GÖKÇEN’İ DERSİM’E ATATÜRK YOLLADI
Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen, Eskişehir Hava Komutanlığı’nda askeri pilot olarak görev yaparken, 1937 yılında Dersim isyanı çıkar.
Gökçen, isyanı bastırmak için düzenlenecek operasyona katılmak için gönüllü olur.
Komutanları Atatürk’ün iznini isterler, Atatürk tereddütsüz kabul eder.
Atatürk Gökçen'e şunları söyler:
“Alacağın görev oldukça çetin! Aldatılmış bir eşkıya çetesi ile karşı karşıya kalacaksın.
Onların da ellerinde bir takım silahlar var.
Uçağın arıza yapacak olursa mecburi inişe geçecek ve sonunda onlara teslim olacaksın.”
Bu sırada kendi silahını çıkarıp Gökçen’e uzatan Atatürk şöyle der:
“Ya karşındakini vuracak ya da kafana sıkacaksın! Teslim olmak yok!”
Gökçen görevini başarıyla tamamlayıp Dersim’den döner. Madalya alır. Dünyanın ilk kadın savaş pilotu olarak tarihe geçer.
Sabiha Gökçen
ALMANLAR STALİN'İN OĞLUNU KURŞUNA DİZDİLER
İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya, Rusya’ya saldırdığında milyonlar cepheye koşar.
Gönüllüler arasında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği lideri Stalin’in oğlu Yakov da vardır.
Yakov, 1941 yılında onbaşı olarak Batı Cephesi’ne gider. Bir süre sonra Almanlara esir düşer.
Almanlar bir ‘ganimet’ ele geçirdiklerini düşünerek hemen Stalin’e haber gönderirler:
“Yakov’un karşılığında, esir düşen Alman generalleri geri istiyoruz!”
Stalin şu yanıtı verir:
“Benim oğlum onbaşı rütbesindedir. Karşılığında size ancak bir onbaşı gönderirim.”
Almanlar kabul etmez, tekliflerinde ısrarcı davranınca Stalin bu kez şu yanıtı verir:
"Benim oğlum bir general etmez!"
Daha sonraki yazışmalar da sonuç vermez. Almanlar Yakov’u kurşuna dizerler.
Yakov, tarihe, İkinci Dünya Savaşı’nda ölen 20 milyon Sovyet vatandaşından sadece biri olarak geçer.
Yakov Çugaşvili, Stalin'in oğlu
MAO: OĞLUM BİNLERCESİNDEN BİRİYDİ
Mao Anjing, Çin devriminin önderi Mao Zedung'un en büyük oğlu idi.
Mao Anjing'in annesi Yang Kayhui, Kuomintang gericileri tarafından 1930'da idam edildi.
Anjing, çocukluğunun bir kısmını sokaklarda yetim olarak geçirdi.
Daha sonra Moskova'da okudu, İkinci Dünya savaşı sırasında Sovyet Ordusu'na katıldı.
1946'da Çin'e döndü.
Moskova’da eğitim aldıktan sonra Pekin’e dönen Anjing, halkını tanımak için köylerde ve fabrikalarda çalışır.
ÇKP yöneticisidir. 1950'de Kore Savaşı başladığında gönüllü yazılır. Daha 23 yaşındadır.
Anjing, General Peng Dehuay’ın piyade birliğine gönderilir. Rusça bildiği için irtibat subayı olarak burada görev yapar.
Çin birlikleri, Kore sınırını sessizce geçer; bundan sonraki saldırılarda ABD uçakları Anjing’in karargâhını bombalar.
24 Kasım 1950’deki bombardımanda Anjing’in birliği bir tünelin içine sığınır.
O ise, açık alanda bulunan bir barakada mahsur kalır. Bombardımanda ölür... Anjing arkadaşlarının yanına defnedilir.
Mao’ya acı haberi veremezler.
Üç ay sonra General Peng Dehuay, Mao’yla bir görüşmesinde Anjing’in ölümünü ağzından kaçırır ve oğlunu koruyamadığı için utanç içinde olduğunu söyler.
Mao bu haberi aldığında derin üzüntü içinde bir süre susar. Sonra kendisini toplar ve şu sözleri sarf eder:
“Devrimci bir savaşta daima bir bedel ödenir. Anjing binlerce kişiden biriydi.
Söz konusu benim oğlum olduğu için bunu özel bir olay olarak görmemelisiniz!”
Mao Zedung'un oğlu Mao Anjing ve eşi Liu Songlin
ATATÜRK ASKERDEN KAÇAN MOLLALARI AZARLADI
İstiklâl Harbi koşullarında da askerlik her vatansevere adeta zorunluydu.
Aydın Kuvayi Milliye teşkilatı 1919'da, 18 yaşındaki gençleri askere çağırdı ve gelmeyenlerin idam edileceğini duyurdu.
İstiklâl Mahkemeleri'nin de en çok uğraştığı konu asker kaçaklarıydı.
Yunan ordusunun Afyon önlerinde cephe kurduğu günlerde, Mustafa Kemal, Konya'yı ziyaret etmişti.
Atatürk'e bu gezide eşlik eden Sovyet Büyükelçisi Aralov'un anılarında yeraldığına göre, Konya'da medreseyi ziyaret eden Mustafa Kemal'den bir hoca, 'talebelerin askere alınmamasını' rica eder.
Mustafa Kemal buna sinirlenir ve şu ifadeleri kullanır:
"Ne o, yoksa sizin için medrese, Yunanlıları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir?
Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde döğüşür, yurt içinde canlarını feda ederken, siz burada, genç; sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz!
Bu asalakların askere alınmaları için hemen yarın emir vereceğim!"
‘Bedelli’ isteyenlerin oğulları askere gitmedi
Sözcü gazetesinde 22 Ekim’de yayımlanan habere göre:
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın oğlu Mücahit Arınç da askerliğini yapmadı. Arınç, bedelli askerliğin en koyu savunucularından.
Abdullah Gül’ün büyük oğlu Ahmet Münir Gül de askerliğini yapmadı. 27 yaşındaki Gül, ABD’de master yapıyor.
Eski Çevre Bakanı Osman Pepe’nin iki oğlu var. Her ikisi de ticaret hayatında hızlı yükselişleriyle dikkat çekmişlerdi.
30 yaşındaki Mustafa Pepe ve 27 yaşındaki İsmail Pepe’nin de askerlik yapmadığı öğrenildi.
Hüseyin Çelik’in iki oğlu da askerlik görevini yapmadı.
Tayyip Erdoğan’ın büyük oğlu Burak’ın çürük raporu alarak askerlik yapmadığı biliniyor.
Erdoğan’ın küçük oğlu Bilal de gurbetçilerin çocukları için çıkarılan ‘1111 sayılı Dövizli Askerlik Yasası’ndan yararlandı.
Bilal Erdoğan, kanunun öngördüğü gibi üç yıl yurtdışında kaldıktan sonra belirlenen dövizi ödedi ve 21 gün Burdur’da askerlik yaptı.
BEDELLİ ASKERLİK OSMANLI’DAN KALMA
Bedelli askerlik, eski bir Osmanlı uygulması. Osmanlı döneminde din adamları, azınlıklar ve İstanbul’da doğmuş olanlar imtiyazlıydı. Osmanlı Devleti, ‘bedel-i nakdi’ uygulamasını, bozulan maliyesini düzeltme yollarından biri olarak görürdü. Bir bedel karşılığı özellikle azınlıklar, paşa ve eşraf çocukları da askerlik yapmazdı. Askerliği yoksul Anadolu çocukları yapardı.
(Aydınlık'tan alıntı)
Bu milletin tek sahibi var: Kendisi!
Yüksek Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur. Türk gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir. Biz de bunu görmekle bahtiyar olacağız. -Mustafa Kemal Atatürk
Belgeyse İşte Belge! İşte Dersim Gerçeği!
Belgeyse İşte Belge! İşte Dersim Gerçeği!
Tarihçi Mehmet Perinçek, Cumhuriyet'in ilk yıllarında yaşanan isyanları Sovyet devlet arşivlerinde araştırdı. Belgeleri "Sovyet Devlet Kaynaklarında Kürt isyanları" kitabında yayımladı.
Tarihçi Mehmet Perinçek, Cumhuriyet'in ilk yıllarında yaşanan isyanları Sovyet devlet arşivlerinde araştırdı. Belgeleri "Sovyet Devlet Kaynaklarında Kürt isyanları" kitabında yayımladı.
Perinçek'in aktardığı bilgiler hem tarihi aydınlatıyor hem de bugünkü saflaşmayı netleştiriyor, işte Sovyetler Birliği'nin isyanlarla ilgili saptamaları:
▪ Bu isyanlar, Devrimci Cumhuriyet'e karşı feodal gerici sınıfların hâkim konumlarını korumak amaçlıdır.
▪ İsyanların gerisinde emperyalist güçler (İngiltere) bulunmaktadır. Emperyalizmin hedefi Devrimci Türkiye'yi yıkarak Sovyetler Birliği'ni güneyden kuşatmaktır.
▪ Ankara Hükümeti isyanları şiddet kullanarak bastırmakta haklıdır. Başka bir politika izlenemez.
Sovyet Devlet Kaynaklarında Kürt İsyanları
▪ Bu isyanlar, Devrimci Cumhuriyet'e karşı feodal gerici sınıfların hâkim konumlarını korumak amaçlıdır.
▪ İsyanların gerisinde emperyalist güçler (İngiltere) bulunmaktadır. Emperyalizmin hedefi Devrimci Türkiye'yi yıkarak Sovyetler Birliği'ni güneyden kuşatmaktır.
▪ Ankara Hükümeti isyanları şiddet kullanarak bastırmakta haklıdır. Başka bir politika izlenemez.
Sovyet Devlet Kaynaklarında Kürt İsyanları
Belgelerle dolu bir kitap!
‘İsyanların arkasında emperyal güçler var’!
İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Araştırma Görevlisi Mehmet Perinçek’in 10 yılı aşkın süredir Rusya’da devlet arşivlerinde yapmakta olduğu çalışmanın son ürünü Kaynak Yayınları tarafından okuyucuya sunuldu. Sovyet Devlet Kaynaklarında Kürt İsyanları kitabı, konusu ile ilgili Türkçedeki ilk kapsamlı kitap oluyor.
‘İsyanların arkasında emperyal güçler var’!
İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Araştırma Görevlisi Mehmet Perinçek’in 10 yılı aşkın süredir Rusya’da devlet arşivlerinde yapmakta olduğu çalışmanın son ürünü Kaynak Yayınları tarafından okuyucuya sunuldu. Sovyet Devlet Kaynaklarında Kürt İsyanları kitabı, konusu ile ilgili Türkçedeki ilk kapsamlı kitap oluyor.
Kitapta, Mehmet Perinçek’in yazdığı ve belgelerin geniş bir değerlendirmesini yaptığı önsözün yanı sıra toplam 22 belge bulunuyor.
Kürt isyanlarını Sovyetler Birliği nasıl değerlendirdi?
Elbette bu konu bir sır değil. Ama böylesine kapsamlı bir çalışma Türkçede ilk defa yayımlanıyor.
Perinçek'in kitabında yer alan belgeler; Rusya Toplumsal, Siyasal Tarih Devlet Arşivi, Rusya Askeri Devlet Arşivi, Rusya Askeri Tarihi Devlet Arşivi, Rusya Federasyonu Devlet Arşivi ve Rusya'nın önde gelen kütüphanelerinden alınmış.
Bu arşivlerin kaynağı Komünist Partisi'nin, Kızıl Ordu'nun, Komünist Enternasyonalin, Sovyet Dışişleri Bakanlığı'nın, Komünist Partisi (SBKP) Gençlik Birliği'nin (Komsomol), Kafkasya ve Orta Asya'daki Komünist Partilerin arşivlerinin, şimdi Rusya Federasyonu yönetimi tarafından düzenlemesiyle oluşturulmuş.
Kürt sorununun olanca yakıcılığı ile ülke gündemimizin baş sırasına yerleştiği bugünlerde, yakın tarihimizde bu konuda yaşanan gelişmelerin Türk'ü ve Kürd'üyle milletimizin bilgisine sunulması son derece önemli.
Bir bütün olarak bakıldığında belgelerde önemli tahliller ve tespitler görüyoruz. Sovyetler Birliği'nin isyanlar karşısındaki net durusu ise günümüz açısından son derece öğretici.
İsyanların altında yatan gerçek!
Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim isyanları, Ankara ile ilişkiler bakımından uluslararası çapta siyasi değerlendirmeler konu olmuşlardır. Sovyet belgelerinde bu isyanlar konusunda son derece net ve kararlı bir tavır vardır.
Aydınlık - 24 Kasım 2011
htpp://www.gazetevatanemek.com/
Kürt isyanlarını Sovyetler Birliği nasıl değerlendirdi?
Elbette bu konu bir sır değil. Ama böylesine kapsamlı bir çalışma Türkçede ilk defa yayımlanıyor.
