CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR
TC Siyasileri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TC Siyasileri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Asrın Liderimiz ve Avrupa İnsan Hakları Mehkemesi.. ve İkiyüzlülük üzerine

Asrın liderimiz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurdu mu hiç?
Başvurdu.
Hapis cezasına çarptırılmıştı, adil yargılama yapılmadı dedi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurdu.
*
Hiç kimse çıkıp “eyy asrın liderimiz, hem Avrupa'ya haçlı ittifakı diyorsun, hem de memleketi haçlılara şikayet ediyorsun” dedi mi? Demedi. Anayasal hakkıydı, hakkını kullandı.
*
Asrın liderimiz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne bir defa daha başvurdu mu?
Bir defa daha başvurdu.
Mahkumiyetine ilişkin sicil kaydı silinmişti ama, Yargıtay bu kararı yok sayıyordu, hukukum çiğnendi dedi, yürütmeyi durdurma kararı için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurdu.
*
Hiç kimse çıkıp “eyy asrın liderimiz, hem Avrupa'ya gavur toprakları diyorsun, hem de memleketi gavur topraklarına şikayet ediyorsun” dedi mi? Demedi. Anayasal hakkıydı, hakkını kullandı.
*
Asrın liderimiz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne üçüncü defa başvurdu mu?
Üçüncü defa da başvurdu.
Hem de YSK'ya karşı başvurdu.
Siyasi yasak getirilmişti, seçme seçilme hakkı elinden alınmıştı, Yüksek Seçim Kurulu kararının haksız, yanlış ve hukuksuz olduğunu belirterek, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurdu.
*
Hiç kimse çıkıp “eyy asrın liderimiz, hem Avrupa'ya nazi diyorsun, hem de memleketi nazilere şikayet ediyorsun” dedi mi? Demedi. Anayasal hakkıydı, hakkını kullandı.
*
Dindar cumhurbaşkanımız abdullah gül, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurdu mu?
O da başvurdu.
Eşi hayrünnisanım, först leydi olmadan önce türban taktığı için üniversiteye kayıt yaptıramamıştı, haklarım engellendi dedi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurdu.
*
Hiç kimse çıkıp “eyy dindar cumhurbaşkanı, kendin muhalefetteyken, Avrupa'ya hıristiyanlar birliği diyordun, Türkiye'yi zenginler köşkünün bahçesindeki köpek kulübesine koyacaklar diyordun, şimdi bizim memleketi o köpek kulübeli hıristiyanlar birliğine mi şikayet ediyorsun” dedi mi? Demedi. Anayasal hakkıydı, hakkını kullandı.
*
.......
*
Egemenlik gaspedildi.
Oylarımız çalındı.
Resmen suç işlendi.
Hukukun gırtlağı sıkılıyor.
CHP, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurmaya hazırlanıyor.
*
Daha şimdiden ne deniyor?
“Milletin iradesine saygı duymayan ikiyüzlü Cehape zihniyeti, kendi milletini yabancılara şikayet ediyor!”
Yılmaz Özdil__

.

TÜRKİYE'NİN NÜFUS YAPISI BOP KAPSAMINDA, BİLEREK ve KASITLI OLARAK DEĞİŞTİRİLİYOR

TÜRKİYE'NİN NÜFUS YAPISI BOP KAPSAMINDA, BİLEREK DEĞİŞTİRİLİYOR

Dünyanın en büyük mülteci akınına maruz kalan Türkiye'nin nüfus yapısı değişti. 3 milyondan fazla Suriyeli tüm dengeleri alt üst etti. Kilis'in yüzde 95'i artık Suriyeli… İstanbul'da ise yaklaşık yarım milyon Suriyeli yaşıyor. Üstelik bunlar sadece resmi rakamlar.

Ortadoğu'daki kriz en çok Türkiye'yi etkiledi. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında sahneye konan kan ve gözyaşı ülkemize terör ve mülteci akını olarak da yansıdı. Türkiye son yıllarda tarihin en büyük mülteci istilasına uğradı.

Suriyeliler başta olmak üzere Irak, Afganistan, Pakistan gibi ülkelerden yaklaşık 4 milyon mülteci Türkiye'de bulunuyor. Resmi rakamlara göre ise Türkiye'deki mülteci sayısı 2 milyon 969 bin.



Ortadoğu'daki kriz en çok Türkiye'yi etkiledi. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında sahneye konan kan ve gözyaşı ülkemize terör ve mülteci akını olarak da yansıdı. Türkiye son yıllarda tarihin en büyük mülteci istilasına uğradı.

Suriyeliler başta olmak üzere Irak, Afganistan, Pakistan gibi ülkelerden yaklaşık 4 milyon mülteci Türkiye'de bulunuyor. Resmi rakamlara göre ise Türkiye'deki mülteci sayısı 2 milyon 969 bin. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü Suriyelilerin il il dağılımını açıkladı. 81 ildeki durumun ortaya konduğu istatistiklerde çapıcı sonuçlar yer alıyor.
En dikkat çekici sonuç ise Kilis'ten geldi. Suriye tarafından atılan roketlerle onlarca kişinin hayatını kaybettiği Kilis, kelimenin tam anlamıyla Suriyeli istilasına uğradı. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü verilerine göre kent nüfusunun yüzde 95'i Suriyeli.
Resmi rakamlara göre kentin nüfusu 130 bin 825. Bu nüfusun 124 bin 481'i ise Suriyeli. Geriye ise sadece 6 bin 344 kişi kalıyor.
Kilis'in yerlisi kenti terk etti
Yüzde 95 gibi ezici çoğunluğu Suriyeli olan Kilis'e ait rakamlar tersten okunduğunda çarpıcı bir sonuç daha ortaya çıkıyor. Bu da Kentteki Türk vatandaşlarının tamamına yakının bölgeyi terk ettiği gerçeği.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre 2016 yılı nüfusu 128 bin 781 olan Kilis'te sadece 6 bin 344 Türk vatandaşı kaldı. Bu da kentin yüzde 95 oranında göç verdiğini ortaya koyuyor.
İstanbul'da yarım milyon Suriyeli var
Suriyelilerin 3 büyük ildeki oranlarına gelince. Yoğunluk İstanbul'da. İstanbul'da 479 bin 555 Suriyeli bulunuyor. Bu rakam kent nüfusunun yüzde 3.24'üne denk geliyor. Ancak yarım milyona yaklaşan oran Türkiye'de en çok Suriyelinin İstanbul'da olduğunu ortaya koyuyor.
Başkent Ankara'da ise 73 bin 198 Suriyeli var. Bu rakam kent nüfusunun yüzde 1.37'sine denk geliyor. İzmir'de ise 108 bin 888 Suriyeli var. Bu da İzmir nüfusunun yüzde 2.58'ini oluşturuyor.
16 ilde durum vahim!
İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü verilerine göre Suriyeliler Güneydoğu ve Akdeniz'de daha yoğun olarak bulunuyor.
İşte öne çıkan illerdeki Suriyeli nüfusu oranı.
1. Hatay: 384 bin 24 kişi (yüzde 24.69)
2. Şanlıurfa: 420 bin 532 kişi (yüzde 21.60)
3. Gaziantep: 329 bin 670 kişi (yüzde 16.70) 
4. Mardin: 94 bin 346 kişi (yüzde 11.85)
5. Osmaniye: 43 bin 773 kişi (yüzde 8.38)
6. Mersin: 146 bin 931 kişi (yüzde 8.28)
7. Kahramanmaraş: 90 bin 199 kişi (yüzde 8.11)
8. Adana: 150 bin 795 kişi (yüzde 685)
9. Kayseri: 58 bin 938 kişi (yüzde 4.34)
10. Adıyaman: 25 bin 631 (kişi yüzde 4.20)
11. Konya: 73 bin 745 kişi (yüzde 3.40)
12. Bursa: 106 bin 893 kişi (yüzde 3.68)
12. Batman: 19 bin 706 kişi (yüzde 3.42)
13. Burdur: 8 bin 82 kişi (yüzde 3.09)
14- Şırnak: 14 bin 416 kişi (yüzde 2.98)
15- Malatya: 21 bin 986 kişi (yüzde 2.81) 
16- Nevşehir: 6 bin 607 kişi (yüzde 2.27)
Kaynak:http://www.yenimesaj.com.tr/gundem/sok-aciklama-kilis-in-yuzde-95-i-suriyeli-h13042197.html




4 MİLYON SURİYELİ NEDEN KABUL EDİLDİ - YURTTAŞLIK HAKKI

[Editörün notu: BİR PLANI OLMAYAN, BAŞKALARININ PLANININ BİR PARÇASI OLUR!"]

"Yapılmaya çalışılan, güncel politikanın sınırlarını aşan ve doğrudan ulusal varlığa yönelen yıkıcı bir eylemdir. “İnsani duygularla”, “mazluma yardımla” bir ilgisi yoktur.

"Suriyeliler, Türk yaşam biçimine uyumsuz gelenekleriyle, kültürel bozulmanın taşıyıcıları olacaklardır. Suriyelilere verilen ayrıcalıklar vatandaş olsalar de sürecek, koloniler halinde ülkenin değişik yörelerinde yaşayacaklardır. Bu insanlardan, kültürel düzeyi düşük, eğitimsiz bir azınlık kitlesi yaratılacaktır.

"Bu büyük kitle örgütlenmeye başlayacak ve anadilde eğitim adıyla Arapça eğitim isteyecektir. Bu istek, müfredata Arapça dersi koyarak Türk milli eğitimini Araplaştırma yönünde büyük adımlar atan AKP tarafından yerine getirilecektir.

"Musul ve Kerkük Kürtleşirken Anadolu Araplaşmaktadır. Suriyelilere vatandaşlık düşüncesi, Osmanlı’dan miras kalan ve Anadolu Türklüğünü ayrıştırmaya yönelen gözükara ve akıldışı bir tasarımdır. Anadolu’da binlerce yılda oluşan Türkleşme sürecine darbe vurmaktır.



Dört milyon Suriyeliye yani küçük bir ülke nüfusu kadar insana, yurttaşlık hakkı verilmek isteniyor; bir kısmına verildi.

