CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR
TC 'ne Büyük Suikastler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TC 'ne Büyük Suikastler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

CUMHURİYET’E KANAT GERENLER: BİR AYDINLANMA VE CUMHURİYET ŞEHİDİMİZ BAHRİYE ÜÇOK

Prof. Dr. Cihan Dura 6 Ekim 2016 Perşembe

BİR MİLLETİ MİLLET YAPAN ORTAK HATIRALARDIR, ORTAK KÜLTÜR, ORTAK DİL, ORTAK TARİHTİR.

 O TARİH; OLAYLARIYLA, FİKİR VE DUYGULARIYLA, KAHRAMANLARIYLA ZİHNİMİZDE, RUHUMUZDA, KALBİMİZDE YAZILI OLMALIDIR.
 UNUTULMAYAN ORTAK DEĞERLERDİR Kİ, BİZİ BİZ YAPAR, BİR ARAYA GETİRİR, BİZİ MİLLET YAPAR.


 EN AZ DİNÎ KAHRAMANLARI ÖĞRENDİĞİNİZ KADAR, KENDİ MİLLÎ KAHRAMANLARIMIZI DA ÖĞRENİN, ÖĞRETİN.

**



BİR AYDINLANMA VE CUMHURİYET ŞEHİDİMİZ: BAHRİYE ÜÇOK


Bahriye Üçok (1919-1990), Türk tarihçi ve siyaset bilimcidir. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nin ilk kadın akademisyenidir. Cumhuriyet Senatosu üyeliği (1971-1976), Halkçı Parti'den Ordu milletvekilliği (1983-1987) yapmıştır. En son Sosyaldemokrat Halkçı Parti parti meclis üyesi idi.

AİLESİ VE EĞİTİMİ

Hamit Ataç'ın kızıdır. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Coşkun Üçok ile evlenmiş, Kumru adlı bir kızı olmuştur. İlk ve ortaokulu Ordu'da okuyan Üçok, Kandilli Kız Lisesi'ni bitirdi. Yükseköğrenimini Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Ortaçağ Türk-İslam Tarihi Bölümü'nden alırken, aynı zamanda Devlet Konservatuarı Opera Bölümü'ne de devam etti ve bu bölümü de bitirdi. Samsun ve Ankara'da on bir yıl lise öğretmenliği yaptı.

AKADEMİK YAŞAMI

1953 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde öğretim üyesi oldu. 1957 yılında doktor, 1964 yılında "İslam Devletlerinde Kadın Hükümdarlar" adlı çalışmasıyla da doçent olmuştur. Arapça ve Farsça'yı iyi derecede bilen Üçok, Kur'an-ı Kerim'e bağlı kalarak İslam dinini çağdaş, gerçekçi ve dinin özünde bulunan hoşgörüyle yorumladı. Bu nedenle 1960'lı yıllardan itibaren tehditler almaya başladı ve kendini güvende hissetmediği için akademik çalışmalarına ara vermek zorunda kaldı.

SİYASİ KARİYERİ

1971 yılında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından kontenjandan senatör seçildi ve böylelikle aktif siyasi yaşama atılarak beş yıl boyunca Cumhuriyet Senatosu divan üyeliği yaptı. Siyasi tercihini Cumhuriyet Halk Partisi'nden (CHP) yana kullanan Üçok, 1977'de CHP'ye katıldı. 12 Eylül'den sonra açılan Halkçı Parti'nin 1983'de kurucu üyesi oldu. Daha sonra 1983 seçimlerinde de bu partiden Ordu milletvekili olarak TBMM'ye girdi. 1986'dan itibaren Sosyaldemokrat Halkçı Parti üyesi oldu ve 1990 Eylül'ünde bu partinin parti meclisi üyesi seçildi.

ALDIĞI TEHDİTLER VE SUİKAST

Kasım 1988'da televizyonda yapılan bir açık oturumda, "İslam'da örtünmenin ve oruç tutmanın zorunlu olmadığı" iddialarını içeren açıklamalarından sonra üzerine birçok tepki çekti ve tehditler almaya başladı.

Üçok, 6 Ekim 1990 günü Ankara'nın Çankaya ilçesindeki Köroğlu Caddesi'nde bulunan evine, Ekspres Kargo tarafından ulaştırılan ve gönderici olarak İlmî Araştırmalar Vakfı'nın göründüğü kitap paketini saat 16.30'da aldı. Bomba olabileceği şüphesiyle paketi kapısının önünde açmaya çalışırken, paketin içine yerleştirilmiş olan bomba patladı. Ağır yaralı olarak Hacettepe Tıp Fakültesi Acil Servisi'ne kaldırılan Üçok, akşam saat 8 sularında yaşamını yitirdi. Cenazesi 9 Ekim günü Maltepe Camii'nden kaldırılmış ve Karşıyaka Mezarlığı'na defnedilmiştir. Suikastı İslâmi Hareket adlı örgüt üstlendi.

Ertesi gün Cumhuriyet Gazetesi'ndeki haberde, olay şöyle aktarılmıştır: Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun’dan sonra türbana karşı tavrı ve laikliği savunmasıyla tanınan SHP Parti Meclisi Üyesi Bahriye Üçok da suikast sonucu öldürüldü. İstanbul’dan Ankara Çankaya’daki evine özel bir kargo şirketiyle yollanan kitap paketini açan Üçok, içindeki bombanın patlaması sonucu ağır yaralandı. İki kolu ve bir bacağı kopan Üçok kaldırıldığı hastanede ameliyata alınamadan öldü. Cinayeti İslami Hareket adlı örgüt üstlendi. Cumhuriyet Gazetesini telefonla arayarak İslami Hareket Örgütü adına konuştuğunu bildiren bir kişi Üçok'u “tesettür konusundaki düşünceleri yüzünden” cezalandırdıklarını söyledi. Aynı kişi “İslam'a sınır koyanları öldürmeyi borç bildiklerini” belirtti.

Bombalı paketi kabul eden 'kargocu kız' olarak da tanınan Gülay Calap, uzun süre ortadan kayboldu. 16 Ocak 1994 tarihinde İzmir'de PKK'nın yan kuruluşu olarak sayılan Devrimci Halk Partisi'nin İzmir sorumlusu olarak göz altına alındı.

SHP Parti Meclisi üyesi olan Doç. Dr. Bahriye Üçok, katledildiği sırada SHP için bir laiklik raporu hazırlamaktaydı. Üçok, katıldığı toplantılarda sık sık laiklik, kadın hakları ve irtica tehlikesi üzerinde durmuş ve "laikliğin savunucusu ilahiyatçı" olarak tanınmıştır. Fransızca, Arapça ve Farsça bilen Üçok, "İslam'dan Dönenler", "Yalancı Peygamberler" ve "İslam Devletlerinde Kadın Hükümdarlar" adlı üç kitap yayımlamıştır. Ölümünün ardından adı, İzmir'de önemli bir meydan, bir bulvar, Narlıdere'de bir park ve bir mahalleye; Artvin, Edirne, Kocaeli / Değirmendere ve Ankara'da birer caddeye, İstanbul Kadıköy Belediyesi'ne ait bir çocuk yuvasına verilmiştir.

KAYNAK: https://tr.wikipedia.org/wiki/Bahri...
**

BİR YORUMUM

Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Turan Dursun, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu, …

Hep düşünmüşümdür, niye öldürüldüler bu yurtseverler aydınlarımız diye… Bazen onların yanına –farklı olsalar da- A. Türkeş’i, B. Ecevit’i, hatta N. Erbakan’ı bile koyasım geliyor, başkaları da var ne yazık ki...

Biraz geç de olsa anladım sebebini: Derin Merkez, küresel şirketler, emperyalist odaklar… Saha temizliği yaptılar, birilerinin önünü açtılar.

Eğer o yurtseverler bugün sağ olsaydı, hiç sanmıyorum, bu birileri kolayca koltuklarına kurulsunlar.  Kurulmuş olsalar da bütün bu yaptıklarını yapamaz, vatana böylesine fütursuzca ihanet edemezlerdi.  
.

AB İLE YAPILAN TÜM ANLAŞMALAR TÜRKİYE'NİN ALEYHİNE OLUP BÜYÜK YIKIMLARA SEBEP OLMAKTADIR

AB İLE YAPILAN TÜM ANLAŞMALAR TÜRKİYE'NİN ALEYHİNE OLUP BÜYÜK YIKIMLARA SEBEP OLMAKTADIR. TÜRKİYE BU GÜNE KADAR ALINAN VAHİM KARARLAR İLE AB’NİN YAN ODASINDA BEKLETİLMEYE BOYUN EĞMEKTEN ACİLEN VAZ GEÇMELİDİR

Sevgili Okurlar,

İngiltere'nin Avrupa Birliğinden (AB) ayrılma kararı ile ilgili yankılar halen sürüyor.


Uluslar arası şirketler ve ABD Avrupayı kontrol amacıyla kurdukları Avrupa Birliği ilerleyen süreçte Almanya'nın ekonomik ve siyasi bakımdan güçlenmesine sebep olmuştur.

AB ile önce İngiltere daha sonra Fransa arasında devam eden mevcut rahatsızlığın en önemli sebeplerinden birisi de İngiliz Halkının Almanya'nın yükselişinden duyduğu rahatsızlıktan kaynaklanmaktadır.

Bu yönüyle ele alındığında belirginleşen gerginlik Avrupa'nın liderliği kavgasında Almanya'nın öne geçmiş olmasıdır. Dünyada rezerv sermayenin en güçlü olduğu az sayıdaki ülkeden birisi olan İngiltere'nin çıkışı ile birlik güç kaybetmeye başlamış durumdadır.

Nitekim İngiltere’nin ayrılma kararından sonra Fransa’da aşırı sağcı Ulusal Cephe hemen AB üyeliğinin oylanacağı bir referandum istedi.

Görüldüğü gibi Avrupa ülkeleri menfaatlerini karşı olduğunu anladıkları anda hemen tavır koymakta gerekirse içinde bulundukları durumdan gemileri yakıp çıkmaktadırlar.

Türkiye ne yapmaktadır?

Atatürk’ün ebediyete intikal ettiği günden bu yana ürettiğimiz ne varsa sahip olduğumuz ne varsa Batıya koşulsuz aktaracak anlaşmalar yapılmakta,bu ihanet anlaşmaları “zafer” çığlıkları ve törenleriyle yansıtılmakta insanlarımız alenen aldatılmaktadır.Böyle bir manipülasyon dünyanın hiç bir yerinde görülmediği gibi Tarih böyle onlarca yıl devam eden seri aldatmaya kesinlikle şahit olmamıştır.

Biz 21 yıl önce Türkiye’yi tek yanlı bağımlı hale getiren, büyük çaplı dış ticaret açıklarına özetle siyasi ve ekonomik istikrarsızlığa sebep olan, Türkiye’nin en yakın halde olduğu kardeş ülkelerle bile ticaretine engel olan, Türkiye’yi tek yanlı olarak AB’ye bağlayarak bekleme odasında tutulmasına sebep olan “Gümrük Birliği” aleyhinde çalışmalar yayınladık. Hiç gereği yokken başlatılan 1999 Helsinkide aile fotoğrafı senaryosu, arkasından dayatılan “Kopeanhag kriterleri”, “Ulusal Program” denilen teslimiyet ihaneti ile davam eden süreçte -Milliyetçi ve Atatürkçü kesimde az sayıda kalem ile- karşı mücadele içerisinde olduk.


İhanet bunlarla kalmamış, “İkiz sözleşmeler”ile akabinde atılan bir sürü vesayet imzaları ile Türk Milleti emperyalizmin tek yanlı boyunduruğu altına sokulmuş, Türk Milletine sanki savaş kaybetmiş gibi dayatılan çözüm Süreci, “Türksüz Anayasa” veya “Atatürksüz Anayasa” hezeyanları ile bu güne kadar devam etmiştir.

Sadece son 21 yılda yüzlerce milyar dolar servetimizin gözümüzün içine bakarak elimizden kayıp gitmesine sebep olan anlaşmalar, verilen uçuk taahhütler, yapılan satışlar, onlarca cilt kitap yazılacak kadar fazladır ve çok üzücüdür. Elimizin altından kayıp giden Türkiyedir.

Sevgili Okurlar,

AB’nin amaçlarını tanımlamak için hatırlayacağınız bir resmi kullandık. Bu gün AB’ye tavır koyan Sayın Cumhurbakanı Recep Tayyip Erdoğan 29. Ekim 2004 günü İtalya’nın başkenti Roma Compidoglio Meydanı Conservatori Sarayı’nın ''Orazi Curiazi'' salonunda ''Papa X. Innocenzo''nun heykeli altında AB ile bizi tek taraflı bağlayan "Nihai senedi" imzaladı.