Perinçek'in kitabında yer alan belgeler; Rusya Toplumsal, Siyasal Tarih Devlet Arşivi, Rusya Askeri Devlet Arşivi, Rusya Askeri Tarihi Devlet Arşivi, Rusya Federasyonu Devlet Arşivi ve Rusya'nın önde gelen kütüphanelerinden alınmış.
Bu arşivlerin kaynağı Komünist Partisi'nin, Kızıl Ordu'nun, Komünist Enternasyonalin, Sovyet Dışişleri Bakanlığı'nın, Komünist Partisi (SBKP) Gençlik Birliği'nin (Komsomol), Kafkasya ve Orta Asya'daki Komünist Partilerin arşivlerinin, şimdi Rusya Federasyonu yönetimi tarafından düzenlemesiyle oluşturulmuş.
Kürt sorununun olanca yakıcılığı ile ülke gündemimizin baş sırasına yerleştiği bugünlerde, yakın tarihimizde bu konuda yaşanan gelişmelerin Türk'ü ve Kürd'üyle milletimizin bilgisine sunulması son derece önemli.
Bir bütün olarak bakıldığında belgelerde önemli tahliller ve tespitler görüyoruz. Sovyetler Birliği'nin isyanlar karşısındaki net durusu ise günümüz açısından son derece öğretici.
İsyanların altında yatan gerçek!
Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim isyanları, Ankara ile ilişkiler bakımından uluslararası çapta siyasi değerlendirmeler konu olmuşlardır. Sovyet belgelerinde bu isyanlar konusunda son derece net ve kararlı bir tavır vardır.
Aydınlık - 24 Kasım 2011
htpp://www.gazetevatanemek.com/
LİBERAL, KAPİTALİST İLLLİZYON VE İSLAMCILAR - H. Prof.dr. Nurullah AYDIN 20 Kasım 2011-ANKARA
Görüşlerini biraz kazıdığımız ve mantıksal sonuçlarına doğru taşıdığınız taktirde görülecektir ki, muhafazakârlar, İslamcılar ve liberaller üretim ve emek alanlarını ortak bir tutumla yok sayarlar. Sadece piyasayı kutsar ve öne çıkarırlar. Ekonomi-siyaset ilişkisini koparır ve birey çıkarlarından ayrı bir toplumsal çıkar ve kamusal hayat bulunmadığını ileri sürerler. Görüşlerinin ve siyasal etkinliklerinin esası budur. Gerisi palavradır.
Bu iddialara karşı sol liberallerden ve liberalizmin etkisi altındaki çevrelerden, örneğin Kürt hareketinden son 20 yıldır esaslı bir itiraz gelmedi. Sanki kapitalizm yokmuş gibi davranıldı. Toplum adeta maddî ve tarihsel temellerinden bağımsız, kültürel bir olgu gibi ele alındı. Bu arada gerçekte kendileri gerçek birer “büyük anlatı” olan liberalizme, demokrasiye ve dinlere yönelik bütün radikal eleştiri de geri çekildi.
Sonuç olarak muhafazakârlar, liberaller, dinciler ve postmodernist felsefenin ağır etkisi altındaki çevreler arasında gerici bir tarihsel blok oluştu. Bu gerici bloka sol liberaller de katkıda bulundu. Sol liberaller, ideolojik olarak bu blokun tahkim edilmesinde esas rolü üstlendi. Bu durum sadece Türkiye’ye özgü bir ideolojik-politik oluşuma değil, küresel bir eğilime işaret ediyordu
Bu gerici tarihsel blok Türkiye’de bütün iktidarı almak, siyasal ve ideolojik hedefleri doğrultusunda rejimi ve toplumu dönüştürmek için 2007 yılının ikinci yarısından itibaren harekete geçti. Bu bağlamda gerçekleştirilen Ergenekon operasyonu Türkiye’de rejimin ABD’nin ve işbirlikçilerinin ılımlı İslam projesi doğrultusunda dönüştürülmesinin en önemli etabını oluşturdu. Bir gericileştirme hamlesiydi ve devam etmektedir.
Ergenekon operasyonunun bu niteliği ve hedefleri başlangıçta sol tarafından yeterince görülemedi. Üzerinde çalışılmış bir siyasal komplo olan Ergenekon operasyonunun felsefî, ideolojik, tarihsel ve siyasal derinliği de yeterince anlaşılamadı. Hatta, derin devlet ya da kontrgerillanın tasfiye edileceğine dair bir umut bile yarattı. Böylece toplumsal muhalefetin bir kesimi bu komplo aracılığıyla liberal-muhafazakâr ittifakın ve iktidarın peşine takılarak yedeklendi.
Tezleri şöyleydi: O, gerçek iktidar değildir; hükümet olmuş, ama iktidar olamamıştır. Gerçek iktidar derin devleti de kapsayacak şekilde asker-sivil bürokratik elittir. Dolayısıyla siyasal mücadele esas olarak devletle sivil toplum ya da merkezle çevre arasında cereyan etmektedir. Dolayısıyla bu bir demokrasi mücadelesidir ve gerçek demokratikleşme de bu çatışmanın içinden gelişecektir. Bu anlayışa göre iktidar,, asker-sivil bürokratik elitin iktidar alanını sınırlandırmaya, sivil toplumun ve demokrasinin alanını ise genişletmeye çalışmaktadır.
Devletin sınıfsal karakterini belirsizleştiren vesayet rejimi kavramsallaştırması da tam bu dönemde yaygınlık kazandı. Hiçbir sınıfsal ve tarihsel bağlama oturmayan bu bilim dışı kavramsallaştırma, gerçekte beşinci sınıf Amerikan sosyologlarından alınmıştı. Durum böyle olmasına karşın bu kavram sosyalistlerin terminolojisine bile girdi. Öyle ki, çatı partisi kurma girişimini sürdüren Kongre Hareketi’nin Program Çerçeve Metni dahi siyasal çatışma alanını ve bu çatışmanın taraflarını bu kavram üzerinden açıkladı.
Ortada trajikomik bir durum, ideolojik bakımdan ise tam bir baştan çıkma hali vardır. Türkiye’deki son politik pratiğine bazı çevrelerce muhafazakâr devrim bile diyebildi. Böylece toplumsal muhalefeti soyut bir vesayet düzenine karşı mücadeleye çağırırken, gerçekte somut bir iktidarı ve yeni devlet düzenini desteklediler.
Oysa yeni yapılanma; küresel aktörlerin belirlediği programa uygun yürütülüyor.
İstenen; Avrupa’nın yüzyıllık hayali, ABD’nin ise 60 yıllık özlemidir.
Şimdiki süreç ise; kimliksizleştirilmiş halk yığınlarının oluşturduğu Anadolu coğrafyası ve 600 yıllık İslam uygarlığının yaşandığı Endülüs/İspanya’da yapılanın tekrarını gerçekleştirmek. Yani Arapların/Müslümanların Endülüs/ispanya devletinin yıkılarak bölgenin Hıristiyan olması için yapılan gibi Anadolu’da aynı strateji uygulanmaktadır.
Türkiye Müslümanları; Arap masallarını, hikayelerini, hurafelerini dinlemekten bölge, dünya ve İslam ve Türk tarihi okumuyorlar. Yani tarih okuma özürlüsü olmaları nedeniyle tarih tekerrür ediyor. Ama onlar için kapitalizm, liberalizm, sosyalizm, muhafazakarlık önemli değil önemli olan yaşadıkları dönemin saltanatı.
Günün Sözü: İlahi varlık, tarih ve vicdanlı insanlar; gaflet, dalalet ve ihaneti affetmez.
Atatürk'ü Ağlatan Ağaç
Ankara, Kurtuluş Savaş’ımızın eşsiz önderine kollarını açtığı günlerde, Çankaya’dan şehre inen yol üzerinde tek bir iğde ağacı varmış; ağaç olarak. Mustafa Kemal, o ağacın önünden geçerken her sefer, yanındakilere gösterir o iğde ağacını, “Bak" dermiş, "Bu benim iğde ağacım”. Bu sevgiyi bilmeyenler, haberli olmayanlar, bir gün yolu genişletmek amacıyla iğde ağacını kesmişler.
Ve Mustafa Kemal onu selamlamak üzere başını çevirdiğinde ağacın yerini bomboş görmüş. Heyecanla “Ne oldu benim ağacıma” diye sormuş. Kesildiğini öğrendiği zaman da iki elini yüzüne kapayarak ağlamaya başlamış.
Bugün koca bozkırın ortasında binlerce ağacın yeşerip göverdiği bir Ankara ve bir Gazi Orman Çiftliği varsa eğer, bunu Mustafa Kemal’ in o günkü gözyaşlarına borçluyuz. Bir iğde ağacı yerine bir orman, binlerce ağaç, binlerce sevgi.
Ve Mustafa Kemal onu selamlamak üzere başını çevirdiğinde ağacın yerini bomboş görmüş. Heyecanla “Ne oldu benim ağacıma” diye sormuş. Kesildiğini öğrendiği zaman da iki elini yüzüne kapayarak ağlamaya başlamış.
Bugün koca bozkırın ortasında binlerce ağacın yeşerip göverdiği bir Ankara ve bir Gazi Orman Çiftliği varsa eğer, bunu Mustafa Kemal’ in o günkü gözyaşlarına borçluyuz. Bir iğde ağacı yerine bir orman, binlerce ağaç, binlerce sevgi.
Atatürk'ün Savanora Hakkında Dedikleri
Atatürk' ün İstanbul' daki mutluluklarından biri Florya' yı keşfetmesi oldu. Birkaç gidip gelmeden sonra buradaki plajı canlandırmaya karar verdi. Deniz köşkü, alaturka deniz hamamı gibi birşeydi. Atatürk denize o kadar ihtiraslı bağlanmıştı ki yıllarca yaz aylarını adeta su içinde geçirdi. Yüzme ve kürek idmanları yapar ve burada da halktan ayrılmazdı. İlk projeye göre Atatürk Köşkü kumsalın sonundaki bir tepecik üstüne yapılacaktı, aşağıda da bir banyo yeri hazırlanacaktı. Kalabalıktan uzaklaşmayı istemedi. Yine ilk projeye göre demiryolu geriye alınacaktı:
Canım, dedi. Ankara' da dağ başında yaşıyorum, İstanbul' da Saraya hapsoluyorum; bırakın burada gelenleri gidenleri, hiç olmassa tren gürültüsü duyayım.
Son zamanlarda Şile' yi görmüş, pek sevmişti yaşasaydı orasını da canlandıracaktı.
Büyükçe tekne olarak emrinde Ertuğrul Yatı vardı. Marmara için yapılmış bu yatla bir defa Karadeniz' e çıkmıştı. Sert bir havada yat az daha batıyordu. Memleket kıyılarını dolaşmak üzere İstanbul' dan uzaklaşınca Denizyolları' nın bir yolcu gemisini seferden alıkoymak gerekiyordu. İşte Atatürk' e yeni bir yat alınması bu gereksinimden doğmuştu.
Amerikalı bir milyoner kadının yaptırmış olduğu Savarona, ileri sürülen bir düşünceye göre Amerika' ya sokulmadığı için, ucuza almıştı. Planlarını görmüş ve yatı çok beğenmişti. Ne yazık ki yat geldği zaman Atatürk'ün ölümcül bir hastalığı vardı. Pek sevdiği bu yatta çok zamanı yatakta geçirdi. Bir gün şöyle dedi:
-Bir çocuk oyuncağını bekler gibi bu yatı beklemiştim. Mezarım mı olacak bu tekne benim?
Atatürk' ü ölüm yatağına Savarona' daki kamarasından bir koltuğun içinde ancak götürebildiler. Yat Dolmabahçe Sarayı önünde boynunu bükerek Atatürk'ü boşuna bekledi.
Canım, dedi. Ankara' da dağ başında yaşıyorum, İstanbul' da Saraya hapsoluyorum; bırakın burada gelenleri gidenleri, hiç olmassa tren gürültüsü duyayım.
Son zamanlarda Şile' yi görmüş, pek sevmişti yaşasaydı orasını da canlandıracaktı.
Büyükçe tekne olarak emrinde Ertuğrul Yatı vardı. Marmara için yapılmış bu yatla bir defa Karadeniz' e çıkmıştı. Sert bir havada yat az daha batıyordu. Memleket kıyılarını dolaşmak üzere İstanbul' dan uzaklaşınca Denizyolları' nın bir yolcu gemisini seferden alıkoymak gerekiyordu. İşte Atatürk' e yeni bir yat alınması bu gereksinimden doğmuştu.
Amerikalı bir milyoner kadının yaptırmış olduğu Savarona, ileri sürülen bir düşünceye göre Amerika' ya sokulmadığı için, ucuza almıştı. Planlarını görmüş ve yatı çok beğenmişti. Ne yazık ki yat geldği zaman Atatürk'ün ölümcül bir hastalığı vardı. Pek sevdiği bu yatta çok zamanı yatakta geçirdi. Bir gün şöyle dedi:
-Bir çocuk oyuncağını bekler gibi bu yatı beklemiştim. Mezarım mı olacak bu tekne benim?
Atatürk' ü ölüm yatağına Savarona' daki kamarasından bir koltuğun içinde ancak götürebildiler. Yat Dolmabahçe Sarayı önünde boynunu bükerek Atatürk'ü boşuna bekledi.