Dünya tarihinde; birçok savaş, işgal ve zora dayalı göç yaşandı. Ancak, en yoğun göçlerde bile, bu kadar insan bu kadar kısa sürede; bir ülkeden başka bir ülkeye göç etmedi. Hiçbir ülke, bu kadar yoğun bir göçü kabul etmedi. Ülkesi ne denli büyük olursa olsun hiçbir devlet, bu kadar insanı içine almadı.

Hükümet, sığınmacılara vatandaşlık verilmesinde ayak diretirse, altından kalkamayacağı bir işe girişmiş olacak ve Türkiye’ye büyük zarar verecektir. Bu çılgın girişimin kuşkusuz bir nedeni vardır. Yapılmaya çalışılan, güncel politikanın sınırlarını aşan ve doğrudan ulusal varlığa yönelen yıkıcı bir eylemdir. “İnsani duygularla”, “mazluma yardımla” bir ilgisi yoktur. Musul ve Kerkük Kürtleşirken Anadolu Araplaşmaktadır. Suriyelilere vatandaşlık düşüncesi, Osmanlı’dan miras kalan ve Anadolu Türklüğünü ayrıştırmaya yönelen gözükara ve akıldışı bir tasarımdır. Anadolu’da binlerce yılda oluşan Türkleşme sürecine darbe vurmaktır.

Açıklama

Recep Tayyip Erdoğan, 3 Temmuz 2016 günü Kilis’te yaptığı konuşmada, Suriyeliler için “kardeşlerim” tanımını kullandı ve “Kardeşlerimizin içerisinde inanıyorum ki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak isteyenler var. Bakanlığımız oluşturduğu bir ofisle takip etmek suretiyle bu kardeşlerimize bu yardımı, bu desteği yaparak, onlara vatandaşlık imkanını vereceğiz” dedi.1

Doğal Tepki

Açıklama, Türk halkının geniş bir kesimi tarafından tepkiyle karşılandı. Tepki yaygındı ama açıklamanın arkasındaki gerçek yeterince bilinmiyordu. Muhalefet partilerinden doyurucu bir açıklama ve tepki gelmiyor, az sayıda ulusçu aydının yaptığı sağlıklı değerlendirmeler ise halka ulaşmıyordu.

Yandaş basının yorum ve değerlendirmeleri, her zaman olduğu gibi çok geri ve çok ilkeldi. Tepki gösterenlere saldırılıyor; “Rusya’dan 200 bin nataşayı vatandaş yapsak sevinirdiniz” ya da “Müslümanlar yerine ateistleri mi vatandaş yapalım” gibi bilimsel! açıklamalar yapılıyordu.

Vatandaş Olmak

Vatandaşlık, yalnızca hükümet politikalarına bağlı, yasal düzenlemelerle sağlanacak bir kavram değildir. İstemle, maddi güçle ya da kısa sürelere sıkıştırılan devlet uygulamalarıyla elde edilemez. Vatandaşlık kavramı, uzun dönemlerden geçerek tarihsel süreçler içinde olgunlaşan duygu ve düşünce birliği üzerinde oluşur. Bu yakınlaşma, toplumun ruhsal yapısını biçimlendirir ve kuşaktan kuşağa geçen kalıtlar bütünü olarak milletin özyapısını belirler. Yurttaşlık kavramıyla tanımlanan ruhi şekillenme birliği; dil birliği, toprak birliği ve ekonomik çıkar birliğinden sonra, toplumları ulus yapan dört temel koşuldan biridir.

Yabancıyı vatandaş yapmak, uluslaşmış ülkelerin yöneticileri tarafından çok dikkatlice ele aldıkları, nicel artışlara asla izin vermedikleri bir konudur. Kabul edecekleri az sayıdaki yabancıyı, uzun süre toplumun değerleri yönünde eğitirler yani asimile ederler, sonra vatandaş yaparlar. Bu işin; demokrasiyle, insan haklarıyla değil, ulusal varlığın korunmasıyla ilgili bir sorun olduğunu bilirler. Ulusal varlığı ayakta tutan değerlere uyum göstermeyen yapılanmalara yani farklı kültürlerin siyasi topluluklar oluşturmasına izin vermezler. Toplumsal karmaşaya yol açacak böyle bir girişimin, feodalizme geri dönüş anlamına geldiğinin bilirler.

Yeni “Vatandaşlar”

Hükümet’in açıklamasına göre, bugün Türkiye’de 2 milyon 720 bin Suriyeli sığınmacı yaşıyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı 170 bin Irak’lı sığınmacıyla bu sayı, 2 milyon 890 bine yükseliyor.

Ayrıca Türkiye’de doğan Suriyeli çocuk sayısı, 214 bine ulaştığı biliniyor (Şubat 2017). Avrupa Birliği’yle yapılan Geri Kabul Anlaşması nedeniyle Türkiye’ye gönderilmesi planlanan, yaklaşık 1 milyon kaçak göçmende eklenirse, sığınmacı sayısı 4 milyona yaklaşıyor.2

Yıkıcı Siyaset

Türk siyasetine egemen olan anlayış, 2002 yılından bugüne dek, dönemler içinde git-geller olsa da, gerçek amacını gizlemedi. 14 yıl boyunca sayısız siyasi zikzak yaptı ama bir konuda tutumunu değiştirmedi. Atatürk’e ve devrimlerine karşı nefret duydu ve kurduğu Cumhuriyet’i ortadan kaldırarak, yerine ‘Osmanlı nizamını’ getirmek için yılmadan mücadele etti. 2023’ü, hedefine ulaşma yılı olarak belirledi ve yapacaklarını 63 başlıktan oluşan bir program haline getirerek adım adım uyguladı. Uygulamaları sürdürüyor.

Başörtüsüyle başlayan mücadele, siyasi güç arttıkça çeşitlendi. Eğitim’den Diyanet’e, İmam-Hatip kurslarından üniversitelere, kamu çalışanlarından dış siyasete dek; topluma biçim veren hemen her alanda, laikliğe karşıt dinci bir siyaset yürütüldü. Türk toplumu Sunnileştirilip Araplaştırılmaya çalışıldı.
Suriyelilerin kabul edilip vatandaşlık hakkı verilmesi, sürdürülen siyasetin tehlikeli bir adımıdır. Anadolu’daki Türk varlığının, yalnızca bugününe değil geleceğine de yönelen yıkıcı bir girişimdir. Başkanlık referandumu bu girişimin en üst aşamasıdır.

Araplaşma Adımları

Bugün, Diyanet’e üniversitelerin tümüne verilen kadar ödenek ayrılıyor; öğretmenden çok imam yetiştiriliyor. “Dindar ve kindar nesil” yetiştirmek için eğitim sisteminin hedef kitlesi 3 yaşa kadar indi. Kuran kursları ve 3 yaştan itibaren öğrenci kabul eden kreş görünümlü sıbyan mektepleri, okul öncesi eğitime alternatif olma yolunda hızla ilerliyor. Diyanet’in 4-6 yaş grubu kuran kursları, her türlü denetimden uzak “tarikat kaynakları” olarak çığ gibi büyüyor.

AKP’nin Arap ülkeleriyle, özellikle Suudi Arabistan’la kurduğu ilişkiler, Cumhuriyet politikalarını ters yüz ediyor ve Osmanlı’nın kavm-i necip (üstün ırk) anlayışı üzerine oturuyor.

Dış Siyaset

Arap ülkeleriyle 2002’de başlayan ilişki geliştirme süreci, akçalı ilişkilerle başlayıp siyasi ve kültürel anlaşmalarla sürdürüldü. Abdullah Gül, Şubat 2009’da Suudi Arabistan’a gittiğinde; “Turizm İşbirliği Mutabakat Zaptı” ile Suud Üniversitesi, TÜBİTAK, İstanbul Teknoloji Üniversitesi arasında bir “Bilim ve Teknoloji Alanında İşbirliği Protokolü”! imzaladı.

Suudi Arabistan’a Aralık 2015’te, Cumhurbaşkanı olarak bu kez Recep Tayyip Erdoğan, gitti ve iki ülke arasında, “Stratejik İşbirliği Konseyi” adıyla bir yapının kurulmasını öngören anlaşmaya imza attı. Bölge sorunlarına karşı ortak davranmayı öngören bu anlaşmanın, “ikili ilişkilerin kurumsallaşmasını” sağlayacak önemli bir adım olduğu açıklandı.

Suudi Kralı Selman, 11 Nisan 2016’da Ankara’ya geldi ve şimdiye dek hiçbir devlet başkanına yapılmayan özel bir protokolle karşılandı. Dışişleri Bakanlığı, bu uygulamanın eleştirilmesi üzerine “krallar kral gibi karşılanır” diye garip bir açıklama yaptı.3

Osmanlı'da Araplaşma

1.Selim (Yavuz), hilafeti getirip dini egemenlik aracı olarak kullanmaya başlayınca, Sunni inancına bağlı Araplaşma toplumda siyasi güç haline geldi. Kimlik yozlaşmasına direnen Türkler ise (Türkmenler, Aleviler ve Yörükler) baskı gördüler ve kırıma uğradılar. Atatürk döneminde olması gereken biçime dönüştürülen Türk-Arap ilişkisi, bugün AKP’yle birlikte yeniden eski anlayışa döndü ve Arapçılık hortlatıldı.

Suriyeli Ayrıcalığı

Suriyeli göçmenlere, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarından daha ileri haklar verilmiş ve ayrıcalıklı bir kitle haline getirilmiştir. Yalnızca onların yararlandığı sağlık birimleri oluşturulmuş, hastahanelerden yararlandırılmış ve ücretsiz ilaç almaları sağlanmıştır. Pasaport yerine geçen bir kart verilmiş, bu kartla pirim desteği alarak çalışmaları kabul edilmiştir. Türkçe bilmeyenler dahil, KPSS sınavına girmeden özel sınavla devlet memuru olmaları sağlanmıştır.