''Papa X. Innocenzo Türk düşmanı Papa X. İnnocete’nin heykeli önünde Cumhuriyet’in yıl dönümünde, imzalanan AB Anayasası ile “Türk milletin egemenliği” hiçe sayılmıştır.

Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül AB Anayasasını kabul ettiklerini imza altına alarak 12 yıldır ülkenin ve milletin geleceği konusunda Avrupa Birliğine söz hakkı tanımışlardır.

Cumhuriyete karşı çıkanlar bu imzaları ile Türk milletinin geleceğine pranga vurduklarının milletin egemenliği AB’ye devrettiklerinin farkında olmalıdırlar.

AB BU GÜNE KADAR NE İSTEDİ HALEN NE İSTİYOR

Sevgili Okurlar,

AB üye ülkelerin ekonomik,siyasi, askeri,sosyal ve kültürel birlikteliği için kurulmamıştır. Avrupa Birliği eski adıyla Avrupa Ekonomik topluluğu, ABD merkezli uluslararası sanayi, ticaret, finans tröstleri ve tepe yöneticileri tarafından Bilderberg toplantılarında alınan kararlar gereği 25 Mart 1957’de imzalanan Roma anlaşması ile kuruldu. Aynı tröstlerin verdiği kararlar ile yönetilmektedir.

AB emperyalist bir örgüttür. Soğuk savaşın başlangıç döneminde, sadece Avrupalıların isteğiyle değil, ABD’nin de güçlü desteğiyle kurulmuştur.

Türkiye'nin AB (AET) ile ilişkileri, 1963 Ankara Antlaşması ile başlar. Hedef tam üyeliktir. AB geçen zaman içinde, Türkiyeyi bekleme odasında üye yapmadan, içine almadan, elinin altında bekletmek için yollar bulmuştur.

AB'nin 1999 Helsinki de aile Fotoğrafı aldatmacısıyla bu yana geçen son 17 yıl içerisinde istedikleri aynıdır.

Batının planları 200 yıldır hiç değişmemiştir. Aynı çizgiye aynı plan ve dayatmalarla devam ediyorlar. AB'nin son 17 yıl içerisinde ki taleplerinden bazılarını çok kısa ve özet olarak gözden geçirirsek bundan sonra neler isteyecekleri konusunda öngörümüz olabilir.

AB KIBRIS DA TAVİZ İSTEMEKTEDİR.

Girmeye can attığımız AB’nin ve desteğindeki BM’nin Kıbrıs’ta plan diye dayattıkları aslında silahsız bir işgal ve ilhaktan ibarettir.

A.B. 17 yıldır sürekli olarak Türkiye de güdümündeki medyayı kullanıyor ve Türkiye'nin Kıbrıs'ı gözden çıkarmadan AB üyeliğine girmesinin mevcut hukuksal ve fiziki şartlarda mümkün kalmadığı yalanına inandırılmaya çalışılıyor.

Batı tek kurşun patlatmadan Kıbrıs'ı Yunanistan'a ilhak peşindedir. Türkiye her attığı adımda bir adım daha geri gitmekte ve Kıbrıs göz göre göre elden gitmektedir.

Sanki Türkiye savaş kaybetti de masa başında ödün vermek zorunda bırakıldı gibi bir Medya terörü estiriliyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk milleti, 21. Yüzyılın başında böyle devasa bir ihanet organizasyonun topyekun bir komplosu ile karşı karşıya kalmıştır.

Kıbrıs buna inandırılmış ancak AB çok daha kesin bir teslimiyet beklediği için kendisi için çok daha yarayışlı şartlar oluşturmaya çalışmakta 60’larda Makarios’un emellerinin gerçekleştirilmeye çalışıldığı bir yolda yürümektedir.

AB ÜNİTER YAPIYI ÇÖKERTMEK, TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİNİ SONLANDIRMAK İSTEMEKTEDİR.

Bu güne kadar AB’ye girme tutkusu, genellikle, bu yolla demokratikleşmemizin sağlanacağı beklentisiyle beslenilmiştir. Oysa, demokratikleşmenin vaz geçilmez ön koşulu bağımsızlıktır. İktidarın kaynağını halktan başka bir güce dayandıran herhangi bir temel üzerinde, demokrasi inşa edilemez. Egemenliği vesayet altına sokulmuş bir milletin bağımsızlığı olabilir mi?

AB Alfabemizde bulunmayan Q,W, X harflerinin alfabemize konulmasını istemektedir. Halbuki alfebemizde bu harflerin kullanımını gerektiren bir durum söz konusu değildir.

AB, Türkiye de farklı diller, farklı kültürler daha doğrusu farklı uluslar meydana getirme ve Türkiye’yi bölüp parçalamak peşindedir.

Uyum yasaları, ikiz sözleşmeler, muhtelif yasa değişikliklerinin asıl amacı budur.

AB SEVR’İ YENİDEN İHYA ETMEK İSTEMEKTEDİR.

Almanya’nın eski Dışişleri bakanlarından Hans Dietrich Genscher, 1992’de, Stüddeutsche Zeitung’da yayımlanan demecinde, “Türkiye için bir Yugoslavya modelinin uygulanmasını önerdiğini” açıkça ilan etmekten kaçınmamıştır.

Keza, Almanya’nın eski başbakanlarından Helmut Schmit de 8 Nisan 2000 tarihinde Berlin’de yaptığı konuşmada “Sevr Anlaşması’nın imzalanmış olmasına karşın Türkiye’nin bölünmemiş olması da bir hatadır” demiştir.

Avrupa Parlamentosu eski Başkanlarından Joseph Borrell, Diyarbakır'ı ziyaretinden sonra Hürriyet gazetesinde yer alan açıklamasında, “İstanbul’un tek başına aday olması halinde AB üyesi olabileceğini” belirtmiştir Yugoslavya modelinin bundan daha açık itirafı olamaz.

Borrell, öte yandan “Diyarbakır’da kişi başına gelirin çok düşük olduğunu, bu geri kalmış bölgelerin AB’nin de yardımıyla kalkınabileceğini” ifade etmiş ilerleyen yıllarda siyasi ve ekonomik destekler artarak devam ederek kışkırtıcılığa dönüşmüştür. Bu konuda kitap konusu olacak kadar olay yaşanmıştır.

AB TÜRKİYEYİ BÖLMEK PARÇALAMAK İSTEMEKTEDİR

Osmanlı Devleti’de 1856’da sözde Avrupa Devletler Topluluğu’na alınmıştı. Ama sonrasında neler oldu? Avrupalılar ‘yenilikleri’ denetlemek üzere İstanbul'u mesken tuttular... ve sonunda Osmanlı Devletini yıktılar.

Türkiye AB’ye üye olunca Avrupa Birleşik devletlerinin federe bir devletçiği haline gelecektir.

AB ilerleme raporları aslında gerileme raporlarıdır. Avrupa’nın amacı bizi birliğe almak değil parçalamaktır. Çözmektir. Yutulmaya hazır hale getirmektir.

AB’nin ileri sürdüğü dayatmalar arasında, Türkiye’deki etnik ve dinsel ayrılıkları körükleyen şartlar birinci sırayı işgal etmektedir.

İçeride ülkenin en zenginlerini bünyesinde bulunduran bazı örgütler v vakıflar, aklı bir karış havada dolaşan bir kısım sözde aydınlarla birlikte bu dayatmalarla örtüşen bir tavır sergilemektedirler. Bu durum son 17 yıldır artarak devam etmektedir.

AB, PKK’YI DESTEKLEMEKTE ÖZERK KÜRDİSTAN İSTEMEKTEDİR.

2001 yılında Tunceli’ye giden AB temsilcisi Karen Fogg hanımefendinin de buralarda asılı Türk bayraklarını göstererek “onların yerine sarı, kırmızı, yeşil bayrakları görmeyi bekliyorum” demiş bu alçaklık Güneydoğu’da yapılan operasyonlarda PKK ile birlikte savaş verirken ölen onlarca Avrupalı terörist –Asker’in cenaze merasimleri ile devam etmiştir. Bu gün halen PKK kamplarında ABD’li askerlerin yanında Avrupalı askerler de vardır. PKK’nın kullandığı gelişmiş silah ve savaş araçlarının yarısına yakını AB ülkelerin tarafından verilmektedir.

AB ülkelerinin ve özellikle Almanya'nın PKK ile mücadelemiz büyük kayıplar ve zorluklarla devam ederken; “Araçlarımızı teröre karşı kullanamazsınız” söylemleri ile verilen silahları ve AB askerlerinin Yurdumuzun içinde PKK ile birlikte Türk askerine kurşun sıkarken ölmeleri neticesinde Güney Doğu'da PKK'lı hamilerince yapılan cenaze törenlerinı ve AB ülkelerine gönderilen tabutlarını bir arada düşündüğümüzde nasıl bir ihanet sarmalının içerisinde bulunduğumuzu daha iyi anlıyoruz..

AB, İSRAİL’İN ARZ-I MEVUD PROJESİNİ DESTEKLEMEKTEDİR

AB komisyonunun 6 Ekim 2004 tarihinde açıklanan ilerleme raporunda Dicle ve Fırat havzasındaki sulama tesislerinin uluslar arası yönetim altına konulabileceği öngörülmüştür.

GAP bölgesinde arazi alımını hızlandırmış olan İsrail'in bu tutumu desteklenmektedir.

AB''nin Ankara''dan istediği "Dicle ve Fırat Havzası''nın bağımsız bir yönetime verilmesi ve İsrail''in de bu yönetime dahil edilmek istenmesi AB, CFR – Bilderberg bağlantısının açık bir delilidir. İsrail''i yönetenlerin 1990''lı yılların başında "Ankara ilgi alanımız içersindedir" demeleri, Dünya Siyonist Örgütü''ne bağlı Enformasyon Dairesi''nin yayın organı "Kivunim" de yayımlanan Arz-ı Mev'ud haritasında Türkiye''nin Güney Doğu''sunun dahil edildiğini de unutmadık.

Ne enteresan ki Türkiye Cumhuriyeti''nin Başbakanı olarak Tansu Çiller''in İsrail’'e iner inmez Yahudi kökenli Türk yetkililerin eline tutuşturduğu metinden, "Arz-ı Mev'ud da bulunmaktan çok mutluyum" demesi küresel oyunun bir parçasıdır. Ne kadar gariptir ki Atatürk’ün ölümünden bu yana Türkiye’yi menşe itibarıyla Musa’nın çocuğu olanlar yönetmekte 2000’llerden bu yana görünüşte İsrail karşıtlığı yapılmakta el altından İsrail ile çok yakın bir iş birliği ve Arz-ı Mevud planı devam ettirilmektedir. (Bu konuya da ayrıca değineceğiz.)

AB, ERMENİSTAN SINIRININ GENİŞLETİLMESİNİ İSTEMEKTEDİR.

Son 20 yıldır soykırım iddialarını giderek yükseltmekte olan Ermenistan’ın emellerini gerçekleştirmesi için alenen destek verilmekte Almanya'nın Türkiye ile en yakın münasebetlerini sürdürdüğü izlenimi verilen dönemde bile Sözde Ermeni Soykırım iddiaları kabul edilmektedir.

AB EKÜMENİKLİK İSTEMEKTEDİR

AB İstanbul’a özel statü isteme peşindedir. Bu günkü Ekümeniklik dayatmalarının altındaki asıl gerçek Bizans’ın yeniden ihyasıdır. Bu durum zaman zaman Fener Rum Patriğinin bile önüne geçildiği bir hal almıştır.

AB TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNİN TASFİYESİNİ İSTEMEKTEDİR

Uluslar arası şirketler kendileri için gelecekte büyük tehlike teşkil edecek Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Milli yapısının çözülmesi yolunda büyük başarı sağlamışlardır. Türkiye’ye nihai darbeyi AB ve ABD kanalıyla vurmayı planlamışlardır. Son 10 yıldır yaşadığımız sonuçta Balyoz, Ergenekon gibi komplo ve kumpas davalarla şekillenen onlarca ihanetin asıl sebebi Türk Silahlı Kuvvetlerinin milli kanadının tasfiyesi ile milli düşünceye sahip toplumu yönlendirme gücü olduğu görülen kişilerin ortadan kaldırılması veya sindirilmesidir.