Süngü tak! Yere yat!
Düşman 18 Mart 1915' te donanma saldırısında başarısızlığa uğraması üzerine karadan zorlama yapmak üzerine boğaz dışındaki adalara yığınak yapmaya koyuldu. Bu haber alındıktan sonra 22 Mart 1915' te Çanakkale bölgesinde beşinci ordu kuruldu. Bütün kuvvetler ordu emrindeydi.
Ordu onbeşinci kolorduyu Maydos çevresinde bırakarak 19. tümeni 19 Nisan' da yedek alarak Biga' ya geldi. 25 Nisan 1915' te tanyeri ağarırken Arıburnu ve Seddülbahir bölgesine ilk düşman birlikleri çıktı. Arıburnu' na cıkan kuvvet gözetleme taburunu püskürterek, sonradan Kemalyeri adı verilen yere kadar ilerledi burada arkasından koşup gelen 27. Türk alayı ile karşılaştı.
Düşman çıkarmasını haber alan Mustafa Kemal, Conkbayırı yönünde yürüyen düşmana karşı ordudan emir almayı beklemeden kuvvetlerini harekete geçirdi. Birliklerine kendisi yol bularak Kocaçimen tepesine vardı. Askerlerine orada kısa bir dinlenme vererek, Alata gidilmediği için yanındakilerle yaya olarak Conkbayırına geldi. Orada cephaneleri bittiği için ve düşmanca kovalanan bir gözetleme bölüğüne rastladı:
- Niçin kaçıyorsunuz? Dedi.
- Efendim düşman...
- Nerede düşman?
- İşte... diye 261 rakımlı tepeyi gösterdi.
Gerçekten de düşman birinci avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış, serbestçe ilerliyordu. Askerleri dinlenmeleri için bırakmış ve düşman da bu tepeye gelmişti. Düşman ona kendi askerlerinden daha yakındı. Bulunduğu yere gelseler kuvvetleri pek kötü duruma düşeceklerdi. O zaman bir mantıkla mı yoksa içgüdüsel olarak mı bilinmez kaçan erlere:
- Düşmandan kaçılmaz, dedi.
- Cephanemiz kalmadı, dediler.
- Cephanemiz yoksa süngümüz var, dedi. Ve bağırarak:
- Süngü tak! Dedi. Yere yatırdı. Aynı zamanda Conkbayırı' na doğru ilerleyen piyade alayı ile Cebel bataryasının erlerini marşla bulunduğu yere gelmeleri için emir subayını yoladı. Erler yere yatınca, düşmanda yere yatmıştı. İşte savaşın kazanıldığı an bu andı...
Ordu onbeşinci kolorduyu Maydos çevresinde bırakarak 19. tümeni 19 Nisan' da yedek alarak Biga' ya geldi. 25 Nisan 1915' te tanyeri ağarırken Arıburnu ve Seddülbahir bölgesine ilk düşman birlikleri çıktı. Arıburnu' na cıkan kuvvet gözetleme taburunu püskürterek, sonradan Kemalyeri adı verilen yere kadar ilerledi burada arkasından koşup gelen 27. Türk alayı ile karşılaştı.
Düşman çıkarmasını haber alan Mustafa Kemal, Conkbayırı yönünde yürüyen düşmana karşı ordudan emir almayı beklemeden kuvvetlerini harekete geçirdi. Birliklerine kendisi yol bularak Kocaçimen tepesine vardı. Askerlerine orada kısa bir dinlenme vererek, Alata gidilmediği için yanındakilerle yaya olarak Conkbayırına geldi. Orada cephaneleri bittiği için ve düşmanca kovalanan bir gözetleme bölüğüne rastladı:
- Niçin kaçıyorsunuz? Dedi.
- Efendim düşman...
- Nerede düşman?
- İşte... diye 261 rakımlı tepeyi gösterdi.
Gerçekten de düşman birinci avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış, serbestçe ilerliyordu. Askerleri dinlenmeleri için bırakmış ve düşman da bu tepeye gelmişti. Düşman ona kendi askerlerinden daha yakındı. Bulunduğu yere gelseler kuvvetleri pek kötü duruma düşeceklerdi. O zaman bir mantıkla mı yoksa içgüdüsel olarak mı bilinmez kaçan erlere:
- Düşmandan kaçılmaz, dedi.
- Cephanemiz kalmadı, dediler.
- Cephanemiz yoksa süngümüz var, dedi. Ve bağırarak:
- Süngü tak! Dedi. Yere yatırdı. Aynı zamanda Conkbayırı' na doğru ilerleyen piyade alayı ile Cebel bataryasının erlerini marşla bulunduğu yere gelmeleri için emir subayını yoladı. Erler yere yatınca, düşmanda yere yatmıştı. İşte savaşın kazanıldığı an bu andı...
ÇANAKKALE GEÇİLMEZ
10 Ağustos 1915. Conkbayırı' nı almak ve bütün boğaza hakim olmak için
İngilizler 20.000 kişilik bir kuvvetle günlerce kazdıkları siperlere
yerleşmişler, hücum anını bekliyorlardı. Gecenin karanlığı tamamen kalkmış, tan
ağarmak üzereydi. 8. tümen komutanı ve diğer subaylarını çağırdım:
- Mutlaka düşmanı yeneceğinize inanıyorum ancak siz acele etmeyin, evvela ben
ileri gideyim, size ben kırbacımla işaret vediğim zaman hep birlikte
atılırsınız. Bu durumdan askerlerini de haberdar etmelerini istedim. Hücüm
baskın şeklinde olacaktı. Sakin adımlarla ve süzülerek düşmana 20-30 metre
yaklaştım. Binlerce askerin bulunduğu Conkbayırı' ndan ses çıkmıyordu. Dudaklar
sessizce bu sıcak gecede dua ediyordu. Kontrol ettim. Kırbacımı başımın üstüne
kaldırıp çevirdim ve birden aşağı indirdim. Saat 4.30 da kıyametler kopmuştu.
İngilizler neye uğradıklarını şaşırmıştı. ^^Allah Allah^^ sesleri bütün
cephelerde, karanlıkta gökleri yıkıyordu.
Her taraf duman içinde ve heyecan her yere hakim olmuştu. Düşmanın topçu ateşi
büyük çukurlar açıyor, her tarafa şarapnel ve kurşun yağıyordu. Büyük bir
şarapnel parçası tam kalbimin üzerine çarptı, sarsıldım, elimi göğsüme götürdüm,
kan akmıyordu. Olayı Yarbay Servet Bey'den başka kimse görmemişti. Ona
parmağımla susmasını emrettim. Çünkü vurulduğumun duyulması bütün cephelerde
panik yaratabilirdi. Kalbimin üzerinde bulunan saat param parça olmuştu. O gün
akşama kadar birliklerin başında daha hırslı olarak çarpmıştım. Yalnız bu
şarapnel vücudumla kalbimin üzerinde aylarca gitmeyen derin bir kan lekesi
bırakmıştı.
Aynı günün gecesi, yani 10 Ağustos günü, beni mutlak ölümden kurtaran ve
parçalanan saatimi Ordu Komutanı Liman von Sanders Paşa' ya hatıra olarak
verdim. Çok şaşırmış, heyecanlanmıştı. Kendisi de alıp cep saatini bana hediye
etti. Bu hücumlarda İngilizler binlerce ölü bırakarak tamamen geri çekildi ve
Çanakkale' nin geçilmeyeceğini iyice anlamış oldular.
İngilizler 20.000 kişilik bir kuvvetle günlerce kazdıkları siperlere
yerleşmişler, hücum anını bekliyorlardı. Gecenin karanlığı tamamen kalkmış, tan
ağarmak üzereydi. 8. tümen komutanı ve diğer subaylarını çağırdım:
- Mutlaka düşmanı yeneceğinize inanıyorum ancak siz acele etmeyin, evvela ben
ileri gideyim, size ben kırbacımla işaret vediğim zaman hep birlikte
atılırsınız. Bu durumdan askerlerini de haberdar etmelerini istedim. Hücüm
baskın şeklinde olacaktı. Sakin adımlarla ve süzülerek düşmana 20-30 metre
yaklaştım. Binlerce askerin bulunduğu Conkbayırı' ndan ses çıkmıyordu. Dudaklar
sessizce bu sıcak gecede dua ediyordu. Kontrol ettim. Kırbacımı başımın üstüne
kaldırıp çevirdim ve birden aşağı indirdim. Saat 4.30 da kıyametler kopmuştu.
İngilizler neye uğradıklarını şaşırmıştı. ^^Allah Allah^^ sesleri bütün
cephelerde, karanlıkta gökleri yıkıyordu.
Her taraf duman içinde ve heyecan her yere hakim olmuştu. Düşmanın topçu ateşi
büyük çukurlar açıyor, her tarafa şarapnel ve kurşun yağıyordu. Büyük bir
şarapnel parçası tam kalbimin üzerine çarptı, sarsıldım, elimi göğsüme götürdüm,
kan akmıyordu. Olayı Yarbay Servet Bey'den başka kimse görmemişti. Ona
parmağımla susmasını emrettim. Çünkü vurulduğumun duyulması bütün cephelerde
panik yaratabilirdi. Kalbimin üzerinde bulunan saat param parça olmuştu. O gün
akşama kadar birliklerin başında daha hırslı olarak çarpmıştım. Yalnız bu
şarapnel vücudumla kalbimin üzerinde aylarca gitmeyen derin bir kan lekesi
bırakmıştı.
Aynı günün gecesi, yani 10 Ağustos günü, beni mutlak ölümden kurtaran ve
parçalanan saatimi Ordu Komutanı Liman von Sanders Paşa' ya hatıra olarak
verdim. Çok şaşırmış, heyecanlanmıştı. Kendisi de alıp cep saatini bana hediye
etti. Bu hücumlarda İngilizler binlerce ölü bırakarak tamamen geri çekildi ve
Çanakkale' nin geçilmeyeceğini iyice anlamış oldular.
Yeni yazıyı uygulama hususunda Falih Rıfkı'yı şaşırtan Atatürk'ün tespiti
Atatürk 1928 yılı Haziran' ında, yeni Türk Alfabesi' nin tespiti ile ilgili bir komisyon kurulmasını istedi. Çalışmaların
sonucu olan alfabeyi Ata'ya Falih Rıfkı Atay getirdi. Atatürk bunları uzun uzun inceledi ve sordu:
- Yeni yazıyı uygulamak için ne düşündünüz?
Falih Rıfkı:
- Bir onbeş yıllık uzun, bir de beş yıllık kısa süreli iki öneri
var dedi.
Öneri sahiplerine göre ilk zamanlar iki yazı bir arada öğrenilecekti. Gazeteler
yarım sütundan başlayarak yavaş yavaş yeni yazılı kısmı artıracaklardı. Daireler
ve yüksek okullar içinde bazı yöntemler düşünülmüştü. Atatürk Falih Rıfkı'ya
baktı:
-Bu, ya üç ayda olur ya da hiç olmaz, dedi.
Hayli radikal bir devrimci iken Falih Rıfkı dahi şaşırmış ve bakakalmıştı.
Atatürk devam etti ve:
- Çocuğum, dedi, gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman dahi herkes bu
eski yazılı parçayı okuyacaktır. İşte bu yüzden olmaz, dedi.
sonucu olan alfabeyi Ata'ya Falih Rıfkı Atay getirdi. Atatürk bunları uzun uzun inceledi ve sordu:
- Yeni yazıyı uygulamak için ne düşündünüz?
Falih Rıfkı:
- Bir onbeş yıllık uzun, bir de beş yıllık kısa süreli iki öneri
var dedi.
Öneri sahiplerine göre ilk zamanlar iki yazı bir arada öğrenilecekti. Gazeteler
yarım sütundan başlayarak yavaş yavaş yeni yazılı kısmı artıracaklardı. Daireler
ve yüksek okullar içinde bazı yöntemler düşünülmüştü. Atatürk Falih Rıfkı'ya
baktı:
-Bu, ya üç ayda olur ya da hiç olmaz, dedi.
Hayli radikal bir devrimci iken Falih Rıfkı dahi şaşırmış ve bakakalmıştı.
Atatürk devam etti ve:
- Çocuğum, dedi, gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman dahi herkes bu
eski yazılı parçayı okuyacaktır. İşte bu yüzden olmaz, dedi.
Mısır'da bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal'i görmeye gelmişti
Birgün Müslüman memleketlerinden birinde (Mısır'da) bağımsızlık davası için
çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal'i görmeye gelmişti. Kendisine:
-"Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz?" diye sordu.
Olabilecek şey değildi ama insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal:
-"Yarım milyonunuz bu uğurda ölür mü?" diye sordu.
Adamcağız yüzüne bakakaldı.
-"Fakat Paşa Hazretleri yarım milyonumuzun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz
olacaksınız ya..."
-"Benimle olmaz beyefendi hazretleri, yalnız benimle olmaz. Ne vakit halkınızın
yarım milyonu ölmeye karar verirse, o zaman gelip beni ararsınız."
çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal'i görmeye gelmişti. Kendisine:
-"Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz?" diye sordu.
