Bu milletin tek sahibi var: Kendisi!
Yüksek Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur. Türk gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir. Biz de bunu görmekle bahtiyar olacağız. -Mustafa Kemal Atatürk
Yörük Kadını / MOR CEPKEN
Yörük Kadını / MOR CEPKEN..
Yörük kadını yaşlanıp iyice deneyim kazanınca KEZBENCE olur adı.
O, oymağın bilge kişisi, akıl danışılanıdır artık.
Göçebe yörüklüğünün kadınlarına tanıdığı yüce bir haktır MOR CEPKEN.
Erkeklerin ise korkulu rüyasıdır.
"Mor Cepken", Karacaoğlan türkülerinde geçer. Günümüzde Ege, Muğla, Antalya ve Toros yörüklüğünde yaşlı kadınlar tarafından hâlâ bilinir.
Yörük kızlarının çeyiz bohçasına önce MOR CEPKEN" konur.
Kenarları sarı simgelerle işlenmiş, yelek biçiminde, mor renkli bir giysidir.
Yörük kızları sevdikleriyle evlenirlerdi.
Başlık parası gibi alışkanlıkları yoktu.
"Mor Cepkenin" evlilikteki yeri ise, zamanı geldiğinde, darda kalan yörük kadınının erkeğine karşı kullandığı bir boşanma özgürlüğünün simgesidir.
MOR renk ihanete uğramış, aldatılmış, aşkın rengidir. “MOR ÇATI ” adı oradan gelir.
Bizler dünyaya MOR CEPKEN ’i yeterince tanıtabilseydik 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü “MOR CEPKEN Günü” olarak kutlardık.
Evli yörük kadını, ihanete uğrayınca ya da kocası tarafından aşağılanıp dövülünce, bir şekilde MOR CEPKEN’i giyip herkesin görebileceği bir yere otururdu. Bu “Ben bu herifi boşadım” demekti.
O zaman akan sular durur, herkes işini gücünü bırakır. Masal anaları ile doğum ebeleri " MOR CEPKEN" giyen kadının çevresini alırlar. Boşadığı kocası ise evinden dışarı çıkamaz, kahveye gidemez, kimse yüzüne bakmaz. Büyük ödün verip de karısına MOR CEPKEN ’i çıkarttıramazsa ömür ömüre dul kalacaktır.
Kimse ona dul-şaşı kızını bile vermez.
GÖÇEBE YÖRÜKLÜĞÜNÜN kadınına tanıdığı hakka, özgürlüğe bakın siz!
1800 yılların sonlarında NAZİLLİ KASABASININ AYDIN dağlarında, dağa çıkarak kadın hakları için savaşan “GİZEMLİ KADIN EFE ” de bunlardan biridir.
Ege yöresinin unutulmaz bir eridir.
MOR CEPKEN Ege efelerinin giydiği bir giysidir. Buralarda efelik kadın erkek işi değil yürek işidir. Kybele, Artemis, Tahtacı yörüklerinden bu yana kadın baştacıdır bu topraklarda.
- Osman ŞAHİN; "Mor Cepken" Kitabı; Can Yayınları
Atatürkden bugüne Festli Sakallı Müslüman zanedilen İngiliz Ajanlarının özellikleri
Atatürkden bugüne Festli Sakallı Müslüman zanedilen İngiliz Ajanlarının özellikleri
.
.
.
.
DİKKAT! TDK ŞU SÖZCÜKLERİ KULLANIMA AÇMIŞTIR
Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek, geniş bir dildir. Her kavramı ifade yeteneği vardır, yeter ki bilinçle işlensin. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir. Kutsal bir hazinedir Türk milleti için. Çünkü Türk milletinin geçirdiği sonu gelmez tehlikeler içinde ahlakı, gelenekleri, hatıraları, çıkarları, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şey dili sayesinde korunmuştur. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. “Türk Milleti’ndenim” diyen kişi, her şeyden önce ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Kim ki Türkçe konuşmaz, buna rağmen Türk kültürüne, Türk topluluğuna mensup olduğunu iddia eder, buna inanmak doğru değildir. -Mustafa Kemal Atatürk
Dilimizi yükseltelim.
İşte kullanıma girecek yeni sözcükler:
amblem > belirtke
anchorman > ana haber sun.
aspiratör > emmeç
banliyö > yörekent
bypass > köprüleme
billboard > duyurumluk
çip > yonga
dart > oklama
duayen > aksakal /aksaçlı
ekspres > özel ulak
eküri > ahırdaş
gurme > tatbilir
happy hour > indirim saatleri
kapora > güvenmelik / önakça
klip > görümsetme
light > yeğni
lot > tutam
metroseksüel > bakımlı erkek
migren > yarım baş ağrısı
navigasyon > yolbul
ordövr > yemekaltı
panik > ürkü
prime time > altın saatler
raket > vuraç
reenkarnasyon > ruh göçü
self-servis > seçal
sürpriz > şaşırtı
terör > yıldırı
tirbuşon > burgu
tribün > sekilik
türbülans > burgaç
ultrason > yansılanım
voleybol > uçan top zapping > geçgeç
KURTULUŞ SAVAŞI DÖNEMİNDE YUNAN MEZALİMİ
Her ne kadar Atatürk ve Silah arkadaşlarının yaptıkları unutturulmaya çalışılsa da, Atatürk gibi düşünerek hafızaları hep taze tutacağız.
Yunanlılar İzmir’i işgal ettiğinde gerekçeleri Rumlara Türklerin zulmettiğiydi. Böyle bir durum hiç yaşanmadığı gibi, aksine işgalle birlikte Türk insanı genç yaşlı kadın erkek denilmeden sistemli bir katliama tabi tutuldu. Bunun basit bir nedeni vardı. Bütün Ege ve Marmara’yı Türksüzleştirmek. Ancak işleri kolay değildi. O dönem Yunanlıların sözde medeniyetlerinin beşiği kabul ettikleri Ege ve Marmara’da Türk nüfus %80’den fazlaydı.
5-6 milyon Türk, hiçbir sistemli katliamla kısa sürede yok edilemezdi. Yunanlılar bu yüzden 1821’deki Mora isyanının başından 1912-13 Balkan Savaşlarına kadar geçen sürede Osmanlı’dan kopardıkları bütün topraklarda yaptıkları planı uygulamaya koydular: Öldürmek, türlü katliam ve vahşetle halkı sindirmek ve Türk nüfusu kaçırmak.
Balkanlar'daki Türk insanının kaçabilecek bir Anadolu'su vardı. Peki Ege köylüsü nereye kaçabilecekti ki? Tabii bu sefer Türk milletinin önemli bir şansı da Mustafa Kemal Paşa gibi bir liderin çıkıp direniş çağrısında bulunmuş olmasıydı.
Yaşanan bütün bu katliamlara karşın, Mustafa Kemal'in başlattığı direnişten de umutlanarak ve güç kazanarak, Türk insanı yerini yurdunu terk etmedi. Öldürülmeyi, katledilmeyi, insanlık dışı baskı ve işkenceleri göze aldı, ama Yunan ordusundan kaçmadı. Aksine dağlara çekilerek Kuvayı Milliye'nin ilk tohumlarını attı. Direnişi filizlendirdi...
Böylece Balkanlar'ı Türksüzleştirmiş Yunanlar, aynı senaryoyu Trakya, Ege ve Marmara'da gerçekleştiremediler. Ve 9 Eylül 1922'de İzmir kurtarıldı. İzmir'le birlikte milyonlarca Türk evladı da vatansız kalmaktan kurtulmuş oldu.