İlk aşamada 100 bin Suriyelinin kamu kuruluşlarında işe alınacağı açıklanmıştır. Değişik sektörlerdeki işletmelerde, Suriyeli çalışan kontenjanları oluşturulmuştur. Üniversitelere sınavsız alınmakta, Türk öğrencilere geri ödemek koşuluyla aylık 400 YTL kredi verilirken, Suriyeli öğrencilere 1200 YTL karşılıksız burs verilmektedir.

Olacaklar

Dört milyon Arap, Anadolu’nun değişik bölgelerine, bir plan dahilinde ve topluluk halinde yerleştirilmiş ve kimliklerini korumaları sağlanmıştır. Kent varoşlarında Suriyeli mahalleleri oluşmaktadır. Kırsal alanda yerleştirildikleri yöreler, genellikle Alevi yurttaşlarımızın yaşadığı yerler olmaktadır.

Suriyeliler, Türk yaşam biçimine uyumsuz gelenekleriyle, kültürel bozulmanın taşıyıcıları olacaklardır. Suriyelilere verilen ayrıcalıklar vatandaş olsalar de sürecek, koloniler halinde ülkenin değişik yörelerinde yaşayacaklardır. Bu insanlardan, kültürel düzeyi düşük, eğitimsiz bir azınlık kitlesi yaratılacaktır.

Bu büyük kitle örgütlenmeye başlayacak ve anadilde eğitim adıyla Arapça eğitim isteyecektir. Bu istek, müfredata Arapça dersi koyarak Türk milli eğitimini Araplaştırma yönünde büyük adımlar atan AKP tarafından yerine getirilecektir.

Diyanet, Suriyelilerle yeni bir Sunni kitle bulacak ve bu kitleyi amaçları yönünde kullanacaktır. Diyanet İşleri Başkanlığı, şimdiden, Türkiye’ye gelen bin Suriyeliyi “alim ve ilahiyatçı” kabul etmiştir. Bunların; “tarih, tefsir, hadis” gibi konularda Türkiye’ye katkı yapacağını açıklamış, vatandaşlığa geçirilmelerinin geciktirilmemesini istemiştir.

Sığınmacılar, yurttaşlık hakkı aldıktan sonra örgütlenecek ve giderek artan isteklerde bulunarak, yurt dışıyla bağlantılı siyasi çalışmalar içine gireceklerdir. Bu eğilimin ön uygulamaları şimdiden başlamıştır.

Türkiye’de yaşayan Arapların partileşme çalışmalarını yürüten Beyt Nahreyn Arap-Arami Birliği adlı örgütün sözcüsü Mim Yavuz Binbay; Türkiye’de 8 milyon Arap ve Arami yaşadığını ve diğer halklar gibi “anadilde eğitim” hakkı başta olmak üzere, tüm hakların verilmesini istedi. Binbay, ayrıca, Aralık ayında gerçekleştirdikleri konferansın ardından partileşme kararı aldıklarını, partileşme çalışmalarını yürütmek üzere bir komisyon kurduklarını açıkladı.

Metin Aydoğan

DİPNOTLAR
1 “Suriyeli Göçmenlere Vatandaşlık Hakkı Geliyor!” politikmotto.com
2 “Türkiye’nin Yeni Seçmenleri: Suriyeliler” www.hurriyet.com.tr
3 “Yeni Türkiye-Suudi İttifakı” www.dw.com
4 “Türkiye’de Araplar Partileşiyor” t24.com.tr


.

91 YILLIK SİGORTA: ANKARA ANTLAŞMASI


91 YILLIK SİGORTA: ANKARA ANTLAŞMASI

1926 Ankara Antlaşması her şeyden önce Türkiye-Irak sınırının değiştirilemeyeceğini hükme bağlamıştır. (Madde 5). Bu antlaşma Irak sınırının sigortasıdır. Ancak AKP hükümeti bu sigortayı kendi elleriyle gevşetmiştir.




30 Mart 2011'de Başbakan R. Tayyip Erdoğan, Kuzey Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani'yi ziyaret etti. Böylece Türkiye, Bölgesel Kürt Yönetimi'ni fiilen tanımış oldu. Barzani, bu ziyareti “cesur bir adım” olarak niteledi.

Barzani, 16 Kasım 2013'te de Türkiye'yi ziyaret etti. Başbakan Erdoğan'la birlikte Diyarbakır'da halka bir konuşma yapıp açılıma destek verdi.

10 Aralık 2015'te Barzani bir kere daha Türkiye'ye geldi. İlk defa devlet protokolüyle ağırlandı. Çankaya Köşkü'nde Türk bayrağının yanına ilk kez Kürdistan bayrağı konuldu.

Geçtiğimiz hafta, 27 Şubat 2017'de Barzani yine Türkiye'deydi. Bu sefer, havaalanından itibaren bağımsız ülke liderlerine uygulanan resmi protokolle karşılandı. Havaalanında göndere ilk kez Kürdistan bayrağı çekildi. Barzani, Başbakan Binali Yıldırım ve Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan'la görüştü.

Eleştirilere sinirlenen Başbakan Binali Yıldırım, “Irak Anayasası'na göre Kuzey Kürdistan Bölgesel Yönetimi özerk bir yapıdır. Dünya da bu şekilde tanınır!” dedi.

Olup bitenleri anlamak için 1920'lere gitmeliyiz!

YÜZ YILLIK BİR EMPERYALİST PROJE

Irak'ın kuzeyinden Türkiye'nin güneyine uzanan Kürdistan Projesi en az 100 yıllık bir emperyalist projedir. Özerklik bu projenin ilk ayağıdır. Asıl amaç bağımsızlıktır. Nitekim Milli Mücadele yıllarından itibaren ayrılıkçı Kürtler ve onları destekleyen İngiliz emperyalizmi, önce özerk sonra bağımsız Kürdistan planları yapmıştır. İngiliz arşivi bu yöndeki raporlarla doludur.

Örneğin, 26 Mart 1920'de İngiliz Amiral Sir F. de Robeck'ten Lord Curzon'a gönderilen bir raporda “Kürdistan Türkiye'den tamamen ayrılıp özerk olmalıdır…” denilmişti. (Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, 3.bas., İstanbul, 2009, s. 247).

SEVR'İN KÜRDİSTAN MADDELERİ

10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması'nın “Kesim III, Kürdistan” başlığını taşıyan 62-64. maddeleri, Türkiye'nin güneyinde, Irak'ın kuzeyinde aşamalı olarak önce özerk sonra bağımsız bir Kürdistan kurulmasını hükme bağlamıştı.

62. maddeye göre Sevr Antlaşması'nın yürürlüğe girmesinden sonraki 6 ay içinde İstanbul'da İngiliz, Fransız ve İtalyan hükümetlerinden üçer kişilik bir komisyon toplanıp “Suriye, Irak ve Türkiye sınırının kuzeyinde, Kürtlerin sayıca üstün olduğu bölgelerin yerel özerklik planını” hazırlayacaktı.
63. maddeye göre Türkiye, bu komisyonların “Özerk Kürdistan” kararını, kendisine bildirildikten sonra 3 ay içinde yürürlüğe koymayı kabul edecekti.

64. maddede ise açıkça “Bağımsız Kürdistan”dan söz edilmişti. Maddenin devamında da “Bağımsız Kürdistan” kurulduğunda Musul'daki Kürtlerin de kendi istekleriyle bu devlete katılmalarına Müttefik devletlerin hiçbir şekilde karşı çıkmayacakları belirtilmişti.

Sevr Antlaşması'nın 145-148 maddelerinde de “ırk ve dil azınlıkları”ndan söz edilmişti. Milli Mücadele kazanılınca 433 maddelik “idam fermanı” Sevr Antlaşması tarihin çöp tenekesine atıldı.

LOZAN'DA ÇARPIŞAN TEZLER

Türkiye, Lozan Konferansı'nda Türklerin ve Kürtlerin “kaderleri ortak bir millet” olduğu tezini savundu. Bu tez, bir yıl kadar sonraki 1924 Anayasası'nın 88. maddesinde “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk denir” şeklinde ifade edilecekti.

İngiltere ise tam tersine Kürtlerin Türklerden ayrı bir millet olduğunu belirterek “Özerk Kürdistan” tezini savunuyordu.

Lord Curzon, 23 Ocak 1923'te Lozan'da, “Güney Kürdistan” dediği Musul vilayetinde, yani Kuzey Irak'ta İngiltere'nin Kürtlere özerklik vereceğini, Kürtçe eğitim veren okullar açacağını, Kürtçeyi yazı dili haline getireceğini anlatmıştı. (Seha Meray, Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar-Belgeler, C.1, İstanbul, 1993, s. 350).

ATATÜRK'ÜN KARŞI HAMLESİ

Atatürk o günlerde, 16 Ocak 1923'te İzmit basın toplantısında bir soru üzerine Kürtlük konusuna değinerek, “Kürtlük namına bir sınır çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye'yi mahvetmek lazımdır (…) Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmektense, bizim Teşkilatı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir” demişti. Ayrıca Kürtlere “ayrı bir sınır çizmenin” doğru olmadığını belirtmişti. (Atatürk'ün Bütün Eserleri, C 14, s. 273, 274).
Atatürk'ün burada “bir tür mahalli muhtariyetler” derken kastettiği, 1921 Anayasası'nın 11. maddesinde illere tanınan “mahalli işlerde” özerklikti. Bu, siyasi anlamda bir özerklik değildi.
1921 Anayasası 11. madde şöyle başlar: “Vilayetler mahalli işlerde manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir.” Ayrıca 1921 Anayasası'nın bu 11. maddesi, 1924 Anayasası'nın şu 90. maddesiyle kaldırılmıştı: “Vilayetlerle şehir, kasaba ve köyler, hükmü şahsiyeti haizdir.”

Görülen o ki Atatürk, o günlerde “Teşkilatı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir” diyerek İngiltere'nin Lozan'daki özerk Kürdistan tezini zayıflatmak istemişti.