Olabilecek şey değildi ama insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal:
-"Yarım milyonunuz bu uğurda ölür mü?" diye sordu.
Adamcağız yüzüne bakakaldı.
-"Fakat Paşa Hazretleri yarım milyonumuzun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz
olacaksınız ya..."
-"Benimle olmaz beyefendi hazretleri, yalnız benimle olmaz. Ne vakit halkınızın
yarım milyonu ölmeye karar verirse, o zaman gelip beni ararsınız."
Atatürk'ün bahçe mimarı Mevlüt Baysal anlatıyor
Çankaya Köşkü'nün bahçesini yapıyordum. Bir gün Atatürk, yaveri ve ben bahçede
dolaşıyorduk. Çok ihtiyar ve geniş bir ağaç Ata'nın geçeceği yolu kapatıyordu.
Ağacın bir yanı dik bir sırt, diğer yanı suyu çekilmiş bir havuzdu. Ata, havuz
tarafındaki kısma yaslanarak karşıya geçti. Derhal atıldım:
Ağacın bir yanı dik bir sırt, diğer yanı suyu çekilmiş bir havuzdu. Ata, havuz
tarafındaki kısma yaslanarak karşıya geçti. Derhal atıldım:
- Emrederseniz derhal keselim Paşam!
Bir an yüzüme baktı, sonra:
- Yahu, dedi, sen hayatında böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin!
Bir an yüzüme baktı, sonra:
- Yahu, dedi, sen hayatında böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin!
Atatürk'ün duygusal bir öyküsü
Gazi Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rasladık. Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.
- Merhaba nine
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
- Merhaba dedi.
- Nereden gelip nereye gidiyorsun? Kadın şöyle bir duralayıp,
- Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını salladı.
- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.
- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da.... Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.
- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı? Kadını birden yüzü sertleşti.
- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver. Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek,
- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu. Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı;
- Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm.
Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.
Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;
"Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun."
- Merhaba nine
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
- Merhaba dedi.
- Nereden gelip nereye gidiyorsun? Kadın şöyle bir duralayıp,
- Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını salladı.
- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.
- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da.... Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.
- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı? Kadını birden yüzü sertleşti.
- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver. Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek,
- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu. Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı;
- Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm.
Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.
Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;
"Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun."
Ataturk'un En sevdigi hikayelerdenmis. Arada kendi anlatir, arada baskasna anlattirir, hep gulermis.
Ataturk'un En sevdigi hikayelerdenmis. Arada kendi anlatir, arada baskasna anlattirir, hep gulermis.
Yesilayci bir profesor bir konferans veriyor. Bir ara dinleyicilere sormus:
"Bir esegin onune iki kova koysaniz. Biri su dolu, biri raki. Hangisini icer?"
Cevabi kendi veriyor: "Tabii suyu."
Gene bitirmiyor soruyor: "Neden?"
Arkadan bir bekri soz aliyor. Yuksek sesle cevapliyor.
"Esekliginden."
Ataturk bu cevaba bayiliyor. Guluyor, guluyor.
Bir aksam Orman ciftliginde yaninda erkani, acik havada oturuyorlar.
Rakilarini yudumluyorlar. Biraz ilerde 15-16 yaslarinda bir ciftci cocuk calisiyor. Ataturk el edip, cagiriyor. Soruyor:
"Soyle cocuk: Bir esegin onune iki kova koysan. Biri raki dolu, biri su. Hangisini icer?"
Anadolu tosunu yutkunuyor. Bakiyor. Gazi Pasa Hazretlerinin ve yanindaki muhterem zevatin onunde raki kadehleri. Devletin en buyukleri...Esas vaziyetine geciyor:
"Rakiyi kumandanim!"
Ataturk kahkahayi basiyor. Herkes saskin. Ata onlara donuyor. Muzip:
"Aman beyler! Neden diye sormayin!"
Yesilayci bir profesor bir konferans veriyor. Bir ara dinleyicilere sormus:
"Bir esegin onune iki kova koysaniz. Biri su dolu, biri raki. Hangisini icer?"
Cevabi kendi veriyor: "Tabii suyu."
Gene bitirmiyor soruyor: "Neden?"
Arkadan bir bekri soz aliyor. Yuksek sesle cevapliyor.
"Esekliginden."
Ataturk bu cevaba bayiliyor. Guluyor, guluyor.
Bir aksam Orman ciftliginde yaninda erkani, acik havada oturuyorlar.
Rakilarini yudumluyorlar. Biraz ilerde 15-16 yaslarinda bir ciftci cocuk calisiyor. Ataturk el edip, cagiriyor. Soruyor:
"Soyle cocuk: Bir esegin onune iki kova koysan. Biri raki dolu, biri su. Hangisini icer?"
Anadolu tosunu yutkunuyor. Bakiyor. Gazi Pasa Hazretlerinin ve yanindaki muhterem zevatin onunde raki kadehleri. Devletin en buyukleri...Esas vaziyetine geciyor:
"Rakiyi kumandanim!"
Ataturk kahkahayi basiyor. Herkes saskin. Ata onlara donuyor. Muzip:
"Aman beyler! Neden diye sormayin!"
Atatürk'ün Leblebilerini Yürüten Çocuk Hanri
9 Ekim 1937’de Atatürk’ün kıvırcık saçlarını okşadığı ve trenine aldığı 7.5 yaşındaki çocuk, şu an 81'inde ve en geniş Atatürk fotoğraf arşivine sahip. Hanri Benezus 73 yıl önceki buluşmayı anlattı.
Atatürk, Nazilli’de bir basma fabrikası açılşıının ardından Aydın’da çeşitli ziyaretlerde bulunur. Ortaklar’a da uğrar. Onu karşılayan heyette istasyon müdürü, muhtar ve incir kooperatifinin katibi vardır. Katibin oğlu da babasının paçasına yapışarak, ’ben de Atatürk’ü karşılamaya geleceğim der’ ve 73 yıl önceki buluşma gerçekleşir.
Eski iş adamı, yazar ve Atatürk fotoğrafları arşivcisi Hanri Benazus, Banu Güven’le Artı’ya konuk oldu.
Ailesinin kökeniyle ilgili, 500 yıl önce göç ettiklerini bildiğini, ABD’de dönüşü uğramak zorunda kaldığı Fas’ta, ülkenin en varlıklı ailesiyle aynı soyadını taşıdığını öğrendiğini ve onların da Berberi kökenli olduğunu belirten Benazus, "Atatürk ismimi sordu ben de Hanri dedim. Bana niye Ahmet, Mehmet, Mustafa diye sormadı ve ben o gün bu nedenle Türk oldum’ diyerek, 9 Ekim 1973’ü anlattı:
"Atatürk’ün geleceği söylendi ve karşılama heyeti oluşturuldu. Okur yazar olan istasyon müdürü, muhtar ve babam heyetteki isimlerdi. Ağladım, sızladım, babamın eteklerine yapışıp zorla ben de karşılamaya gittim.
Tren geldi ve kendisi indiler. Köylülerin arasına girdi. Ortaklar köylüleri ve civardaki diğer köylerden gelenlere hitap etti. Çocuk aklımla yaptım ki iyiki de yapmışım, babamın elini bırakarak yanına gittim. Atatürk de, o zaman kıvır kıvır olan saçlarımla oynadı ve elimden tuttu. Konuşması bitince beni de trenine bindirdi.
"LEBLEBİLERİ YÜRÜTTÜM"
Terene bindik, kompartımanına gittik, camını açtı ve ben karşısında oturdum. Rakı ve beyaz leblebi getirdiler. O zaman bizim için leblebi çok büyük nimetti. Atatürk kadehini kaldırarak köylülere ‘senin şerefine, senin şerefine’ derken, ben de leblebilerini yürüttüm. Kendisi fark etti ve bir işaretle garson yeni kase getirdi. 2. kase, 3. kase derken benim cepletim dolmuştu.
Ben 27 Mart 1930 doğumluyum ve o zaman 7.5 yaşındaydım. 2. sınıfa gidiyordum. Okulda ve evde hep Atatürk konuşulurdu. Benimle sohbet etti, okulu, öğretmenleri ve eksikleri sordu. Çocuklara çok düşkündü. O kadar ki onların her yaptığıyla ilgilenirdi. Neredeysde her gün ne yiyip içtiğimizi soracak kadar ilgi gösterdi.
"O GÜN TÜRKLÜĞE TERFİ ETTİM"
"Kimin çocuğusun, ne yapıyorsun, babamın işi ne, kaçıncı sınıftasın diye sordu. İşte burada her zaman her yerde anlattığım Atatürk’ün en güzel tarafını gördüm. Adımı sordu, Hanri dedim. Neden Ahmet, Mehmet, Mustafa değil demedi. Bu beni o günden itibaren tam anlamıyla Türklüğe terfi ettirdi. Ben Türküm. Kendimi Türk olarak görüyorum ve artık öyle lanse ediyorum. Başka türlü düşünmem mümkün değil."
‘GECE FOTOĞRAFI YOKTUR"
"Bana özel fotoğrafçısı Cemal ışıksel anlatmıştı. Atatürk’ün gece ve kapalı alanda çekilmiş fotoğrafı yoktur. Ortaklar’a da hava karardıktan sonra gelmişti. O yüzden o güne dair fotoğraf yok. Trablusgarp Savaşı'nda sol gözüne şarapnel parçası gelmişti. O zaman forotğrafların flaşları yoktu ve zamanın tekniğinden dolayı gözleri rahatsız oluyordu."
ATATÜRK'ÜN SESİ
"Son zamanlarda tartışılan bir konu bu. Birkaç kişi daha sordu bana. Onuncu Yıl Nutku'nu dinleyerek büyüyen bir nesilden geldim ben. Oradaki ses kesinlikle Atatürk’ün sesi değil. Tok ve yumuşak bir sesi vardı. O ince ses onun değil. Yeni yayınlanan nutku dinlemedim ve o yüzden bir şey diyemem."
"BİR DEV GÖRMEYE GİTTİM"
"O gün, çocuklukla ilgili bir şey bu, duyduklarımdan hareketle ben bir dev görmeye gittim. Çocuk kafamda düşmanı denize döktü, vatanı kurtardı, cumhuriyeti ilan etti ya, o bir devdi. İlk gördüğümde hayal kırıklığına uğradım; herkesin boyunda normal bir insandı. Bunun yanında bir özelliği vardı. O kalabalığın içinde yalnız onu görüyordunuz. O gün, yanından ayrıldıktan sonra gerçek devliğin ne olduğunu anladım."
FOTOĞRAF MERAKI
"Bir karar sonrası fotoğrafları toplamaya başlamadım. 17 yaşındaydım ve bir Atatürk fotoğrafı aldım. İkinciye rastladım aldım ve almaya devam ettim. İş hayatımda imkanlarım vardı, iki fotoğraf için ABD’ye bile gittim, negatifleriyle birlikte aldım ve döndüm. 17’de başladım, 81’imin içindeyim ve yıllardır topluyorum."
Benazus’un sergisi bugün (10 kasim 2010) Ankara’da açıldı.
Atatürk, Nazilli’de bir basma fabrikası açılşıının ardından Aydın’da çeşitli ziyaretlerde bulunur. Ortaklar’a da uğrar. Onu karşılayan heyette istasyon müdürü, muhtar ve incir kooperatifinin katibi vardır. Katibin oğlu da babasının paçasına yapışarak, ’ben de Atatürk’ü karşılamaya geleceğim der’ ve 73 yıl önceki buluşma gerçekleşir.
Eski iş adamı, yazar ve Atatürk fotoğrafları arşivcisi Hanri Benazus, Banu Güven’le Artı’ya konuk oldu.
Ailesinin kökeniyle ilgili, 500 yıl önce göç ettiklerini bildiğini, ABD’de dönüşü uğramak zorunda kaldığı Fas’ta, ülkenin en varlıklı ailesiyle aynı soyadını taşıdığını öğrendiğini ve onların da Berberi kökenli olduğunu belirten Benazus, "Atatürk ismimi sordu ben de Hanri dedim. Bana niye Ahmet, Mehmet, Mustafa diye sormadı ve ben o gün bu nedenle Türk oldum’ diyerek, 9 Ekim 1973’ü anlattı:
"Atatürk’ün geleceği söylendi ve karşılama heyeti oluşturuldu. Okur yazar olan istasyon müdürü, muhtar ve babam heyetteki isimlerdi. Ağladım, sızladım, babamın eteklerine yapışıp zorla ben de karşılamaya gittim.
Tren geldi ve kendisi indiler. Köylülerin arasına girdi. Ortaklar köylüleri ve civardaki diğer köylerden gelenlere hitap etti. Çocuk aklımla yaptım ki iyiki de yapmışım, babamın elini bırakarak yanına gittim. Atatürk de, o zaman kıvır kıvır olan saçlarımla oynadı ve elimden tuttu. Konuşması bitince beni de trenine bindirdi.
"LEBLEBİLERİ YÜRÜTTÜM"
Terene bindik, kompartımanına gittik, camını açtı ve ben karşısında oturdum. Rakı ve beyaz leblebi getirdiler. O zaman bizim için leblebi çok büyük nimetti. Atatürk kadehini kaldırarak köylülere ‘senin şerefine, senin şerefine’ derken, ben de leblebilerini yürüttüm. Kendisi fark etti ve bir işaretle garson yeni kase getirdi. 2. kase, 3. kase derken benim cepletim dolmuştu.