Hasan İzzettin Dinamo'nun 3 ciltlik efsanevi eseri Kutsal İsyan, İzmir'in kurtuluşuyla sona erer. Bir diğer destansı kitabı Kutsal Barış ise buradan devam eder.
İnsan, Kutsal Barış'ı eline aldığında bir zafer romanı okuyacağını düşünür. Sonuçta Kurtuluş Savaşı kazanılmış, İzmir kurtarılmıştır. Kuvayı Milliye başarılı olmuştur. Lozan ve ardından da Cumhuriyet'in kuruluşuyla Türk yükselişi başlayacaktır. Ancak Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal Barış'a Yunan işgali sırasında yaşanan zulmü anlatarak başlar. Böylece "Barış"ın bedelini gösterir okura...
“Yunanvandalizmindegenellikle kullanılan işkence yöntemleri şöyle özetlenebilir: Tırnak sökmek, un çuvalına sokarak dövmek, çuvala koyup suya atarak boğmak, ağaca asarak kasap gibi parça parça etmek; diri diri kendilerine kazdırılan çukura gömmek; gözleri oymak, kulak kesmek, kol bacak kesmek, camiye doldurup yakmak, evlerde soygun, silahı kurbanın eline verip kendi kendini öldürtmek; dağa kaldırmak, ırza geçmek, kadın memelerinden kebap yapmak, kadınlara zorla kesilmiş erkek cinsel organlarını çiğnetmek, çocukların ana-babalarına zorla tecavüz ettirilmesi, kurşuna dizmek, kadınların edep yerlerine bomba koyup patlatmak; Kur'an'a tecavüz, kızgın demirlerle dağlamak, boğaza, kulağa, gözlere erimiş kurşun dökmek, tabanları yarıp tuz basarak yürütmek, tabanlara nal çakmak, vb.”
Bu alıntı işte o kitaptandır. Birkaç alıntıyla daha bu zulmün ayrıntılarını öğrenelim:
"Ağva kazasının Çanaklı köyüne yirmi Yunan askeri girdi, köyün birçok erkeğini kurşunladı; kadınları bir araya toplayıp anadan doğma soydu, çırılçıplak kadınların kocaları da onların gözleri önünde bir yandan sürüklenerek öldürülüyordu. Köyde sağ kalan bütün erkekler meydana toplattırıldı. Evler yağmalandı. Kadınlara, kızlara usa gelmeyecek biçimlerde saldırıldı; sonra, kulaklarındaki küpeler, kulakları, bilezikler, bilekleri, yüzükleri, parmakları kesilerek alındı. Islatılmış çuvallara sokulan erkekler, kalın odunlarla dövüldü, sonra ayaklarının tabanları kasatura ile yarılarak tuz basıldı, böylece yürümeye zorlandılar."
"Halkı korkudan kaçıp gitmiş olan Ötükler köyü, baştanbaşa ateşe verilmişti. Peşkeş Hacı İsmail köyü yerli Rumlarca yakılmıştı. Karadere köyünde altı köylü bir iple bağlanarak sokağa yatırılmış, koyun gibi kesilmişti. Bütün bu köylerin kadınları, kızları saldırıya uğramıştı. İmranlar köyünün bütün kadınları ırzlarına geçilmek üzere bir eve tıkılmış, içlerinde namusunu korumak uğruna davrananlar, öbürlerinin gözleri önünde doğranmış, parçalanmıştı. Tekkeler köyünde on beş genç kız bacaklarından ağaçlara asılmış, türlü işkencelerden, vahşiliklerden sonra öldürülmüştü. Küçükaşağı, Büyükaşağı, Bucaklı köylerinden erkekler ağaçlara asılıp ölesiye kırbaçlanmışlar, çoluk çocuklarının gözleri önünde erkeklik organları kesilerek birbirlerine çiğnettirilmiş, daha sonra hepsi öldürülmüştü."
"İki makineli tüfekli dokuz Yunan eri, Karamandıra köyüne girmiş, halktan iki bin altın istemişti. Bu parayı köyün ağası Hacı Mustafa'nın toplayıp getirmesini isteyen erler, onun direnmesine kızarak sakallarını tutuşturmuşlardı. Kafası kızarak çılgına dönen Hacı Mustafa, Yunanlılara büsbütün karşı durmuş, bunun üzerine adamcağızı kurşunla deliş deşik etmişler, sonra da hınçlarını alamayarak onun karısına kızına saldırmışlardı. Kızın ırzına geçmişler, sonra boynundan bağladıkları bir ipi ahırdaki atın kuyruğuna bağlayarak hayvanı süngüyle dürtüp yaralamışlar, hayvan can korkusuyla kaçıp giderken kızcağızı parça parça etmişti."
"Safvetiye köyüne giren on dokuz Yunan askeri, silah aramak bahanesiyle herkesi dışarı çıkararak evlere girmişler, yükte hafif, pahada ağır ne buldularsa yağmaladıktan sonra Kur'an-ı Kerim'in yapraklarına pislemiş, bunu da köylülere yalatmışlardı."
"Yunanlılar, Çınarcıklı delikanlıları anneleriyle yatmaya zorlamışlarsa da buna hiçbir oğul yanaşmamış, bunu yapmadığı için de süngülenerek öldürülmeyi yeğ görmüşlerdi. Askerler, ateşe verilen evlerin alevlerinde süngülerini geçirdikleri bebekleri kuzu gibi kızartmaya çalışmışlardı, Genç kızların memelerini keserek kebap etmişlerdi. Kundaktaki çocuklar, analarının süngüyle, bıçakla yarılan karınlarına gömülmüş, kimisi de ayrıca süngülenmişti." Sayfalar böyle devam ediyor...
Yunanların 1919 yılı 15 Mayıs'ında İzmir'i işgal etmelerinin ardından başlattıkları sistemli katliam İzmir'de Yunan askerinin denize dökülmesiyle bitmemiş, Bütün Trakya ve Güney Marmara kurtarılana kadar devam etmiştir.
JustinMcCarthy namuslu bir tarihçi. ABD'li bilim adamı. "Ölüm ve Sürgün" isimli önemli eserinde Türklerin Balkanlar'dan Kafkaslar'a geniş bir coğrafyada yaşadığı soykırımı anlatır. Bu önemli eserde 1919-22 yılları arasında yaşanan vahşetin boyutları açıkça bulunabilir.
McCarthy, sadece 15 Mayıs 1919'da, yani İzmir'e ilk Yunan askeri çıktığı ilk gün birkaç saat içinde 700-800 Türk'ün öldürüldüğünü anlatır. Ve İzmir'in ardından işgal edilen Aydın, Denizli, Manisa, Uşak, Kütahya, Bursa gibi şehirlerde köylere kadar varan sistemli katliamın rakamlarını verir. Üstelik tamamen Batılı devlet adamlarının ve tarihçilerinin anlatım ve yazdıklarından yola çıkarak. Asıl büyük katliam ve vahşet ise, Sakarya Savaşı'ndan sonra geri çekilmeye başlayan Yunan ordusu tarafından gerçekleştirilmiştir. İngiliz askeri kaynakları bu durumu şöyle analiz eder:
"Geri çekiliş, ustalıkla ve düzenli biçimde gerçekleştirildi. Yunanlılar boşalttıkları ülke bölümünde tam bir yakıp yıkma, yok etme etkinliği yürüttüler, bütün köyleri yaktılar ve demiryolunu da tümüyle tahrip ettiler."