ATATÜRK, MUSUL VE KÜRDİSTAN

Atatürk, İzmit basın toplantısında Musul'un öneminden de şöyle söz etmişti:

“Musul bizim için çok kıymetlidir: Birincisi, civarında sonsuz servet teşkil eden petrol kaynakları vardır. İkincisi, bunun kadar önemli olan Kürtlük meselesidir. İngilizler orada bir Kürt hükümeti oluşturmak istiyorlar. Bunu yaptıkları takdirde bu fikir bizim sınırımız içindeki Kürtlere de sirayet edebilir. Bu fikre engel olmak için sınırı güneyden geçirmek lazımdır…” (Atatürk'ün Bütün Eserleri, C. 14, s. 269, 270).

Atatürk, Kuzey Irak'ta kurulacak bir Kürdistan'ın -Türkiye'deki Kürt nüfus nedeniyle- Türkiye'yi tehdit edeceğini düşünüyordu. Bu projeye engel olmak için sınırı Musul'u da içine alacak biçimde güneyden geçirmek istiyordu.

LOZAN SONRASI MUSUL SORUNU

Türkiye Lozan'da, İngiltere'nin özerk veya bağımsız Kürdistan planlarını bozdu, ama Musul'u alamadı. İsmet Paşa'nın tüm direnişine rağmen İngiltere, Musul'u Türkiye'ye vermedi.

Lozan Antlaşması'nın 3. maddesine göre Musul sorununun 9 ay içinde iki devlet arasında uzlaşmayla çözülmesine, olmazsa Milletler Cemiyeti Konseyi'ne başvurulmasına karar verildi.

Musul Sorunu, 19 Mayıs-5 Haziran 1924 tarihleri arasında İstanbul (Haliç) Konferansı'nda görüşüldü.
24 Mayıs oturumunda İngiliz temsilci Sir Percy Cox, Lozan'daki iddialarını tekrarlamaktan öte, Hakkâri, Beytüşşebab, Çölemerik ve Revanduz'un da Irak'a bırakılmasını istedi. Türk temsilci Fethi Bey buna şiddetle karşı çıkınca konferans dağıldı.

6 Ağustos'ta İngiltere konuyu Milletler Cemiyeti'ne götürdü. 7 Ağustos'ta Nesturiler, Hakkâri Valisi'ni pusuya düşürüp esir alarak Nesturi ayaklanmasını başlattı. Ayaklanmaya İngiliz uçakları da destek verdi.
Milletler Cemiyeti Konseyi, 30 Eylül 1924 tarihli oturumunda 3 üyeli özel bir komisyon kurulmasına karar verdi. Londra'da, Türkiye'de ve Bağdat'ta incelemeler yapan komisyon, 16 Temmuz'da hazırladığı raporu Milletler Cemiyeti Genel Sekreterliği'ne sundu.

29 Ekim 1924'te Brüksel'de olağanüstü bir toplantı yapan Milletler Cemiyeti Meclisi, Türkiye ile Irak arasında “Brüksel Sınırı” denilen geçici bir sınır belirledi. Bu, Musul'u Irak'a bırakan bir sınırdı.
13 Şubat 1925'te Şeyh Sait İsyanı çıktı. Bu isyan Türkiye'nin, Türk-Kürt birlikteliği tezini zayıflattı.
Sonuçta Milletler Cemiyeti, 16 Aralık 1925'te Brüksel Hattı'nın kuzeyini Türkiye'ye, güneyini ise Irak'a bıraktı.

Türkiye, Milletler Cemiyeti kararından bir gün sonra, 17 Aralık 1925'te SSCB ile bir dostluk ve tarafsızlık anlaşması yaparak tepkisini gösterdi.








SINIRIN SİGORTASI ANKARA ANTLAŞMASI

5 Haziran 1926'da Türkiye, Irak ve İngiltere arasında Ankara Antlaşması imzalandı. Böylece bugünkü Türkiye- Irak sınırı çizildi. Antlaşmanın 1. maddesinde ve ekinde Türkiye-Irak sınırı çok ayrıntılı olarak tarif edilmişti. 5. maddesinde ise tarafların, 1. maddede belirlenen sınır çizgisinin “kesinliğini ve bozulmazlığını kabul ederek bunu değiştirmeyi amaçlayan herhangi bir girişime geçmemeyi” kabul ettikleri belirtilmişti. Antlaşma, sınırlar konusunda süresizdi. Sınır değiştirilmemek üzere çizilmişti.

II. Dünya Savaşı'ndan sonra 29 Mart 1946'da Irak ve Türkiye arasında Ankara'da bir antlaşma daha yapıldı. O antlaşmanın 1. maddesine göre de “1926 Antlaşması ile belirlenmiş ve çizilmiş sınıra saygı” gösterileceği belirtilmişti. (İsmail Soysal, Türkiye'nin Siyasal Andlaşmaları, C 1, Ankara, 2000, s. 314-316.)

Evet, 1926 Ankara Antlaşması'yla Musul alınamadı; ama Türkiye-Irak sınırı kesinleşti.1926'daki bu “sınır rejimi” ile bir anlamda Türkiye ve Irak arasında özerk veya bağımsız Kürdistan kurulması önlendi. Bu anlaşma sınırın sigortası oldu.

1932'de Irak'taki İngiliz mandasının sona ermesiyle Türkiye-Irak arasında 1937'de Sadabat Paktı'yla sonuçlanacak iyi ilişkiler kuruldu.

Özerk veya bağımsız Kürdistan Projesi, 1990'larda BOP çerçevesinde bu sefer bir Amerikan projesi olarak gündeme geldi. Türkiye'nin bu projeye karşı büyük bir özenle Ankara Antlaşması'nın sınır rejimini ve Irak'ın toprak bütünlüğünü savunması gerekirdi. Ancak özelikle AKP hükümeti, Kuzey Irak'taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ni tanımak için adeta can attı; 1926 Ankara Antlaşması'nın 90 yıllık “sınır rejimi”ni kendi eliyle bozdu.

MUSUL PETROL GELİRLERİ

Ankara Antlaşması okullarda bile yanlış öğretildi. Güya Ankara Antlaşması'yla Türkiye, 500 bin sterlin karşılığında Musul petrollerinden alacağı paydan vazgeçmişti! Neredeyse bütün siyasi tarih kitaplarında yıllarca bu yanlış tekrarlandı.
Oysaki gerçek şuydu:

Ankara Antlaşması'nın 14. maddesinde Türkiye'nin, Irak'ın petrol gelirlerinden 25 yıl süreyle yüzde 10 pay alacağı belirtilmişti. Antlaşmaya ekli, 5 Haziran 1926 tarihli, İngiltere ve Irak yetkililerinin Türkiye'ye sundukları mektupta ise Türkiye isterse payını, 500.000 Sterlin nakit olarak da alabilecekti. Ancak Türkiye bu teklifi değil, 25 yıl süreyle yüzde 10'luk teklifi kabul etti.
Irak'ta 1927'de petrol çıkarılmaya başlandı. Petrol boru hattı da 1934'te tamamlandı. 1934'ten 1951'e kadar 18 yılın bütçe kanunları incelendiğinde, “Sözleşmesi Gereğince Musul Petrollerinden Alınan” başlığı altında, bu gelirin tahsil edildiği görülmektedir.

Petrol geliri 1955 yılına kadar bütçede gözüküyor. Hatta 1954'te yüklü bir ödeme var. 1955-1959 arasında ise ödeme yok. Anlaşılan, 1955'te Türkiye ile Irak arasında Bağdat Paktı kurulunca Menderes hükümeti alacakları tahsil etmedi. Nitekim Bağdat Paktı Meclis'te görüşülürken başbakan gülümseyerek, “Terazinin bir gözüne Irak'ın dostluğunu, diğer gözüne de alacağımızı koyuyoruz!” demişti.

1958'de Irak'ta General Kasım'ın bir darbeyle iktidarı ele geçirmesinden sonra Türkiye petrol gelirlerini tahsil edemedi. 1959'dan 1985'e kadar petrol gelirleri bütçeye “alacak” olarak girdi. Ancak 1986'da Başbakan Turgut Özal o tarihe kadar bütçede biriken, Irak petrol gelirinden hukuken vazgeçti.

Peki ama Özal'ın vazgeçtiği bakiye neydi?

Türkiye'nin Irak petrol gelirinden alması gereken 25 yıllık pay yaklaşık 5.5 milyon sterlindir. Bunun 3.5 milyon sterlini alınmıştır. Yaklaşık 2 milyon sterlin alacak kalmıştır.

Ancak Hikmet Uluğbay'ın iddiasına göre alacak 5.5 milyon değil, en az 29.5 milyon sterlindir. 1955 yılına kadar ödenen miktar ise sadece 3.5 milyon sterlindir.

Bu durumda, Türkiye'nin Irak petrollerinden 2 milyon sterlin değil,en az 26 milyon sterlin alacağı vardır. Söz konusu alacağın oluştuğu tarihteki fiyatlara göre karşılığı ise en az 30.2 milyon varil petroldür. (Hikmet Uluğbay, İmparatorluktan Cumhuriyete Petropolitik, 3. Bas, Ankara, 2008).

OLMAYAN MADDE

90 yıldır unutulan Ankara Antlaşması, 2016 sonunda Türkiye'nin de katıldığı Musul Operasyonu sırasında birdenbire hatırlanıverdi! Ancak o da ne? Birileri antlaşmaya hayali bir madde eklemişti! Güya, Ankara Antlaşması'na göre Türkiye, “Irak'ın toprak bütünlüğünün sağlanması şartıyla” Musul'u Irak'a terk etmişti!

Sosyal medyada paylaşım rekorları kıran bu yalan, ATV haber bülteninde bile tekrarlandı. Oysaki 1926 Ankara Antlaşması'nda bu veya buna benzer bir madde yoktu. Birileri yine halkı kandırıyordu.

Sinan MEYDAN
6 Mart 2017
 🔍 http://www.sozcu.com.tr/…/91-yillik-sigorta-ankara-antlasm…/

.