Ben 27 Mart 1930 doğumluyum ve o zaman 7.5 yaşındaydım. 2. sınıfa gidiyordum. Okulda ve evde hep Atatürk konuşulurdu. Benimle sohbet etti, okulu, öğretmenleri ve eksikleri sordu. Çocuklara çok düşkündü. O kadar ki onların her yaptığıyla ilgilenirdi. Neredeysde her gün ne yiyip içtiğimizi soracak kadar ilgi gösterdi.
"O GÜN TÜRKLÜĞE TERFİ ETTİM"
"Kimin çocuğusun, ne yapıyorsun, babamın işi ne, kaçıncı sınıftasın diye sordu. İşte burada her zaman her yerde anlattığım Atatürk’ün en güzel tarafını gördüm. Adımı sordu, Hanri dedim. Neden Ahmet, Mehmet, Mustafa değil demedi. Bu beni o günden itibaren tam anlamıyla Türklüğe terfi ettirdi. Ben Türküm. Kendimi Türk olarak görüyorum ve artık öyle lanse ediyorum. Başka türlü düşünmem mümkün değil."
‘GECE FOTOĞRAFI YOKTUR"
"Bana özel fotoğrafçısı Cemal ışıksel anlatmıştı. Atatürk’ün gece ve kapalı alanda çekilmiş fotoğrafı yoktur. Ortaklar’a da hava karardıktan sonra gelmişti. O yüzden o güne dair fotoğraf yok. Trablusgarp Savaşı'nda sol gözüne şarapnel parçası gelmişti. O zaman forotğrafların flaşları yoktu ve zamanın tekniğinden dolayı gözleri rahatsız oluyordu."
ATATÜRK'ÜN SESİ
"Son zamanlarda tartışılan bir konu bu. Birkaç kişi daha sordu bana. Onuncu Yıl Nutku'nu dinleyerek büyüyen bir nesilden geldim ben. Oradaki ses kesinlikle Atatürk’ün sesi değil. Tok ve yumuşak bir sesi vardı. O ince ses onun değil. Yeni yayınlanan nutku dinlemedim ve o yüzden bir şey diyemem."
"BİR DEV GÖRMEYE GİTTİM"
"O gün, çocuklukla ilgili bir şey bu, duyduklarımdan hareketle ben bir dev görmeye gittim. Çocuk kafamda düşmanı denize döktü, vatanı kurtardı, cumhuriyeti ilan etti ya, o bir devdi. İlk gördüğümde hayal kırıklığına uğradım; herkesin boyunda normal bir insandı. Bunun yanında bir özelliği vardı. O kalabalığın içinde yalnız onu görüyordunuz. O gün, yanından ayrıldıktan sonra gerçek devliğin ne olduğunu anladım."
FOTOĞRAF MERAKI
"Bir karar sonrası fotoğrafları toplamaya başlamadım. 17 yaşındaydım ve bir Atatürk fotoğrafı aldım. İkinciye rastladım aldım ve almaya devam ettim. İş hayatımda imkanlarım vardı, iki fotoğraf için ABD’ye bile gittim, negatifleriyle birlikte aldım ve döndüm. 17’de başladım, 81’imin içindeyim ve yıllardır topluyorum."
Benazus’un sergisi bugün (10 kasim 2010) Ankara’da açıldı.
Mustafa Kemal Atatürk “bugün”ün cevabını “dün”den vermişti
Kendi kurduğu Meclis’te anılacak Abdülmecit için “Batı’nın baskısına boyun eğdi” diyen Atatürk, BOP hayalcilerini de uyarmıştı!
1 - Devleti parçalatan ‘açılım’cı padişah
Atatürk, AKP’nin ’reformcu’ diye Meclis’te anacağı Osmanlı padişahı Abdülmecit için çok net tavır koymuştu: Batı’nın tazyikiyle gayrimüslim unsurları memnun etmeye çalıştı, ülkeyi ‘vesayet’ noktasına getirdi.
2 - BOP tipi projeleri 90 yıl önce gördü
Büyük önder Atatürk, İslâm şemsiyesi altında Yeni Osmanlı hayalleri kuranları da BOP ülkelerinin adlarını dahi tek tek vererek uyarıyor: Pan-İslamizm hayaldir. Akla, mantığa, bilime aykırıdır. Sonu hüsran olur.
Mustafa Kemal Atatürk “bugün”ün cevabını “dün”den vermişti
İki gün önceki yazımda Mustafa Kemal Atatürk’ü anlamadan devleti yönetemezsiniz, demiştim.
“Atatürkçü” olmak zorunda değilsiniz ama “Atatürk”ü anlamak zorundasınız. ,
Mustafa Kemal İstiklâl Savaşının başkomutanıdır. Bu cumhuriyetin kurucusudur.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, şimdi Mustafa Kemal’i anlama temrinleri yapıyor. 10 Kasım’da Ankara’da Millî Kütüphanedeki konuşmasında Atatürk’ten sözler almış ve onun millet tarifine tam olarak katıldığını söylemişti. Kısaca: Atatürk milleti “ırk” üzerine tarif etmiyordu. (Aklı olan “ırk” üzerine tarif etmez zaten!)
Ama her milletin, her cemaatin, her cemiyetin bir adı vardır... Atatürk bu adı vermiş, ama Recep Tayyip Erdoğan bundan imtina ederek sadece bir “cemiyet” demiştir.
Hükûmeti kuranlar eski MSP’liler...
R. T. Erdoğan, MSP’nin gençlik kolu başkanlığına ve Akıncılar Derneği’ne uzanıyor. Bu partide ve bu dernekte faaliyet gösterenler Mustafa Kemal’i peşin mahkûm etmişlerdir.
Mustafa Kemal onların görüşünde;
Osmanlı’yı yıkmıştır,
Hilâfeti kaldırmıştır,
Müslümanlar arasına tefrika sokmuştur...
Ve
“Türk” demiştir.
Bir: Osmanlı’yı yıkan Mustafa Kemal değildir... (Ayrıntıya girmek çok ayıp! Herkesin bilmesi gereken bir husus çünkü.)
İki: Hilâfeti kaldırsa ne olur, kaldırmasa ne olur... Esbab-ı mucibesi Çehar Yar-i Güzin’den sonra tedricen yok olmuştur.
Üç: “Türk” demiştir, diyorlar
Şimdi Mustafa Kemal gibi konuşayım!
Efendiler! Ne diyecekti? Bu toprakların aslî unsuru ve hâkim unsuru Türk’tür ve Türk bayrağı altında bütün anâsır (unsurlar, etnik gruplar) toplanmıştır. Bütün anâsırın adıdır Türk!
“Türk” demenin “ırkçılık” demek olduğunu kim öğrettiyse bunlara onun asıl niyetini sorgulamak gerekir.
Asıl niyet belli.
Bütün bunların cevabını “dün” Mustafa Kemal Atatürk vermiştir.
Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları, “bugün”ün cevabını arıyorsa “dün”e bakmalıdır.
***
R. T. Erdoğan ve arkadaşlarına kolaylık olması için Mustafa Kemal’in bugünü açıklayan sözlerini aşağıya alacak ve yer yer araya gireceğim.
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Mustafa Kemal’in konuşmalarını “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” başlığı altında üç cilt hâlinde bir araya getirmiştir (2006).
Başlığına bakarak metin üzerinde oynandığını sanmayın... Atatürk hangi kelimeleri kullanmışsa onu vermişler.
Mustafa Kemal, çok güzel konuşuyor. Natıkası güçlü... Muhâkemesi derin ve veciz.
Öyle metinler var ki, mekteplerde okuma parçaları olarak ama kelimeleri hiç değiştirilmeden okutulmalı, öğrencilerin veciz anlatımlarına yardımcı olunmalıdır.
Bir metni anlaşılmıyor diye değiştirirsen, o metin o şahsın olmaktan çıkar.
***
Mustafa Kemal Pan-İslâmizme dair bugünün İslâm dünyasındaki olaylarına ışık tutacak sözler söylüyor...
R. T. Erdoğan’dan önce ustası Necmettin Erbakan merhum, çok heveslenmişti Müslüman devletler ortak pazarına, Müslümanlar arası dayanışmaya... Hepsi sanki “ideal Müslümanlığı” idrak etmiş, geriye bir araya gelmeleri kalmış gibi. Recep Tayyip Erdoğan da ustasının izinde yürüdü...
Mustafa Kemal’i dinleyelim:
Pan-İslâmizm hayaldir ve sonu da hüsrandır...
ABD’nin kotardığı Büyük Ortadoğu Projesi’nde eşbaşkanlık görevi üstlenen ve “İslâm” şemsiyesi altında Yeni Osmanlı hayalleri kuran AKP’ye Mustafa Kemal, itiraza mahal bırakmayacak şekilde bir ders veriyor. Atatürk, bu maceranın sonunun hüsran olacağını şöyle anlatıyor:
“... Efendiler, münferiden malik olduğumuz akide-i siyasiyeyi ifade edebiliriz; bunun mahallî ifadesi Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin kanunları ve bu kanunların esbab-ı mucibe lâyihaları değildir! Efendiler, Panislâmizmi ben şöyle anlıyorum: Bizim milletimiz ve onu temsil eden Hükümetimiz bittabi dünya yüzünde mevcut bilcümle dindaşlarımızın mesut ve müreffeh olmasını isteriz. Dindaşlarımızın muhitat-ı muhtelifede vücuda getirmiş oldukları heyeti içtimaiyenin müstakilleri yaşamasını isteriz. Bununla âli bir zevk ve saadet duyarız. Bütün beşeriyet-i islâmiyenin, dünyayı İslâmiyetin refah ve saadeti kendi refah ve saadetimiz gibi kıymetlidir! Ve bununla çok alâkadarız. Ve bütün onların dahi aynı suretle bizim saadetimizle alâkadar olduklarına şahidiz. Ve bu her gün müncelidir. Fakat Efendiler! Bu heyet-i içtimaiyenin büyük bir imparatorluk, maddi bir imparatorluk halinde bir noktadan sevk ve idaresini düşünmek istiyorsak bu bir hayaldir! İlme, mantığa, fenne muhalif bir şeydir! Efendiler dikkat buyurunuz ve bir hakikat-i tarihiye, bir hakikat-i fenniye ve ilmiye olarak daima hatırda tutunuz ki bir cism-i siyasinin hududunu geçemiyeceği bir gaye-i kuvva vardır! Nasıl ki bir insanın hüsn-ü teşekkülü için birtakım mâkul ve tabii hatlar vardır. Eğer bu hatlarda gayri tabiîlik olursa, eğer teşekkülü beşeride bu hatların tecavüz edilmesi mevzuubahis olursa o zaman karşınızda ya sıfıra müncer olmuş bir cüce, veyahut dev gibi bir şey görürsünüz! Teşekkülü insanî için böyle olduğu gibi insanlardan mürekkep olan cemiyetlerde de bu kaide aynen baki ve caridir.
Efendiler! Birkaç asır evvelki vaziyetimize irca-ı nazar buyurunuz: Afrikalar, Suriyeler, Iraklar, Makedonyalar, Bulgaristan, Sırbistan ve ilâ-ahır... Bütün bu aksam-ı memaliki nazarı dikkate alınız. Ve ondan sonra bugünkü vaziyetimizi nazar-ı dikkate alınız. Efendiler, bütün bu muhit, bu vâsi daire içersinde iklimi muhtelif ve orada sakin olan akvamın tabayii muhtelif, her şey muhtelif olduktan sonra bunların heyeti umumiyesini bir imparatorluk altında bulundurmak ve yaşatmak mümkün müydü?
Tabiata, akla ve kanun-u tabiata mugayir olduğundan dolayı neticenin ne olduğunu görüyorsunuz! Herhalde Afrika’da başka, Suriye’de başka bir şey olacak, Irak’ta başka bir şey olacak, her yerde başka bir şey olacak, bizim muhitimizde başka bir şey olacak!.. Bunların birinin diğerine benzetilmesi, benzetilmeğe kalkışılması doğru değildir. Fakat islâm olan içtimai kütlelerin, dediğim tarz-ı tabiîde taazzuv ve teşekkülünü ve muhafaza-i istiklâlini temenni ederek imrar-ı hayat eylemesini ve mesut olmasını tekrar ediyorum- kendi saadetimiz gibi telâkki eden bir milletiz.”
***
Bazı kelimeleri ve terkipleri açıklayacağım:
muhitat-ı muhtelife: Değişik muhitler
Münceli: Tecelli eden
gaye-i kuvva (burada): Gücün sınırı.
Taazzuv: Şekillenme.
İmrar-ı hayat: Hayatını sürdürmesi.
Mustafa Kemal, Müslümanları kendisinden görmüş ve onların imrar-ı hayatını temeni etmiştir ve bundan mutluluk duyacağını belirtmiştir. Aması var, yukarıdaki izahında.. Herkes kendi hayatını kursun ve birbirimize karışmayalım!