Amerikan Konsolosu Park ise, her ne kadar Yunan hayranı ve Türk düşmanı da olsa, tanık olduğu vahşet karşısında şaşkınlığa düşmüştür:
"Manisa hemen hemen tümüyle yok olmuştur. 10.300 ev, 15 cami, 2 hamam, 2.278 dükkan, 19 otel, 26 villa...
Bize anlatıldığına göre Turgutlu 40.000 nüfuslu bir kent idi ve bunun 3.000'i gayrimüslimlerden oluşuyordu. Bu 37.000 Türk'ten şimdi canlı kalanları saymağa kalksanız yalnız 6.000 kişi sayabilirsiniz. Kenti oluşturan 2.000 yapıdan yalnızca 200'ü ayakta kalmıştır.
Adı verilen dört kentin her birinde yakılıp yıkılmış evlerin yüzde oranı şöyle idi: Manisa %90, Turgutlu %90, Alaşehir %70, Salihli %65"
McCarthy bu rakamlara ek olarak Aydın, Nazilli, Orhangazi (Bursa), Bilecik, Söğüt, Gediz'deki yapıların tümünün, İznik'ten Eskişehir'e çok geniş bir alanda ise yapıların çoğunun yakılıp yıkıldığını anlatır.
Yunan zulmü, İngiltere Parlamentosu'nda bile eleştiri konusu olur. Parlamento üyesi AubreyHerbert Yunanlıları destekleyen İngiliz Hükümetine Yalova'nın 7.000 kişilik Türk nüfusundan 5.000'in öldürüldüğünün doğru olup olmadığını bir soru önergesiyle sorar. Hükümet Sözcüsü Chamberlain ise "elinde ayrıntılı sayılar bulunmadığını söyler, ancak ‘ağır ölçüde aşırı davranışların' yapıldığını kabul eder."
Ünlü tarihçi Arnold Toynbee de o dönem Yunan zulmünü incelemekle görevlendirilen uluslararası komisyonun üyesi bir gazeteci olarak şunu aktarır:
"Aydın vilayetinin Karatepe köyü, Yunanlı/Rumlarca hem Yunan askerlerince hem de çeteci yerli Rumlarca, kuşatıldı. Bütün köy ahalisi camiye dolduruldu, sonra cami ateşe verildi. Camiden kaçabilen birkaç kişi kurşunlanarak öldürüldü. Bütün taşınabilir mallar ve hayvanlar çalındı."
Ve McCarthy son olarak 1919-1922 yılları arasında Batı Anadolu'da Yunanlılar tarafından öldürülen Türk sayısını 640.000 olarak hesaplıyor. Yunan işgali altındaki bölgenin o dönem toplam nüfusu yaklaşık 5 milyondu. Kısacası katliamın bilançosu son derece ağırdır. Yunanlılar işgal ettikleri bölge nüfusunun %10'undan fazlasını 2-3 yıl gibi kısa bir süre içinde katletmiştir.
9 Eylül 1922'de İzmir kurtarıldı. İzmir'le birlikte milyonlarca Türk evladı da vatansız kalmaktan kurtulmuş oldu.Maalesef 1919-1922 yılları arasında Yunan'ın yaptığı zulüm çok fazla bilinmez. Ancak Atatürkçü Düşünce Derneği olarak diyoruz ki: Her ne kadar Atatürk ve Silah arkadaşlarının yaptıkları unutturulmaya çalışılsa da; Biz,Türk Milleti olarak geçmişimizi unutmayacağız. Araştıracağız... Okuyacağız... Anlatacağız... Dinleyeceğiz... Haykıracağız... Yeni bir Türk soykırımı yaşanmasın diye tarihten ders çıkaracağız.
Celil ÖZCAN
Kaynak: http://bit.ly/2IoX2nB
Ruhsal Aydınlanması Gerçekleşmiş Türk Kadını
Türk Selçuklu Hakanlık Panosundan Bir Detay. 12.yy.
Kadın yüzü olan kabartmanın başının etrafı, "Kut Halesi" ile çevrelenmiş. Damla şeklinde Diadem olan taç takmış. Üçüncü Göz çakrasının üzerinde olması, aydınlanmayı (*) ifade eder.
Türk Selçuklu Hakanlık Panosundan Bir Detay. 12.yy.
Kadın yüzü olan kabartmanın başının etrafı, "Kut Halesi" ile çevrelenmiş. Damla şeklinde Diadem olan taç takmış. Üçüncü Göz çakrasının üzerinde olması, aydınlanmayı ifade eder.
(*) Editörün notu:
Ruhsal Aydınlanma, bilincin evrimidir.
Hem birey hem de toplumsal olarak hepimiz dünyaya gelirken, nihai amaç olan ruhsal aydınlanmayı / uyanışı gerçekleştirmek ve tekâmül /evrim sınavını başarıyla verme peşindeyizdir. İşte ki:
Dünya Hayatı Epröv'ler
"Dünya Hayatına eprövler, yani imtihanlar alemi deriz. İmtihanlar aleminde madde ile sınanırız. Bilirsiniz, eski geleneklerde su, ateş, hava ve toprak gibi dört büyük temel unsurdan ve bunların her birinin insan üzerinde ayrı ayrı etkisinin var olduğundan söz edilir.
Gerçekten de insanın bedeninin yapısında bunların temsil ettiği enerjiler mevcuttur. Dikkat ederseniz; bunların aynı zamanda insanlığın imtihan şekillerini oluşturduklarını da görebilirsiniz:
Suyla imtihan oluruz; seller, yağmurlar, göller, boğulmalar, sel basmaları, su basmaları vs. Ateşle imtihan oluruz; volkanik hareketler vs. Toprakla imtihan olduğumuz da büyük depremler, çatlaklar, heyelanlar ortaya çıkar. Havayla imtihan olduğumuzda ise büyük esintiler, boralar, fırtınalar, hiç dinmeyen rüzgarlar kendini gösterebiliyor.
Demek ki bizler, yani ruh varlıkları için imtihanı olmayan, denenmeyen bir maddesel hayat yoktur. Tabiatın her türlü hareketi ruh varlığı için bir imtihan, bir sınanma şekli olur. Esas mesele, o hareket karşısında varlığın göstermiş olduğu uyanıklıktır. Uyum, özellikle, esneme kabiliyetidir; herhangi bir basınç, itilim veya zorlanma karşısında ne dereceye kadar yaylanıp, geriye çekilip kopmamak, pes etmemek, kendini yok etmemek, hayattan caymamak, yılmamak üzere bir esneklik gösterip göstermediğinin kanıtlarının fiilen ortaya konmasıdır; zaten bu, hayatın ta kendisidir!
Biz insanlar, yeryüzünde her zaman çok çeşitli olaylarla karşılaşırız ve bunlara karşı bizim bir tavrımız, bir tutumumuz, onları değerlendirme halimiz vardır. Bunlar, bizim o an içinde bulunduğumuz realitemizin, gerçeklik şuurumuzun sağladığı imkanlar dahilinde oluşur. Başka bir gerçeklik şuuru içerisinde incelemiş olsak, bir olay bize belki de felaket gibi gelmeyecektir; onu tahammül etmesi, taşınması gayet kolay, geçici bir olaymış gibi görebiliriz. Hatta aynı olayı bize yakın bir başkasında görsek, kendi alanımızda olmadığı için o olayın bizi pek fazla etkilememesi söz konusudur. Bu durum için en iyi örnek, ölüm karşısındaki tavrımızdır.
