (bugün olmayan bu rütbe binbaşı ile yüzbaşı arasında bir mevkidir) rütbesine terfi olur ve Selanik’e tayini çıkar. İki insan arasındaki dostluğun tohumları burada atılacaktır. Mustafa Kemal, Selanik’te Behiç Erkin’e komşu olur. Ayrıca 3. Ordu’da da beraber çalışmaya başlarlar ve aynı çadırı paylaşırlar. Osmanlı üzerine tartışırlar ve kişisel ilişkilerini dostluk seviyesine çıkarırlar. Hatta Mustafa Kemal, Trablusgarp’a Derne komutanı olarak gittikten sonra Behiç Bey’e birçok mektup yazar (İnkılâp Tarihi Müzesi’nde bu mektuplar halen görülebilir).
1915 yılında Enver Paşa’nın Osmanlı Ordusu’nu Alman disipliniyle yapılandırma çalışmaları başlar. Alman kültürünü Osmanlı Ordusu’na uyarlama sorumluluğu verilen Kanengiesser Paşa’nın yardımcılığına ise Behiç Bey getirilir. Behiç Bey, 500 senelik Osmanlı kültürünün Alman disiplini tarafından ezilmemesi için çok mücadele eder. Almanları çok iyi tanır ve kültürlerini öğrenir.
29 Mart 1918 yılında Mareşal Liman Von Sanders, Gelibolu Savaşı’nda asker ve erzak sevkiyatının mükemmelliğine hayran kaldığı için Miralay Behiç Bey’e birinci dereceden Alman Demir Haç Madalyası takar. Bu madalya, Alman ulusu için çok değerlidir. Sadece önemli Alman devlet adamlarına verilen en üst seviyeden bu madalyanın bir yabancıya verilmesi o dönemde görülmemişti. Bu madalya, ileride Fransa’da yaşayan 18.000 Türk Yahudisi’nin kaderini belirleyecektir.
Behiç Bey, daha sonra Azerbaycan’a giderek, 1918’de ilk Azeri-Osmanlı düzenli ordusunu kurar. İngilizler İstanbul’u işgal edince şehre geri döner. Ancak hasta olduğu için Anadolu’ya kaçamaz. Mustafa Kemal, bunu bir fırsat olarak görür ve Anadolu’ya kaçırılmasını istediği meşhur “beyaz subaylar” listesini yakın dostu Behiç Bey’e gönderir. Behiç Bey’e bu görevinde yardımcı olan kişi de Azra Garih’tir (rahmetli Üzeyir Garih’in babası). İngilizler, Behiç Bey için ölüm ilanı çıkardıkları zaman, bir süre saklandığı ev de, ileride yazdığı hatıratlarında “kadim dostum” diyerek bahsettiği Azra Garih’in babası Üzeyir Garih Efendi’nin evidir.
Behiç Bey, Anadolu’ya geçer. Bursa’ya ulaştığında İsmet İnönü’den “Ankara’ya bir an önce gelmesi” konusunda bir telgraf alır. Ankara’ya vardığında Behiç Bey iki teklifle karşılaşır. İsmet İnönü, kendisine Erkan-ı Harp Umumiye İkinci Reisliği’ni (Genelkurmay İkinci Başkanlığı) teklif ederken, Fazıl Paşa ise demiryollarının başına geçmesini ister. Bu konuları konuşmak için Mustafa Kemal’in yanına çıkan Behiç Bey’e Başkomutan, o meşhur sözünü söyler: “Behiç Bey, ben cephede ne yapılacağını çok iyi biliyorum, fakat ordumuzu cepheye taşımaya nasıl muvaffak olacağımızı bilmiyorum. Zamanında sahip olduğunuz tecrübelerden bunu sizin başarabileceğinizi biliyorum. Sizin demiryollarının başına geçmenizi isterim. Var oluş savaşımızda ancak bu şekilde başarılı olabiliriz”. Bunun üzerine Behiç Bey, kimsenin işine karışmaması şartıyla bu görevi kabul edebileceğini söyler. Başkomutan, gülümser ve Behiç Bey’in elini sıkar. Bu konuşmanın üzerine Büyük Taarruz dahil olmak üzere cepheye asker sevkıyatı Behiç Bey tarafından mükemmel şekilde gerçekleştirilir.
Koşullar ne olursa olsun doğruları savunan Behiç Erkin, aynı zamanda tüm silah arkadaşlarına işine karışılmadığı müddetçe kendi doğru bildiğini en iyi şekilde yapabildiğini göstermiştir. Mustafa Kemal’le Kurtuluş Savaşı’nın en sıcak zamanında yaşadığı bir hikaye aslında bunu en iyi şekilde kanıtlamaktadır.
Savaşın ortasında Mustafa Kemal’den bir telgraf gelir. Telgrafın üstünde, “Dakika tehiri (gecikmesi) idamla cezalandırılacaktır” yazmaktadır. Telgrafın içeriği şu şekildedir: “Trenlerin son sürate çıkarılarak cepheye asker sevkıyatının hızlanması gerekmektedir”. Her zaman doğru olduğuna inandığı şeyi yapan Behiç Bey, Başkomutan’ın emrine şu şekilde cevap verir: “Hat, 40 km’den hızlı gitmeye müsait değildir. Eğer daha hızlı sevkıyat yapılmaya kalkışılırsa korkarım tek bir sevkıyat bile yapamayabiliriz. Emrinizi aldım. Bu şartlardan dolayı uygulamadım. İkinci bir emrinizi bekliyorum”. Başkomutandan ikinci bir telgraf gelir. Telgrafta aynen şu kelimeler yazmaktadır: “Siz nasıl uygun görürseniz Behiç Bey”…
Cumhuriyet döneminde Behiç Erkin, Devlet Demiryollarının kurucu genel müdürü olur. Demiryollarının Avrupai standartlarda çalışmasını isteyen İnönü’yü millileştirilmesi için ikna eden Erkin, bugün Devlet Demiryollarının başında “Türkiye Cumhuriyeti” yazmasının sebebidir. Atatürk, 10. Yıl Marşı’nda bir tek dizeyi değiştirmiştir. “Yurdun bütün tepelerinde dumanlar tütmektedir” yazan dizeyi çizmiş, “Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan” yazmıştır. Ardından Behiç Bey’e telefon açıp “Emeğinizi yeteri kadar yansıtmadığı için 10.Yıl Marşı’nda bir dize değiştirdim, size haber vermek istedim” demiştir.
Atatürk, soyadı kanunu çıktığında 37 kişiye neden o soyadını uygun gördüğünü birer mektupla belirtmiş ve bunu da Dil Tarih Coğrafya Enstitüsü’ne gönderip “Türkiye’nin ilk 37 soyadı olarak kaydedilsin” talimatını vermiştir. Bu soyadlardan dokuzuncusu Emir Kıvırcık’ın anne tarafına verilen ERKİN’dir. Bunun verilme sebebi olarak Atatürk şu notu düşmüştür: “Her şart altında kendi doğrularını dile getirme cesaretini gösteren, bağımsız kişi…”
Behiç Erkin’in kişiliğinin daha iyi anlaşılabilmesi için kronolojiyi biraz bozarak şu olayı anlatmakta da yarar görüyorum. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler, “Faciayı Araştırma Komisyonu” adıyla, soykırımı araştırmak için bir komisyon kurar. 18.000’e yakın Yahudi’yi soykırımdan kurtardığı için Behiç Erkin’in adını ölümsüzleştirmek isterler. Komisyon, Behiç Erkin’e yaptığı yardımlarla ilgili yanıtlanmak üzere 18 soruluk bir form verir. Erkin, BM yetkilisine teşekkür eder, dosyayı geri verir ve şu kelimeleri kullanır: “Ben yaşlı bir insanım ve zaten böyle şeyleri doldurmaya gerek yok. Sebebi de şudur; Biz Atatürk’ün önderliğinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmakta emeği geçenler, Musevilerin başına gelenlerin 460 yıl önce başlarına gelenlerden herhangi bir farkı olduğunu düşünmüyoruz. Dolayısıyla benim yaptığım, tarihimize, örf ve adetlerimize sahip çıkmak ve Türk ulusu adına insani görevimizi yerine getirmektir.”
Peki, Behiç Erkin, Fransa’da ne yapmıştı da 18.000 kişiyi “Nihai Çözüm”den kurtarmıştı? Bunu nasıl başarmıştı?
**
Bu yazıda, Fransa’ya Büyükelçi olarak atandıktan sonra Behiç Erkin’in, 75.000 Yahudi vatandaşını Alman otoritelerinin eline gözlerini kırpmadan teslim eden kraldan kralcı Fransızlarla ve “Nihai Çözüm”lerini uygulamak için hiçbir engel tanımayan işgalci Almanlarla nasıl nefes aldırmadan uğraştığını okuyacaksınız.
Sohbetimizde Emir Kıvırcık, çocukluğundan beri her fırsatta annesinden dedesinin hikayesini dinleyerek büyüdüğünü söyledi. Behiç Erkin, emekliye ayrıldıktan sonra her perşembe Fahrettin Altay Paşa, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay’la yaptığı toplantılarda Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve Fransa anılarını anlatırmış. Emir Kıvırcık’ın annesi de yakın tarihimizi belirleyen olayları, onu bizzat yazan canlı tanıklardan dinleyerek büyümüş.
Emir’e bundan sonraki projelerini sorduğumda öncelikle kitabının Fransa’da yayınlanacağı günü heyecanla beklediğini söyledi. Bu projeye Fransa büyükelçimizle, başkonsolosumuzun da sonuna kadar destek verdiğini ekledi. Fransa’yla eş zamanlı olarak kitabın ABD, İsrail ve Almanya’da da yayınlanacağını müjdeledi.
Kıvırcık’ın ikinci projesi ise Hollywood stüdyolarında çekilecek olan bir belgesel. Birebir olayı yaşayanların ağzından anlatılacak olan belgeselin çalışmaları devam ediyor.
Son ve en büyük projesi ise bir Hollywood filmi. En iyi artistler, senaryo yazarları ve yönetmenlerle görüşmelere başlandı bile… Çoğu Yahudi kökenli olan bu kişilerin projeyi büyük heyecanla karşıladıklarını söyleyebilirim. Projeyi okuyan Amerika’nın en büyük üç yapımcısından biri bütün işini bırakarak beş saatlik bir uçuştan sonra apar topar Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği’ne gider. Büyükelçi Nabi Şensoy ve altı kişilik ekibiyle görüşüp “Büyükelçi” kitabında anlatılanların doğru olup olmadığını ve Türkiye’nin Emir Kıvırcık’a arşivleri açıp açmadığını sorar. Şensoy, hepsinin doğru olduğunu söyleyince, ünlü yapımcı “Sayın Büyükelçi, siz nasıl bir hazinenin üzerinde oturduğunuzu biliyor musunuz?“ cevabını verir.
Yad Vaşem Müzesi’nde Behiç Erkin’in yaptıkları ile ilgili birçok belge bulunduğunu belirten Kıvırcık, buna karşın müzenin kurtarıcıları resmi olarak tanıması için üç canlı tanık istediğini belirtti. Şu an Türkiye’de yaşayan Robert Lazare Rousseau ile Fransa’da yaşayan bir tanığı olduğunu ekledi ve Ankara’daki İsrail Büyükelçiliği’nin yardımı ve özellikle sayın büyükelçinin şahsi desteğiyle tüm dünyada Behiç Erkin’in trenleriyle kurtulan son bir yaşayan tanık aradıklarını vurguladı.
İnsanlığın unutulduğu bir dönem… Fransa ve Behiç Erkin
1939’da Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Avrupa’daki karışıklığı göz önüne alarak Behiç Erkin’e Almanya ya da Fransa’ya büyükelçilik teklifi sunar. Erkin, bu teklifi şöyle yanıtlamıştır: “Ben Almanca bilmem, Almanları da fazla sevmem, Fransızca konuşmayı da biliyorum o yüzden Paris’i tercih ederim.”
Erkin, 31 Ağustos 1939’da Paris’te göreve başlar. Ertesi gün ise Almanya, Polonya’ya girer ve 2. Dünya Savaşı başlar. Türkiye’nin o dönemde Avrupa’da prestiji yüksektir. Zira savaş bu kadar yakın olmasına rağmen, birçok gazetenin manşetinde 31 Ağustos günü “Nouvel Ambassadeur de la Turquie – Yeni Türkiye Büyükelçisi” başlığıyla Erkin’in göreve başladığı duyurulur. Hatta gazetelerden bir tanesi Kurtuluş Savaşı’nda yaptıklarından dolayı “L’Ambassadeur Extraordinaire-Olağanüstü Büyükelçi” manşetini atar. Gazete, geleceği görmüştür…
Göreve başlamasından birkaç ay sonra Almanlar Fransa’ya girer. Paris işgal edilir. Hükümet Vichy’ye taşınır. Fransız Hükümeti de aynı kentte bulunan Park Hotel’e yerleşir. Almanlar, ülkeye girer girmez Yahudilerin haklarını kısıtlayan kanunlar çıkmaya başlar. İlk çıkan Yahudi kanunları, Yahudilerin kamu hizmetlerinden, işlerinden çıkarılması ve sahip oldukları işletmelere geçici Hıristiyan yöneticiler atanması şeklinde olur. Bununla beraber Yahudilerin bankalardaki paralarına da el koyulmaya başlanır.
Türk kökenli Yahudilerin bu kanunlar yüzünden mağduriyet yaşadığını gören Erkin ilk itirazlarını resmi olarak yapar. “Bu kanunları Türk Yahudilerine tatbik edemezsiniz. Çünkü benim ülkemde din, dil ırk ayrımı yoktur. Benim vatandaşlarımın belirli bir kısmına belirli zorunluluklar dayatmak bizim kanunlarımıza aykırıdır” der.
İtirazı Alman ve Fransız otoriteleri tarafından kabul görmez. Bu sefer Erkin, başka bir itiraz yöntemi bulur: Israr! Sürekli otoritelere itiraz mektupları gönderir. Bu itirazları uluslararası platformda da dikkat çekmeye başlar. Amerikan Büyükelçisi, bir gün ziyaretine gittiği Erkin’e şöyle sorar: “Bu kanun kendi içerisinde bir ayrımcılık yapmadığı için niye itiraz ediyorsunuz?” Bunun üzerine Behiç Bey: “Sayın büyükelçi, bizim ülkemizde din, dil, ırk ayrımı yoktur ve Yahudilere bu yapılan yanlıştır, insanlık dışı bir şeydir! Benim esas anlamadığım sizin ABD olarak bu insanlık dışı uygulamalara nasıl itiraz etmediğinizdir” der.
Türk Büyükelçiliği Vichy’ye taşınmadan önce Ankara’dan Paris’e bir mektup gelir. Mektupta taşınma esnasında Paris’teki temsilciliğin tamamen kapanması istenmektedir. Behiç Erkin, bu emre uymaz, inisiyatifini kullanır ve Ankara’ya “Buradaki tebaamızın Almanlar burada oldukları müddetçe mutlaka ve mutlaka bir konsolosluğa ihtiyaçları olacaktır” cevabını verip, Cevdet Dülger’i Paris’te başkonsolos olarak bırakır. İleride Paris ve civarında yaşayan Yahudilerin Türk kimliği alıp hayatta kalabilmelerini sağlayan Behiç Erkin’in bu inisiyatifi olmuştur.
Almanların Yahudilere karşı çıkardıkları ilk kanunlardan en önemlisi, Yahudi işletmelerine geçici birer Hıristiyan yönetici atamalarıdır. Bu kişiler, işletmenin satılışına kadar tüm söz hakkına sahip olacaklar, işletme satıldıktan sonra elde edilen gelirin Fransa hazinesine iletilmesinden sorumlu olacaklardır.
Bu kanuna karşı çıkan Erkin yazışmalarında hep şu düşünceyi savunur: “Türk Yahudilerinin elinden alınan müesseseler Türk vatandaşlarına aittir, Türkiye’nin hazinesidir. Siz bu müesseselere el koyamazsınız. Bu kanun illa uygulanacaksa, müesseselerin başına geçici olarak Yahudi olmayan Türklerin atanması gerekir.”
Behiç Erkin bu durumu Ankara’ya 15 Mayıs’ta resmi bir mektupla bildirir ve mektubunda şöyle bir öneri getirir: “Türkiye’de ne kadar Fransız yaşıyorsa, tümünün malına mülküne el koyalım!” O dönemde Fransızların Türkiye’de Osmanlı Bankası gibi önemli işletmelere sahip olduğu düşünüldüğünde böyle bir hareketin Fransızlar için kabul edilemez boyutlarda bir tehdit olduğu daha iyi anlaşılabilir. Erkin, büyükelçilik çalışanı olan Türk Yahudi’si Leon Mandil’e kendisine bir tarihçi, bir de uluslararası hukukçu bulmasını ister. Mandil, gerekli kişileri bulur ve Behiç Erkin, bir hafta bu kişilerle kapalı kapılar ardında çalışır.
Behiç Erkin, 16 Mayıs’ta Vichy Hükümet başkanı Laval’i Büyükelçiliğe yemeğe davet eder ve müsteşarından yemek esnasında bir önceki gün Ankara’ya gönderdiği mektubu hazır etmesini ister. Yemeğin bitiminde Erkin, Laval’i odasına davet eder (Tarihte “katil Laval” lakabı ile anılan Laval dönem Fransa’sının en güçlü kişilerindendi. Savaş biter bitmez düşmanla işbirliği yaptığından dolayı apar topar idam edilmiştir).
Erkin, Laval’e duvarda asılı duran bir tabloyu gösterir. Tabloda bir Osmanlı Paşa’sı resmedilmiştir. Erkin, Laval’e şu konuşmayı yapar: “İki ülke halkının 400 seneye varan bir dostluğunun olması ne kadar güzel değil mi Sayın Fransa Hükümeti Başkanı? Bu duvarda gördüğünüz 15. yüzyılda Fransa’ya atanan ilk Osmanlı mümessilidir. O tarihten itibaren hep mükemmel ilişkilerimiz olmuş, hatta sadece Fransa için geçerli olan kapitülasyonlar çıkarılmıştır. Buna göre hiçbir Fransız vatandaşının malı mülkü, bu kişi ölse dahi, Padişah’ın servetine kaydedilemez maddesi konmuştur. Aynı şekilde Fransa’da yaşayan Osmanlı tebaası içinde aynı şart konmuştur”.
Daha sonra konuyu mallarına el konulan Türk Yahudilerine getirir. Behiç Erkin sözlerine şöyle devam eder: “Zamanında iki ülke halkı dostluk içinde yaşamıştır. Karşılıklı olarak anlaştığımız kapitülasyonlar varsa, şimdi de aynı konu söz konusudur. Sayın Laval, lütfen tarihinize sahip çıkın. Ay yıldız kimliği olan hiçbir vatandaşımın, bizim için Yahudi olup olmadığı fark etmez, işletmesine herhangi bir geçici Hıristiyan yönetici atanmasın. Eğer gerekiyorsa Türkleri atayalım ve bu iş bizim kontrolümüzde kalsın. Zira buradaki tebaamızın önce canları, sonra ise malları ve mülkleri bizim milli servetimizdir ve bizim sorumluluğumuzdadır.”
Laval, Behiç Bey’in bu sözlerini kabul eder ve Müsteşarı Rochat ile yemekte bulunan bir devlet bakanına konuyu ivedilikle halletmelerini söyler. Bir ay geçmeden Behiç Erkin’in bu talebi Fransız resmi makamları tarafından yazılı olarak büyükelçiliğe iletilir. Daha sonra Erkin, “yedieminler” başlıklı bir emir yazarak tüm konsolosluklara tebliğ eder. Emirde, 10 yıldan uzun süredir Fransa’da yaşayan, 5 senedir aynı yerde oturan, 3 senedir aynı işte çalışan, kötü sicili olmayan, evli ve çocuklu olan Müslüman Türklerin listesinin çıkarılmasını ister. Liste çıkarıldıktan sonra Erkin, bu kişileri toplar ve onlara Yahudi vatandaşların başına gelenlerin kabul edilemez ve omuzlarına alacakları yükün büyük sorumluluğu olduğunu söyler. Bu işin Türkiye için yapılması gerektiğini belirtir. Odada oturan yediemin adaylarının büyük çoğunluğu görevi kabul eder.
Almanlar, Yahudilerin mallarına göz koyduklarında karşılarında Behiç Erkin’i bulurlar. Öyle ki Erkin, büyük bir dirayetle “katil” lakaplı Fransa hükümet başkanı Laval’in karşısına çıkıp Yahudilerin mallarına el konulmamasını resmi olarak sağlar.
Ancak her geçen gün Fransa’da yaşayan Yahudiler için çember daralır. “Nihai Çözüm” planları yapılmış ve mallardan sonra sıra canlara gelmiştir. Yahudiler, artık rast gele sokaklardan toplanmaya başlamıştır. Erkin tüm elçilik ve konsolosluk çalışanlarını görevlendirir. Gerekirse bu kişileri toplama kamplarının içine kadar sokar ve görevde kaldığı süre boyunca diplomatik gücünü kullanarak Alman ve Fransız otoriteleriyle yazışır. Böylece kamplara atılmış Türk Yahudilerinin serbest bırakılmasını sağlar. Toplama kampına götürülen Türk Yahudilerini kurtarmak için vagona atlayıp onlarla beraber giden ve daha sonra o vagondaki 80 kişinin kurtulmasını sağlayan diplomat Necdet Kent de Behiç Bey’in bu emriyle hareket etmiştir.
Erkin, Yahudi dükkânlarına “Burası bir Yahudi Müessesesidir” yazılı tabela asılmasına da şiddetle karşı çıkar. Behiç Bey emir verir ve Türk vatandaşı olan Yahudilerin işletmelerinin kapısına “Burası bir Türk Müessesesidir”, evlerin kapısına da “Burası bir Türk vatandaşının evidir” yazılı tabela asılmasını sağlar.
Sonunda olan olur ve Behiç Bey’i, çalışmalarından dolayı Almanya’ya şikayet ederler. Berlin, “Dokunmayın ancak yakından takip edin” emrini gönderir. Bunun üzerine (daha sonra Vichy’yi de işgal eden) Almanlar, bu şehirdeki Nazi Karargahını Türk Büyükelçiliği’nin hemen yan binasına taşırlar.
O dönemde Behiç Bey’in Yahudilere yardım ettiği tüm Fransa’da duyulur. Öyle ki Fransa’nın 1936’da Başbakanı olan Leon Blum, arkadaşlarıyla birlikte sokakta rast gele çevrilip toplama kampına atılan oğlu için Türk Büyükelçiliği’nden yardım ister. Erkin, konu üzerine konuşmaya gelen Blum’un gelinine “Ben şu anda buradaki Türk Yahudi tebaası adına hükümetin en yüksek mevkileri nezdinde ciddi uğraşlar veriyorum. Fakat, sizin bahsettiğiniz konu, bir Fransız Başbakanı’nın oğludur. Eğer, ben devreye girersem, benim sahip çıkmaya çalıştığım binlerce insan konusunda sağladığım dengeleri bozabilir. Bu dengeleri iyi idare etmem lazım. Müsaade ederseniz bu konuya ben müdahil olmayayım. Ancak başbakanınız, bizim Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’ye bir mektup yazsın. Mektubu bana getirin. Benim yazacağım bir ön notla beraber eski dostum olan Cumhurbaşkanıma göndereyim ve bunu Türkiye’den halledelim. Binlerce insanın kaderiyle oynamayalım.” Sonuç olarak, İnönü’nün çabaları sonucu Blum’un oğlu kamptan kurtulur.
Bu arada Güney Fransa’da işler yine karışır. Yahudi Komiserliği’nin başına tarihin gördüğü en büyük antisemitlerden biri olan Xavier Vallat getirilmiştir. Vallat, Güney Fransa’da 1941’de bir nüfus sayımı yapar ve Türk nüfusunun yoğun olduğunu görür. 1938 senesindeki nüfus kayıtlarını açtırır ve tek tek karşılaştırma yapar. 1941 sayımında Türk tebaası olduğunu söyleyen 20.000 kişinin yarısı, 1938 sayımında Fransız olduğunu tebliğ etmiştir. Vallat, bu bilgiyi derhal Almanlara iletir ve Türk Büyükelçiliği ve konsolosluğunun önünde neden kuyruklar olduğunu bu şekilde tespit ettiğini belirtir. Bu kişilerin “sahte Türk vatandaşı” olduğunu ve bu kişilere sahte belgeler tanzim edildiğini söyler. Bu kişilerin “vatansız” kabul edilip Polonya’ya gönderilmesini önerir.
Bu kişilere Türk vesikası verilme hikayesi şöyledir: Almanlar, Fransa’ya girince Osmanlı kökenli Fransız Yahudileri konsolosluklara akın etmeye başlar. Behiç Erkin, bu kişilere derhal Türk kimliği verilmesini emreder. Dönemin birinci katibi Fatin Rüştü Zorlu: “Efendim, bize kimliklerini almak için başvuran bu kişilerin çoğu Türkçe bile konuşamıyor” dediğinde, büyükelçi o meşhur sözünü söyler: “Almanlar dil bilmez, Türkçeyi de hiç anlamazlar. Dolayısıyla bu vatandaşlarımız altı kelime ezberlesinler yeterlidir: Ben Türküm! Akrabalarım Türk Topraklarında Yaşıyorlar! Bize gelen, Türkçe konuşamayan herkese bu cümleyi öğretiniz ve vesikayı veriniz!” Bu şekilde büyükelçilik ve konsolosluğa başvuran Türk olan, olmayan herkese vesika verilmiştir.
Vallat’ın bu hamlesinden sonra çanlar gayrimuntazam Türk vatandaşı olan Yahudiler için çalmaya başlar. Ancak Behiç Bey, Vallat’tan önce davranmış ve haberi bile olmadan bu sorunu daha önce yaptığı bir manevrayla halletmiştir. Behiç Bey, Fransız topraklarındaki en yetkili Alman yöneticilerinin önüne çıkar, Çanakkale Zaferi sonrası Almanlar tarafından kendisine verilen birinci dereceden Alman Demirhaç Madalyası’nı masanın üzerine vurarak, trenlerle bu insanları Türkiye’ye gönderme planlarını kabul ettirir.
Tarihte “Büyükelçi’nin Trenleri” adıyla anılan ilk tren 1942 yılında Türkiye’ye doğru yola çıkar. Bu trenin yolcularından biri de bugün hala hayatta olan ve İstanbul’da yaşayan Robert Lazare Rousseau’dur. Büyükelçinin trenleri yaşama gitmektedir… Yolda karşılaştıkları trenler ise ölüme…
Ancak trenlerin yola çıkışına kadar Almanya-Fransa-Behiç Erkin üçgeninde birçok eşi benzeri olmayan olay yaşanır. Yad Vaşem müzesinin kayıtlarında Gayrimuntazam 10.000 Türk Yahudi’sinin bir ya da iki eksiğiyle tamamen Türkiye’ye getirildiği yazmaktadır. Bunun yanında Türk pasaportunu hiçbir zaman bırakmamış olan 8000’e yakın “muntazam” Türk vatandaşı Yahudi de sağ salim ülkeye getirilmiştir. Toplamda 18.000 kişi!
Başta Behiç Erkin olmak üzere, Fransa’da bulunan tüm Türk büyükelçilik ve konsolosluk çalışanları Fransa’da yapılan ırkçı uygulamalara dirayetle karşı durarak kendi öz evladını düşünen bir baba gibi Yahudilerin önce mallarını, daha sonra canlarını kurtarırlar. Bu kişiler, dünyaya insanlık dersi vermişlerdir. Bugün hepsini saygı ve minnetle bir kez daha anıyoruz.
Eğer siz de 2. Dünya Savaşı sırasında “Büyükelçinin Trenleriyle” Holokost’tan kurtulanlardansanız, ya da kurtulanlardan birini tanıyorsanız, dünyanın neresinde yaşıyor olursanız olun, lütfen Şalom Gazetesi ile bağlantıya geçiniz!
Vedat Levent
Emir Kıvırcık kitapları — BEHİÇ ERKİN ile birlikte.