Ve daha yukarıda neden bu kadar milletin bir arada yaşayamayacağını veciz olarak anlatıyor.
Pan-İslâmizm hayaldir
ve sonu da hüsrandır..
Abdülmecid açılımı ne getirdi?
“Büyük açılımcı” diye Abdülmecid’i anıyorlar. Abdülmecid Avrupalıların dayatmaları üzerine “açılım” yapmıştı.
Şimdiki hükümet de “Kopenhag Kriterleri” diyerek Avrupa Birliğinin dayatmalarını üçerine açılım yapıyor... Maksat “PKK açılımı”dır. “Açılım” başlıyla yaptıkları diğer açılımların hepsi “PKK açılımı”na destektir. Önceden de yazdığım gibi, milletin tepkisini azaltmaktır.
Abdülmecid’in açılımı adım adım Osmanlı’yı yıkmıştır. Osmanlı topraklarından kaç devlet çıktı biliyor musunuz? Tahmin edemezsiniz... Tam 50 devlet ve otonom bölge çıkmıştır.
Abdülmecid zamanı (1823-1861) Osmanlı toprağında başkalarının hükmünün geçmeye başladığı zamandır. Bu hükmü pekiştiren de birincisi Gülhane Hatt-ı Hümayunu (Tanzimat Fermanı) (3 Kasım 1839), bu yetersiz görülünce yine Batının bastırmasıyla Islahat Fermanı yürürlüğe konulmuştur (18 Şubat 1856).
Mustafa Kemal bu zorlama “açılımlar”ın ne manaya geldiğini şöyle açıklıyor:
“Bütün Avrupa hükümetlerini düşününüz. Müttehide-i Amerika’yı teşkil eden birçok hükümetlerden her birinin şekli kanunisi bile başka başka şeylerdir. Binaenaleyh kendimizi dünyada mevcut bulunan herhangi bir hükümete benzetmek kadar hata olamaz. Bunu tashih etmek muvafık olur zannederim. Biz kendi benliğimiz içinde ve kendi mizaç ve tabiatimizle terakki ediyoruz, ve edeceğiz inşallah!.. Şimdi devam edelim. Size bir tablo yapacağım. Sultan Mahmud-u Adlî devrinde ve ondan sonra Sultan Abdülmecit zamanında belki Reşit Paşaların teşvikiyle, daha doğrusu dâhil-i memlekette isyan ocağını körüklemekte olan anasır-ı gayrimüslimeyi memnun etmek zaruretinden, bunların memnuniyetini iltizam eden Avrupa’nın ve garbın karşısında bir şey yapmak lâzım geldi. Gülhane Hattı Hümâyunu meydana çıktı. Bu Gülhane Hattı Hümâyunu Devleti Aliye-i Osmaniye’ye cihet-i tatbikiyesi itibariyle ıslahat-ı hakikîye denecek derecede bir semere vermedi. İsyan-ı dahilî devam ediyordu. Haricin tazyikatı vesaire devam eyliyordu. Biliyorsunuz, Kırım’da Paris’te müsalâha neticesinde tekrar bir ıslahat fermanı vücude getirmek lâzım geldi. Bu fermanlar muhteviyatını bir an için hatırlayınız: Birincisinde emniyetten bahsolunuyordu, ikincisinde tebaa-i Osmaniye’nin hürriyet ve müsavatı mevzuubahis idi. Gerçi, Salâhattin Beyefendinin bilmünasebe, müsavata şu kadar bin sene evvel, mazhariyetimizi beyan buyurmuş olmalarına rağmen, devletin teşkilât-ı esasiyesinde kanun olarak veyahut ferman olarak ilk defa o zaman telâffuz edildi. Bu da arzuy-u ağyar-ı tatmin edemedi. Onu mütaakıp Sultan Aziz zamanında Âli ve Fuat Paşaların himmetiyle bazı ıslahat-ı adliye yapıldı. Fakat netice-i müsbite yok idi, görülemiyordu. Bunu temin gayesine matuf bir ferman-ı hümâyun daha çıktı, işte bu ferman-ı hümâyunda bir Meclis mevzuubahis oldu. Fakat bu Meclis mevzu ıslahatı takip ve teftişe hizmetle muvazzaf oldu. Avrupalılar, bu Meclisin islâm ve hıristiyan azadan mürekkep olmasını talebettiler. O dakika-i tarihiyeyi çok kuvvetli hatıratla düşününüz Efendiler! Dâhilden isyan, hariçten tazyik devam ediyordu. Makam-ı saltanatı işgal eden zat, israfat-ı bî-nihaye ile meşgul ve mecnundu. İşte o zaman bazı erbab-ı hamiyet, milletin selâmet-i hayatiyesini temin edecek bir kanun talebine kıyam cüretinde bulundular ve en nihayet saraya hücum ettiler. Sultan Aziz’in intiharı üzerine Sultan Murat geçti. O da iki üç günde tecennün etti. Ondan sonra Sultan Hamit tahta geçti. Sultan Hamit tahta geçtiği zaman Avrupalılar Bosna ve Hersek memleketini ellerine geçirmek, ıslahatın behemehal iki ay zarfında tatbikini temin etmek için tazyikatta bulundular. Artık Avrupalılar bu Devleti Osmaniye’nin başlıbaşına kendisini idareye gayri muktedir telâkki edilmesi lâzım geldiğini ve binaenaleyh tahtı vesayete almak icabettiğini katî bir surette beyan ettiler!.”
***
Avrupa Tanzimat ve Islahat fermanlarını yürürlüğe koydurdu. Gayrimüslimleri öne çıkardıktan sonra Osmanlı’nın artık yeteri kadar gevşediğini ve kendi kendini idare edemez hâle geldiğini görmüş, bir vâsi tayin etmek gerektiğini söyleme cür’etini göstermiştir.
Keşke Recep Tayyip Erdoğan, Mustafa Kemal’i yeteri kadar inceleseydi., Mustafa Kemal ne İslâm birliğine, ne hilâfete bir şey diyor. Kimseyi kötülemiyor sadece şartları belirtiyor.
Abdülmecid’in açılımlarının da Osmanlı’yı nereye sürüklediğini çok açık anlatmıştır
Avrupa, Osmanlı zamanında Gayrimüslimleri ve uzaktaki Müslüman ülkeleri ana gövdeden ayırdı. Şimdi sıra “millet”in kendisine geldi; hükümet illâ “açılım” illâ “açılım” derken bunu görmeli ve boynundaki ABD, AB boyunduruğunu silkeleyip atmalıdır.
Aslan Tekin
http://twshot.com/5094
Atalarimizdan aldığımız mirasın hatırlatılmasıdır:
Türkiye halkı asırlardan beri hür ve bağımsız yaşamış ve bağımsızlığı hayatın şartı kabul etmiş bir ulusun kahraman çocuklarıdır. Bu ulus bağımlı yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır.
O BIZIM GOZBEBEGIMIZDIR !!!
1881 - 193∞
Değerli arkadaşlar,
AB-D emperyalizmine ve onun uşaklarına karşı verdiği mücadele sonucu güzel ülkemizde laik ve ulusal bir CUMHURİYETİ kuran, bizlere emanet eden yüce önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’ün, Cumhuriyetimizi nasıl kurduğunu hepimizin iyi bilmesi ve anlaması çok önemlidir. Bunun içinde Sn, Turgut ÖZAKMAN’ın yazdığı Türk Mucizesi: CUMHURİYET kitabını okumanızı isterim!!!
Saygın Özakman kitabında, yüce önderimizin Cumhuriyetimizi hangi koşullarda ve kimlerle mücadele ederek bizlere kazandırdığını çok güzel belgelemektedir.
Yüce önderimizi de şöyle tanımlamaktadır:
“Avrupa’da ülkesini savaşta zafere kavuşturan birçok komutan vardır. Milletini daha ileri bir toplum yapmak için çalışmış birçok önder vardır. Ama yokluk, yoksulluk içinde ikisini birden başarmış bir kişi var: ATATÜRK
Sıfır imkanla işgal edilen vatanını kurtarmış, emperyalizmi ve yardakçılarını yenmiş, ülkesini tam bağımsız yapmış, bununla kalmamış milletini çağdaşlaştırmak, kadın-erkek eşitliğini sağlamak, halkını uyandırmak, kalkındırmak için devrimler gerçekleştirmiş, bir doğu ülkesinde demokrasinin kapısını açmış böyle bir önder, bilge, millet atası hiçbir ülkenin tarihinde yer almıyor. Yabancılar işte bu yüzden Atatürk saygımızı anlayamıyorlar.
Tarihlerinde bir örneği yok ki!!!”
Değerli arkadaşlar,
Yüce önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ilke ve devrimleri, AB tarafından en büyük engel olarak görülmektedir. Hollandalı 30 yıllık politikacı, Hristiyan Demokrat parlamenter Oostlander tarafından Mart-2003 de hazırlanan ön raporda, KEMALİZM ilkeleri, AB’ye üye olmamız için en büyük engel olarak tanımlanmıştır.
Yine Avrupa Parlamentosu’nun bir İngiliz milletvekili Andrew Duff de basın toplantısı düzenlemiş ve şöyle demişti: ‘Devlet dairelerinden Atatürk’ün resimlerinin kaldırılması zamanı geldi. Türkiye bunu yapmalıdır.’
AB Komisyonunun geçen yıl düzenlediği ilerleme raporunda da Türkiye’de ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasal düzenlemelerin kaldırılması istendi. Bunların içinde öncelik halk arasında “Atatürk’ü Koruma Kanunu” olarak bilinen ve 31 Temmuz 1951’de yürürlüğe giren 5816 Sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun geliyormuş... AB komisyonu üyelerine göre, Atatürk’e hakaret edenlere ve aşağılayanlara cezai yaptırım uygulanması, ifade özgürlüğünün önündeki en büyük engellerden biriymiş! Eğer Türkiye gerçek bir demokrasi olmak istiyorsa, Atatürk’e de hakaret edilebilmeliymiş! Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret eden veya sövenler, nasıl olur da hapis cezasına çarptırılırmış? Atatürk’ü temsil eden heykel, büst ve abideleri tahrip edenlerin tüm bu eylemleri, “ifade özgürlüğü” kapsamında değerlendirilmeliymiş!!!
Değerli arkadaşlar,
AB-D emperyalizminin temsilcileri, neden onun resminden bu kadar korkuyorlar, neden onun ulusalcı ilke ve devrimlerinden bu kadar çekiniyorlar? Lütfen düşünün ve gereken yorumu yapın.
Ayrıca güzel ülkemizde, AB-D emperyalizmi yardakçılarının bazıları, Mustafa gibi filmlerle yüce önderimizi halkımıza yanlış tanıtmakta, bazıları yandaş TV programlarında KEMALİZM gericiliktir diyebilmekte, bazıları da yüce önderimizin YURTTA SULH, CİHANDA SULH özdeyişine, derinlikli bir felsefenin ürünü olmadığını söyleyerek karşı çıkmakta ve yine KEMALİZMİ kuru bir ideoloji olarak tanımlamaktadırlar. (Bunların içinde ABD de uzun süre yaşayan Prof’larımız olduğunu da anımsayalım)
Bazıları da geçmişte Rıza Nur gibilerinin yaptığı gibi onun anne ve baba geçmişini araştırma bahanesi ile şimdi yine Atamızı yıpratmak için uğraş vermektedirler.
Ne hikmetse, hem Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan ve hem de aydın geçinen bu kişiler, onun çok değerli özdeyişlerini ve yorumlarını anlamak-anlatmak yerine, yüce önderimize karşı halkımızca duyulan sevgi ve saygıyı azaltmak için yoğun çaba içindeler!!!
Değerli arkadaşlar,
Her kim ne yaparsa yapsın, bizlere padişaha kul olma yerine, bağımsız ulus ve özgür vatandaş olma bilinci aşılayan yüce önderimize duyulan, sevgi ve saygı sonsuza kadar yaşayacaktır. Çünkü o bizim gözbebeğimiz!!! Onun ilke ve devrimleri, AB-D emperyalizmine karşı direnen tüm uluslara da örnek olmaya devam edecektir.
Saygıdeğer Atamızı, kaybedişimizin 73 yılında, saygı, sevgi ve hürmetle anıyoruz. Işıklar içinde yatsın.
Sevgi ve saygılarımla (10.11.2011).
Prof.Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR
Fotograflarla BÜYÜK TAARRUZ...
ÖNCE DAGITIN SONRA ARSIVLEYIN. ORTA OKUL VEYA LISEDEKI SIZLERE SÖZDE ANLATILAN O TARIH ZIRVALIGINI DA UNUTUN. BIZE HIÇ BIR ZAMAN GERÇEKLERI ANLATMADILAR
"Bu zaferi kazanan ben değilim. Bunu asıl, tel örgüleri hiçe sayarak atlayan, savaş meydanında can veren, yaralanan, kendini esirgemeden düşmanın üzerine atılarak Akdeniz yolunu Türk süngülerine açan kahraman askerler kazanmıştır. Ne yazık ki onların her birinin adını Kocatepe'nin sırtlarına yazmak mümkün değildir. Fakat, hepsinin ortak bir adı vardır: Türk askeri! Tebriklerinizi onların adına kabul ediyorum!"