Metapsişik açıdan ölüm olayı bir felaket değildir çünkü nasıl doğuyorsak bu kez de ruh dünyasına bir doğuş daha yapıyoruzdur. Kainatta ölüşler, yok oluşlar söz konusu değildir; daima doğuşlar vardır. Ruh dünyasından fizik dünyaya doğarız, fizik dünyasından da tekrar ruh dünyasına doğarız; kısacası her iki taraf arasındaki geçişler hep birer doğum şeklindedir.
Ölmek tabiri bize göre çok yanlış anlamda kullanılmaktadır. Ölüm olayı da, fizik dünyada karşılaştığımız diğer her olayın bırakmış olduğu izlenimler gibi, bizim üzerimizde izlenimler bırakmaktadır. Gelin, ölümün bizde uyandırdığı düşünceleri, bizlerde seri şekilde uyandırdığı duygusal izlenimleri ele alalım.
Her olayın değerlendirilmesi bizim kendi realite şuurumuza bağlı olmak üzere oluşur. Daha önce de belirttiğimiz gibi, başkasının realite şuurunda değersiz olan bir olay, bir başkası için müthiş değerlidir. Bu durum psikosomatik hastalıkların incelenmesinde de görülür. Hastalar en küçük bir şeyi bile abartabilirler, normalde önemsiz olan bazı haller şuur altları tarafından çok değişik yorumlara tabi tutulabilir.
Tabiat olaylarından veya çok sayıda ölümün meydana geldiği olayların insanlara vermiş olduğu izlenimler de bu şekilde farklı yorumlanabilmektedir. Aslında, birçok ölümün aynı ana veya art arda gelmesi önemli değildir, orada sadece bir senkronizasyon meydana gelmiştir. Kısacası, o insanların bedenlerinden ayrılmalarının zamanlaması o şartlara uygun düşmüştür; bu, o varlıklarla ilgili bir irade ve istek meselesidir çünkü varlıklar kendi isteklerine bağlı olarak bedenlerini terk ederler. Bu bir istek meselesidir ve istekler birçok bakımdan birbirine uygunluk gösterip bir araya gelebilir.
Bir deprem olur, bakıyorsunuz 15.000 kişi bir arada ölüyor. Bir gemi batar, 30-40 kişi aynı anda boğulur. Şimdi, bunlar üst üste geldi diye bu felaket 30 kere veya 15.000 kere katlandı anlamına gelmez. Bu bir senkronizasyon veya hem zamanlılık meselesidir. Demek ki, o varlıklar için bedenden ayrılmanın imkanları o zaman ve o olayla gerçekleşmiş, irade de kendini o zaman tahakkuk ettirmiştir.
Bu felaketlerden kişisel ders çıkartmak mümkün değildir, yani eşimizin veya bir akrabamızın ölmesi, bir yerde bazı insanların kaza sonucu ölmesi bize zulüm olsun, bize ders olsun diye meydana gelmez. O varlıklar kendi eprövlerini yaşamaktadırlar, ölümleri ve ölüm şekilleri kendileriyle alakalı bir konudur. Bizler olsa olsa, kendi kendimize bazı yorumlar yaparız:
"Çok hızlı gidiyordu, iyi sollayamadı, işaretini zamanında veremedi, hatalı sollama yaptı ve çarpıştı." Ama ölüm bu değildir. Evet, fiziki hayat içerisinde herhangi bir ölüme hazırlık bu şekilde olabilir çünkü her tipten ölüm meydana gelebileceğinden hazırlık her türlü şekliyle olabilir. Fakat ölüm ayrı bir konudur.
Şunu sorabilirsiniz: "Ölüm insanlara ibret olabilir mi, olamaz mı?" Eğer ölümler insanlara ibret olsaydı savaşların önü kesilirdi. Halbuki biz insanlar yeryüzünde asırlardan beri hiç . durmadan savaşıyoruz. Hayır, ölümler insanlara ders olmuyor,ibret olmuyor. Ancak ahlaki bir sistem içerisinde yetiştirilmiş ve "mal mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi" hikayesinden çıkartılma bazı sloganlarla büyütülmüşsek, istediğimiz kadar çalıp çırpalım, kalp kıralım, fakir fukara hakkı yiyelim, servet biriktirelim, belirli bir zaman içerisinde ecel geldiğinde, dünyadan ayrılma zamanı gelip çattığında biriktirmiş olduğumuz şeyleri bu dünyada bırakmak zorunda olduğumuzu görür ve bu sözün doğruluğuna hak veririz. Arkasından "kefenin cebi yok" gibi, bu sözü pekiştiren bir halk tabirini de ekleriz. Ama ne olur?
Tüm bunlar bilinmesine rağmen, her neslin kendinden sonra gelecek nesile bıraktığı asıl miras açgözlülüktür. Bütün bunlara rağmen insanların açgözlülüğü asla bitmemiş ve hiç durmadan servet yapmanın yolları aranmıştır. Yani konulan bir mirastan daha başka büyük bir mirası teşkil etmek üzere kendisinden sonrakilerde de yine aynı işe devam edilmiştir. Demek ki, ölümün insanlara büyük bir bilgi verdiği veya nefsi, varlığı üzerinde kontrol edinmesini sağlaması bakımından - onda derin bir izlenim bıraktığı düşüncemiz sadece bir zandan ibaret. İnsan sadece geçici korkulara kapılır.
Değer verdiği birtakım özelliklerin artık kendisinde olmaması, onlara sahip olamayacağı olasılığı, kaybettiği değerlerin yoksunluğunun sonuçlarına katlanamama hali; ölüm korkusu ancak bunu meydana getirebilir.
Zaten asıl mesele, bir ölüm hadisesinden sonra bizde kalan izlenimler, duygular ve metafizik çağrışımlarımızdır. Bizin eprövümüzü bunlar oluşturur. Ama bizleri esas geliştirenler ölümle ilgili izlenimler değil de, değer yargılarımızı ve değer verdiğimiz şeyleri hayat içerisinden yaşarken alt üst eden olaylardır; gelişimimiz açısından çok daha önemlidirler.
Bunlar; servete, çoluğa çocuğa, sevgiye, kıymet verdiğimiz iktidarlara dayanan, yani egomuzla çok yakından ilişkili hale getirdiğimiz ilmimiz, irfanımız, rütbemiz, içinde bulunduğumuz durumumuz, fiyakamız, güvenliğimiz, gücümüz, güzelliğimiz vs. İşte, bunlar tehlikeye girdiğinde, yani bunların değer kaybına uğraması, değersizleşmesi, o değerin ya da bu değer vasıtasıyla ulaşmış olduğumuz birtakım başka değerlerin bizden uzaklaşabilmesi ihtimalleri doğduğunda, deyim yerindeyse bizlerde şafak atar. Bunlar çok daha etkili eprövler meydana getirmektedir. Hayatının büyük bölümünde refah ve rahatlık içinde yaşamış, ancak kendi yediği yemeği düşünüp, ancak yiyip içtikten sonra şükreden insanların bu imkanların değişik bir hayat akışı içerisinde birdenbire azalıvermesi, kesilivermesi, ortadan kalkması büyük bir paniğe ve korkuya sebep olur ve işte o zaman, o olay bir imtihan haline gelir.