AB İŞSİZDİR. MESLEK GURUPLARI ODALAR VASITASIYLA ÜLKEMİZE GİRMEKTEDİR

Avrupa birliğine girsek bile alacağımız bir şey yoktur. Avrupa birliği zaten çaresizlik içerisindedir. 60 milyon işsizi vardır.

Sosyal sistemler kaynak yetersizliği nedeniyle çökmektedir. Fransa İngiltere, Almanya, İtalya gibi bu işin başını çeken ülkelerin hiç birisi geçen 15 yıl içerisinde ortalama %2 kalkınma hızı bile yakalayamamıştır. Bu oran Çin’de ve Hindistan’da bile %7 ile %10 arasında değişmektedir. Avrupa’da eğitim sistemi çökmektedir. Avrupa sürekli geriye gitmektedir. Nüfusu yaşlıdır. Doğum oranı sıfıra yakındır.

Batı tükenmiştir. Batı’da Türkiye korkusu vardır ve yerli işbirlikçileri vasıtasıyla Cumhuriyeti sonlandırmaya, Kemalist Ulus Devlet yerine din maskeli şeytanların etkin olduğu bir yönetim şekli oluşturmaya, Türksüz bir Anadolu hayalini gerçekleştirmeye çalışmaktadır.

GÜMRÜK BİRLİĞİ ALEYHİMİZE OLMUŞ OLMAYA DEVAM ETMEKTEDİR

Türkiye Gümrük Birliğine girmekle ekonomisini sömürge ekonomisi haline getirmiştir. Hiçbir yararı olmayan Gümrük Birliği anlaşmaları nedeniyle Üçüncü Dünya ülkeleri ile hatta KKTC ile bile Gümrük Anlaşmaları imzala yamıyoruz. (Bu konuyu ayrı bir başlık altında anlatacağız)

AB MİSYONERLİK FAALİYETLERİNİ DESTEKLİYOR.

AB Anayasasının “Avrupa'nın Hristiyan kökenleri” dikkate alınarak değiştirilme çalışmaları sürdürüyor. Türkiye'nin üyeliğe kabulü hazmetme şartına bağlıdır. “Bu müzakereler, sonucu önceden garanti edilemeyen açık uçlu bir süreçtir”

Bu noktada, bir kere daha anımsamak gerekli olabilir: Avrupa’nın dün olduğu gibi bu gün de ve yarın da beyan ettiği taahhütlerinden hiçbir neden göstermeksizin cayması, her an mümkündür. Kaldı ki AB bildirisinde müzakerelerin başlaması ve Türkiye’nin üyeliğe kabulü, Türkiye'nin iradesi dışında kalan bir yığın başka koşula bağlanmıştır

AB DİL BİRLİĞİMİZE SON VERMEK İSTEMEKTEDİR

Sevgili okurlar,

Bir Devleti, bir milleti birlik halinde tutmanın en önemli unsurlarının başında dil birliği gelmektedir. Bu nedenle Atatürk devlet görevlilerinin “Türkçeyi Türkiye’ye hakim kılmak zorunda olduklarını” söylemiş ebediyete intikal ettiği güne kadar yoğunlukla Türk dili ve Türk tarihi ile uğraşmış, sahip olduğu mal varlığının bir kısmını milletine bağışlamış kalan kısmın tamamına yakınını ise Türk Dil ve Türk Tarih Kurumlarına bırakmıştır.

AB karmakarışık bir alt lehçeden Kürt dili dilden de bir millet meydana getirmek peşindedir. Kürtçe TV ve diğer yollarla yapılan ihanetlerde AB'nin dayatmaları ve içerideki ihanete yol göstermesiyle yürümektedir.

Türkiye ne A.B.D. ne de AB’nin silahlı müdahalesi neticesi yıkılmaz. Ancak içten içe yıkılır ve öyle parçalanır ve öyle yıkılır... Bu konuya ileride ayrıca değineceğiz.

Sevgili Okurlar,

AB'nin zararlarını ve Türkiye aleyhindeki planlarını böyle sıralamaya devam etsek uzar gider.

Türkiye Gümrük Birliğine geçiş ile ilgili herhangi bir yasal dayanak bile oluşturmamıştır. AB ile yürümekte olan ilişkiler varılan anlaşmaların tamamı Türkiye'nin aleyhinedir.

Yapılması lazım gelen AB ile yapılan tüm anlaşmaların iptali ile ilişkileri normal bir statüye çekerek hem AB’yi hem Türkiye’yi rahatlatmaktır.

Yarın yine Türk tarihinin muhtelif dönemleri ile ilgili paylaşımlarımıza devam edeceğiz.

Takibiniz, Beğenileriniz ve paylaşımlarınız nedeniyle teşekkürler Sevgiler saygılar.

25 Haziran Saat 18.000
TANER ÜNAL

Said-İ Nursi Hakkındaki Gerçekler (1), Dr. MEHMET BACAKSIZ ...

Said-i Nursi, Türkiye’de abartılı bir şekilde tanıtılan şahısların başında gelir. Son yıllarda Said-i Nursi’nin adı gene sık duyulmaya başlandı. Bazı mihraklar, Said-i Nursi’yi kahraman olarak tanıtıyorlar. Said-i Nursi’yi kahraman olarak tanıtan mihrakların en önemli özellikleri Cumhuriyet, Atatürk, milliyetçilik ve milli devlet karşıtı olmaları. 

Said-i Nursi taraftarlarının, bu şahısla ilgili olarak özellikle iki konuda çok büyük iddiaları var. Bu iddialar şunlar:

1-Said-i Nursi, İstiklal Savaşı’na çok önemli katkılar yapmıştır. Bu sebeple Said-i Nursi bir kahramandır.

2-Said-i Nursi, Kürtçülüğe karşıdır. Şeyh Sait İsyanı’na karşı çıkmıştır. İsyanın önlenmesi için büyük gayret sarfetmiştir.

Said-i Nursi taraftarlarının bu iddialarının gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Bu iddiaların amacı Said-i Nursi’yi kahraman olarak tanıtarak Atatürk’ün kurduğu üniter bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiye etmektir. Bu iddialardan birincisini bu yazımızda, ikincisini ise bundan sonraki yazımızda inceleyeceğiz. Şimdi, Said-i Nursi’nin İstiklal Savaşı’na katkısının olmadığını, dolayısıyla kahraman olmadığını belgeleriyle açıklayalım:

Said-i Nursi, Mondros Mütarekesi’nden sonra İstanbul’a gelmiş, 1922 yılının sonuna kadar burada kalmıştır. Seyfi Güzeldere, “Gerçek Bediüzzaman Said-i Nursi ve Doktrinleri” adlı kitabında bu hususu net olarak açıklamıştır. Şerif Mardin de Said-i Nursi hakkında yazdığı kitapta bu hususu doğrulamıştır. (1)  Bu sebeble Said-i Nursi’nin İstiklal Savaşı’na katılması kesinlikle söz konusu değildir.

Said-i Nursi, İstanbul’da kaldığı 1918-1922 döneminde İstiklal Savaşı’na katkı sayılabilecek herhangi bir çalışma da yapmamıştır. Said-i Nursi, İstanbul’da kaldığı 1918-1922 döneminde Dar-ül Hikmet’ül İslamiye adlı bir kurumda ücretli olarak çalışmıştır.(2)

Said-i Nursi, İstanbul’da kaldığı 1918-1922 döneminde İstiklal Savaşı’na katkı yapmadığı gibi İstiklal Savaşı aleyhinde faaliyetlerde bulunan Kürt Teali Cemiyeti, Teali İslam Cemiyeti ve Kürt Neşriyat Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer almıştır.(3)

Said-i Nursi’nin çalıştığı Dar-ül Hikmet’ül İslamiye, İstiklal Savaşı devam ederken “Bazı gazetelerin dine saldırdıkları gerekçesiyle cezalandırılmaları ve kapatılmaları, Ramazan ayında kıraathanelerde kadınların şarkı söylemesinin engellenmesi, dergilerin kapaklarına kadın resmi basılmaması, taşra memurlarının dine uygun davranması, çocuk düşürmenin önlenmesi, operet oynatılmasının engellenmesi” vb. konularda kararlar alarak gereğinin yapılması için Hükümet makamlarına yazı yazılması gibi faaliyetler icra etmiştir. (4)Said-i Nursi, Dar-ül Hikmet’ül İslamiye’de çalıştığı dönemi çok mutlu bir dönem” olarak nitelendirmiştir.(5)

Said-i Nursi, taraftarlarınca “BEDİÜZZZAMAN” olarak tanıtılmıştır. Bu kelimenin anlamı “zamanın harikası, asrın mükemmel insanı” demektir. Bu sebeple taraftarlarına göre Said-i Nursi “zamanın en büyük din alimi” dir. İstiklal Savaşı devam ederken Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi, İstiklal Marşı’nın şairi Mehmet Akif Ersoy, Afyon Müftüsü Sait Efendi, Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi, Amasya Müftüsü Hacı Tevfik Efendi, Erzurum’da Hoca Raif Efendi, Isparta’da Şeyh Ali Efendi gibi birçok din bilgini Atatürk’ün yanında yer alarak tüm güçleriyle İsitklal Savaşı’nın kazanılması için gayret göstermişlerdir. Said-i Nursi, gerçekten bir din bilgini olsaydı herhalde bu saydığımız din  bilginleri gibi İstiklal Savaşı’na omuz vermesi gerekirdi. Oysa, Said-i Nursi açıkladığımız üzere İstiklal Savaşı’nın en ateşli günlerinde İstanbul’da rahat ve huzurunu bozmadan yaşamayı tercih etmiştir.

Atatürk, İstiklal Savaşı sürecinde Doğu ve Güneydoğu’daki Kürt Aşiretlerini milli mücadeleye kazanabilmek için Said-i Nursi’den yararlanmak istemiş, bu amaçla Said-i Nursi’yi defalarca Ankara’ya çağırmıştır. Ancak, Said-i Nursi, bu çağrıları cevapsız bırakarak savaşın sonu demek olan 1922 yılı sonunda Ankara’ya gelmiştir. Said-i Nursi, Atatürk’ün çağrılarını cevapsız bırakırken Libya’lı Şeyh Ahmet Sunusi,Atatürk’ün çağrısına uyarak Ankara’ya gelmiş, özellikle Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde İstiklal Savaşı’na katılımı sağlamak için sayısız vaazlar ve hutbeler vermiştir.(6)

Said-i Nursi, İstiklal Savaşı süresince İstanbul’da kalmasını “Ben, tehlikeli yerde mücahede etmek istiyordum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı tehlikeli görüyorum.” sözleriyle haklı göstermeye çalışmıştır.(7) Bu sözler ancak bir şartla haklı görülebilir: O daSaid-i Nursi’nin diğer vatanseverler gibi İstanbul’dan Anadolu’ya gizlice silah ve cephane kaçırmak için çalışmış olmasıdır. Gerçekten o dönemde bazı vatanseverler Anadolu’ya geçmeyerek İstanbul’da kalmışlar, kellelerini koltuğa alarak İngiliz ve Fransızların denetimindeki depolardan gizlice kaçırdıkları silah ve cephaneleri gene gizli yollarla Anadolu’ya göndermişlerdir. Birçok vatansever bu uğurda şehit olmuştur. Bu vatanseverler hayatını tehlikeye atarken Said-i Nursi ne yapmıştır? Çalıştığı  Dar-ül Hikmet’ül İslamiye’de o zamanın şartlarına göre ıvır zıvır işlerle uğraşmıştır. Bundan başka yukarıda izah ettiğimiz gibi Kürtçü faaliyetlerde bulunmuştur. Bu yüzden Said-i Nursi’nin İstanbul’da kalmasının hiçbir haklı sebebinin olmadığı gün gibi açıktır.  
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; “Said-i Nursi’nin İstiklal Savaşı’na çok önemli katkılar yaptığı, bu sebeple bir kahraman olduğu” iddiası kesinlikle yalandır. Said-i Nursi, İstiklal Savaşı’na katılmamıştır. Bu sebeble kahraman da değildir.
 
1-Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı
2-Mustafa Yıldırım, Meczup Yaratmak, sayfa 71,
3-age, sayfa 65, 73, 74
4- age, sayfa  73, 
5-Mardin, age, sayfa 148,
6-Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları 1. Kitap, sayfa 191, 
7-Necmettin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said-i Nursi, sayfa 252,

Türk İslam sentezini icad eden Arvasi kimdir, nedir, tanıyalım..