Mustafa Kemal Atatürk
1928 (İbrahim Necmi Dilmen, Atatürk Anekdotlar, Der: Kemal Arıburnu, s. 120)
Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birden bire beş adım sağında onu gördü.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birden bire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar `üç' dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
eğildi durdu.
O, saati sordu.
Paşalar `üç' dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
eğildi durdu.
Bıraksalar,
ince uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlayacaktı.
ince uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlayacaktı.
PKK kamplarından şok ayin görüntüleri!
PKK kamplarından şok ayin görüntüleri!
Çatışmalarda ölen militanlarını pagan merasimi ile defneden PKK'nın, Zerdüşt yüzü de açığa çıktı. Örgüt militanlarının düzenledikleri törenlerde ateşe nasıl taptıkları görüntülendi. Milli Gazete'nin ulaştığı ayin fotoğraflarında militanlar Öcalan bayrağı altında ateşe secde edip, sembolik krala tapınıyor.
Son dönemde dini argümanları kullanarak bölge insanının dini hassasiyetlerini istismar eden PKK'nın kamplarda ateşe nasıl taptıkları ortaya çıktı. Milli Gazete'nin haberine göre, örgüte katılan gençleri, yetiştiği sosyo-kültürel yapıdan ve dini inançlarından arındırmaya çalışan örgüt, ilk önce, tiyatro ve kısa piyeslerle gençlerin zihinlerini yıkamaya başlıyor.
Hazırlanan piyesler daha çok mağaralar da oynanıyor. Mağaraya kurulan bir sahnede sözde tanrı kral bulunuyor. Mabed olarak kabul edilen saray figürünün önünde bulunan kişiye tanrı kral sıfatını yükleyen militanlar, bu figür üzerinden, suratlarına yaptıkları makyajlarla, canlandırma yapıyorlar. Canlandırma yapılan piyeslerde kullanılan giysiler ve figürler, piyeslerde M.Ö çağlara yani pagan dönemine ait konuların işlendiğini gösteriyor.
PKK'NIN ZERDÜŞT YÜZÜ
PKK'ya katılan gençleri adım adım asimile eden örgüt ilk eğitim devresini tamamlayan militanları için ikinci evrede dehşet verici planlar hazırlıyor. PKK'nın Kuzey Irak, İran ve Suriye'deki kamplarına belirli zamanlarda götürülen militanlar burada İslami kimliklerinden koparılıyor. Kırsal alanda silah eğitimini başarı ile tamamlayan militanlara Kürtçülük davası aşılandıktan sonra sıra Müslüman militanların devşirilmesine geliyor. İlk adımda tiyatro ve piyeslerle anlatılmaya çalışılan Zerdüştlük, sonrasında ise gerçek ayin şeklini alıyor. Örgüt üyeleri belirlenen dönemlerde Abdullah Öcalan'ın resimlerinin bulunduğu alanlarda bir araya gelerek ibadet yapıyor. Düz bir alana yakılan ateşin etrafında kırmızı, sarı ve yeşil renkli kıyafetlerle yapılan sapkın ayine ateşin etrafını saran diğer militanlar da katılıyor. Zerdüşt felsefesine birebir uyan ayinlerde bir önder etraftaki insanları ateşe davet ediyor.
İSLAM'DAN SOĞUTMAYA ÇALIŞIYORLAR
Ağrı'da örgütten kaçarak güvenlik güçlerine teslim olan iki teröristin emniyette verdikleri ifade, PKK'nın İslam'a bakış açısını da gözler önüne seriyor. Ramazan'ın ilk günü bir köyün yakınında otururken teravih sonrası camide okunan ilahiden etkilenip kaçan teröristlerden Ş.I., "İslam dininden nefret ediyorlardı. Kürtlerin dininin Zerdüştlük olduğunu söylüyorlardı." diyor."Kırsala çıkmadan önce PKK İslam dinine sahip çıkan ve halkın dini değerlerini paylaşan bir görünüme sahip. Ancak dağa çıkınca bu durum böyle değil." ifadelerini kullanan Çektar-Bazidi kod adlı Ş.I. adlı terörist, örgütü 'İslam düşmanı' olarak tanımlıyor. Dağda kendilerine Zerdüştlük propagandası yapıldığını anlatıyor. Ailesinin kendisini dini değerlere göre yetiştirdiğini belirten Ş.I., "Dağda dini inançlara ve yaşayışlara sıcak bakılmadığını ve hatta dini değerler ile dalga geçildiğini gördüm. Dini değerlere sahip örgüt mensuplarını dışlayarak, baskı altına alarak İslam dininden soğutmaya çalışıyorlar." diyor. Dini yaşama konusunda örgüt içinde yenilerin oluşturduğu grupla eskiler arasında ayrılık olduğunu söyleyen Ş.I., "Eski grup, yenilere baskı yaparak din değiştirmesi yönünde telkinde bulunuyor. Bu konuda bir tartışmada ajanlıkla suçlandım. Yeni katılanlar fırsat bulsa ve tutuklanmayacaklarını bilseler, örgütten kaçacaklar." diyor.
FOTOĞRAFLAR KARAYILAN'I DOĞRULUYOR
Terör örgütünün iki numaralı ismi Murat Karayılan, Almanya'da yayımlanan 'Bir Savaşın Anatomisi' isimli kitabında, PKK'nın dine yaklaşımını anlatırken, İslam dinine ağır hakaretlerde bulunmuş, 'Kürtlerin ideolojik kimlik ve aynı zamanda inanç dini' diye tanımladığı Zerdüştlük için övgüler düzmüştü. Bu fotoğraflarla birlikte PKK'nın Zerdüştlüğü ne kadar önemsediği ve gençlere nasıl aşılamaya çalıştığı da belgelenmiş oldu.
Milli Gazete
Guc, cesurca hedefi gormektir !
Ona:
"Ordu Yok!" dediler;
"Kurulur" dedi.
"Para Yok!" dediler;
"Bulunur" dedi.
"Dusman cok" dediler;
"Yenilir" dedi.
Ve butun dedikleri oldu.
O,
1881'de Makedonya'nin denize acildigi, kozmopolit bir liman olan Selanik'te dogdu. Ve 1938'e kadar Turkler'in kaderini tamamiyla degistirdi. Ozgurluklerini ellerine verdi. Ve bugun dahili ve harici bedhahlarla (:Kötülük isteyen, kötü yüreklilerle), emperyalizmle olan mucadelemizde onun fikirleri, onun dusunceleri, devrimleri ulkenin ve dunyanin gelismesi yolunda bizlere isIk tutuyor, bizlere yol gosteriyor ve butun bu dahili bedhahlara ragmen ulkeyi cagdas ulkeler duzeyine cikartiyor.
O,
Gerek dunya tarihinde, gerekse Turk tarihinde gelmis gecmis en onemli ve tarih cizgisini degistiren devlet adamlarindan biri...
O,
ATATURK...
1938 yilina kadar Turkiye icin yapmak istediklerinin belki yarisini belki de yansindan da azini gerceklestirdi. Onun Turkiye ile ilgili ozlemleri vardi. Onun ozlemindeki Turkiye'de:
CUMHURIYET
Cumhuriyet erdemdir
Ahlâka dayanan bir yonetim
Ileriye donuk
Yenilige donuk
Kosar adim
Ve en uygun yonetim Turk'un yapisina (1924)
MILLET
Turk milleti kararlidir cagdas uygarligi yakalamaya uluslar arasi yasam savasinda (1925)
MILLIYETCILIK
Yuzyillardi yaratan bu ulusal ruhu Turk cocugu tanidikca atalarini, cosacaktir; buyuk isler basaracaktir. Bunun sonucu olarak kendinde kuvvet bulacaktir
ADALET
Yargilar zamanla degisebilir Bu yadsinamaz. Ama ulus, hizli ve keskin adalet ister. Her turlu etkiden uzak, insan emegine saygili, ozgur ve uygarca (1924)
DEVRIM
Devrimler, Ulusun esenligi adina halk adina yapilir. Yasamimizda eger harika varsa, su iyi biline ki bunun sahibi halktir. Mutlu devrimlere Karsi gelenler varsa onlari aydinlatmak, Ulusal gorevidir aydinlarin (1925)
ORDUMUZ
Iste bu Turk ordusu Ulusun gogsunu kabartan Turk gucunun ve yurtseverliginin birlesimi; celikten bir dunya, disiplinli, kulturlu, bir okul, bir kit'asi, denk bir kit'ayi yener. Iki katini ise durdurur. Yerine civiler (1924)
EGITIM
Bir ulusun kurtulusu, basarisina baglidir. Egitimde cagdas egitim ve toplumumuza uygun egitim bunlardir esas noktalari egitimdeki zaferimizin. (1924)
BIZIM
Dunyada her sey icin maddiyat icin, maneviyat icin en gercek yol gosterici ilimdir; fendir. Bunun disinda yol gosterici aramak; bilmezliktir; yanilmaktir; sapkinliktir. (1925)
GENCLIK
Ey yukselen yeni nesil! Yarinlar sizindir.. "Cumhuriyeti biz kurduk O'nu, sonsuza kadar yasatacak sizsiniz." Siz insanlik onurunun ve vatan sevgisinin, fikir ozgurlugunun sembolusunuz; yorulasiniz bile beni izleyeceksiniz.
KADIN
Sen; yerde surunmeye degil, omuzlar ustunde yukselmeye layiksi. Kadinlarimiz, eger ulusun anasi olmak istiyorlarsa daha cok aydin daha cok bilgili olmak zorundadirlar. Hicbir ulusun kadini "TURK KADINI" kadar Ulusunu, Kurtulusa ve zafere goturmemistir (1923)
BASIN
Basin, Ortak sesidir bir ulusun. Ulusu aydinlatan odur. Mutluluga dogru goturen odur. O bir guc, bir okul o. Basin bir onderdir. (1922)
OGRETMENLER
Okullarimizda ogretme gorevi guvenilir ellerde, en saygili en fedakâr ogretmenlerde. Ulusal ahlâkimizi cagdas fikirlerle besleyen, guclendiren; guzel sanatlari seven sevdiren, en saygideger ogretmenlerde bilime onem veren, hurafelerden uzak; fikren ilmen ve bedenen guclu ogretmenlerde O ogretmenler ki ve yalniz milletleri kurtaranlardir. (1924)
SON BIR ISTEGI :
EY TURK HALKI, Sonsuzluga giden her on yilda en buyuk bayramini Cumhuriyet Bayramini kutlamani diliyorum. Daha buyuk onurlarla. Daha buyuk mutluluklarla. Huzur icinde, refah icinde (Nutuk. 1923)
Ataturk bu isteklerinin, ozlemlerinin belki bir kismini gerceklestirdi ama Turkiye bugun hala onun ozledigi Turkiye olamadi. Bu biz genclerin ve bizden sonra gelecek olan nesillerin, tum Turk vatandaslarinin gorevidir. Bu gorevi yuklenecek ve sonsuza dek yurutecek olan bugunun ve yarinin gencleri; nesilden nesile tasiyacaklari Ataturk'un ilke ve inkilâplarina, uzay-bilgi cagindaki yenilikleri de ekleyerek, Onun duygu ve dusuncelerini gerceklestirmeli ; ve bu gayret, ulkemizi diger dunya devletlerinin ust duzeyine cikarmak icin butun gucuyle calisma olmalidir. Ozlenen Turkiye'nin gerceklesmesi, hem kendi ruhumuzda hem de Ulu Onder Ataturk'un ruhunda sonmeyen mesale olacaktir.
“Atatürk diktatördür’ diye buyurmuş, çağdaş görünüşlü kadın yazar!
CNN Türk’te yayımlanan “Dört Bir Taraf” programında Nagehan Alçı adlı yazar, “Atatürk diktatördü” diye buyurmuş…
***
Atatürk nasıl bir diktatörse, iki sözünden biri “ulusal egemenlik”ti.
Nasıl bir diktatörse, başarıyla çıktığı Kurtuluş Savaşı’ndan sonra halk onu “padişah” yapmak isterken, o Cumhuriyet’i, yani “halkın üstünlüğü”ne dayanan rejimi kurdu.
Nasıl diktatörse, Padişah’ın çıkarlarını korumakla görevli Bab-ı Âli Hükümeti’ni yıktı ve yoluna en küçük illerden bile temsilci gönderilen Türkiye Büyük Millet Meclisi ile devam etti.
Nasıl bir diktatörse, 16 Ekim 1923′te Arifiye’de, bütün güç ve egemenliğin halktan kaynaklandığını ve halka dayandığını haykırdı.
Nasıl bir diktatörse, “Tanrısal bir hukuka dayalı bir mutlakiyet yönetimi”nin yerine “Halk iradesine dayalı Cumhuriyet”i koydu…
Nasıl diktatörse, “Bizim bildiğimiz demokrasi siyasidir, onun amacı, milletin, yönetenler üzerindeki denetimi sayesinde, siyasal özgürlüğü sağlamaktır” dedi.