Hepimiz her an birtakım değişimlere uyum sağlama zorunluluğuyla karşılaşıyoruz ve içimizde bu değişmeye karşı bir zorlanma meydana geliyor. İçinde bulunduğumuz statükoyu, yani artık sabitleşmiş durumu değiştirmek, başka bir hale uyum sağlayabilmek üzere sıkıştırılıyor veya gerginleştiriliyoruz. Gerginlik ve gerilme insan hayatının ayrılmaz bir parçasıdır. Her an bir gerginlik içerisindeyizdir ve bu gerginlik ve gerilme olmadığı sürece, bizler hayattan hiçbir lezzet almayız. Çünkü bizler, içinde bulunduğumuz durumun nasıl olduğunun farkına, ancak kıyas yaparak varabiliriz: İyi bir durumda mıyız, yoksa iyi olmayan
bir durumda mı? Peki, neye göre? Elbette, bu kendi realite şuurumuza göre bir değerlendirmedir ama bunun farkına varabilmemiz için bir gerginlik içerisinde bulunmamız şarttır.
Dolayısıyla, bütün olayları birer esneklik sınavı şeklinde ele almakta çok büyük fayda vardır. Sürekli itilimlere karşı sert bir şekilde cevap vermeksizin. onun ittiği yönde geriye doğru esnemek gerekir. Tıpkı şiddetli rüzgar altında yatan buğday başakları veya kamışlar gibi eğilip, olabildiğince esnemek ve rüzgarın şiddeti azaldıktan sonra tekrar doğrulup dikilmek. İşte, bunu öğrenmeye adayız. Bu esneme yeteneği olmasa, o kamışlar çatır çatır kırılır, hayatiyetleri ortadan kalkar, büyüyemez ve çoğalamazlar. Esneklik gösteremediğimiz takdirde insan için de durum hemen hemen aynıdır. Elbette, esneklik gösteremediğimiz zamanlar da oluyor ama genellikle bu beceriyi sergiliyor ve esneyerek daha büyük değişimlere hazırlık yapabiliyoruz. Daha yüksek seviyeli bir hayat anlayışı, algılama ve şuur alanları içerisine girmeye aday olmaya çalışıyoruz.
Demek ki, hayat içinde başımıza gelen zorlu olaylar, sadece şanssızlığımız yüzünden sürekli üst üste karşımıza çıkan şeyler meselesi değildir. Bunlar bizim karmik telafılerimiz de olabilir. Art arda meydana gelen gerilmelere veya gerginlik meydana getirecek basınçlara maruz kalmak elbette, kolay iş değildir ama bu da bir telafidir. Aslında hayat planımızın gidişatına göre önümüze çıkan veya çıkartılan imkanları herhalde biz sadece %5'ini kullanabildiğimiz, şuurumuzIa değerlendiremediğimiz için değişimin kendine göre olan zaman akışını kaçırmamak bakımından bazı işlereve olayları yaşamaya zorlanırız, bunlar da üst üste karşımıza çıkan sıkıntılar tarzında olur.
Elbette, isteyen kişi en küçük olaydan bile çok dersler çıkarabilir. Kendi realitemizin, şuurlu realitemizin ihtiyacı olan bilgileri, aslında en küçük olayın içerisinden elde etmek de mümkündür.
Hayatın Metamorfozu
Kutsal Kitaplar ve Spiritüalizm'in büyük bilgileri de aynı şeyi ifade ederler: Dünya bir imtihan yeridir ve dünyanın yönetimi ruhların elinde değil de, dünyanın sahibi dediğimiz Dünya Rab'binin elindedir; dünyanın yöneticisi, görüp gözeticisi odur. Bu imtihan yerinin sınavları, eprövleri her zaman gelişmekte olan varlıkların daha fazla gelişebilmeleri için sürekli bir şekilde değiştirilmektedir. Hayatın zaman ve mekan içerisindeki metamorfozu süreklidir. Değişim devamlıdır ve bu değişimi sağlayan da yine, gelişmekte olan o varlıkların ihtiyaçlarıdır. Bir varlık belirli bir kademeye kadar gelmiş ve çeşitli ihtiyaçlarını gidermiştir ama bu kez önünde uzanan, katedeceği yolun ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlara uygun zaman ve zemine, sınanmasına, yani bunlara dayalı tecrübe yapabilmesine ihtiyacı vardır. Dolayısıyla, dünya her zaman bir tecrübe ortamı, yani imtihan yeri olduğundan, her seferinde yeni yeni şeylerle karşılaşırız. Varlığın mütekamil ya da olgunlaşmış olmasının elbette, en sonunda toplumsal olarak da faydası vardır ama bireysel faydası şudur:
Önünüze çıkan sınanma şekillerini veya deneyim hallerini daha rahat, daha kolay, daha derinden halletme imkanınız ortaya çıkar. Dünyanın şartları Dünya Rabbi'ne, yani Ruhsal idare Mekanizması'na bağlı olmak üzere sürekli dengeler halinde tutulur. Birtakım yeni uyum ve tecrübe alanları, yeni esneklik kazanma durumları karşısında insan, esneklik gösterebilme yeteneğini geliştirdikçe bütün kozmik etkilerin, tanıştığı ve tanışmadığı bütün kanunların karşısında da o kanunla yüz yüze gelebilecek derecede bir olgunluğa ve yüceliğe ulaşma yolunda da adımlar atar. İnsanın o kanunları kullanabilme yetisinin oluşabilmesi için bu şarttır çünkü hiçbir şey ezberlemekle olmaz; her şey bir tecrübeden, adeta gerçekten dokunarak, yoklayarak, giyerek, içerek, görerek tecrübe ediliyor. Olgunlaşmaya, kemalata doğru, ancak böyle ilerliyoruz. Bu eprövler alanının şartlarının her an değişmesinin nedeninin varlıkların ihtiyaçlarındaki değişiklik olduğunu belirtmiştik.
Gerçekten de bizler belirli ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra bir ilerleme katederiz ve her ilerlemeden sonra yeni ihtiyaçlar ortaya çıkar. Her ihtiyacın icapları vardır, yani ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek için bazı şeyleri yerine getirmek, bazı imkanları harekete geçirmek zorundayız. Metapsişik terimiyle bunlara icabat, yani icaplar diyoruz. İcaplar değiştikçe bizler de çeşitli yeni şekillerde zorlanırız. Bir önceki hayatımızdaki icaplar şimdiki hayatımızda mevcut değildirler, zaman ve zemin değişmiştir. Fakat ne yazık ki, günümüzde bazı inanç sistemlerinde hep o eski icapların sanki hala mevcut olduğu kanaatiyle hareket ediliyor, "Şu yüce zat şimdi, burada olsa şöyle yapardı, böyle yapardı," deniliyor. Ancak söz konusu kişi şimdi, burada olsa ve geçmişte yaptığının aynısını yapsa, eski kabulleri değiştirmeye gerek duyulmazdı ama kesinlikle eskiden yaptığının aynısını yapmayacaktır.
Bir zamanlar vermiş olduğu kararı, bir zamanlar göstermiş olduğu davranışı; şimdi, şu anın zaman enerjisi ve mekanı bakımından kesinlikle veremez ve yapamazdı. Her şey tamamen değişmiştir, bütün icaplar değişmiştir. Bir zamanlar öyle icap ediyordu çünkü o hareketi yapmasına kolaylık sağlayan her turlu imkan vardı. Ama artık o imkanlar da, o icaplar da yoklar. O devri alıp bugünün şartları içinde aynen yaşatmaya çalışmak, Shakespeare'in oyunlarını oynamak, bugünün teknolojisiyle eski dönem filmleri çekmek gibi olur.
Şunları sormak lazım: "Şimdi, şu anda işler nasıldır? Ne yapabiliriz? Kimleri ikna edebiliriz? Kime ne verebiliriz? Gerçeğe uyar mı, uymaz mı? Uygulaması nasıl yapılabilir? Bunlar şu anda hissediliyor mu?
Hissediliyorsa, ihtiyaç halinde mi hissediliyor, yoksa sadece duygusal tarzda mı? Hatta ezberlenmiş duygular mıdır? Yoksa gerçekten ihtiyaçtan doğan bir şey midir?"
İnançlara dayanan ideolojiler üretmeye çalışanların bütün bunları çok iyi kontrol etmeleri gerekir. Tabiatın ve toplumun ihtiyaç ve zaruret mekanizmalarını, bireylerin ruhsal zaruret ve ihtiyaç mekanizmalarını adamakıllı gözden geçirmek, çok iyi kontrol etmek ve çok iyi tartışmak gerekir.
Bunları dikkate almayan bir akım asla oluşturulamaz, sürdürülemez."
Kaynak; Ergün Arıkdal; Ruh ve Madde Dergisi
Kadın yüzü olan kabartmanın başının etrafı, "Kut Halesi" ile çevrelenmiş. Damla şeklinde Diadem olan taç takmış. Üçüncü Göz çakrasının üzerinde olması, aydınlanmayı (*) ifade eder.
Türk Selçuklu Hakanlık Panosundan Bir Detay. 12.yy.
Kadın yüzü olan kabartmanın başının etrafı, "Kut Halesi" ile çevrelenmiş. Damla şeklinde Diadem olan taç takmış. Üçüncü Göz çakrasının üzerinde olması, aydınlanmayı ifade eder.
(*) Editörün notu:
Ruhsal Aydınlanma, bilincin evrimidir.
Hem birey hem de toplumsal olarak hepimiz dünyaya gelirken, nihai amaç olan ruhsal aydınlanmayı / uyanışı gerçekleştirmek ve tekâmül /evrim sınavını başarıyla verme peşindeyizdir. İşte ki:
Dünya Hayatı Epröv'ler
"Dünya Hayatına eprövler, yani imtihanlar alemi deriz. İmtihanlar aleminde madde ile sınanırız. Bilirsiniz, eski geleneklerde su, ateş, hava ve toprak gibi dört büyük temel unsurdan ve bunların her birinin insan üzerinde ayrı ayrı etkisinin var olduğundan söz edilir.
Gerçekten de insanın bedeninin yapısında bunların temsil ettiği enerjiler mevcuttur. Dikkat ederseniz; bunların aynı zamanda insanlığın imtihan şekillerini oluşturduklarını da görebilirsiniz:
Suyla imtihan oluruz; seller, yağmurlar, göller, boğulmalar, sel basmaları, su basmaları vs. Ateşle imtihan oluruz; volkanik hareketler vs. Toprakla imtihan olduğumuz da büyük depremler, çatlaklar, heyelanlar ortaya çıkar. Havayla imtihan olduğumuzda ise büyük esintiler, boralar, fırtınalar, hiç dinmeyen rüzgarlar kendini gösterebiliyor.
Demek ki bizler, yani ruh varlıkları için imtihanı olmayan, denenmeyen bir maddesel hayat yoktur. Tabiatın her türlü hareketi ruh varlığı için bir imtihan, bir sınanma şekli olur. Esas mesele, o hareket karşısında varlığın göstermiş olduğu uyanıklıktır. Uyum, özellikle, esneme kabiliyetidir; herhangi bir basınç, itilim veya zorlanma karşısında ne dereceye kadar yaylanıp, geriye çekilip kopmamak, pes etmemek, kendini yok etmemek, hayattan caymamak, yılmamak üzere bir esneklik gösterip göstermediğinin kanıtlarının fiilen ortaya konmasıdır; zaten bu, hayatın ta kendisidir!
Biz insanlar, yeryüzünde her zaman çok çeşitli olaylarla karşılaşırız ve bunlara karşı bizim bir tavrımız, bir tutumumuz, onları değerlendirme halimiz vardır. Bunlar, bizim o an içinde bulunduğumuz realitemizin, gerçeklik şuurumuzun sağladığı imkanlar dahilinde oluşur. Başka bir gerçeklik şuuru içerisinde incelemiş olsak, bir olay bize belki de felaket gibi gelmeyecektir; onu tahammül etmesi, taşınması gayet kolay, geçici bir olaymış gibi görebiliriz. Hatta aynı olayı bize yakın bir başkasında görsek, kendi alanımızda olmadığı için o olayın bizi pek fazla etkilememesi söz konusudur. Bu durum için en iyi örnek, ölüm karşısındaki tavrımızdır.
Metapsişik açıdan ölüm olayı bir felaket değildir çünkü nasıl doğuyorsak bu kez de ruh dünyasına bir doğuş daha yapıyoruzdur. Kainatta ölüşler, yok oluşlar söz konusu değildir; daima doğuşlar vardır. Ruh dünyasından fizik dünyaya doğarız, fizik dünyasından da tekrar ruh dünyasına doğarız; kısacası her iki taraf arasındaki geçişler hep birer doğum şeklindedir.
Ölmek tabiri bize göre çok yanlış anlamda kullanılmaktadır. Ölüm olayı da, fizik dünyada karşılaştığımız diğer her olayın bırakmış olduğu izlenimler gibi, bizim üzerimizde izlenimler bırakmaktadır. Gelin, ölümün bizde uyandırdığı düşünceleri, bizlerde seri şekilde uyandırdığı duygusal izlenimleri ele alalım.
Her olayın değerlendirilmesi bizim kendi realite şuurumuza bağlı olmak üzere oluşur. Daha önce de belirttiğimiz gibi, başkasının realite şuurunda değersiz olan bir olay, bir başkası için müthiş değerlidir. Bu durum psikosomatik hastalıkların incelenmesinde de görülür. Hastalar en küçük bir şeyi bile abartabilirler, normalde önemsiz olan bazı haller şuur altları tarafından çok değişik yorumlara tabi tutulabilir.
Tabiat olaylarından veya çok sayıda ölümün meydana geldiği olayların insanlara vermiş olduğu izlenimler de bu şekilde farklı yorumlanabilmektedir. Aslında, birçok ölümün aynı ana veya art arda gelmesi önemli değildir, orada sadece bir senkronizasyon meydana gelmiştir. Kısacası, o insanların bedenlerinden ayrılmalarının zamanlaması o şartlara uygun düşmüştür; bu, o varlıklarla ilgili bir irade ve istek meselesidir çünkü varlıklar kendi isteklerine bağlı olarak bedenlerini terk ederler. Bu bir istek meselesidir ve istekler birçok bakımdan birbirine uygunluk gösterip bir araya gelebilir.
Bir deprem olur, bakıyorsunuz 15.000 kişi bir arada ölüyor. Bir gemi batar, 30-40 kişi aynı anda boğulur. Şimdi, bunlar üst üste geldi diye bu felaket 30 kere veya 15.000 kere katlandı anlamına gelmez. Bu bir senkronizasyon veya hem zamanlılık meselesidir. Demek ki, o varlıklar için bedenden ayrılmanın imkanları o zaman ve o olayla gerçekleşmiş, irade de kendini o zaman tahakkuk ettirmiştir.
Bu felaketlerden kişisel ders çıkartmak mümkün değildir, yani eşimizin veya bir akrabamızın ölmesi, bir yerde bazı insanların kaza sonucu ölmesi bize zulüm olsun, bize ders olsun diye meydana gelmez. O varlıklar kendi eprövlerini yaşamaktadırlar, ölümleri ve ölüm şekilleri kendileriyle alakalı bir konudur. Bizler olsa olsa, kendi kendimize bazı yorumlar yaparız:
"Çok hızlı gidiyordu, iyi sollayamadı, işaretini zamanında veremedi, hatalı sollama yaptı ve çarpıştı." Ama ölüm bu değildir. Evet, fiziki hayat içerisinde herhangi bir ölüme hazırlık bu şekilde olabilir çünkü her tipten ölüm meydana gelebileceğinden hazırlık her türlü şekliyle olabilir. Fakat ölüm ayrı bir konudur.
Şunu sorabilirsiniz: "Ölüm insanlara ibret olabilir mi, olamaz mı?" Eğer ölümler insanlara ibret olsaydı savaşların önü kesilirdi. Halbuki biz insanlar yeryüzünde asırlardan beri hiç . durmadan savaşıyoruz. Hayır, ölümler insanlara ders olmuyor,ibret olmuyor. Ancak ahlaki bir sistem içerisinde yetiştirilmiş ve "mal mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi" hikayesinden çıkartılma bazı sloganlarla büyütülmüşsek, istediğimiz kadar çalıp çırpalım, kalp kıralım, fakir fukara hakkı yiyelim, servet biriktirelim, belirli bir zaman içerisinde ecel geldiğinde, dünyadan ayrılma zamanı gelip çattığında biriktirmiş olduğumuz şeyleri bu dünyada bırakmak zorunda olduğumuzu görür ve bu sözün doğruluğuna hak veririz. Arkasından "kefenin cebi yok" gibi, bu sözü pekiştiren bir halk tabirini de ekleriz. Ama ne olur?
Tüm bunlar bilinmesine rağmen, her neslin kendinden sonra gelecek nesile bıraktığı asıl miras açgözlülüktür. Bütün bunlara rağmen insanların açgözlülüğü asla bitmemiş ve hiç durmadan servet yapmanın yolları aranmıştır. Yani konulan bir mirastan daha başka büyük bir mirası teşkil etmek üzere kendisinden sonrakilerde de yine aynı işe devam edilmiştir. Demek ki, ölümün insanlara büyük bir bilgi verdiği veya nefsi, varlığı üzerinde kontrol edinmesini sağlaması bakımından - onda derin bir izlenim bıraktığı düşüncemiz sadece bir zandan ibaret. İnsan sadece geçici korkulara kapılır.
Değer verdiği birtakım özelliklerin artık kendisinde olmaması, onlara sahip olamayacağı olasılığı, kaybettiği değerlerin yoksunluğunun sonuçlarına katlanamama hali; ölüm korkusu ancak bunu meydana getirebilir.
Zaten asıl mesele, bir ölüm hadisesinden sonra bizde kalan izlenimler, duygular ve metafizik çağrışımlarımızdır. Bizin eprövümüzü bunlar oluşturur. Ama bizleri esas geliştirenler ölümle ilgili izlenimler değil de, değer yargılarımızı ve değer verdiğimiz şeyleri hayat içerisinden yaşarken alt üst eden olaylardır; gelişimimiz açısından çok daha önemlidirler.
Bunlar; servete, çoluğa çocuğa, sevgiye, kıymet verdiğimiz iktidarlara dayanan, yani egomuzla çok yakından ilişkili hale getirdiğimiz ilmimiz, irfanımız, rütbemiz, içinde bulunduğumuz durumumuz, fiyakamız, güvenliğimiz, gücümüz, güzelliğimiz vs. İşte, bunlar tehlikeye girdiğinde, yani bunların değer kaybına uğraması, değersizleşmesi, o değerin ya da bu değer vasıtasıyla ulaşmış olduğumuz birtakım başka değerlerin bizden uzaklaşabilmesi ihtimalleri doğduğunda, deyim yerindeyse bizlerde şafak atar. Bunlar çok daha etkili eprövler meydana getirmektedir. Hayatının büyük bölümünde refah ve rahatlık içinde yaşamış, ancak kendi yediği yemeği düşünüp, ancak yiyip içtikten sonra şükreden insanların bu imkanların değişik bir hayat akışı içerisinde birdenbire azalıvermesi, kesilivermesi, ortadan kalkması büyük bir paniğe ve korkuya sebep olur ve işte o zaman, o olay bir imtihan haline gelir.
Hepimiz her an birtakım değişimlere uyum sağlama zorunluluğuyla karşılaşıyoruz ve içimizde bu değişmeye karşı bir zorlanma meydana geliyor. İçinde bulunduğumuz statükoyu, yani artık sabitleşmiş durumu değiştirmek, başka bir hale uyum sağlayabilmek üzere sıkıştırılıyor veya gerginleştiriliyoruz. Gerginlik ve gerilme insan hayatının ayrılmaz bir parçasıdır. Her an bir gerginlik içerisindeyizdir ve bu gerginlik ve gerilme olmadığı sürece, bizler hayattan hiçbir lezzet almayız. Çünkü bizler, içinde bulunduğumuz durumun nasıl olduğunun farkına, ancak kıyas yaparak varabiliriz: İyi bir durumda mıyız, yoksa iyi olmayan
bir durumda mı? Peki, neye göre? Elbette, bu kendi realite şuurumuza göre bir değerlendirmedir ama bunun farkına varabilmemiz için bir gerginlik içerisinde bulunmamız şarttır.
Dolayısıyla, bütün olayları birer esneklik sınavı şeklinde ele almakta çok büyük fayda vardır. Sürekli itilimlere karşı sert bir şekilde cevap vermeksizin. onun ittiği yönde geriye doğru esnemek gerekir. Tıpkı şiddetli rüzgar altında yatan buğday başakları veya kamışlar gibi eğilip, olabildiğince esnemek ve rüzgarın şiddeti azaldıktan sonra tekrar doğrulup dikilmek. İşte, bunu öğrenmeye adayız. Bu esneme yeteneği olmasa, o kamışlar çatır çatır kırılır, hayatiyetleri ortadan kalkar, büyüyemez ve çoğalamazlar. Esneklik gösteremediğimiz takdirde insan için de durum hemen hemen aynıdır. Elbette, esneklik gösteremediğimiz zamanlar da oluyor ama genellikle bu beceriyi sergiliyor ve esneyerek daha büyük değişimlere hazırlık yapabiliyoruz. Daha yüksek seviyeli bir hayat anlayışı, algılama ve şuur alanları içerisine girmeye aday olmaya çalışıyoruz.
Demek ki, hayat içinde başımıza gelen zorlu olaylar, sadece şanssızlığımız yüzünden sürekli üst üste karşımıza çıkan şeyler meselesi değildir. Bunlar bizim karmik telafılerimiz de olabilir. Art arda meydana gelen gerilmelere veya gerginlik meydana getirecek basınçlara maruz kalmak elbette, kolay iş değildir ama bu da bir telafidir. Aslında hayat planımızın gidişatına göre önümüze çıkan veya çıkartılan imkanları herhalde biz sadece %5'ini kullanabildiğimiz, şuurumuzIa değerlendiremediğimiz için değişimin kendine göre olan zaman akışını kaçırmamak bakımından bazı işlereve olayları yaşamaya zorlanırız, bunlar da üst üste karşımıza çıkan sıkıntılar tarzında olur.
Elbette, isteyen kişi en küçük olaydan bile çok dersler çıkarabilir. Kendi realitemizin, şuurlu realitemizin ihtiyacı olan bilgileri, aslında en küçük olayın içerisinden elde etmek de mümkündür.
Hayatın Metamorfozu
Kutsal Kitaplar ve Spiritüalizm'in büyük bilgileri de aynı şeyi ifade ederler: Dünya bir imtihan yeridir ve dünyanın yönetimi ruhların elinde değil de, dünyanın sahibi dediğimiz Dünya Rab'binin elindedir; dünyanın yöneticisi, görüp gözeticisi odur. Bu imtihan yerinin sınavları, eprövleri her zaman gelişmekte olan varlıkların daha fazla gelişebilmeleri için sürekli bir şekilde değiştirilmektedir. Hayatın zaman ve mekan içerisindeki metamorfozu süreklidir. Değişim devamlıdır ve bu değişimi sağlayan da yine, gelişmekte olan o varlıkların ihtiyaçlarıdır. Bir varlık belirli bir kademeye kadar gelmiş ve çeşitli ihtiyaçlarını gidermiştir ama bu kez önünde uzanan, katedeceği yolun ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlara uygun zaman ve zemine, sınanmasına, yani bunlara dayalı tecrübe yapabilmesine ihtiyacı vardır. Dolayısıyla, dünya her zaman bir tecrübe ortamı, yani imtihan yeri olduğundan, her seferinde yeni yeni şeylerle karşılaşırız. Varlığın mütekamil ya da olgunlaşmış olmasının elbette, en sonunda toplumsal olarak da faydası vardır ama bireysel faydası şudur:
Önünüze çıkan sınanma şekillerini veya deneyim hallerini daha rahat, daha kolay, daha derinden halletme imkanınız ortaya çıkar. Dünyanın şartları Dünya Rabbi'ne, yani Ruhsal idare Mekanizması'na bağlı olmak üzere sürekli dengeler halinde tutulur. Birtakım yeni uyum ve tecrübe alanları, yeni esneklik kazanma durumları karşısında insan, esneklik gösterebilme yeteneğini geliştirdikçe bütün kozmik etkilerin, tanıştığı ve tanışmadığı bütün kanunların karşısında da o kanunla yüz yüze gelebilecek derecede bir olgunluğa ve yüceliğe ulaşma yolunda da adımlar atar. İnsanın o kanunları kullanabilme yetisinin oluşabilmesi için bu şarttır çünkü hiçbir şey ezberlemekle olmaz; her şey bir tecrübeden, adeta gerçekten dokunarak, yoklayarak, giyerek, içerek, görerek tecrübe ediliyor. Olgunlaşmaya, kemalata doğru, ancak böyle ilerliyoruz. Bu eprövler alanının şartlarının her an değişmesinin nedeninin varlıkların ihtiyaçlarındaki değişiklik olduğunu belirtmiştik.
Gerçekten de bizler belirli ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra bir ilerleme katederiz ve her ilerlemeden sonra yeni ihtiyaçlar ortaya çıkar. Her ihtiyacın icapları vardır, yani ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek için bazı şeyleri yerine getirmek, bazı imkanları harekete geçirmek zorundayız. Metapsişik terimiyle bunlara icabat, yani icaplar diyoruz. İcaplar değiştikçe bizler de çeşitli yeni şekillerde zorlanırız. Bir önceki hayatımızdaki icaplar şimdiki hayatımızda mevcut değildirler, zaman ve zemin değişmiştir. Fakat ne yazık ki, günümüzde bazı inanç sistemlerinde hep o eski icapların sanki hala mevcut olduğu kanaatiyle hareket ediliyor, "Şu yüce zat şimdi, burada olsa şöyle yapardı, böyle yapardı," deniliyor. Ancak söz konusu kişi şimdi, burada olsa ve geçmişte yaptığının aynısını yapsa, eski kabulleri değiştirmeye gerek duyulmazdı ama kesinlikle eskiden yaptığının aynısını yapmayacaktır.
Bir zamanlar vermiş olduğu kararı, bir zamanlar göstermiş olduğu davranışı; şimdi, şu anın zaman enerjisi ve mekanı bakımından kesinlikle veremez ve yapamazdı. Her şey tamamen değişmiştir, bütün icaplar değişmiştir. Bir zamanlar öyle icap ediyordu çünkü o hareketi yapmasına kolaylık sağlayan her turlu imkan vardı. Ama artık o imkanlar da, o icaplar da yoklar. O devri alıp bugünün şartları içinde aynen yaşatmaya çalışmak, Shakespeare'in oyunlarını oynamak, bugünün teknolojisiyle eski dönem filmleri çekmek gibi olur.
Şunları sormak lazım: "Şimdi, şu anda işler nasıldır? Ne yapabiliriz? Kimleri ikna edebiliriz? Kime ne verebiliriz? Gerçeğe uyar mı, uymaz mı? Uygulaması nasıl yapılabilir? Bunlar şu anda hissediliyor mu?
Hissediliyorsa, ihtiyaç halinde mi hissediliyor, yoksa sadece duygusal tarzda mı? Hatta ezberlenmiş duygular mıdır? Yoksa gerçekten ihtiyaçtan doğan bir şey midir?"
İnançlara dayanan ideolojiler üretmeye çalışanların bütün bunları çok iyi kontrol etmeleri gerekir. Tabiatın ve toplumun ihtiyaç ve zaruret mekanizmalarını, bireylerin ruhsal zaruret ve ihtiyaç mekanizmalarını adamakıllı gözden geçirmek, çok iyi kontrol etmek ve çok iyi tartışmak gerekir.
Bunları dikkate almayan bir akım asla oluşturulamaz, sürdürülemez."
Kaynak; Ergün Arıkdal; Ruh ve Madde Dergisi
Cehalet okumamış olmak, okul bitirmemek değil'dir..
Cehalet okumamış olmak, okul bitirmemek değil'dir..
Cehalet,
3 - 5 kuruşluk, gelip geçici, çıkar menfaat uğruna; kendisinin ve çocuklarının geleceklerini rehin bırakmak, adalete ve insanlığa ters düşecek, karaktersizce davranışlar sergilemektir.
Bu anlamda,
Okulların en yükseğini bitirip, diplomaların en cafcaflısını, iş yerlerinde ki duvarlarına asan bir çok insan; cehaletten kurtulamamış durumda yaşamaktadır.
Etrafınıza şöyle bir göz atın! Göreceksiniz.
.
Cehalet,
3 - 5 kuruşluk, gelip geçici, çıkar menfaat uğruna; kendisinin ve çocuklarının geleceklerini rehin bırakmak, adalete ve insanlığa ters düşecek, karaktersizce davranışlar sergilemektir.
Bu anlamda,
Okulların en yükseğini bitirip, diplomaların en cafcaflısını, iş yerlerinde ki duvarlarına asan bir çok insan; cehaletten kurtulamamış durumda yaşamaktadır.
Etrafınıza şöyle bir göz atın! Göreceksiniz.
.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:
Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,
Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.
Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!
Ne mutlu Türküm diyene!.
Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,
Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.
Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!
Ne mutlu Türküm diyene!.
Bunları Biliyor muydunuz?
Bunları Biliyor muydunuz?
* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”
* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,
* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,
* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,
*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,
* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,
* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...
* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”
* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,
* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,
* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,
*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,
* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,
* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...