M. K. ATATÜRK: RUSLARLA İŞBİRLİĞİ DIŞ POLİTİKAMIZIN TEMELİDİR

[ Editörün Notu: Atamızın ölümünden sonra, Atamızın öğütlerinin aksine olan basiretsiz anlaşmalar yapılmıştır. Bunlardan en önemlisi, Türkiyeye hiçbir zaman hiçbir faydası olmamış ve olmayacak olan NATO dur. 
NATO, ülkemizi işgal eden ve Kurtuluş Savaşında kanımızla ülkemizden kovduğumuz emperyalist ülkerin teşkilatıdır. 
Türkiye DP iktidarında kendi elleriyle, ülkemizi işgal edenleri içimize sokmuştur. Bu, affedilemez bir ihanettir. 
Detaylı bilgi için bakınız : http://bit.ly/2hyGqIS ]


  
M. K. ATATÜRK: RUSLARLA İŞBİRLİĞİ DIŞ POLİTİKAMIZIN TEMELİDİR

1- Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikada özenle güttüğü amaç, uluslararası barışı korumak ve güven içinde yaşamak olmuştur. Başta SSCB (Rusya) olmak üzere komşularımızla, diğer doğu ülkeleri ile dostluk ve iyi geçinme yolunda ilişkiler kurduk, antlaşmalar yaptık. Emperyalist ülkelerle ittifak yapmaktan uzak durduk.

2- SSCB ile işbirliğini Türk dış politikasının temeli yaptım. Her ne pahasına olursa olsun, Türkiye’nin bu işbirliğinden hiçbir şekilde vazgeçmemesini istedim. Fransa, İngiltere ile olan sürtüşmesinde Türkiye’yi bozuk para gibi kullanmak istedi. Ama Türkiye bunu uzun süre önce anladı. Anlaşmazlıkları olan farklı emperyalist devletler arasında oyun oynamak, şimdiye kadar hemen hemen hiçbir şey getirmemiştir. Görüyordum ki, devletimiz ancak SSCB ve Doğu ile daha sıkı birleşmesi halinde ayakta kalabilir.

3- Bu yüzdendir ki, benden sonrakilere vasiyetim şu oldu: Sovyetler Birliği’ne karşı asla bir saldırı politikası gütmeyeceksiniz. Doğrudan doğruya veya dolaylı olarak Sovyetlere yöneltilmiş herhangi bir antlaşmaya girmeyecek ve böyle bir antlaşmaya imza koymayacaksınız.

4- Türk-Sovyet dostluğuna dair diğer görüş ve değerlendirmelerimi çeşitli konuşmalarımda şöyle dile getirdim: Birçok tecrübe devirleri geçirmiş olan yeni Türkiye-Sovyet Rusya dostluğu, gitgide büyümekte olan bir dostluktur. Diğer hiçbir devlet aleyhine yönelik değildir. Bu dostluk her iki ülkeye çok büyük bir güven temin etmekte ve milletler arasındaki ilişkilerde sadakatin bir örneğini oluşturmaktadır.

5- Sovyetlerle dostluğumuz sağlam ve içtendir. Kara günlerimizden kalan bu dostluk bağını, Türk ulusu unutulmaz değerli bir hatıra bilir. İki ülke arasında her yönden temaslar sıklaşmakta ve genişlemektedir. Sovyetler, Cumhuriyetimizin onuncu yılında, yüksek üyeleriyle şenliklerimizde hazır bulundular. Devletlerimiz hükümetleriyle ve uluslarıyla her fırsatta birbirlerine nasıl inandıklarını ve ne kadar güvendiklerini bütün dünyaya göstermektedirler. Son günlerde Boğazlar sorununu ortaya koyduğumuz zaman, Sovyetler’in bizim tezimizdeki doğruluğu ve haklılığı bildirmiş olmaları, Türk ulusunda yeniden derin dostluk duyguları uyandırmıştır. Türk-Sovyet dostluğu uluslararası barış için şimdiye kadar yalnız hayır ve fayda getirmiştir. Bundan sonra da yalnız hayırlı ve faydalı olacaktır.

6- Ancak Sovyetlerle dostluğumuz asla bir tabiiyet şeklini almadı, alamazdı. Kasım 1936’da Sovyet Elçisi Karahan’a en kesin şekilde bildirdiğim gibi: Ben Türkiye-SSCB dostluğunu sadece eşit ilişkiler varsa, beni tanıdıklarını hissedersem sağlarım; başka türlü bir karşılıklı ilişkiyi kabul etmem. Sizin çok güçlü ve donanımlı bir ordunuz olduğunu biliyorum, ama ondan korkmuyorum. Ben dünyada kimseden korkmam, buna siz de dahilsiniz. Benim arkamda on sekiz milyon halk var; sadece emir vermem yeterli olacaktır ve nereye yönlendirirsem, benim peşimden oraya gelirler. Çok zarar verebilirim, bunu tabii ki asla yapmam. Benim verdiğim sözler, dostluğum gibi kutsal ve sağlamdır.

prof. Dr. Cihan Dura

11.8.2016


Taksim Cumhuriyet Anıt’ında Atatürk’ün sağında iki Rus yer almaktadır: Ünlü Rus mareşal Kliment Voroşilov ile ünlü Soviyet KGB kurucusu Mihail Frunze. Bu kişiler Türkiye Cumhuriyet’inin kuruluşunda oynadıkları önemli rolü Atatürk’ün özel emri ile tüm gelecek nesiller için asla unutulmasınlar diye burada yer almaktadırlar. Çok yazıktır ki günümüzün Türk nesli bu kişilerin ne adlarını biliyor ne de ne yaptıklarını.

AB İLE YAPILAN TÜM ANLAŞMALAR TÜRKİYE'NİN ALEYHİNE OLUP BÜYÜK YIKIMLARA SEBEP OLMAKTADIR

AB İLE YAPILAN TÜM ANLAŞMALAR TÜRKİYE'NİN ALEYHİNE OLUP BÜYÜK YIKIMLARA SEBEP OLMAKTADIR. TÜRKİYE BU GÜNE KADAR ALINAN VAHİM KARARLAR İLE AB’NİN YAN ODASINDA BEKLETİLMEYE BOYUN EĞMEKTEN ACİLEN VAZ GEÇMELİDİR

Sevgili Okurlar,

İngiltere'nin Avrupa Birliğinden (AB) ayrılma kararı ile ilgili yankılar halen sürüyor.


Uluslar arası şirketler ve ABD Avrupayı kontrol amacıyla kurdukları Avrupa Birliği ilerleyen süreçte Almanya'nın ekonomik ve siyasi bakımdan güçlenmesine sebep olmuştur.

AB ile önce İngiltere daha sonra Fransa arasında devam eden mevcut rahatsızlığın en önemli sebeplerinden birisi de İngiliz Halkının Almanya'nın yükselişinden duyduğu rahatsızlıktan kaynaklanmaktadır.

Bu yönüyle ele alındığında belirginleşen gerginlik Avrupa'nın liderliği kavgasında Almanya'nın öne geçmiş olmasıdır. Dünyada rezerv sermayenin en güçlü olduğu az sayıdaki ülkeden birisi olan İngiltere'nin çıkışı ile birlik güç kaybetmeye başlamış durumdadır.

Nitekim İngiltere’nin ayrılma kararından sonra Fransa’da aşırı sağcı Ulusal Cephe hemen AB üyeliğinin oylanacağı bir referandum istedi.

Görüldüğü gibi Avrupa ülkeleri menfaatlerini karşı olduğunu anladıkları anda hemen tavır koymakta gerekirse içinde bulundukları durumdan gemileri yakıp çıkmaktadırlar.

Türkiye ne yapmaktadır?

Atatürk’ün ebediyete intikal ettiği günden bu yana ürettiğimiz ne varsa sahip olduğumuz ne varsa Batıya koşulsuz aktaracak anlaşmalar yapılmakta,bu ihanet anlaşmaları “zafer” çığlıkları ve törenleriyle yansıtılmakta insanlarımız alenen aldatılmaktadır.Böyle bir manipülasyon dünyanın hiç bir yerinde görülmediği gibi Tarih böyle onlarca yıl devam eden seri aldatmaya kesinlikle şahit olmamıştır.

Biz 21 yıl önce Türkiye’yi tek yanlı bağımlı hale getiren, büyük çaplı dış ticaret açıklarına özetle siyasi ve ekonomik istikrarsızlığa sebep olan, Türkiye’nin en yakın halde olduğu kardeş ülkelerle bile ticaretine engel olan, Türkiye’yi tek yanlı olarak AB’ye bağlayarak bekleme odasında tutulmasına sebep olan “Gümrük Birliği” aleyhinde çalışmalar yayınladık. Hiç gereği yokken başlatılan 1999 Helsinkide aile fotoğrafı senaryosu, arkasından dayatılan “Kopeanhag kriterleri”, “Ulusal Program” denilen teslimiyet ihaneti ile davam eden süreçte -Milliyetçi ve Atatürkçü kesimde az sayıda kalem ile- karşı mücadele içerisinde olduk.


İhanet bunlarla kalmamış, “İkiz sözleşmeler”ile akabinde atılan bir sürü vesayet imzaları ile Türk Milleti emperyalizmin tek yanlı boyunduruğu altına sokulmuş, Türk Milletine sanki savaş kaybetmiş gibi dayatılan çözüm Süreci, “Türksüz Anayasa” veya “Atatürksüz Anayasa” hezeyanları ile bu güne kadar devam etmiştir.

Sadece son 21 yılda yüzlerce milyar dolar servetimizin gözümüzün içine bakarak elimizden kayıp gitmesine sebep olan anlaşmalar, verilen uçuk taahhütler, yapılan satışlar, onlarca cilt kitap yazılacak kadar fazladır ve çok üzücüdür. Elimizin altından kayıp giden Türkiyedir.

Sevgili Okurlar,

AB’nin amaçlarını tanımlamak için hatırlayacağınız bir resmi kullandık. Bu gün AB’ye tavır koyan Sayın Cumhurbakanı Recep Tayyip Erdoğan 29. Ekim 2004 günü İtalya’nın başkenti Roma Compidoglio Meydanı Conservatori Sarayı’nın ''Orazi Curiazi'' salonunda ''Papa X. Innocenzo''nun heykeli altında AB ile bizi tek taraflı bağlayan "Nihai senedi" imzaladı.

''Papa X. Innocenzo Türk düşmanı Papa X. İnnocete’nin heykeli önünde Cumhuriyet’in yıl dönümünde, imzalanan AB Anayasası ile “Türk milletin egemenliği” hiçe sayılmıştır.

Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül AB Anayasasını kabul ettiklerini imza altına alarak 12 yıldır ülkenin ve milletin geleceği konusunda Avrupa Birliğine söz hakkı tanımışlardır.

Cumhuriyete karşı çıkanlar bu imzaları ile Türk milletinin geleceğine pranga vurduklarının milletin egemenliği AB’ye devrettiklerinin farkında olmalıdırlar.

AB BU GÜNE KADAR NE İSTEDİ HALEN NE İSTİYOR

Sevgili Okurlar,

AB üye ülkelerin ekonomik,siyasi, askeri,sosyal ve kültürel birlikteliği için kurulmamıştır. Avrupa Birliği eski adıyla Avrupa Ekonomik topluluğu, ABD merkezli uluslararası sanayi, ticaret, finans tröstleri ve tepe yöneticileri tarafından Bilderberg toplantılarında alınan kararlar gereği 25 Mart 1957’de imzalanan Roma anlaşması ile kuruldu. Aynı tröstlerin verdiği kararlar ile yönetilmektedir.

AB emperyalist bir örgüttür. Soğuk savaşın başlangıç döneminde, sadece Avrupalıların isteğiyle değil, ABD’nin de güçlü desteğiyle kurulmuştur.

Türkiye'nin AB (AET) ile ilişkileri, 1963 Ankara Antlaşması ile başlar. Hedef tam üyeliktir. AB geçen zaman içinde, Türkiyeyi bekleme odasında üye yapmadan, içine almadan, elinin altında bekletmek için yollar bulmuştur.

AB'nin 1999 Helsinki de aile Fotoğrafı aldatmacısıyla bu yana geçen son 17 yıl içerisinde istedikleri aynıdır.

Batının planları 200 yıldır hiç değişmemiştir. Aynı çizgiye aynı plan ve dayatmalarla devam ediyorlar. AB'nin son 17 yıl içerisinde ki taleplerinden bazılarını çok kısa ve özet olarak gözden geçirirsek bundan sonra neler isteyecekleri konusunda öngörümüz olabilir.

AB KIBRIS DA TAVİZ İSTEMEKTEDİR.

Girmeye can attığımız AB’nin ve desteğindeki BM’nin Kıbrıs’ta plan diye dayattıkları aslında silahsız bir işgal ve ilhaktan ibarettir.

A.B. 17 yıldır sürekli olarak Türkiye de güdümündeki medyayı kullanıyor ve Türkiye'nin Kıbrıs'ı gözden çıkarmadan AB üyeliğine girmesinin mevcut hukuksal ve fiziki şartlarda mümkün kalmadığı yalanına inandırılmaya çalışılıyor.

Batı tek kurşun patlatmadan Kıbrıs'ı Yunanistan'a ilhak peşindedir. Türkiye her attığı adımda bir adım daha geri gitmekte ve Kıbrıs göz göre göre elden gitmektedir.

Sanki Türkiye savaş kaybetti de masa başında ödün vermek zorunda bırakıldı gibi bir Medya terörü estiriliyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk milleti, 21. Yüzyılın başında böyle devasa bir ihanet organizasyonun topyekun bir komplosu ile karşı karşıya kalmıştır.

Kıbrıs buna inandırılmış ancak AB çok daha kesin bir teslimiyet beklediği için kendisi için çok daha yarayışlı şartlar oluşturmaya çalışmakta 60’larda Makarios’un emellerinin gerçekleştirilmeye çalışıldığı bir yolda yürümektedir.

AB ÜNİTER YAPIYI ÇÖKERTMEK, TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİNİ SONLANDIRMAK İSTEMEKTEDİR.

Bu güne kadar AB’ye girme tutkusu, genellikle, bu yolla demokratikleşmemizin sağlanacağı beklentisiyle beslenilmiştir. Oysa, demokratikleşmenin vaz geçilmez ön koşulu bağımsızlıktır. İktidarın kaynağını halktan başka bir güce dayandıran herhangi bir temel üzerinde, demokrasi inşa edilemez. Egemenliği vesayet altına sokulmuş bir milletin bağımsızlığı olabilir mi?

AB Alfabemizde bulunmayan Q,W, X harflerinin alfabemize konulmasını istemektedir. Halbuki alfebemizde bu harflerin kullanımını gerektiren bir durum söz konusu değildir.

AB, Türkiye de farklı diller, farklı kültürler daha doğrusu farklı uluslar meydana getirme ve Türkiye’yi bölüp parçalamak peşindedir.

Uyum yasaları, ikiz sözleşmeler, muhtelif yasa değişikliklerinin asıl amacı budur.

AB SEVR’İ YENİDEN İHYA ETMEK İSTEMEKTEDİR.

Almanya’nın eski Dışişleri bakanlarından Hans Dietrich Genscher, 1992’de, Stüddeutsche Zeitung’da yayımlanan demecinde, “Türkiye için bir Yugoslavya modelinin uygulanmasını önerdiğini” açıkça ilan etmekten kaçınmamıştır.

Keza, Almanya’nın eski başbakanlarından Helmut Schmit de 8 Nisan 2000 tarihinde Berlin’de yaptığı konuşmada “Sevr Anlaşması’nın imzalanmış olmasına karşın Türkiye’nin bölünmemiş olması da bir hatadır” demiştir.

Avrupa Parlamentosu eski Başkanlarından Joseph Borrell, Diyarbakır'ı ziyaretinden sonra Hürriyet gazetesinde yer alan açıklamasında, “İstanbul’un tek başına aday olması halinde AB üyesi olabileceğini” belirtmiştir Yugoslavya modelinin bundan daha açık itirafı olamaz.

Borrell, öte yandan “Diyarbakır’da kişi başına gelirin çok düşük olduğunu, bu geri kalmış bölgelerin AB’nin de yardımıyla kalkınabileceğini” ifade etmiş ilerleyen yıllarda siyasi ve ekonomik destekler artarak devam ederek kışkırtıcılığa dönüşmüştür. Bu konuda kitap konusu olacak kadar olay yaşanmıştır.

AB TÜRKİYEYİ BÖLMEK PARÇALAMAK İSTEMEKTEDİR

Osmanlı Devleti’de 1856’da sözde Avrupa Devletler Topluluğu’na alınmıştı. Ama sonrasında neler oldu? Avrupalılar ‘yenilikleri’ denetlemek üzere İstanbul'u mesken tuttular... ve sonunda Osmanlı Devletini yıktılar.

Türkiye AB’ye üye olunca Avrupa Birleşik devletlerinin federe bir devletçiği haline gelecektir.

AB ilerleme raporları aslında gerileme raporlarıdır. Avrupa’nın amacı bizi birliğe almak değil parçalamaktır. Çözmektir. Yutulmaya hazır hale getirmektir.

AB’nin ileri sürdüğü dayatmalar arasında, Türkiye’deki etnik ve dinsel ayrılıkları körükleyen şartlar birinci sırayı işgal etmektedir.

İçeride ülkenin en zenginlerini bünyesinde bulunduran bazı örgütler v vakıflar, aklı bir karış havada dolaşan bir kısım sözde aydınlarla birlikte bu dayatmalarla örtüşen bir tavır sergilemektedirler. Bu durum son 17 yıldır artarak devam etmektedir.

AB, PKK’YI DESTEKLEMEKTE ÖZERK KÜRDİSTAN İSTEMEKTEDİR.

2001 yılında Tunceli’ye giden AB temsilcisi Karen Fogg hanımefendinin de buralarda asılı Türk bayraklarını göstererek “onların yerine sarı, kırmızı, yeşil bayrakları görmeyi bekliyorum” demiş bu alçaklık Güneydoğu’da yapılan operasyonlarda PKK ile birlikte savaş verirken ölen onlarca Avrupalı terörist –Asker’in cenaze merasimleri ile devam etmiştir. Bu gün halen PKK kamplarında ABD’li askerlerin yanında Avrupalı askerler de vardır. PKK’nın kullandığı gelişmiş silah ve savaş araçlarının yarısına yakını AB ülkelerin tarafından verilmektedir.

AB ülkelerinin ve özellikle Almanya'nın PKK ile mücadelemiz büyük kayıplar ve zorluklarla devam ederken; “Araçlarımızı teröre karşı kullanamazsınız” söylemleri ile verilen silahları ve AB askerlerinin Yurdumuzun içinde PKK ile birlikte Türk askerine kurşun sıkarken ölmeleri neticesinde Güney Doğu'da PKK'lı hamilerince yapılan cenaze törenlerinı ve AB ülkelerine gönderilen tabutlarını bir arada düşündüğümüzde nasıl bir ihanet sarmalının içerisinde bulunduğumuzu daha iyi anlıyoruz..

AB, İSRAİL’İN ARZ-I MEVUD PROJESİNİ DESTEKLEMEKTEDİR

AB komisyonunun 6 Ekim 2004 tarihinde açıklanan ilerleme raporunda Dicle ve Fırat havzasındaki sulama tesislerinin uluslar arası yönetim altına konulabileceği öngörülmüştür.

GAP bölgesinde arazi alımını hızlandırmış olan İsrail'in bu tutumu desteklenmektedir.

AB''nin Ankara''dan istediği "Dicle ve Fırat Havzası''nın bağımsız bir yönetime verilmesi ve İsrail''in de bu yönetime dahil edilmek istenmesi AB, CFR – Bilderberg bağlantısının açık bir delilidir. İsrail''i yönetenlerin 1990''lı yılların başında "Ankara ilgi alanımız içersindedir" demeleri, Dünya Siyonist Örgütü''ne bağlı Enformasyon Dairesi''nin yayın organı "Kivunim" de yayımlanan Arz-ı Mev'ud haritasında Türkiye''nin Güney Doğu''sunun dahil edildiğini de unutmadık.

Ne enteresan ki Türkiye Cumhuriyeti''nin Başbakanı olarak Tansu Çiller''in İsrail’'e iner inmez Yahudi kökenli Türk yetkililerin eline tutuşturduğu metinden, "Arz-ı Mev'ud da bulunmaktan çok mutluyum" demesi küresel oyunun bir parçasıdır. Ne kadar gariptir ki Atatürk’ün ölümünden bu yana Türkiye’yi menşe itibarıyla Musa’nın çocuğu olanlar yönetmekte 2000’llerden bu yana görünüşte İsrail karşıtlığı yapılmakta el altından İsrail ile çok yakın bir iş birliği ve Arz-ı Mevud planı devam ettirilmektedir. (Bu konuya da ayrıca değineceğiz.)

AB, ERMENİSTAN SINIRININ GENİŞLETİLMESİNİ İSTEMEKTEDİR.

Son 20 yıldır soykırım iddialarını giderek yükseltmekte olan Ermenistan’ın emellerini gerçekleştirmesi için alenen destek verilmekte Almanya'nın Türkiye ile en yakın münasebetlerini sürdürdüğü izlenimi verilen dönemde bile Sözde Ermeni Soykırım iddiaları kabul edilmektedir.

AB EKÜMENİKLİK İSTEMEKTEDİR

AB İstanbul’a özel statü isteme peşindedir. Bu günkü Ekümeniklik dayatmalarının altındaki asıl gerçek Bizans’ın yeniden ihyasıdır. Bu durum zaman zaman Fener Rum Patriğinin bile önüne geçildiği bir hal almıştır.

AB TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNİN TASFİYESİNİ İSTEMEKTEDİR

Uluslar arası şirketler kendileri için gelecekte büyük tehlike teşkil edecek Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Milli yapısının çözülmesi yolunda büyük başarı sağlamışlardır. Türkiye’ye nihai darbeyi AB ve ABD kanalıyla vurmayı planlamışlardır. Son 10 yıldır yaşadığımız sonuçta Balyoz, Ergenekon gibi komplo ve kumpas davalarla şekillenen onlarca ihanetin asıl sebebi Türk Silahlı Kuvvetlerinin milli kanadının tasfiyesi ile milli düşünceye sahip toplumu yönlendirme gücü olduğu görülen kişilerin ortadan kaldırılması veya sindirilmesidir.

AB İŞSİZDİR. MESLEK GURUPLARI ODALAR VASITASIYLA ÜLKEMİZE GİRMEKTEDİR

Avrupa birliğine girsek bile alacağımız bir şey yoktur. Avrupa birliği zaten çaresizlik içerisindedir. 60 milyon işsizi vardır.

Sosyal sistemler kaynak yetersizliği nedeniyle çökmektedir. Fransa İngiltere, Almanya, İtalya gibi bu işin başını çeken ülkelerin hiç birisi geçen 15 yıl içerisinde ortalama %2 kalkınma hızı bile yakalayamamıştır. Bu oran Çin’de ve Hindistan’da bile %7 ile %10 arasında değişmektedir. Avrupa’da eğitim sistemi çökmektedir. Avrupa sürekli geriye gitmektedir. Nüfusu yaşlıdır. Doğum oranı sıfıra yakındır.

Batı tükenmiştir. Batı’da Türkiye korkusu vardır ve yerli işbirlikçileri vasıtasıyla Cumhuriyeti sonlandırmaya, Kemalist Ulus Devlet yerine din maskeli şeytanların etkin olduğu bir yönetim şekli oluşturmaya, Türksüz bir Anadolu hayalini gerçekleştirmeye çalışmaktadır.

GÜMRÜK BİRLİĞİ ALEYHİMİZE OLMUŞ OLMAYA DEVAM ETMEKTEDİR

Türkiye Gümrük Birliğine girmekle ekonomisini sömürge ekonomisi haline getirmiştir. Hiçbir yararı olmayan Gümrük Birliği anlaşmaları nedeniyle Üçüncü Dünya ülkeleri ile hatta KKTC ile bile Gümrük Anlaşmaları imzala yamıyoruz. (Bu konuyu ayrı bir başlık altında anlatacağız)

AB MİSYONERLİK FAALİYETLERİNİ DESTEKLİYOR.

AB Anayasasının “Avrupa'nın Hristiyan kökenleri” dikkate alınarak değiştirilme çalışmaları sürdürüyor. Türkiye'nin üyeliğe kabulü hazmetme şartına bağlıdır. “Bu müzakereler, sonucu önceden garanti edilemeyen açık uçlu bir süreçtir”

Bu noktada, bir kere daha anımsamak gerekli olabilir: Avrupa’nın dün olduğu gibi bu gün de ve yarın da beyan ettiği taahhütlerinden hiçbir neden göstermeksizin cayması, her an mümkündür. Kaldı ki AB bildirisinde müzakerelerin başlaması ve Türkiye’nin üyeliğe kabulü, Türkiye'nin iradesi dışında kalan bir yığın başka koşula bağlanmıştır

AB DİL BİRLİĞİMİZE SON VERMEK İSTEMEKTEDİR

Sevgili okurlar,

Bir Devleti, bir milleti birlik halinde tutmanın en önemli unsurlarının başında dil birliği gelmektedir. Bu nedenle Atatürk devlet görevlilerinin “Türkçeyi Türkiye’ye hakim kılmak zorunda olduklarını” söylemiş ebediyete intikal ettiği güne kadar yoğunlukla Türk dili ve Türk tarihi ile uğraşmış, sahip olduğu mal varlığının bir kısmını milletine bağışlamış kalan kısmın tamamına yakınını ise Türk Dil ve Türk Tarih Kurumlarına bırakmıştır.

AB karmakarışık bir alt lehçeden Kürt dili dilden de bir millet meydana getirmek peşindedir. Kürtçe TV ve diğer yollarla yapılan ihanetlerde AB'nin dayatmaları ve içerideki ihanete yol göstermesiyle yürümektedir.

Türkiye ne A.B.D. ne de AB’nin silahlı müdahalesi neticesi yıkılmaz. Ancak içten içe yıkılır ve öyle parçalanır ve öyle yıkılır... Bu konuya ileride ayrıca değineceğiz.

Sevgili Okurlar,

AB'nin zararlarını ve Türkiye aleyhindeki planlarını böyle sıralamaya devam etsek uzar gider.

Türkiye Gümrük Birliğine geçiş ile ilgili herhangi bir yasal dayanak bile oluşturmamıştır. AB ile yürümekte olan ilişkiler varılan anlaşmaların tamamı Türkiye'nin aleyhinedir.

Yapılması lazım gelen AB ile yapılan tüm anlaşmaların iptali ile ilişkileri normal bir statüye çekerek hem AB’yi hem Türkiye’yi rahatlatmaktır.

Yarın yine Türk tarihinin muhtelif dönemleri ile ilgili paylaşımlarımıza devam edeceğiz.

Takibiniz, Beğenileriniz ve paylaşımlarınız nedeniyle teşekkürler Sevgiler saygılar.

25 Haziran Saat 18.000
TANER ÜNAL

Yahudi oğlu darbeci Fetullah Gülen in hiç bilinmeyen 10 yönü

Altta iki video daha var. İdeali yüksek Türkiye olanlar; lütfen her ikisini de sonuna kadar ve can kulağı ile dinleyiniz.. Çünkü:

"Bir memlekette, namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekette kurtuluş yoktur." İsmet İnönü



21 Ağu 2016 tarihinde yayınlandı

1 Akıl hastasıdır.
1976 yılında Manisa merkez vaizliği sırasında camilerde vaazlar vermektedir. Vaazlarında her zaman olduğu gibi tefsirleri çarpıtmaktadır. Kendisini bu konuda uyaran cemaat ile sürekli kavga etmiş, cemaati azarlamıştır. Bu olaylardan dolayı 2 ay Manisa Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanesi yani akıl hastanesinde yatmıştır.



2 Vaazı esnasında kuranı kerimi yere atmıştır. 
Fethullah Gülen vaazı sırasında bazı söylemlerde bulunup Kuran-ı kerimi yere fırlatmıştır. Bu olay sadece bir kez değil iki kez gerçekleşmiştir. Olayların ilki iskenderunda, ikincisi ise Manisa, Salihli, karaman cami de vuku bulmuştur. Prof. Dr. Ahmet Keleş bu olaya bizzat şahit olmuştur.

3 Masondur.. 
Yeni Şafak gazetesinin ulaştığı belgelerde Mason Mahfili'nden 1972 ile 1976 yılları arasında Fethullah Gülen'e yapılan masonik toplantı davetleri bulunmaktadır. Fethullah Gülen’in masonluğunu vefat eden Said Nursinin talebesi Fethulla gülenin Üzeyir şenler doğrulamaktadır.

4 Cia in bir figürü ve projesidir.
Darbeci terörist örgütün rusya, Ukrayna ve kuzey kore gibi cia in giremediği ülkelerde okulları bulunmamaktadır. Bizzat cia eski şefi graham fuller terörist başına oturma izni verilmesini sağlamıştır. CIA darbeci terör örgütünü ivme kazandırmak finans desteğinde bulunmuştur.

5 Asıl amacı paralel din oluşturmaktır.
Paralel devlet yapılanmasının yanında asıl amaçları islamiyete alternatif yeni Paralel bir din oluşturmaktır. Ve bu sayede tüm dünya Müslümanlarını birbirine düşürecek ve oluşacak olan kaos ortamı Avrupa ve amerikanın işine yarayacaktır.

6 Vatikana gidip papa 2.jean paul un elini öpmüştür. 
Darbeci töröristlerin elebaşı 1998 yılında dinler arası diyalog safsatası için vatikana gidip papa 2.jean paul’un elini öpmüştür. Papadan direktifler almıştır. Karşılıklı birbirlerine metiyeler düzmüşlerdir. Darbeci lider ayrıca vatikan topraklarını kutsal topraklar olarak ifade etmiş, vatikanı kastederek, bir an bu kutsal topraklarda ölürsem demiştir.

7 TERÖRİST LİDER BABASININ İMAM OLDUĞUNU FAKAT YAŞADIKLARI YERDEN HALK TARAFINDAN KOVULDUKLARINI İFADE ETMEKTEDİR.
İmamlık anadoluda çok itibar gören bir meslektir. Fakat fertlerinden biri imam olan bir ailenin halk tarafından dışlanması, kovulması akıllara soru işaretleri getirmektedir. Araştırmacılar bunu fetullah gülenin anne babasının gayri Müslüm olmalarına ve gizli şekilde düşmanlara yardım yapmalarına bağlamaktadır.

8 FETHULLAHÇI TERÖR ÖRGÜTÜ YAPILANMASI MASONİK YAPILANMANIN BİR KOPYASIDIR.
Feto terör orgutu yapılanması tamamen masonların yapılanmasına benzemektedir. Masonlar amaçlarına ulaşmak için her yolun mubah olduğuna inanmaktadırlar. Darbeci fetonun da bu inançtan alta kalır bir yanlarının olmadığını rahattlıkla görebiliriz.

9 FETULLAH GÜLENİN KARDEŞİ SEYFULLAH GÜLENİN ADI YAKIN TARİHTE BİR TECAVÜZ DAVASINA KARIŞMIŞTIR. 
Darbeci terör örgütü lideri Fetullah Gülen öz kardeşi Seyfullah gülenin adı bir tecavüz davasına karışmıştır. Fakat gerek basındaki ve gerekse hukuk dairelerindeki militanlarından dolayı bu olay kamuoyuna pek yansımadan sümen altı yapılmıştır.

10 Fettullah Gülen Bir yahudidir. 
Internetdeki normal kimlik bilgilerine bakıldığında Darbece Fettullah Gülenin anne adın kimi kaynaklarda Refia ve diğer bazı kaynaklarda Rabia olarak geçmektedir. Halbuki Darbeci Fettullah Gülen 1986 yılında almanyaya gitmek için pasaport istek formu doldurmuş bu formda ise anne adını bir Yahudi ismi olan Rabin olarak ifade etmiştir.



Intuit256 by Kevin MacLeod is licensed under a Creative Commons Attribution licence (https://creativecommons.org/licenses/...)
Source: http://incompetech.com/music/royalty-...
Artist: http://incompetech.com/
Classic Horror 1 - Dark World by Kevin MacLeod is licensed under a Creative Commons Attribution licence (https://creativecommons.org/licenses/...)
Source: http://incompetech.com/music/royalty-...
Artist: http://incompetech.com/
Deep Haze by Kevin MacLeod is licensed under a Creative Commons Attribution licence (https://creativecommons.org/licenses/...)
Source: http://incompetech.com/music/royalty-...
Artist: http://incompetech.com/






.

Said-İ Nursi Hakkındaki Gerçekler (1), Dr. MEHMET BACAKSIZ ...

Said-i Nursi, Türkiye’de abartılı bir şekilde tanıtılan şahısların başında gelir. Son yıllarda Said-i Nursi’nin adı gene sık duyulmaya başlandı. Bazı mihraklar, Said-i Nursi’yi kahraman olarak tanıtıyorlar. Said-i Nursi’yi kahraman olarak tanıtan mihrakların en önemli özellikleri Cumhuriyet, Atatürk, milliyetçilik ve milli devlet karşıtı olmaları. 

Said-i Nursi taraftarlarının, bu şahısla ilgili olarak özellikle iki konuda çok büyük iddiaları var. Bu iddialar şunlar:

1-Said-i Nursi, İstiklal Savaşı’na çok önemli katkılar yapmıştır. Bu sebeple Said-i Nursi bir kahramandır.

2-Said-i Nursi, Kürtçülüğe karşıdır. Şeyh Sait İsyanı’na karşı çıkmıştır. İsyanın önlenmesi için büyük gayret sarfetmiştir.

Said-i Nursi taraftarlarının bu iddialarının gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Bu iddiaların amacı Said-i Nursi’yi kahraman olarak tanıtarak Atatürk’ün kurduğu üniter bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiye etmektir. Bu iddialardan birincisini bu yazımızda, ikincisini ise bundan sonraki yazımızda inceleyeceğiz. Şimdi, Said-i Nursi’nin İstiklal Savaşı’na katkısının olmadığını, dolayısıyla kahraman olmadığını belgeleriyle açıklayalım:

Said-i Nursi, Mondros Mütarekesi’nden sonra İstanbul’a gelmiş, 1922 yılının sonuna kadar burada kalmıştır. Seyfi Güzeldere, “Gerçek Bediüzzaman Said-i Nursi ve Doktrinleri” adlı kitabında bu hususu net olarak açıklamıştır. Şerif Mardin de Said-i Nursi hakkında yazdığı kitapta bu hususu doğrulamıştır. (1)  Bu sebeble Said-i Nursi’nin İstiklal Savaşı’na katılması kesinlikle söz konusu değildir.

Said-i Nursi, İstanbul’da kaldığı 1918-1922 döneminde İstiklal Savaşı’na katkı sayılabilecek herhangi bir çalışma da yapmamıştır. Said-i Nursi, İstanbul’da kaldığı 1918-1922 döneminde Dar-ül Hikmet’ül İslamiye adlı bir kurumda ücretli olarak çalışmıştır.(2)

Said-i Nursi, İstanbul’da kaldığı 1918-1922 döneminde İstiklal Savaşı’na katkı yapmadığı gibi İstiklal Savaşı aleyhinde faaliyetlerde bulunan Kürt Teali Cemiyeti, Teali İslam Cemiyeti ve Kürt Neşriyat Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer almıştır.(3)

Said-i Nursi’nin çalıştığı Dar-ül Hikmet’ül İslamiye, İstiklal Savaşı devam ederken “Bazı gazetelerin dine saldırdıkları gerekçesiyle cezalandırılmaları ve kapatılmaları, Ramazan ayında kıraathanelerde kadınların şarkı söylemesinin engellenmesi, dergilerin kapaklarına kadın resmi basılmaması, taşra memurlarının dine uygun davranması, çocuk düşürmenin önlenmesi, operet oynatılmasının engellenmesi” vb. konularda kararlar alarak gereğinin yapılması için Hükümet makamlarına yazı yazılması gibi faaliyetler icra etmiştir. (4)Said-i Nursi, Dar-ül Hikmet’ül İslamiye’de çalıştığı dönemi çok mutlu bir dönem” olarak nitelendirmiştir.(5)

Said-i Nursi, taraftarlarınca “BEDİÜZZZAMAN” olarak tanıtılmıştır. Bu kelimenin anlamı “zamanın harikası, asrın mükemmel insanı” demektir. Bu sebeple taraftarlarına göre Said-i Nursi “zamanın en büyük din alimi” dir. İstiklal Savaşı devam ederken Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi, İstiklal Marşı’nın şairi Mehmet Akif Ersoy, Afyon Müftüsü Sait Efendi, Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi, Amasya Müftüsü Hacı Tevfik Efendi, Erzurum’da Hoca Raif Efendi, Isparta’da Şeyh Ali Efendi gibi birçok din bilgini Atatürk’ün yanında yer alarak tüm güçleriyle İsitklal Savaşı’nın kazanılması için gayret göstermişlerdir. Said-i Nursi, gerçekten bir din bilgini olsaydı herhalde bu saydığımız din  bilginleri gibi İstiklal Savaşı’na omuz vermesi gerekirdi. Oysa, Said-i Nursi açıkladığımız üzere İstiklal Savaşı’nın en ateşli günlerinde İstanbul’da rahat ve huzurunu bozmadan yaşamayı tercih etmiştir.

Atatürk, İstiklal Savaşı sürecinde Doğu ve Güneydoğu’daki Kürt Aşiretlerini milli mücadeleye kazanabilmek için Said-i Nursi’den yararlanmak istemiş, bu amaçla Said-i Nursi’yi defalarca Ankara’ya çağırmıştır. Ancak, Said-i Nursi, bu çağrıları cevapsız bırakarak savaşın sonu demek olan 1922 yılı sonunda Ankara’ya gelmiştir. Said-i Nursi, Atatürk’ün çağrılarını cevapsız bırakırken Libya’lı Şeyh Ahmet Sunusi,Atatürk’ün çağrısına uyarak Ankara’ya gelmiş, özellikle Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde İstiklal Savaşı’na katılımı sağlamak için sayısız vaazlar ve hutbeler vermiştir.(6)

Said-i Nursi, İstiklal Savaşı süresince İstanbul’da kalmasını “Ben, tehlikeli yerde mücahede etmek istiyordum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı tehlikeli görüyorum.” sözleriyle haklı göstermeye çalışmıştır.(7) Bu sözler ancak bir şartla haklı görülebilir: O daSaid-i Nursi’nin diğer vatanseverler gibi İstanbul’dan Anadolu’ya gizlice silah ve cephane kaçırmak için çalışmış olmasıdır. Gerçekten o dönemde bazı vatanseverler Anadolu’ya geçmeyerek İstanbul’da kalmışlar, kellelerini koltuğa alarak İngiliz ve Fransızların denetimindeki depolardan gizlice kaçırdıkları silah ve cephaneleri gene gizli yollarla Anadolu’ya göndermişlerdir. Birçok vatansever bu uğurda şehit olmuştur. Bu vatanseverler hayatını tehlikeye atarken Said-i Nursi ne yapmıştır? Çalıştığı  Dar-ül Hikmet’ül İslamiye’de o zamanın şartlarına göre ıvır zıvır işlerle uğraşmıştır. Bundan başka yukarıda izah ettiğimiz gibi Kürtçü faaliyetlerde bulunmuştur. Bu yüzden Said-i Nursi’nin İstanbul’da kalmasının hiçbir haklı sebebinin olmadığı gün gibi açıktır.  
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; “Said-i Nursi’nin İstiklal Savaşı’na çok önemli katkılar yaptığı, bu sebeple bir kahraman olduğu” iddiası kesinlikle yalandır. Said-i Nursi, İstiklal Savaşı’na katılmamıştır. Bu sebeble kahraman da değildir.
 
1-Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı
2-Mustafa Yıldırım, Meczup Yaratmak, sayfa 71,
3-age, sayfa 65, 73, 74
4- age, sayfa  73, 
5-Mardin, age, sayfa 148,
6-Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları 1. Kitap, sayfa 191, 
7-Necmettin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said-i Nursi, sayfa 252,
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...