Nasıl diktatörse, “Demokrasi, memleket aşkıdır, aynı zamanda babalık ve analıktır” diyerek demokrasiye övgüler düzdü.
Nasıl diktatörse, demokrasiyi “eşitseverlik” olarak tanımladı.
Nasıl diktatörse, kurduğu devleti, “Türkiye Cumhuriyeti, demokrasi esasına dayalı bir devlettir” diye dünyaya ilan etti.
***
Atatürk nasıl bir diktatörse, dönemin bütün düşünürleri onu “gerçek demokrat” diye ayakta alkışladı.
Nasıl bir diktatörse, İngiliz düşünür Herbert Sidebotham, “Eğer demokrat diye bir şey varsa Atatürk demokrattır. Atatürk iradesinin ruhu, gerçekten demokrat olmasaydı ve bu ruh bütün halkı etkilememiş bulunsaydı, inkılâplar gerçekleşebilir miydi? Türk aydınları, halkın iyiliği için çalışan demokrasiyi, “halkçılık’ olarak niteliyorlar ki, bu konuda Atatürk’ün yönetimi, bazı Batı demokrasilerini utandırabilir” diye yazdı.
Nasıl diktatörse, ünlü Fransız hukukçusu Prof. Maurice Duverger, “Cumhuriyet Halk Partisi’nin tekliği, milletin eğitimi için zorunlu bir geçişti. Asıl amaç, çok partili bir rejim ve serbest seçim usulüydü. Mustafa Kemal, Devlet Başkanlığı zamanında iki kere çok partili rejimi denediyse de başarı elde edemedi; henüz şartlar gerektiği kadar gelişmemişti” diyerek gerçekçi bir yorum yaptı.
***
Atatürk’ün ölümünden tam 73 yıl sonra, kendi tarihini yabancılar kadar bile bilmeyen, üstelik bugün mesleğini yapabilmesini bile Atatürk’e borçlu olan kadın bir gazeteci çıkıyor, “Atatürk diktatördü” diyor!
Yazıklar olsun!
***
Bir çift söz de şöhret peşindeki bu kadının hezeyanlarının her hafta topluma ulaşmasına aracılık eden sevgili ağabeyim ve Eski CHP Genel Başkanı Altan Öymen’e:
Orada ne işin var abi?
Ortak değerlerimize her hafta küfredilmesine “aracılık etmek” ağırına gitmiyor mu?
****
AĞAOĞLU’NA SORULAR?
Son yıllarda yaptığı lüks konutlarla tanınan ünlü müteahhit Ali Ağaoğlu, Van depreminden sonra ortaya çıktı, büyük bir cesaretle “Geçmişte ben de sağlam olmayan konutlar yaptım” diye özeleştiride bulundu.
İyi de itiraf etmekle her şey bitiyor mu Ali Bey?
Bu durumda, hâlen o binalarda oturan binlerce insanın can güvenliğini sağlamak da size düşmüyor mu?
Bu konutlar nerede ve içlerinde kaç kişi yaşıyor?
Madem dayanıksız olduklarını kabul ediyorsunuz; bugünden tezi yok o konutlarda oturan insanları yeni yaptığınız güvenlikli binalara taşımanız, en kısa zamanda o çürük binaları yıkmanız, aynı yerde, aynı kat sayısında ve aynı daire büyüklüğünde yeni binalar yapıp sahiplerine teslim etmeniz gerekmiyor mu?
Bu; sizin o insanlara borcunuz değil mi?
Olası bir depremde o binaların yıkılması durumunda, bugünkü itirafınızla sorumluluktan kurtulacağınızı mı sanıyorsunuz?
****
GÜNÜN SORUSU
Fikir kimden çıktı bilmiyorum; ama 10 Kasım gecesi saat 19.38′de ışıkların üç dakika süreyle söndürülmesi için başlatılan kampanya hızla büyüyor… Sorum bizi yönetenlere:
Depremi gerekçe göstererek, ışık söndürme eylemlerinin iptalini de kararlaştıracak mısınız?
****
Üniversitelerde insanı dehşete düşüren ayırımcılık!
CHP Tunceli Milletvekili Kamer Genç, Tunceli Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Durmuş Boztuğ’u “Fethullah Gülen Cemaati’nin adamlarını okula yerleştirmekle ve Alevi kökenli öğretim üyelerini tasfiye etmekle” suçlamış…
Tunceli Üniversitesi’nde olup bitenler konusunda özel bir bilgiye sahip değilim.
Ancak son iki yılda konferans vermek için 20′ye yakın üniversiteye gittim. Yarısından fazlasında benzer şikâyetler duydum.
F tipi hocalar hızla yükseliyor…
Atatürkçü ve sol eğilimli öğretim üyeleriyle Alevi kökenli olanlar ya kızağa çekiliyor ya da üniversitelerden gönderiliyor.
***
Normal koşullarda bu iddiaları araştıracak ve sonuca bağlayacak olan makam Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK)’dur. Ama; YÖK’ün bugünkü yapısına bakınca, üniversitelerdeki bu kadrolaşmanın zaten bu kurumdan kaynaklandığı açık bir şekilde görülüyor…
Demek ki emniyetteki, yargıdaki, medyadaki “etnik köken dedektifliği” mikrobu, üniversitelere de bulaşmış…
Bundan sonra olacakları düşünmek bile istemiyorum!
Mustafa Mutlu
03 Kasım 2011
http://www.kemalistler.org/ataturk-diktatordur-diye-buyurmus-cagdas-gorunuslu-kadin-yazar.html/
***
Atatürk nasıl bir diktatörse, iki sözünden biri “ulusal egemenlik”ti.
Nasıl bir diktatörse, başarıyla çıktığı Kurtuluş Savaşı’ndan sonra halk onu “padişah” yapmak isterken, o Cumhuriyet’i, yani “halkın üstünlüğü”ne dayanan rejimi kurdu.
Nasıl diktatörse, Padişah’ın çıkarlarını korumakla görevli Bab-ı Âli Hükümeti’ni yıktı ve yoluna en küçük illerden bile temsilci gönderilen Türkiye Büyük Millet Meclisi ile devam etti.
Nasıl bir diktatörse, 16 Ekim 1923′te Arifiye’de, bütün güç ve egemenliğin halktan kaynaklandığını ve halka dayandığını haykırdı.
Nasıl bir diktatörse, “Tanrısal bir hukuka dayalı bir mutlakiyet yönetimi”nin yerine “Halk iradesine dayalı Cumhuriyet”i koydu…
Nasıl diktatörse, “Bizim bildiğimiz demokrasi siyasidir, onun amacı, milletin, yönetenler üzerindeki denetimi sayesinde, siyasal özgürlüğü sağlamaktır” dedi.
Nasıl diktatörse, “Demokrasi, memleket aşkıdır, aynı zamanda babalık ve analıktır” diyerek demokrasiye övgüler düzdü.
Nasıl diktatörse, demokrasiyi “eşitseverlik” olarak tanımladı.
Nasıl diktatörse, kurduğu devleti, “Türkiye Cumhuriyeti, demokrasi esasına dayalı bir devlettir” diye dünyaya ilan etti.
***
Atatürk nasıl bir diktatörse, dönemin bütün düşünürleri onu “gerçek demokrat” diye ayakta alkışladı.
Nasıl bir diktatörse, İngiliz düşünür Herbert Sidebotham, “Eğer demokrat diye bir şey varsa Atatürk demokrattır. Atatürk iradesinin ruhu, gerçekten demokrat olmasaydı ve bu ruh bütün halkı etkilememiş bulunsaydı, inkılâplar gerçekleşebilir miydi? Türk aydınları, halkın iyiliği için çalışan demokrasiyi, “halkçılık’ olarak niteliyorlar ki, bu konuda Atatürk’ün yönetimi, bazı Batı demokrasilerini utandırabilir” diye yazdı.
Nasıl diktatörse, ünlü Fransız hukukçusu Prof. Maurice Duverger, “Cumhuriyet Halk Partisi’nin tekliği, milletin eğitimi için zorunlu bir geçişti. Asıl amaç, çok partili bir rejim ve serbest seçim usulüydü. Mustafa Kemal, Devlet Başkanlığı zamanında iki kere çok partili rejimi denediyse de başarı elde edemedi; henüz şartlar gerektiği kadar gelişmemişti” diyerek gerçekçi bir yorum yaptı.
***
Atatürk’ün ölümünden tam 73 yıl sonra, kendi tarihini yabancılar kadar bile bilmeyen, üstelik bugün mesleğini yapabilmesini bile Atatürk’e borçlu olan kadın bir gazeteci çıkıyor, “Atatürk diktatördü” diyor!
Yazıklar olsun!
***
Bir çift söz de şöhret peşindeki bu kadının hezeyanlarının her hafta topluma ulaşmasına aracılık eden sevgili ağabeyim ve Eski CHP Genel Başkanı Altan Öymen’e:
Orada ne işin var abi?
Ortak değerlerimize her hafta küfredilmesine “aracılık etmek” ağırına gitmiyor mu?
****
AĞAOĞLU’NA SORULAR?
Son yıllarda yaptığı lüks konutlarla tanınan ünlü müteahhit Ali Ağaoğlu, Van depreminden sonra ortaya çıktı, büyük bir cesaretle “Geçmişte ben de sağlam olmayan konutlar yaptım” diye özeleştiride bulundu.
İyi de itiraf etmekle her şey bitiyor mu Ali Bey?
Bu durumda, hâlen o binalarda oturan binlerce insanın can güvenliğini sağlamak da size düşmüyor mu?
Bu konutlar nerede ve içlerinde kaç kişi yaşıyor?
Madem dayanıksız olduklarını kabul ediyorsunuz; bugünden tezi yok o konutlarda oturan insanları yeni yaptığınız güvenlikli binalara taşımanız, en kısa zamanda o çürük binaları yıkmanız, aynı yerde, aynı kat sayısında ve aynı daire büyüklüğünde yeni binalar yapıp sahiplerine teslim etmeniz gerekmiyor mu?
Bu; sizin o insanlara borcunuz değil mi?
Olası bir depremde o binaların yıkılması durumunda, bugünkü itirafınızla sorumluluktan kurtulacağınızı mı sanıyorsunuz?
****
GÜNÜN SORUSU
Fikir kimden çıktı bilmiyorum; ama 10 Kasım gecesi saat 19.38′de ışıkların üç dakika süreyle söndürülmesi için başlatılan kampanya hızla büyüyor… Sorum bizi yönetenlere:
Depremi gerekçe göstererek, ışık söndürme eylemlerinin iptalini de kararlaştıracak mısınız?
****
Üniversitelerde insanı dehşete düşüren ayırımcılık!
CHP Tunceli Milletvekili Kamer Genç, Tunceli Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Durmuş Boztuğ’u “Fethullah Gülen Cemaati’nin adamlarını okula yerleştirmekle ve Alevi kökenli öğretim üyelerini tasfiye etmekle” suçlamış…
Tunceli Üniversitesi’nde olup bitenler konusunda özel bir bilgiye sahip değilim.
Ancak son iki yılda konferans vermek için 20′ye yakın üniversiteye gittim. Yarısından fazlasında benzer şikâyetler duydum.
F tipi hocalar hızla yükseliyor…
Atatürkçü ve sol eğilimli öğretim üyeleriyle Alevi kökenli olanlar ya kızağa çekiliyor ya da üniversitelerden gönderiliyor.
***
Normal koşullarda bu iddiaları araştıracak ve sonuca bağlayacak olan makam Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK)’dur. Ama; YÖK’ün bugünkü yapısına bakınca, üniversitelerdeki bu kadrolaşmanın zaten bu kurumdan kaynaklandığı açık bir şekilde görülüyor…
Demek ki emniyetteki, yargıdaki, medyadaki “etnik köken dedektifliği” mikrobu, üniversitelere de bulaşmış…
Bundan sonra olacakları düşünmek bile istemiyorum!
Mustafa Mutlu
03 Kasım 2011
http://www.kemalistler.org/ataturk-diktatordur-diye-buyurmus-cagdas-gorunuslu-kadin-yazar.html/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
MUSTAFA KEMAL'İN ÇOCUKLARININ MESAJIDIR:
Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,
Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.
Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!
Ne mutlu Türküm diyene!.
Bugün, Atamızla aynı iman ve katiyetle söylüyoruz ki,
Milli ülküye, herşeye rağmen tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti 'nin (ne mutlu Türküm diyenin) büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.
Asla süphemiz yoktur ki, hızla inkişaf etmekte olan Türklüğün unutulmus büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, yarının yüksek medeniyet ufkundan yeni bir günes gibi doğacaktır!
Ne mutlu Türküm diyene!.
Bunları Biliyor muydunuz?
Bunları Biliyor muydunuz?
* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”
* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,
* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,
* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,
*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,
* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,
* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...
* 1-Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün... Büyük NUTKU’nun” çıktığını...”
* 2- Fidel Castro nun:12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir'den ABD NİN BİLGİSİ OLMAMASI şartıyla "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabını" istediğini... Ve: "Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?" dediğini,
* 3- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao'nun ilk sözlerinin : "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm. ."olduğunu,
* 4- Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu,
*5- 1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini,
* 6- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini,
* 7- 2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ...