CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

LİBERAL, KAPİTALİST İLLLİZYON VE İSLAMCILAR - H. Prof.dr. Nurullah AYDIN 20 Kasım 2011-ANKARA

Görüşlerini biraz kazıdığımız ve mantıksal sonuçlarına doğru taşıdığınız taktirde görülecektir ki, muhafazakârlar, İslamcılar ve liberaller üretim ve emek alanlarını ortak bir tutumla yok sayarlar. Sadece piyasayı kutsar ve öne çıkarırlar. Ekonomi-siyaset ilişkisini koparır ve birey çıkarlarından ayrı bir toplumsal çıkar ve kamusal hayat bulunmadığını ileri sürerler. Görüşlerinin ve siyasal etkinliklerinin esası budur. Gerisi palavradır.

Bu iddialara karşı sol liberallerden ve liberalizmin etkisi altındaki çevrelerden, örneğin Kürt hareketinden son 20 yıldır esaslı bir itiraz gelmedi. Sanki kapitalizm yokmuş gibi davranıldı. Toplum adeta maddî ve tarihsel temellerinden bağımsız, kültürel bir olgu gibi ele alındı. Bu arada gerçekte kendileri gerçek birer “büyük anlatı” olan liberalizme, demokrasiye ve dinlere yönelik bütün radikal eleştiri de geri çekildi.

Sonuç olarak muhafazakârlar, liberaller, dinciler ve postmodernist felsefenin ağır etkisi altındaki çevreler arasında gerici bir tarihsel blok oluştu. Bu gerici bloka sol liberaller de katkıda bulundu. Sol liberaller, ideolojik olarak bu blokun tahkim edilmesinde esas rolü üstlendi. Bu durum sadece Türkiye’ye özgü bir ideolojik-politik oluşuma değil, küresel bir eğilime işaret ediyordu

Bu gerici tarihsel blok Türkiye’de bütün iktidarı almak, siyasal ve ideolojik hedefleri doğrultusunda rejimi ve toplumu dönüştürmek için 2007 yılının ikinci yarısından itibaren harekete geçti. Bu bağlamda gerçekleştirilen Ergenekon operasyonu Türkiye’de rejimin ABD’nin ve işbirlikçilerinin ılımlı İslam projesi doğrultusunda dönüştürülmesinin en önemli etabını oluşturdu. Bir gericileştirme hamlesiydi ve devam etmektedir.

Ergenekon operasyonunun bu niteliği ve hedefleri başlangıçta sol tarafından yeterince görülemedi. Üzerinde çalışılmış bir siyasal komplo olan Ergenekon operasyonunun felsefî, ideolojik, tarihsel ve siyasal derinliği de yeterince anlaşılamadı. Hatta, derin devlet ya da kontrgerillanın tasfiye edileceğine dair bir umut bile yarattı. Böylece toplumsal muhalefetin bir kesimi bu komplo aracılığıyla liberal-muhafazakâr ittifakın ve iktidarın peşine takılarak yedeklendi.

Tezleri şöyleydi: O, gerçek iktidar değildir; hükümet olmuş, ama iktidar olamamıştır. Gerçek iktidar derin devleti de kapsayacak şekilde asker-sivil bürokratik elittir. Dolayısıyla siyasal mücadele esas olarak devletle sivil toplum ya da merkezle çevre arasında cereyan etmektedir. Dolayısıyla bu bir demokrasi mücadelesidir ve gerçek demokratikleşme de bu çatışmanın içinden gelişecektir. Bu anlayışa göre iktidar,, asker-sivil bürokratik elitin iktidar alanını sınırlandırmaya, sivil toplumun ve demokrasinin alanını ise genişletmeye çalışmaktadır.

Devletin sınıfsal karakterini belirsizleştiren vesayet rejimi kavramsallaştırması da tam bu dönemde yaygınlık kazandı. Hiçbir sınıfsal ve tarihsel bağlama oturmayan bu bilim dışı kavramsallaştırma, gerçekte beşinci sınıf Amerikan sosyologlarından alınmıştı. Durum böyle olmasına karşın bu kavram sosyalistlerin terminolojisine bile girdi. Öyle ki, çatı partisi kurma girişimini sürdüren Kongre Hareketi’nin Program Çerçeve Metni dahi siyasal çatışma alanını ve bu çatışmanın taraflarını bu kavram üzerinden açıkladı.

Ortada trajikomik bir durum, ideolojik bakımdan ise tam bir baştan çıkma hali vardır. Türkiye’deki son politik pratiğine bazı çevrelerce muhafazakâr devrim bile diyebildi. Böylece toplumsal muhalefeti soyut bir vesayet düzenine karşı mücadeleye çağırırken, gerçekte somut bir iktidarı ve yeni devlet düzenini desteklediler.