[Editörün notu: 
Din, bir madde midir?! 
Türklük bir maneviyat mıdır?! 
Sentez nedir nasıl yaplır? Sentez, iki maddenin bir araya getirilerek yapay olarak bileşik cisimler oluşturma, bireşimdir. 
Kısacası: Türk islam sentezi, şeytanca bir planın ifadesidir.]


Türk İslam sentezini icad eden Arvasi kimdir ? 

Ülkücülerin çok sevdiği, milliyetçi ilan ettikleri ve hakkında bahsederken ''hazret'' ''seyid'' gibi ifadeler kullandıkları, Türk İslam sentezini icad eden Arvasi kimdir, nedir, tanıyalım..
Ülkücü Arvasi ve aşireti aslen Araptır, fakat bölgedeki kürt unsurlarla karışması sonucu tamamen kürtleşmiş durumdadır.

Ahmet Seyid Arvasi'nin babası Şeyh Abdülhakim Arvasi Nakşibendi tarikatının önde gelen isimlerinden biriydi. Bütünüyle Nakşi olan bu aşiret Türkiye Cumhuriyeti'nin toprak bütünlüğü ve laik rejimi aleyhine faaliyet gösteren birçok kürtçü - şeriatçı yetiştirdi. Adlarının başında "Seyyid" lakabı bulunan Fehim Arvasi, Ali Arvasi, Abdülbaki Arvasi, Abdülhakim Arvasi gibi tarikatçılar devletin anayasal düzenini yıkarak islami esaslara dayanan bir sistem oluşturma özlemindeydiler; Şefik Arvasi ise kürtçülük üzerine kitap yazan bir kürtçüydü. Birkaç yıl önce Diyarbakır'da infaz edilen kürtçü ideolog Musa Anter'in "Hatıralarım" adlı kitabında Şefik Arvasi'den "değerli bir kürt milliyetçisi" diye bahsedilir. Adı geçen kişilerin hepsi ülkücü Ahmet Arvasi'nin akrabalarıdır. Nitekim Ahmet Arvasi'nin kendisi de koyu bir şeriatçıdır.

Bir kürt ayaklanmacısı olan Sıbgatullah Arvasi ülkücü Ahmet.S Arvasi'nin tam anlamıyla dedesi, yani babasının babası değildir fakat bunların ikisi de Van ve Ağrı illerinde yerleşik bulunan Arvasi aşiretinin mensubu olup birbirleriyle yakın akrabadır. Sıbgatullah efendi 1913'de İngilizlerden aldığı para karşılığında bölgedeki kürtleri kışkırtarak isyan etmelerini sağlamış ama bu ihanetin cezasını ağır ödemişti.

S.Arvasi ülkücülerin gözünde "büyük Türk milliyetçisi"dir fakat aslında akrabaları ve aşireti gibi bir köktendincidir, siyasal islamcıdır. Türk milliyetçiliği diye adlandırdığı irticai fikirler milliyetçiliğin gerçek anlamına tamamen ters düşer. müslüman olmayan Türkleri dışladığı gibi, müslüman Türkleri de mezheplerine göre ayırır. Türklük kavramını nasıl tanımladığını da tahmin ediyorsunuzdur herhalde. Türkiyede yaşayan tüm sünnileri Türk kabul eder, sünni olmayan safkan bir Türk bile onun gözünde 2. plandadır. Müslüman olmayan Türkün arvasinin gözünde hiç değeri yoktur. ama kendi soyundan olan arapları kürtleri çok sever... Laik düzene karşı çıkarak islam şeriatını savunur, ülküsü islam birliğidir. yazdığı kitapları tarafsız bakış açısıyla okuyan herkes, üstü örtülü bir şekilde Atatürk ve devrim düşmanlığı yaptığını kolayca görür.

kendisi Türk olmadığı için yaptığı ülkücü tarifinde TÜRK adı bile geçmez. Bakınız Türk-İslam Ülküsü adlı kitabında "ülkücü"yü nasıl tanımlıyor. Tek kelimesini değiştirmeden aynen aktarıyorum:

"Kendini Allah ve Resulü'nün davasına adamış, sırf Allah rızası için canını, malını ve mevkiini, din ve devleti, müllk ve milleti için fedaya hazır, şanlı, mukaddes, ay yıldızlı bayrağın gölgesinde döğüşen, nefsini düşünmeyen ve ülküsüne fani olmuş yiğitlerdir. Onlar büyük ve şanlı tarihimizin doğurduğu, Allah ve Resulü'nün hizmetine sunulmuş ve küfrün bütün oyunlarını bozan, cesaretini kıran, yolunu kesen kadrolardır. Bunlar Mümin'lere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu ve zorlu, Allah yolunda savaşanları kınayanların kınamasına aldırmayan yiğitlerdir. Bu nesil Allah'ın İslam alemine ihsanıdır."

Bu tanımlamada "TÜRK" adı geçiyor mu?.. Geçmiyor...

NETİCE İTİBARİYLE ARVASİ TÜRK VE TÜRK MİLLİYETÇİSİ DEĞİL AÇIKÇA ÜMMETÇİDİR.

Ayrıca bu adam Özal döneminde kürt Özal'ı yazılarıyla desteklemiştir. Çünkü Özal'da kendisi gibi nakşi ve kürttür. Yaşı 40'ın üzerinde olan her ülkücü bunu bilir.

Ilaveten; Seyyid Abdülkadir Arvasi, 1919-1925 yılları arsında da Atatürk`ün liderliğindeki Türk İstiklal Harbi ve Cumhuriyet Türkiye`sini yıkmak için İngiltere`yle işbirliği yaptı. Bir Nakşibendi Şeyhi olan Şeyh Sait, Seyyid Abdülkadir`in de desteği ile 8 Şubat 1925`de Cumhuriyet Türkiye`sine isyan etti. Diyarbakır İstiklal Mahkemesi`nin vatana ihanet suçundan idam cezası verdiği Seyit Abdülkadir ve oğullarından Mehmet, 27 Mayıs 1925`te idam edildiler. Öteki oğlu Abdülkadir İran`a kaçtı.

Şeyh Said`e gelince. Melik Fırat`ın `Kürt Şehidi` saydığı bu Nakşibendi Şeyhi vatana ihanetten 29 Haziran 1925`te idam edildi. Özoğlu`na göre, Şemdinan ailesinin bir ferdi olarak Nakşibendi Seyyid Abdülkadir her ne kadar rakipleri Berdirhan aşireti gibi doğrudan bağımsızlığı savunmayıp özerkliği savunuyorsa da, iki açıdan bütün Kürtçü hiziplerin liderlerinin bir simgesidir. Birincisi, Osmanlı Türk devleti çökerken faal olarak Kürtçülük faaliyetlerine başlamıştı.

Şefik Arvasi`nin Said Nursi`nin yakın arkadaşı olduğu belirtilmekte. Arvasilerin Hakkari`nin Arvas`ta toprağının olduğu ve Nakşibendi tarikatının bölgedeki en önemli temsilcilerinden Hakkarili Şemdinan ailesiyle de ilişkileri var. Milletvekili Şeyh Kürdistan Teali Cemiyeti`nin (KTC) kurucu üyelerinden olan Şefik Arvasi 1919 yılında, KTC yayın organı olan Kürdistan gazetesinin başyazarlığını yapmakta ve makalelerinde Kürt kimliğini desteklemektedir.

.

Devletin içindeki gizli Ermeniler!

Devletin içindeki gizli Ermeniler!

Van’daki Akdamar Kilisesi’nde ayin yapılmasından sonra bölgede yaşayan gizli Ermeniler kendilerini açığa çıkarmaya başladı ve kimliklerine “Hristiyan” yazdırmak için sıraya girdi. Bu kişilerin çoğu şimdiye kadar “Müslüman Kürt” olduklarını söylüyordu.

Asıl kimliğini açıklayanlar arasında, Türkiye Ermenileri Patrikliği Genel Vekili Aram Ateşyan’ın ablasının torunları 33 yaşındaki Mesure Kaplan ve 28 yaşındaki Cihan Beskisiz de var.

Mesure Kaplan, Hürriyet’e yaptığı açıklamada, “Müslüman komşularımızın, iş arkadaşlarımızın arasında bir Müslüman gibi davrandık. Hatta, davranışlarımızla Müslüman pek çok komşumuzdan daha Müslüman olduğumuzu bile söyleyebilirim. Yoksa aile içinde ve bizim gibi olanlar arasında her zaman Ermeni kimliğimizi korumaya çalıştık” dedi.

Demek ki Müslümana Müslümanlık taslayanlara dikkat etmek gerekiyor!


Aram Ateşyan da “Türkiye’nin dört bir yanından, Tunceli’den, Trabzon’dan, Kastamonu’dan gençler aile kökenlerini araştırmak için bize geliyor. Ya komşusundan çekiniyor ya da çalışacağı yerden kovulacağından korkuyor. Oysa, ülkemiz demokratikleştikçe, insan hakları kökleştikçe binlercesi dinine geri dönecektir” dedi. Ateşyan, “Korkular ortadan kalktıkça kendi dinine dönenler artacak, Anadolu çok renklenecek, şenlenecek. Birden bire görecekler ki binlerce Ermeni varmış yanlarında, haberleri yokmuş” diye konuştu.

Biliyorsunuz bizim konu ile ilgili “Gizli Ermeniler” adlı bir kitabımız var. Şu sıralarda Ermeni meselesiyle ilgili kitaplar arasında en çok satanların başında geliyor.

Hırant Dink, öldürülmeden önce bu konuyu araştırıyordu ve Türkiye’deki gizli Ermeniler hakkında “300 bin rakamının abartılı olduğunu düşünmüyorum. Bence daha da fazladır. Diasporaya bunu sıkça söylüyorum. Türkiye’de tek kişinin varlığını bilmek, ruh hâline yardım etmek, yurtdışında alınmış yüzlerce parlamento kararından ehemmiyetlidir” diyordu.

Ardından Türkiye’nin önemli görevlerde bulunmuş bir diplomatı ve bir dönem AB ile ilişkilerin teslim edildiği kişi olan Volkan Vural, Neşe Düzel’e konuşmuş ve “Devlet Ermenilerden özür dilemeli, Ermeni ve Rumlar tekrar eski topraklarına dönsün, tekrar vatandaş olsun” demişti...

Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı programında, Korkut Özal, Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı iken kendisine Türkiye’nin adının “Anadolu Cumhuriyeti” olarak değiştirilmesinden söz ettiğini açıklamıştı. Ali Kırca, Korkut Özal’a dönerek, “Turgut Özal bir ara ’Ben de Kürt olabilirim’ dediği için soruyorum. Siz Kürt müsünüz?” diye sormuş, Korkut Özal, karışık bir etnik yapıya sahip Malatya’nın yüzde 40’ının Ermeni olduğunu iddia ederek, annesinin Osmanlı aşiretinden geldiğini, babasının karışık olduğunu söylemişti.

Demek istediğim şu ki kimliklerini gizlemek zorunda olan insanlar, hangi makama gelirse gelsin içinde yaşadıkları topluma karşı gizli bir isyan halindedir. Kimliğini gizlemek, psikolojik rahatsızlığa yol açar. Yabancı gizli servisler bunların bir kısmını çocukken keşfederek yetiştirir, devletin içinde önemli makamlara getirdikten sonra kendi isteklerini yerine getirmelerini ister. Bunlara istihbarat dilinde “koza” denilir.

Türkiye’nin bir “Gizli Ermeniler” meselesi vardır.

Hırant Dink, bir Ermenistan gezisinde oradaki muhataplarına “Siz 1.5 milyon kişiden bahsediyorsunuz. Oysa aynı dönemde yaklaşık 500 bin Ermeni, din değiştirip Türk olmuştu. Bunları neden dikkate almıyorsunuz?” diye sormuş, muhatabı da “Bu konunun gündeme gelmesi, davamıza zarar verir” cevabını vermişti.

Demek ki şimdi bu politikadan vazgeçtiler.

Bence Türkiye’nin asıl meselesi, devletin içindeki gizli Ermenilerdir. 


Arslan BULUT
22.09.2010 /YENİÇAĞ

.


ERMENİ TÜRKLERİ ve TÜRK OLMAYAN TÜRK IRKÇILARI

Hz. Muhammed bir hadisi şerifinde diyor ki, “Çocuk kimin yatağında dünyaya gelmiş ise, ona aittir.” (*)

(Editörün  Notu: 
Yazar, "hiçbir zaman Türk ırkçılığı yapmayan Türkler" ve "Cumhuriyet tarihinde hiçbir Türkmen Cumhurbaşkanı olmadı. Hiçbir Türkmen Başbakan da olmadı. Hiçbir Genelkurmay Başkanı da Türkmen degil" diyor. Ve; 
Türkiye Cumhuriyetinde Ermeniler ve Muhacir Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Çerkezler ve Pontus Rumlarının kendi etnik kimlikleriyle yaşamalarının, ne kadar zor olduğunu söylüyor. 
Türk ırkçılığı yapanların Türkler olmadığı, Türk Irkçılığı yapanların ve Türkiye Cumhuriyeti devlet adamlarının bu dönmelerden olduğunu ifade ediyor. 

Bugünlere zaten onların, yazarın ifadesiyle, Ermenilerin vd.nin "başarılı devlet adamı olmaları" sayesinde geldik. 78 yıldırki "başarıları" sayesinde sonunda GüllükGülistanlık bir ülke yaptılar nihayet TürkiyeCumhuriyetini.. yani: Terör ülkesi, Şeyhler dervişler müridler meczuplar ülkesi, bölücüler ülkesi, etnik ayrılıkçılar ülkesi ve Emperyalizme köle olan bir ülke haline getirmeyi devletimiz yöneterek başardılar. 
Yani kendi adlarına ve çıkarlarına uygun başarılar elde ettiler. Tıpkı Osmanlı İmp. yaptıkları gibi.
Düşmanlığın dinin olmayacağını idrak edemediği için yan gelip yatan Türkler, yani siyasetle uğraşmayı Onlar'ı kendi elleriyle başlarına getiren Türkler, Var olma yok olmama savaşı veriyor artık.  Oysa Türkiye Cumhuriyetinin dayanağı Türk topluluğudur.

BİLGİ OLMADAN TÜRKİYE CUMHURİYETİNİ SAVUNAMAZSINIZ
-Asıl düşmanı fark edemezsiniz.
-Düşmanın asıl tahribatını göremezsiniz.
-Düşmana nasıl karşı koyacağınızı bilemezsiniz.
-Devletimizi ve vatanımızı koruyamazsınız.
-Çocuklarınıza, mutlu olacakları bir yurt bırakamazsınız. )




ERMENİ TÜRKLERİ

İbrahim Aksoy Eski SHP Malatya Milletvekili

Türk ırkçılığının, öncülüğünü yapanlar gerçekten ne kadar Türk tür? Türkiye’de Türk olanların, hiç biri Türkçülük yapmıyor. Zaten buna da ihtiyaçları yoktur. Türkmenistan’dan Anadolu ya gelip yerleşen Türkmenler, hem Osmanlı döneminde, hem de Cumhuriyet döneminde sürekli devletin dışına itildiler. Buna rağmen hiçbir zaman Türk ırkçılığı yapmadılar. Cumhuriyet döneminde Türk ırkçılığının büyük itibar görmesine rağmen yine yapmadılar.

Türkmenistan’dan gelen Türkmenler, Orta Anadolu’da, Alevi Kürtlerle karışık yaşayan Aleviler; Toroslar’daki yörük Aleviler ve Ege’deki tahtacı Alevilerdir. Bunlar Osmanlı döneminde sürekli aşağılanmış ve hatta kitlesel katliamlara uğramışlardır. Cumhuriyet döneminde de sürekli devletin kenarında bırakılmışlardır.

Balkan muhacirleri, Karadeniz Pontus Rumları’nın torunları ve Anadolu’da yerleşik bazı azınlıklar Türk ırkçılığını yapıyorlar. Bazen de bunlar kendilerini kabul ettirebilmek için aklın ve mantığın sınırlarını bile zorluyorlar. Burada, bu sınırları aşan bazı Ermenileri anlatmaya çalışacağım.

Sabiha Gökçen; Atatürk’ün manevi kızıdır. Bu daha önce de yazıldı. Atatürk bu kızı bir yetimhaneden alıp evlatlık edinmiştir. Atatürk küçük kızına, zil zurna âşık olduğu ve kendisinden 19 yaş küçük Vahdettin’in küçük kızı prenses Sabiha’nın adını verdi. Böylece küçük Sabiha’nın bir Müslüman adı oldu ve daha sonra, Gökçen soyadını alarak, Sabiha Gökçen oldu. Sabiha Gökçen dünyada ilk kadın savaş pilotu olmanın yanında, yine dünyada savaşa katılan ilk kadın pilot olma özelliğini de taşıyor. Çünkü Sabiha Gökçen 1938 Dersim katliamında, Dersim’in köylerine tonlarca bomba yağdırdı. Binlerce, Dersimli bu bombalarla can verdi.

Hafize Özal; Turgut Özal’ın annesi, Malatya’nın Tecde köyünde önceleri Ermeni papazı, daha sonra din değiştirip, hocalık yapan meşhur cinci hocanın kızıdır. Hafîze hanım büyüyünce, yine Ermeni kökenli, Çemişgezek göçmeni olan Turgut Özal’ın babası ile evlendi. Çocukları da dahil hepsi tarikat üyesidirler.

Recai Kutan; Adıyaman’ın Sincik ilçesine bağlı Kotan köyünden, aslen Ermeni olan Ismail Efendi’nin oğlu olarak Malatya’nın Nebioğlu Sokağı’nda dünyaya geldi. Özallar da aynı sokak da oturdukları için, tanışmışlıkları çok eskiye dayanır. Sadece tanışmışlıkları degil, tarikat üyelilikleri de o yıllara dayanır. Başından beri Necmettin Erbakan’ın sağ kolu olan Recai Kutan şu anda SP Genel Başkanıdır.

Oguzhan Asiltürk; kendisine asil bir soyadı da seçen Oğuzhan, Malatya’nın Hekimhan ilçesinin Zorban köyünde dünyaya geldi. Ermeniliğini terk edip tarikat üyeliğini benimsemesi, yaşı kadar eskidir.

Devlet Bahçeli; Aslen Siverek Ermenilerinden bir ailenin çocuğudur. Ailesi Siverek’ten göçüp, Bahçe ilçesine yerleşti. Küçük Devlet burada dünya ya geldi. Özellikle üniversite yıllarında, Türk ırkçılığının öncü kadrolarındandır. Atatürk Üniversitesi’ndeki bu çabaları, onu daha sonra MHP’nin Genel Başkanlığı’na taşıdı. Şu anda Türkçülük hareketinin en önemli şahsiyetlerindendir.

Hasan Celal Güzel; ANAP’ta bakanlık da yapan Güzel şu anda YDP Genel Başkanı’dır. Hasan Celal, aslen Antepli olan Ermeni bir ailenin çocuğudur. Hasan Celal’in ailesi, Antep’de devletle ilişkileri deşifre olduktan sonra gelip Malatya’ya yerleşti. Küçük Hasan Celal Malatya’da traktör pazarlamacısı Kamil Güzel’in oğlu olarak dünya ya geldi. Başarılı bir devlet adamı olduğu gibi, yeminli bir Kürt ve Ermeni düşmanıdır.

Mehmet Ağar; aslen Ağınlı olan Ermeni bir ailenin çocuğudur. Küçük Mehmet, Elazığ’da meşhur Kürt Zülküf’ün oğlu olarak dünyaya geldi. Kürt Zülküf 68’lilerin korkulu rüyası olan işkenceci toplum polis müdürünün ta kendisidir. Kürt lakabını da Ermeniliğine örtü olarak kullanıyordu. Mehmet Ağar her yasadışı olaya adı karışan başarılı bir devlet adamı ve gençliğinden beri yeminli bir devlet hizmetkarıdır. Devletin her kademesindeki başarılı hizmetlerinin yanısıra, başarılı bir sorgucu olarak da bilinen Ağar, şu anda DYP Genel Başkanı olarak 2007 yılında yapılacak genel seçimlerde Başbakan adayıdır. 

Mehmet Keçeciler; Türkiye de gericilikden bahis açılınca ilk akla gelen isimlerin başında gelir. Keçeciler de devletin her kademesinde, büyük hizmetleri olan, başarılı bir devlet adamıdır.

Mesut Yılmaz; şu sıralar siyasete yeniden başlamak için, salvo yapmaya başlayan Yılmaz, Rize’nin Hemşin Ermenilerindendir. Mesut Yılmaz, başbakanlık da dahil, devletin her kademesinde başarılı görevlerde bulunmuş bir devlet adamıdır.

Murat Karayalçın; Mesut Yılmaz ile aynı köydendir. Hemşin Ermenilerinden olan Karayalçın, ailesi ile Yılmaz ailesi kavgalı oldukları için, Karayalçın ailesi Samsun’a göçmek mecburiyetinde kaldı. Küçük Murat, Samsun’da dünyaya geldi. Karayalçın başarılı bir insan olduğu için, Kenan Evren’in ilk atadığı bürokrattır. Bu başarısını Evren’in atamasıyla Kent – Koop Genel Başkanlığı’nda da sürdürdü. Şu anda SHP Genel Başkanlık görevini başarıyla sürdürüyor. 

Karayalçın’ın en önemli özelliği, Ankara Siyasal Bilgiler’de öğrenciyken Mehmet Ağar, Mehmet Keçeciler ve Hasan Celal Güzel gibi bazı arkadaşlarıyla, Arapkirliler Grubu’nu oluşturarak Uluç Gürkan’a karşı öğrenci birliği başkanlığına aday olmasıdır.

Aslında bu gruptan olanların hiçbiri Arapkirli değildir ve hepsi de Ermeni kökenlidir.

Ayrıca hepsi de ülkücü eğilimlidirler. Seçimi kaybeden Karayalçın, CHPli Uluç Gürkan’ı tehdit etmeye başladı. O yıllarda aynı okulda öğrenci olan devrimci hareketin önderlerinden Mahir Çayan’dan zılgıtı yiyince yerine oturdu. 

Mehmet Ali Ağca, Oral Çerlik ve Mehmet Özbay gibi ülkücü camiada da çok sayıda Ermeni kökenli var. Bunların hepsini teker teker saymaya gerek yok. 

Ben burada sadece kamuoyunun da tanıdığı bazı Ermenilerin isimlerini verdim. Türkiye’de kimliğini inkar ederek yaşamını sürdüren 300 binden fazla Ermeni olduğu söyleniyor. Bu ürkütücü bir sonuç. Bu sonuç Türkiye’de Ermeni olarak yaşamanın, ne kadar zor olduğunun açık delilidir.

Kimliğini inkar ederek yaşamını sürdürenlere hiçbir sözümüz yoktur. Onları anlayışla karşılıyoruz. Ancak Ermeni olduğunu bile bile Türk ırkçılığı veya Türk- Islam sentezinin savunuculuğunu yapanları anlamakta zorluk çekiyoruz. Hele bunların Türkiye’deki gayrımüslimlere ve Kürtlere karşı düşmanca tavırları anlaşılır gibi değil. 

Bir insan her zaman din değiştirebilir. Bu onun doğal hakkıdır. Ama bir insan hiçbir zaman ait olduğu ırkını değiştiremez. Bunların hangi koşullarda bu duruma geldikleri ilginç değil mi?

Hz. Muhammed’in bir hadisi şerifi vardır. Diyor ki; “Çocuk kimin yatağında dünyaya gelmiş ise, ona aittir.” Bu hadise uygun olan, bir de atasözü vardır: Aslını inkar eden haramzadedir.

Ben bir insan olarak bunların düştükleri bu duruma üzülüyorum. Mesela Mehmet Ağar, insanların yüzüne bakacak yüzü olmadığı için sürekli renkli gözlük kullanır. Diğerlerinin gözlerinde sürekli suçluların telaşını görmek mümkün. Ama bunları neden yapıyorlar, anlamak mümkün değil. 

Ben burada sadece bazı Ermenileri yazdım. Belki de Ermeniler, Anadolu’nun yerli halklarından olduğu için yazdım. Muhacir Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Çerkezler ve Pontus Rumları da aynı durumda. 

Cumhuriyet tarihinde hiçbir Türkmen Cumhurbaşkanı olmadı. Hiçbir Türkmen Başbakan da olmadı. Hiçbir Genelkurmay Başkanı da Türkmen degil. 

Türk olabilmek için, sadece müslümanım, Türküm demek yeterli mi? Onu da bilmiyorum. Ama; keçinin ben koyunum demekle koyun olamayacağını biliyorum.

Bir Ermeni örneği daha. 12 Eylül Cuntası döneminde yüzbinlerce insan gözaltına alındı ve haftalarca işkence gördü. Ama bunların arasında Garbis Altunyan isminde birisi vardı ki sadece solcu olduğu için değil, aynı zamanda Ermeni olduğu için de tam 270 gün işkencede kaldı. Bunun 34 gününü aslan kafesinde geçirdi. Yıllarca cezaevinde yattı ve şu anda işkenceden sakat kalmış bir insan olarak yaşamını Avrupada sürdürüyor.

Ağustos 2006

Kaynak: http://bit.ly/2aWEbyo
--
Not:  (*) Bu konuyla ilgili yazılar:
http://bit.ly/2aOkCoc
http://bit.ly/2baQszM
http://bit.ly/2bn6sAB
http://bit.ly/2bnaB3r
ve
Akp'nin Etnik Kokeni; Düşmanı nerede aramalı acaba?
 http://bit.ly/2baPhAj

.

Erdoğan’ın asıl hatası Cemaat değildi


  10 Ağustos 2016  

Erdoğan’ın asıl hatası Cemaat değildi


Ali Deniz Kutluk adını duydunuz mu?
Tümamiral idi.
43 yıl sonra NATO'da tüm ülkelerin kuvvet planlamasından sorumlu “Branch Chief” konumuna yükseltilen Türk Komutan'dı.
Bir gün… NATO ana karargahında çalışırken, stratejik birimde çalışan ABD'li subay yanında sivil bir Amerikalı ile ziyaret randevusu alıp makamına geldi. Amerikalı sivil kendini saklamadı; CIA'da çalışıyordu.
İlk sorusu şu oldu: Türkiye kendisine rejim ihraç etmeye çalışan komşusu ile daha etkin mücadele etmeyi neden düşünmemektedir? Bahsettiği ülke, İran idi.
CIA görevlisi yanıtını beklemeden etkin mücadelenin yöntemini anlatmaya başladı.
Tümamiral Kutluk, biz Türklerin 500 yıldır İran'la aynı sınırı paylaştığını ve dost iki ülke olduğumuzu söyledi. Sadece bu değil…
Kutluk Paşa, Amerikalıların benzer “yoklamalarını” Karadeniz kıyıları içinde söylediklerine şahit oldu. Her seferinde Türkiye'nin rotasını Atatürk'ün çizdiği “Yurtta Barış Dünyada Barış” ilkesi olduğunu söyledi.
Sonuçta ne oldu?
Tümamiral Ali Deniz Kutluk, Balyoz kumpasıyla 2010'da hapse atıldı. 18 yıla mahkum edildi! (Birlikte tutuklandığı Tuğamiral Cem Aziz Çakmak cezaevinde can verdi!)
Annesinin vasiyetiydi; deniz subayı olması. Ve bu nedenle oğluna “Deniz” adını vermişti.
ABD-CIA'nın isteklerine karşı çıkan Tümamiral Ali Deniz Kutluk hapiste emekli edildi; canından çok sevdiği üniformasını çıkardı.
Yerine getirilenler 15 Temmuz'da darbe girişiminde bulundu.
Yani…
Emperyalizmin ayak izleri takip edilmeden nitelikli siyasal-ideolojik değerlendirmeler yapılamaz.
Asıl hatası
Erdoğan, “kandırıldım” dedi.
Doğru ama eksik!
Erdoğan ilk hatayı “BOP'un eşbaşkanıyım” diyerek yaptı. Asıl hatası buydu.
Cemaat, BOP'un aracıydı ve Erdoğan bunu bir türlü kavrayamadı.
Yetmezmiş gibi…
Hâlâ yandaşlar diyor ki; “Kemalistler Müslümanlara baskı yaptığı için AKP, Cemaat örgütlenmesine göz yumdu!”
Bu, ciddi tarih okuması olmayan son derece yüzeysel “gazetecilik” değerlendirmesidir.
Bu, CIA'cı G. Fullerlerin tezidir.
Bu, Amerikalı Noeconların tezidir.
Demek…
15 Temmuz kimi yandaşları aydınlatmamış; “kaba geleneksel bakıştan” kurtulamıyorlar.
Laik Kemalist Cumhuriyet -tıpkı Osmanlı gibi- dini yapıyı, -Diyanet İşleri Başkanlığı'nı kurarak- devlet kontrolü altına soktu. AKP ise, dini yapıları devlet kontrolünden çıkarınca ne oldu; Cemaat canavara dönüştü!
Biliniz ki, Sovyetler Birliği hariç dünyada hiçbir toplum gerçekten laik olmamıştır.
Biliniz ki, İslami muhalefet sanıldığı gibi laikliğin aşırılıklarına tepki sonucu doğmamıştır.
Kendinizi kandırmayınız.
Bazen kafayı kaldırıp dünyaya ve tarihe  bakmak gerekir. Örneğin…
– Siyasal İslamı İngilizler Hindistan'daki toplumsal muhalefeti bölmek için “icat” etmedi mi?
– Osmanlı'ya “İslamcılık” akımı Hindistan/İngilizler üzerinden gelmedi mi? Cemalettin Afgani, Muhammet Abduh kimdir, daha tanımadınız mı?
– Müslüman Kardeşler Süveyş Kanalı'ndaki emperyalist çıkarlarını gözetenler tarafından kurdurulmadı mı?
Eğer geleneksel egemen sınıflar ile ABD'nin ittifakı olmasaydı El Kaideler, IŞİD'ler nasıl dünya sahnesine çıkabilirdi?
Uzatmayayım; yandaşların analizlerinde hâlâ ne kapitalizm ne de emperyalizm var. Hâlâ “alnı secdeye değen”duygudaşlık üzerinden meseleleri analiz ediyorlar. Oysa.
Açık yüreklilikle Erdoğan'a, “başımızı BOP yaktı” söyleme cesaretini göstermeliler.
Yoksa meseleyi hiç kavrayamayacaklar.
Mustafa Kemal tavrı
“Görmeyen” sadece kimi yandaşlar değil.
“Bizim Mahalle”den kimileri -Erdoğan düşmanlığı nedeniyle- gelişmeleri hâlâ “okuyamıyor.” Kimileri de beklemede.
Bakın. AKP ülkeyi; emperyalizm safından çıkaracaksa buna tavırsız kalamazsınız.
Elbette 200 yıldır siyasal İslam, anti-emperyalist olmamıştır. Ama, bundan sonra da olmayacağı anlamına gelir mi?
AKP, müttefiki emperyalizmin gerçek yüzünü görmeye başladı ise, “Erdoğan pragmatisttir” deyip buna kayıtsız kalınabilir mi?
Evet, “Bizim Mahalle” de “doğru okuma” için dünyaya bakmalıdır. İşte…
Önce ki gün… Rusya, İran ve Azerbaycan liderleri başkent Bakü'deki zirvede bir araya geldi. Dün… Erdoğan ile Putin yan yana geldi. CIA'nın Cemaat eliyle yarattığı krize noktayı koydu.
Küreselleşme hegemonyasına karşı kurulan yeni dünyada Türkiye'nin de bulunması için katkıda bulunmayalım mı?
Onlar Cemaatin gerçek yüzünü bizden çok önce gördü:
Rusya; Cemaat'i, “bunlar CIA adına faaliyet yürütüyor” diye ülkesinden kovdu.
İran; ısrarla Cemaatin hedefinde oldu; bu ülkeye girmesine izin verilmedi.
E. Elçibey'i darbeyle yıkıp Azerbaycan'ın ABD kontrolüne girmesinde Cemaat'in oynadığı rolü de bir gün yazarım.
TSK'dan sadece “Avrasyacı” komutanlar neden atıldı; mesele açık değil mi?
Tüm bunlar  “görülmeden” sağlıklı Cemaat değerlendirilmesi yapılamaz.
Sonuçta… Washington-Brüksel çizgisine karşı AKP bir duruş sergiliyor ise, buna gözümüzü mü kapatalım?
Diyorlar ki: “Liberaller de AKP'yi desteklemişti, gördük sonlarını.” Liberaller ile AKP'nin birleşme ve ayrılık nedeni,emperyalizm'dir!
AKP, emperyalizme ve onun ekonomik sistemi neoliberalizmle uyumlu ilişkisini sürdürürken liberaller tarafından destek gördü. Ne zaman (Çin'den füze alımı gibi) eksen değişikliği oldu; Cemaat ve liberaller AKP karşıtı oldu!
Yarın... AKP; küreselci emperyalizmle yine kolkola girip gerici sosyal hareket hüviyetine bürünürse, mücadeleye kaldığımız yerden devam ederiz. Bakınız…
Mustafa Kemal, Sultanahmet Mitingi'nin kahramanı Halide Edip'i Ankara'da bağrına basmıştır. Fakat. Halide Edip Amerikan mandacılığında ısrar edince yolunu ayırmıştır.
Dediğim tam da budur.
Yolumuz “tam bağımsız Türkiye'yi kuracak” Mustafa Kemal'in yoludur; kafa karışıklığına gerek yoktur.
Soner Yalçın
http://bit.ly/2b64Idi

(güncellemedir) ABD, TSK'yı yeniden yapılandırıyor

12 Eylül askeri darbesini dönemin ABD Başkanı J. Carter'a duyuran Paul Henze'ın "Bizim çocuklar işi becerdi" anlamına gelen "Our boys have done it" biçimindeki sözleri, TSK ile ABD arasındaki ilişkinin niteliğini özetleyen en çarpıcı ifadelerden biriydi. Amerika’nın, kendisine sadakatinden şüphe etmediği Süleyman Demirel gibi siyasetçilerin devrilmesini bile onaylarken, Türkiye'de orduyu kendi stratejik çıkarları bakımından temel düzenleyici aygıt olarak gördüğü biliniyor.

Amerikan çıkarlarına bağlanan 24 Ocak türünden ekonomik programların yeniden hayata sokulacağı "istikrar" ortamı, ABD destekli cuntanın yönettiği baskı ortamında gerçekleşti.

Dahası, TSK-ABD ilişkileri, Türkiye'de orduya dayanarak politika yapan çevrelerin bütün iddialarını boşa düşürecek örneklerle de doludur. Örneğin, İP tarafından Anti-Amerikancı Kemalist bir darbe olarak desteklenen 28 Şubat müdahalesinin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, 1998 Temmuzu'nda "üstün hizmetleri" dolayısıyla ABD Genelkurmay Başkanı Hendry Shelton'dan üstün liyakat nişanı almıştı.

Karadayı'ya verilen "U.S. Legion of Merit" nişanının "Degree of Commander" "Kumandan Derecesi" adını taşıdığı belirtiliyordu. Bu nişanın ABD Genelkurmay Başkanlığı’nca ancak "müstesna-takdire şayan" davranışları tespit edilen kişilere verilebilen en yüksek paye olduğu açıklandı.

Karadayı ABD'den ilk defa madalya alıyor değildi. 1995 yılında dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Sullivan'ın elinden daha düşük dereceli bir liyakat nişanı almıştı. Ve ABD'den liyakat madalyası alan ilk genelkurmay başkanı da değildi.

1987 yılında da, dönemin Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay'a, ABD'nin o dönemki Genelkurmay Başkanı William Crowe tarafından nişan takıldı.

Ve bu madalya, son olarak geçen yıl, dönemin Genelkurmay Başkanı John M. Shalikashvili tarafından İsrail eski Genelkurmay Başkanı Amnon Şahak'a verildi.

Şimdiye kadar dünyada çok sayıda yabancı askeri lidere sunulan bu nişanı İngiltere ve Avustralya gibi bazı ülkeler kabul etmiyor.

ABD'NİN KAFAKOL PROGRAMI

Bu nişanların Amerikalılar açısından ne anlama geldiği konusunda bir fikir vermesi ve ABD'nin TSK'nın üst düzey subaylarına karşı yaklaşımını göstermesi bakımından, 2000 yılında Bilderberg toplantısına katılmış "derin" bir gazeteci olan Hürriyet'in Ankara temsilcisi Sedat Ergin'in imzası ile 21 Nisan 1989 günü Hürriyet gazetesinde 8 sütuna yayınlanmış bir manşet haberi hatırlamakta yarar var: "ABD'nin kafakol programı"

Haberin üst başlığı ise şöyleydi: "ABD subay eğitme bahanesiyle, dost ülkelerin gelecekteki yöneticilerini kendi saflarına çekiyor". Haberin spotunda ise şu ifadeler yer almıştı: "ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral William Crowe, Kongre'de yaptığı açıklamada, müttefik ülke subaylarına, Amerika'da eğitim görmeleri için verilen bursların amacını, 'Bu ülkelerin orduları, askeri ve siyasi lider kadrolarının üzerinde etki sağlama' olarak açıkladı. ABD'nin askeri burs verdiği ülkeler arasında Türkiye liste başında. Burslardan yararlanan Türk subaylarının sayısı ise 4 bin 461". Haberin içinde ise, 1950 yılından 1987 yılı sonuna kadar geçen 37 yıl içinde, ABD'nin Türk subaylarının Amerika'da eğitim ve talimleri için toplam 133 milyon dolar harcadığı belirtiliyordu. Manşet haberin devam eden bölümlerinde Senatör Nunn'un şu sözlerine yer veriliyordu: "Pek çok ülkede ordu, politikanın içinde olmasa bile, kimin siyasi lider olacağı ve ne kadar görevde kalacağı konusunda çok büyük etkiye sahip bulunmaktadır."

Pentagon'un raporundaki şu ifadeler de dikkat çekiciydi: "IMET (Uluslararası Askeri Eğitim ve Talim) programı diğer ülkelerin askeri ve sivil liderlerine gelecekte yaklaşabilmek bakımından da önemli imkânlar sağlamaktadır. ABD'de eğitim görmeleri için seçilen öğrencilerin çoğu zaten üst kademe askeri lider olma özelliğine sahip subaylardır. Bu programda ABD'de eğitim gören askeri liderler, geçmişte olduğu gibi gelecekte de ülkelerinde önemli görevler üstleneceklerdir. Örneğin bugün dünyada bakan, büyükelçi, kuvvet komutanı ve askeri okul komutanı pozisyonlarında IMET eğitimi görmüş 1500 kişi vardır. IMET, uzun vadeli bir yatırım olarak çok değerli bir güvenlik yardımı aracıdır ve ABD'ye sayısız yararlar sağlamaktadır."

1800'LERDE BAŞLAYAN İLİŞKİLER 2.DÜNYA SAVAŞI'NIN ARDINDAN BİR BAĞIMLILIK İLİŞKİSİNE DÖNÜŞTÜ

Türkiye'nin Marshall yardımından yararlanmaya başladığı 1947'den başlayarak, NATO'ya girdiği 1952'den bu yana süregiden ilişkilerde, ABD açısından yukarıda belirtilen yöntemler önemli olmuştu.

Ancak ABD ile Türkiye ilişkileri bundan da ötelere dayanıyordu. Amerika'nın Türkiye'yi kendisine bağımlı kılmasına giden tarihsel kökler, daha Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce alınan imtiyazlarla başlamıştı. İlk Amerikan Ticaret Odası 1811'de İzmir'de açılmış, 1827'de bunların sayısı dördü bulmuştu. Bu açıdan önemli bir belgesel çalışmada şöyle deniliyor: "İki ülke arasındaki ticaret ilişkilerinin yoğunlaşmasına bağlı olarak Amerikan hükümetinin Osmanlı İmparatorluğu'nda resmi bir konsolos bulundurma ve bir ticaret sözleşmesi imzalama yönündeki baskılarının da artığını görüyoruz. Böyle bir sözleşmenin imzalanmasına Osmanlı hükümetinin uzun süre yanaşmadığını, 1830 yılında Amerikan hükümetinin isteklerini kabul ettirmeyi başardığını biliyoruz. İşte, 1830 yılında imzalanan bu ilk ticaret sözleşmesi, iki ülke arasındaki ticaret ilişkilerini tam yüzyıl süreyle yönlendiren temel belge niteliğindedir: " (Doç. Dr. Oral Sander-Doç. Dr. Kurthan Fişek, "ABD Dışişleri Belgeleriyle Türk-ABD Silah Ticaretinin İlk Yüzyılı 1829-1929", Çağdaş Yay, 1977, sayfa 19)

Amerika'ya kapitülasyon niteliğinde haklar tanıyan bu sözleşme, ticarette Amerika'yı "en çok gözetilen ulus" olarak nitelendirmektedir. Sözleşmenin en önemli maddesi ise, dördüncü maddedir. Buna göre, Osmanlı yargı organları, Amerikan temsilciliğinin resmi tercümanı hazır bulunmadıkça, Amerikan ve Osmanlı uyrukları arasındaki davalara bakamayacak, Amerikan yurttaşlarını tutuklayamayacaktır; tutuklama yetkisi, ancak Amerikan diplomatik yetkililerince kullanılabilir.

Yine aynı çalışmadaki verilere göre, 1869 yılında Birleşik Amerika'nın Osmanlı İmparatorluğu'na toplam ihracatının yüzde 79.56'sı silah ve cephaneydi. ll. Abdülhamit'in tahta çıkmasının ilk ve ikinci yılında bu oran yüzde 90'ı aşıyordu.

Bu ağırlık, sonraki yıllarda, yerini belirli bir süre Almanya'ya bırakıyor. Ancak ll. Dünya Savaşı'ndan Almanya'nın yenik çıkması ve bu dönemin ardından ABD'nin de kapitalist bloğun patronu olmasıyla aynı dengeye geri dönülüyor. Bu ilişkinin, Türkiye'nin NATO'ya dahil olmasından sonraki yönü bakımından fikir vermesi açısında da, başka bir kaynaktaki şu tespitler önemli: "Türk-Amerikan ilişkilerinin özellikle askeri alanda gelişmesine paralel olarak iki ülke arasında çok sayıda askeri, ekonomik ve teknik ikili anlaşma imzalandı. 1950'lerin ortalarından itibaren TBMM'de ve kamuoyunda ikili anlaşmaların niteliği konusunda başlayan tartışmalar, Türkiye'de NATO ve ABD karşıtı görüşlerin yükselme süreci içerisinde 1970'lerin başlarına kadar devam etti. ABD'yle yapılan ikili anlaşmaların sayısı ve alanları konusunda bugün bile kesin rakamlar yoktur. Bu konuda çelişkili bilgiler ileri sürülmüştür. Süleyman Demirel'in 1966'da başbakanken açıkladığı kadarıyla, Türkiye ile ABD arasında 1952-1960 döneminde 54 ikili anlaşma yapılmıştır. 1970'te Türk yöneticilerin yaptıkları açıklamalara göre, bu sayı 91'dir. Sayıların çelişkili olmasının nedeni, anlaşmaların büyük bir çoğunluğunun TBMM'ye getirilmemesi ve gizli nitelikte olmasıdır." (Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşı'ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Editör: Baskın Oran, sayfa 556) Tüm bu veriler, ABD-Türkiye ilişkilerinde, askeri yönün ABD tarafından ne kadar kritik bir yere oturduğunu göstermenin yanında, giderek ABD'ye olan bağımlılığın derinleşen bir seyir izlediğini de gösteriyor. Ancak, ait olduğu tarihsel koşullardan bağımsız olarak belgelerin komplo teorisi fanatiklerinin vazgeçilmez aracı olduğunu gözden ırak tutmadan yapılacak her değerlendirme, ele aldığı belgenin ne anlama geldiğinin doğru bir analizini de içermelidir.

Bu açıdan değerlendirildiğinde, ABD ile Türkiye arasındaki ilk ilişkilerin yaşandığı 1980'lerin başları, “hasta adam” konumundaki Osmanlı'dan imtiyazlar kopararak nüfus elde etme arayışının bir ifadesi olarak ele alınabilir. Kurtuluş Savaşı yılları ise, bu savaşa kumanda eden Mustafa Kemal ve çevresinin, 1917'de gerçekleşen Ekim Devrimi ile kapitalist işgalci güçlere karşı Sovyetler Birliği'nin ulusal kurtuluş hareketini destekleme politikasının bir ürünü olan desteği arkasında bulduğu yıllardır. ABD'nin Türkiye üzerindeki nüfusunu yeniden tesis etme ve derinleştirme süreci ise, 2. Dünya Savaşı'ndan kapitalist bloğun patronu olarak çıkması ile başlıyor. Türkiye'nin temel bir tercih olarak ortaya koyduğu batı kapitalizmi zincirinin bir halkası olarak davranma politikasının doğal bir sonucu olarak girilen bu ilişkinin ilk diyeti, Amerikan çıkarları için Kore'de Türk gençlerinin can vermesi olmuştu. 26 Temmuz 1950 tarihinde Hürriyet gazetesinin sekiz sütuna manşet olarak"Kore'ye silahlı kuvvetler gönderiyoruz" başlığıyla haberini verdiği bu gelişme, ABD'nin TSK'yı kendi çıkarları için başka coğrafyalara sürmesinin, Türkiye ile hiçbir husumeti bulunmayan halkların üzerine göndermesinin ilk örneğiydi. Türkiye Kore'ye ilk aşamada 4500 asker gönderdi. 15 ülke içinde ABD'den sonra en çok asker yollayan ikinci devlet olan Türkiye'nin Kore'ye gönderdiği askerlerin sayısı, savaşın ilerleyen safhalarında 6000'in üzerine çıktı. 27 Temmuz 1953'te imzalanan ateşkese kadar, bu savaşta yaşamını yitiren Türk askeri sayısı 721 olurken, 672'si yaralanarak geri döndü. 234 asker esir düşerken, 175 asker kayboldu.

Türkiye askeri kurmaylarının bu dönem ve sonrasındaki temel politikaları, Amerikan işbirlikçisi iktidarlarla aynı minvalde, Türkiye'nin çıkarlarını ABD'nin çıkarları içinde gören, onun içinde eriten bir nitelik taşıdı.

SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE

TSK-ABD İLİŞKİLERİNİN KARAKTERİ

Ancak Sovyetler Birliği'nin varlığı ile biçimlenen güç dengeleri tarafından belirlenen iki kutuplu dünyada, Amerika'nın sürdürdüğü "Soğuk Savaş" politikası, Türk askeri birliklerinin kafasına çuval geçirmeyi değil, onları yazının girişindeki verilerde de ifadesini bulan biçimlerde "kazanmayı" gerektiriyordu. Kıbrıs'taki Amerikan dayatması karşısında İsmet İnönü'nün "Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini alır" sözleri de bu dengelerin sağladığı avantajlı koşullara dayanıyordu.

Sonuçta her bağımlılık ilişkisi, bağlı bulunduğu koşullar içinde gerçekleşir ve bağımlılığının niteliği ve düzeyi, o koşulların da etkisiyle belirlenir. Bu açıdan bakıldığında, Soğuk Savaş koşulları içinde TSK'nın ABD ile ilişkilerini belirleyen dışsal ve içsel yapıyı şöyle özetlemek mümkün:

Modernleşme çabalarında öndeki güç olan ve Kurtuluş Savaşı'nın da sağladığı pozisyonla, devlet politikalarının belirlenmesinde hükümetlerin de üzerinde vesayetçi bir konumda bulunan TSK, "ulus devletin" bekasından sorumlu temel güç olarak kendisini görmüştür. Bugün de, henüz köklü bir değişikliğe uğramamış olan TSK, NATO'ya dahil olduğu süreçle birlikte, eğitim müfredatında "Kemalizm"le Amerikan "müttefikliği"nin esaslarını yan yana ele almış, bunun sonucunda da, hem birlikleri Kore'ye gönderilebilen hem de "Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğünden" kendisini sorumlu hisseden bir yapı çıkmıştır ortaya. Anti-emperyalist gençlik hareketinin ortaya çıkışı ve ardından da Amerikan karşıtı devrimci muhalefetin güç kazanması sonucunda, bu etkinin belirlediği yıllarda, tarihsel gelenekleri ya da ABD etkisinin yanında devrimci muhalefetin yarattığı rüzgarın etkisini de saflarında hissetmiş olan TSK'da, Kemalizmle sosyalizmin harmanlanmasından oluşan görüşlerin taban bulmuş olması dönemin özelliklerine son derece uygundu. Ancak, 12 Eylül askeri darbesi bu etkinin sınırlı düzeyde potansiyel örgütlülüğünü de tasfiye etti.

TSK-ABD İLİŞKİLERİNİN 1989'U: SÜLEYMANİYE OLAYI

TSK-ABD ilişkileri açısından bir milat olarak kaydedilmesi gereken Süleymaniye olayının kaynaklarını ve sonuçlarını değerlendirir ve "Amerika'nın Türk askerlerine bu muameleyi yapması TSK-ABD ilişkilerinde nereye oturuyor?" sorusuna yanıt verirken, altı çizilebilecek temel nokta şudur: TSK, Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve duvarların yıkılması açısından bir milat olarak gösterilen 1989'un etkilerini yeni yeni yaşamaya başladı. "Kızıl tehdit"le mücadele adına ABD saflarında Kore'de can veren Türk birliklerinin başına bugün Amerikan birliklerince çuval geçirilmesine gelinen süreçte, Soğuk Savaş dengelerinin artık yerini başka bir sürece bırakmış olmasının payı belirleyicidir. Sovyetler Birliği'nin biçimsel olarak da varlığını sürdürdüğü koşullarda, ABD'nin bugünkü gibi, Sovyetler'in sınır komşularına doğrudan müdahale edememesi, Türkiye'yi de komşularıyla savaşa girecek bir pozisyona gelmekten koruyordu. Ve aynı dengeler, TSK'nın, görece de olsa, kendi “kırmızı çizgileri” olan bir "ulusal ordu" gibi davranabilmesine olanaklar sunabiliyordu.

Soğuk Savaş döneminin son bulması ve ABD'nin Irak'ı işgaliyle tetiklediği süreç, artık bundan önceki 50 yılın politikalarının ABD tarafından köklü bir değişime uğratılmak istendiği bir süreçtir. Amerika'nın kırmızı çizgileri karşısında, ABD ve en yakın müttefiki İngiltere'nin ağırlıklı etkisini taşıyan BM'nin bile ayak bağı olarak görüldüğü bir dönemde, Beyaz Saray'ın ve Pentagon'un şahinlerinin, TSK'nın “kırmızı çizgileri”ne prim vermesi beklenemez. Kaldı ki, TSK, kendi "güvenlik" ve "egemenlik" politikası bakımından ya da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün Kıbrıs konusunda ifade ettiği "vizyon" bakımından, görece de olsa Amerika'dan bağımsız bir adım atabilme koşullarını, Kore'ye asker gönderilmesinden başlayarak, kaybetmiş konumdadır.

Ve "Kemalist" müfredatla Amerikancı askeri külliyatın harmanlanmasından oluşan bir eğitimle yetişmiş olan Türk subaylarının bugün karşı karşıya bulundukları nokta, "Amerikancılık"la "Kemalizmin" eskisi kadar "barış içinde bir arada" duramayacağı bir noktadır. Çünkü Amerika'nın Bush kabinesi ile birlikte devreye soktuğu yeni dönem politikalarında, Türkiye'ye ve TSK'ya, kendi çıkarlarını Amerikan çıkarları içinde eritme olanağı bile tanınmamakta, ondan, taşıdığı "ulusal" endişeleri buharlaştırması, bir tarafa bırakması istenmektedir. Bulunduğu bölge ile birlikte Türkiye'yi de yeniden yapılandırmak isteyen ABD yönetimi, ekonomiden siyasi alana kadar, bütün "ulusal" nitelikleri bir "tortu" olarak görüp tasfiye etmeyi dayatırken, bu yapıya kumanda eden askeri alanda "ulusal" politikalara hiç tahammül etmeyeceğini göstermek istemiştir. Bu yanıyla değerlendirildiğinde, Süleymaniye olayına temel gerekçe olarak yorumlanan, Amerika'nın, Irak'ı işgali sırasında asker gönderme tezkeresi konusunda Türk Genelkurmayı'ndan beklediği düzeyde bir desteği görememiş olması, aslında bir vesile olmuştur. Amerika açısından bundan sonraki süreç, TSK'da soğuk savaş döneminin tutum ve davranışları ile belirlenen bütün yapısal özellikleri düzleyerek, Kore'leri Türkiye'nin sınırına taşıma dönemidir.

Bu yönüyle bakıldığında, “stratejik bir psikolojik operasyon” olarak adlandırılan Süleymaniye baskınının hedeflerinden belli başlılarını, şu biçimde sıralamak mümkündür:

a) Türkiye’nin bölgesel, bağımsız politika üretmesinin önlenmesi,
b) TSK’yı Kuzey Irak’ta Amerika'nın mutlak denetimini kabule zorlamak,
c) Pentagon’daki yeni-muhafazakâr ekibin TSK’dan intikam alması,
d) TSK’da bulunduğuna inanılan ve yer yer Amerikan basınına yansıyan haber ve yorumların da konusu olan "Amerika'ya direnen" ekibe gözdağı vermek.

ABD KARA KUVVETLERİ

YAYIN ORGANINDAN YANSIYANLAR

Süleymaniye olayına gelinen süreçte, ABD’deki Türkiye uzmanları arasında ortaya çıkan bir yaklaşım, Türkiye’nin askerî anlamda gittikçe güçlendiği, güçlendikçe ve iddiaları artıkça tek başına Orta Doğu’ya yönelik politikalar geliştirmeye başladığı ve daha güçlü Türkiye’nin daha zor ve hatta daha da güvenilmez bir müttefik hâline geldiği görüşünü savunmaktaydı.

Michael Robert Hickok tarafından ABD Kara Kuvvetleri’nin resmî yayın organı olan Parameters dergisinde, 2000 yılında yayımlanan"Yükselen Hegemon: Türk Stratejisi İle Askerî Modernizasyon Arasındaki Uçurum" adlı makale bu görüşün savunulduğu metinlerden birini oluşturuyor.
v Dr. Hickok’a göre, Soğuk Savaş boyunca NATO stratejileri çerçevesinde silahlanan, eğitilen ve NATO konseptine bağlı olan Türkiye, NATO dışında "inandırıcı şekilde gücünü yansıtamadığını” gördü. Bundan dolayı Türkiye, "1990’ların başında Kafkaslar ve Balkanlar’da etkisiz kaldı". Öte yandan, Soğuk Savaş sonrasında, "Türk karar alıcılar, Batı ve NATO ile olan ilişkilerinde bir değişiklik olmaksızın, Atatürk’ün, Türkiye’nin geleceğinin sadece Batı’da olduğu" yolundaki sözlerini yumuşatmaktadır (...)

Resmî askerî belgeler günümüzde, Türkiye’yi bir Avrasya ülkesi olarak nitelemekte ve hem Batı hem de Doğu’yla ilişkilerini korumak ve geliştirmek zorunda olduğunu belirtmektedirler. 70 yıllık alışılmış politikadaki bu sapma, Türk stratejik düşüncesinde önemli bir dönüm noktası” olarak nitelendirilmektedir.

Dr. Hickok’a göre, "daha aktif politika izleme girişimi, her tür siyasî görüşten sivil ve askerî lideri yeni politikalar denemeye teşvik etmiş olmakla birlikte, büyük ölçüde orduya aittir ve eski Osmanlı toprakları üzerinde yoğunlaşmaktadır". Yazar, Türkiye-İsrail ilişkilerinin de, bu iddialı politikanın bir parçası olduğunu ileri sürmektedir.

1990’lı yıllar boyunca gerçekleştirilen “ihtiraslı ulusal güvenlik stratejisi ve kanıtlanmış askerî yetenekleri, tüm bölgede yeniden bir jeopolitik yapılanmayı zorlarken", "Türk ordusu, sadece sınırları dışında faaliyet gösterme gücüne sahip değil, aynı zamanda bu konuda isteklidir de" denilmektedir.

Ancak, "Türkiye’nin bölgede bağımsız bir güvenlik aktörü olarak yükselmesi, komşuların dikkatinden kaçmaz iken, Türkiye’nin bölgesel hâkim güç olarak ortaya çıkma olasılığı, Batı için müspet ve menfî tarafları olan karmaşık bir durumdur. Washington, uzun zamandan beri Türkiye’nin uluslararası alandaki en güvenilir müttefikidir; ancak, Amerikalı karar alıcılar, Türkiye’nin dış politikada ve güvenlik konularında giderek daha aktif olmasına hazırlıksızdır... Türkiye’nin müttefik olarak gerçek değeri artarken, Ankara, daha az güvenilir bir güvenlik ortağı olmuştur" yargısı gündeme getirilmektedir.

Dr. Hickok’un çalışması kadar önemli bir diğer çalışma ise, Amerikan Hava Kuvvetleri’nin malî desteği ile çalışan ve ona bağlı olan, RAND Ulusal Güvenlik Araştırmaları Bölümü’nün, 2002 sonunda, tanınmış iki Türkiye uzmanına yaptırmış oldukları “Turkish Foreign Policy in an Age of Uncertainty” adlı kitaptır.

Bu çalışmada da Türkiye’nin uluslararası planda gittikçe daha iddialı ve bağımsız hale geldiği, bunun en çok Orta Doğu bölgesinde kendisini gösterdiği ileri sürülmektedir. Yazarlar, eskiden sadece Batı’ya bakan Türkiye’nin, şimdi Doğu ve Güney’e de çekildiğinden söz etmektedirler. Yazarlar, Türkiye’nin, 1990’lı yıllarda Kafkasya, Orta Asya ve Balkanlar’da ABD ile işbirliğine girerek "anahtar bir stratejik müttefik" olduğunu; ama Irak ve İran konusundaki farklı algılamalarının, iki ülkenin "gerçek bir stratejik ortaklık" kurmalarını engellediğini belirtmektedirler. Yazarlara göre, Türkiye, artık Ortadoğu’ya uzanmak için ne bir köprü, ne de Ortadoğu yolunu kapatan bir bariyerdir. Gittikçe güçlenen ve bağımsızlaşan önemli ve muhtemelen çok daha zor bir müttefiktir.

Bu iki çalışmadan çıkan sonuç, ABD’nin ama özellikle de Amerikan Silahlı Kuvvetleri’nin içinde bir grubun, Orta Doğu politikalarında bağımsız ve kendi amaçlarını gerçekleştirmek amacı ile hareket eden bir Türkiye’den rahatsız olduğudur. Bu anlamda Süleymaniye’deki saldırı eylemi, sadece Irak Savaşı ve sonrasının dinamikleri içinde değil, onu çok aşan ilişkiler çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Bu çerçeveyi şöyle özetlemek mümkündür: "TSK'yı, ABD'nin yeni dönem hedeflerine uygun bir biçimde yeniden yapılandırmak."

Amerika'nın açık desteğini almış olan ve gerek asker gönderme tezkeresi konusunda, gerekse uyguladığı ekonomiden dış ilişkilere kadar bütün alanlarda savunduğu politikalar açısından katıksız Amerikancı bir hükümetin iktidarda olması da, Amerika'nın bu konudaki avantajlarını çoğaltmaktadır. Asker gönderme kararının Meclis'ten geçmesi, ardından da İncirlik'in Amerika'nın yeni taleplerine açılması, ABD'nin TSK'yı Süleymaniye öncesine göre yeniden yapılandırmada attığı adımların somut birer işaretidir. Ayrıca Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün Türkiye açısından yayılmacı bir vizyon meselesi olarak değerlendirdiği Kıbrıs konusunda da MGK'dan Amerika'nın istediği yönde bir kararın çıkmış olması, bu açıdan bir başka göstergedir.

ABD'nin Irak'a saldırısı öncesinde Türkiye'nin en çok tirajlı gazetelerinin sürmanşetlerine taşınan haberler arasında yer alan, Kuzey Irak'ta MGK'da belirlenen “kırmızı çizgileri” değiştirmeye yönelik herhangi bir gelişmenin savaş nedeni sayılacağı yönündeki haberler dönemi artık geride kalmış görünüyor. Türkiye-ABD ilişkilerinde, Kuzey Irak'ın, bugün Kıbrıs'ta verilecek tavizler karşılığında garantiye alınmak istenen bir bölge olması gerçeği, bunu değiştirmez. Burada kastedilen şey, artık ABD'nin nüfuz kurmaya yöneldiği bölgeler söz konusu olduğunda, TSK içinden basın aracılığıyla bile olsa "kafa tutan" haberler döneminin büyük ölçüde geride kaldığıdır.

Ancak, TSK'yı ABD'nin yeni dönem politikalarına uygun olarak yeniden yapılandıran bu sürecin, ordu içinde yansımaları olmaması da düşünülemez. Basına yansıyan kimi haberler, bu sürecin sancılarının yer yer Genelkurmay'ın komuta kademesi ile daha alt kesimler arasında gerilimlere neden olduğunu göstermektedir. Bu gerilimin, "anti-Amerikancı" bir darbeye yol açabileceği yolunda kimi çevrelerce yapılan yorum ve değerlendirmeler ise, hem nesnel dayanaktan yoksun, hem de TSK'nın iç yapısı göz önüne alındığında gerçek dışı değerlendirmelerdir.

Fatih Polat

http://bit.ly/22w68im

.
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:

Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,

Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.

Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!

Ne mutlu Türküm diyene!.





Bunları Biliyor muydunuz?

Bunları Biliyor muydunuz?

* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”

* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,

* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,

* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,

*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,

* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,

* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...