Oysa yeni yapılanma; küresel aktörlerin belirlediği programa uygun yürütülüyor.
İstenen; Avrupa’nın yüzyıllık hayali, ABD’nin ise 60 yıllık özlemidir.
Şimdiki süreç ise; kimliksizleştirilmiş halk yığınlarının oluşturduğu Anadolu coğrafyası ve 600 yıllık İslam uygarlığının yaşandığı Endülüs/İspanya’da yapılanın tekrarını gerçekleştirmek. Yani Arapların/Müslümanların Endülüs/ispanya devletinin yıkılarak bölgenin Hıristiyan olması için yapılan gibi Anadolu’da aynı strateji  uygulanmaktadır.

Türkiye Müslümanları; Arap masallarını, hikayelerini, hurafelerini dinlemekten bölge, dünya ve İslam ve Türk tarihi okumuyorlar. Yani tarih okuma özürlüsü olmaları nedeniyle tarih tekerrür ediyor. Ama onlar için kapitalizm, liberalizm, sosyalizm, muhafazakarlık önemli değil önemli olan yaşadıkları dönemin saltanatı.

Günün Sözü: İlahi varlık, tarih ve vicdanlı insanlar; gaflet, dalalet ve ihaneti affetmez.

Atatürk'ü Ağlatan Ağaç

Ankara, Kurtuluş Savaş’ımızın eşsiz önderine kollarını açtığı günlerde, Çankaya’dan şehre inen yol üzerinde tek bir iğde ağacı varmış; ağaç olarak. Mustafa Kemal, o ağacın önünden geçerken her sefer, yanındakilere gösterir o iğde ağacını, “Bak" dermiş, "Bu benim iğde ağacım”. Bu sevgiyi bilmeyenler, haberli olmayanlar, bir gün yolu genişletmek amacıyla iğde ağacını kesmişler.

Ve Mustafa Kemal onu selamlamak üzere başını çevirdiğinde ağacın yerini bomboş görmüş. Heyecanla “Ne oldu benim ağacıma” diye sormuş. Kesildiğini öğrendiği zaman da iki elini yüzüne kapayarak ağlamaya başlamış.

Bugün koca bozkırın ortasında binlerce ağacın yeşerip göverdiği bir Ankara ve bir Gazi Orman Çiftliği varsa eğer, bunu Mustafa Kemal’ in o günkü gözyaşlarına borçluyuz. Bir iğde ağacı yerine bir orman, binlerce ağaç, binlerce sevgi.

Atatürk'ün Savanora Hakkında Dedikleri

Atatürk' ün İstanbul' daki mutluluklarından biri Florya' yı keşfetmesi oldu. Birkaç gidip gelmeden sonra buradaki plajı canlandırmaya karar verdi. Deniz köşkü, alaturka deniz hamamı gibi birşeydi. Atatürk denize o kadar ihtiraslı bağlanmıştı ki yıllarca yaz aylarını adeta su içinde geçirdi. Yüzme ve kürek idmanları yapar ve burada da halktan ayrılmazdı. İlk projeye göre Atatürk Köşkü kumsalın sonundaki bir tepecik üstüne yapılacaktı, aşağıda da bir banyo yeri hazırlanacaktı. Kalabalıktan uzaklaşmayı istemedi. Yine ilk projeye göre demiryolu geriye alınacaktı:

Canım, dedi. Ankara' da dağ başında yaşıyorum, İstanbul' da Saraya hapsoluyorum; bırakın burada gelenleri gidenleri, hiç olmassa tren gürültüsü duyayım.

Son zamanlarda Şile' yi görmüş, pek sevmişti yaşasaydı orasını da canlandıracaktı.

Büyükçe tekne olarak emrinde Ertuğrul Yatı vardı. Marmara için yapılmış bu yatla bir defa Karadeniz' e çıkmıştı. Sert bir havada yat az daha batıyordu. Memleket kıyılarını dolaşmak üzere İstanbul' dan uzaklaşınca Denizyolları' nın bir yolcu gemisini seferden alıkoymak gerekiyordu. İşte Atatürk' e yeni bir yat alınması bu gereksinimden doğmuştu.

Amerikalı bir milyoner kadının yaptırmış olduğu Savarona, ileri sürülen bir düşünceye göre Amerika' ya sokulmadığı için, ucuza almıştı. Planlarını görmüş ve yatı çok beğenmişti. Ne yazık ki yat geldği zaman Atatürk'ün ölümcül bir hastalığı vardı. Pek sevdiği bu yatta çok zamanı yatakta geçirdi. Bir gün şöyle dedi:

-Bir çocuk oyuncağını bekler gibi bu yatı beklemiştim. Mezarım mı olacak bu tekne benim?

Atatürk' ü ölüm yatağına Savarona' daki kamarasından bir koltuğun içinde ancak götürebildiler. Yat Dolmabahçe Sarayı önünde boynunu bükerek Atatürk'ü boşuna bekledi.

Süngü tak! Yere yat!

Düşman 18 Mart 1915' te donanma saldırısında başarısızlığa uğraması üzerine karadan zorlama yapmak üzerine boğaz dışındaki adalara yığınak yapmaya koyuldu. Bu haber alındıktan sonra 22 Mart 1915' te Çanakkale bölgesinde beşinci ordu kuruldu. Bütün kuvvetler ordu emrindeydi.

Ordu onbeşinci kolorduyu Maydos çevresinde bırakarak 19. tümeni 19 Nisan' da yedek alarak Biga' ya geldi. 25 Nisan 1915' te tanyeri ağarırken Arıburnu ve Seddülbahir bölgesine ilk düşman birlikleri çıktı. Arıburnu' na cıkan kuvvet gözetleme taburunu püskürterek, sonradan Kemalyeri adı verilen yere kadar ilerledi burada arkasından koşup gelen 27. Türk alayı ile karşılaştı.

Düşman çıkarmasını haber alan Mustafa Kemal, Conkbayırı yönünde yürüyen düşmana karşı ordudan emir almayı beklemeden kuvvetlerini harekete geçirdi. Birliklerine kendisi yol bularak Kocaçimen tepesine vardı. Askerlerine orada kısa bir dinlenme vererek, Alata gidilmediği için yanındakilerle yaya olarak Conkbayırına geldi. Orada cephaneleri bittiği için ve düşmanca kovalanan bir gözetleme bölüğüne rastladı:

- Niçin kaçıyorsunuz? Dedi.




- Efendim düşman...

- Nerede düşman?

- İşte... diye 261 rakımlı tepeyi gösterdi.

Gerçekten de düşman birinci avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış, serbestçe ilerliyordu. Askerleri dinlenmeleri için bırakmış ve düşman da bu tepeye gelmişti. Düşman ona kendi askerlerinden daha yakındı. Bulunduğu yere gelseler kuvvetleri pek kötü duruma düşeceklerdi. O zaman bir mantıkla mı yoksa içgüdüsel olarak mı bilinmez kaçan erlere:

- Düşmandan kaçılmaz, dedi.

- Cephanemiz kalmadı, dediler.

- Cephanemiz yoksa süngümüz var, dedi. Ve bağırarak:

- Süngü tak! Dedi. Yere yatırdı. Aynı zamanda Conkbayırı' na doğru ilerleyen piyade alayı ile Cebel bataryasının erlerini marşla bulunduğu yere gelmeleri için emir subayını yoladı. Erler yere yatınca, düşmanda yere yatmıştı. İşte savaşın kazanıldığı an bu andı...

ÇANAKKALE GEÇİLMEZ

10 Ağustos 1915. Conkbayırı' nı almak ve bütün boğaza hakim olmak için
İngilizler 20.000 kişilik bir kuvvetle günlerce kazdıkları siperlere
yerleşmişler, hücum anını bekliyorlardı. Gecenin karanlığı tamamen kalkmış, tan
ağarmak üzereydi. 8. tümen komutanı ve diğer subaylarını çağırdım:

- Mutlaka düşmanı yeneceğinize inanıyorum ancak siz acele etmeyin, evvela ben
ileri gideyim, size ben kırbacımla işaret vediğim zaman hep birlikte
atılırsınız. Bu durumdan askerlerini de haberdar etmelerini istedim. Hücüm
baskın şeklinde olacaktı. Sakin adımlarla ve süzülerek düşmana 20-30 metre
yaklaştım. Binlerce askerin bulunduğu Conkbayırı' ndan ses çıkmıyordu. Dudaklar
sessizce bu sıcak gecede dua ediyordu. Kontrol ettim. Kırbacımı başımın üstüne
kaldırıp çevirdim ve birden aşağı indirdim. Saat 4.30 da kıyametler kopmuştu.
İngilizler neye uğradıklarını şaşırmıştı. ^^Allah Allah^^ sesleri bütün
cephelerde, karanlıkta gökleri yıkıyordu.

Her taraf duman içinde ve heyecan her yere hakim olmuştu. Düşmanın topçu ateşi
büyük çukurlar açıyor, her tarafa şarapnel ve kurşun yağıyordu. Büyük bir
şarapnel parçası tam kalbimin üzerine çarptı, sarsıldım, elimi göğsüme götürdüm,
kan akmıyordu. Olayı Yarbay Servet Bey'den başka kimse görmemişti. Ona
parmağımla susmasını emrettim. Çünkü vurulduğumun duyulması bütün cephelerde
panik yaratabilirdi. Kalbimin üzerinde bulunan saat param parça olmuştu. O gün
akşama kadar birliklerin başında daha hırslı olarak çarpmıştım. Yalnız bu
şarapnel vücudumla kalbimin üzerinde aylarca gitmeyen derin bir kan lekesi
bırakmıştı.

Aynı günün gecesi, yani 10 Ağustos günü, beni mutlak ölümden kurtaran ve
parçalanan saatimi Ordu Komutanı Liman von Sanders Paşa' ya hatıra olarak
verdim. Çok şaşırmış, heyecanlanmıştı. Kendisi de alıp cep saatini bana hediye
etti. Bu hücumlarda İngilizler binlerce ölü bırakarak tamamen geri çekildi ve
Çanakkale' nin geçilmeyeceğini iyice anlamış oldular.
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...